30 Eylül 2022 Cuma

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ekim 2022, Sayı:14



Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ekim 2022, Yaşar Özmen




Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ekim 2022, Yaşar Özmen, Ön Kapak

Şiir Sarnıcı Künye, İçindekiler

YAYIMCIDAN 

İsterim ki yazın sanatıyla ilgili tartışalım, açıklıkla konuşalım, ön kabullerimizden sıyrılıp farkındalıklı düşünelim. Türk yazınında boşluk varsa ve neredeyse birlikte saptayalım, denenmemiş yöntemlerle çözüm üretmeye çalışalım. Şiir Sarnıcı Dergisi’ni çıkarma amacım, yazın adına ne yapabiliriz, sorusuna yanıt bulmaktır. Eleştiriden ve bilgi noksanlığımızdan korkmayalım. Kafamızdaki yerleşik bilgilerin yıkılmasından değil betonlaşmasından korkalım. Ceplerimizdeki eski bilgilere şöyle bir sus deyip yeniye doğru yelken açalım. Her şeyde olduğu gibi yazında da metinler arasılık mutlaktır ama biz biraz geleceği yakalamak için ufka göz dikip yaratıcılığı çağıralım. Modern Sanat Dönemi bilgilerinin pek çoğu, ezber üstüne ezber edilmiş doğrulanamayan yığınlara dönüşüyor. Dünya değişiyor, estetik algının boyutu deviniyor, sanatın kuram ve ilkeleri evriliyor. Ezberi bir yana itip; şiiri, öyküyü, denemeyi genellemelerle anlatmaya çalışmaktan vaz geçip felsefesiyle tanımlamaya çalışalım. Bizi en doğru yola yönlendirecek ve yeni tanımlamaların kapısını açacak olan, sanat ve alt dallarının felsefesini sorgulamaktır. Bunu yapmak için dağarcığımızda yeterince birikim, kazanım ve gerecimiz vardır. Yeter ki kulaktan dolma alışılmış genellemelerin egemenliğini bilincimizden sıyırıp atabilelim.  

Yazında henüz tanımlayamadığımız pek çok kuram olmalı. Çağın değişen algı ve yargı biçimlerine göre süreci değişime uğrayanlar da... Şöyle bir bakınız Türk şiir yazılarına… Şiire yönelik kaç kuram saptanmıştır… Kuramlar saptanmadan yeni kavramlar üretilemez. Yeni kavram üretilemezse şiirin ezber bilgileri arasında sıkışıp kalınır; bugün olduğu gibi… Şiir nasıl yazılır, imge nedir, şiire nasıl başlanır/bitirilir… gibi alfabe bilgilerle şiir sanatına yön verilmeye çalışılır.

İyi şiirler yazılmıştır; yazılacaktır. İyi şairler gelmiş geçmiştir; bundan sonra da olacaktır. Bu demek değil ki Türk şiiri son aşamasına gelmiş, derinliği ve gizemi tamamıyla çözülmüştür. Ayrıca sanatta, iyinin iyisine, güzelin güzeline ulaşmanın sınırı yoktur. Araştırmak, incelemek, yeniye ulaşmak, yaratıcılık için değişik açılardan ele almak, gerekir. Bir günü diğer gününe benzeyen yazın, durağanlaşmış demektir. Durağanlaşmak, sanat ilkelerine göre olumsuz bir durumdur. Bugün “Ben oldum” diyen pek çok şair/yazar var ülkemizde. Söyleyecek sözleri olmalı. Yazar/şairler, ince ruhlu kişilerdir; kişisel bir yarar beklentisi olmaz, diye düşünüyorum. Dergimizin ilkesi gereği, özel bir konu olmadığı sürece yazı ve yapıt istemeyiz kimseden. Dergimizin maddi kaygısı yoktur. Okunup okunmama gibi bir zorunluğu da. Buna karşın yurt içi ve yurt dışı okur sayısı her geçen gün artıyor. İyi şeyler, bir köşeye atılıp karanlıkta bekleyemez. Yazın sanatına gönül vermiş ve bu yolda beklentisiz çaba gösterenler zaten yeterince katkı sağlamaktadırlar.

Şiir Sarnıcı, uluslararası bir dergi olma yolunda hızla ilerliyor. Özbekistan dergi temsilciliğimiz de oluşmuştur. Derginin yanında gençler çoğalıyor. Üniversite gençliği, özellikle güzel sanatlar fakülteleri, dergimizi okuyup paylaşıyor. Dergicilik bir imecedir. Yararsız, umarsız, çıkarsız, tarafsız sanat yolculuğunda bizlere eşlik etmenizi isteriz. Bu imecede küçük de olsa yapıtlarınızla, yorumlarınızla, değerlendirmelerinizle katkınızı bekleriz.

Dergimizin ilkeleri gereği; propaganda, irşat ve şiddet dili taşıyan metin ve şiirler, değerlendirme dışı tutulmaktadır. Ayrıca bize gönderilen her metin ve şiir için geri bildirimde bulunuyoruz. Kalabalıkta geri bildirimde bulunamadığımız olduysa, yayın kurulumuzca ürünleriniz yayıma uygun görülmediyse bizi anlayışla karşılayacağınızı umuyoruz.   

Dergi düzeninde küçük bir değişiklik yaptık. JPEG dosya ve bu formatta görsel, zorunlu olmadıkça koymayacağız. Bu tür dosyalar ya da görseller, platformun özelliği gereği diğer dillere çevrilemiyor. Çok sayıda yurt dışı okurumuzun olması nedeniyle başka dillere otomatik çevrilebilen düzende dergiyi sürdüreceğiz. 

Mutlu, esenlikli günlerde okumanız dileğiyle… 

Canan Gürtunca Sanlı
BİR FİLM VAR ELBET 


Kalabalık yalnızlıklar ürpertili akşamı boğardı
kuzular geçer, kurtlar homurdanırdı
rüzgârın kollarında geçti esrik yıllar
gözleri kamaştıran hayalin ışığında.
 
Gün günün zindanına hapsolur
gözlerinin buharı bulut olur yağar
kelimesini arayan bir harfin uzamında
küçük adamların uzun gölgelerini
ardışık adımlar izler.
 
Hayat bazen şiddetli bazen
duru yağmurların altında ıslanmaktı belki
hangi ıslanış insanın yaşamına dokunur!
Anlaşılmaz bilmecelerle yoğrulur insanoğlu
korunmasız duvar çalan her ıslıkta yıkılır.
 
Kar beyazı değil,
üzerinde kara bulut darmadağışık
aldanırım sanma silinmez yazılar
dökülüyor yapraklar birden bire
sarı, yeşil, beyaz, kara
birden bire oluyor ne varsa.
 
Bir film var elbet
kendi öyküsüyle başbaşa.
kendinle sadece kendinle
içindeki hüzünle beslenen
kondurur bülbülü sazına
acısı yarasına merhem
gül tedirgin dalında
der ki: “Asıl günah söyleyecek şarkımızın olmaması
oysa herkes konuşur ben seni duyardım.”
                                        16.07. 2022/ Ayvalık    

 

Mehmet Bardakçı
ÇIĞLIĞIN

 
                                                    Enver Gökçe’ye
 
Kırmızılar kıvranırdı avuçlarında
sınandı yüreğin sert yamaçlarda
koştuğun mavi günlerdi gök gibi
deniz gibi yakamozlarla gelen
dört duvar oldu en çok bildiğin
 
seğirttin sisli yolların eğriliğinde
elinde ışık, alnında silinmeyen inanç
dağların iç çekişi gibiydi susamışlığın
 
has Anadolu tohumuydu ektiğin dizeler
adımlarında azimli bir kavgacı telaş
 
“Fakültenin Önü” göz ağrısı, “eğin
türküleri” dilimizde umut karalara
duvara bile yazılmış ışık yolu
 
sorular dizgesiydi yoksul yaşamında
güneşi çağıran gergef gibi işli çığlığın

 

Yaşar Özmen
SANATA ÇÖZÜMLEMELİ BAKIŞ
Ç.Türk Dili Dergisi 415. Sayı’da yayımlanmıştır. 
Sanat Nedir? 

Öncelikle sanat nedir sorusuyla başlayacağım. “Bu soruya yanıt olarak dünya edebiyatında o kadar çok metin ve kitap yazılmış ki hepsini okumak için yaşamımız yetmez. Pek çoğu da sanatı bir kahraman olarak kullanıp üzerinde debelenmiş. Her bilgi saygındır; her metin değerlidir; ne var ki bir sonuca götürmesi, yeniliğin önünü açması ve geçerli olması için birtakım verilere dayanmalıdır. Sanat açık dokulu bir kavramdır. Tanımlanması zordur. Değişkeni ve çarpanı o kadar çoktur ki bunların aralarındaki ilişkiyi çözmek kolay değil. Bu yüzden çoğu sanatsal metinde, sanatın bir yönü ya da bir alanı alınıp değerlendirilmiştir.

Sanat yazılarını genel anlamda taradığımızda çoğu, genellemeler üzerinden yanıt bulmaya çalışır bu soruya. Ne yazık ki bu tür genellemeler, ne sanata ne sanatçıya ne de yapıt üretimine kullanılabilir/işe yarar bilgi sunar. Örneğin “Şiir tanımlanamaz, ne kadar şiir varsa o kadar da tanımı vardır” gibi altı boş genellemelerle yazılanlar… Ben de varım diyebilmek için havaya salınmış metinler çoğunluktadır. Veri ve deneyime dayanılarak yazılanlar da var; bunların hakkını teslim etmeliyim. Yılların içinden süzülen bir birikim ve kazanım vardır; yadsınamaz. Bunlar, kendi değerlerini yaşamalı, yaşarken de daha iyisini ve yenisini üretmelidir.

Resim ya da şiir gibi bir sanat dalını ele alarak sanat nedir sorusuna yanıt aramayacağım. Sanat gibi karmaşık bir kavramı, bir dal üzerinden anlatmak biraz sığ kalır. Sanatı genel bir kavram olarak ele alıp sanat felsefesinin öngördüğü ölçütler kapsamında kendimce çözümlemeli bir yol izleyeceğim. Bu şekilde sanatın ne olduğunu daha kolay açıklayabilirim. Örneğin şiir; nedir, nasıl yazılır ve okurla ilişkisi nasıldır, sorularına bu çözümlemeden sonra daha kolay yanıt arayabilirim. Ayrıca sanata çözümlemeli yaklaşım; okura, yazara, şaire ne kazandırır; neyin önünü açar, sorularının yanıtını yazımın sonunda vermeye çalışacağım.

Sanat; sanatçı-yapıt-okur-ortam[1] dörtgeninde oluşan; ses, dil, ışık, hareket… gibi gereçler kullanılarak estetik değer yaratma çabası taşıyan, insan etkinliğidir. Burada sanatçı, okur ve ortam üzerinde durmayacağım. Sanatı anlatabilmek için özellikle temel öğesi olan yapıt üzerinde yoğunlaşmalıyım. Öyleyse yapıtın karnını deşip içinde neler var birlikte bakmalıyız ki sanatla ilişkisi olmayan bir okur bile ne söylediğimi anlayabilsin.

Sanatı genel anlamda sınıflandırırsak:

Dil Sanatları; şiir, öykü, roman, oyun, mektup deneme… Gereci dil olan sanatlar.

Görsel Sanatlar; resim, sinema, tiyatro, heykel, seramik…  Görüntü ve biçime göre oluşan sanatlar.

Ses Sanatları; şarkı, türkü, opera… Sesi, ezgiye dönüştürerek yapılan sanatlar.

Hareket Sanatları; dans, pandomim, halk oyunları… Harekete ve hareket biçimlerine dayalı sanatlar.

Karma Sanatlar; her ne kadar sanatı sınıflandırsak da bunlar çoğu zaman birbirleriyle iç içedir. Şiir, aynı zamanda sesi, sinema ise hem dil hem hareket hem de sesi birlikte kullanabilir. Ayrıca her sanatın kendine özgü bir dili ya da dilleri vardır. Resmin ışık, dansın hareket, müziğin ses, sinemanın; görüntü, ses, dil olduğu gibi… Kullandığı dil açısından ‘karma sanatlar’ diye de bir sınıflandırma daha yaparsak yanlış olmaz.

Sayısal Sanatlar: Altıncı bir sınıf daha var ki henüz tanımlanmamış ya da tanımlanması güç olan bir alan: Yapay zekâ veya sayısal teknolojilerin ürettiği sanat. Bunlar, insan üretimi olmadığı için sanat kapsamında düşünülmeyebilir. Ne var ki bu tür üretimlerin gerisinde yine insan zekâsı vardır; fotoğrafta olduğu gibi... Bu yüzden sanat kapsamına alınması daha mantıklı bir yaklaşım olur.  Bana kalırsa bunun adına da ‘Sayısal Sanatlar’ demeliyiz. Hologram, üst teknoloji aygıtlarının ürettiği görsel objeler, yapay zekâ çizimleri gibi…

Her sanat dalı, aynı ilkeler üzerinde yürüyen sürece ve aynı amacı taşıyan bir yapıya sahiptir. Aralarındaki ayrım, kullandıkları dil ve yöntemdir. Burada en ayrıcalıklı olansa dil sanatlarıdır; çünkü düşüncemizin göstereni olan dilimiz, onun temel gerecidir. Örneğin resmin gereci ışık olduğundan, ressam ikinci bir dili kullanmak zorundadır. Yani düşündüğünü ek olarak ışığa dönüştürmesi gerekir.

Hangi sanat alanı olursa olsun ortaya çıkan sonuç, gerekli sanatsal öğeleri taşıyorsa biz buna yapıt diyoruz. Öyleyse bir yapıtta en az neler bulunmalıdır?

Bilindiği gibi yapıtın, sanat felsefesine göre ön ve arka yapısı vardır. Bunlar, nesnel ve duyusal yapı diye de adlandırılır. Bir anlamda görünen kısmı nesnel, görünmeyip duyumsanan kısmı ise duyusal yapı olarak ele alınır. Yapıtın ne olup olmadığını anlamak için, nesnel ve duyusal yapı kavramlarını, zihnimizde çözmemiz ve yapıt üzerinde işlevleriyle birlikte görebiliyor olmamız gerekir. Örneğin insan bedenini bir sanat yapıtı varsayalım: Hücreler dâhil tüm organların oluşturduğu bütün bedenimiz, sanatın nesnel kısmını; bilinç, duygu veya ruh dünyamız ise duyusal kısmını içeren yapıdır. Yapıtta görünen ve görünmeyen her parça (öğe), bir bütünü oluşturur. Diğer deyişle yapıttaki katmanlar, bir sanat yapıtını oluşturur.

Yapıttaki öğeleri, katman; katmanın altındakileri de tabaka terimiyle tanımlayacağım. Öyleyse bir yapıtta bulunan katman ve tabakalar ne anlama geliyor? Katman; yapıtta birbirine benzer belirli özelliklerin, içsel, dışsal, fiziksel, duyusal nitelik veya niceliklerinin bir arada bulunduğu, birbirleriyle etkileşim içinde olan ve birbirlerini var eden yapılardır. Örneğin biçim, anlam… katmanı gibi. Katmanların altındaki yapılarsa tabakalardır. Tersinden söylersem tabakalar katmanı, katmanlar bir bütün sanat yapıtını var ederler. Tıpkı insanın belirli ruhsal ve fiziksel katmanlardan oluşması gibi… Bu durumda yapıtı; ağzı, dili, duygusu ve diğer organları olan bir beden olarak düşünebiliriz.

Sanat yapıtında bana göre olmazsa olmaz en az yedi katman vardır. Bunlar; Biçim, Anlam, Ses, Anlatım, Çağrışım, Coşum ve Estetik Katmanı’dır. Katmanlar, birbirinden ayrı düşünülemez; birbiri içine geçmiş ve birlikte yapıtı oluşturan yapıtaşlarıdır. Bir anlamda yapıtın dünyaya açılan yedi duyusu ya da yedi organıdır. Bunların öncelikleri ya da baskınlıkları, sanatın sınıfına göre değişebilir. Heykelde biçim öncelikliyken, şiirde anlam katmanı daha baskındır. Ayrıca sanatın türüne göre ek katman da tanımlayabiliriz. Örneğin roman ve öykü gibi sanatlar için ‘karakter yaratma ve karakterin betimlenmesi’ önemli bir konudur. En az yedi katmandan kastım, her yapıtta bunların mutlak varlığıdır. Heykelde ses katmanı olmamalı diyebilirsiniz. Heykelde ses katmanı olmalıdır. Heykelin size bakışında bir görünümü bir de sesi vardır; çığlık atıyordur ya da iç sesiyle size “Dokun bana” diyordur. Yani fiziksel olmasa bile duyusal olarak bir sesi vardır her yapıtın. 

Yapıtta bulunduğunu düşündüğüm katmanlar:

Biçim Katmanı: Her yapıtın bir biçimi vardır. Biçim, bazı sanat sınıflarında iskelet, bazılarında kılıf bazılarında ise devinim şeklindedir. Bir anlamda biçim, yapıtın taşıyıcı kabıdır. Yukarıda tanımladığımız altı katman biçim içinde/üzerinde konumludur. Biçimi bir torba gibi düşünürsek, içine doldurduklarımızla, torbanın aldığı fiziksel ve duyusal şekle, biçim diyebiliriz. Obje sanatlarında ya da hareket sanatlarında biçimin öne çıkan bir formu varken sinema ya da şiir gibi sanatlarda daha geri plandadır. Başka bir deyişle biçim, yapıtın tüm öğelerini bünyesinde konumlandıran bir yapı olmasına karşın bazı sanat alanlarında ön planda olmayabilir.

Anlam Katmanı: Sanatın hangi dilini kullanırsak kullanalım, ister hareketi ister ışığı ister çizgiyi ister sözü; yapıtta kullandığımız dil, bizim anlamlandırdığımız somut, sanal ya da soyut varlıklara dayanmak zorundadır. Bu da; her çizginin, her ışığın, her sesin, her dizenin, her hareketin bir anlam içerdiğini gösterir. Dilsel ve simgesel olarak yapıtta kullandığımız her şey, bir veya birkaç anlama yönelir. Dizede kullandığımız her sözcüğün kendi bağlamında veya kullanıldığı yere göre üzerine giyindiği bir anlamı vardır. Kaldı ki anlamı olmayan dize kurmak, olası değildir. Sadece algımızın alışkanlığı olan bütünlüğü oluşturmayabilir. Özetlersek, anlamın derinliği kadar da yapıtın ağırlığı olacaktır. Anlam, aynı zamanda diğer katmanlarla da ilişkilidir. Örneğin çağrışım katmanı; anlama, sesin anlamına, ışığın anlamına hareketin anlamına bağlıdır. Her katman açıklamasında yinelememek için bir kez söyleyelim: Bütün katmanlar birbirine bağımlıdır; birbirini kurar ve bir bütünlük oluşturur. Anlam, anlatım ve sesin bir bütün olduğu gibi…

Anlatım katmanı: Her yapıtın kullandığı dile bağlı olarak kendine özgü sınırsız bir anlatım tekniği vardır. Işıkla, hareketle, sesle ya da dille…  Anlatım, anlam ve sesle eşgüdümlüdür, aynı zamanda da eş zamanlı işler. Heykel, görsel bir anlatımı öne çıkarırken şiir, dilsel bir anlatıma yönelir. Sonuçta her yapıtın bir veya birkaç anlatım gereci ve düzeni vardır. Şiir, ses ve dili kullanırken sinema filmi, görüntü, ses, hareket ve ışığı anlatım gereci olarak kullanır. Anlatım, anlamı ne kadar güçlendirebilirse estetik değer de o oranda artar. Bütün sanatlar, anlatımın anlamı güçlendirmesi üzerine kurgulanmıyor mu? Bu yüzden anlatım; incelik, farklılık gerektiren, yapıta rengini ve tınısını veren bir katmandır.

Ses katmanı: Ses, anlam ve anlatımla bir bütündür. Özellikle dil ve ses sanatlarında… Bu bütünlük, duyarlılığı artırıcı bir güçtür. Sesin insan üzerinde yarattığı duygu değeri çok yüksektir. Yani duyusal ve anlamsal etkisi güçlüdür. Biçim gibi ses de fiziksel bir katmandır. Yapıtta sesten söz etiğimiz zaman, ezgiye dönüşmüş sesi anlatıyoruz demektir. Konuşmanın bile ezgisi olduğuna göre gürültü dışındaki her ses, kendi başına ezgi demektir. Müzikte başka, şiirde başka, resimde başka bir biçimde görünüşe çıkar. Sonuçta pandomim bile olsa kendine özgü bir sesi vardır. Anlam ve anlatımla uygun ve yetkin kullanıldığında, estetik değer yaratma gücü yüksektir. Müziğin ya da şiirin duyarlılığı artırması ve duygusallığı kolay tetiklemesi bundandır.

Yukarıda açıkladığımız dört katman, yapıtın fiziksel ya da nesnel katmanlarıdır. Bu aşamadan sonra anlaşılması ve anlatımı daha zor olan duyusal katmanları ele alalım:

Çağrışım katmanı: Çağrışım; ses, anlam ve anlatımın verilerine dayanarak; kişinin bilgi birikimine, yaşamsal ve duyusal belleğine, izlerden yaşamsal birikime, oradan imge ve görüntüye, görüntüden imgelem[2]e ulaşan; insana özgü bir özelliktir. İnsanın düş ve düşünsel evreninin sınırsız eylemidir.

Sanatın temel taşıdır çağrışım. Amaç, çağrışımın güçlü ve çoğul olmasıdır. Başka deyişle kurduğumuz çağrışım çekirdeği[3], yarattığımız çağrışım yelpazesi[4] ve çağrışım saçağı[5]; ne kadar geniş bir alanı tarıyorsa/yayılıyorsa anlam o kadar derin ve çağrışım aynı oranda güçlü demektir. Gerçek anlamda, gösterenle gösterilen örtüşür. Bunun duygu değeri zayıftır. Oysa sanatta aranan ölçüt; değişmece, değinmece, benzetme, alışılmadık bağdaştırma gibi tekniklerle yapılan güçlendirilmiş anlamdır. Derin anlam, güçlü anlatım ve nitelikli ezgi; çağrışımın doğum yeridir. Bu yüzden sanatı sanat yapan şey, çağrışım yelpazesinin genişliği, uzunluğu ve çoğulluğudur. Çağrışım ne kadar çoğul ve güçlüyse imgelem yaratma yeteneği o oranda güçlüdür. Sanatı çözümlemede ya da ölçümlemede, temel ölçütlerimizden bir tanesidir. Yazınımızda üzerine gidilmeyen bir konu olmasına karşın eleştiri, inceleme ve sanat çözümlemesinde; önemli bir ölçüttür ve akademik olarak ayrıca ele alınması gereken vazgeçilemez sanat-insan ilişkisidir.

Coşum Katmanı: Coşum; yapıtın duyusal varlığından doğan, izleyicideki duygulanmanın, duyarlılık yaratmanın eylemsel sürecini içeren bir katmandır. Olumlu ve olumsuz her tür duygu durumunun taşkınlığa yönelme süreciyle ilgilidir. Bir başka deyişle, olumlu duygunun doğurulmasından taşkınlaşmasına kadar olan ruh durumudur. Yapıtın amacı, duygunun harekete geçirilerek taşkın diye belirttiğimiz kıvama dönüştürülmesidir. Görme, anlama, sezme ve kendini duyumsama gibi duyusal, bilinçsel ve ruhsal eylemler; duygu durumunun taşkınlaştığı, yani duyarlılığa dönüştürüldüğü zaman farkındalık kazanmaya başlar. İşte estetik beğeni dediğimiz olgu da bu aşamadan sonra işlerlik kazanır. Kısaca coşum, estetik beğeninin bir alt aşamasıdır. Coşumu; çekici görünüş, derin anlam, güzel anlatım, nitelikli ezgi ve güçlü çağrışım ortaya çıkarır. Yani yapıtın duygu değerinin okur duygularıyla bütünleşmesi sonucu doğan duygu durumudur. Yapıta giydirilmek istenen elbise ve yapılan makyaj, diğer söyleyişle sanatsal teknikler; coşumu en üst düzeye çıkarmak içindir.

Coşum, öznel bir durumdur. Çözümlemede, eleştiride ya da incelemede; öznel tutuma gebe oldukça fazla açık yan barındıran bir katmandır. Kişinin yaşamı algılama ve tutuş durumuna göre şekil alabilir. Kimilerinin Nazım Hikmet Ran’ı şair olarak dikkate almazken Necip Fazıl’ı öncelemesi bundan kaynaklanır. Daha başka nedenleri de var ama konumuza bulaştırmayalım.

Estetik Katmanı: Yapıtta amaç, estetik değer yaratmaktır. Her sanat dalının temel yönelimi olabildiğince estetik değere sahip olmaktır. Estetik algı, estetik kaygı ya da estetik tavır diye adlandırdığımız insan-yapıt arasındaki ilişkiden doğan duyusal durum, estetik beğenidir. Beğeni, çok değişkenli bir insan eylemidir; kişinin yaşamında eriştiği, yaşadığı, özlediği, öğrendiği ve gördüğü tüm bilgilerin rol oynadığı duyusal bir sonuçtur. Ayrıca izleyicideki beğeni, kişi ve toplum bilincine göre de görecelidir. Sanatçı ve yapıtın amacı estetik beğeniyi sağlamak, izleyicinin amacıysa estetik yaşantıya girmektir. İşte bu karşılıklı ilişki, estetik bilimiyle açıklanabilir bir süreçtir.

Yapıt, estetik algı ve estetik değer yargısını gıdıklayabildiği, duyguları ve zihni estetik katmana taşıyabildiği kadar güzeldir. Sonuçta estetik değer; yapıttaki biçim, anlam, anlatım, ses, çağrışım ve coşumun görevdeşliğinden doğar. Beğeniyi, yapıtta mutlak var olan katmanların her birinin kendi içindeki güzelliği ile hepsinin bir bütün olarak görevdeşliği sağlar. Zihni ne kadar sarsıyor, aklı ne kadar sendeletiyor, duyarlılık ile duygusallığı ne kadar tetikliyor ya da ulaşılmazlığı ne kadar güçlü duyumsatıyorsa işte o gerçek bir yapıttır. Bu durumda yapıt, sanat değeri taşıyor ya da estetik değere sahip, diyebiliriz. Bir yapıt karşısında izleyicinin; aklının sarsılması, hayranlık duyması, ulaşılamazlık duygusuna girmesi; duygularının ele geçirilmiş olduğunu gösterir. Yapıtın amacı, izleyicinin duygularını ele geçirmek değil midir?

Sonuç olarak yukarıda açıkladığım yedi katman, bir bütünü oluşturur ve bu bütüne yapıt adı verilir. Bir şiir, öykü, tablo ya da opera gibi… Bu etkinliğin adı da sanattır. Her bir katman, ilgili olduğu bilimlerin ilkeleriyle incelenebilir, daha nesnel bilgilere ulaşılabilir. Anlam katmanı; anlambilim, göstergebilim ve dilbilim; anlatım katmanı, anlatıbilim; ses katmanı, sesbilimle…

Kısaca tanımlarsak sanat, sınıfına özgü diliyle estetik değer taşıyan ve estetik algıyı tetikleyen insan yaratımı bir etkinliktir. Dinamik ve açık dokulu bir tanımlamaya gidersek sanat; bilgi, yetenek, ortam ve sezgiye koşut, insan algı ve değer yargısı bağlamında belirli katmanların görevdeşliği ile biçem alan etkinlikler bütünüdür. Yapıt; hangi sanat döneminin, akımın ya da ekolün içinde doğarsa doğsun, sonuçta aynı katman ve tabakalar ile çağının ve değişimin öngördüğü ek katmanları içerir. Buna karşın sanat, dinamik bir yapıdadır; keşfedilmemiş sınırsız ve sonsuz bir hareket alanına sahiptir. Üretilen bilgi, kültür varlıkları ve zamanın aldığı değerler oranında gelişir/yenilenir.

Çözümlemeli Bakışın Getirisi

 “Sanata çözümlemeli bakış nelerin önünü açar” sorusunun yanıtını örnekleriyle görebilmek için şiir sanatını temel alacağım. Bütünlüklü ve insanlığa mal olmuş bir şiiri ele aldığımızda, şiiri oluşturan tüm katmanlar ve bu katmanların birbirleriyle ilişkisi çözümlenebilir. Her katman, kendini ilgilendiren bilim alanlarıyla değerlendirildiğinde şiir sanatı hakkında açığa çıkmamış boşluklar saptanabilir. Örneğin çok yerde yazılıp çizilmiş olan “Biçimi, öz-içerik oluşturur” söyleminin, eksik bir saptama olduğu ya da kullanılabilir bilgi içermediği görülebilir.

Öncelikle sanatı tüm varlık yapılarıyla görmemizi sağlar. Yapıttaki her katmanı, ayrı ayrı inceleyip aralarındaki ilişkiyi çözmemizi kolaylaştırır. Her şiirin yaşayan bir varlık olduğunu, belirli öğelerin görevdeşliğinden doğduğunu, yaşamla insan ilişkisinin bir göstereni olduğunu duyumsamamızı sağlar.

Şiir nasıl yazılır, yaratılır, hangi katman hangi katmanı güçlendirir, bunların görevdeşliğinden nasıl bir sanatsal değer elde edilir, sorularını aşama aşama inceleyerek “Sanat nedir” sorusuna daha kolay yanıt bulmamıza yol açar.

Sanattan söz ediyorsak amacımız, şiirin anlamsal değerini ortaya koymak değil; anlamın şiire kattığı sanat değerine karar verebilmektir. Anlam katmanını; anlambilim, göstergebilim, nörobilim, toplumbilim, ruhbilim gibi… ilgili bilimlerle ele alıp incelediğimizde, yapıtın sanat değerine katkısını daha kolay saptayabiliriz. Öyleyse şiirden ulaşılan ve duyumsanan anlamın, sanat değerine olan etkisini gösteren tanımlama ne olmalıdır, sorusuna götürür bizi. Şiirin sanat değerini tanımlamak için anlambilimin öne sürdüğü gerçek anlam, yan anlam, değinmece anlam gibi anlam öbekleri, amacımıza uygun veri sunmaz. Sanat değerini ya da niteliğini ortaya koyabilmek için bu anlam öbeklerinin dışında tanımlanması gereken başka bir yöntem ya da işleyiş var mıdır, diye araştırmaya iter. Örneğin bu soru, okurun algısı ve anlaması ile yapıtın ortaya koyduğu anlamın, beklenmeyen/kastedilmeyen bir sonuca yönelebileceği kuşkusunu doğurur. Şiirin imge gücüyle okurun ulaşacağı imgelem, her zaman imgenin sınırları içinde olmadığını biliyoruz. Yazılanla anlaşılanın, imgeyle imgelemin birebir örtüşmek zorunda olmadığını anlatıbilim de söyler. O zaman burada tanımlanmamış bir işleyişin varlığı önümüze çıkar. Bu işleyiş, nasıl tanımlanabilir? Yanıtlamamız gereken yeni bir sorudur.

Örnek olarak bu işleyişi özetleyeyim: Okur; kendi yaşamsal değerlerine, izlerine, bilgi ve belleğine yaslanarak, şairin şiirinde gerek kastettiği gerek kastetmediği anlatım ve anlam örgüsünden bazı ipuçları yakalar; bu ipuçlarından beklenilmeyen imge, imgelem, olay ve görüntülere ulaşabilir.[6] Bu durum ratlantısaldır ve kuramsal bir süreçtir. Şiirle her okur arasında oluşan bir durumdur. İzlenebilir, denenebilir, genellenebilir ve aynı sonuçlara yönelen bir işleyiştir. Bu işleyişten, anlam katmanının altında yeni bir anlam tabakasının varlığı saptanabilir. Bunu, rastlantısal anlam tabakası ve aynı zamanda rastlantısal anlam kuramı[7] biçiminde ele aldım. Şiirin anlamı, okurun çağrışım yelpazesini ve imgelem yetisini ne kadar güçlü tetikliyorsa şiirden ulaşılan rastlantısal anlam o kadar iyi demektir. Bu durum, şiirin sanat değerine o oranda katkı yapıyor anlamına gelir.  

Şiirde ses katmanı; ritim, ton, vurgu gibi parçalarüstü sesbirimlerle geçiştirilir. Hatta yazınımızda, şiirdeki sesin ayrıntılı ve ilgili bilim alanıyla incelenmiş bir kaynağı yoktur. Aslında sesin, şiirin anlam değerinden daha fazla duyguyu tetikleme gücü vardır. Buna bağlı olarak sanat değerini daha da güçlendirme olanağına sahiptir. Sesin şiire kattığı sanat değerinin göz ardı edilmesi, ezberci ve usta çırak yöntemiyle şiire yaklaşmamızdan kaynaklanır. Çözümlemeli bir bakışla ele almış olsaydık bu ayrıntılar bugüne kadar geliştirilir ve yazınımızda yerini alırdı.

Şiirin sanat değerini ortaya çıkarmamıza yarayan bir diğer konu ise çağrışım katmanıdır. Çağrışım, her sanat yapıtı karşısında izleyicide oluşan bir eylemdir. Bu eylem başlı başına bir araştırma konusudur. Yapıt karşısında oluşan çağrışım sürecini incelediğimizde yanıt bekleyen pek çok soru ortaya çıkabilir. Her imge, her okuru imgelem sürecine sokar. Her yapıt her okurda farklı çağrışımlara yol açar. Öyleyse “Burada kuramsal bir işleyiş olmalıdır” kuşkusu doğar. Amacımız sanatsal bir sonucu ortaya çıkarmaksa kuramsal işleyişin nedenlerini ve etkilerini ortaya koymamız gerekir.

Çağrışım, gerek şiir dili tekniği gerek doğrudan gönderme gerek imge gibi yöntemlerle yapılsın; bellekte, bilinçte ve bilinçaltında var olan bilgileri uyararak okura yeni imgelem olanakları sağlar. Okurun yaşamsal izlerini ve değerlerini kurcalayarak, okurda öne çıkan bilgilerle yeni anlam alanları yaratır. Bu alanlar, çağrışımsal imgelem alanlarıdır ve sanat değeri konusunda önemli veriler sunar. Tanımlanması ve ayrıntılı incelenmesi gereken bir işleyiştir. Çünkü, çağrışımsal imgelem kuramı; insan ve yapıt arasındaki etkileşimin doğal ve mutlak bir sürecidir. Benzer etki-tepkiden benzer sonuçlara yönelir.

“Sanata çözümlemeli bakış nelerin önünü açar” sorusunun yanıtını, daha fazla uzatmadan ulaşabildiğim bilgi ve sonuç kapsamında özetleyeyim:

* Açık kapı bırakmayan, öznelliği en az düzeye indiren, dinamik bir şiir/sanat çözümleme tekniği,

* Katmanların incelenmesi sonucu, yeni kavram ve sanat terimlerine ulaşılması; çağrışım çekirdeği, çağrışımsal imgelem, durumsal estetik değer gibi,

* Rastlantısal anlam kuramı ve çağrışımsal imgelem kuramı gibi sanat değerini saptamaya yönelik iki kuram,

* Katman yöntemiyle işleyen, dinamik, ilgili bilimlerine dayalı, her sanat türü için geçerli, öznelliği en az düzeyde tutan bir eleştiri sistemi,

* Ayrıca sanatın hangi dalı olursa olsun öz-içerik-biçimi konusunda genel bir görüş verdiği gibi uygulaması ve yaratımı hakkında daha somut veriler,

* Şiirin sağından girilir, solundan girilir, şöyle yazılır, böyle yazılır gibi genel söylemleri bir kıyıya itip şiir nasıl yaratılır sorusuna altı dolu yanıtlar sunar.

Bunlardan sonra ayraç içinde şunu da belirtmeliyim: “Kuramsal bilgiyle iyi şiir yazılamaz” anlayışıyla yetişmiş ve ısrarla bunu savunan bir şair ve akademisyen, bu bilgileri önemsemeyecektir. “Yeni bilgi, sanatsal kavram ve terimler; bu tür bilgi ve yaklaşımla üretilebilir, sanat dünyasına kazandırılabilir” önermesi kanıtlanmış olsa bile bugün için önemli bir sonuç doğurmayacağını ilk bakışta görebiliyorum. Bilgi, kullanılabilirse geçerli ve değerlidir. Bunun yanında yeni bilgiyi kullanabilecek donanım gerekir. Amacımız, “Üzüm yemek mi yoksa bağcı dövmek mi?” tam anlamıyla bunu şiir dünyamızda saptamış değiliz. Öyle bir sanat kültürüne sahibiz ki neyi neden ve nasıl yapacağımıza değil; yapılmışa öykünmek dışında yeni bir tutum geliştirecek gücümüzün olmadığını düşünüyoruz. Oysa bugünün beyni öylesine çok, öylesine güçlü bilgiye sahip ki bunları örgütleyip kullanabilse… 11 Mart 2022-20 Nisan 2022

[1] Ortam; coğrafya, zaman, gelecek öngörüsü, bilgi ve kültür varlıklarımızla oluşmuş birikim ve deneyimler bütünü… 

[2] İmgelem, bir yapıtın izleyiciyi götürdüğü ya da izleyicide yarattığı düşsel eylemlerdir. Düşle karıştırılmamalı; düş genel bir eylem, imgelemse bir sanat yapıtının doğurduğu sonuçtur. 

[3] Çağrışım çekirdeği, çağrışım doğurma gücüne sahip, ilginç, dikkat çeken söz, tamlama veya bağdaştırmalar.

[4] Çağrışım yelpazesi, şairin okuru yönlendirdiği çağrışım katmanlarıdır.

[5] Çağrışım saçağı, şiirin/yapıtın okurda çağrışım sonucu yarattığı imge ve imgelem demetidir. Çağrışım sonucu anlamın zihinde dal budak salması olarak düşünülebilir. Çoklu imge ve imgeleme ulaşıldığını ifade eden bir benzetmedir.

[6] Y. Özmen, Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, Trend Yay. 2018 

Vildan Çalışkan
YAZ YAĞMURU

 

Bağdaş kurup oturdum
Sokağın tavanını izlemek için
Bir kaç yıldız söyleşiyordu
Sokağın çiçeklerine özenip

Ve dudağım tebessümde gözlerimle
Gece değil sadece
Hep müzik var sokakta
Öyle ıssız ki sokak lambaları
Etraflarındaki begonvillere rağmen

Sıcak bir rüzgar okşuyor saçlarımı
Karşı bahçede papatyalar
Zaman anlatıyor öğretiyor
Yalın bir gecenin karanlığını

Yaz yağmuru başlıyor inceden
Elmacık kemiklerime düşüyor
Açıp avuçlarımı izin veriyorum yağmura
Ve yağmur güzelleşiyor gitgide
Su ve toprak kokusu ayak uçlarımda
Islak ve narin
Uyanıyorum.

 

Yalçın Ulukaya
VAZGEÇMEYECEĞİM 


güzel çirkine bakmayalım diye var
kendi olmakla az süslenmek beraber
bir de eklemek gerek aslı ait kimliğe
 
kim yargılarsa soluğunu çirkinin döndüremez güzele
sanırım o savunamaz kendini ele güne karşı 
dik dik bakıyor insana güzelliğe
 
kitaplarımı okurdu, derini severdik kuyusunu koyusunu
bitemeyen şiirler yazardık allı pullu michel"e ayşe"ye ona
güneşte üzüm sarısı Dionyssos baharıydı bize şarap doluydu
 
nedeni bu belki, hasretlik akıllı
belki de yok düzenli nedeni
ama çokluk yaralı o güzelden vazgeçmeyeceğim
dik duracağım söz, gebertmezlerse onu yanındayım
öldürürlerse bilemem ama durur aklımda duruşu duruluğu
sürseler de atlı  kanlı uzağa, unutmayacağım adını
aşksız zamanlarda kalsa da, belki mahkemeli yani
tutuklu mahpus hatta kaçakken yaralamış sabahçısı
mesela gazetesini verirken elinden düşürmüş acılarını
kaçamamış umudu var olsa da hala, özgür üzre anlamları
kurtulmamış başarı edebiyatından, yatağa düşürmüş egemeni
ululaşmış sananlara inat, anılarını dökmüş ortalığa leblebi gibi
 
işte vazgeçmiyorum onu düşünmekten, yaşlılara inat
kem gözlere, bekleyenlere ünlü soyadlarına ona buna inat
uyku tutmayan gecelerin göz ucuna takılı düşlerine inat
solgun çiçeklere hala su vererek, kamçısı kopmuş elimle
kulaklarıma kaçan yapay haşarı yalanlara çağrılara inat
 
sonsuzluğa inat vazgeçmeyeceğim
dik duracağım asi göçebe coşkumla
çirkine düşmeyen güzelle, güzelleşerek
eğlenerek inatla kendim olacağım

 

Uğur Olgar
DERTKOVAN BEBEKLER EFSANESİ 

Orta Amerika ülkesi Guatemala’nın dağ köylerinde yaşayan Mayaların efsaneleşen geleneğini duymuşsunuzdur: Quitapenas, yâni Dertkovan Bebekler Efsanesi. Yerli halk, çocuklarını korkularından ve kötü rüyalarından korumak için ‘Endişe bebekleri’ni örer, çocuklar uymadan önce yastık altlarına konulur, onlar uyurken kendileri yerine bebeklerin endişeleneceği söylenir. Çocuklar da huzurlu ve güzel bir uyku çekip sabahleyin neşeyle uyanırlar. Efsaneye göre; İngilizce Worry Dolls denilen bebekler,  çocuğun yerine dert ve sorun hakkında endişelenerek, çocuğun huzur içinde uyumasını sağlarlar. Günümüzde yetişkinler tarafından da yaygın olarak kullanılmaktadır.

Ülke olarak, bizim de böyle bebeklere gereksinimiz var, diye düşünüyorum. Dert diz boyu, hayat çok pahalı, maaş ve ücretler yetersiz, kalemimiz bağlı, ağzımız bantlı, boğaz tokluğuna yarı aç bilaç yaşayıp gidiyoruz. Dertkovan bebeklerinden ülkemizde satılıyor mu, bilmiyorum ama ben işin kolayını buldum kendimce.

Akşamları geçmişten gelen çözülmemiş sorun ve dertlerime yenilerini de eklemiş olarak yatarken, başımı koyduğum yastığın altına sevdiğim bir şairin bir şiirini yazıp koyuyorum. Birikmiş müsvedde kâğıtlarım var, her akşam yatmadan önce bunlardan birine özenle ve güzel bir el yazısıyla, seçtiğim şiiri aktarıyor, yastığımın en terletilecek yerine bırakıyorum.

Dün akşam başladığım bu uygulamada; ilk seçtiğim şiir ise, Edgar Allan Poe’nun ünlü şiiri Annabel Lee oldu. Melih Cevdet Anday ne güzel çevirmiş. O deniz ülkesinde yaşayan kızı düşüne düşüne uyuyakalmışım. Düşümde, perinin biri gelip kulağıma:

“O deniz ülkesinde yaşayan kız, zaten kırk yıldır yanında, değerini bil” diye fısıldadığında, çoktan uyanma zamanı gelmiş, sabah olmuştu.

Eşime sevgiyle baktım. Ayırdına vardım ki geçmişe değgin hiçbir derdim kalmadığı gibi güncel bir sorunum da yok. Gelecek endişesi ve korkuları da pılı pırtısını toplayıp gitmiş.

Bu akşam, bizden bir şairin şiirini seçeceğim yastık altına koymak için. O kadar iyi şairlerle güzel şiirler var ki zorlanacağımı biliyorum. Ama Allah’ın günü mü yok, hepsine sıra gelecek nasılsa. Dertsiz günümüz de yok zaten.

Gelin Dertkovan Şiirler Efsanesine dönüştürelim Quitapenas’ı…

Uğur Olgar
HÜRRİYET 

 bulutların altında
ağlattığım kuşların avazlarını biriktiriyorum
çok ağladı kuşlar bu yıl biliyorum
her terk edişimde içli dizelerin ardından
rayından çıkmış tren gibi devriliyor zamanüne üstüne ellerinde çamur izi olanların
kerpiç damlarını aktarırken bulaştırdığı
 
Hürriyet gibisi var mı uçan kuşlara sor
bir de kelime emen yeni doğmuş şiirlere
 
Kelebeksiz bir çift gün daha geçti
gelincik ağrısız, yeşil sızısız, renk sağırı
öyle çok bağırdım ki gittiklerinde baharlar
kendimi hapsettim gelecek kışın beyazına
yazdıklarımı yaktım, ısındım okuduklarımla
gözlerin geldi aklıma, iki kurşun tanesi
on ikiden vuruyordu, kalbim hedef tahtası
 
Hürriyet, öyle nazlı bir kelebek ki
kaçarsa arkasına bile bakmaz bir gün içinde 
 
Ne yapmalıydım parçalamak için sisleri
pusları hangi şiire sürgün göndermeliydim
sular kararırken günlerimin gelip çatımında
hangi düşleri çekip almalıydım yaşlı uykulardan
yaptığım kendi heykellerimi mi kırmalıydım
akşam titrerken turuncu bir gün batımında
geceyi mi örtmeliydim üstüne an be an
 
Hürriyet, arzımıza bile arz edilmedi, güneş
izin vermez galakside uçurtma uçurmasına 

Bedriye Korkankorkmaz
KOMEDİYİ İNSANLIĞA KAZANDIRAN DAHİ: MOLİÉRE 

Ömrün merdiveninde oturuyorum. Rüzgârın esintileri yanaklarımı okşuyor, yaşlılık korkumsa karşımda duruyor. Hayatın dram bölümüne kayıt olduğum günü anımsıyorum.  İddialı idealleri olan altı yaşında bir çocuktum. İdealist olmayı ideolojim olarak benimsiyordum. Çocukluğun büyülü dünyasına sırtımı dönüyor, büyüklerin riyakârlıklarını yüzlerine haykırmayı yaşama nedenim olarak algılıyordum. O yaşta gözümü oyuncaklara değil de evine ekmek götürmeyenlerin umarsızlıklarına dikiyor, hayatın hüzünlü yüzünü okşuyordum. İnsanlar kendi derdine bense insanlığın derdine âşıktım. Düşünce kırışıklıklarıyla doluydu yüzüm.  Altı yaşında vedalaştığım çocukluğuma şimdi kavuşabilir miyim? O an içimdeki yaraların gözlerini dünyaya açmış bebekler gibi korunmasız olduğunu, yıllardır kapısını açmadığım çocuk odamın kapısını açtığımı ve her biri kendi gerçeğinde birer hayalete dönüşmüş olan düş kırıklıklarının üzerime yağdığını hissediyorum. Başımı yanımda oturan adamın omzuna yaslıyorum içgüdüsel olarak. Zamanın sessizliğe kilitlenmesini istiyorum. Dileğimin gerçekleşmediğini adamın sesi kulaklarımda çınladığında anlıyorum.

“Gülmek güneşe çıkmaktır" şiirini bitirmelisin. Gülmeyi ben de senin gibi dramdan öğreniyordum. Dramın derinliklerinde emeklemeden gülenler kahkaha atmanın gülmek olduğunu sanıyor. Dışından gülmekle içinden gülmek bir mi?  Çocukluğunla yaptığın sohbete kulak misafiri oldum. Kendini yargılamanı da kendine dürüst davranmanı da önemsiyorum. Bu süreçleri sorguladığın için şanslısın. Yüzündeki fiyonga benzeyen gülümsemen kronik yaralı gülümseme kategorisine giriyor. Gülmek de doğuyor, yaşıyor ve ölüyor. Moliére olarak ne tanışma ne de vedalaşma faslını sevmiyorum. Senin gibi ben de içime sığmadığım anlarda başka ruhlara sığınıyorum.

Sevgili Moliére, şaşkınlığımı ve ruhsal yorgunluğumu bağışla. Gözlerimi açacak gücü bulamıyorum kendimde. İnsanı bir bütün olarak tamamlayan doğum mu, ölüm müdür, sorusuyla aylardır cebelleşiyorum. Dilimize çevrilen oyunlarını okudum. Birbiriyle bütünleşen ruhumuzun hatırına kendi sesinden yaşam/sanat serüveni benimle paylaşır mısın? Anlatımların benim yaşam/sanatımla ilişkimin ne türden bir ilişki olduğunu kanıtlayacağı için oldukça önemli.

"Düşünen ve düş gören ruhlar yorgundur. Anlattıklarım yazdıklarınla arandaki ilişkinin fotoğrafını çekecekse çocukluğumdan başlayarak hayat/sanat serüvenime birlikte yolculuk edelim seninle. Kral XIV. Louis’nin döşeme ustası olan Jean Poquelin’in oğlu olarak dünyaya gözlerimi 15 Ocak 1622'de açıyorum. Jean Baptiste Poquelin adını veriyorlar bana. Sevgili annemi on yaşımda kaybediyorum. Yeniden evlenen babam kendi mesleğini idame ettirmemi istiyor benden. 1640 yılına kadar Clermont Koleji’nde okuyorum. Ünlü filozof Gassendi'nin derslerine katılmam düşünce ufkumu açıyor. Orléans'da okuduğum hukukun akabinde avukatlık yapıyorum bir süre. Aktör olmak istediğim için, yaptığım işleri bırakıyorum.  Tanınmış Béjart Kardeşlerle birlikte kurduğumuz Illustre-Theatre adlı bir tiyatro topluluğu kuruyorum; Moliere’i de sahne adım olarak benimsiyorum. İki ada sahiptim ve hayatımın parçalı bulutlu olacağını biliyordum. Sergilediğim ilk oyunlar ilgiyle karşılanmayınca tiyatronun masraflarını ödemediğim için hapse giriyorum ve hapisten çıktığımda Paris'i terk ediyorum. Ekibimle birlikte on üç yıl taşrada değişik oyunlar sergiliyoruz. Paris'in dışında da bir hayat olduğunu öğreniyorum. Düşünce ve duygularım olgunlaşıyor. Tanık olduklarımı yazmak ve yazdıklarımı oyunlaştırmak istiyorum.”

Konuşmaya takati olmayan biri olarak bugün yaşadığım en büyük mucize senin dostluğundur. Paris'e ne zaman geri döndün? Dramdan komediye yönelmeni neye borçlusun? Komedi dünyasına adımını hangi oyunla atıyorsun? Sanat mucizeni gerçekleştirdiğinde kaç yaşındaydın?

"Yıllarla senin kadar işim olmuyor benim. 36 yaşımda Paris'e geri dönüyordum. Onsieur Tiyatrosu’nu himayeme alıyordum. 24 Ekim 1658’de Louvre Sarayı'nda Corneille'in Nicomédes”ini oynuyordum Kral XIV. Louis karşısında. Hayatı baştanbaşa kuşatan dramın üstesinden ancak mizahın geleceğini kavramam beni komedi yazarlığına yönlendiriyordu. Bir yıl sonra ilk önemli komedim İtalyan tarzı bir perdelik oyun olan Le Docteuramoureux (Âşk Doktoru)’yla komedi dünyasına adımımı atıyordum. Bu eserle tiyatroya hükmeden gezginci tiyatro anlayışla göbek bağımı koparıyordum. Kendi değerlerim ile hayat duruşumu oyunlarımda ölümsüzleştiren muhalif komedi anlayışını yaşama nedenim olarak benimsiyordum. 1943’te yazdığım “Gülünç Kibarlar”,  komedi anlayışımın bir nevi manifestosudur. 1661’de Kral, ekibimle birlikte Kardinal’in tiyatro binası olarak yaptırdığı Kraliyet Sarayı olarak da anılan Palais Royal’deki salona yerleşmeme izin veriyordu.  Sanat mucizesini gerçekleştireceği alanı bulan bir sanatçıyı ölümün dışında kimse durduramaz. Dört yıl sonra tiyatro salonu yıkıldığında kral ekibimle bana başka bir tiyatro salonu tahsis ediyordu. Dünya tiyatrosuna bir güneş gibi doğmamda kralın beni desteklemesinin hatırı sayılır katkısı oldu. Sanatta/tiyatroda destek almadan kendini kabul ettirmenin istisna olduğunu düşünüyorum.”

Aşka tiyatroya hükmettiğin gibi hükmettin mi? Bir sanatçının yaşadıklarının eserleri üzerindeki etkileri nelerdir sana göre?  Evliliğinde şanslı olanlardan mısın? Kaç çocuğun oldu?

“Sevgili Bedriye. Herkes gibi ben de aşktan almam gereken yaraları alıyordum. Yaşadıklarımızın bir adaleti varsa o da bir insanı her yönde ihya etmemesidir. Evlilikte şanslı olanlardan değildim. Hayatıma giren kadınların içinde Armande Bejart’la 20 Şubat 1662’de ile evleniyordum aramızdaki yaş farkının neden olduğu dedikoduları önemsemeden. Serbest yetişen eşim evliliğin sorumluluğundan, sevgiden, en önemlisi de sadakatten bihaberdi. Evlilik olgunlaştırıyordu insanı. Oyunlarımla izleyiciyi etkiliyor ama eşimi etkileyemiyordum. Benim komedim de içine düştüğüm maskaralıktı. Oyunlarım aracılığıyla eşime incinen duygularımı anlatıyordum.  “Kocalar Mektebi” ile “Kadınlar Mektebi”ni yazıyordum. “Kadınlar Mektebi” oyunum toplumun tabulaştırdığı değerleri ayakta alkışlamadığım için tepkiyle karşılanıyordu.  Oyunda âşık olacağı değil, hükmedeceği niteliklere sahip bir kadınla evlenen adamın sonradan eşine âşık olmasını işliyordum. Planlı programlı evlenen bir erkeğin duyguları söz konusu olduğunda içine düştüğü hal aynı zamanda dramın şahlandığı andır. Oyun üzerindeki eleştirileri yanıtlamak için  “Kadınlar Mektebi Tenkidi”ni sahneliyordum. Tepkiler tiyatroda düşman kazanacak kadar etkili olduğumu kanıtlıyordu bana.  Düşmanlarımın sanat anlayışını yermek için “ Versailles Tulûatı’ı yazıyordum. Kralın maddi, manevi katkıları sürüyordu bana. Şubat 1964’te ilk oğlum dünyaya gözlerini açtı. Toplamda iki oğlum bir kızım oldu. Oğullarımı çocuk yaşta kaybettim. Kızım geç evlendiği için çocuğu olmadı. Bir yandan ‘Zorla Evlenmeyi’ sergiliyor, diğer yandan sarayda düzenlenen balolar için benden istenen oyunları yazıyordum. Din büyükleri, kral ve kraliçe; başyapıtım olan üç perdelik ‘Tartuffe’ isimli oyunumu, dini değerleri aşağıladığını düşündükleri için yasakladılar. Yasaklanan oyunumun öcünü almak için Don Juan oyunumu yazıyor/oynuyordum. Don Juan, benim karakterimdi.  Ateist Don Juan, aristokrattı. Topluma karşı sorumluk duymayan ama toplumun kendisine karşı yükümlülüklerini eksiksiz yerine getirmesini utanmadan talep eden tipik bir şarlatandı. Uşağı ile farklı dünyaları olan Don Juan’ın, dinsizliği yüzünden cehenneme gönderilme süreci sona erdiğinde izleyici tabulaştırılan kavramlar adı altında kendisiyle alay eden riyakârların iğrençliklerini gülerek izliyordu. “Sevda Hekimi” ile “Misanthrope”u yazdım. “Zoraki Hekim”de tiyatro anlayışım değişiyordu; çünkü diğer oyunlarımda sergilediğim tipleri yeni oyunlarıma almayacaktım. Olumsuzluklara dayanamıyor; meydan okuyordum. Entrika sayesinde Tartuffe’ü sergiliyordum. Paris Başpiskoposu eserimi izleyenlerin, okuyanların… aforoz edileceğini ilan edince ben de daha fazla oyun yazmak için bir süre tiyatroya ara veriyordum. Düzyazı biçiminde şiir akıcılığıyla yazdığım Cimri’yi sahneledim.

Kral yasaklanan Tartuffe’nin sergilenmesi için izin verdi.  Din tacirleri/yüzsüz softaları eleştirdiğim Tartuffe’i 5 Şubat 1669’da sahneliyordum. İlgiyle karşılanan ‘Tartuffe’nin Fransız diline ikiyüzlünün tanımı olarak girmesi seyircinin bana verdiği en büyük ödüldür. “Kibarlık Budalası” “Bilgiç Kadınlar” ile “Hastalık Hastası”nı yazıp oynuyordum arka arkasına. “Hastalık Hastası” oyunumla hekimlere hem takılmak hem de öcümü almak istiyordum; çünkü çok hastaydım. Benim gibiler acılarının avcısı oldukları için onlardan başka kimse avlayamıyor acılarını. Ne acıları ne de mutluluğu kutsallaştırmamak gerekiyor. Bir sanatçı sınıfları/sınırları değil,  gülmeyi kutsamalı. Mutsuzluğu çaresiz bir hastalığa benzetiyordum.”

Moliére Baba, senin sıra dışı kişiliğin üzerinde de konuşmak istiyorum.  Moliére nasıl bir insandır. Oyunlarında işlediğin konuları tek tek irdelediğimde kızgın/kırgın insan yanını algılamakta zorlanmadım. İncinmiş/incitmiş bir insan olarak baktığın aynada tepeden tırnağa isteklerini gerçekleştirmiş bir ‘insan’ görüyor musun?

“Sana göbek adın olan Songül’le seslenmek istiyorum. Songül’cüğüm, oyuncu yazar olmam yazdıklarıma bakışımı etkiliyordu. Karakterlerimin her biri benim ve çalışma arkadaşlarımın kendimle/kendileriyle çelişen/çatışan yanları yansıtıyordu. Sahnede kendimi kendimle karşı karşıya getiriyor ve riyakârlığımı karakterim aracılığıyla izleyiciye şikâyet ediyordum.  Ezilenlere karşı merhametliydim; ama düşüncelerimi savunurken cesurdum.”

Sevgili Dostum, dünyanın dengesini dengesizliklerin oluşturduğunu düşünüyorum. İblisler, azizler,  düşünürler, peygamberler, ateistler, yalancılar, dürüstler…  koca bir model gibi yan yana duruyor ve gerektiğinde iç içe geçiyorlar.  Algılarımız/duygularımız köreldiği için göremiyoruz iç içe geçmiş olan bu türden hayat gerçekliğini. Soruyorum sana: Bir sanatçı bencil olmalı mı?  Fransız sanatı senin döneminde nasıl bir süreçten geçiyordu? Sanat yapma anlayışın /sanat üslubun hakkında neler söyleyebilirsin?  Oyunlarının güncelliğini yitirmemesinin nedenini neye bağlıyorsun? Tiyatro sanatına kazandırdığın yenilikler nelerdir sana göre?

“Mizah tenkidin yasadışı çocuğudur. Sahneye izleyicinin karanlığı aydınlatan gülümsemesini yanaklarında görmek için çıkıyordum. Benim yaşadığım devir Fransa’nın altın çağıydı. Fransa'nın yıllarca cebelleştiği kargaşa sona ermiş, derebeyliğin kötü gelenekleri yıkılmış, edebiyat ve güzel sanatlar yükselişe geçmişti. XVI. yüzyıla kadar dilimiz Latinceydi. Fransızca sonradan gelişiyor ve kabul görüyordu. Yeni dil beraberinde klasikler arasına giren ölümsüz yapıtları da getiriyordu. Tiyatro da güzel sanatların gelişmesiyle ortaya çıkıyordu. Sanatını yüceltmek isteyen her sanatçı bencil olmalıdır benim gibi. Kralın olanaklarıyla hem iyi sanatçı hem de çığır açan bir yenilikçi oldum. Bir sanatçı olarak aklımın/yaratıcılığımın beni götürdüğü en üst seviyeye çıktığımı düşünüyorum.  Yaşadığım çağda çağınızın sorunlarının deşifre ettiğim için oyunlarım güncelliğini yitirmiyor.”

Sevgili Moliére, araya girdiğim için beni bağışla. İzleyici seni sahnede izlerken kendini sana kaptırıyor, farkında olmadan senin söylediklerini söylüyor, senin mimiklerini yapıyor hatta oyunun etkisi beyninde sürdüğü sürece kendisi olmuyor/ olamıyor. İzleyicide bu türden etkiler yaratan eserlerini hangi ortamda yaratıyordun? Eserlerine dair eleştirilerin nelerdir? En üretken yıllarının hangi yıllar olduğunu düşünüyorsun?

“Eserlerimi yaratırken geriye dönük ince ayrıntıları gözden geçirme zamanım olmuyordu. Tiyatronun müdürü, aktörü ve rejisörüydüm. Kötü/iyinin de en iyi örneklerini verdiğimi düşünüyorum eserlerimde.  Kötülerinde sıradan söyleyiş/sıradan yazma biçimi hâkimken iyilerinde zengin sezgi gücü ile doğaçlama konuşma biçimi mevcuttur. Eserlerime ustaca tasvirlerle maskaralıkları eklediğim, naif kırılgan dize yapısından vazgeçtiğim,  sözcükleri kendime benzettiğim için mutluyum. Paris’e geldiğim yıllar üretkenliğimin zirveye çıktığı yıllardı. Bütün eserlerimi 1658–1673 yıllarında yazdım.”

Sevgili Moliére, oyunların güldürmek istediğini güldürdüğünü, ağlatmak istediğini de ağlatmaya devam ettiğini söylemek istiyorum sana. Senin gibi sıra dışı bir ruha sahip olanlar sıra dışı sevgi/ üretme yeteneğine de sahiptir. Sen kendinle birlikte izleyiciyi de özgürleştiriyorsun oyunlarınla. Sistemle insanlığın göbek bağı kesilmeden insanlık için zor günlerin geride kalmayacağına yürekten inanıyorum. Kederli halk tuzu kuru olanların saklı zaferi midir? “Yaşamayı mı yoksa yaşamak yerine sadece var olmayı mı tercih etmeliyiz?” sorusunu hepimizin yaşadıklarıyla yanıtlaması gerektiğini düşünüyorum. Tanışmayı/ vedalaşmayı sevmeyen Moliére’i insanlığa kazandırdığı güzellikler adına sevgiye kucaklıyorum. Günümü aydınlattığını bilmeni istiyorum.


Seval Arslan
YA SONRA…

   
ilkin maviydi dünya, sonra boyandı kızıla
 
ilk kim soyundu günaha, kim tutuşturdu çağlanı
vicdanın süt dişlerini kıran kim?
 
Prometheus’un suçu yok. iblis’in parmak uçları
kışkırtan ateşin harını, kabuğu yakan alev alev
 
acıyı kabartan, kemiğe dayanan bıçak keskin
 
karanlık dehlizlerde çarpışan gölgeler, hiddetli
kükürt rengi sokaklarda doğan savaşın yüreği asi
 
gök yitirdi berraklığını, lekelendi utançla
kayaları döven okyanusun karnında yürek atışı
 
yoruldum utanmaktan “kanları süpürmekten denize”
zihnimin kuşları çığlık çığlığa
 
kargışlı yollardan geçip giderken korkulu
tozlu taşların katı yalnızlığında kayboldum.
    
ölümün kol gezdiği yerde ağır göz kapakları
hayatın hızlı kan akışı, derisinde açık yarası
    
şimdi insanlar diken üstünde yürüyorlar
 “ölümlerden yaşama”(1)    
     -ya sonra…
(1) Nelly Sachs.
 

Müslüm Kabadayı
SANAT DAĞININ RÜZGÂRI: TUNCEL KURTİZ
Yayıma Hazırlayan Seçkin Zengin 

Tiyatro ve sinemada tam bir karakter oyuncusu olarak belleklerimize kazınan Tuncel Kurtiz’in bakışıyla sesinin bu denli uyumlu olması, onun adının geçtiği her oyunu, filmi ve diziyi izlemeye yönlendirmiştir beni. Bu bakımdan, benim için Anthony Quinn’le benzer etkiye sahiptir. Hangi rolde olurlarsa olsunlar, oyunculukları için o filmi izlemişimdir.

Tuncel Kurtiz’le Anthony Quinn’in başka ortak özellikleri var mı, diye düşünmedim değil. Quinn’in ressamlığı ve yazarlığı biliniyor. Tuncel Kurtiz’in “Gül Hasan” başta olmak üzere senaryo, “Sayıklamalar” adlı anlatı, “Bölük Pörçük” adlı yaşamöyküsü kitaplarının olduğunu biliyoruz. Hatta, Birol Öztürk’ün “Herkes Kendini Öldürür Tuncel Kurtiz” kitabındaki anlatımından çıkardığımıza göre, babasının bürokrat olması nedeniyle Edremit’te yaşadıkları 1950’li yıllarda ortaokul öğrencisiyken hikayeler yazdığını öğreniyoruz. Aslında böylesine etkileyici karakter canlandırmaları yapan bir oyuncunun, aynı zamanda büyük anlatıların karakterlerini yaratacak romanlar yazması da beklenir. Ancak, elimizde böyle yayımlanmış bir yapıtı yok. Resimleri var mı peki? Onu da bilmiyoruz. Şunu biliyoruz yalnız: Doğayla iç içe yaşamayı seven ve insan-toplum gözlemleri güçlü olan bir sanatçının taşa, ağaca, kuşa, köpeğe yaptığı çizimler olmalı…

Kurtiz’i ilk kez on iki yaşımdayken, 1972’de, Umut filmini izlerken gördüm. Düziçi İlköğretmen Okulu’muzun bulunduğu Haruniye’deki Haydar Algan’ın sinemasında izlediğim bu filmden çok etkilenmiştim. Yanılmıyorsam Cemal adındaki bir hamalı oynuyordu. At arabacısı Cabbar’ı oynayan Yılmaz Güney’le çok başarılı bir film yapmışlardı; yıllarca gündemden düşmedi. Sanıyorum toplumsal konuları işleyen filmler çizgisinde bir sıçramaydı bu film ve 1970 Altın Koza Film Festivali’nde “En iyi film” ödülünü almıştı. 12 Mart faşizmince yasaklanan bu filmi, Yılmaz Güney’in yurtdışına çıkması yasaklandığından, yurtdışına götürerek film festivalinde tanıttığı ve ödül aldırdığı için Tuncel Kurtiz uzun süre ülkesine dönememişti. Bu vesileyle de Alman, İsveç, İtalyan, Fransız yapımı filmlerde, hatta dizilerde oynamasının yolu açılmıştı. Onun bu dillerde rolünü ezberlemesinin zor olmadığını, 2001’de Antakya’da çekimi yapılan “Şellale” filmindeki gözlemlerimden söyleyebilirim. Sinemacımız sevgili Semir Aslanyürek’in yönetmenliğini yaptığı bu filmde berber Kel Selim’i canlandıran Tuncel Kurtiz’in, kaldığı otelde, geceleri nasıl rolünün seslendirme temrinlerini yaptığına tanık olmuştum. Aynı filmde komünist Ayhan Öğretmen’i canlandırmıştım ve oyunculuk kadar ses eğitiminin ne denli önemli olduğunu orada fark etmiştim.

Usta oyuncuyla çekimlere ara verildiğinde sohbet ediyorduk. Bazen çay kahve molasında senaryo ve oyunculuk üzerine, bazen yemeklerde sinema tarihinden kareler hakkında, bazen de ülkenin politik gündemiyle ilgili bu sohbetlerde, dile getirdiği çarpıcı örnekleriyle ve anılarıyla çevresindekileri etkiliyordu. Bazen de oyunculuk, yönetmenlik ve senaryoyla ilgili itirazları oluyordu. Hiç unutmuyorum, Kurşunlu Han’daki bir berber dükkânındaki Stalin diyalogu üzerinden sohbet etmiştik. Güngörmüş, farklı ülkeleri ve sinemalarını tanımış biri olarak, taşı gediğine nasıl koymak gerektiği konusundaki yaratıcılığıyla rolünü oynamıştı. Belgeselci ve “Yeni Sinema” dergisinin emektarlarından Çağrı Kınıkoğlu’yla çekimlerde birlikteydik. Bu deneyimlerimizi değerlendirdiğimizde, bu deneyim ve birikimlerin, yeni kuşak devrimci, sosyalist sanatçılara önce birinci elden, sonra nehir söyleşiler ve araştırma-inceleme yazılarıyla tanıtılması gerektiğinde hemfikir olmuştuk. Bunun yeterince ve hak ettiği biçimde yapılmamış olduğunu görmekten üzüntü duyduğumu belirtmeliyim.

Kendisiyle 2001’de yaptığımız söyleşilerde, beraber olduğumuz ortamlarda dile getirdiklerinden çok önemsediğim birkaç noktaya değinmek istiyorum. Kendisine de sorulduğunu, hakkındaki kimi yazılarda ya da sohbetlerde hemen kimliğinin merak edildiğini belirterek, bu yaklaşımı yanlış gördüğünün altını çizmişti. Özellikle oynadığı filmlerden hareketle hemen “Kürt” olup olmadığının gündeme getirildiğini, oysa kendisinin kişiliğe ve oyunculuğa değer verdiğini vurgulamıştı. “Ben, kendini var etme mücadelesi veren her karakteri önemserim. Mücadeleci, kendine özgü yol yordam geliştiren her karakteri de hangi halktan olursa olsun oynamak isterim.” demişti. Yıllar sonra onunla yapılan söyleşide, kendisi için birinci uğraşının oyunculuk olduğunu, kahramanlık hiç yapmadığını dile getirdiğinde, bize anlattığıyla tutarlı bir çizgi izlediğini görmüştüm.

Selanik kökenli bir bürokrat baba, Boşnak kökenli öğretmen bir annenin çocuğu olarak, erken Cumhuriyet Döneminin olanaklarını çok farklı biçimde kullanabilecek iken, hukuktan sosyolojiye birçok alanda eğitim denemeleri yapmakla birlikte önce ışıkçı, sonra oyuncu olarak kendini en iyi gerçekleştirebileceği tiyatro ve sinemaya yaşamını adayan Tuncel Tayanç Kurtiz’i iyi anlamak gerekiyor. Her insan gibi onun da zaafları, eksikleri vardır. Burada önemli olan kendisiyle barışık ama yaşamın akışında dinamik, mücadeleci ve emek düşmanlarına karşı kavgacı olmaktır. Kurtiz’in bunu başardığını söyleyebiliriz. Onun ikinci adının “Tayanç” olduğunu da ben yeni öğrendim. Bizim köylüler “Dayanç” derler, “Dayanma gücü, sabır” anlamına gelen bu adın, Kurtiz’e yakıştığını belirtmeliyim. Neden bu adın gölgede kaldığını bilemiyorum.   

Onunla, filmin çekimlerinin sürdüğü bir hafta sonu, İskenderun İHD Şubesi’nin düzenlediği Harbiye’de bulunan Hidro Restoran’daki yemekli geceye katılımını sağlamak için görüşmüştüm. Çünkü, Türkiye’deki insan hakları mücadelesine doğru bir noktadan bakan İHD İskenderun Şubesi Başkanı Sadullah Çağlar Ağabey’e sürpriz yapmak istemiştik. Sağ olsun, Semir dostumuzun desteğiyle katıldığı gecede özlü bir konuşma da yapmıştı. İnsanlaşma sürecinin emekle ilişkisini kurmuş ve emeğin kurtuluşunda sanatın işlevine vurgu yaparak, bu mücadelede sanatçılara çok iş düştüğünü belirtmişti. Gecenin video kaydını yaptığım için kendisinin konuşması arşivimde duruyor, benim için güzel anılardan biri olarak.

Böyle bir insanla yolumuz kesiştiği ve bir filmde birlikte oynadığımız için kendimi bahtiyar sayıyorum. Onu, sevgi ve özlemle anıyorum. Sanat anlayışının ve mirasının yeni kuşaklar tarafından sürdürülmesini ve zenginleştirilmesini diliyorum.


Bahri Loş
AĞIR SOLUK

 

Gölgelerin örttüğü ışık
Herkesin içinde ayrı ölü
Ağarmış ömürler zamanın ucunda
Kalabalıklara doğranan gülüş
Kötücül uzanmış el
Süslü adımlarla boyanan uçurum
 
Yılgın yürüyüşler, at koşturmaları
Kırılmamış arzular tutsaklığı
Yanlış atılmış adım
Uzamı kendine büyük yalan
 
Ağır kayboluşların elindeki soluk
Kimseye değmeyen sevi sersemliği
Hiçbir adrese karşılık gelmeyen yön
Yıpratılmış günlerin ardındaki tortu
Geçmişin hırpaladığı çizik
İnce bir sustan yükselen yankı
 
Kirli oyunlara kaptırılan anlam
Sözcüklerin ruhunda büyüyen boşluk
Umurda olmayan yalım
Külün elinde kıvranan konak
Ve dura düşman kesilmiş bir insan esareti

 

Nurkan Gökdemir
VER ELİNİ BİZ’E

 
Haydi gel!
 
bitsin
bu uzun küs
lanetlenmiş kin
nefret ve sayrı
yüklü ayrılık
 
ver elini biz’e!
 
birlikte çıkabiliriz ancak
bu kirli karanlıklardan
 
sinsi pusularından
kalleş tuzaklarından
korku gayyalarından
sanal uçurumlardan
 
sefilce kurgulanmış
ölüm ve sayrılardan
bu kalpsiz dünyadan
sevgisiz zamanlardan
 
birlikte kurtulabiliriz ancak!
 
daha da geç olmadan
kançağ’ın zalimleri
k/açgöz haramileri
daha da  sızmadan
ıssız sınırlarımıza
sus canlarımıza
 
gel/ver elini biz’e!
 
kenetlensin berkçe
rengârenk kardeşlik
 
aksın yeryüzüne
barış esenlik
 
ağsın mavi gökçe
yeni doğuşlara gebe
 
büyüsün körpe dirim
ve özlemli beklenen
düş/ hür günce
 
büyüsün özge/ bahar
huzur ve sevgiyle
tomurcuk
UMUT
 

Heybet Akdoğan
SEVDAN GÖZLERİMDE ASILI İNTİHAR

 
deniz gözlerinin özlemiyle
kuruyan çöl  zambağı bendim
dokuz boğumlu canla
senle ölüm arasında
tükenmez bir umudun sebebiydim
susmadı acıları sır eyleyen yankılar
gözlerine değince umudum
bin yıl geçti diyordu ulaklar
yaşanılan
ömür törpüsü değildi
çehremdeki kıvrımlar
canhıraş hâlime tercümandı
yokluğuna öykündü hasret
yıldızların yakınına varamasam da
aşk göçtü gökyüzüne
nicedir başucumda uyuyor ayın şavkı
sabahın kuşları gelirken
adın seher kuşu muydu
kimsesiz uçuşun
fecri ağlatıyordu
gün sustu
sanki bir kayıt düşmüşsün karanlığa
gölgenin alazında sönüyor güneş
geçtiğin her yeri silerken rüzgâr
sevdan gözlerimde asılı intihar

 

Hatice Eğilmez Kaya
İLK ŞİİR KİTABIM İNCECİKTİR KIRILMAK
Yayıma Hazırlayan Seçkin Zengin 

‘İnceciktir Kırılmak’, ilk yayımlanan şiir kitabım. 2012’de Roza Yayınevi tarafından yayımlandı. Kapağını, hele ki arka kapaktaki minik çiçeği çok seviyorum.

Aslında bu şiir kitabımdan önce tasavvuf temalı Sonsuzda Kanmak isimli bir şiir dosyam hazırdı. Yayımcım edebiyat dünyasına onunla değil, lirik şiirlerden oluşan İnceciktir Kırılmak’la ilk adımımı atmamı salık verdi. Ben de onu dinledim. Elbette bu kararımdan memnunum.

İnceciktir Kırılmak, adı gibi incelikli bir kitap. Kıyısında durup izlediğim hayatı biraz gerçekçi, çokça masalsı bir bakış açısıyla aktardığımı düşünüyorum. Aklı, turnalar ve benim gibi bir karış havada bir kitap. Şiirler sanki içinde soluk aldığımız -aslında çoğu kez soluksuz kaldığımız- bu dünyadan değiller.

İnceciktir Kırılmak, tamamlandığında her ne kadar yirmi yıllık edebiyat öğretmeni, pek de kötü sayılmayacak bir şiir okuru olsam da şiir sanatında enikonu toydum. Toyluğum nispeten devam ediyor. Kendi halimde şiir yürüyüşüme devam ediyorum. Asla koşmadan, son derece yavaş bir yürüyüş bu...  Acele etmeksizin, birilerine yetişmeye çaba harcamaksızın. Eleştirilere kulak vererek, etrafımı sakin sakin izleyerek…

Çok sık şiir yazan biri değilim. Ara ara yazıyorum. Ona rağmen epeyce şiirim birikti, bu şiirlerin bir kısmı çeşitli dergilerde yayımlandılar. Sonsuzda Kanmak, Asma Kilit, Gürültüsüz Gece Kelebekleri adlı şiir kitaplarım hâlâ dosya halindeler.  Yeni bir şiir dosyam da günden güne oluşuyor, henüz adı konmadı.

İnceciktir Kırılmak hem hüznüm hem de neşem. Okuyanlara bir parça olsun dokunabilmek dileklerimle…

 Şiir okuyan ve yazan herkese binlerce selam olsun!

Hilmi Yavuz İzmir’de

Her imza gününe katılamıyorum. Elbette Hilmi Yavuz’un yeri apayrı.

Kitap fuarlarına pandemiden önce yılda sadece bir gün giderdim. O gün de sanki insanlar üzerime üzerime gelirdi. İzmir Kitap Fuarına yazar olarak 2016’da katılmıştım. Çok kalabalık olmasa da sıcak ve anlamlı geçmişti benim için.

2018 Nisan’ı… İzmir Kitap Fuarı’ndayız. Edebiyat öğretmeni arkadaşım Habibe Dumlupınar Akbulut’la geldik kitap fuarına. Hava tek kelimeyle muhteşem, Habibe’nin dostluğu da öyle.

İzmir’de Nisan ayı kendine özgü ışıltısı ile gelir. Sokaklarını, caddelerini, sahil kenarlarını gez gezebildiğin kadar. Hele ki fuar, üzerine sayfalarca yazılabilecek, İzmir’in simgelerinden olan bir mekân. Sözü uzatmayayım, soluğu Hilmi Hoca’nın standında aldık. Ne de çok seveni gelmiş. Sıra boyunca onu izliyoruz, yaşına rağmen imzaladığı her kitapta dakikalarca sohbet ediyor. Onunlayken insan kendisini özel hissediyor. Sıra bize geldiğinde kendimi tanıtıyorum. Bir şeyler konuşuyoruz, fotoğraf çekiliyoruz. Derken, “Eğil!” diyor bana. Eğildiğimde kulağıma “Habibe kızıma da söyle, imzadan sonra Pia’dayım!” Bir sözleşme, randevu bu, “Yerimiz farklı” demek… Çok seviniyoruz ister istemez.

Attila İlhan’ın Pia’sı…

İmza etkinliğinin bitmesini beklemek adına, azıcık kitap fuarında çokça Alsancak’ta geziyoruz. Çam sakızı çoban armağanı birer hediye alıyoruz Hilmi Hoca için. Sonra ver elini Pia!

İzmir’de ilk yirmiye filan girmişiz. Herkese söylememişti, fark etmiştik zaten bu durumu. Hilmi Yavuz’u dinlemek, usta şairlerden birebir beslenmek büyük talih.

Bunlar Şiir Ya

Yunus Emre Anadolu Lisesi’nde edebiyat öğretmeniyim. Sene 2012. Öğretmenler odasındayım. Bir dersim boş. Çok severim boş dersleri. Kimi bulursam onunla sohbet ederim oldum bittim. Odada yalnızca ben ve Hülya Soyşekerci var. Hülya Hoca’yı yakın bir arkadaşı okulumuza öğrenci söyleşisi için davet etmiş. Sevgili Zeynep Savran. Çalışkan, öğrencilerinin yaratıcılığını önemseyen bir edebiyat öğretmenidir.

İlk kitabım İnceciktir Kırılmak yanımda. Dolabımdan alıyorum, Hülya Hoca için imzalıyorum. Ben öğretmelerin çalışmaları için ayarlanmış masadayım, Hülya Hoca dinlenme koltuklarında. Ayağa kalkıyorum, yanına gidiyorum. “Hoşgeldiniz hocam!” diyorum. Birkaç söz ardından İnceciktir Kırılmak’ı eline verip yerime geri dönüyorum.

İşlerim mi var, kitap mı okuyorum, yoksa misafirimizi mi rahatsız etmek istemiyorum. Konuşmadan bir şeylerle ilgileniyorum. Hülya Hoca da şiirlerimi okuyor. Birkaç sayfadan sonra kafasını kaldırıp bana bakıyor. O bakışlarda sevgi var, ne mutlu bana ki beğeni de var.

“Bunlar şiir ya!” diyor.

“Evet şiirler, hocam!” diye karşılık veriyorum. Ötesi yok, varsa da unuttum. Zaman bazen durur, sözler de susar!

Ben Bir Yörük Kızıyım

Veysel Çolak’ı en az on yıldır tanıyorum. Şair olarak daha öncesinden elbette. Bornova Yunus Emre Anadolu Lisesi’nde çalışırken öğrencilerimi şiir atölyesine gönderdim, okul dergimiz için söyleşi yaptılar. Ben de internet üzerinden bir söyleşi yaptım mutfağında olduğum bir edebiyat dergisi adına. Onca işine rağmen liselileri kırmadı. Çok da nazik davranmış onlara.

Şiirle ilgilenen öğrencilerimi, arkadaşlarımı Veysel Hoca’nın atölyesine yönlendiriyorum, gidip onunla tanışıyorlar fakat kendim bir türlü tanışamıyorum. Bundan birkaç ay öncesine kadar durum böyle…

Çayyolu dergisi ve Akdoğan Yayınevi Veysel Çolak ve şiir atölyesi ekibi ile birlikte güzel işlere imza attı. Bu işler vesilesi ile hocayı birkaç kez görebildim. Bunlardan birinde Veysel Hoca, Karşıyaka Nazım Hikmet Parkı’nı buluşma noktası olarak veriyor. Kimimiz oradan, kimimiz buradan yola çıkıyoruz. Benim yolum çok uzak. Önce Aslı Ata Döner’e uğramam gerek, Karşıyaka’yı iyi bilmiyorum ve parka önceden hiç gitmemişim. Tek nokta var benden yana, o da randevu konusundaki takıntıya varacak kadar ileri dakikliğim.

Otobüs, yürümek, metro, yürümek, Aslıhan Tüylüoğlu’ndan aldığım yol tarifi, yine yürümek… Randevu saatinden on dakika önce parktayım. Henüz hiç kimse gelmemiş, hoca bile yok. Veysel Hoca’yı arıyorum, “Geldim, bizden kimse yok!” Hoca inanamıyor. “Taksiye mi bindin?” diye soruyor. “Hayır!” diyorum. “Ben Yörük kızıyım. Yürürüm.” Tam vaktinde geliyor hoca. Beni parkta görünce iki gözümden öpüyor. “Hak ettin!” diyor. Bence de hak ettim. Sonra diğerleri tek tek sökün ediyorlar… O günden sonra sanki daha iyi şiirler yazdım.

Veysel Hoca’yla aramızdaki şu diyaloğu da aktarmam gerek; dergimiz ve yayınevi için “Biz mavi tren değiliz, aniden hız almayız. Kara tren gibiyiz, yavaş yavaş yola koyuluruz; iddiadan, yarıştan uzağız.” dedim. Veysel Hoca da “Böylesi daha iyi, sizin samimi duruşunuz önemli,” karşılığını verdi. Temiz, amatör ve içten ruh günümüz edebiyatının en çok gereksinim duyduğu özellik bence de…

Yıllarca tanıdığım halde görüşemediğim Veysel Çolak yanında bulunduğunuz her an size bir şeyler öğretiyor. Yanınızda mutlaka bir not defterinizin olması lazım. Yaşayan yaşamayan tüm ustalara binlerce selam olsun! Değil mi ki onlardan bir sürü şey öğreniyoruz. Okudukça ve dinledikçe… Öyleyse onları çok seviyoruz.

Yürüdükçe

Ümit Yıldırım Buca Eğitim’den arkadaşım. Henüz on yedi yaşındayken tanıştık. Sessiz ve efendi bir genç olarak bütün sınıf, hatta edebiyat bölümü tarafından sevilirdi. Benim belleğim de su gibi duru bir kalbin sahibi olarak kaydetmiş onu. Ümit, Diyarbakırlıydı, ben ise İzmirli. Birimiz ülkenin en doğusundan, diğerimiz en batısındandık. Ortak bir noktamız vardı çocuksu masumiyetimiz. Kendim bölümün koridorlarında nasıl dolaşırdım bilmem fakat onun uzun boylu bir erkek çocuğu gibi dolaştığını anımsıyorum. Bana kalırsa -gözlemlediğim kadarıyla bütün arkadaşları, onun hakkında aynı düşünüyordu-  bilgece bir seçimdi bu duruş. Seksenler kendine özgü gizil karmaşası ve hepimizce bilindik boş vermişliği ile yanı başımızdaydı, ailelerimiz ve sistem apolitik olmamızı istiyordu. Yine de biz okuyan, yazan gençlerdik. Zaman yirminci yüzyılın sonlarından itibaren müthiş bir ivme kazandı. Aradan onlarca yıl geçti.

2020 Temmuz’unda Çayyolu dergisini çıkarmaya başladık. İşiten herkes yaptığımız işi delice buluyordu çünkü bütün dünya bir pandeminin kıskacındaydı. Hayat adeta durmuştu. Sokağa çıkmaya korkar olmuştuk. Böylesi bir ortamda yeni bir edebiyat dergisi akıl kârı gözükmüyordu. Ben derginin editörü olarak tüm dost bildiğim kalemlerle iletişime geçmiştim, aklıma ilk gelen isimlerden biriydi Ümit Yıldırım. Kendisine çok teşekkür ederiz,  bu konuda en baştan itibaren bizimle birlikte. Çayyolu dergisi İzmir’e her geldiğinde Ümit’le Yakın Kitabevi’nde görüşüp uzun uzun edebiyat sohbetleri etmeye başladık. Geçen yıllar onu neredeyse hiç değiştirmemişti. Fakat şiir ve edebiyat konusunda sağlam bir deneyim sahibiydi artık. Zamanda yolculuk yapıyormuş gibiydim onunla konuşmalarımda. Orta yaşları bırakıp, gençlik yıllarıma dönüyordum sanki. Görüşmelerimiz bu eksen üzere devam etti.

Benimle yolu kesişen birinin uzun uzun yürümesi kaçınılmazdır. Bir keresinde bütün bir Ege Üniversitesi kampüsünü boydan boya yürüdük, üstelik temmuz sıcağında. Bu da yetmemiş gibi ona Forum Bornova’ya kestirmeden bir yol öğretme sözü verdim. Bu yol çocukluğumun ağaçlarla ve harika bir dere ile süslenen, son yıllarda tamamen değişse de yönü aynı kalan yoluydu. Babam üniversitede çalışırken eve dönmek için bu yolu kullanırdık. Güneş yakıcı ve kocaman bir portakala benziyordu. Biz eski zaman dervişleri gibi güneşin altında yürüyorduk. Yoğun bir trafiğin pek de güvenli olmayan kenarı, dere tepe, dikenler derken yolumuz tuhaf bir hurdacıyla çakıştı. Zayıf, sapsarı ve pejmürde giysili bir adamdı. Kendimi bir an için nostaljik dekorlu bir sanat filminin içinde hissettim. Yolu bildiğim halde arkamızda bıraktığımız zorluklar tereddüde kapılmama neden olmuştu. Hurdacıdan yol tarifi aldık. Tarif kafamdaki güzergâhı doğruluyordu. Nihayetinde varmak istediğimiz yere varabilmiştik. Ayağımda açık sandaletler vardı, doğal olarak sol ayağıma diken batmıştı fakat yol arkadaşıma bu durumu söylememiştim. Bir yandan da Ümit’in olanca anlayışına rağmen mahcup olmuştum doğrusu. Hâlâ dönüşte hangi yolu kullanması gerektiğini ona anlatmaya çalışırken aslında gerçek kestirme yolu bildiğini fark ettim. Anlaşılan o ki benim öğretme azmime saygı gösteren arkadaşım bunu bana söylememişti.

“Hatice!” dedi bana, “Hiç canının kıymetini bilmiyorsun. Hasta olmasan bari.”

“Yok yok!” dedim. “Bi şey olmaz, alışığım. Yürümek bende genetik miras.”

Bir yandan da diken ben buradayım, diyordu. Eve gelince ilk işim ayağımdan dikeni çıkarmak oldu. Bu arada “Ümit benim bir deli olduğumu düşünmüştür,” diye içimden geçirip güldüm. O ne düşündü, bilmem.

Hayat iyi ve nazik kalpli insanlarla güzel, edebiyat da öyle!

Fatma Zengin
İNSAN NEDEN YAZAR?

 22 Nisan 2002’de Aksaray'da doğdum. İlk ve Orta öğrenimimi Acıpınar Ortaokulu'nda, lise öğrenimimi ise Hazım Kulak Anadolu Lisesi'nde tamamladım. Hâlen Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde lisans eğitimime devam etmekteyim. Yazmayı, okumayı, yeni şeyler öğrenmeyi, her yeni şey öğrendiğimde ne kadar az şey bildiğimi ve öğrenmenin bir sınırının olmadığının farkına varmayı seviyorum. Bu sevdiğim şeylerin hayatımda hep önemli bir yer kaplamasını temenni ediyorum... 

Yayıma Hazırlayan Seçkin Zengin 

Neden bir insan durduk yere yazmak ister? Bilinmez. Belki de neden, insanın kendisidir. Kendi nedenine bir cevap bulmak için yazar. Enlemlerin ve boylamların arasına sıkıştırılmış dünyada nereye denk düştüğünü merak eder. Derdine bir çare, aşkına bir maşuk, kendine bir ben bulmak ister. Sözcüklerin gelip neden kendisini bulduğunu, içindeki kapıyı çalan elin kime ait olduğunu, ilham dediği gizemin sırrını bilmek ister. Bilemezse delirir. Belki de bu yüzden Sait Faik, “Yazmasam delirecektim” der.

“Şöhret için yazabilir insan, tanınmak için ya da... Ama hepsinden önemlisi, yaşadığını ispattır yazmak. İnsan yazar, yaşadığını önce kendisine sonra dünyaya ispat etmek için...'' der Jank London, Martın Eden kitabında. Bu örnekler uzar gider. Her insan farklı bir sebepten ötürü alır o kalemi eline. Kimi yaşadıklarını anlatmak ister, kimi yaşayamadıklarını kimi anılarını, kimi acılarını anlatmak ister yazarak. Kimi de insanlara anlatamadıklarını dökmek ister kâğıda...

Ünlü yazarlar  “Neden yazıyorsunuz?” sorusuna farklı cevaplar vermişlerdir.

Joan Didion: “Ne düşündüğümü, neye baktığımı, ne gördüğümü ve bunun ne anlama geldiğini anlamak için yazıyorum. Ne istediğimi ve neden korktuğumu anlamak için.”

Don Delillo: “Yazma kişisel bir özgürlüktür. Etrafımızda gördüğümüz kitle kimliğinden bizi kurtarır yazmak. Yazarlar birey olarak hayatta kalmaya çalıştıkları için yazarlar. Ben ne kadar bildiğimi öğrenmek için yazıyorum. Yazmak benim için, düşüncenin üstüne odaklanılmış hali. Eğer yeteri kadar odaklanamazsam, bazı fikirler hiç gün yüzü göremez.”

William Somerset Maugham’ a göre yazmak “En yüce tesellidir.”

Terry Pratchett’e göre ise  yazmak, “Tek başınıza yapabileceğiniz en eğlenceli şeydir.”

Her yazar yazma eyleminin nedenini farlı bir sebebe dayandırmıştır. Kanımcahepsinde ortak olan, yazmak ile varoluş sancısının su yüzüne çıkarılmak istenmesidir.

Yazmak Doğu’yla Batı’yı bir kılandır. Sartre’la Sümmani’yi, Veysel’le Camus’yü buluşturandır. Yazmak, yaşadığını ispattır. Ve bedeli, Martin Eden’e olduğu gibi insanın kendisini kaybetmesi ya da bir başka dünyayı kurmasıdır.

Yazmaya değer gördüğümüz şeylerimizin hep bâki kalması ümidiyle...

Zekine Dündar         
YOKLUĞUN ADIMLARI

 
Bırakıpta gittiğin 
Yıllarınım
Ben senin
Bir düşün ortasındayım şimdi
Kırık ve seninle
Göremediğimiz
Ve 
Yaşayamadığımız
Mevsimler geçiyor
Yönünü kaybetmiş bir akrep
Yolunu harflere sorar
Sensizliğin soğuttuğu kıyılarda
Seni arıyorum
Bir çocuğun ayak izlerinde
Bilmediğim bir şehrin duvarına
Sustuğun zamanlara inat 
Konuşuyorum yokluğunla
Unuttuğun yollarda

 

Banu Elçi
BİREYSEL MANİFESTO: İRADE

 

Gün bitimleri geceye vardığında zamanın döngüsünde geride bırakılacak bir gün daha yaşanır ve biter ömürden. Her gecede tazelenmek ve yenilenmek için yattığın yatağından aslında küçük bir ölüm uykusundan uyanarak başlarsın yeni güne.

Yeni bir günün hayatına getirdiği şeyler ne kadar sıradan gibi gözükse de aslında her yeni gün farklıdır bir diğerinden eğer görmeye, işitmeye, anlamaya, merak etmeye ve keşfetmeye hazırsan. Belki alışkanlıkların bildik kılar günü ama farkında olmasan da her güne farklı şeyler katabilirsin her seferinde. Ancak yine de alıştığın, inandığın, istediğin ve sevdiğin ne varsa onları hayatında tutmaya çalışırken her günün yeni ne getirebileceğine bakmaksızın kör adımlarla yol alır insan çoğu zaman.  Böylelikle çok da sorgulamadan, sormadan ve anlamadan bel bağlarsın geçmişten geleceğe bu yolla.   Kolaydır da böylesi yaşam ve talepkârdır aynı zamanda. Seni iyi kıldığını, sana iyi geldiğini düşündüğün her alışkanlık seni ruhsal anlamda öldürebilir ve yok edebilir de. Her şey değişir çünkü. Bir tek şey hariç. Her günün sana getirdiklerine farklı bir açıdan bakmayı öğrenebilirsen, yaşam sana sınırsız olanakları ile kapılarını aralar. Önünde seçenekler, farklılıklar, yaşanmış deneyimleri farkındalığa dönüştürecek çeşitli araçlar çıkar karşına. Böylece zamanla geçmişle ilgili sızıların gelecekle ilgili kaygıların,  kendinden umduğun, beklediğin tüm o zorlamalar hafifler ve birer yük olmaktan çıkar.

Böylece yaşadıkça anlar ki insan tüm dünya bir bilinç biçimidir aslında.

Örneğin hayvanların içgüdüleri çok güçlü olmasına karşın, insanların içsel doğası inanç, kültür ve öğrenmeden kolayca etkilenebilmektedir. İnsan ise değişebilir. Ancak bu değişkenlik genelde güdümlü bir değişkenliktir.

Çünkü insan bazen ve hatta sıklıkla çevreden etkilenerek kolayca saldırganlık, nefret ve yıkıcı davranışlar ortaya koyabilmektedir. Örneğin Maslow’un psikanalitik görüşü bize insanların hastalıklı yönünü göstermiştir. Hans Mühlbauer, “Kusurlu bir lisanla muhakeme yürütmek, hileli tartılarla eşya tartmaya benzer” der.

Başkalarının düşünceleri, başkalarının beklentileri, görüşleri çokça yer tutar insan hayatında. Aslında sadece onay almak ya da kabul görmek için gösterilen her rıza, her olumlayış bir bakıma kendini, özünü reddediştir. İnsanoğlu yetmez çünkü kendi varlığına.

Epiktetos da der ki “İstedikleri yere uçabilen, yuvalarını değiştirebilen, denizleri geçebilen, gerilerinde bıraktıkları için üzülmeyen ve özlem duymayan kargalar ve kuzgunlardan daha sefil olmak...”

“Öyleyse bize, talihsizliğimiz ve sefaletimiz için mi Tanrılar tarafından akıl verildi?”

Öyleyse sonsuza kadar sefil ve kederli olmamız gerektiğinden mi? Tüm insanlar ölümsüz olsun,  başka hiç bir yere göç etmesin, bizim de göç etmemize izin vermeyin, bitkiler gibi tek bir noktaya kök salalım ve eğer sevdiklerimizden biri giderse oturup ağlayalım diye?

Her şeyin nihayetinde bir madde olduğunu ve hayatın zorunlu olarak bir döngü olduğunu, bazı şeylerin gitmesi gerekirken, diğerlerine yer açılması gerektiğini anlamak için insanoğlunun acı çekmesi gerektiğini mi anlamamız gerekiyor?

Bazen de benzer deneyimleri, olayları kendimize çekerken şartlanmış düşünce ve duygularımızla hayatın hangi açısından bakıp da kavrayamadığımız, anlamlandıramadığımız onca şeyi görebilme, anlayabilme yetisine sahip olabiliriz? İnsanların çoğunluğu ilkeler ve değerler üzerinden değil de genellikle istenç, arzu,  korku, onay, kabul görme duyguları ile hareket eder.

Oysa ki Epiktetos yine der ki; “Bir adamın bir ilkeyi benimsemesi kolay bir şey değildir, bunu bilmen gerekir. Bir adamın bir ilkeyi benimsemesi için ona her gün sahip çıkması, sahip çıkıldığını duyması ve hayatında birebir kullanması gerekir.”

“Nasıl ki olmamış bir inciri kopartıp yiyemezsen olgunlaşmamış bir fikri de zihninden çekip çıkartamazsın.”

İnsan ne arar ki dışarda? Aynı bakışlar, aynı gürültüler,  aynı rol modeller, hep aynı sözcükler ve ezberler.  Başkalarından model alarak, örnekleyerek ve binlerce yanlış tutumlar içinde ilerleyerek ne bulmayı ümit eder ki kendinden uzaklaşırken ve kendini kaybederken? Ruhunu, özünü ve sevgisini besleyecek şey dışarda mıdır yoksa içerde mi?

Kendini her seferinde belki de yeni baştan inşa edecek araçlar sevgiden tümüyle bağımsız ve yoksun mu olmalıdır? Ve ne kolaydır hayatı suçlamak...

Hayatın gerçeğine ulaşmak, doğruyu bulmak ve içine açılıp, tüm kişisel tutku ve arzulardan arınıp, hakikate erişmek ne kadar yol almayı gerektirir ki?

Sokrates aradığı “Hakikat” bilgisinin insanın ruhunda olduğunu düşünür.

Ayrıca Sokrates felsefesinin özündeki en güzel mesaj “İnsanın kendisini iyileştirebilecek tek güç olduğudur” İnsan inançlarını sorgulayarak, her şeyin doğrusuna ulaşabilir ve bunları değiştirmek elindedir. Bu sayede duygular da değişecektir.

Sokrates yine der ki; “Cahil insan kendinin bile düşmanı iken, başkasına dost olması nasıl beklenir?”

Bir düşünceyi, bir olguyu, bir olayı geniş bir perspektiften bakarak analiz etmeden, anlamadan, anlamaya çalışmadan sadece yargılarla akıl yürüterek yorumlamak, akli değil son derece duygusal bir eylemdir.

Bu da insanı yapıcı olmaya değil yıkıma, yok etmeye, etiketlemeye ve dahi dürüst olmayan yersiz basit ve sahte anlamlar kurgulamaya götürür.

İnsanoğlu kendi gerçeğine, özüne ulaşabilse çevresinde koyu bir gölge gibi var olan karanlığa bir ışık yakmaya, aydınlatmaya muktedir olacak ve yaşam yolunda ilerlerken karşılaştığı çoğu engelin insanoğlunun kolektif düşünce yapılarından kaynakladığını görecektir. İnsanın bilinç düzeyi yükseldikçe hayattaki bakış açısı genişleyecek, değişecek, kavrayacak ve bir gözlemci gibi çok şeyi öğrenebilecek ve dahi öğretebilecektir.

Epiktetos “İyiliklerimiz de, kötülüklerimiz de irademizin eseridir” der. İnsan hayatı boyunca seçerek ve seçmeyerek de aslında seçimler yapar. 

Hayatta ne yapacağına karar vermek ve bunu yaparken tüm insanlık adına neyin iyi, güzel, doğru olabileceğini düşünerek hareket etmek insanoğlunu daha da güçlü kılacaktır. Bunu hayattaki çok küçük şeylerle bile yapabilir insan. Doğayı kirletmeyerek, çöpünü yere atmayarak, okuyarak, okuduklarını sevdikleri ile paylaşarak, küçük bir çocuğun oyunlarını gözlemleyip ondaki saflığı ve masumluğu hatırlayarak bile asıl kendini bulabilir insan.

Yıkmak her zaman daha kolaydır. Ve bilmemek, anlamamak hiç bir uğraş gerektirmez. Oysaki öğrenmek emek ister, uğraş ister ama sonunda sana getireceği farkındalıklar ve keyifler bitimsizdir.

Franz Kafka “İraden hayatta sahip olabileceğin en büyük gücündür.” diyerek iradenin, aynı zamanda bilinçli bir seçme gücü ve kişiyi davranışlarının sonuçlarından sorumlu hale getiren ahlaki bir ilke olduğunu da vurgulamak ister. İnsanın birden çok davranış şekilleri arasından en faydalısını seçme, ayırt etme iradesi ve kararı tüm insanlık adına da verilebilecek bir karardır aslında. Böylece herhangi bir dış zorlama olmadan kişinin kendi fikir ve kararına en uygun, en iyi ve doğru bulduğu şeyi seçip, ona yönelmesidir.

İnsan hayatı boyunca seçer. Sorgulayarak ya da ezberlerle yol alarak, merak ederek, araştırarak ya da kör inançlarla ilerleyerek...

Biliriz ki her yeni gün biz olsak da olmasak da doğmaya devam edecek. Bizim varlığımız hayata bir anlam katabilecekse şu andan itibaren hayatta neler yapabileceğimizi seçmeye başlayarak ve böylece gelişebileceğimizi, büyüyebileceğimizi ve böylece tıpkı evren gibi genişleyebileceğimizi de keşfedebiliriz. “Hepimiz bu dünyada misafiriz, sevmek, büyümek ve öğrenmek için dünyaya geliyor ve sonunda da yuvaya geri dönüyoruz.” der Mevlana.

Peki siz yeni doğan günde ne yapmayı seçiyorsunuz?

 

Mehmet Rayman
KESTİRME GÜNLÜĞÜ

 
tartılara çıkan çocukların kaşları
belleğimde bir cıngıl küpe
al yanağın bir hüzün çukuru
hep kendine benzermiş
göz oluğunu geçen damla
 
yeni kuytular oluşur mevsimlik
aşk bulutludur yağmur hızlı
kestirmeden yakalar bizi
yetkin ekinlerden gelen esinti
kır atların toynakları sekisi
yazın yelesinden yakındır
doğudan batıya tuttuğumuz ayna
 
herkesin yolcusu bendim
gara tren girmeden önce
kalın bir çizgiydi alacakaranlıklar
trenden inenlerin rüzgarıyla yürüdüm
çiçekli sokağına çıkan yokuşu
kış düşmüştü tirşe yeşili parkama
yıllardan bin dokuz yüz yetmiş iki
 
topuğumdan emmeye başladı
çeşmelerin yalağına yapışan kara sülükler
ayaza çalan bozkırı benimsiyor
yanından geçtiğimiz söğüt dalı meşeler
bellerin çukurunu dolduran kar fırtınası
bir gelinliğin içinde durur zemheri
yolcusunu bekleyen yıldız
şafaklara yaslanır
yüzünden okunur cam çerçeve

 

Filiz Kalkışım Çolak
DÖNENCE

 

üşüyor mu bilinmez şimdi içimde güller
tınısına vurulduğum o ilk sözcüğün
keşkesi her defasında geriye dönüp bakışların
 
iç çatısına sığmayan göğün göğsümü dağlayan sızısı
tüm çıplaklığıyla çarpıyor kusurlar sergisinin gizil ihtişamı
çarmıhında günahların sıva tutmayan boşluğu
göğüs ayrımlarında açılan yaranın gözesi
gövdeye çekilen ışıyışların sensizliğime eğilen gölgesi
döküldüğüm yerlerin fizahından dönen çaresizliği
dokularımda acıyor nefesimde kanatlanan kesiğin çarpıntısı
gülüşlerinden kalan küllerinin kirpiğimden damlayan düşü
üzerime kapanan karanlığın yüreğimi süzen çiyi
çölünde dile gelen denizlerin ırağından çağıran sessizliği
yalın ayak serçelerin geziniyor ilhakında
koyumda titrekliği yavrularla seviştiğimiz ağartıların
dudaklarımda yağmur taneciklerine emildiğimiz geçişlerin tadı
kokusu mayıs dönencelerinin
kuzey aldatmacalarının kucağımızdan estiren huşusu
özlemi çekilen kavuşmaların bileklerimizi yalayıp geçen şuursuzluğu
tragedyası başlayan an’ların gecelerime doğranan sancısı
ısındıkça değgisinde ürperen şavkın yalnızlığı
üşüyor mu
kızılında maviyi kanatıyor mu?

 

Nilüfer Uçar
YAŞAM FIRTINALARA RAĞMEN YAŞANMAYA DEĞER

 

Yaşam akıp giden bir süreçtir. Pozitif ve negatif oluşumlara ve tüm engellere karşın, dirençle varlığını sürdürebilme potansiyelini içinde barındırır. Su mecrasında akarken, önündeki engelleri aşmanın yollarını arar, yolunu bulduğunda akışına devam eder. Engelleri aşma çabamız varlığımızı sağlıklı sürdürebilmek için yaşanılan bir süreçtir. Bu akışkan süreç yaşamın zaferidir. Herkes şanslı doğmayabilir. Doğup, büyüyüp varlığının son noktasına kadar sağlıklı götürebilmek bazen zor olabilir. Başlangıç ile bitiş arasında koşulan zaman uzunluğu yaşamsal haksa; bu hak herkesin olmalı. Uzun ya da kısa fark etmez. Önemli olan engellerin üstesinde gelebilme gücü ve azmini bulabilmektir. Kolay mı? Elbette kolay değil.

Yaşama şanslı başlayanlar gibi şansız başlayanlar da azımsanmayacak kadar çoktur. Engelli yaşama başlamak birey ve aile için zor bir süreçtir. Aslına bakılırsa herkes potansiyel bir engelli sayılır. Çünkü ne zaman, nerede, nasıl olumsuzluklarla karşılaşacağımızı bilemeyiz. Bir kaza, sonradan yaşanılan hastalıklar bireyin yaşamını engelli hale getirebilir. Yıllarca bu gruptakiler sakat olarak dillendirildi. İç acıtan, yaralayan bu söylem duyarlı yaklaşımlarla bir nebze giderilerek engelli söylemine dönüştürüldü. Engel; yaşarken bedensel ve zihinsel işlevlerini yerine getirmekte sıkıntı yaşama, zorlanma, birine bağımlı kalabilme durumudur. Konu engelli olunca bırakın yürekler titresin, biraz da sızlasın ki çözüm yolları üretilip yaşama geçirilsin. Buna bağlı olarak; empati, yaşanılan sıkıntıları anlama, saygı, sevgi ve sahiplenmeyi beraberinde getirebilsin. Engelli yaşam tüm dünyanın toplumsal yarası olarak güncelliğini koruyor. Varoluşumuzdan bu güne değin iyileştirme çalışmaları, sıkıntıları giderme yöntemlerinin yeterli olmadığı herkesin hemfikir olduğu bir durum. Geri kalmış toplumlarda ve kırsal kesimlerde; eğitim eksikliği, eğitim kurumların azlığı, var olanların herkesin faydalanma olanağı bulamamasından dolayı yapılanlar yetersiz kalıyor. Bazı engellilerin aldıkları eğitim, gördükleri ilgi ve koşulların iyi olması, onların yetenekleri ve başarıları oranında kendilerini kanıtlama şansını yakalamış oluyorlar. Madalyanın diğer yüzü ne yazık ki hiç de iç açıcı değil.

Yönetenlerin bu durumu yaşamsal bir sorun olduğunu görerek çözüm için yeni projeleri uygulamaya koymaları gerekir. Ne yazık ki bu konuda yeterli önlemlerin alınmadığını üzülerek görüyoruz. Bu sorun ciddi şekilde ele alınıp çözümler üretilmediği sürece sıkıntıların devam etmesi kaçınılmaz.

Engelli bireylerin eğitimi, sağlık giderleri, iş edinme olanakları, bakım evleri, rehabilitasyon merkezleri, aileye psikolojik destek, sosyal yaşamda görünür olma, sosyal etkinliklere katılabilme ve ihtiyaçlarını karşılayacak maddi destek gibi pek çok gereksinimlerinin olduğu unutulmamalı. Yaşamsal hakları verilmeli. Tüm bu sorunlar devlet, yerel yönetimler, özel sektör yönetim erklerinin bu sorunları ciddi şekilde ele alıp çözümler üretmeliler.

İnsanlık tarihinde dünden bu güne uzanan süreçte engelli olduğu halde varlığıyla tarihe not düşen nice engelli insan var. Eserleriyle, örnek yaşam mücadeleleriyle adlarını yaşatmayı başarmışlardır. Gel gör ki bu şanstan yoksun olan, varlıkları yük gibi görünen, yaşama küskün onca engelli değerimizin olduğunu gözden ırak tutmamalıyız. Zordur engelli yaşam. Hele ki birinin varlığına muhtaçsa. Birçok anne baba yaşamını engelli çocuğun yaşamıyla eşdeğer görür. Korku içinde yaşar. “Bana bir şey olursa evladıma kim bakar, benden sonra ne olur” endişesiyle yaşamı kendine heder eder. Onlar için yaşam demek çocuğun geleceğidir. Haksız da sayılmazlar. Eğer bakımı birine bağlıysa ona bakacak ne bakım evleri ne eğitim kurumları ne de huzur evleri yeterli. Bu gibi yerler paralıysa o zaman sorun daha da derinleşiyor.

Eksikliklerimize rağmen mutlu olmak birinci önceliğimiz olmalı. Yaşamı yük değil, değerli bir armağan gibi algılayıp kıymeti bilinmeli. Yaşam fırtınalara rağmen yaşanmaya değer.

Engelli haline, yaşam zorluklarına rağmen, azmin, direncin gücüyle başarıyı yakalayan güzel insanlara selâm olsun….

ŞAFAK PAVEL: 10 Temmuz 1976 Ankara doğumlu. Türk diplomat ve siyasetçi. Londra Westminister Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdi. 1996’da bir tren kazasında sol kolu ve sol bacağını kaybetti. Kol ve bacağına takılan protezlerle yaşamını sürdürüyor. Bu durum çalışmalarına engel olmasına izin vermedi.

Bedenin yarısını alan trenden öç alır gibi yaşam koşusunda geri durmadı. Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Dünya Sekretaryası’nın ilk özel ismi oldu. Mülteci kamplarını dolaşarak umutsuzlara umut olmaya çalıştı. İran, Uganda, Angola, Mısır, Irak, Lübnan, Afganistan, Suriye, Yemen, Filistin’de “Kadın ve çocuk hakları” için sergilediği diplomatik çabalar takdir topladı. 2011 yılında milletvekili seçildi

Şafak Pavel, bu azmiyle belki birçok engelliye yaşama direnci ve morali vermiştir. Bu mücadele sonucu elde ettiği başarı kendi durumunda olanları için iyi bir modeldir.

LUDWİN VAN BEETHOVEN: 1770 yılında Almanya’nın Bonn şehrinde dünyaya gelmiştir. Toplam yedi kardeş olan Beethoven’in üç kardeşi sağır, ikisi görme engelli ve biri zekâ özürlüydü. Küçük yaşta babasının zoruyla piyanoyla tanışmış. On yaşında önemli besteci Wolfgang Amadeus Mozart’la tanışmış. Mozart onun dehasını hemen fark etmiş. Genç yaşından itibaren işitme yetisini kaybetmiş ve 26 yaşına geldiğinde hiç duyamamaya başlamış. Buna rağmen çok önemli eserlere imza atmış. En önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen 9. Senfoni’yi duymamış.

Güneş doğuyorsa toprağı ısıtır. Toprak ki bereketini tüm hava koşullarına karşın esirgemeden verir. İnsan doğası toprak ananın doğasına eşdeğerdedir.

Beethoven bir mektubunda der ki; “Bir ihtiyacın baskısı olmadıkça, çekildiğim kuytu köşeden dışarı çıkmıyorum, hayatımı bir mahkûm gibi yalnızlık içinde geçiriyorum. Tesadüfen kalabalık arasına düşecek olsam, sağırlığımın sırlarını açığa vuracağım korkusuyla ölüm terleri döküyorum.” Ancak işitme yetisini kaybetmekten duyduğu mutsuzluğa rağmen sanatı için mücadelesine devam eder.

Aslında yaşamdaki gel-gitler herkesin zaman zaman yaşadığı duygulardır. Engelli olsun olmasın insanın doğası gereği tek düzey bir yaşam olanaksız. Zaman zaman moraller düşer/yükselir. Önemli olan üstesinde gelebilme gücünü yeniden kazanmaktır.

FRİDA KAHLO: Meksikalı ressam. Onun yaptığı resimlerin özgünlüğü, başka bir tabloyla karıştırmak olası değildir. Henüz beş yaşındayken babasıyla çıktığı bir gezi sırasında ayağı ağaca takılıp düşer. Bu olaydan sonra çocuk felci geçirir. Hayatı boyunca topallayarak yürüdü. Bacağı engelli olduğu için Frida’ya; “Tahta Bacak Frida” lakabı takılmıştı. Bacaklarının orantısız olmasından dolayı çok sevmesine rağmen kısa etek giyememiştir. On sekiz yaşında yaşadığı bir başka kazada; otobüsün tramvaya çarpmasıyla bir demir çubuk sol kalçasında geçerek omurgasını ve sağ bacağını etkiler. Hayatı boyunca 32 kez ameliyat olur. Sağ bacağı kangren yüzünde kesilir. Uzun süre komada kalır. Komadan çıkınca babasından resim ekipmanları satın almasını ister. Birçok ameliyattan sonra kısmen iyileşse de sağlığına kavuşamadı. Yatağa bağımlı yaşadığı yıllarda ailesinin desteğiyle resim yapmayı sürdürür. Yaşamın büyük bölümünü başının üstüne (tavana) konan aynaya bakarak oto-portrelerini yaparak yalnızlığının üstesinde gelmeye çalıştı. 1954’de hayatını kaybedince geride birbirinden değerli yüz elliye yakın eser bıraktı. Zor olan engelli yaşamda üretkenliğini devam ettirmeseydi o başarılıları elden edemezdi. Hiç kolay olmayan bu yaşamı, yaşanır kılmak bir azmin sonucudur. Bu durumdaki kişilerin en çok gereksinim duyduğu şey; sevgi, ilgi, arkadaşlık, dostluk diyebiliriz. Bunlar acıyı hafifleten, enerji veren değerli duygulardır. En büyük yük ailelere düşse de çevrenin desteği de önemlidir. “Engellinin silahı sabırdır…” Bu yaşam mücadelesine destek olmanın insanî bir görev olduğu unutulmamalıdır.

FRANKLİN D. ROOSVELLT: (30 Ocak 1882-12 Nisan 1945) Amerikalı avukat ve politikacı. 1921 yılında Campobella Adası’nda tatil yaparken rahatsızlanır. O dönem çok büyük salgın halinde olan çocuk felcine yakalanır. Hastalığı yenmesine karşın bacaklarındaki felç nedeniyle bir daha yürüyemez. Yaşamı boyunca hastalığının kalıcılığını kabullenmez. Birçok terapi denemesine karşın sonuç alamaz. Georgia’da satın aldığı büyük arazi üzerine felçlileri tedavi için hidroterapi merkezi kurar. Etrafındakilere iyileştiğini ikna etmeyi başarır. Çünkü halkın karşısına çıkabilmek için başarmak istiyordu. Maalesef yürüme yeteneğini geri getiremedi. Ama bu onun ideallerini, hedeflerini gerçekleştirmesine engel olmadı. Buna inançla yaklaşıyordu. ABD tarihinde engelli tek başkandı. New York eyaletine vali seçildi. 4 yıl başarılı valilik görevinden sonra, 1932 yılında ABD’nin 32. Başkanı seçildi.

Bu durumun; başarısına engel olamayacağını kanıtlarcasına en uzun başkanlık göreviyle, ABD tarihinde yerini aldı. ABD halkının sevgisini hak eden ender başkanlardan biri oldu. Bedensel engelinin ideallerini engel olmayacağını kanıtladı.

 “En büyük engel, engellenmektir.” Sözü günümüz dünyasında bu konuya yeteri kadar önem verilmediği gerçeğini yansıtmaktadır.

AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU: 1894’de Sivas Sivrialan Köyü’nde dünyaya geldi. Altı yaşında yakalandığı çiçek hastalığın nedeniyle görme yetisini kaybetti. Babası bu dönemi atlatsın, oyalansın diye ona saz alır. Onun görmeyen gözlerine manevi göz oldu sazı. Eğer görme yetisini kaybetmemiş olsaydı bir halk ozanı yine olacak mıydı? İşte orası bilinmez ama bıraktığı eserleriyle yaşıyor, yaşayacaktır. “Ben giderim adım kalır, dostlar beni hatırlasın” derken elbette eserleri, yaşam felsefesi, dil ustalığı, öğretmenliği ve engelli durumu yaşama sevincine engel olmadı

STEPHEN HAWKİNG: 8 Ocak 1942 yılında İngiltere’de doğdu. Ünlü fizikçi. Oxford Üniversitesi fizik öğrenimi gördü. Daha sonra doğa bilimlerinde onur madalyasıyla ödüllendirildi. Evren bilimi ve Evrenin temel prensipleri üzerine çalışmalar yaptı.  1973’de Gökbilim Enstitüsünden ayrılarak, uygulamalı matematik ve kuramsal fizik bölümüne geçti. Einstein’in Uzay ve zamanı kapsayan Genel Görelilik Kuramının, Big Bang’le başlayıp karadeliklerle sonlandığını gösterdi. Bu sonuç Kuantum mekaniği ile Genel Görelilik Kuramının birleşmesi gerekliliğini ortaya koyuyordu. Bu yirminci yüzyılın ikinci yarısının en büyük buluşlarından birisiydi.

Stephen Hawking 1960’ların başında yirmi bir yaşında tedavisi olmayan Amyotrofik lateral skleroz (ALS) hastalığına yakalandı. Motor nöronları zamanla ölerek felç etti. Ancak beyin ve zihinsel faaliyetlerine zarar vermedi. Sandalyede yaşamaya mahkûm oldu. Özel bilgisayarının hafızasında iki bin altı yüz kelime bulunmaktaydı. Dolayısıyla Hawking, duygularını, düşüncelerini ifade etmede kelime sıkıntısı çekmeden çalışmalarına devam etti. Kuantum ve karadelikler üzerinde yaptığı çok kapsamlı çalışmalarıyla tanınıyor. Yetmiş altı yaşında hayatını kaybetti.

Böyle bir deha acaba olanaksız bir ortamda olsaydı, hastalığından sonra çalışmalarını sürdürebilir miydi? O nedenle sorun engelleri aşabilmektir. Engelin ne zaman, kimin kapısını çalacağı bilinmediği içindir ki herkes kendisinin de bir potansiyel engelli olabileceğini unutmamalı.

Bunu gözden ırak tutmadan sorunları çözecek yöntemleri geliştirilip yaşama geçirilmeli. Gönül ister ki; herkesin ruh ve bedenen sağlıklı yerinde olsun, yaşam boyu sağlıklı kalsın. Olanaklı mı? Düşünmek gerek….

CHRİSTY BROWN: 5 Haziran 1932’de “Serebral Palsi” li olarak, Dublin’de doğmuş. Uzun süre hareket ve konuşma yetenekleri olmadan yaşamış. Doktorlar zihinsel olarak özürlü olduğunu düşünmüş ve ısrarla onu bir bakım evinde tutulması gerektiğini savunmuşlar. Ancak ailesi evde kardeşleriyle birlikte yaşaması konusunda ısrar etmiş. Christy, annesinde aldığı büyük destekle, tam olarak kontrol edebildiği tek uzvunu (sol ayağını) kullanarak yazma ve çizim yapmayı öğrenmiş. Resim eğitimi alamamışsa da, kilise okuluna devam etmiş. Edebiyat konusundaki yeteneğini ünlü yazar Dr. Robert Collis keşfetmiş. Kendisine yardımcı olmuş. “Sol Ayağım” adlı eserinin basımını sağlamış. Eseri on dört dile çevrilmiş. Hayatı boyunca yardıma gereksinim duymasına rağmen İrlanda’nın tanınmış yazarları arasına girmesini engellemedi. Kırk dokuz yaşında hayatını kaybeden Brown, birçok eser bıraktı.

Sol Ayağım kitabından alıntı: “Bütün mücadelem boyunca, diğer insanlarla iletişim kurma olayında konuşmak her zaman en büyük engelim olmuştur. Sakatlığımın bana fazla acı veren yanını oluşturmuştur.”

Daha nicelerini sıralayabiliriz. Metin Şentürk, Helen Keller, Kani Karaca, Ray Charles, Lokman Ayva, Eşref Armağan, Gültekin Yazgan….

Engellilerin yaşamını anlatmayalım, anlamaya çalışalım. Onların yaşadıkları; mücadeleleri, kırgınlıkları, isyanları, iyimserlikleri, karamsarlıkları, ruhsal çöküntüleri kısacası iç dünyalarındaki dört mevsimi bilmeden acıyarak bakmak ne denli büyük bir haksızlık. Hem de farkında olmadan yaptığımız bizce masumane, onlara göre acı… Ne mi yapabiliriz? Birlikte güç doğar sözünden yola çıkılırsa kıraç topraklarda çiçekli bahçeler yaratabiliriz. Sevgi; engelleri aşan güç olsun. Engelleriyle sevelim. Yaşam kimseye garanti belgesi vermez. 19 Ağustos 2022

Cengiz Köse
GÜLÜŞLERİM KALDI REHİN

 
Yine de gülümseyebiliriz değil mi
ya da bıyık yapabiliriz
büyümeyen hayallerimize
bir küçük gülücük çizebilir miyiz
 
Nasıl da kahramandım
sonsuzluğu bağlarken
bir topacın ipine
 
Nasılsa benden yanaydı zaman
kum saatlerini kırarken kahkahalarla
annem yeraltına çekilmemiş
evdeyken babam ırmak uzakken
 
Sıcaktı her şey yumuşacıktı
gülümsemeler doluşurdu gözlerime
bahar ve dolunay yakın dururdu
masallar vardı anlatılan kahramanıydım
 
Bir köpeğin sadakatine ihanet ettim
ummazdı bunu benden ama miskindim
istemedim çünkü ırmakta yıkanmayı
çünkü gürültüsünü sevmedim
çünkü sağırlar ister körler sever duymayı
 
Kırdığım kum saatlerinin çölündeyim şimdi
çorak toprak yağmursuz iklim
dokunduğum her yer ateş
Öptüklerim leş
 
Herkes mi büyüktü benden
evrenin seksek boyutunda
gülüşlerim kaldı rehin
 

Nermin Akkan
HALİT FAHRİ OZANSOY

 

‘Şair’ dediğin; dürüst, cesur, cömert, özgün ve özgürdür. Kalemini küçük hesaplar uğruna büyük makamlara mala yapmayan ayrıksı bir kimliktir. NA

Yaşamını, eğitimini, kişiliğini ve eserlerini incelemek bir sanatçıyı tanımanın en önemli yoludur; onunla çok yakın ilişki içerisinde bulunmamış birlikte yol yürümemişseniz.

Tarihin ele gelen tüm dönemlerinde yaşamış sanatçılar, bu yolla bugüne dek taşınmış ve bir şekilde yaşatılmıştır.

Sanatçıyı bu yolla ölümsüzleştirmenin sanatçıya öldükten sonra bir katkısı var mıdır bilinmez. Ancak çeşitli çalışmalarla güne taşımanın, öne çıkarmanın kime ne yararı olduğu üzerinde biraz düşünmek gerekiyor. Bu düşünme eylemiyledir ki sanatçının kimleri, nasıl ve ne şekilde etkilediğini öğrenir, bu bilinçle tanıma tanıtma çabamızı ihtiyaçtan ziyade zorunluluk noktasına taşırız.

Bu konuda anlaşma sağlandığına göre eserlerinden giderek araştırmacı, tiyatrocu, gazeteci, eğitimci, öykü yazarı, romancı, şair diye isimlendirebileceğimiz Halit Fahri Ozansoy'u tanıyalım ve bu tanıma sonunda kıymetli şairimizden kendimize katabileceklerimizle zenginleştirelim edebi kimliğimizi.

1891 yılında İstanbul’da doğan Halit Fahri Ozansoy; tıp, tarih, tiyatro ve şiir olarak basılı pek çok eseri bulunan Mehmed Fahri Paşa ile Zehra Hanım’ın oğludur. Küçük yaşta annesini kaybeden şair, Halit olan adına babasının ikinci adı olan Fahri’yi ekleyerek Halit Fahri olarak değiştirmiş, soyadı kanunuyla birlikte de atalarının ozan/kam olarak genetik yatkınlığı olduğu inancıyla ‘Ozansoy’ soyadını almıştır.

Şair Ziya Gökalp'in teyzesinin torunu ve Süleyman Nazif'in yeğeni olan Halit Fahri Ozansoy, şiir ve yazı yazma yetisini ve zevkini ailesinden almıştır.

Şiire aruzla başlayan Halit Fahri Ozansoy'un, bu dönem eserlerinde Fecr-i Ati etkisinin görülme nedeni olarak Ahmet Haşim ve Celal Sahir ile ilişkileri gösterilir. Tevfik Fikret’in okul müdürü olması, onu yakından tanıyarak ona hayran olması, edebiyata olan ilgisini artırmış ve iyiden iyiye geliştirmiştir. İlk yazısı, Fâcia-i Beşerden Bir Levha başlığıyla Mart 1910 tarihli Tirâje, ilk şiiri Mâzideki Aşk İçin Sana, 1912’de Rübâb dergilerinde yayımlanmıştır.

İtiraf adlı tiyatrosunu da yayımladığı Rübab, ilk kalem tartışmalarına katıldığı dergidir.

Her ne kadar şiire aruzla başlamış olsa da Halit Fahri Ozansoy, Aruza Veda şiiriyle bu şiir ölçüsünü bırakmış hece ölçüsüne ve sade Türkçe'ye yönelerek Yeni Mecmua çevresinde toplanıp Beş Hececiler olarak ad alan gruba dahil olmuştur. (Halit Fahri Ozansoy. Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek ve Faruk Nafiz Çamlıbel)

ARUZA VEDA

İlk hasretiyle gençliğimin ilk elemleri
Ey paslı tellerinde gülen, ağlayan aruz
Ey eski dost yâd edelim eski demleri
Madem ki son sadânı dağıtmış, yorulmuşuz!
 
Anlat alevli bir çölün üstünde ansızın
Billur sesinle hıçkırarak doğduğun günü.
Binbir diyarda binbir ilahi güzel kızın
Anlat nasıl terennümün inletti gönlünü.
 
Neydin gönülde, şimdi ne oldun zavallı sen
Hıçkır benim de bari bu son gizli nâlemi.
Timsalin âsumanda ziyalarla işlenen
Bir pembe gül mü, yoksa bir altın piyale mi?
 
Akşam gruba karşı tüten bir buhurdanın
Hüznüyle şahit olma nihayet zevaline.
İran yoluyla - Zühre tâcın, nağme kervanın -
Şâhane geldiğin gibi şâhane git yine.
 
Biz şimdi başka bir yeni âhenge bağlıyız:
Âşık sazıyla geldi erenler bu meclise
Yalnız bugün senin gibi ölgün sadâlıyız
Zira bu saz da parçalanır gülmek istese.
 
İncitmeden rübabını insafsız ellerin
Zalim temaslarıyla zamanın sitemleri
Ah ayrılırken, inleyerek paslı tellerin
Ey eski dost, yâd edelim eski demleri…

 Halit Fahri Ozansoy, bu grubun en iyi şairi, en ünlüsü olmamakla birlikte edebiyata bağlılığı açısından grubun diğer üyelerinden daha çok emek vermiş ve daha çok eser kazandırmıştır.

Her ne kadar aruzu bıraktığını söylese de aruzu tamamıyla bırakmamış, Cumhuriyetin ilk yıllarında kaleme aldığı bazı şiirlerinde yine aruzu kullanmıştır.

Gülistanlar Harabeler (1922) isimli kitabında yer alan şiirlerin çoğunu aruzla yazmıştır.   

1931’de yayımladığı Balkonda Saatler adlı kitabıyla heceye tam anlamıyla yönelmiş heceye yeni bir ruh kazandırma gayreti içine girmiştir. Zaman zaman da serbest şiiri denemiştir.

Yaşamı boyunca kalemini çıkarını ön plana alarak hiçbir dostunu arkadaşını kalemdaşını incitme, aşağılama, taraflama anlamında kullanmamış bir edebiyatçıdır. Hiçbir zaman da kendisini ön planda tutmak anlamında özel bir gayret sarf etmemiştir.

1914’te Darülbeday-i Osmaniye sınavını kazanarak tiyatro bölümüne kaydolan Halit Fahri Ozansoy, tiyatro ile de yakından ilgilenmeye başlar. Dârülbedâyi-i Osmânî’yi kurmakla görevlendirilen André Antoine’ın da üyeleri arasında bulunduğu jüri önünde Abdülhak Hâmid’in Nesteren ve Şahâbeddin Süleyman’ın Kırık Mahfaza’sından iki sahneyi canlandırır. Jüri tarafından yapılan değerlendirme sonucu başarılı bulunan Halit Fahri, 14 Temmuz 1914 günü Dârülbedâyi-i Osmânî’ye kaydolur. Kısa bir öğrencilik döneminden sonra aynı okulda öğretmen yardımcılığına kadar yükselmiştir. Oyunculuk merakı çevresinde onay görmediğinden kısa bir süre sonra Darülbedayi’den tamamen ayrılan Halit Fahri, 1914’te Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’ne bağlı olarak kurulan Millî Türk Cemiyeti’nin kuruluşunda görev alarak cemiyetin yöneticileri arasına girmiştir.

Aynı yıl Antoine’ın yazmış olduğu bir lâyihayı Fransızcadan Türkçeye tercüme eder. Hemen bir yıl sonra Baykuş adlı piyesi yayımlanır. Kaleme aldığı bu piyes, Dârülbedâyi’de oynanan ilk Türk dramı unvanını kazanır. Daha sonra Dârülbedâyi’den ayrılır.

1915 yılında Talat Paşa’nın daveti ile Çanakkale Cephesini ziyaret eden şairler arasında yer alan şair izlenimlerini Cenk Duyguları (1917) adıyla kitaplaştırmıştır.

Yaşamı boyunca bu alanda sistemli bir düzen içinde eser vermeyi sürdürmüştür. 1916 yılında sınavla öğretmenlik hakkı alarak Muğla Lisesi'ne edebiyat öğretmeni olarak atanmıştır. Bir yıl Muğla’da, bir yıl da Konya'da çalıştıktan sonra İstanbul'a dönmüş ve kırk yıl süreyle İstanbul’un çeşitli okullarda edebiyat öğretmenliği yapmıştır.

Eşinin ölümü üzerine bunalıma girip hastalanmış, ilk dokuz şiir kitabını ardı ardına yayımlamış, 1936’da yayımladığı Sulara Dalan Gözler’den sonra şiir kitaplarına yirmi altı yıllık bir ara vermiştir. Eşi için yazdığı şiirlerini topladığı Hep Onun İçin adlı şiir kitabını 1962’de çıkaran şair 1964’te son şiir kitabı Sonsuz Gecelerin Ötesinde’yi yayımlamıştır.

Vatan Destanı ve Kedim şiirleriyle ilkokul ders kitaplarımızda da yer almış, ömrünü şiir, tiyatro, deneme, makale, roman vb. edebiyat çalışmalarıyla (11 şiir kitabı, 8 oyun, 2 roman, 50 kadar çeviri vb.) doldurmuştur.

VATAN DESTANI

O kadar dolu ki toprağın şanla,
Bir değil, sanki bin vatan gibisin.
Yüce dağlarına çöken dumanla
Göklerde yazılı destan gibisin.
 
Hep böyle bulutlar içinde başın,
Hilâli kucaklar her vatandaşın.
Geçse de asırlar, tazedir yaşın,
O kadar leventsin, fidan gibisin.
 
Çiçeksin, bayılır kuşlar kokundan,
Her dalın bir yay ki zümrüt okundan
Müjdeler fısıldar Ergenekon'dan:
Bu sese gönülden hayran gibisin.
 
Ey bütün cihana bedel Türkeli,
Açtığın cenklerin yoktur evveli.
Tarih bir nehir ki coşkundur seli.
Sen ona nisbetle, umman gibisin.
 
Bir yandan hep böyle taştın, köpürdün,
Bir yandan cefalı bir ömür sürdün,
Fakat ne derece ezildinse dün.
Şimdi gene tunçtan kalkan gibisin.
 
Bir insan nihayet kemikle ettir,
Bu et, bu kemiğe can hürriyettir.
En büyük hürriyet Cumhuriyettir,
Demek şimdi sen bir cihan gibisin.
 
Ey ana toprağı, ey Anadolu,
Açıldı önünde terakki yolu.
Hamdolsun her yanın bereket dolu,
Cennette bir yeşil meydan gibisin.
 
Yeni bir ay ördün al bayrağına,
Girdin en sonunda irfan bağına,
Medeni hayatın nur ırmağına
Ezelden susamış ceylan gibisin.

 

KEDİM

henüz bir yaşında;
Uyur hep soba başında.
Hem cesurdur, hem de kurnaz.
Bir tıkırtı duyar duymaz.
Uyanır, aslan kesilir;
Gözleri volkan kesilir.
O geldiği günden beri
Bizim evin fareleri
Damdan, tavandan indiler,
Birer deliğe sindiler.
Koşup yakalıyor hemen
Yuvasından, deliğinden
Çıkanları diri diri.
Artık bunlardan hiç biri
Dolaplarıma girmiyor,
Kitapları kemirmiyor.

Kalıcı ve asıl başarısı Fransızcadan yaptığı Alphonse de Lamartine’nin roman tercümeleridir. Fransız Ankara büyükelçisi, Fransızca’dan yaptığı tercümeler ve Fransız kültürüne katkılarından ötürü kendisine 1969 yılı sonunda Millî Liyakat Nişanı ve şövalye payesi vermiştir. İkinci önemli çıkışını ise dost canlılığını, vefasını ve içtenliğini sergileyen, “Edebiyatçılar Geçiyor” ve “Edebiyatçılar Çevremde” adını verdiği anı kitaplarıyla yapmıştır.

Bu kitaplar, ayrımsız ele aldığı ünlülerle ilgili çeşitli anıların dolu olduğu kutsal bir sandık gibidir. Halit Fahri Ozansoy'un bu anılarla edebiyat tarihimize katkıları, başka hiç bir yazarda bulamadığımız genişlik ve zenginliktedir.

O yüreğinin inceliğiyle, tüm dostlarından sevgiyle dolu, uzun uzun söz eder anılarında. Bu anı kitapları, sadece edebiyatçılar için değil, sosyoloji gibi toplumsal konulara ağırlık veren alanlar için de vazgeçilmez bir kaynaktır.

Çok yönlü bir şair olan Halit Fahri Ozansoy, pastoral, lirik ve sembolik şiirler de yazmıştır.    

Şiirlerinde doğa, kadın, vatan, millet, ölüm, aşk gibi birbirinden farklı konularla birlikte bireysel konular da işlemiş, ölüm temasını hemen her eserinde işlediği gibi tiyatro eseri olan Baykuş’ta da yoğun bir şekilde işlemiş ve seçtiği bu konular nedeniyle de “Hüznün melankolik şairi” olarak anılmıştır. Şiirlerinde egzotik sahnelere, mitoloji ve masal âlemlerine de yer veren şairimizin tarihe geçecek nitelikte bir şiiri olmamışsa da Servet-i Fünun dergisini yönettiği yıllarda (1926 - 1942), sonradan birer şöhret olan yetenekli gençleri, kendine özgü sezgisiyle seçip destekleyerek ve onlara anılarında da yer vererek edebiyatımızda adını ölümsüzleştirmiştir.

Ömrünün son yıllarını Kızıltoprak’ta geçiren Halit Fahri Ozansoy, yirmi yıl boyunca yazları Büyükada’daki yazlığında geçirmiştir.

23 Şubat 1971’de İstanbul’da kalp krizinden ölmüş vasiyeti gereği Türkçe kitapları Beyazıt Devlet Kütüphanesine, Fransızca kitapları Galatasaray Lisesine verilmiştir.

Yapıtları; İkdam, Alemdar, İleri, Akşam, Hâkimiyet-i Milliye, Cumhuriyet, Büyük Mecmua, Rübâb, Dergâh, Hayat, Fikir Hareketleri, Millî Mecmua, Resimli Ay, Dârülbedâyi, Şehir Tiyatrosu, Türk Tiyatrosu, Varlık, Hisar gibi çok sayıda gazete ve dergide yayımlanmıştır.

Yapıtları:

Şiir: Rüya, Cenk Duyguları, Efsâneler, Zakkum, Bulutlara Yakın, Gülistanlar Harabeler, Paravan, Balkonda Saatler, Sulara Dalan Gözler, Hep Onun İçin, Sonsuz Gecelerin Ötesinde.

Tiyatro: Baykuş, İlk Şair, Sönen Kandiller, Nedim, On Yılın Destanı, Hayalet, Bir Dolaptır Dönüyor, İki Yanda, Ali Baba yahut Kırk Haramiler, Fatma'nın Dileği, Oyuncaklar, Nesrin’in Üç Elbisesi, Fedâkârlık.

Roman: Sulara Giden Köprü, Âşıklar Yolunun Yolcuları, Yol Geçen Hanı

Öykü: Erkekler İçinde, Filme Alınan Romanlar, İki Kelime, İnanma: Sevdiği Benim

Anı: Edebiyatçılar Geçiyor, Dârülbedâyi Devrinin Eski Günlerinde, Eski İstanbul Ramazanları, Edebiyatçılar Çevremde.

Araştırma-İnceleme: Goethe’nin Aşkları ve Aşk Şiirleri, Yunan Tiyatrosu: Tragedia, Fransız Edebiyatı ve Edebi Okullar, Yardımcı Bilgilerle İncelemeli Batı Edebiyatı Örnekleri.

Masal: İlk Şair, Binbir Gece Masalları

 

Mehmet Kuvvet
DIŞARI ÇIK ÇOCUK

 
annesi karanlığa haykıran çocuk
ve bitimsiz yeni türküler,
bekle kapı eşiğinde
direniş kalbinde rüzgar
sen gerçeksin, al kendini ve
dışarı çık çocuk!
 
tüm çiçekler soldu, kısıldı ses
birilerine varlığın yokluk
hovu sönmeden kalbinin
inançlar kaybolmadan, eğilmeden
göğsün kabarık, başın dik
boşa gitmesin yol
dışarı çık çocuk!
 
tutsaklık başlamadan zulme
yurdun senin, kanma, kanama
uyusun bebekler, gençliği uyandır
dışarı çık çocuk!
 
haklıyken,
karalar bağlama
sevişmenin en tatlı yerinde
korkuyu unut körpe yürekler için.
besleme acıyı,
bırak arkanda kalsın enkaz.
soldurma maviyi,
tuz basma yarana.
diren ve
dışarı çık çocuk!
 
mavi atlasa yakışmaz paslı demirler
…anaların oğullarıyla doğurgan türküler söyle,
umuda yürü yürekten
başkası gerekmez
dışarı çık çocuk!
 
kar yağar sana karışırlar,
yüreksizler, satılmışlar,
ülkesiz ve ilkesizler.
 
bir şehit daha!
 
bu memleket senin
bakma “dağlar dağlar” demelerine
sevdiğin dağlar “delik deşik”
yeşert yüreğini özgürlüğe ve
dışarı çık çocuk!
 

Şahizer Senem Telli
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ

 

“Masallar hep böyle başlar,” dedi annem. Demek ki bu, değişmez kuralıydı masalların. Anneler doğru söylerdi, inandım.

Bir yetişkin olarak da masal dinlemeyi hâlâ çok seviyorum. Girişindeki tekerleme sözleri nedenini bilemediğim bir şekilde rahatsız ediyor. Anlamlandıramadığım bir burukluk, huzursuzluk veriyor bana.

Nedenini araştırmak istiyorum. Yaşamımı didiklemeye başlıyorum, Baş edemiyorum. Bırakıyorum, olduğu gibi, olduğu yere. İşin içinden çıkamıyorum…

Ellili yaşlarıma gelince tekrar sorgulamam için nedenlerim çoğalıyor. Artık kaçamam bu gerçekten çünkü torunuma anlatacağım masallarım var.  Sorgulamalıyım rahatsızlığımı, yılların verdiği yaşanmışlıklarla yaklaşıyorum konuya. Düşünüyorum, bir iç yolculuğuna çıkıyorum…

Beş yaşındayım. Sabahları en erken anneannem ve ben uyanıp, sofada buluşurduk. Kırışık yüzünde ona çok yakışan bir gülücük ve kocaman açılmış kollarla kucaklar, sımsıkı. Sarmalamış kolları, içimdeki güveni büyütür, genişletir, huzur dolarım, dünyanın en korunaklı insanı olurum. Zayıf bedeninden umulmayacak kadar güçlü kolları her seferinde şaşırtır beni. Siyah, badem gözlerinin bitiminde, kalın kaşlarıyla buluşur, kaz ayakları. Ahırın loşluğunda göz çukurlarına kaşlarının gölgesi vururdu, bana çok ilginç gelen. İnce dudağının üstünde koyu, büyük bir ben vardı. Üzeri kıllarla kaplı, “Benim bıyıklarım” dediği, ona çok yakıştırırdım. Beyaz, oyalı tülbendinin çevrelediği oval yüzü yumuşacık hatlarıyla ve açık teniyle çok uyumluydu. Elleri ve ayakları minyon tipinin aksine büyük sayılırdı. Paylaşmayı ve konuk ağırlamayı çok severdi

Evin girişindeki ahıra, ineklerin yanına iner, süt sağardık birlikte ben saman balyalarının üstünde; anneannem ineğin memelerinde. Sağılırken ilk inen sütün incecik metal sesi,  kovadaki seviyesi yükseldikçe yerini köpüğün fışırtısına bırakırdı. İnceden kalına dönüşen süt sesinin ritmini çok severdim, beni büyülerdi. Ayaklarımı sallayarak eşlik ederdim bu sese ve ineğin salladığı kuyruğuna.

“Anneanne, ben de yapmak istiyorum senin gibi,” diyorum her seferinde, yanıtını bilerek.

“Olmaz Mor Kızım! Büyüyene kadar bekle. Elin benim kadar büyüyüp, boyun benimki kadar uzayınca,” der, kabullenirim. Çok seviyorum anneannemi, üzmemek var düşüncelerimde ama ellerimin onunki kadar büyük olmasını da istemem. “Ellerim büyümeden olmaz mı?” diye sorarım. “Memelerini küçük ellerle saramazsın, altında kaybolursun ineğin,” diyerek neşeli bir kahkaha atardı, gülüşürdük birlikte.

Sütler sağılıp, büyük kazanlara süzülür ama evde hâlâ uyanan kimse olmazdı. Uyanmalarını da istemiyordum içten içe. Yaşanan anın güzelliklerini ve anneannemi paylaşmak istemiyorum belli ki...

Dedem, fışırdayarak yakardı ahırın yanındaki mutfak ocağını. Korkarak dinlerdim, onun çıkardığı sesleri çünkü nefes alamadığını düşünür, kaygılanırdım. Ya dedeme bir şey olursa… Bu mutfak sadece süt kaynatmak, peynir, çökelek, yoğurt yapmak için kullanılırdı. Odanın tam ortasında tavandaki ağaçlara urganlarla tutturulmuş deri tulumdan yayık vardı. Anneannemin yayık yayarken çıkardığı ritmik sesler, çevresinde dönerek dans etmeme neden olurdu. Onun sevgiyle bakışı yaratıcılığımı arttırır, yeni figürler uydurma zorunluluğu duyumsatırdı bana.

Dedem, Anneannem ve ben (!), birer ucundan tutup, ocağın içindeki üçgen sacayağına koyardık kazanı. Süt kaynar, anneannem ya da dedem savururlar onu kocaman ahşap bir kepçeyle. Mis gibi kokular yayılır, tüm eve. Zaman zaman üzerinden tahta kaşıkla aldıkları kaymakları bir sahanın içinde biriktirirlerdi. Ben bu kaymakların kime ayrıldığını bilerek her defasında sorardım.

“Neden ayırdınız onu?”

Karşılıklı gülmeler, kıkırdamalar, gıdıklaşmalar ve duyduğum huzur… Dedem bizi yenerdi hep, en çok o gıdıklardı bizi. Dedem, iri yapısıyla bir güreşçiyi andırırdı. Her sabah özenle taradığı kır sakalları ve bıyıkları, kolonya kokardı. Elini neye atsa çok iyi yapan,  mahir bir insandı. Torunlarının yanında dikkatli olsa da argolu konuşması, gür sesi vardı. Köylü ona; “Kara Musto” derdi esmerliği ve gözü karalığından dolayı fakat yumuşacık bir yüreği vardı.

Kaymaklı kahvaltım bitince uyanırlardı diğer kuzenlerim, teyzem, annem, kardeşim. Onlara yakalanmadan yaptığım her kahvaltı içimde duyumsadığım kazanılmış bir zaferdi. Anneannem, onların arkasından bana göstererek, sessiz alkışlardı beni. En büyük ödül!

Ev halkı kahvaltıya hazırlanırken, dedem beni atın heybesinin bir gözüne yerleştirmiş olurdu. Denge için diğer göze boş su testileri koyardı. Ben, su testileri ile at sırtında dedem yürüyerek yola koyulurduk. Su değirmenine geldiğimizde gözlerim, dayımın kızı Tombik Yıldız’ı arardı. Biz onunla çok iyi anlaşamazdık, ama çok yaratıcı oyunlar oynardık. Yıldız, beni her hırpaladığında dedemden azar işitirdi. Bu nedenle, o da işini gizli yapmaya özen gösterirdi.

Öğlen olduğunda yengem ikimizi de değirmenin önünden alırdı. Biz yemeklerimizi yiyip, sofra başında sızardık. Uyandığımızda oturma odasının divanında olurduk hep. Kim önce uyanmışsa diğerini uyandırırdı. Bu değişmezdi.

Bir gün dedem, oynamamız için bir karış derinliğinde,  yarım ay şeklinde ince bir arık açtı, değirmenin coşkulu akan kocaman su kanalına bağlı. Küçük arığa üst koldan su giriyor, alt ucundan tekrar büyük kanala bağlanıyordu. İkimiz de bayıldık bu organizasyona. Yaz sıcağında buz gibi sularla oynamanın keyfini çıkarıyorduk. Bir gün, kamışlardan değirmen yapmayı öğretmişti, kollar suya değdikçe dönüyor, bizi keyiflendiriyordu.  Bunun üzerine,“ Sizin kuş gibi cıvıldamanız yok mu? Bana daha çok şeyler yaptırır” demişti dedem. Başka bir gün, bu kollara uygun çamurdan değirmen evi yaptık suyun üzerine, altından suların aktığı. Çok ama çok güzel olmuştu eserimiz. Kendimizle öyle gurur duyduk ki, o gün hiç kavga etmedik. Ohh… Ne büyük bir mutluluk bu!

Akşam olunca dedem:

“Hadi, Morkız yolcu yoluna yakışır,” derdi.

Yıldız dedemin ve benim arkamdan ağlardı hep.

“Ben de geleceğim sizinle,” diye inceden bir nağme tuttururdu.

Sabah geldiğim heybe gözünü bahçeden toplanmış taze sebze ve meyveler ile paylaşıyordum. Dedem, Morkız’ını(!) heybenin bu yanına; heybenin karşı gözüne de buz gibi suyla doldurulmuş toprak testileri koyardı. Denge kuruluncaya kadar denemeler yapılır ve yola koyulurduk. “Morkız” takma adını çok seviyordum. O günlere ait her yaşanmışlığımda mutluluk, güven, huzur var.

Akşamın rehaveti ile işten, tarladan dönen akraba köylüler ile kısa sohbetler yapılırdı. Tadına doyulmaz bu anların bitmesini hiç istemezlerdi, hem dede hem de torun.

Annem istisnasız her gün:

“Nerede kaldınız, merak ettim?” derdi.

Her defasında da bunu inandırıcı bulamazdım. Çünkü evde olduğumda kardeşimle ilgilenmekten beni görmezdi bile. Anneme kırgındım çünkü kardeşimi benden daha çok seviyordu. Ama anneannem ve dedem öyle miydi ya? En çok beni seviyorlar, hediyeler alıyorlar, bana zaman ayırıyorlar, kahvaltı yapıyorlardı.

Sonradan kızlarının işini kolaylaştırmak için, benimle daha çok meşgul olduklarını öğrendiğimde bile onları sevmekten vazgeçmedim. Çok ama çok sevdim.

Bu serüven dokuz yaşına kadar devam etti. Okullar tatil olduğunda köye gitmeye can atıyordum çünkü “Morkız” olmayı çok seviyordum. Okuma öğrendiğimden bu yana anneanneme ve dedeme kitap ve gazeteler okuyor, küçük işlerinde yardımcı oluyordum. Onlar da ben de memnunduk yaşamımızdan.

O yaz sonuna doğru birden bire anneannem hastalandı. Dayım, teyzem, annem herkes doluştu eve. Kalabalıkta çok şen olurdu bu ev ama bu defa başkaydı. Herkes telaşlı, üzgün, az ve sessiz konuşur olmuştu.

Eylül’ün ilk günlerinde bir gece aniden köyün minibüsü evin önünde durdu. Hayal meyal, rüyayla gerçek arasında anlamsız bir olay yaşanıyordu. Annem beni uyandırdı.

Hepsi benden küçük olan; “Kuzen ve kardeşlerine göz kulak ol. Biz akşama döneriz, teyzeni üzmeyin e mi?” dedi ve gitti.

Aradan bir hafta gibi bir zaman geçmişti ki babam geldi.

“Okullar açılacak, size alış-veriş yapmamız gerekecek,” dedi.

“Anneannem gelmeden ben gitmem,” diye karşı çıktım. “Söz, anneannen geldiğinde izin alıp getireceğim seni,” dedi.

Bizi alıp ilçedeki evimize getirdi.

Yaklaşık bir ay annemsiz günler geçirdik. Babamın anneliğini çok beğenmiştik. Bize sevdiğimiz yemekleri yapıyor, sevmediğimiz yemeklerde ısrarcı davranmıyordu. Yaşasın özgürlük!

Bir sonraki yaz tatilinde köyde sadece bir hafta kaldım. Anneannemsiz, kahvaltısız hiç tadı yoktu köyün. Beni ne hüzünlü dedem, ne teyzem, ne dayım, ne de kuzenlerim oyalayamadı. Yıldız’la kavganın bile tadı yoktu.

Hazırlanan kahvaltılar eksiksizdi ama onu güzelleştirip, özelleştiren; bana özel töreni eksikti. Ne anlamı vardı, yemenin içmenin?

İlerleyen yaşlarımda kahvaltı öğünlerini sevemez oldum. Anneannemin gidişini kabullenmemek için. İnsan, yaşamı boyunca her kahvaltı saatinde hep aynı kişiyi düşünür mü ısrarla? Ben düşündüm. Anneannem akşam vardı, sabah kalktığımda yoktu. Bir vardı, bir de yoktu…

Kendimle yüzleşinceye kadar ne kahvaltı yaptım ne de masallardaki “Bir varmış, bir yokmuş” söylemini sevdim. Öğrencilerime “Kahvaltı yapmadan okula gelmeyin, aklınız midenizde olduğundan dersleri anlamazsınız,” diye öğütlerken, kahvaltısız oluyordum hep. “Herkese verir talkımı, kendi yutar salkımı” diyerek içten içe kendimle alay ederdim.

Sonunda bohçam açılmış, içindekileri gün yüzüne çıkmıştı. Anneannemle vedalaşamamam onun ölümünü kabullenemeyişimmiş yaşama itirazlarım. Onu mezarında ziyaret edip, dertleştikten sonra içimdeki düğümler bir bir çözülebildi ancak.

Şimdilerde anneannemi öykünmeye özen gösteriyorum. Hafta sonu kahvaltılarında, kendi torunlarıma sevgiyi, güveni, huzuru yansıtacak, törenlerin kurgularını düşünüyorum.

Göztepe 2000

Nilüfer Açılan Yıldız
ANLIK SEYİR

 
ezberi var tabiatın
kendi içini gözetleyen
 
sanma ki cihetin altı boş üstü boş
uzanır bir el, yeşerir yeniden
 
işte bak, safran sarısı gözlerden
sehere üflüyor ahenk
mutlaka gelir giden
 
suya söyle
bu devri de devir
ören yeri hasret
ikindide kırmızı
balkılarda bekleyecek
 
bu ahmak kervan
uykulardan uyansa, ah!
usulca geçip
bir zan eğrisinden dağlara baksa
koklasa, kırçiçeklerini görür
gökkuşağı kadar ömür
bir yanı bulut içinde
bir yanı anlık seyir

 

Fazilet Özkan Por                   
ÖZGÜR’ÜN ÖZGÜRLÜĞÜ

 

Yavaşça kapanan sokak kapısının sesiyle silkinip, duvardaki saate baktı. Dalgınlığına gelmiş evin karşısındaki okulun ders bitiş zilini duymamıştı. Ispanakları ayıklamayı bıraktı… Ellerini yıkarken seslendi.

- Özgür!

Anahtarıyla açıp kedi gibi girmek de neyin nesiydi... İnce bir zincirin ucundaki anahtarı, boynunda kolye gibi taşımak hoşuna gidiyor, dışarıdan geldiklerinde becerebileceğini göstermek için hep o açıyordu. Ama okuldan gelince zili çalar, kapı açılır açılmaz, ışıl ışıl gözleriyle küçük bir adam sarılırdı boynuna.

 - Hoş geldin canım!

Bir kez daha seslendi mutfaktan; boşuna olduğunu bilemeden!

Titizlendiğini bilir, eve gelir gelmez önce ellerini yıkar, sonra üstünü değiştirirdi. Sessizce girip, görünmeden banyoya değil doğru yatak odasına gidişi, ters giden bir şeylerin işaretiydi sanki. Ardından gitti.

Yatağın kenarına uzanıvermiş yüz üstü yatıyordu, okul giysileriyle.  Girdiğini duymazdan gelip kımıldamadı; soru sormasını engellemek, konuşmamak için… Kırgın, küskün, üzgün olduğu zamanlardaki gibiydi… 

- Süt ister misin, dedi; anaç sesiyle… “Yatar yatmaz uyuyamazsın, uyumadığını biliyorum.” dercesine… Okuldan acıkmış gelir, süt ile bir dilim tereyağlı ekmek yemeyi severdi; akşam yemeği zamanına dek.

Duvara doğru yanaşıp, başını yastığa iyice gömdü. Bu durumda konuşamazdı. Konuşmayacaktı...

Duvarlara söylediğine aldırmadan, yüzünü göstermemesinden ağladığını anlayıp içi yanarken:

- Neyin var, hasta mısın, dedi; suskunluğunu umursamadan.

 Yanıt alamayacağını anlayınca üstelemedi…

Her zaman kapının yanındaki masanın üzerine koyduğu çantası yerinde değildi. Bakındı… Masanın altına doğru fırlatıvermişti.

“Çocuklar unutkan olur, hele de ilkokul birinci sınıftakiler.” diyordu öğretmeni.

Fırlatılıp atılan çantayı aldı, açtı. Günlük defterini çıkardı, ev ödevlerinin de yazılı olduğu en son sayfaya baktı!

Görüşmek istiyor, yarın okula çağırıyordu. Oysa geçen hafta görüşmüşlerdi.

Hiç bir şey söylemeden, yavaşça çıktı odadan…

İki ay olmuştu okula başlayalı, ama bir türlü uyum sağlayamıyor, bağ kuramıyordu sınıf arkadaşlarıyla. Öğretmeni bir soru sorarsa derse katılıyor, sormazsa sessizce oturuyordu. Sınıfındaki çocuklardan ve oyunlarından uzak duruyor, ders aralarında birlikte oynamak için de bahçeye çıkmıyordu. Paylaşmaya yanaşmıyordu, silgisini bile… Çocuklarla çocuk olamıyor; şakalarını anlayamıyor, ağlamaya başlayıveriyordu hemen. Böyle anlatıyordu öğretmeni...

Yalnızca okulda, sınıf arkadaşlarıyla da sınırlı değildi ki uyumsuzluğu. Toplumsal alanda yer almaktan da, onun bir parçası olmaktan da kaçıyor, insanlarla ilişki kuramıyor, sorun yaşıyordu. Ve en önemlisi de insanlardan korkuyordu... Apartmanın önünde komşu çocuklarla oynamak da istemiyor; parkta, bakkalda, manavda, pazarda kimseyle konuşmak da… Annesinin gölgesi gibi el ele dolaşıyorlardı; her yerde.

Sevgisini, ilgisini görmediği, birlikte yaşamadığı, kendisine örnek alacak babasını tanımadığı için erkeklerden çekiniyor, uzak duruyordu. O yüzden, kayıt yaptırırken erkek öğretmeni olmasın istemiş; okul müdiresi de anlayış göstermişti. Güleç yüzlü öğretmeni, çocuklara anne sevecenliğiyle yaklaşıyordu. Özgür’ün özel durumunu bildiğinden daha çok ilgileniyordu üstelik. O da ısınmıştı öğretmenine yavaş yavaş.

Ne olduğunu, neler duyabileceğini düşünürken, hüzünle, kavruldu yüreği… O günlere, o yıllara gidiverdi istemeden…

“Yaşamadım” saymaya çalıştığı, unutmaya çabaladığı, tek avuntusunun oğlu olduğu o acılı yılların, geçmişinin fısıltıları kulaklarındaydı... Tüm ağırlığıyla üzerindeydi yine…

Kimsenin yaşamak zorunda bırakılmaması gereken yerdeydi.

Bebeğini de böyle bir yerde dünyaya getirmiş, kendisine özgürlüğü duyumsattığı için, adını da Özgür koymuştu. Minicik doğan oğlunu, incitmekten korkarak kucağına aldığı ilk günden bu güne, anneliğinin mutluluğunu doyasıya yaşayamadığı için çok üzgündü. Öpmeye kıyamadığı biriciğini, burada büyüttüğü için suçluluk duyuyor, kahroluyordu... Elinde olsaydı! Ah keşke elinde olsaydı da, yavrusunu; sıcacık yuvalarında büyütebilseydi. “Benim” diyebileceği evlerinde yaşayabilselerdi!

 Ailesi yurtdışında yaşadığı için, dışarıda çocuğuna bakabilecek bir yakını yoktu yazık ki! O nedenle birlikteydiler; bu koşullarda bile…

Anlatılamaz güçlüklerle doluydu demir parmaklıklar arkasındaki yaşam. Üstelik çocukların ne bedensel, ne de zihinsel gelişimine uygun bir yerdi. O yüzden yaşıtlarına göre gecikmeli olmuştu; yürümesi de konuşması da… Doyasıya gülmesi bile…

Yürümesi gecikince bir sorun olduğunu düşünmüştü önceleri. Oysa gecesi gündüzü yatakta ya da kucağında geçmiş, emekleyememişti. Halısız, kilimsiz taş zeminde emekleyecek yer bulamamıştı ki! Emeklemeden yürüyen çocuklar yok muydu? Vardı elbet, ama o deneyememişti bile… Sonra da bir gün, ansızın ilk adımını atıp badi badi yürüdüğünde nasıl da şaşırmış, sevinmiş,  koğuştakilerle birlikte alkışlamışlardı. “Ürkerse yürümez” diye korka korka, çekinik bir alkışla…

Sevinmişti sevinmesine yürüdüğü için ya, buruk bir sevinçti bu. “Şimdiye dek çoktan konuşması gerekir” diyordu; koğuştaki çocuğunu büyütmüş anneler. Duyduğu bu sözlere üzüldüğünü kimselere belli etmek istemez, koynunda uyuttuktan sonra, işitme engelli olduğunu düşünür, ağlardı geceleri “Neden konuşamıyor ”diye. 

 Oysa çevresindeki her şeyi merak etmeye başladığı, öğrenmek için çabaladığı dönemde ses çıkarmasına bile izin verilmemişti. Koğuştakiler çocuk sesinden hoşlanmıyor, bağırıveriyorlardı hemen. Susturulmaktan konuşmayı öğrenememişti ki yavrucağızım. Biraz biraz derdini anlatabilmesi, yürümesiyle aynı zamana rastlamış; üç yaşını bulmuştu. Sonra da işaretlerle anlaşmak zorunda bırakılmışlardı. Sessiz film oynar gibiydi konuşmaları. Sözcük dağarcığı da gelişememişti bu yüzden.

Sevgisiz bir ortamda, yaşlısı genciyle, bir şekilde suçlu ya da suçlanmış, mutsuz, acılı, her an patlamaya, kavga çıkarmaya hazır, öfkeli kadınlarla birlikte yaşıyorlardı. Hükümlü kadınlardı; kendisi gibi... Koğuşta konuşulan sözlerin çoğunun anlamını, kendisi bile bilemiyordu. Kaba saba, argo, küfür dolu, küçük bir çocuğun duymaması, öğrenmemesi gereken sözlerdi... Çocukların gereksindiği sevgi sözcükleri hiç değildi.

Üç yaşı dolunca, arkadaşı olsun, birlikte oyun oynasınlar istemiş, kreşi olan bir yere nakil için kaç kez dilekçe vermişti. Ama...

 “Hâkim kararıyla, isterse çocuk yuvalarına ya da yetiştirme yurduna yerleştirilebilir.” denilmişti dilekçesinin birine; yanıt olarak… Düşünmemişti bile böyle bir şeyi. Babasızdı! Annesiyle birlikte olabilmesi için de, işlemediği bir suçun cezasını çektiğini, çektirdiğini biliyordu. Ama yavrusunu, annesinden de yoksun bırakamazdı… Şimdi özgür değillerdi, ama birlikteydiler... Sevgiyle sarılabiliyorlardı birbirlerine. Ayrılamazlardı…

 Sevgisiz bir dünyadaydılar... Beş yıldır yaşadıkları kalabalık koğuşta yalnızdı yaşamları… Yaşamlarını da yataklarını da hatta yemeklerini bile paylaşmak zorundaydı ana oğul.

Ama bir gün… Yeni gelen sevimli bir kız; İnci, iki kişilik yaşamlarına, tüm sevecenliğiyle girivermişti. Üstelik yaş ayrımına bakmadan çabucak anlaşmış, can yoldaşı olmuşlardı birbirlerine... Renklenivermişti dünyaları... 

Üniversitelerindeki rektörün görevine ve öğretmenliğine son verilmesine, tüm haklarının elinden alınmasına tepki olarak yapılan öğrenci boykotu yüzünden buradaydı. “Boykot suç değildir demokratik hakkımızdır.” diyen İnci. Ne suç işlediğini bilemeden, neler olduğunu anlayamadan içeri düşen bir üniversite öğrencisiydi.

Bungun olmadığı zamanlarını yakaladığında, Özgür’ün en iyi arkadaşıydı. Ona; dışarıdaki bilmediği yaşamı anlatıyordu. Hiç görmediği toprağı, çimeni, ağaçları, kuşları, çocuk parkını, kendi köpeği Karam’ı tanıtmaya çalışıyordu. Masallar anlatıp, resim yaptırıyordu... Birlikte gülüyor, şarkılar söylüyor, oyunlar oynuyorlardı. Sonu gelmez sorularına yanıtlar bulduğu İnci; annesinin dışında, sıkılmadan, yorulmadan kendisiyle ilgilenen, sevgi gösteren ablası olmuştu... Yok yok abla değil,  arkadaşı olmuştu. Kısa süreliğine de olsa güzel bir çocukluk yaşamış, sıcacık dostluk bulmuştu. O, yüzü güzel, yüreği sevgi dolu, akıllı, inandıkları için savaş vermekten korkmayan yürekli genç kızın dostluğunu… 

Ama bu dostluk kısa sürecek, yakında çıkacaktı İnci… Gideceğine alıştırmaya çalışmış, onu dışarıda bekleyeceğine, birlikte parkta oynayacaklarına, kırlarda uçurtma uçuracaklarına söz vermişti. Hem de Karam’la…

Bir sabah uyandığında İnci’sini bulamadı Özgür. Annesiyle aynı yaşlardaki arkadaşının yokluğuna inanması da onsuz günlere alışması da güç olmuştu… Arkadaşsız kalmıştı yine…

Kiminle oynayacaktı bundan böyle? Ondan başka çocuk da yoktu ki! Çocukları tanımamıştı bile! TV’de çocuk görünce heyecanlanıyor, bağırıyordu hemen... Yaşıtlarıyla birlikte olmak, oyuncaklarla oynamak düş gibiydi! Ranzanın alt katındaki yatakları oyun yeri, doğum günü armağanı pelüş ayıcık da tek oyuncağıydı. Pelüş olmayan oyuncak yasaktı çünkü… Ayıcıktan sıkıldığında da küçücük ayakkabısıyla arabacılık oynuyordu.

Sıkıcıydı yaşam ikisi için de. Dışarıda akıp giden zaman hapiste duruyor, birbirinin tekrarı, içi boşalmış günlere dönüşüyordu. Kendisiyle ilgili değil, çocuğu içindi tüm üzüntüsü.

Kişilik gelişimi için; mutlu bir ailede, dayanışmayla, sevgi, anlayış, hoşgörü ortamında yetiştirilmelidir. Sevilmeli, sevmeli, arkadaşlık yapılmalı, güven içinde olmalıdır. Dört duvar arasında yetişen çocuklar, kim olduğunu, aile içinde rolünün ne olduğunu bilemiyor.” diyordu zaman zaman görüştükleri kurum psikoloğu.

Burada yaşarken, rolünü bilebilmesine olanak var mıydı?

Kendi onuru için her şeyi göze almış, bedelini hapishanede yaşayarak ödüyordu… Yaşama tutunabilmesinin tek nedeni oğluydu. Onun için güçlü bir anne olmalı, yaşamını kolaylaştırmalıydı.

Güçlüydü! Üstelik buradaki dayanılmaz koşulları değiştirmesine olanak olmadığını da biliyordu. Dört duvarı daha yaşanılır kılmanın yollarını öğrenmişti; uçup giden bunca zamandır. Bir yılları kalmıştı şunun şurasında. Kolay geçmeyecek kocaman yıl olsa da… Geçecekti… Oyun oynayacak yerleri yoktu, ama resim yapabilir, şarkı söyleyebilirlerdi. Öyle de yapıyorlardı.

Kimsenin duymayacağı kadar sessiz, şarkılar söylüyorlardı yataklarında.

Mini mini bir kuş donmuştu,
Pencereme konmuştu.
Aldım onu içeriye,
Cik cik cik cik ötsün diye,
Pır pır ederken canlandı
Ellerim bak boş kaldı.


Şarkıyı söylerken; elinde donmuş bir kuş varmış gibi, nefesiyle ısıtıyor ısıtıyor, sonra da canlanan kuşu gökyüzüne bırakıyordu… Uçan kuşla birlikte kendisi de özgürlüğe doğru uçuveriyordu.

Kuşun adını “İnci” koymuşlardı. İnci’nin özgürlüğüne seviniyorlardı. Yataklarında bıkmadan söyledikleri arasında en sevdiği şarkıydı “ Mini Mini Bir Kuş ”.

-Anne!

Özgür’ün seslenmesiyle, geçmişteki yolculuğu bitmişti.

Evinde, altı yıldır özlemiyle yaşadığı yuvasındaydı. Oğluyla kurduğu bu yuvada, bugünü yaşamalı, güzel günlerin geleceğine olan umudunu korumaydı… 

Yavrusu iyi olacaktı. Sorunlarını çözebilmek için gereken ne varsa yılgınlığa düşmeden göğüs gerecekti. Gittikleri çocuk psikiyatristi; “Dışarıyı tanıyabilmesi, doğal bir yaşama alışabilmesi için zamana gereksinimi var. Her şey düzelecek, merak etmeyin.” demişti.

Ama… Ya kendisiyle ilgili gizler…

Biraz daha büyüdüğünde babasıyla ilgili gerçeği nasıl anlatabilecekti. Anlatabilir miydi?

Babasının birçok kez, her çeşit şiddet uyguladığını anlatabilir miydi? Annesini fuhuşa zorladığını… Sonunda, yine bir şiddet anında; kendisini korumak uğruna gözünü karartıp babasının kendi silahına sarıldığını… Ancak öldüremediğini anlatabilecek miydi?

Pişmanlığı mı?

Elinden alınan yitik yıllar için bile değildi… Özgür’dü tek düşüncesi!

Oğlunun babasız büyümesine yanıyordu yalnızca…

-Özgür! Geliyorum yavrum!..                                            18/12/2021

 

 

Yaşar Özmen
SAR ANILARI İÇİMDEKİ ALEVLERE*

 
Bu akşam efkârlıyım arkadaş
Ver şöyle beli inceden bir kadeh
Bir dilim de beyaz peynir
Kavun, kokulu mudur bu mevsimde
İçimdeki sensizlik kadar kıvrımsal
Bide limonla ezilmiş tahin helvası
Modası geçmişlerden bir şarkı eşliğinde
Yaşanmışlıkların koyu telvesi
Sıyrılarak süzülsün tenlere yavaş yavaş.
 
Koyalım çıkarıp anıları şu masaya
Eprimiş ne varsa her karesinde
Su değirmeninde öğütelim ince ince
Sar be dostum, anıları anılara
Çığlığı kasırganın hırçın gövdesinde
Alevi, akan bir kadeh nefesinde
Dök şuradan bir çift de mavi göz
İçelim yorgun tebessüm eşliğinde yavaş yavaş.
 
Anılar işlensin, anların atlasına
Mehtap sığ, bir de dalgaların şuh sesi
Kime ne masal, destan, ne de bir çift söz
Çıkıp gelse içimden hıçkırık kümesi
Ser be dostum anıları kucağında düşlere
Düşlere alev, yaralara da bir tutam köz
Bu akşam efkârlıyım arkadaş
Sar anıları içimdeki alevlere yansın yavaş yavaş.
 
Suyun kaldırma, yerin çekim gücüne inat
Avucuma alayım çığlık yükünü
Vurabildiğim kadar vurayım şöyle
Turfanda yükümle derinlere yavaş yavaş.
                        *Bİr Damla Suda Halkalar kitabından…  Mart 2013 Narlıdere/İZMİR






 























4 yorum:

  1. Başarılarınız daim olsun.Şiir,bütün karanlıkları aydınlatır.Selam ile.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Derginin hazırlanmasında emeği geçenleri ve içerik yönüyle katkı sunan tüm kalemlere teşekkür ediyorum.Değerli Filiz Kalkışım ÇOLAK'ı 'Dönence' adlı şiirinden dolayı tebrik ediyorum.Şiiri,tıpkı öteki şiirleri gibi oturmuş ,özgün imgelerle doluydu.Biçem yönünden 'Bu şiir Filiz'in demek olası çünkü dizeler arası gerek yapısal bağlamlar ve gerekse duygusal bağlamlar Filiz'i anımsatıyor.Bu şiirinde ise dizelerin çok değişik ilişkilendirmeler içinde ad tümlemeleri kurduğunu gördüm.Okumak bir emektir.Bu önkabulle şiirdeydim.Nicelerine Sevgili KALKIŞIM ÇOLAK. Erdemle.

      Sil
  2. Derginin hazırlanmasında emeği geçenleri ve içerik yönüyle katkı sunan tüm kalemlere teşekkür ediyorum.Değerli Filiz Kalkışım ÇOLAK'ı 'Dönence' adlı şiirinden dolayı tebrik ediyorum.Şiiri,tıpkı öteki şiirleri gibi oturmuş ,özgün imgelerle doluydu.Biçem yönünden 'Bu şiir Filiz'in demek olası çünkü dizeler arası gerek yapısal bağlamlar ve gerekse duygusal bağlamlar Filiz'i anımsatıyor.Bu şiirinde ise dizelerin çok değişik ilişkilendirmeler içinde ad tümlemeleri kurduğunu gördüm.Okumak bir emektir.Bu önkabulle şiirdeydim.Nicelerine Sevgili KALKIŞIM ÇOLAK. Erdemle. NECDET ARSLAN. ŞAİR/YAZAR

    YanıtlaSil