30 Aralık 2021 Perşembe

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ocak 2022, Sayı:11

Şiir Sarnıcı 11 Sayı Yaşar Özmen



Şiir Sarnıcı Ocak 2022


YAYIMCIDAN

Bizi, yalnız biz okuyorsak ne anlamı var? Birbirimizi biliyoruz zaten. ‘Körler sağırlar birbirini ağırlar’ tadında bir döngü. Önemli olan yazının, halk katmanlarına ulaşmasıdır. Örneğin yazın dergileri ne kadar okunuyor, diye sorsak, hemen hemen herkes karamsar bir yanıt verecektir. Okumayanı anladık, tat almıyor okumaktan. Yazanlar, bu tadı tattıramıyor olabilir mi? Etki ve tepkiler, verilen ve alınanlar; atbaşı giden hilesiz bir dengedir. Salt okumayanı değil, diğer taraftan okunacak nitelikte yapıt üretilip üretilmediğini sorgulamak gerekmez mi?

Şiir kitapları satmıyormuş. Okur, okumaya değer bir şey bulamadığından olabilir mi? Biraz da bu açıdan bakalım mı konuya? Eleştirilmekten, sorgulanmaktan, öğretilmekten korkan yanımız oldukça güçlüdür. Yanı başımızdaki bilgiyi özümseye özümseye edinmek yerine adı belli birilerini ya da yabancı isimleri mutlak kaynak sayıp sorgusuz kabullenirsek gelir bir yerde tıkanırız. Bu yüzden, sorgulamaya kaynaktan ve günümüzde üretilen yapıtlardan başlamak gerek, diye düşünüyorum. Bunları sorgulamanın yeri salt dergiler değil elbet.

Şiir Sarnıcı; yalnızca biz bizi okumayalım, yurt dışında yaşayanlar dahil herkes okuyabilsin; bizden farklı düşünenlerle diğer ülkelerin vatandaşları okuyabilsin; özellikle gençlere yazın dünyasına küçük adımlar atma olanağı verilebilsin amacıyla kurulmuştur. Karşılık beklemeksizin verilen bunca emek, sosyal yaşamın bir yerlerine ve insana dokunsun istiyoruz. Varılmamışa varsın diye çabalıyoruz. Yayın kurulumuz, yurt içi-yurt dışı temsilcilerimiz dahil yapıtlarıyla katkı veren tüm yazar ve şairlerimiz, gönüllü sanatseverlerdir. Ücretsiz, tüm dünyada dolaşımda olan, her dilde okunabilen, yüzlerce e-posta adresine gönderilen, sosyal medya hesaplarından kolayca ulaşılabilen bir derginin amacı, başka ne olabilir?

Alışılmışlıkları, öğrenilmişlikleri bir yana bıraksak, insanlık sofrasından yaşama sağduyuyla baksak, nasıl bir sonuca ulaşırız, sormalıyız. Edebiyatta deneyim ve bugüne kadarki kazanımlar son derece önemlidir. Bunların üzerine bir şeyler koysak daha güzel olmaz mı? Örneğin şiire, farklı bir açıdan baksak mı? Dilsel şiddet içeren bir şiiri, estetik bilimi verileriyle sorguladığımızda nasıl bir sonuç alırız, araştırsak. Kanımca bildiklerimiz yıkılmaz, şiirin yanına kattığımız amaç dışı beklentiler çökmez, tam tersi yeni bilgiler ortaya çıkar.

11. sayımızın dosya konusunu, ‘Edebiyatta algı yönetiminin yeri ve etkisi’ olarak belirledik. Yazınımızda tartışılmaya değer bir konudur. Bunu seçmemizin nedeni, edebiyat dahil tüm sanatların algı güdüleme gereci olarak kullanılmaması gerektiğine inanmamızdır. Bilinçli ya da bilinçsiz algı güdülemeye yönelen bir edebiyatın, sanat olmaktan uzaklaşacağı kanısındayız. Ayrıca bu konu, salt dergilerde değil; akademik düzeyde de tartışılması gereken ayrıntılı bir süreçtir.  

Bireyler değişiyor; algı biçimleri de değişiyor. Buna koşut olarak toplumların yönelimi de değişiyor. Gençlerin birey olma bilinci ve özgürlük algısı, genel olarak kırklı yaş üstü kişilerin yaklaşımından oldukça farklıdır. İyi yönde evriliyor. Yazar ve şairler de genç kuşağın algı biçimlerine karşı yönelimini ve kabuğunu değiştirmelidir. Dayatma, ikna etme, inancını aşılama, öğretisini kabul ettirme çabasını, hor görme ve aşağılama gibi dilsel şiddeti bir yana bırakmalıdır günümüz yazarı. Bu tür eylemler, sanatsal bir metinde zaten felsefesi gereği olmaması gerekenlerdir. Görüşünü kabul ettirmeye ve bu bağlamda toplumu şekillendirmeye kendisini adamış yazar/şairler, yukarıdaki tümceleri anlamsız bulabilirler. Çünkü görüşünü ya da inancını dikte etmeyi, kutsal görev ya da erdem sayarlar. Kabullendiği inancı veya öğretiyi süsleyip okurunun düşüncesinde yaşama geçirmeyi erdem saymak, günümüzde üzerinde düşünülmesi gereken ayrı bir tartışma konusudur. Burada şu soruyu kendimize sormalıyız: Yazarın edebiyat aracılığıyla algı güdülemesine soyunması, birey hakkına saldırı olarak düşünülebilir mi? 

Esenlikle, mutlu günlerde okumanız dileğiyle…

 

Beğenisizlik, bilgi ve deneyimden değil; kibirden kaynaklanır. Doğada var olan her nesne veya üretilen her düşünsel obje, kendi üzerinde kendine özgü bir güzellik taşır. Önyargıdan kurtulup bunlara doğru açıdan bakıp görmek de bilgi ile bazı değerleri içselleştirmiş olmaya bağlıdır… Çünkü doğuştan var olan beğeni duygusu, insanın doğal/olağan tavrıdır.

 

Elif Burcu Özkan
ÖĞRENİLMİŞ YALNIZLIK 
 
Tek çekimlik nefes, iki yalnızlık arası
Soruyordu beni çenesi düşük anılara
Bir yitimden bin dirim doğuranı
Kapımda boy boy çakal sürüsü
Bal kaplı baldıran otunu
Başıma saçıp saçıp gideli
Bin parmak bal çalmışım
Ellerimle susturmak için
Gözlerime yuvalanmış endişeyi
Yıllar olmuş, yollar olmuş
Saçlarıma akları kendim düşürmeyeli.
 
Ömrüm, öğrenilmiş yalnızlık
Eşikte kalanların müebbet sığınağı
Kan renginde konuştum bazı
Dirilmedi ruhumdaki ölüler
Susturmadı yaramdaki karanlığı
Kalabalık boğar insanı
Kimsesizlik çürütür
Gelsin önüme daha kaç hüsran varsa
Ateşle, toprakla eriteyim
Atsız, adamsız ve silahsız
İçindeki kalabalık günahları.

 

Onur Muratoğlu
GECENİN CEPLERİ
 

Saatler kusursuz işler
Bir bir söner ışıklar
Yolcu vagonları gibi buram buram
         Hasret kokarken sokaklar
Yalın ayak düşler dökülür
         Ceplerinden gecenin.
 
Seni düşündükçe
Ürkek taylar koşturur yüreğimde
Şişeler yerinde durmaz
Şiirlerin hamuru yoğurulur
Gizlenen sevdalar dökülür
          Ceplerinden gecenin.
 
Ve ben
Beraber ıslanırken
          Tanrının gözyaşlarıyla
Ellerini tutmak
          Ölümü unutmak isterim
Kalan ömrün süt dişleri
          Dökülmeden ceplerinden gecenin.


Hasan Çapik
SANATIN SIR’LANAN SERÜVENİ

“Sanatın evrenselliği, sanatın toplumları bir ilke bir amaç uğruna birleştirici özelliği, toplumlar üzerindeki fikirsel ve duygusal etkisi tartışılamaz. Bu etki, eski dönemlerden günümüze değin bazen bilinçli bazen de bilinçsiz olarak sanatın tüm alanlarında kullanılmıştır. Tarih boyunca tarihe yön veren devlet ve din adamları da sanattan yararlanmış ve sanatı toplumların yönlendirilmesinde etkin bir araç olarak kullanmışlardır. Sanatın manipülatif yapısı her dönem olumlu ya da olumsuz olarak toplumlar üzerinde etkili olmuş, bazen bu yönlendirme bilinçli olarak gerçekleri saptırmıştır. Kültürel yapılardaki değişime paralel olarak Orta Çağ, Rönesans, Yakınçağ ve günümüz sanatında, sanatın her alanında değişim ve gelişim görülmüştür. Günümüzde ise bilim ve teknolojinin hızlı gelişimi, sanatın anlatım dilinde ve materyallerinde radikal değişikliklere sebep olmuştur. Buna bağlı olarak sanatın toplumlar üzerindeki etkisi, daha geniş kitleler üzerinde daha hızlı gelişmektedir.” (Prof. Nilgün Bilge)

Bu paragrafı atom gibi bölerek incelediğimizde sanat kadar sanat üzerinden şekillendirilmeye çalışılan dünyayı da anlayabiliriz. Genel olarak baktığımızda bizi ürküntü sarar. Tümelin büyüklüğü ölçüsünde karmaşıklığının, anlayışımızı aştığı hissine kapılırız. Bu ürkme hali kitleleri galeyana getirip arzulanana çekmek için bilinçli kullanılır. Aklınıza algı yönetimi mi geldi? Haklısınız. Ama konuya buradan dalarsak sözünü ettiğimiz yanlışa düşeriz. Diyelim ki adınız “Sistem” olsun. Sistem balık avlayacak. Bunun için suyu bulanıklaştırması gerekiyor. Dereyi görmeden kolları sıvarsa birkaç sorunla karşılaşır:

Bilmediği suda boğulma tehlikesi yaşar.

Bulanıklaştırmaya çalıştığı sularda balık olmayabilir.

Zaman ve enerji kaybı yaşar.

Öyleyse sistem balık ve ortamını tanımalıdır. Hiçbir avcı tanımadığı avı avlayamaz. Sistem bunu bilir. Balık da yakalanmak istemiyorsa olta ucundakilere kanmamalı ve yapabiliyorsa avcıyı ortadan kaldırmalıdır. Örneği insana uyarladığımızda karşımıza sınıf savaşları ve bunlar için kullanılan materyaller çıkar. Materyallerle algı yaratılır. Bu yazıda, sistemin etkin parçası sanata ve algı yönetimleri uğruna araçlaştırılmasına ayna tutabilirsek ne mutlu bize!

Binlerce yıl öncesinden avcı toplayıcı atalarımızdan biri derede yıkanırken, suya yansıyan yüzüyle algıladığı yüz aynıydı. Algıları dünyayı olduğu gibi bilincine aktarıyordu. Bu insan için algı, yaşananlara ve olup bitenlere tanık olmaktı. Ne aracı ne yabancılaşma vardı. Bu hata yapmasını önlediği kadar eylemlerini kontrol etmesini de sağlıyordu. Toplumsallaşma sürecinde (y)etkinleşen duyu ve algılar, insanlaşmanın anahtarı rolündeydiler. Hem de nasıl! Algılar sayesinde hayatta kalmak bir yana, topluluktan topluma evrildiler. Ortak kararlar aldılar avlanmaya, paylaşmaya veya korunmaya dair. Herkeste dolaysız iş görmeleri iş bölümünü yarattı. İş bölümü sayesinde alet ve barınaklar icat edildi. Kendisini dünyanın efendisi yapacak aklın ilk nüveleri oluştu. Akıl, ateş gibi çok yönlü kullanılan güçtü. Yaşamın diyalektiğinden doğması onu daha değerli kılıyordu. Koşulların eseri atamızın gerçek ve güzellik (ölçütleri) için de kimselerin onayına ihtiyacı yoktu. Bedenini algılama şekline karışan ahlak kurumu da yoktu. Bu onun gayri ahlaki değil, doğal yaşamının doğurduğu davranışları özgürce serimlemesi demekti. Ahlak, modernite ve egemenlerin uydurmasıydı. Bundan habersiz atamız gayet mutluydu. Tepesinde kontrol mekanizması olmadığı için uyumlu ve rahattı. Kabilesindeki herkes böyleydi. Aynı işler için aynı yorgunluklar ve paylaşımlar olunca, başını taşa yaslasa da rahat uyku çekiyordu. Sabahleyin yüzüne vuran güneş de tanıdıktı, tenine sinen koku da. Konar göçerlik böylece yorucu olmuyordu. Ne yöneten ne yönetilen ayırımının olmadığı burada, herkes işlerin bir yerinden tutunca yola düzülmek kolaylaşıyordu. Bu atamız, bir ara yaptıkları dansları ve ellerinden çıkma maskeleri düşündü: Kolay avlanmak ve vahşi hayvanlardan korunmak içindi. Maskeler… Ellerindeki kökboyaların izine baktı. Capcanlı duruyorlardı. İzler herkesin bir yerine bulaşmıştı. Hayvan gibi tüylere bürünme, ses çıkarmalarının amacı avlanmalarında yardımcı olmasıydı. Adına sonradan şiir, dans veya müzik denilecek sanatlar komünal üretilmişti. Bu, halkın sanatlaşması demekti. Yaptıkları toplumun amacına uygun dil’leniyor, istemlerini dile getiriyordu. Bunlar olduğu gibi mağara duvarlarına kazındı. Bir ayrı(ca)lık ve/veya yabancılık düşüncesinin bulunmadığı algılar birlikteliği pekiştiriyordu. Hem ürettiğiyle kendi arasında sır olması saçma olmaz mıydı? Herkesin yapımına katıldığını kimse çıkarına kullanamazdı. “Çıkar” ne demek? Özel mülkiyetin olmadığı yerde çıkardan söz edilebilir miydi? Öyleyse dans, müzik ve şiirler kadar vardıkları erinç de herkesindi. Sanatla toplum etle tırnaktı. Yüzleri olduğu gibi gösteren dere gibi akıyordu yaşam.

Bu atalarımızdan birinin torunu, dere kenarında yaptırdığı sarayında uyandı. İpekli yatağında uyutmayan ve ruhunu daraltan neydi? Bir yer sarsıntısı misali, yaşamını ve kültürünü bağladığı toprak ayaklarının altından kayıyordu sanki. Hem de tecimenler dediği uğursuz sınıfın şu sözleri arasında: “Bir toprak parçasının etrafını çevirip ‘Burası bana aittir’ diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun kurucusu oldu.” Bay Rousseau doğru yerden yakalamış ki ekliyor sonra “İnsan her yerde özgür doğmuştur ama her yerde zincire vurulmuştur” diyor. Ne yani, toprağa yerleşmek nasıl devrimse, insanın ona uygun yeni yaşam ve yasalar kurgulaması da kaçınılmazdı. Ve sınıflar da… Toprağa yaslanıp kurduğu feodal sistemin sembolü gibi duran (y)asa, aynanın yanına iliştirilmişti. Berisinde zamanlar üstü gibi duran Janus heykelciği: Bir yüzü dine bir yüzü devlete bakan ama sermayede bir’leşen. Varlığı için olmazsa olmazlar. “İki yüz de nasıl aydınlık ve halkı kucaklayacak gibi, şeytancıklar, iki yüzlü şeytancıklar!” diyerek asaya yöneldi. Janusları hiçbir zaman şehrin girişlerinde kurgulamamıştı kafasında. Bu da doğaldı. Toprağa yerleşmekle değerler dönüşüme uğramıştı. Semboller çağı kotarırlar yine de. Güneş ışıkları ayna yansımasını yutuyordu. Aynada elini gezdirirken gördüğü kâbusu hatırladı: Binlerce yıl öncesinden dedesi suda suretine bakınırken ‘kendisi’ydi ve mutluydu. Hazları ve amaçlarını birleştiren sanatları gibi saf güzellikte! Arada sır yok. Toprağa yerleşmekle kurdukları uygarlık, yansıtma işlevini görecek bir eşya yapmıştı: Ayna! Yapılma şeklinde muziplik vardı sanki. Gösterirken, göstermiyordu. Nasıl? Aynada kendini görüyordu. Bu göstermeydi. Ama ne kadar kendisiydi, işte mesele bu! Traş şekli, giyecekler, takılar, kokular, yüzün taşıması gereken mimik ve anlam… yaratılmış ve dayatılan ahlaka göreydi. Kaldı ki her sınıfın bir ahlakı vardı. Göreli ahlaklar varsa her şey meşrudur, diye homurdanarak aynaya döndü. Maskeli balo değil de maskeli var oluştu içinden geçtikleri. Birer sembol halinde yaşamın her alanına yapışmışlardı. Toplum kadar kendisi de yüzünü görmüyordu ahlaki yargılardan. Maskeyi asıl ağır kılan ve yüzü göstermeyen de buydu. Sahneye çıkan bir oyuncu: Yüzü, yabancılaşmış yüzü, yazarın metindeki yüzü ve gerçekliğin yüzü. (Kaldıysa!) Yüzler yağmurunda nasıl kendisi olabilirdi? Hoş, oldu diyelim. Ya karşısındaki maskeliler ordusu, maskesizliği de maske algılayıp saldırmazlar mı? Üstelik “Maskelilere ölüm!” naraları atarak. Januslar bu işlevin uşakları değil midir? Koroların bin bir çeşit dille yücelttiği ilahiler gerçeğin üstüne çöken perdeler değil midir? Ya kız kardeşleri idealist sanatlar ne isterler gerçeklikten? Çarpıtılmış gerçeklik birilerini işine yarıyor demek ki! Sanat doğru yerde konumlansaydı yaşamı sorgulatacaktı. Estetik tavrıyla, kimilerinin neden ezildikleri meydana çıkacaktı. Özlemlerine uygun hareket etmeleri sağlanacaktı. Janusun iki yüzü çırılçıplak sergilenecekti. Ancak gerçekliğin bilgisine ulaşanlar doğru soru sorabilir, unutma! Kavramadığın şeye nasıl soru soracaksın? Kendi gerçekliğine varamadığın için başkasının “gerçeklerini” yaşıyorsun. Bu derebeylik, hiyerarşi, köylülerin tapınaklara ürettiklerinin onda birini bırakması gibi nice sömürü çeşidine ancak paramparça edilmiş belleklerin yansımasından katlanılır. Şu trajedi aklına gelir mi? Dinler adına kapıştığımız rantlarımızdır. Kime gam, ayna sırlı! İnsanlar tarih boyunca dinlerin ne olduğunu değil de nasıl işlev gördüklerini düşünselerdi bu kadar sömürülmezlerdi. Peki dönemlere göre renklenen (y)asa devlet, kimin üstünde şakırdar? Ama gerçekliğin maskeden kaçma huyu var. Her şeye rağmen. Gerçek, hangi kılıklara zorlanmış hiç düşündün mü? Belki hayatında hiç karşılaşmadın onunla. Sınıfıyla içinden geçenlerin uygunsuzluğu kendisini rahatsız etti. Şizofrenik yarılmaydı bu. Demek ki hangi sınıftan veya inançtan olursan ol, gerçek çarpar. Asaya bakınırken elindekilerinin gücüyle yaşadığının ayrımına vardı. (Y)asanın diğer ucundakiler kendisine uzaktı. Yoksulluk dolanmıştı yaşamlarına. Yine de kalabalık ve her şeyi üreten oldukları için ürkütücüydüler. Kölelere aynı elbise giydirilmemesi de bundandı: Güçlerinin bilincine varmasınlar. Januslar buna çalışıyorlardı, kötürümleştirerek ezilenlerin algılarını. Tapınak bilinçli sanatlar bunun için idealizm püskürtüyorlardı. Aklına Proudhon geldi: “Latin toplumlarında sanat, inananlar ile kulların biat ettiği Kilise ile Saray’ın tepe noktaları arasında çekilmiş bir ipe iliştirilmişçesine havada asılı kalmıştı… Dogmaların ve dinsel seremonilerin, Dionysos için düzenlenen ziyafetlerin kurban seremonilerinin, egemenlerin önemli aktivitelerinin, yarışmaların ve soylu eğlencelerinin, tanrıların ve mühim şahsiyetlerin resimleri yapıldı. Tek resmedilmeyen ise ulusun bizzat kendisiydi” (Sanatın Prensibi, kitabından.) Bu ulusların serüvenidir: Kendilerini anlatmayan sanatlarda dipnot halinde bile yer almamak! Proudhon, Rousseau ve diğerleri, devrimlerle gelen aydınlanmaya eklenen sınıf mücadeleleri, aristokrat dünyayı paramparça edecekti. Kaçış yoktu. Kimileri burjuva sınıfına geçmişlerdi. Onların aynası neyi sırlayacaktı, merak ediyordu.

Bu adamın torunlarından biri sanayi ve iletişim devrimlerinin yapıldığı çağın insanıydı. Midesi ölçüsünde dünya tasarlayan avcı toplayıcı atalarına da benzemiyordu toprakçıl yaşam ekseninde devinenlere de! Bu ataların teşkilatlarını, unvanlarını, geçimliklerini ve kutsallarını “makine” kökünden sökmüştü. Para, koluna girdiği ticaretle her şeyi baştan yazıyordu. Değerleri de! (Y)asa değişir de uygulayıcılar değişmez mi? Tek kural vardı: Parayı veren düdüğü çalar. Kendi deyişiyle “Laissez faire, laissez passer” her şeyi açıklıyordu. O kadar toplumsal hareketlilikten sonra insanlar liberte beklerken liberalizm gelmişti. Devrim, yapamamıştı. Ama uğulduyordu. Kapitalizm bu ya, kendisini yok edecek olanı bağrından doğurmuştu. Bunu gördüğünden, öncül düşüncelerine bile ihanet ederek her yönden saldırıya geçti. Emekçi sınıfın direncinin kırılması için ne gerekiyorsa yaptı. Elinde uşağa dönen devlet ve (y)asaları kadar darbeler de pek işe yaramıyordu. Sistematik şekilde topluma enjekte edilen dinlerle çelişkileri biraz kamufle ediyordu. Ama usa ekilen tohuma inemiyordu. Tohum koparılmadan dalları kırmanın ne faydası vardı? Öyleyse atalarından daha amansız ve incelikli düşünmek zorundaydı. Tohuma çalışmalıydı. Bilgisayarının başına otururken gölgesi belirdi yüzeyinde. Aynaya benzetti. Bu ayna daha gelişkin ve sırlıydı; kablolar, internet ve diğerlerinin ucu bir sisteme çıkıyordu. Bunlarla kontrol mekanizması oluşturulabilirdi. Ne de olsa tasarlayan parmakların gerisinde sınıfı olacaktı. İdeolojisini makine aracılığıyla düşman sınıfa geçirebileceğini anlayınca sevinçle gerindi. Bu nasıl olacaktı? Sır buradaydı. Önceki sınıfsal aksesuarlar bir baskılama oluştursa da akıllardaki tohuma ulaşamıyordu. Üstelik masraflı oldukları kadar tepki de çekiyorlardı. Sömürü, modern ayna ile inceltilmeliydi. İnceltilmiş Goebbels! Yerinden zıpladı. İnceltilmiş ve yoğunlaştırılmış strateji sökebilirdi tohumu. Ne demişti Gramci; “İnsanı kafasından yakaladınız mı kol ve bacakları kendiliğinden gelir.” Fark etti ki ataları hep kol ve bacaklarla uğraşmıştı. Evet, devlet ve dinleri kullanmışlardı, haklarını yemeyelim. Ama sanat ve felsefeyi ihmal etmişlerdi. Halka en yakın olan sanat nasıl böylesine görmezlikten gelinirdi? Hele modern dünyada. Bilinç kıyıma uğrar, algı yanılmalarıyla erozyondan geçerse… insan kendini yok edene hayranlık duyabilir. Yeter ki inandırılsın. “İnanmak!” İçinde ne sorgulama ne insanlığın tarihsel birikimleri. Bekçilik yaparsın saldırganına. Öyle bir akıl tutulması. Bir de idola fori’lere uygun yanılsamalar çeşnilendirilip kitlelere ulaştırıldı mı… “üretici yazar”larla starlar yaratılıp ödüllendirildi mi sistem tıkır tıkır işler. Yani “edebiyatsız edebiyat!” İçeriğe de boş ver. Nasılsa, farklı algılama şekilleri var, denilerek safsatalara kapı aralanırken. Uygun koşullar da yaratıldı mı oltasını eliyle hazırlar. Dedim ya, inceltilmiş Goebbels! Şaşırma öyleyse, toplumun kalan bilincini de post modernizmin halletmesine.

Hayatın her alanında algıları yönlendirmek ve kontrol etmek sistemin işidir. Goebbels demişken… Goebbels, Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı olduğunda yaptığı ilk işlerden biri tüm gazeteci, yazar ve sanatçıları bakanlığın basın yayın, edebiyat ve radyo odalarından birine kaydolmak zorunda bırakmasıydı. Böylece bilgiler kontrol altına alınmıştı. Toplum, topluma habersiz kaldı. Çünkü gerçeği verecek kimse kalmamıştı. Toplum sırlı aynadan kendine bakıyordu. Görüntü mükemmel, gerçek kapkaraydı. Sırrı delmeye çalışan sır’lara karışıyordu. Ama çöküş sadece halk içinse sorun yoktu. Bu, egemenlerin amentüsüydü. CIA gibi örgütlenmeler de dahil, böyle bir dünya kurdular. Üstümüze kum fırtınası gibi çöken post modernizmin her taneciğinin gördüğü işlev budur: Gerçek’ten kopartmak. Anlamadığın fırtınanın cenderesinden kurtulamazsın. Algıların yönetimi ve yönlendirilmesi konusunda Kitleleri Harekete Geçirme Aracı Olarak Sosyal Algı Yönetimi eserinde M. Z. Özarslan şu tespitte bulunuyor: “Algı, tutum ve davranışların oluşumları, özellikleri, etkilendikleri süreçler, kişilerin diğer kişilerle olan ilişkileri ile söz konusu süreçler üzerine yapılan araştırma ve kontrollü deneyler, algıların yönetilebilir olduğunu ortaya çıkarmıştır… Algı yöneticisi, hedef üzerinde sistemli analizlerle, hedefin özellikleri, etkilendikleri, etkiledikleri gibi hususlar üzerine değerlendirmeler yapmakta, sonrasında amaç doğrultusunda hedefe yönelik sistematik mesajlar iletmekte ve sonuçta hedefin kendi isteği ve kararı ile istenilen şekilde tutum ve davranış sergilemesine çalışmaktadır. Algı yönetiminin başarısı, hedefin davranışlarını kendi isteğiyle ve kendi kararları doğrultusunda yaptığına olan inancı ile orantılıdır.” (S. 30) M. Z. Özarslan’ın akademik dille anlattığının açıkçası şudur: Kapitalizmde bir kobaysın. Senin için labirent de kurulmuş peynir de konulmuş. Düzeneği çakmayasın diye “peyniri sen buldun!” ortamı yaratılıyor. Böylece sen Prius edası içinde istediğin partiyi de iktidara taşırsın, istediğin dine inanırsın, düşünürsün veya kitaplar okursun. “Zevkler ve renkler tartışılmaz” dersin. Bir bakarsın post modern ürünleri tercih etmişsin. Madem gerçek göreceli, madem her şeye akılla ulaşılamıyor… yürü ya okur! Bu arada post modernizm de adeta şu mantıkla yapacağını yapıyordu: “Katil, cinayetini müddeiumumi muavinin ağzından tanımadı. Cinayet güzelleşmiş, hutbe olmuş, edebiyat olmuştu; eserdi.”( M. C. Kuntay) İşte varlığını yok eden, tohumuna saldıran bu döküntülere sen ‘eser eser!’ diye sarılıyorsun. Hem herkes senin gibi ödüllendirilenlere koşuşturuyor. Kadın programları, feodalizm cilalayan diziler, orta çağ kafalı şarlatanlar, vandallıklar ve gerçeklikleri paramparça eden yazarlar nasıl da buluşuyorlar aynı noktada. Bunların karşılığı yaşamın çökertilmesi. Değersizliğin değer olması. Bunun içindir bilgilerin çarpıtılması. Bu durumda labirenti kim, niye sorgulasın. Aslında bu kitle iletişim(sizlik) çağında sorgulamak ezilenler için çok önem kazanıyor. Sanat ve felsefe sorgulamaya olanak yarattıkları için onlar üzerindeki manipülasyon daha fazladır. Sermaye bunun için kendi sanatını yarattı. Sermaye için sanat yaratmakla din yaratmak veya piyasa için meta üretmek aynı kapıya çıkar. Yeter ki kitleleri yakalasın. Hele kafasından yakaladığınız sizin için neler yapmaz. Coplayan polis, yalan haberle zehirleyen gazeteci, haksız karar veren hâkim, bilincimizi dumura uğratan sanatçı… kafasından yakalanmış bizden biridir. Mesele pirincin içindeki beyaz taşları ayıklamaktır. İçimiz ‘sermaye’ olmuşken ne mümkün sermayenin dünyasını yıkmak. Ama biz tam da bunun bilincinde kalarak, ‘sanat’ta direneceğiz; “Taş devrinin sanatçısını düşünsenize! O, kabilesi halkı ava (yani sokağa) giderken onlara cesaret veren şeyler: şarkılar, şiirler, dualar okuyordu. Yoksa dışarıya gitmek yarı yarıya eksilmektir, boş verin, dönün mağaralarınıza, huzur ve saadet orada demiyordu. Bu ilk ve ilkel sanatçı kadar olamayacak mıyız? İnsanlarımıza, memleketimiz halkına yaşadıkları koşulları bu koşulları getiren nedenleri, gelişmelerini, hayatın akışını, bu akışta birey ve bölüm olarak oynayacağımız rolleri ve önemini anlatmayacak mıyız? Onların içini karartıp dünyalarına küstürecek; odalara, evlere kapayarak can sıkıntısı ve bezginlik içinde bunaltıp; sokağı ve dış alemi ‘her kilide maymuncuk, her rüzgârda gemisini kurtaran, hiçbir işe yaramaz’ madrabazlara, hırsızlara terk mi edeceğiz?” (Gerçekçilik Savaşı, A. İlhan, s. 151) Post modernizmin amacı sanatı mankurtlaştırmaktır. Özetle, ‘insan’sız diyebileceğimiz bu sanat, halka ve hayata hiçbir şey vermediği için, desteğe rağmen yıkılmaktadır. Bu, sanatın özünü koruması olarak da alınabilir. Burada şu da sorulabilir: Halk, kendisini başka sınıfın sanatında görebilir mi? Asla! Bunu anlamayan halk da tıpkı Ago Paşa’nın Hatıratı öyküsündeki aptal papağan gibi sürekli olarak efendilerine uygun çığırır. Ama bu eninde sonunda kellesine sebep olur. Öyleyse var olmak adına yok etmeli bu sırlı sanatları.

 


KARŞI
İnsan yaşantısını bölen başa karşıyım
Uygarlıkta, sevgide ben yavaşa karşıyım.
Onca bağırıyorum, bağırıyorum onca;
Uyuşuk bakışlara ve savaşa karşıyım.
                                        Özdemir Asaf

 

Genç kuşağın önüne altı dolu bilgi, yetkin olay ve olgu koymak durumundayız. Bizler, önyargı ve çok deneyimliymişiz gibi üzerimize dayatılanlarla karşılarına çıkarsak inandırıcı ve saygın olamayız. Ne var ki güncelin hangi yerinden tutarsak tutalım, elimize gelen her şey araçsallaşmış bir evren kurgusunun sonucu gibidir. Evrensel ve insani değerler, çoğunlukla bizim öğrenilmişliklerimiz ile algı alanlarımızın dışında gelişen şeylerdir. Önce bunun ayırdına varmalıyız.


Uğur Olgar
ODALAR


Ayrı odalardayız. Tin ve ten.
içimizde taş kesilen bir olgu hayat
gül salınımları var vakitsiz küsen havalarda
duman göğe vuran derin soluğumuzun izi
resimlerdeki renk düşümünü yıllara sormalı
sesimiz geliyor mu boz kırlarından ölümün.
 
Başka odaları da var çorak kıyılarımızın
beşi bir yerde. Yitirdiğimiz şiirler var birinde
bir diğerinde batırdığımız gemilerin denizleri
dehlizleri uykulu ve uykusuz hayâllerimizin
ve Londra Asfaltından geçen genç şarkılar
dilimizde tüy bitiren.
 
Eli kancalıya söz verdiğimiz saatte ölürüz
karanlık oda bizi bekliyordur, soğumuştur
donmuştur bir zamanlar yandığımız yerler
mesela ellerimiz ve ucundaki sevgili yürek
oysa küreğe sıcak eller gerek yeni odalardan
yeni adalardan martı kanatlarının çırpıştırdığı.
 
Ayrı odalar evlerin sürgün yeridir.
dipsiz kuyuya atılmıştır paslı anahtarları,
çıkaramaz tin ve teni birleştiremeyen hiçbir su.
 

Baran Özkaplan
Van Gölü Ekspresi

 
Van Gölü ekspresine
biniyoruz seninle
örselenmiş tüm ruhlar
henüz uykuda
vakitlerden sabah ezanı
gecikmiş bir sonbahar telaşı.
 
ve üzerinden İsa geçmiş
yorgun raylar
ağır ağır yol alıyor tren
en melankolik duyguları
taşıyor sanki.
 
bir ara soruyorsun
sahi nereye gidiyoruz?
çocukların kan kusmadığı
sokakları cahiliyeden kalma
terle kokmayan diyarlara...
der gibi bakıyorum
anlıyorsun.
 
ve bu yüzden her durakta
bir kız çocuğunun
örüklerinden öpüyorsun
henüz gelinliğini
ve oyuncak bebeğini
 ayırt edemeyen...
 
ve silkeleniyor sanki tren
yüzyıllardır içine gark olduğu
kederden kurtuluyor
güzel olan ne varsa
kompartımanımızda
toplanıyor
 
üç vakte kadar...

Nilüfer Açılan Yıldız
DENEME İÇİNDE ELEŞTİREL DENEMELER 

“Edebiyatın, (şiirin) algı yönetimindeki yeri ve etkisi” üzerine yazmam bana önerildiğinde, zihnimden şimşek hızıyla “deneme”den ziyade “romanlar” geçti.

Çocukluğumdan bugüne, içimdeki melodileri çığlığa dönüşmeden duyurmaya çalışsam da şimdi diyorum ki; zamanında ve yerinde atılan çığlık iyidir, ola ki uyandırır duyanı.    

Çığlık iyidir. Çünkü, -dönüp tekrar gelen- rüzgârın yönünü ne tarafa çeviriyor, “yenilik” adı altında toplumun kılcal damarlarına neleri aşılıyor, karanlık ağlara hangi düşünce tohumlarını ekiyor?     

Çığlık iyidir. Çünkü, dünyayı şekillendiren toplumlar arasında yer almak ancak; dilini, kültürünü, inancını, edebiyatını, ekonomik dağılıma dayalı doğal kaynaklarını ve tarihini korumakla mümkündür. Aksi hâlde o kılcal damarlara yayılan düşünceler, toplumları kalabalıktan oluşan insansız ülkeler haline getirebilir…    

Olması gerekenle olan arasındaki kırılmalar, damakta kekremsi tatlar bırakıyorsa ki gördüğümüz kadarıyla bırakıyor, o halde çığlık iyidir; arka tarafı okumaya çağırır.

Felsefe atlasımızın kökünü kadim evrensel değerlerimiz oluşturmaktadır. Evrensel değerler deyince aklıma ilk gelen doğa yasalarıdır. Havayı- suyu, toprağı-rüzgârı ve dünyanın gezegenler arasındaki ilişkiyi bilmek… Bu fizik yasalarına uygun hayat yaşamak -bir takım kural örtüleriyle örtülerek- kültürel özgürleşmeye yedirilen, modernlik adı altında genç zihinler, rol modellerin arkasında duran düşünce eklemlerine kaydırılmaktadır. Aynı zamanda derin köklerden gelen anlam ‘ayırıcı’ boşluğa çıkarılmaktadır.     

Dünya edebiyatının bugün gelmiş olduğu noktaya eleştirel baktığımızda; hâkim olan medeniyet, kavramsal olarak hangi zihniyeti açıklıyor?    

Bir düşünceye eklemlenen amaçlar, tenha ve seyrek yürüyerek, edebiyatın ayaklarına dolanıyor ve zihnin altını boşaltıyor. Araçsallaşan edebiyat, adım adım amaca uygun hâle getirilirken, yazanın aklı ve düşünce refleksi nereden geliyor, ne tarafa doğru gidiyor, gittiği yerde ne var, görmüyoruz…    

Çığlık iyidir; çünkü, “dem bu dem”i fırsat düşünenlerin, içinde yer alınan meselenin toplumları yönlendirdiği sonuçların görülmesine dikkat çekebilir.    

İsim yapmış yazarların ve yayınevlerin anlayışına, neye ve nereye hizmet verdiğine, okurun bakmasını sağlayabilir. Öyle ki; okura yazardan daha çok iş düşmektedir. Okur, kesitleri okuyarak kültür adabında değerlere nüfuz edeni görmek zorundadır. Bu bağlamda diline, dinine, kültür kodlarına sahip çıkmayan bir toplum; edebiyatın, sanatın içine hangi ruhu koyar? Bu duruma nasıl modern dil, modern düşünce ve gelişim der? Kendi inancı, kültürü, erdemleri üzerinden düşünce kurmayan, akıl yürütmeyen, temelinde var olan felsefeyi görmeyen veya öteleyen bir toplum, modern dünya ne isterse o tarafa evrilir. Uluslararası yayıncılar ve cemaatler birliğinin yönettiği yayınevleri, televizyon kanalları, sosyal medya kanallarında, hangi eserleri öne çıkarıyor görmek gerekir.    

Dolayısıyla bir düşüncede kırılan düşünce, bir duyguda kırılan duygunun dayandığı kökü yarıp bakmadıkça, modernite diye ortaya sürülen; hangi zaman hangi zamana, kim kimden neye doğru evrilmiş, evriliyor anlayamayız.    

21.Yüzyılda, kapitalizm ve demokrasi artık kuantum çağına girdi. Bu çağı anlamak ve çağa uygun edebiyat yapabilmek için; fizik, kimya, biyoloji, psikoloji, felsefe, sosyoloji ve zamanın nabzında atan bilim ve ilim bilişleriyle donanmak gerekir. Çünkü, bir bilgi ve bir düşüncenin kökünü yararak geldiği yere ancak böyle bakılabilir.    

Bu noktada bir durumdan bahsetmeden geçemeyeceğim.

Dört yıl önce, Kayseri Camii Kebir’in kütüphanesinden Sadreddin Konevi’nin metafizik kitabını aldım. Kitabın sonlarına yaklaştığım sırada, kitaplığımda Hegel’e takıldı gözüm. Biraz algım değişsin düşüncesiyle, Hegel’in mantık kitabını okumaya başladım. Hegel’i okudukça hayretlere düştüm. Nasıl oluyor bu, diye şaşırıp dikkat kesildim. Okudukça gördüm ki Hegel’in mantık kitabıyla, Sadreddin Konevi’nin metafizik kitabının içeriği büyük oranda örtüşüyor. Sadece bu da değil. Bugün batılı birçok düşünürün çok satan, birçok dile çevrilen, ortaöğretimde, üniversitelerde ders kitabı olarak işlenen eserlerin temel düşüncesinin doğu kültüründen etkilenmiş olduğuna defalarca tanık oldum.    

Şimdi sorum şu: Kültürümüzün köklerini temsil eden İbn-i Haldun, İbn-i Arabî, İbn-i Sina, Konevi, Geylani, Farabi, Ali Kuşçu, Harezmi, Ömer Hayyam ve daha birçok düşünür ve filozoflarımızın eserleri üniversitelerde yerini almamaktadır. Bir Spinoza, bir Kafka’nın eserlerini basmamış yayınevi yokken ve her yerde bulmak mümkünken, bir Arabî, bir Konevi neden böyle değil?    

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim; Arabî’nin veya Konevi’nin bir eserini okuyun. Sonra yere göğe sığdırılamayan Spinoza’yı ve Kafka’yı okuyun, varlık felsefesinde iyimserliğin çoğunlukla karamsarlığa çevrilerek toplumlara sunulduğunu göreceksiniz.    

Toplumları etkileyen yayınlar, televizyon, radyo, medya ve benzeri kanallarla otonom yayıncılar birliği kendinden olanı dünyaya dayatmaktadır.   

Demem o ki; bir yazar, bir şair hangi aynaya bakıyorsa onu yansıtıyor. Kimse kusura bakmasın efendim, duvara taş koymak ne odur ne de budur.    

Sanatların üstünde olan edebiyat, ezbere dayalıysa, kimsenin kendine ait bir fikri ve ortada bir düşünür yok demektir. Örneğin: Hegel üşenmemiş, Konevi’nin koskoca (Miftâhu’l-Gayb) Tasavvuf Metafiziği’ni, kendi dilinde, kendi kültürel anlayışında Mantık’a çevirmiş.    

Durum böyle olunca, dünya üzerinde dönüp dolaşan her şey bir gölgeden, bir yönlendirme ve yönelmeden ibaret olur. Bu demektir ki hangi aynaya baktığımızı anlayamazsak; kimler, hangi amaçla ip çekerse toplumlar ona göre hareket eder.    

Yönetim sistemini okumayan; edebiyatın, psikolojinin, felsefenin, sosyolojinin ne tarafa evrildiğini göremez veya görmesi zaman alır. Bir yalan, bir tekrar ağının içinden çıkmadıkça, birey öz niteliklerine bakamaz veya bakması zaman alır.    

Edebiyat ve şiir zamanın ruhudur. Edebiyat yapanla, duyduğunu edebiyat olarak yazan arasındaki fark; o ruhun gölgesine benzer.    

Kültürümüzün temel taşları üzerinden isim sahibi olan, gelenekten gelen kökleri oluşturan, varlık üzerine yazılmış; nicelik ve nitelik taşıyan, kadim bilgilerimize her çatlaktan sızıp kendine mal eden Batı ve bizim kendi değerlerimizden habersiz Batı’ya duyduğumuz hayranlık, yenilir yutulur cinsten değildir.    

Bu yozlaşma, bu yanılsama okumadığımızı, okuyorsak da okumayı anlamadığımızı gösterir. Bir kafa, düşünce kurabilmeli. Bir kalp özünde olanı sezebilmeli. Değilse, elinize tutturulanı öğrenir, öğrendiğiniz üzere bir fikir, bir yargı, bir duygu ortaya koyarsınız.

Bütün bunlara rağmen, bahsettiğim duvarları aşan, ipini başkalarının elinden almış, her yaşta yazar ve şairimiz yok mu? Var! Sıralayacak olsam yüzlerce isim yazabilirim. Niye olmasın yazarımız! Niye yok şairimiz de: “Artık şiir yazan, hikâye yazan çıkmıyor…” deyip duruyor birileri…  Ayrıca şiir yazmak öğrenilen bir şey değildir. Şiir tekniğini öğrenen şiir de yazabilir demek değildir.

“Boş Levha” dan, “Boş sayfa” dan çıkıp, Batı’nın ilkel benlik diye yaftaladığı içgüdüye dönmek; “ben neyim?” demek gerekir. Bugün ilâhi düzene çomak sokan, kendine benzeyeni kayıran bir düzen, nitelikli edebiyatçı veya şairi ne görür ne de gösterir. Bu durumu net anlayabilmek için yaşadığımız toplumun kültür cetveline ve bizi bertaraf eden düzenin amacına bakmak gerekir.    

Edebiyatta modernite, ne postmodern dildir ne kendine benzeyeni kayırmadır ne de geçmiş yüzyılları bugüne taşımaktır. Modernite; çağın ruhunu kavramak ve doğuştan getirilen yeteneği, bu ruh ile dile getirmektir. Öğrenilen duygularla ne roman ne hikâye ne de şiirin duvarına bir taş konur.  

Edebiyat, onarılması gereken sosyal tutumlara dikkati çeker, çekmeli de. Çünkü, bu sayede saçaklı akıl ve bu saçağa dolanan duygu sonuçlarının nedenine iner ve bu nedenden adil düzen, sağlıklı düşünce ve daha birçok erdemle sosyal hayatı düzenler.    

Saçaklı akıl deyince… On yedi yaşındayken yaz tatilinde bir gazetede, “Haber muhabiri alınacaktır” diye bir ilan gördüm. “İşte bu tam benlik” dedim. Bu düşüncenin dört yıl öncesinde oturduğum mahallede bir çocuğun yaşadığı üzücü bir duruma tanık olarak olayı hikâyeleştirmiştim. Aradan bir süre geçti, devamında çocuğun yaşadığı ve yaşamakta olduğu olaylar, kalbimde kedere, zihnimde isyana dönüştü. Hikâyeyi gazetede yayınlamaya, bu yolla insanların aklına, vicdanına sunmaya karar verdim.    

O zamanlar başka bir gazetede şiirlerim yayınlanırdı. Bundan da güç alarak hikâyeyi gazetenin sahibi, aynı zamanda yazı işleri müdürü olan Mustafa Amca’ya götürdüm.    

Ne zaman ofisine ziyarete gitsem, yaşı yetmişe yaklaşmış, saçları kar, elleri pamuk gibi, babacan bir şefkat taşıyan Mustafa amca; beni saygıyla karşılar, çayımı söyler, hoş sohbetler ederek aklımı tartar, meziyetimi, kapasitemi ölçerdi. Bu yüzden hoş sohbet, çetin fikir tartışmalarına dönüşürdü çok defa.    

Herhangi bir sohbete başlamadan çantamdan hikâyeyi çıkarıp masasına koydum. Kağıtları görünce: “Bu defa hikâye mi getirdin?” dedi. Kendimden emin bir halde: “Evet!” dedim.    

Kâğıtları önüne çekti, dört beş sayfayı bir solukta okudu. Başını kaldırdı, bana baktı. “Eyvah” dedim. Yüzündeki sevinç ışıltısı ofisten çıkıp gitmişti. “Bir şey söylesem yapar mısın?” dedi. Basit hatalarım olduğunu düşünerek: “Tabi ki,” dedim. “Bu hikâyeyi tersine çevirir misin?” dedi. Anlayamadım: “Nasıl yani?” dedim. “Aileyi ve toplumu iyimser işlemelisin” dedi. “Ama çocuk!” dedim. “Bu yaklaşımlarla topluma bir şey veremeyiz” dedi. Yine “Ama çocuk!” dedim ve sustum.    

Deneme uzamasın diye çocuğun yaşadıklarını ve zihnimden geçenleri buraya yazmayacağım.    

Bir hışımla yerimden kalktım. Kâğıtları masadan aldım, üç beş parçaya böldüm, kapının girişinde duran çöp kutusuna attım, kapıyı çarpıp çıktım. Eve gelesiye kadar da Mustafa Amca’ya küstüm, “Şiir de vermeyeceğim gazeteye” dedim.    

O yaşlardan önce çevremde hoşuma gitmeyen birçok olaya tanık olmuştum. O anki tepkim, Mustafa Amca’ya değil, dışarıdan aldığımı dışarıda iyileştirmeye çalıştığım kırılmalardı. Hani, yazmak birçok kişiyle konuşmaktır ya. Öyle ki konuşarak içinizde kavradığınız hayatı, dışardaki hayata katmaktır.    

İçimizdeki hayat kavramıyla, dışımızdaki hayat arasında birbirine dolanan uzun ve geniş mesafelerde büyüyen bir çocuk, içinde akan özü paylaşmak için ne tarafa koşacağını bilmeli.

Çocuk yaşlarda yazmak; henüz yıpranmamış, taraf çıkarı bilmeyen, safiyâne duygularla bir yerde durup, her tarafa birden bakmaktır. Her tarafa birden bakar çünkü, hayatın geniş ufuk, özgür ruh gerektirdiğinin daha çok farkındadır. Bu sebeple çocuk, özgür düşünmeyi zedeleyen dayatmaları reddeder…    

Sonra kendime dedim ki: “Bu içe ve dışa bakışta beni etkileyen olaylar, içinde yaşadığım aile, toplum, ülke ve dünyada olan bitenlerden edindiğim düşünceler, duygular, fikirler… Bunlar mı beni ben yapıyor? Hayır! Bunların hepsi birer sonuç. Bir sonucun içinde yaşanan, geriye düşmüş, aşılamayan bir zaman bu! Bir zaman ki ne tam olarak içinde olup katılabildiğimiz ne de dışarı çıkıp, ‘ben neyim’e bakabildiğimiz...    

Genç enerjiyle dalmış olduğum gözlem deryasında; adaletin, dayanışmanın, huzurun yolunu kesen, aksak ayakları düzeltmenin bir yolu belki dedim. E. Gazetesini yanıma aldım, adresi buldum, gittim ve kapıya vurdum. İçeriden biri: “Gel” dedi. İçeri girdim, kendimi tanıttım. Heyecandan olduğum yere yığılacak gibi bir durumdaydım. Gazetenin sahibi M.D. beni tepeden tırnağa süzdü. Karşısında duran kara, kuru, gözleri şimşekli kıza baktı: “Demek haber muhabiri olacaksın” dedi. “Evet” dedim, kavga edecek gibi. Hafifçe gülümsedi. O gülümsemenin ardındaki durum, ‘yol geçen hanı’na benziyordu. Okul hayatımı hiç sormadı. “Yaşın on sekiz mi?” dedi. “Çok yakında gireceğim” dedim. Çok yakının arası on bir aydı. Hevesime baktı. “Peki, deneyelim. İki hafta deneme süremiz var. Bu sürede ücret ödemiyoruz, tüm giderin sana ait” dedi. “Tamam” dedim.

Beni işe almıştı. Kapının girişine yakın duran masayı işaret etti. “O masa senin çalışma masan” dedi. Masaya geçtim oturdum. “Muhasebeden anlar mısın?” dedi. “Evet” dedim. Defterleri getirdi, masaya koydu. “Deneme süren boyunca buranın muhasebesiyle sen ilgileneceksin, aynı zamanda yapacağın iş hakkında gözlemde bulunursun” dedi. O sırada içeri genç bir çocuk girdi. “Ah, bak! Bu istihbarat müdürümüz Ali, birinci sayfa haberlerini o yapar. O, ne yapıyor ediyor, takip et” dedi.    

İki haftam dolmak üzereydi. Benim de bir fotoğraf makinam olacak, haber yapmak için dışarı çıkacaktım ki Ali bir hışımla içeri girdi. M.D. ye, “Abi, müthiş bir haber yakaladım. Öğle yemeğinde patlıcan musakka yiyordum, en ucuz yemek oydu… Şu resimlere bak abi” dedi. M.D.:  “Hemen çarpıcı bir başlık bul, yarınki baskıya yetiştir,” dedi.    

Ali, ofisin içinde dört dönerek: “Canavar anne, bebeğini cami avlusuna terk etti” dedi. Biraz durdu, bu başlık içine sinmedi: “Yok yok! Katil anne, yeni doğmuş çocuğunu cami avlusunda ölüme terk etti” diyerek M.D.’ye döndü, “Nasıl abi, bu daha çarpıcı oldu değil mi?” dedi. M.D. “Büyük harflerle yazacağız, biraz uzun gibi ama sığdırırız,” dedi.    

Oturduğum yerden ayağa kalkmış, iki erkeğin duyarsızca dans edişini izliyordum. Sıkılı yumruğum bulunduğum yerden uzadı, Ali’nin suratına indi inecek bir haldeyken M.D. bana döndü, “Sen ne düşünüyorsun?” dedi. İçimdeki bütün nedenlerin ucu huzura, mutluluğa, özgürlüğe, doğruluğa, insana yakışan erdemlere açıldı. “Bir anne bebeğini cami avlusuna neden terk etti? derim” dedim. “Nedene kim bakar” dedi. Bebeğin babasından hiç söz etmediler…    

İçimdeki erdemler eridi, pencereden dışarı taştı, havaya karıştı, gitti o kadının üstüne başına bulaştı. Bir rüzgâr çıktı, aldı götürdü, yalçın dağların oyuklarına bıraktı, kar oyukları örttü. Ben kimsiz kimsesiz kalakaldım ortada… Bir şiir geldi, göz ucuma gönendi, “Söyle” dedi “Beni söyle!” Söylemedim. Başını okşadım, yanıma aldım, masaya baktım, oradan çıkıp gittim. Öylesine gittim…    

Bir kural, hayatın her alanına dokunamıyorsa, şiir iyidir. Toplumun oluşturduğu sorun bir kişiye mâl ediliyorsa, şiir iyidir. Olması gerekeni savunamıyorsan, şiir iyidir.    

Ülkeler arasında akıl, düşünce ve duygu atlasını oluşturan edebiyat ve şiir, bulunduğu zamanın içinden çıkarak, dünyanın hızlı adımlarla “Metaverse” çağına girmeye hazırlandığı bu zamanda değişen duygu, mantık ve kültürel değerler algısı; siber düzeyde nedensiz ve sonuçsuz bir düzleme evrilmektedir. Artık bildiğimiz anlamda toplumsal karşılığı olmayan algıların seyir defterinde nötrina, foton, edebiyatına yönelecektir gelecek kuşaklar.   

Uzun zaman önce yola çıkıp şimdilerde hayatımıza kavuşmak üzere olan hologram yaşam üzerine yaşayacağımız, yazacağımız, denemeler, romanlar, şiirler bu yeni çağın iz yolunda hangi erdemlerimizi yeniden yapılandırıp, hayatı nereye koyacak? Belleğimize yaslanarak gelişen ve değişen bu zamanda ne tür yaşam formlarına gireceğiz?    

Artık ellerimizin ayaklarımızın altına serilen kuantum ağında; denge, ölçü, ayar bağlarını nelere, nerelere dayandırarak kontrol edeceğiz veya hayata dair anlam oluşturacağız.

Teknolojik diktatörlüğün doğal yaşama müdahalesine karşı duran, insanın fıtratına dayalı öz değerlerle genetik kültürümüzde mevcut olanı koruyacak gençlere ihtiyacı vardır edebiyatın ve sanatın. Dilin en geniş ve de keskin, aynı zamanda algı yöneten bir kanalı olan edebiyat ve şiir, hiçbir zeminin saçağı altına sığmaz.    

Umarım sıfır kapılarından yeni evrenlere uzanan yollarda bilinç sahibi gençlerin; siber düzende insanla insan, bireyle kendi arasında akan ışık yazılarını okuması mümkün olur. İçinde bulunduğumuz koşullara bakarak dünyayı anlamak değil; dünyadan ve hatta uzaydan bakarak içinde bulunduğumuz koşulları, planları anlamak dileğiyle.  24 Kasım 2021

 

‘Benim yaşadığım zamanda dolu dolu öyküsü olan öyle yazarlar, şairler vardı ki yakından baktığımızda kendileri içlerinde yoklardı…’ Bu tümcenin altında yatan gerçek okunabilir mi, bilmiyorum ama bu, edebiyat tarihinin bir gerçeğidir. Hem de güncel Türk yazınında acının en acısı acınası bir gerçek… Bu tümceyi bir kenara not ediniz; anlamına ulaştığınızda fazla söze gerek olmayacaktır.  

Heybet Akdoğan
TENİMİZ KARANFİL ÇÜRÜMÜŞLÜĞÜYDÜ 

 
bedeli ödenecek bir günâhtık sevgili
kanar dururdu gülkırımı sevgimiz
kötülükler şaşırtmıyordu bizi
bu yüzden hep büyük kederlerin sahibiydik
suçun güçlü olduğu bu zamanda
biz sevmenin yalancısıydık
heybemizde saklıydı o gerçek sevdalar
yürekten sevmelere bu çağ tanık değildi
fermanı buyrulmuş bir yaraydık sevgili
vurgun yemiş mutluluktuk
tenimiz karanfil çürümüşlüğüydü
hayallerimiz kundaklanmıştı
gözlerimizde gizlediğimiz bir mevsim vardı
güneşi ve yağmuru sır gibi saklardık; gözbebeklerimizde
sen gülünce güneş doğardı
ben ağlayınca nisan başlardı 

Gazanfer Eryüksel
EDEBİYATTA ŞİİRDE ALGI VE EGEMEN YAPILAR

Tek yumurta üçüzleri… Şiir, müzik ve dans. Üçüzlerin yol arkadaşları ise mağara duvar resimleri, kaya/taş kabartmalar, çömlekçiliğin oluşumuyla bezeme ve kabartmalar… Harflere giden yolculuk.

Yazılı kültürler oluşsa da okur-yazarlık halk arasında pek de yaygın değildir. Resim yazı daha yaygındır halk arasında. Ancak şiir, ritmik dilinin getirdiği kolay ezberlenmesiyle diğer ifade biçimleri arasında öne çıkacaktır. Dilden dile, kulaktan kulağa ışık hızıyla adeta yaygınlaşacaktır halk arasında.

Toplumların yolculuğunda insanın kendini, doğayı, evreni, toplumsal ilişkileri anlama ve anlatma biçimi olarak sanat oluşup gelişmektedir.   

Yukarıda söylediğim gibi şiir, yerine göre müziğin ve bazen de dansın desteğiyle önde giden bir ifade biçimi olacaktır. Ritüel ve ayinlerin önem ve değeri…

İnsanların yerleşik düzene geçmeleriyle başlayan tarım toplumu insanlığın ağır akan en uzun nehridir. Bu süreç, aynı zamanda mülkiyet ilişkisinin de başladığı, yöneten-yönetilen ilişkisinin de kurallarının oluştuğu (devlet) dönemidir.

İnsanın anlama ve anlatma yolculuğu hikâye, masal ve efsanelerle zenginleşecektir. Her anlatıcı; şair/ozan, destancı, kendi algıladığı insanı, doğayı, evreni şiir aracılığıyla topluma iletmektedir. Böylece toplumun algısı etkilenmeye başlayacaktır. Bugünün ifadesiyle ozan ve şairler için tarihin ilk algı mühendisleri diyebiliriz.

Bu söyleyişleri (şiir ve sanat) gündelik hayatın ifadelerinden ayıran yol ağzı, kırılma noktası, zaman içinde neyi söylediğinden öte nasıl söylendiği, sanatın olmak-olmamak ölçütü olarak belirecektir.

Tarım toplumuna geçiş ve mülkiyet ilişkisiyle toplumsal yapı büyük toprak sahipleri, köleler ve bu iki katman arasında oluşan halk kitleleri. Bu kitleler, ne o ne öteki olabilen bir yapıdır.

Tarım üretiminin işgücü olan köleler yeni üretim alanları (topraklar) için yapılan savaşlarda ganimet olarak ele geçirilen kadın-erkek esirlerdir. Zaman içinde kölelerin doğuştan köle çocukları olacaktır.

Bunların sanat-edebiyatla ne ilgisi var diyenlere ironik bir gülümseme bırakıp yazıya devam edelim. Algı kavramıyla parça-bütün ilişkisinin altını çizerek elbette. Sanatın bir üstyapı kurumu olduğu söylense de tarihi süreç içinde aşağıdan yukarı doğru gelişen bir seyir izlemiştir.

Üretim-pazar ilişkisi

Çömlek kaplar, testiler, amforalar, küpler ve çömlekçi çarkının bulunuşu. Çömlekçi çarkı seri üretimi hızlandıracaktır. Taş ustaları ve heykelciler…

Hititler döneminde salt müzik ve dans ile geçinen şehirler olduğu kayıtlarda görülmüş ancak bu kentler henüz bulunamamıştır. Daha sonra Batı Anadolu’da heykelcileriyle nam salan kentler.

Bunları niye söyledik? Üretim-Pazar ilişkisini özetlemek için. Egemen yapılar her şeyi metalaştırarak (alınıp satılır hâle getirerek) denetim altına alırlar. Bu tarih boyunca böyle olmuştur hep. Ancak… İskele sancak… Şiir, egemenler ne yaparlarsa yapsınlar tam anlamıyla metalaştıramadıkları tek sanat olarak bugünlere gelmiştir.

Müzik ve dansın egemen yapılarla ilişkisinde oluşan eğlence sektörü pazara yönelik üretim yaptığında kaçınılmaz olarak denetim altına alınacaktır. Paranın dayanılmaz etkisi… Parayı veren düdüğü çalar misali pazara yönelen müzik ve dansın trajedisi buradadır. 

Tarihte şiir-egemen yapı ilişkisinde hızlı bir ufuk turu yaparsak öldürülen şairler çıkacaktır karşımıza.

Nesimi, Nefi, Şehzade Korkut, III. Selim, Nesimi Çimen, Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur Kaynar, Muhlis Akarsu, Hasret Gültekin, Pir Sultan Abdal, Figani, Sabahattin Ali.

Dünyada öldürülen şairlere örnek verirsek Federico Garcia Lorca, Nikolay Vaptsarov. Ancak Azerbaycanlı şairler yirmi yedi ile önde gidiyorlar.

Egemen yapılar kendi iktidarlarını sürdürmek için toplumun algılarını bozan, onları gerçeklerle yüzleştiren her şeye karşı çıkmışlar ve bu tavırdan da şairler, sanatçılar, aydınlar canlarıyla bedel ödemişlerdir. Canını kurtaranlar ise yaşamlarını her dönemde zor şartlarda sürdürmüşlerdir.

Yazımızı bitirmeye çalışırken Türkiye’nin son kırk yılına odaklanırsak şunları görürüz.

Cumhuriyetin en büyük kırılma noktası 12 Eylül darbesidir. Bu dönemde ülkemizin ve dünyanın gerçeklerini sorgulayarak topluma iletmeye çalışan en önemli kesim, sanat ve bilim, denetim altına alınmıştır.

İnsanın ve toplumun yaşadığı sıkıntı ve çelişmeleri dile getirmek “ideolojik sanat” olarak ötelenirken ithal ve yapay bunalımları işleyen ürünler ön plana çıkarılarak toplumun algısı yönlendirilmiş ve yönetilmiştir. Bu konuda “Elmanın kurdu da kendinden be usta” adlı yazımda söz konusu gerçeklik dile getirilmeye çalışılmıştır. Elmanın kurdu ise şüphesiz bazı sanatçı ve aydınlar olmuştur. Gazeteler, yayınevleri, dergiler büyük sermayenin denetimindedir artık. Şiirin er meydanı dergiler yitip gitmiş holding dergileri revaçtadır.

Halk, kendini anlatmayan şiiri kaderiyle baş başa bırakacaktır. “Şiir kitapları neden satmıyor?” sorusunun cevabının şıklarından biri şiirin geldiği durumda saklıdır.

Türk şiiri gibi köklü bir geleneği olan bir ülkede şiir okumayan bir diğer deyişle ustalardan el almayan “şairler” döneminden geçmekteyiz. Bu süreçte algıları belirleyen hızlandırıcı etken ise sosyal medya ve her parayı verenin kitap sahibi olmasıdır. Bu yüzden sırf bu işle uğraşan bir yayıncı türü oluşmuştur. Kitap sahibi parayı ödediği için zarar riski olmayan bir ticaret türü icat edilmiştir.

Şiir okumayan, ancak köksüz ağaç olma sevdasındakilerin sosyal medyadaki iç dökümleri toplumdaki şiir algısını da belirlemeye başlamıştır. Yeni algı, “Şiir madem buymuş, ben de yazarım”a gelip dayanmıştır. Egemen yapı ise böylesi bir durumdan ziyadesiyle memnundur. Çayın kuşunu çayın taşıyla vurmak gibi keyifli bir şey olur mu?

Uzun sözün kısası, şiir kendi genlerindeki direnişle bu dönemi de aşacak bir insanlık köküdür. Bu rüzgâr dinecek, şiir; özgün diliyle insanı, doğayı, evreni algılayarak topluma söylemeye devam edecektir şüphesiz. Ve devam etmektedir ancak, ortalığı saran gürültü ve şamatadan sesini duyurmakta zorlanmaktadır. Hadi eskilerin bir sözüyle bitirelim yazıyı, “Bu da geçer yahu.” Zaman en büyük eleştirmendir çünkü. Elli yıl önceki dergilere bakınız lütfen, eleğin üstünde kimler kalmış.  

Mehmet Rayman
ELİMİN AYASI
 
hep elimin içinden geçer
algısı yazgısı kara günler
hiç yenilmeyeceğim size
yüzümün ipeğinden dokunmuş
bir mendil var çantamda
kekilin ucu batıyor gözüme
alnımdan geçen yolları
siliyorum geceleri
 
 bir tünelin iki ucuyum
aynı yapı aynı uyum
kulağımın memesi hamur
hep bu yazıdan geçer
yazını güzüne katan günler
toprağın altını göstereceğine
bir doyumluk gün dile
 
kamçılamak sallamak
çok keskin acı
atların sağrısı bulutlar
bırakın kalsın yerinde
gideni geleni söyletir
içtiğim su kalaylı tas
çeyiz sandığına giren çekirdek
anamın kırmızı çıkısı
işte o kınalı parmaklara has
bir zaman dilimi
 
yazılı kağıdı leke tutmuyor
çünkü nehirleri çizdim üstüne
tomurcuk dalımla geldim
yüküm incir çekirdeği
taşın çatlağını gösterdiler bana
bahara kadar için için uyudum
rüzgara verdim bağrımı
sabır taşı gün koyakları
ağzımın içine damlıyor
elimin ayası.


Yaşar Özmen
ALGI YÖNETMEK SANATTIR 

Algı, özgür istencimizle oluşan bir eylem midir? Toplumsal olgu ve olaylar ile bilinçli kurulmuş sistemlerin yönlendirmesine bağımlı bir algı dünyasına mı sahibiz?


Beynimiz ilginç bir çalışma biçimine sahiptir. Bilgi, görgü, kültür, duygu, deneyim ve diğer girdilerin bileşkesine bağımlı olarak çalışan devasa bir sistem. Ulaşabildiği tüm bilgiyi kullanıp durmaksızın karar üreten bir süreç. İlginç bir özelliği, halihazır bilginin olgunluğuna, doğruluğuna, yeterliliğine bakmaksızın; edinebildiği kadarıyla, duygulara ve işleyebildiği deneyime dayanarak karar verip insanı eyleme sürüklemesidir. Bu, bana göre beynin en zayıf tarafıdır. Cahil insanın her şeyi biliyorum yargısı, beynin bu zayıflığından kaynaklanıyor, diye düşünüyorum. Algı yönetimi, medyada sıkça kullanılan adıyla algı operasyonu (güdülemesi), beynimizin zayıf yerlerini kullanarak yapılan sistemli çalışmadır, diyebilir miyiz? 

Doğadaki canlılar, yaşamak için daha güçsüz olanları yemek yada bir şekilde karnını doyurmak zorundadır. Bir diğerinden daha güçlü olmak, daha hızlı koşmak gibi bir çabası vardır. Doğası gereği bunun için her biri kendi savunma sistemini ve donanımını geliştirir. İster gereklilik diyelim ister evrimsel bir olgunun sonucu diyelim sonuçta her canlı, bulunduğu ortama ayak uydurur; doğal seçilim gereği güçlü ve donanımlı olan yaşamını sürdürür. Bu, öyle bir döngü ve dengedir ki doğanın mutlak gereklilikleriyle asla çatışmaz.

İnsan, döngünün mutlak gerekliliklerini kırabilme yeteneğine sahiptir. Kendisinin isteğine göre çoğu şeyi düzenleyebilir ya da değiştirebilir. Bu durum, bireyin davranışlarının düzenlenebileceği ya da değiştirilebileceği anlamına gelir. Algı yönetimi diye bir bilgi bütünlüğünün ortaya konması bundandır. Beynimizin çalışma yöntemi üzerine sayısız çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalar gösteriyor ki beynimiz; aldatılabilir, kavrama yetisi kısıtlanabilir ya da istenen bir davranışı gerçekleştirecek şekilde yönlendirilebilir. Beynimize kendi isteği ve özgün kararıymış gibi çok şey yaptırılabilir.

Algısı düzenlenmiş insan davranışını, her gün ve her yerde görebiliriz. Örneğin, alışveriş isteği doğurtulmuş insanlar gibi… Bunlar, algısı değiştirilmiş ya da düzenlenmiş kişilerdir. Bu tutumu, bireyin ya da toplumun kendi özgün isteğiymiş gibi tanımlar, normal bir durum olarak karşılarız. Ayrıntıya girdiğimizde kazın ayağının öyle olmadığını görürüz.

Asıl konumuz olan edebiyat ve algı yönetimi ilişkisini biraz açalım.

Edebiyat dil sanatıdır. Doğrudan duygu ve düşünceyi etkisi altına alan dolayısıyla algıyı düzenleyebilen bir etkinliktir. Burada üzerinde durmamız gereken önemli bir konu vardır: Duygu. Edebiyat, duyguyu kolay ele geçirebilen bir sanattır. Duygu da algının mutlak rehberidir. Düşüncenin mayasıdır.

Algı yönetimini, istenmeyen bir sonucu doğuran olumsuz bir tamlama olarak anlıyoruz. Kavram alanı bilincimize olumsuz bir eylem olarak yerleşmiştir. Algı yönetimi, insan tutumunu düzenleme yoludur ve mutlaka olumsuz olacak diye bir şey söyleyemeyiz. Örneğin eğitim, algı yönetiminin olumlu halkasıdır. Algı güdüleme ise, bir başkasının amacını gerçekleştirmek üzere bireyin tutumunu düzenleme çabasıdır.

Bence algı yönetiminin olumlu yanı, edebiyatın en temel amacıyla koşuttur. Okura yaşamın gereklerini farkındalıklı olarak göstermek, bir anlamda algı ayarlarını açmak, işlenebilir duruma getirmek, yüksek değerleri içtenlikle yaşayabilir duygu durumuna taşımak, diyebiliriz. Edebiyat dahil tüm sanatların; duyarlılık ve algıda seçicilik yaratmak, düşünceyi sarsarak daha geniş boyuta taşımak gibi bir amacı vardır. Okuru, estetik beğeni yardımıyla arzu ettiğimiz hazza sürüklemektir. Çünkü edebiyat; yaşamın içerisindeki bilgi, olgu, olayın en olgun ve etkileyici görünüme getirildiği bir süreçtir. Öyle olunca edebiyatın her dalı, algı yönetiminde gereç olarak olumlu yönde ve etkin bir biçimde kullanılabilir. Bunun yanında; bir kurumun, öğretinin ya da dinlerin amacına hizmet için de tasarlanabilir. Ne yazık ki edebiyatın kötüye kullanımını hemen hemen her yerde görebiliriz. Özellikle hedef, çocuklar ve genç beyinlerdir… 

Konunun daha iyi anlaşılması için, stratejik düzeyde uygulanmış somut bir örnekle sürdürelim. Amerika, Irak Krizini 1990 yılında başlattı, 2003’e kadar kara gücünü kullanamadı. On üç yıllık sürede yalnızca hava gücünü kullandı. Havadan bombalamak kolay. Karşı koyacak bir hava kuvveti yoktu. Askeri literatürde ‘harekât bölgesini şekillendirmek’ diye bir aşama vardır. Bunun anlamı, hedef ülke halkının savaşa hazır duruma getirilmesidir. Halkın direniş göstermemesini, barışçıl bir eylemmiş gibi harekâtı desteklemesini sağlamaktır tüm amaç. Diğer söyleyişle, ülke halkının direniş kararını arzu ettiğiniz bağlamda düzenlemektir. Halk, bile isteye sizin arzunuz doğrultusunda hareket eder. Eski adı psikolojik harekât, yeni adı bilgi destek harekâtıyla koşut bir çalışmadır. Amerikan ordusu, Irak’ta bu tekniği on üç yıl boyunca uyguladı ve halkın belirli bir kesimini kazandıktan sonra kara gücünü sahaya sürdü. Ne kadar güçlü olursanız olun, tersi durumda olası mıdır bir ülkenin devlet başkanını almak?

Bu örneğin edebiyatla ilişkisi nedir? Algı yönetimi, sistemli bir çalışmanın sonucudur, alanında uzman kişilerin tasarısıyla işler ve toplum üzerinde çok etkilidir. Edebiyat ve diğer sanat dalları, bu zincirin bir halkası olabilir. Diğer bir söyleyişle, topluma ya da bir kesime belli bir düşünceyi kabul ettirmek üzere kullanılabilir. Uzun zaman ister, sonucu geç alınır ama kalıcı bir ruh durumu yaratır. Edebiyatı estetik tavrı yaratmak için değil de algıyı istediğimiz yönde değiştirmek için kullanırsak ya bir gruba ya bir politik öğretiye ya da dinsel bir olguya hizmet eder duruma getiririz. Bu tehlikeli bir yoldur. Sanat olma gereklerinin dışına yönelir. Sanat felsefesi gereği sanatın ana hedefi, insanda estetik tavır yaratmaktır. Burada önemli bir nokta vardır: Edebiyat, toplumun değer yargılarının bir aynasıdır. Edebiyatı, belirli bir kesimin düşüncesini ya da inancını dikte etmeye yöneltirsek sloganlaştırırız. Sloganlaşan edebiyat çatışmanın öncülüdür. Tüm sanat dalları, çatışmayı değil; estetik tavrı yaratmak için yapılır, kurgulanır. Estetik tavır yaratmak, yaşamsal gerekleri doğru algılayan saygın ve saygılı insan kazanmanın yoludur. İletişimi, işleyişi, ilişkisi sağlıklı toplumun önünü açar.

Diğer taraftan, algı güdüleme için yazılan her metin, bugünün bilinçli bireyini rencide ediyor… Sanattan öte propaganda ya da beyin yıkama amacı taşıyor. Bilinçli bireyler, apaçık gördüğü bir şeyin görünümü değiştirilerek altın tasta sunulmasından rahatsız olurlar.  Daha açık söyleyelim: Aklıyla dalga geçilmesini sindiremezler. Ne var ki algı yönetiminde öyle teknikler uygulanır ki birey, çoğu zaman gerçekle önüne sürülenin arasındaki inceliği ayırt edemez. En çok da ticari alanda kullanılan bir tekniktir. Örneğin, gizli ya da bilinçaltı reklâmları gibi… Hemen hemen hepimiz bu tekniğe yenik düşeriz. Sıkıntı buradadır. Gizli düşmandır; şeker hastalığı gibi… Bu yüzden ‘algı yönetimi sanattır’, diye bir benzetme yapabiliriz. Bu benzetmeyle ayrıntılı ve zorlu bir süreç olduğunu vurgulayabiliriz. 

Algı yönetiminin olumlu ve olumsuz yanlarını basit bir ölçütle belirleyebiliriz. Yaşamın ve insanın süregelen gereklerini değil de belirli bir görüşün/inanışın doğruluğunu ya da uygunluğunu dayatacak biçimde yazmak, algı yönetimi çabasının önde gidenidir… Şimdi Türk edebiyatına bakınız ve genel durumu sorgulayınız… Umarım kolaylıkla görebileceğiniz bir resim gözünüzün önünde oluşacaktır. Öyle şiir ve metinler vardır ki sesi tamamen sufledir. Buna karşın şair ve yazarının ünü büyüktür…  

Yazının ana hedefi, toplumdaki yüksek değerleri (moral değerler) diri tutmaktır. Bireyin yaşama sevincine katkı sağlamak, sevgisini yüceltmektir. Yüksek değerleri diri tutulan birey ya da toplum; olumlu, yapıcı, paylaşımcı, bireyler arası saygı ve güven ortamını sağlar. Bu özelliklere sahip toplumlarda, birey hak ve özgürlük alanlarına saygılı ve sevecen tavır gelişir. Uygulanan siyaset, yaşama geçirilen her kural, inşa edilen her yapı; insan için ve insan değerlerine uygun yapılır. İnsana saygının olduğu yerde çağdaş dünya görüşü egemendir...

Bir konu daha var ki söylemeden geçemeyeceğim. Bana göre gerek görsel gerek yazınsal, çocuk edebiyatı diye taze beyinlerin üstüne çöken kara belâ, üzerinde en çok durmamız, tartışmamız ve ayrıntılarıyla düzenlememiz gereken bir algı yönetim alanıdır. Bu, duyarlılığı en yüksek bir zemindir ve üzerinde en çok oynanan bir konudur. Örneğin dinsel içerikli okuma kitabı, belgesel ya da çizgi filmlerle çocuğun düş dünyasında korku dağı yaratmak gibi. Bu tür yayınlarla taze beyinlerin çevresine çekilen demir perde, kolay kolay bir daha ışığı geçirmez… Edebiyatta algı yönetimi sözü geçtiğinde ilk olarak ele almamız ve duyarlılık göstermemiz gereken yer burasıdır.  

Sonuç olarak edebiyat, algı yönetiminin vazgeçilemez bir gerecidir. Tıpkı ateş gibidir. Yerinde kullanırsanız yemek yaparsınız, yanlış kullanırsanız evinizi yakarsınız. Ayrıca edebiyatı, olumlu ya da olumsuz bir algı yönetim gereci olarak kullanmak bilinç sorunudur. Bıçak sırtı gibidir. Estetik tavrı yaratmak için kurgulanan her yapıt, olumlu sonuç doğurur. Bir şeyleri dikte etmeye, şiddete özendirmeye, inandırmaya, ikna etmeye yönelen her yapıt; algı yönetiminde olumsuz bir gereçtir. Zaten sanatta; dilsel şiddet, saldırı, dayatma, inandırma, ikna etme gibi olumsuzluklar felsefesi gereği olmamalıdır. Toplumda yaşanan olumlu olumsuz her tür olay ve olgu, edebiyatın konusudur. Ancak şiddet, haksızlık, ölüm hatta en korkunç bir olay bile; saldırmaksızın, hakaret etmeksizin, aşağılamadan temiz ve olumlu bir dille anlatılabilir. Edebiyatta dilsel şiddet, yazarın şiddet algısıyla doğru orantılıdır. Dünyaya bakışını olgunlaştırıp güzellik ve türevlerini esas alarak sanatını kurgulamalıdır. Bana göre çağdaş sanat anlayışı, sanattaki bu karmaşayı kökünden çözen yerinde bir yaklaşımdır. Çünkü bu anlayış; olumsuzlukları daha yaratıcı bir dille açığa çıkarır, aklın karanlık köşelerine dokunarak daha farkındalıklı bir dünyayı önceler. Duyu ve duyguyu, arkasından aklı sarsarak estetik tavrı yaratmaya çalışır. 15 Ekim 2021

 

“Bilgi çağının sanatı, üniversal bir akıl ve global bir dünya bütünleşmesi içinde yöresellik ve ulusallık kimliğini giderek yitirecektir. Oysa, yüzyıllar boyunca sanat süreci bu konseptler içinde gelişmiştir. Nitekim bugün bunun ipuçlarını özellikle mimaride ve müzikte gözlemlemekteyiz…” 

                                                                                             Prof. Dr. İsmail Tunalı, Estetik Beğeni

 

Nilüfer Uçar
KUTSAL MASAL
 
yaşamın şakasıydı/zincire yük olan ışık
karadelik yama tutmuyor/boşver
neyin tamiri be usta   kozasını yırttı çığlık 
bak başağın sarı kirpiğinde akan  damlaya
                    burcu burcu heyecan kokar   gülüşü.
 
bak körpe yağmurun ağlayan gözlerine
yalnızca kaybolan kokusu/ıslak ve arî
sonsuzluk bahçesinde buğu/belki de sesinin  teri
belki de yaşadığı evin yeminli sırrı
                           her iç çekişte dökülür sıvalı  yüzü.
 
diyemedim ateşten yürüdüğün yaşamın bağrı
diyemedim reçine kokan dağın kayıp çocuğu
parmakları var, dili var, özü  töz/zaman kuş
var say ki deniz, inan, aslan neyin telaşı bu
                var say ki
                dağın kovuğunda bir keklik tek varlığı.
 
hasret kumaşını dokuyan yılların ivecen hali
bilmez ekinin anaç yüreğine  akan suyu          
vakit titrek yüzün  ışığın elleri
doğruyu kafeste besleyen dil sus/tarla  ota kesti                         
                                    toprak kokan sevinç nerede.
 
bez fabrikasını arşınlayan Azrail
ne sorarsın ecelin yakışıklı gömleğini
laf lafı/gece sabaha kapı açıyorken
güzel günlerin gecesi bu gece
öyle anlatılır karanlıkla aydınlığın
                                 kutsal masalı.      
  24 Kasım 2021 

 

Oya Uslu
ÇOCUK EDEBİYATININ ALGI YÖNETİMİNDE YERİ VE ETKİSİ 

Çocuk: Küçük insan yavrusu… Masum, temiz, toy, korunmaya ve bakıma muhtaç, ‘eğitilip şekillendirilebilir’ diye düşünülen canlı.

Kimine göre aileye, kimine göre hem aileye hem de topluma ait varlık. Geleceğin mimarı, umudu, vatanın bekçisi, daha neler neler… 

Peki hep böyle miydi?

Elbette değil. 

Devlet yapısı değiştikçe aile modelleri değişmiş, buna bağlı olarak çocuğa bakış açısı zaman içinde farklılık göstermiştir. Örneğin Roma’da babaların çocuklarını öldürme hakkı vardı. İnsanın alınıp satıldığı kölelik sisteminde, çocukların aileye ve devlete ait mal olarak görülmesi normal sayılıyordu. Çocukların temel ihtiyaçlarının karşılanmak zorunda oluşu aileye ve topluma yük gibi değerlendiriliyor, bu da statülerinin düşük olarak değerlendirilmesine neden oluyor ve herhangi bir hakları bulunmuyordu.

Feodalitede de durum aynı sayılırdı. Hatta bazı toplumlarda uzunca bir süre çocuklar çeşitli kötülüklerin kaynağı olarak görüldüler. Ortaçağ Avrupa’sında cadı olarak yakılanlar arasında çocuklar da vardı.

Neyse ki çocuk algısı Rönesans’la birlikte değişmeye başladı. Aydınlanma hareketi çocuğa değer verme düşüncesini beraberinde getirdi. Birey kavramının ortaya çıkışı bu minik canlıların özel bir doğası olduğuna ilişkin farkındalığı geliştirdi ve böylece onların yetişkin yaşamına ulaşması beklenen masum bir varlık olduğu görüşü benimsendi.

Bizde de bu değişimde Tanzimat Dönemi etkili oldu, hatta çocuk edebiyatının doğuşu Tanzimat’la başlar diyebiliriz. 

Cumhuriyet Döneminde ise çocuk ve çocuk eğitimi ulusal bir politika olarak düşünüldü. Ulusal Egemenlik kavramını çocukların bilincine yerleştirmek, vatan ve millet sevgisi aşılamak, dil bilincini geliştirmek, onları ulusal ve manevi değerler konusunda eğitmek amaçlandı; “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmek” ülküsü benimsendi.

 Ama yine de köleci düzen izlerini taşıyan olumsuz bakış açısı dünya tarihinde oldukça uzun sürdü, günümüze bile yansıdı.  Hâlâ çocuklarına kötü davranma hakkını kendinde gören aileler epeyce çok; ya da korunmaya muhtaç oldukları halde devlet tarafından ilgi görmeyen çocuklar var.

Aslında kısaca nasıl devlet, öyle çocuk algısı diyebiliriz. Bu edebiyat açısından da geçerli... Çocuk edebiyatı yüzyıllardır eğitim, din ve politik öğretiler arasında tüm dünyada bir güç çekişmesine maruz kaldı. 

Türkiye’yi ele alırsak, giderek neoliberal kapitalizmin etkisi altına giren ülkemiz, bir yandan hızla modernleşirken diğer yandan muhafazakâr içe dönüklüğü yaşamaktadır. Çocuk edebiyatı da genellikle bu iki dünya görüşünün etkisi hatta çekişmesi altında kalmaktadır. Bu çekişme en çok toplumsal cinsiyet rolleri açısından algı operasyonu ile yapılmaktadır. Örneğin dinci kesimin bazı kitaplarında başı açık kadınlar çocuğa kötü davranan karakterler olarak yansıtılırken, başı kapalı kadınlar iyi davranışlar sergilemektedirler. Ya da modernist kimi yazara göre türbanlı kadınlar kesinlikle cahilken, başı açıklar aydındır. Muhafazakâr kesimin yazarı genellikle kız çocuğuna ev işleri yapması gerektiğini öğütlerken, erkek çocuğa dış işlerini önermektedir. Yaramaz ve güçlü karakterler hep erkektir. Kız mutlaka uslu ve zayıf olmalıdır. Bazen de bu kesimin yazarlarında ‘herkes Müslüman olmalı’ düşüncesi öylesine fütursuzdur ki Şirinlerin başının kapatıldığı, Küçük Prens’in namaz kıldığı kitaplara bile rastlıyoruz. Kimi zaman da modernist kesimin bazı yazarları çocuğa milliyetçi hatta ırkçı değerleri benimsetmeye çalışırken, muhafazakâr kesim ümmetçi değer yargılarına sarılmaktadır. Yine de milliyetçilik ve ırkçılık konusunu bazen her iki kesimde de ortak payda olarak görebiliyoruz. 

Sonuç olarak, ne yazık ki çocuk edebiyatımız, çeşitli kesimlerin isteklerine göre biçim verilmek istenen bir alan oluştur. Çocukları kendi istekleri doğrultusunda şekillendirmeye kalkan bazı yazarlar, karşı gördükleri kesime bilinçli ya da bilinçsizce saldırırken, çocuk üzerinden algı operasyonu uygulamaktadırlar. Her ne kadar çocuğa görelik kavramına önem veren edebiyatçılar giderek artsa da, daha çok yol kat etmemiz gerekiyor. 

 

Medyanın kurgulama gücü ve potansiyelinin sınırsız olduğu göz önüne alınınca ona neden dördüncü güç dendiği anlaşılmaktadır. İçinde yaşanılan çağda, özellikle TV’deki oligopolistik yapı nedeni ile bu gücü küçük bir grubun kullanması korkutucudur.

                                                                                          Gencay Şaylan, Postmodernizm

 

Gülsüm Işıldar
P/ASLI HIZAR
 
“Ağrımadığı için kalbinin yerini bilmeyenler”
Yaşamın en büyük muhâlifi yaşam
Bulut ölüsü sevgililerimizi
Beklemenin adını aşk koyarak
En çok sevdiklerimize
Çektirdiğimiz paslı hızar…
 
Söndürüp içimin ışıklarını sustum
Yalanlar gelsin doğrulasın kendini
Kekeme bir yıldız gibi
Karanlıkta kaybolayım
O yüzden kara sürmelerim…
 
Hangi, güneşin penceresi
Boynumdaki kırlangıç uçurtması
Ömrümü bahçelendiren
Ardından koştuğum
Sıcak çaydan adamlar
Sabah olunca buhar…
 
Annemin çeyiz sandığındaki
Naftalin kokusu ve
Pazartesiden pazara giydiğimiz
Kibri saymazsak, çok fakiriz,
Ardımızda bir değirmen uğultusu
Önümüze, bir tas soğumuş çorba
Bırakıyor hayat…
 
Suat Gürbüz
DİĞER YARIMI (S)ARIYORUM
 
1-kesik
gözlerimi açıyorum dağ başında
yüzlerce kollarım var
                kır çiçeklerini sarmaya
bir yalnız gövdeye yüklemişim
                                 hayata dair ne varsa
taşıyorum işte taşımaksa…
cıvıltıların ulağını görüyorum
uzak da olsa anlıyorum
buranın kuşları değil bunlar
kafes nedir bilmezler
konuyorlar dert yüklü dallarıma
ha bire anlatıyorlar
              gördükleri güzel yerleri
sonra uçup gidiyorlar
bırakıp bir başıma beni
kesik dallarım kucağımda
ak bulutlar gibi akarak
                    uçmak istiyorum
sen de haklısın toprak kardeş
sana tutundukça anlıyorum
uzun zamandır
          diğer yarımı arıyorum…
 
2-eksik
gözlerimi kapatıyorum kent ortasında
düşüm bana yeter diyorum
katıksız çıktım ne de olsa bu yola
yavan da olsa bana yeter
ben hazırım aç olanları doyurmaya…
 
samimiyet ağacını arıyorum
betonlaşan sohbetlerin arasında
keskin bir cümleye vurulmaya hazırım
kitabından firar etmiş sözcüklerle
                             saldırsa yaralarıma…
yalnızlık insana mahsus
anladım onca yıldan sonra
               iç sesimi dinlediğimde
vicdan tahtıma kılıcını saplamış
                            gerçeklerin serdengeçtisini anlayınca…
eksiğim
dallarımdan biri yok
adı özgür
soyadı dünya
kendimi buldukça arıyorum
uzun zamandır
         diğer yarımı sarıyorum… 

 

Bedriye Korkankorkmaz
SANAT NEDİR? 

Tolstoy, sanat nedir sorusunun yanıtını on beş yıl arar. Sanat Nedir  isimli yapıtındaki denemelerinde en çok bu soruya yanıt bulmaya çalışır. Verdiği yanıtsa; “Sanat, bir duyguyu yaşayan insanın, o duyguyu bilerek ve isteyerek başkalarına aktarma olayıdır.” der. (s.10)

Tolstoy’un, gayet basit bir tanımla yaklaştığı bu soruya, Bernard Shaw’ın çok basit ve bir o kadar da gerçek olan yanıtını anımsayalım: “Sanata gerçekten aşina insan, kendini, yalnızca sanatkârın sesinde bulur.” (s.11) Tolstoy, bir eserin sanat eseri sayılabilmesi için sanatın tüm inceliklerini taşıması gerektiğine inanır. Bir sanat eserinde olması gereken öğelerin en önemlisinin biçim olduğunu söylüyor. Biçimi, içerikten yoksun bir biçim değildir. Yazarın anlattığı konuya dair tüm gerçekleri çok iyi bilmesi gerektiğine inanır. Biçimin önemini şöyle belirtir: “Biçim uygun değilse, hiçbir hikâye, şarkı, melodi, resim, heykel, dans, oyun, süsleme ya da yapı, yaratıcısının duygusunu seyirciye ya da dinleyiciye taşıyamaz. Bir şeyin sanat eseri olup olmaması biçime bağlıdır. Faydalı ya da zararlı bir duygu, biçiminin etkileyiciliğiyle yaygınlık kazanıyorsa o sanat eseridir.” Tolstoy’a göre, bir sanat eserinin konusu ne olursa olsun, etkileyici biçimiyle dinleyiciyi ya da okuyucuyu etkileyebiliyorsa gerçek bir sanat eseridir. Onun sanat eserinde aradığı özelliklerin en önemlisi biçimdir. Bu, gerçekte de öyle değil midir? Yazar ve şairler de yıllarca bıkmadan usanmadan yazarak veya araştırarak kendilerini ifade edecek en uygun biçimleri aramıyorlar mı? Biçim ve içerik dengesi, ustalık işidir. Aynı zamanda gerçek bir yazın emekçisinin de alfabesidir. Yaşamın yeni bir yönünü tanıtan böylelikle de yaşamın bilinmeyenlerini bilinir yapan ve yaşama bakışımızı değiştirebilen her eser, gerçek bir sanat eseridir. 

Yazar, bir sanat eserinde mutlaka olmasının önemine değindiği ikinci özellik ise, samimiyettir. Tolstoy’un, asıl anlatmak istediği bir sanat eserinde yazarın gerçekçiliği içtenliğiyle okura en uygun biçimde anlatmasını bilmesidir. Kendisi, bu duygularını şöyle ifade etmiştir: “İçten gelmeyen, bununla birlikte mükemmel ve önemli bu tür görüşlerin arkasında gizlenen küçük bir doğru, gerçek bir sanat eserinin temel ilkelerinin yerini alacaktır: Gerçek duygu ve uygun biçim.” (s.14) 

Gerçek bir sanat eserinde aradığı üçüncü özellik ise şudur: Bir sanat eserinin insanlığa hangi duygu ve düşünceleri yaydığı, o sanat eserinin niteliği açısından diğer sanat eseriyle arasındaki farkın ne derece önemli bir fark doğuracağı gerçeğidir. Bunu Tolstoy’un, değerlendirmesiyle anımsayacak olursak: “Gerçek bir sanat eserinin, dışarıya yaydığı duyguların insanoğluna yarar sağlaması ya da zarar vermesinin, eserin değerlendirilmesinde büyük bir fark doğuracağı açıktır.” (s.14)    

Aradığı dördüncü özellik, sanatın sadece teknik bir el becerisi olmadığının bilinmesidir. Tolstoy, sanatın bilimle eş değer bir konumda olduğunu da belirtir. Yazara göre bir sanat eseri şu özelliğinden dolayı teknikten ayrılır: “Çünkü genel yaygınlığıyla ve sanatçının ifade ettiği duyguları başkalarına geçirebilmesiyle insan duygularını biçimlendiren, oluşturan ve geliştiren şey sanattır. Bu gerçekten yola çıkan yazar Saltounlu Fletcher’dan şu alıntıya yer verir: “Bir adamın bütün balatları yazmasına izin verilseydi (Fletcher’ın hayatı müzik, şiir ve sanat demekti) o, bir ulusun kanunlarını kimin yapması gerektiğiyle ilgilenmeyecekti.”

Okuduğu bir eserde en çok yazarın içtenliğinden etkilendiğini öğreniyoruz. Yazarların   gerçeği ve içtenliği, sanat kaygısından daha önemli tutmalarını bilmeleri Tolstoy’u etkiler. Sanatın en gerçekçi görevi, yaşamın tüm gerçeklerini olduğu gibi sahneye aktarabilme yetisidir. Sanatçının bilgeliği anlatılmak istenen ana öğenin, yaşamın sahnesinde sahne almasını sağlamasıdır. Bir sanatçının başarısı da biçemi ile gerçekliği arasında kurduğu köprüdür. Yazılanlar ve yaşananlar arasındaki farkı hiçe indirgemesini bilendir gerçek sanatçı. Tolstoy, burada yaşamla yazılanı özdeştirmiştir.

Onun, sanat anlayışına biraz daha yakın olduğunuzda, asıl neyi ön plana çıkarmak istediğini daha iyi anlıyorsunuz. Tolstoy, yaşamdan beslenmeyen ve hazır bilgi kalıplarıyla yazanların unvanları ve konu hakkındaki yetkinlikleri ne olursa olsun, yazdıklarının yarınları olmadığına yürekten inanır. Sanatsal kaygılardan kendisini arındırabilmiş ve yaşamın gerçeğiyle yakınlaşmış elini uzatsa tutacağına olan inancını okura hissettirebilmiş bir sadeliği savunur. Sırf bu yüzden kendisiyle konuşmak ve iç dünyasını paylaşmak için yazılan bir günlüğü, birçok akademik araştırmadan daha çok önemser. Onun önceliklerini bu kadar çok netleştirmesi, günümüzde yaşanılan yapay sanat kargaşaları içinde üstünlük taslayanlarla aranızdaki farkı daha net görmenizi sağladığı için, büyük yazara teşekkür ediyorsunuz. Bu eseri, usundaki sanat kuramını haklı ve en gerçekçi yere taşımanız için yapmanız gerekenleri de görmenizi sağlıyor. Onun da bir sanat eserinde aradığı gerçek, yaşantıdan beslenen öğreticiliktir.

Sanat Nedir isimli yapıtı okuyunca insan, günümüzde yaşanan anlam ve kavram kargaşasını da daha net algılayabiliyor. O, konuya şöyle yaklaşıyor: “Ve bu yüzden, açık kesin ve doğru bir dünya görüşüne sahip olmayan ve özellikle bunun istenmeyeceğini düşünen bir adam, sanat eseri üretemez. Hayranlık verici pek çok şey yazabilir, fakat bunlar, bir sanat eseri olmayacaktır.” (s.74)  

Okura; öncelikle yaşamı aydınlatacak yeni bir bakış açısını, yaşadıklarını, yaşanmışlıklarla kazanmış bir yazarın verebileceğine inanır Tolstoy. Sadece güzel şeyler üreterek günün modasına uyan birçok eserin, yaşamla arasındaki bağın gerçek dışı olması; o eserin, yarınının olamayacağını sanatın tarih kuramı içerisinde kanıtlanmıştır. Yaşamın içine girememiş, yazarıyla eseri arasındaki içten bağı geliştirmemiş eserler, zamanın gerisindeki yerini almaya mahkumdur. O, gerçek bir sanat eserinde olmazsa olmazları arar. Onlar arasında okura yeni bir bakış açısını kazandırmasını, içerik-biçim birliğini duyurmasını içtenlikli olmasını ve duyumsatmasını öne sürer. Bununla da yetinmeyen yazar, gerçek bir sanat eserinde içeriğin derinliğinin olması gerektiğine inanır. Gerçek bir yazarın, eserini yazarken, önce sırtını, kolaycılığa ve taklide çevirmesini ister. Tolstoy, yazarın yazdığı her eserinde bugüne kadar kaleme alınmamış farklı bir biçim zenginliğiyle okurla buluşmasını gerçekçi bulur. Öncelikle topluma eseriyle hangi mesajı ilettiğini bilmelidir. Yazarın eserinde okurun anlayabileceği bir anlatımı tercih etmesini, o yazarın bu alandaki yetkinliğinin göstergesi olarak algılar. Gerçek bir yazarın, yazdığı bir eseri herhangi bir dışsal etkiden kaynaklandığı için değil; sırf içinden geldiği için, ‘yazmasaydım ölecektim’ dedirtecek kadar yazarla eseri arasında içten bir bağ olduğunu okura hissettirmesini ister. 

Onun, gerçek bir sanat eserinde aradığı en belirgin özelliklerden birisi de şudur: Bir sanat eserinde yazarın mutlaka bilmesi gereken gerçekler vardır. Bunların başında da toplumların kötüye ve yanlışa değil, iyiye ve ahlaki olan güzelliğe ihtiyacı vardır. Yazarın içerikte aradığı en üst gerçekse, iyi ve ahlaki olandır. Yine yazara göre, içeriğin en alt kısmında var olansa kötü ve ahlak dışı şeylerdir. O yüzden bir sanat eserinin anlaşılır olması iyi ve ahlaki olan değerlerin anlaşılır bir dille ifade edilmesi olarak algılar. Bu düşüncenin aksine anlaşılamayan belirsiz olan şeydir. Yazar, bir sanat eserinin anlaşılır olmasını ciddi bir şekilde önemser. Ayrıca; bir sanatçının kendisine sorması gereken soru şu olmalıdır: İnsanlar sanata niçin gereksinim duyarlar? Yazara göre; işte bu sorunun yanıtını eserinde veren bir yazar, eseriyle içten, açık, doğru ve güzel bir ilişki geliştirmeyi başarmıştır.

Kitabının sayfalarını çevirmeye devam ettiğinizde görüyorsunuz ki yazar, sanat nedir başlığı altında, sanat kuramına değin önemli yirmi konuya farklı bakış açısıyla yaklaşır. Birinci bölümün ilk konu başlığı şöyledir: Sanata harcanan Vakit ve Emek-Sanat Uğrunda Kısıtlanan Yaşamlar-Sanata Feda Edilen Ahlâk- Bir Opera Provasının Anlatımı.

Bu yazı başlığıyla sanat kuramının özünü içeren birçok soruların yanıtını bulmaya çalışır yazar; bulur da… Bir okur olarak yazarın izlediği bir opera sahnesindeki gözlemlerine tanık olunca, gerçekte kendi kendinize şu soruyu sormadan edemiyorsunuz: Sanat niçin, ne zaman, nasıl halktan bu kadar uzaklaştırıldı? Bu sorunun yanıtını, günümüz yazınını gözlemlediğinizde verebilirsiniz. Gören gözünüz, duyan kulaklarınız, bir de duyarlı bir yüreğiniz varsa. Tolstoy, sanatla halk arasında aşılması güç olan setlerin olmaması gerektiğini anımsatır bizlere.

İkinci bölümde ise şu sorularla gerçekleri aramaya devam eder: “Sanat Kötülükleri Giderebilir mi? Sanat Nedir?  Kavram Karmaşaları-Sanat Güzelliği yaratan Şey midir? Rusya’da Güzellik Kavramı–Estetikte Karmaşa.”

Bu bölümde, öncelikle bilimsel sanatta, güzelliğin ve estetiğin sanatsal tanımını ve sanata anlam kazandıran kavramların duruş yönlerini belirler ve bu kavramlar üzerinde düşünce yürütür ve önemli yazarların görüşlerine yer verir.  Veron, J. Mithalter, Baumgarten, Kant, Schelling, Schiller, Fichte, Winckelmann, Lessing, Hegel, Schopenhauer, Hartmann, Schasler, Cousin, Levegue gibi insanlığın önemli öğretmenlerinin görüşlerini bizlerle paylaşır. Paylaşmakla da kalmaz, bu görüşlerin niçin geçerliliklerini hâlâ koruduklarını ya da niçin koruyamadıkları gerçeğinin ışıklarını yakar. Tüm bu sorulara aranan yanıtlar bana şu gerçeği anımsattı: Sanatın bugün geldiği yer önemli bir gelişmedir. Bununla birlikte bu gelişmelerin sanat kuramı çerçevesinde ne kadar yetersiz kaldığını ve de bu kuramın gelişmesine katkıları olan gerçek sanatçılara olan gönül borcumuzun ne denli önemli olduğunu düşünmemi sağladı.

 Tolstoy, sanat nedir sorusunun yanıtını, öncelikle sanat felsefesinin içinde arar. Sanata bu bağlamda emeği geçmiş önemli yazarların görüşlerini belirtir. Asıl amacı, sanata giydirilen ve her biri kendi içinde önemlilik arz eden kavramların, gerçek bir sanat kuramı içerisindeki yerinin ne olması, nasıl olması, hangi ölçütlerde değerlendirilmesi gerektiği konularında okuru aydınlatmaktır. Sanat etrafında dönen ve sanata giydirilmeye çalışılan yalanı gerçekten, kötüyü iyiden, içtenliği samimiyetsizlikten, abartıyı sadelikten, güzeli kötüden ayırabilme bilincini verir. Bir sanat eserinin en gerçekçi eleştirmenleri, gerçekten de bilinçli bir okur kitlesidir. Bu yüzden okurun mutlaka aydınlanması gerekmektedir. Bu konuya dair düşüncelerini şöyle özetler: “Sanat, metafizikçilerin söylediği gibi; esrarengiz bir güzellik ideası ya da Tanrı’nın tecelli etmesi değildir. Sanat, estetik fizyologların söylediği gibi; insanın depoladığı enerjinin fazlasını açığa çıkardığı bir oyun da değildir. O, insanın duygularının dışsal işaretler yoluyla ifade edilmesi de değildir. O, hoşa giden objelerin üretimi değildir. Her şeyden önce sanat, bir haz değildir. Aksine, insanları aynı duygu etrafında birleştiren yaşam için, bireylerin ve insanlığın sağlık ve mutluluğuna doğru süren ilerleyişte, insanlar arasında vazgeçilmez bir birlik ve beraberlik vasıtasıdır.” (s.175).  

Tolstoy’un: “Zevk Amaçlı Sanat Nasıl Değer Kazandı? Dinler İyiyle Kötünün Ne Olduğunu Gösterir? Kilise Hıristiyanlığı, Rönesans, Üst Sınıfın Şüpheciliği, Onlar Güzellikle İyiliği Birbirine Karıştırırlar,” başlıklı bölümde sanat kuramının kilise öğretisindeki yerini sorgulamakla kalmaz; çoktanrılı, tek tanrılı dinlerin, Hıristiyanlığın, Yunanların, Yahudilerin, Hinduların, Mısırlıların, Romalıların, Çinlilerin vs. ulusların din öğretilerinin hepsinin sanata bakışının aynı anlamı taşıdığını belirtir. Bir sanat eserinin iyi olabilmesinin koşulunun, mensubu olduğu din öğreticiliğini anlatması ve halkı da bu öğreti etrafında öğütlemesi olduğunu anımsatır. Bu amaca hizmet etmeyen hiçbir sanat eseri iyi ve güzel değildir, din öğretileri için. Yazar dönemin kilise doğmasının etkilerini ve Rönesans’la şüpheciliğin hangi boyutlara ulaştığını açıklar. Gerçekte din adamları dinini, kendi amaçlarına ulaşmak için bir araç olarak kullandıklarını belirtir. Yazarın dinin mutlak bir dogma olduğunu söyler ve dogmanın sanata bakışını ise şöyle özetler: “Bu yüzden o devrin en üst sınıfına dahil çoğunluk, hatta papalar ve kilise mensupları bile, gerçekte hiçbir şeye inanmıyorlardı. Bu insanlar, kilise öğretisine inanmadılar ve bu yüzden onun iflasını gördüler. Fakat onlar, Fransis of Asisi, Peter of Chelczic ve bunun gibi çoğu insanı takip etmediler ve İsa’nın ahlaki sosyal öğretisini, sosyal konumlarını zayıflattığı için benimsediler. Böylece bu insanlar, herhangi bir dinsel yaşam görüşüne bağlanmadan kalakaldılar. Hiçbir şeyleri yoktu. Neyin iyi, neyin kötü olduğuna karar verecekleri bir ölçüleri yoktu; bireysel zevk dışında... Avrupa toplumunun üst sınıfına mensup bu insanlar, iyinin ölçüsü olarak zevki, yani güzelliği kabul etmekle, Platon’un zaten eleştirdiği ilkel Yunanların çirkin sanat anlayışına geri dönmüş oldular: Bu yaşam anlayışına uygun olarak da bir sanat kuramı icat edilmiş oldu. (s.188).

Tolstoy, farklı konu başlıklarıyla ele aldığı sanat nedir sorusuna yanıt aramayı sürdürür. Konu başlıkları ne kadar da farklı olursa olsun; özde, içerikte, biçimde, kısacası sanatın gerçeğini yozlaştıranların öncelikle üst sınıfa mensup insanlar olduğunu belirtir. Bu sanat bakışının iki tür sanat anlayışının ortaya çıkmasını sağladığını belirtir: Halkın sanatı ve soyluların sanatı. Sonuç: Gerçek sanatın yok oluşu. 

 Ortada olması gereken gerçek sanat nasıl olmalıdır, sorusuna yazarın yanıtıysa şudur: “...Fakat, sanat önemli bir konuysa, bütün insanlar için temel olan ruhsal bir kutlanma/lütufsa (sanat düşündüklerinin çok hoşlandıkları söyleyiş biçimiyle din gibi) o halde sanat herkese ulaşabilmelidir. Günümüzde olduğu gibi, bütün insanlara ulaşamıyorsa, o halde sanat, ya gösterildiği gibi hayati bir mesele değildir ya da sanat adını verdiğimiz şey gerçek değildir.” (s.206)         

Tolstoy, eskilerin sanat üzerine yaptıkları akıl yürütmelerini sanatsal estetik öğretilerini yeterli bulmadığı gibi, güzellik öğretisiyle de çeliştiğini belirtir. Farklı görüş ve düşüncelerin ışığı altında, güzellik bilimine emek vermiş filozofları da şöyle anar: Bununla birlikte Schasler’den Knight’a bütün estetikçiler, güzellik biliminin (estetik biliminin) eski çağ düşünürleri Sokrates, Platon ve Aristoteles’le başladığını, bir ölçüde Epikürcüler ve Stoacılarla (Seneca ve Plutarch’tan Plotinus’a kadar) devam ettiğini vurgulamışlardır.” der (s.193)

En sağlam düşünme metodu soru sormaktır. Sorduğun soruların yanıtlarını bulmak için ısrarlı olanlar, varsayılan ve çoğulluğun kabulünü almış konular hakkında kendine ait yorumları olan insanlardır. Öncelikle Tolstoy’un karşı çıktığı konunun içeriği nedir?

Tolstoy’un belli konu başlıklarıyla sorduğu sorular şunlardır: “Anlaşılabilirliğin Kaybolması, Dekadan Sanatı, Günümüz Fransız Sanatı, Sanatın Kötü Olduğunu Söyleme Hakkına Sahip Miyiz? En Büyük Sanat Daima Normal İnsan Tarafından Anlaşılabilir Olan Sanattır, Normal İnsanı Etkilemeyen Şey Sanat Değildir” (s.217) 

Tolstoy, Avrupalı yazarlar tarafından taklidi en çok yapılanların tabii ki Fransız yazarları ve şairleri olduğunu belirtir. Bu gerçekten yola çıkan yazar, öncelikle Fransız edebiyatında bir döneme damgasını vuran anlayışı yerer. Yazarın ciddi bir şekilde yerdiği anlayışsa, sanatsal şehvettir. Bununla da kalmaz, bu tavrın anlaşılır bir yanını bulamayan Tolstoy, bunu şöyle adlandırır: “Erotik mania hastası insanlar. Bu hastalığın pençesinde olan yazarlar, yaşamın bir başka gerçeğine odaklanamazlar. Yaşamlarını ve sanatlarını şehvetin büyülü atmosferi içerisinde kendilerine yer edinen zavallılardır.” Bu satırları yazarken günümüz yazınında da bu anlayışın ne kadar revaçta olduğunu üzülerek anımsadım. 

Yazar; şiirde, öyküde, tiyatroda vb. sanatın her dalında, niçin kurgunun olması gerekenden fazla olduğunun anlaşılmazlığını sorgular. Öncelikle şiiri ele alır. Fransız edebiyatından üç şairin şiirlerinden örnekler verir. Kimdir bu üç büyük şair: Baudelaire, Verlaine ve Mallarm‘e’dir. Tolstoy, bu şairlerin öncülüğünde kabul gören şiirsel bakışı algılamakta zorlanır. Şiirde dolaylı anlatımın gerekliliğini, anlaşılmazlığın gizemini, asıl önemi olanın, ona bir anlam vermek olduğu gerçeğinin temellendirdiği kabulleri kanıksamaz. Şiirde varlıkların düşünce dünyasında tasarlanması, o varlığın canlandırdığı hayallerin gerçek şiir sayılmasına da karşı çıkar. Bu gizemden yoksun şiirin hayat damarlarından dörtte üçünün de niçin yok sayıldığı görüşünü onaylamak bir yana anlamakta da zorlanır. Bu şairlerin şiirlerindeki imgelerin gerçeklerden bu kadar uzak ve kurguya bu kadar yakın olmasına da bir anlam veremez. Bu tür şiirleri içtenlikten yoksun bulur. Yazar, hiç çekinmeden, bu tür şiirleri gerek biçim gerekse içerik yönünden en kötü şiirlere örnek oluşturacak şiirler kategorisi içinde görür. Bu düşüncelerini şu temeller üzerinde oturtur: “Öteki şairlerin örneklerinden bahsetmeden önce, büyük şairler olarak kabul edilen Baudelaire ve Verlaine’in şaşırtıcı ününe dikkat çekmek için bir an durmalıyız. Chenier, Musset, Lamartine ve her şeyden öte Hugo’ya sahip olan, son zamanlarda sözüm ona Parnasyenlere (Leconte de Lisle, Sully-Prudhomme vs.) ev sahipliği yapan Fransızların nasıl olup da hem biçim açısından yeteneksiz hem de içerik açısından çok bayağı ve sıradan bu iki şaire böylesine önem verdikleri anlayamadığım bir konudur.” (s.228) Tolstoy’un görmezden geldiği bir gerçek de şiir bir yapı olduğu ve kurgu olmadan sanatın da olamayacağı gerçeğidir. Tolstoy’un kızdığı, hatta kınadığı bu şairler, şiirin gerçek kurtarıcılarıdır. Bu gerçek bugün de yarın da hak ettiği saygıyı görecektir. Gerçek bir sanat yapıtı halkın sorunlarını konu edinmelidir. Nâzım gibi. Ama basitleştirilmemelidir, estetik değeri yok sayılmamalıdır. Sanat basit olunca sanat olmaz. Tolstoy’un gerçekçiliğinin, estetik değeri yok sayılmıştır. Gerçekçilik önce bir dil sorunudur. Önemli olan, toplumsal sorunlardır. Nasıl sunulacağı da sanatçının öznel yönelimine bağlıdır. 

 Yazar, bu eleştirilerini şu doğrularla temellendirir: “Büyük halk kitlelerini düşündüğümde, o insanların yeterince eğitimli olmadıkları için, benim kesinlikle iyi olarak gördüğüm şeyi anlayıp sevmediklerini görüyorsam; o halde benim de niçin yeni sanat ürünlerini anlayamayıp sevemediğimin sebebini inkâr etmeye hakkım yok. Bunun sebebi, hâlâ onları anlayabilecek ölçüde yeterince eğitilmiş olmamamdır. Ben ve beni destekleyen insanların çoğunluğunun, yeni sanatta anlaşılacak bir şey olmadığı ve yeni sanatın kötü bir sanat olduğu için, bu sanatın ürünlerini anlayamadığımızı söyleme hakkına sahipsem, o halde aynı şekilde, daha büyük bir çoğunluğun, benim takdire değer gördüğüm sanatı anlamayan, çalışan sınıfın da beni iyi sanat olarak saydığım sanata kötü sanat diyebilme ve onda anlaşılacak bir şey olmadığını söyleme hakkına sahip olduğunu da kabul edebilmeliyim.” (s.237)

Yazarın bu değerlendirmesi günümüz edebiyatına bakışını etkiliyor insanın. Gerçekte sanat, halkın içine girmeyi ve günlük yaşantısının bir parçası olmayı başarabilmiş midir? Başaramamışsa, bunun nedenleri nelerdir? Öncelikle sanatın halktan kopukluğunu, bir sorun olarak görmemizin vakti gelmedi mi? En önemlisi günümüz edebiyatı, evrenselliğin neresindedir? Yönü halka mı, yoksa toplumun üst tabakasına mensup insanlardan yana mı?

Onun en büyük yanılgısı, çağımız sanatının bir din öğretisi altında aydınlığa kavuşacağına olan inancıdır. Tolstoy, çağımız sanatının Hıristiyan sanatı olması gerektiğini şöyle savunur: “Çağımızın sanatı, özellikle bu noktada eski sanattan farklı bir biçimde değerlendirilmelidir. Çağımızın sanatı, yani Hıristiyan sanatı (insanların birliğini isteyen dinsel anlayışa bir dayalı sanat) içeriği yönünden insanları birleştirmek yerine, onları bölen seçkinlerin duygularını anlatan her şeyi iyi sanat sınıfından çıkarır. O, böyle eseri, içerik yönünden kötü olan sanat sınıfına sokar.” (s.318)

Ve yazarın sanata  dair  bir  başka değerlendirmesi: “Sanatın, bir  duyguyu yaşayan bir insanın, isteyerek  başkalarına aktarılmasına dayalı bir  eylem olduğu doğruysa,  o halde kaçınılmaz bir şekilde, aramızda  sanat diye adlandırılan  her şeyin, (üst sınıfın sanatının)  sanat eseri olduğu ileri sürülen romanların, hikâyelerin, tiyatro oyunlarının, komedilerinin, resimlerin, heykellerin, senfonilerin, operaların,  operetlerin,  balelerin ancak yüz binde birinin yazarın hissettiği duygudan doğduğu, geri kalanların ise ödünç alma, taklit, etkiler  ve ilginin  duygu aktarımının yerini  aldığı  üretilmiş  taklit  sanat eserlerinden  oluştuğunu mecburen kabul etmek durumundayız.”(s.290)

Evet, günümüz sanatının olması gereken yerini ve o yere niçin gelemediği gerçeğini önemseyen, sanat nedir sorusunu kendisine soran ve sorularının yanıtlarını bulmayı önemseyen her okur, ilk fırsatta okumalıdır Tolstoy’un yapıtını. 


Ayhan Arıtürk
TAŞ
 
Bin yaban elin yığdığı çağlardır
Sessizlik onda
Art arda kapanıyor çemberler
Denizin sorusunu yineleyen dalga
Tanır yolun tozu
Dilsiz sesi toprağın ve kıpırtısız denizin.
 
Susar
Altına alır su çıkar rengi ortaya
Köşesiz olur azgın suyla
Usta elinde köşeli.
 
Rüzgâr ve insan yokken vardı
Söyletir şarkısını ırmağa.
 
Ancak o işitir geceyi bin şekle girerek
Ağaç kökü oynatır yerinden
Güneş su korktuğu buzdur.
 
Gündüz güneş gece ay aydınlatır
Çıkar en dayanıklısı sanatın
Bulur yitik yapıtını
Atar fazlasını yontucu
Milyon yılda yaptığını rüzgârın.
 
Sen mi seyredersin o mu çıktığında ay gece,
Kimse yuvarlanamaz heybetinde yamaç aşağı.
 
Sessizliği üstünde jeolojik çağların
Katılaşmış güneş karanlık ve zamanla
Uykuya dalmış
Meyvenin toprağı buğdayın başağı
Tohum çimlenir yanında.
 
Dibinde ırmağın
Ham maddesi toprağın
Heykelin ve kimi kalbin. 


Banu Elçi
SAKIN GÜNEŞİ SÖNDÜRMEYİN BAYIM!

 Büyü bozuldu. Yaşamın tılsımları birer birer dağıldı. Eski olanların yerini ise yenileri aldı. Renkler değişti, düşler değişti, sorular, sorgular değişti. Parçalar tek tek anlamını yitirdi, bütünün algısı evrenin yasalarına boyun eğdi. Ne armudun sapı kaldı ne de üzümün çöpü. Hem insan kendinin öz bilincine varamazdı. Olsa olsa olaylara, olgulara kendince bakar, kendince etki eder ve algılardı.

 Kavramlar dağıldı, külleri dört bir yana savruldu. İnsanoğlu fark etti ki onlar ne siyah ne de beyazdı. Kül rengi gibi griydi işte. Aslında yine fark etti ki ara renkler de vardı. Siyah bir zıtlıktı, karşı kutuptu. Belki protest bir jazz müzikti. Belki kölelikti. Beyaz saflıktı, temizdi... Belki de sömürü, belki istismardı, belki daha vahşiydi. Doğanın yasalarına ters, insan aklı ile yaratılmış yasadışı yasalar vardı. İnsan, nesneler gibi insanları da sınıflandırdı, kategorize etti, kimini zorla ehlileştirirken, kendisine vahşi olma hakkını uygun gördü.

Aşık Veysel’in söylediği gibi; “Kim okurdu, kim yazardı/Bu düğümü kim çözerdi/Koyun kurt ile gezerdi/Fikir başka başka olmasa.”

İnsanda kene, kurbağa, sinek gibi metamorfoz geçirir miydi? Hem geçirse de kim bilirdi? İnsan zaman geçtikçe değişir miydi? Dışsal tepkimeler sonucu içten içe başkalaşım geçirir miydi? Bunun için uygun hava, güneş, toprak gibi zorunlu şeylere ihtiyaç yoktu. İnsan insanın kurduydu sonuçta.

Erasmus, Deliliğe Övgü kitabında şöyle der; “Kendi kendinizi alkışlıyorsanız, izleyicilerin sizi ıslıklaması ne ifade eder ki?”

Bugünden itibaren kendi tanımımı kendim koyuyorum. Şu an tembelim, biraz sonra çalışkan, son kez dürüstüm ama ilk kez bir yalancı. Aklım başıma gelir gibi oldu yorgun düştüm. Belkide sıkıldım kim bilir? Ayın şavkında med-cezirler gibi alçalıp yükseliyor duygularım. Kalbi ritmi normal, nabız normal, kan değerleri normal... Normal olmayan ne peki benliğim mi yoksa benliğimi yarıştırdığım gökteki kuşlar mı? Doğamda varsa toprak, hava, su, kan ve fırtına, nihayetinde sonsuz bir göç ve neyin sefaletidir ki bu egosantrik hükmedişin sefil izdüşümleri...

Dakikada yirmi yedi bin kere vuran darbeli bir matkabın duvara verdiği kuvvetle gelen bir temas, ördüğün kalın duvarların kırmızı çizgilerini kana boyar mı?

Umay Umay kitabında der ya hani; “Kırmızı. Sana sadece Kırmızı demeliyim. Ben başaramıyorum Kırmızı. Hatırlamak dışında bir mucizem yok. Bir şeye inandım. Bir şeye ve sadece bir kere ağlayarak dans ettim. Oysa hayata bağlanmak için ayağa kalkmıştım.”

 Her gün bir doğumdur düş cephesinden, gerçek menziline varan. Kimi gerçekler baskılanır, kimi saptırılır, kimi kana bulanır, kimi ise olanca densizliğiyle inkardan çamura bulanır. İnsanoğlunun ahir ömründe en büyük sevdasıdır aslında gerçeğine varmak. Ah bir bilse... Mesele bunu görebilmekse geri kalan her şey gam, her şey keder yükü.

Tüm gerçekler özgürleştiricidir. Yalanların ise geçici, kısa, günübirlik varsıllığı, insanın çaresizliğine zehir zemberek tutunmuş sahte bir kurtarıcı gibidir. Halbuki gözleri keskindir gerçeğin. O görmek isterse görür, görmese de hisseder, farkına varır, sezer ve bilir içten içe...

Anlatmaksa isyanın dili gibidir. Derinden gelen bir yankı gibi içini tutuşturur ama olanca sessizliğiyle en içlere gömülür. Ondan aslında hep korkulur. İstenmez ki o itilir, savsaklanır, ecel terleriyle bin bir türlü yolla dışlanır.

Hem zaten anlatmak için karşında bir dinleyici olması gerekir. Gerçek bir dinleyici. İçten, özgün... Kendine bile anlatırken bir hikâyeyi aynı şeydir bu. Kendinden bile olsa bir gerçeği dinleyebilir mi insan? Mevzu hakta mevzu hakkaniyette... Mevzu öyle ne tarafta ne de öyle arafta falan değil. Açarsan içine dalmalısın denize dalar gibi dibini görürcesine. Kolay değil. Anlatmak iş ki öyle yüreksiz bir iş değil.

Neyse ki yaşamın getirdiği bilinmezlikleri en çok katlanılır kılan, insanlığa ışık olan, güç veren gizemli bir şey var.

Hadi bak şimdi gökyüzünün o derin mavisine...  Veriyor sana tanrıların tanrısı o gizemli şeyi.

Balçıktan yapılmış yarı Tanrıça Pandora’nın kutusunda bulunan “umudu”

Ve diyor ki sana “Sakın Zeus’un verdiği bu kutuyu açma. İçindeki iyi şeyler uzaklara kaçar, yerine fenalıklar gelir ve seni rahatsız ederler. Bu kutuyu iyi sakla, bütün insanların saadeti ve felaketi bu kutunun açılıp açılmamasına bağlıdır.”

Ama sen gelip o kutuyu açsan. Kutunun içinde hastalık, keder, ıstırap, riya gibi insanları huzursuz edecek ne kadar kötülük varsa serbest kalsa. Sonra hatanı anlasan ve aniden kutuyu kapatsan...  Ancak kutuya kapatılanların arasında insanları yaşatacak, onları teselli edecek sadece bir tek “umut” kalsa. Böylece Zeus gibi kutudan yeryüzüne dağılan tüm kötülüklerle insanlardan intikam alsan...

İşte o umut yeni bir yaşam olup, tüm insanlığı kurtarsa... Bir kuşun sesinde, bir ağacın tohumunda, bir şarkının notasında, bir kitabın satır arasında, nefes olsa hep insana ve yaşama...

Yıldızlı bir gecenin yağmur damlaları altında, iyi geceler dilesem sonra sana ve su perileri şarkılarla yoldaşlık etse o en sevdiğin sakura ağacına... 

Filiz Kalkışım Çolak
AŞK SENİNLE ON YEDİLİ
 
sussaydı sesleri eğer gecenin
seni böylesi
bölük pörçük tözlerinde mısraların çığırtır mıydım
kapkara değillemelerine harcatır mıydım?
alazı şurubuna karışmış bir tıngırtıdır
buhranları kör mahzeninde kuytuların
si sol perdesine yatmış
bir avuntu
yalanlarında ayın
kucağıma sancı doğuran vav ceninciğidir
şeddeleri hep sana,
hep sana! Sevgili kapıldığım düşlerin...
hayallerinde kirpiklerin
kızıl tutan gurupları
menevişlerin de körpe tomurcuklara
dizilen anoftacıkları
orta notalarında kokusuna bestelediğim
on yedinci seremonisi
ak boynun
seanslarında tüttürdüğün şımarıklığında
koyaklarıma oyulan
ikizi Gamze’ciğinin
kısılan bakışlarında uçup giden
küllerinden dökülen kanatlarımın,
üzerine kapanan suskunluğu...
dedi ki “Yüzünü hiç görmediğin birisi sevilir mi?”
işte! Karadeniz,
gözlerim...
yıldızların altında uçuk kaçık sularda
viskoz pırıltı
gamzeli hareli
cıvıltılı terelelli
tam on yedili! On yedili ...
dişiydi mor fistanı
üzerime sıyrılan vaktin o zamanlar
bilemedim, cahildim
aynı nakarattı
sökemedim atamadım
sevdaydı tenimde deli fişek
boşaldım boşaldım,
vurulduğum diplerinden, kuytuların
ışık ışık tutulduğum
o cansız hayalinden kendimi kurtaramadım
kanayan gülleridir ağzından
tan gelininin bir garip ekim düetinde biriktirdiğim
sızısından göğsün yakutlar saçtığım
mızrap kuşları döktüğüm
uzantılarıdır soluğunda cıvıldattığım
gözeneklerinden tenin
safir gülüşlü çocuklar emzirdiğim
yangınlarımdan bozlaklarına
kızıl anemonlar sağdığım
eşiğinden ruhuna denizleri taşırdığım
zührelere
gün kurumlu saçaklarımdan
çıplak ten giydirdiğim
 
ondandır geçişleri günün gölgelerinden
meltemleri azat ettiğim sığlarından
bulup beni toplayamayışın!
dedim ki “hiç yüzünü görmediğin birisiyle sevişilir mi?”       

Canan Gürtunca Sanlı
SABAHATTİN KUDRET AKSAL’IN ŞİİRE BAKIŞI
(25 Mart 1920-19 Nisan 1993)
 

Sabahattin Kudret Aksal, şiirin özünü kendi dizelerinde bulmaya çalışır. Dizenin, şiirin en büyük özü olduğunu düşünür. “Dize benim onurumdur” sözüyle belirtir. Şiir kavramlarıyla usunu zorlarken sesin içeriğinin, içerik yaptığını fark eder. Dikkatini şiirin sesine odaklar. “Şiirin sesi ilk rüzgâr” olur, şiir düşüncesinde. Bir söyleşisinde bu deyişini de dile getirir. Bir süre seslerle oyalar kendini; Yunus’tan, divan ve halk şiirinden seslerle. Şiirin süre gelen geleneksel sesine kulak veren, şiir üzerine düşüncelerini yoğunlaştıran şair; önce geleneksel sesi yitirmemenin gereğine inanır. O sesi işleyerek zamana sunmayı, özgünlüğe ulaşmayı hedefler şiir yolculuğunda.

Sabahattin Kudret Aksal İstanbul doğumludur. İlk, orta öğrenimini İstanbul’da tamamlar. İstanbul Üniversitesi-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitirdikten sonra bir süre felsefe öğretmenliği yapar. Çalışma Bakanlığı İş Müfettişliği, Belediye Konservatuarı Müdürlüğü, Şehir Tiyatrosu Müdürlüğü, Belediye Yazı İşleri Müdürlüğü gibi görevlerde de bulunan Aksal sanat yaşamını kararlılıkla yürütür.

Edebiyat ve sanat alanında önce şiirle kendini ifade eder. Öykü, oyun, deneme türleriyle edebiyatın içinde var olur. Aslında önce ‘dil’ dir yazmak istediği. Dile çok önem veren şair; yine bir söyleşisinde: “Önce şiir yazdım. On yıl şiirle geçti. Öykü, oyun, deneme sonra geldi. Hangi türde yazmaktaysam, o süreçte en büyük ilgiyi o türe duydum. Şu da var: Şiir de yazsam, öykü de oyun da hep dili yazmak istiyorum", der. İlk dönem şiirlerinde, Cahit Sıtkı Tarancı etkisiyle hece vezni ve uyak kullanır. İlk şiiri 1938’de Varlık dergisinde yayımlanır. 1940’larda garip akımından etkilenerek Orhan Veli’ye yakınlığı ile gündelik yaşamın bireysel sevinç ve umutlarını şiirlerinde yansıtır. Daha sonraki yıllarda da şiir arayışını sürdürür. 1976 yılı ve sonrasında, yalınlığı elden bırakmadan dilde derinlik arayışına başlar. “İkinci Yeni” havasında kendisine özgü bir biçemde, insan-doğa ilişkisine felsefe düzleminde yaklaşarak; şiirlerinde yaşamdan kesitleri, insan ilişkilerini, insani duygu ve düşünceleri kendine has biçimde işler.

Şiiri matematik ile ilişkili gören bir anlayışla yazan Aksal, şiirin matematikle arasındaki bağı şöyle tanımlar; ‘’Matematiksel bir yöntemle büyü sağlamak” bir anlamda şiir, “bir içeriğin dile dönüşmesiyle dilde kesinlik kazanır.” Şiir sanatının bütünlüğünü matematiksel bir anlayışla sürdürür. “Şiir Üstüne Notlar ” başlıklı şiirinde, “Bir avucun matematik/Bir avucun büyü/Sonra düşün, olsa da ne çıkar/Çelişkidir şiir.” Şiirleri yalın, temiz bir Türkçe ile dilin inceliklerini gözeten anlayışla, şiirde sürekli yenilik arayışında olan Sabahattin Kudret Aksal değişmeceli anlatımlarla, imge avına çıkmadan şiirlerini yazar. Paul Valery’nin; “Şiir önce Tanrı vergisidir, sonra da çaba” ünlü sözünü ‘’Şiir önce çabadır, sonra da Tanrı vergisi’’ demenin doğruluğuna inansa da daha sonra bir söyleşisinde; “İlk dize Tanrı vergisidir, ondan sonrası çaba” sözünü benimser. “İmge avlama/ düşüncenin içsel sesidir imge gelirse kapıyı aç” ilk dizenin gerçek olup olmadığını anlamak için, ilk sesine kulak verir. Ses/ sesteki tını/ bak işte o, çok önemli/ a’dan sonra u, u’dan a.” Yine devam eder, “Şiir Üstüne Notlar” şiirinde; dizeleri numaralandırarak, şiirin tanımını yapar yalın, temiz bir Türkçeyle.

 Sabahattin Kudret Aksal; 1940’lı, 1960’lı yıllardaki şiir akımlarını benimseyen, daha sonraki yıllarda da kendine özgü bir biçemle, şiir çalışmalarına devam eder. Her zaman dile önem veren bir anlayışla; felsefe düzleminde, değişmeceli anlatımla sözcüklerini anlamlandırarak şiirlerine zengin bir anlatım katan yenilikçi bir dönem şairidir.

Garip akımından etkilendiği dönemlerde şiirleri yalın ve konuşma diline yakındır. Espriye dayalı serbest ölçü ile yazdığı şiirleri gündelik yaşamın ayrıntılarını içerir. Bir Sabah Uyanmak  şiirinde; karşısındakine tavsiyede bulunur havasıyla, “Bir sabah ellerin ceplerinde çık evinden/ Ceketin iskemleye asılı kalsın/Bekliye dursun dostun/ Kahvede/ İşe gitmekten de/ Bugünlük vazgeç.”

Anlaşılır bir dille günlük yaşamın getirdiği, götürdüğü sıkıntıları, sevinçleri, dertleri şiirlerine konu olur. Yaşamın en ince ayrıntılarını, insanların duygu ve düşüncelerini işleyen temayı gözetir. Tersine başlıklı şiirinde; “Bir kahve içtim dün akşam/Oturdum deniz kenarında/Ne kahve içime sindi/Ne denizden bir şey anladım/Düşünceler döndü tersine/Birden ortalık kapkara/Beklenmeyen bir ayrılık/Eski sevdalar yerine.”  Kaygılardan sıyrılmanın çarelerini şiirlerinde dile getirir sanki.

Bir taraftan da içinde sevinç, coşkuyla yaşamı doya doya içine çeker. Dünya Kokusu şiirinde; “Böyleyim beni böyle bilmeseniz de/Ben dolaşan ve seven insanım/Dünyanın ağaçlarını ve sularını/Seyretmekle doymam/Bıkmam dinlemekten kuşlarını/Sabah olur olmaz/Pencereyi açarım/Seyrederim her şeyin yeni bir güne hazırlanışını /Sokakların süpürüldüğünü /Camların temizlendiğini” Özne genellikle ‘ben’ adılıyla yer alır şiirlerinde. Şiirlerindeki yalın, düz anlatım Orhan Veli tarzındadır.

Şiir işçiliğini devam ettiren Sabahaddin Kudret Aksal; dilde, anlamda derinlik anlayışını sürdürerek şiirlerini üretir. İmgesel ağırlıklı, felsefe düzleminde, kendine özgü biçemle, yalın, temiz Türkçesiyle şiirlerini üreten şairin, bütün dönemlerde yazdığı şiirlerinde dile olan hâkimiyeti görülür. Bir ‘dil’ şairi olarak tanımlanabilir.

Soyuttan somuta, somuttan soyuta giden bir anlayış ve bakışla yaşamsal konulara değinir. Yaşamın gelgitlerini, insani değerleri tema olarak işler. Duygularını, düşüncelerini harmanlayarak dizelere aktarır. Şiirlerinde uyak her zaman vardır. Ses uyumuna önem veren bir dil de şiirlerine hâkimdir. Noktalama işaretlerini dönem dönem kullanan kendine has biçim, biçem özelliği olan bir şairdir. Şiirlerinde 4’lük, 2’lik, 5’lik, 6’lık birimleri dış biçimi oluşturur.

 Eşik  şiirinde; “Bir yaz günüydü bırakmıştım arkamda/Yürüyordum sokaklar tozdu yapılar/Boz bulanık bir su gibi akıyordu/Bir kadın çamaşırını asıyordu/Penceresinde yitirilmiş anılar/Havada kanat vuran bir kuştu çirkin/Ve şaşkın baktım birdenbire karşımda /Olağanüstü eşiği güzelliğin.”  Aksal, farklı bir anlatım ve bakışla yazdığı şiirin son dizesini felsefi bir ifadeyle dile getirmiştir.

İşte Bunlar başlıklı şiirinden dizelerde “İşte bunlar ilkyaz gecelerini bademleri/Gece yarıları açtıkları çiçekler sıcak/Yitirilmiş şimdi içimizi bayıltan uzak/Bir ülkeden altın kuşlarla gelir kokuları.” Yaşamsal gerçeği imgesel bir anlatımla dizelerine yayar; alışılmamış bağdaştırmalarla. “…Yatağı sıcak yağmurların buzcul güneşleri” “…Bir kördüğüm bu ben kurdum çözdüm gece akında/İşte bir doğa size taşı tuğlası ustan.”

Aksal artık garip akımından ayrılmış, yaşamı sorgulayan yepyeni bir bakışla sürdürmüştür şiir yolculuğunu. Kervan başlıklı şiirinde; “Bir çark mıdır yoğuran bizleri/Ayıran birleştiren yeniden/Ağaçsız korularda koşturan/Düşüncenin aydınlık kuşları/Var olan önce bugün çoğalan/Geleceği saklayan çekirdek/Ak duvarda koşup giden böcek/Boy attı deniz tomurcuğundan.” Ak duvarda koşup giden böceği, deniz tomurcuğuyla ilişkilendirir felsefi bir söylemle. “Geleceği saklayan çekirdek” geleceğin gizini biliyor, çözmüş gibi geleceğe ait bir felsefe yürütmüş dizesinde.

Yine toplumsal duyarlılıkla; sokağın korkularını, yalnızlığını, tehlikelerini, acılarını, suskunluğunu, Sokak başlıklı şiirinde yansıtır. “Yürüdüm bomboş bir sokakta/Bir de baktım kim var arkamda/İki yanım karanlık uzun/Suskudan duvarı korkunun/Uyur bir kocaman atmaca/Uçmaz başımdan yaşamımca/Bir yerde yıldız sayıyorum/Sonra bu sayılarla yokum/Geceden sabaha dek yokuş/Ağacın birine asılmış/Sallanıyor bir çirkin ölüm/Kimseler yok yokluk gördüğüm.” Yine anlamı derin felsefi düşünceleri duygularının içselliği ile dizelere yansıtıyor.

Anıların ve geçmişin izleri vardır üzerinde; “Eski zamanda balkonlarında/Sarmaşık kokuları havada/Bir kadın ve bir erkek uzunca/Bir suskunlukta dururlar ince/Bin bir yıldız yanar söner gökte/Geçmiş gitmiş bu yazlar çok önce/Şimdi büyüyor o uzun gece” Eski Zaman şiirinde olduğu gibi.

Yine bir özlem dizelere yansır. Eskimiş Bir Güneş başlıklı şiirinde; “Eskimiş bir güneş mor çitlembik/Gökkuşağı çocuk düşlerimin/Paramparça masallardı ezik/Sıcağı uzak yaz günlerinin”

Şiir yazmada suskunluğun önemli olduğunu bazı söyleşilerinde de vurgular. Şiir başlıklı şiirinde; iki birim halinde dizelerine yansıtır. “Susuyorum. Susar susmaz duyuyorum başladığını şiirin./Hep o, yanı başımda, gölgesiz gölge, bekliyor konuşmayı.”

 Aksal bütün şiirlerinde; yaşadığı, bulunduğu mekânları, işlediği konuların içine almıştır. ‘Ev’, ‘kahve’ gibi. Âşıklık Hali başlıklı şiirinden örnekle; “Sabah çayını/Evlerinin karşısındaki kahvede içerim/Önünden geçtiğim pencere/Onun penceresi/Mavi göğe karşı/Ne demezsin âşıklık hali”

Çarşı şiirinde de yine bir örnekle; “Seni çarşı içinde sevdim/İlk gördüğüm yer/Kahvenin karşısı/Söz attım yorgancının önünde/Bitti deliydim artık muhallebicide.” Sözcükleri gerçek anlamında kullanan şair, mekânları dizelerine taşır. Şiirlerinde kullandığı sözcüklerin her biri yaşamın içinden gelir; sarıp, sarmalar şiirlerini. Eşya isimleri, ağaç isimleri, çiçek isimleri, hayvan isimleri, güneş, yağmur, deniz, kuş isimleri, su, sabah, akşam, gökyüzü, sokak, pencere gibi sözcükleri etkilendiği şiir akımlarına göre şiirlerinde kullanmıştır. Garip akımından etkilendiği dönemlerde, sözcükleri düz anlamda kullanmış, daha sonraki dönemlerde ise imgesel anlama yönelmiştir.

Şiirinin dizelerini, birden on beşe kadar numaralandırarak biçimlendirir. “1.Yalnızlığını sürdüren karga/Asfaltın üstünde/Tek başına/2.Hep suskun/ölümcül olduğu için/Ama durmadan konuşuyor/Gene ölümcül olduğu için//3.Bir karganın ağırlığı/Benim bir gece sabaha değin/Ağırlığımın toplamı/5.Uykumdan uçuyor/Uyanıklığıma/ 6.Kargalar en seçkin çiçeklerdir/gözlerimin/7.Bütün geceler gibi ayrıksı/öksüz çocuklar gibi/11.Fır dönüyor odada/çarpıyor duvarlara tavanlara/Çığlık çığlığa/ … /14.Kargasız bir sabah/Geometrik/ 15.Kocaman kulelerin küçücük penceresinden /Boşanıveren karga bulutları” Çapraşık duyguların düşüncelere aksi ile bir karmaşa oluşturan şair, işin içinden çıkılamaz bir anlatımı dizelerine yayar sanki. 6. Dizede ‘karga’; bazen gözlerinin çiçeği, bazen öksüz çocuklar olur. 15. dizede bulut benzetmesi ile çağrışım yapar. Şiirde ‘karga’ sözcüğü soyut bir anlam taşıyor. Karmaşık düşüncelerin yoğunluğunu somutluyor.

 Dışarda şiirinde hayvan isimleriyle eğretileme sanatını görüyoruz. Burada hayvan isimlerini gerçek anlamında kullanmayıp şiir sanatına özgü soyuttan somuta aktarma yapmıştır. “Gece, dışarda. Evin içinde yok./Bir fareydi. Bir sivrisinek/Bir denizatı. Kene, düpedüz kene./Zehir yedirdim, su içirdim./Arıttım dört bir yanı./Döşemeleri, duvarları, tavanları” duyguların dışa aktarımını dizelerine yansıtır, somutlar. “…Görüyorum, yok şimdi. Dışarda/ Suskun ve dirençli. Durmadan/kapımı vuran, camlarımı tırmalayan”

Yine bir örnekle; Gidiyor başlıklı şiirinde; “Şu denizi tut gidiyor;/Gözünü açar açmaz baktığın,/En sevdiğin penceren gidiyor. /Pencerenle birlikte salılar. /Çarşambalar, perşembeler /Bulutlar gidiyor sürüyle. /O sımsıcak gövden, /Bir koku gidiyor. /Tüm sağır karanlıkta gene de,/Küçücük bir ışık, noktacık,/Vardır ya o gidiyor işte./Ve art arda damlar bacalar, şunlar bunlar.” Şiir sanatına özgü ile kişileştirme (teşhis) yaparak sözcüklere kendi anlamları dışında kullanan şair, kişileştirmeyi somuttan soyuta aktarır. Çağrışımı güçlendirir.

Sabahaddin Kudret Aksal, 1938’de başlayan şiir yolculuğunda; şiire verdiği özeni büyük bir ciddiyetle sürdürür. Akımları, göz ardı etmeden yenilikçi şiirler yazar. Şiire büyük bir özveri, aşkla bağlıdır. Bu aşka bakışı, bağlılığı; dile ve sese verdiği önemle ölçülür. Aksal, dil, ses ve felsefenin şairidir diyebiliriz.   19.12.2019, Karşıyaka/İzmir 

 

“Her sanat eseri, teknik bakımdan, evrenin meydana gelmesi gibi doğar. Eser yaratma dünya yaratmadır.”

                                                                                                              Wassily Kandinsky  

Yusuf Özdemir
GÖZLERİN
 
Gözlerin yüreğinin yeşil kapısı.
Girerim gözlerinin yeşilinden içeri.
İçerim seni sende
 
Gözlerin yüreğine giden uzun ince patika.
Yürürüm gözlerinden içeri.
Görürüm sendeki beni.
 
Gözlerin yüreğinin sessiz dili.
Bakışını alırım gözlerinden.
Anlam yüklerim dilsizliğime.
 
Gözlerin yüreğinin dipsiz uçurumu.
Bırakırım gözlerimi uçurumuna.
En dipte nefesinle buluşurum.
 
Gözlerin yüreğindeki seherin ilk ışığı.
Yüreğim uyanır derin uykudan.
Dipsiz kuyuda bir Yusuf ölür.

  

Fahriye İpekçioğlu
ÜÇ ANADOLU EFSANESİ        
KÖROĞLU-KARACAOĞLAN-ALAGEYİK

I. Bölüm

Halk söylencelerine, efsanelere duyduğu hayranlıkla Yaşar Kemal, Üç Anadolu Efsanesi’nde Köroğlu, Karacaoğlan ve Alageyik efsanelerini kendine has tarzıyla kaleme almış, anlatım gücünü besleyen imgelerle, yaşadığı bereketli topraklara olan vefa borcunu bir bakıma ödediğini düşünmüştür.

1940’lı yıllarda tanıştığı Abidin Dino, eser hakkındaki görüşünü Milliyet Sanatta şöyle belirtir: “Kilometrelerce yürüyüp, dağ bayır koşup, önce ağıtları, sonra da türküleri, koşmaları, destanları, Çukurova’nın tüm uyaklı uyaksız söz çeşitlerini, tekerlemelerini, küfürlerini avlıyordu. Folklor derlemesi filan değildi, bu iş hayat memat işiydi, özbeöz malını kurtarıyordu. Çukurova’nın sorumlusuydu kurda kuşa karşı, şaka değil!”

Yine aynı yıllarda tanıştığı Pertev Naili Boratav, Folklor ve Edebiyat-I adlı eserinde, eser hakkındaki görüşlerini şöyle belirtir: “Yaşar Kemal, Anadolu Âşık Edebiyatı hikayecilerinin geleneğine göbek bağıyla bağlanmış bir yazar. Onu, ta çocukluğundan başlayarak Anadolu sözlü geleneğinin destansı türleri büyülemiş bu eserde.”

Gerçekten de Türk Edebiyatı, yazılı ürünlerini vermeye başlamadan önce, dilden dile dolaşarak günümüze kadar gelmiş olan sözlü edebiyat dönemi ürünlerimizin destansı anlatımını andırıyor. Örneğin Köroğlu bölümünü ele alalım: Yazar destansı öyküsüne aynen sözlü edebiyat döneminden alınmış metinler gibi başlar: “Hey kardeşler! Hey dostlar! Yolda belde, tavlada tarlada, kırda, ovada durup da bizi dinleyenler, okuyanlar, dünyanın kaç bucak olduğunu soranlar, bilenler, hey yedi iklim dört bucağı gezenler, size bir destanımız var. İnsanoğlu şu dünyada neyi arar? Arasa arasa dostluğu, kardeşliği arar. Sözü çok uzatmak neye yarar. Biz başlayalım Köroğlu’nun hikayelerini anlatmaya birer birer. Gidelim eski, uzak yıllara, Köroğlu’nun başından geçenleri söyleyelim.” diye başladığı ve halk edebiyatımızın büyük ozanı Köroğlu’nun Bolu Beyi ile girdiği mücadelenin öyküsünü halk diliyle, yer yer şiirleriyle süsleyerek anlatır. “Bu uzun boylu, akıllı, yakışıklı, adaletli Bolu Beyi, Bolu’da zamanının en güzel atlarını yetiştirirdi. Ancak Osmanlı padişahlarıyla araları iyi gitmiyordu. At yetiştiricisi Koca Yusuf çok iyi cins at yetiştirirdi.” Bolu Beyi, Osmanlı padişahıyla yarışmak için Yusuf’tan dünyanın en hızlı koşan cins bir at yetiştirmesini ister ancak getirdiği çelimsiz, bakımsız atları beğenmeyip seyisin gözlerine mil çektirir. Onun oğlu Ruşen Ali yağız bir delikanlı olur, Köroğlu lakabıyla anılmaktadır, Bolu Beyi’nin beğenmediği atları babasıyla birlikte büyütüp tam bir küheylan yapmıştır. Bir gece Köroğlu rüyasında, babasının gözlerinin açılması için üç köpük veren bir ulu kişi görür, çok susayan Köroğlu üç köpüğü de kendisi içer. Bunlar; ölümsüzlük, ozanlık ve güç veren üç köpüktür. Böylece Bolu Beyi’nden babasının intikamını alır. Bolu Beyi’nin kızı Telli Nigâr ile evlenip babasının vasiyetini yerine getirerek Çamlıbel’e yerleşirler. Ve öykü şöyle sonlanır: “Darısı cümle hasretlerin başına!  Bundan sonra Köroğlu Çamlıbel’de eğlendi kaldı. Anadan azan, babadan tezen, Allahtan korkmaz, kuldan utanmaz, gelip Köroğlu’nun etrafına toplandılar. Köroğlu yol vurdu, bel kesti, engin kervanlardan baç aldı, fakire fukaraya dağıttı. Adı gitti İran’a, Turan’a yayıldı. İstanbul padişahını, İran şahını korku tuttu. Her seferi bir hikâye oldu, aşıkların diline düştü.”

II. Bölüm

Karacaoğlan öyküsü şöyle başlar: “……Obadan ayrılma oğul! Gitme! yolunu kesmiş, onu döndürememişlerdi…” Yolundan dönmeyen Karacaoğlan diyar diyar dolaşır, elinde sazıyla gezginci bir ozan olur söyler, gezer:

İmana gel kanlı gurbet imana
Biz de başımızı saldık gümana
Yağıp yağmur gün değince çimene
Kokar burcu burcu gülü sılanın.

 “Sonra günlerden bir gün, bir türkü sardı ortalığı. Yanık, sevdalı bu türkü yüreğinden yakaladı onu. O gidiyor, türkü çekiyordu onu. Düştü ardına, hayallerin içindeydi. Düşler içindeydi. Çamlar, çimenler, ak bulutlar. Bir yer vardı, toprağı türlü renkteydi. Gün ışığı altında durmadan renk değiştiriyordu toprak. Billur yeşili bir pınar dökülüyordu kayalıklardan, türkü kayalıklara doğru çekiyordu, oradaki güzele ve güzelliklere vurulmuştu bu kez. Bir düş içinde, bir uzak türkü içinde, türkülerin cenneti içinde, pınarın yeşil billuru içinde kayboldular bir an, nasıl oldu? Nasıl olmadı? Kendilerini yan yana, kucak kucağa buldular. Uzun uzun böyle kaldılar, konuşmadılar, konuşacak bir şeyleri yoktu ki yürekteki çımgışma, bahar havası, ılık ılık bir seher yeli. Yar yüzüne bin yıl baksam az gelir, yüz yıl dahi baksam kanan değilim. Kanamıyorlardı. Biri bir Türkmen beyinin kızı, diğeri de ne idüğü belirsiz bir aşıktı. Ancak ikisini de çeken bir şey vardı, bir yer, bir cennet. Bir düş ülkesi….

Ala gözlerini sevdiğim dilber     
Uyuyup uykuya kanamaz oldum
Deli miyim Mecnun muyum ben neyim
Sevdasın serimden atamaz oldum.

Düğün dernek kurulur. Karacaoğlan’ın çadırından bir türkü duyulur, bütün oba o sese, türküye hayran olur. Karacaoğlan’ın ünü obadan obaya, yayılır.”

lll. Bölüm:

Alageyik: Geyik avına meraklı olan Halil, her ava gidişinde, anasıyla sevgilisi, Halil’in üzengisine yapışarak “Halil gel bu işi yapma! Kıyma geyiklere, eskiler diyorlar ki iyi değil bu, geyik avlayan iflah olmaz” diyerek ava gitmekten vazgeçirmeye çalışırlarsa da fayda etmez.” Her ava gittiğinde anasının öğüdünü tutuyor, yavrulu geyikleri vurmuyor, geyik yavrularına dokunmuyordu. Hele bir dişi geyikle on kere karşılaşmış, yavrulu olduğu için o geyiğe tüfeğini bile çevirmemişti…” Ve bir ay kadar geyik avıyla oyalanan Halil’in sevdiği kızı ailesi diğer köyün zengini Karaca Ali’ye verir. Avdan dönüşte, öldürdüğü geyiklerle düğün yemeği hazırlatmak için köyüne gelen Halil’e kimse olayı anlatamaz. Tekrar geyik avına çıkan Halil’e Karaca Ali pusu kurar. “Köye bir atlı girdi, köy birden karıştı, ağızdan ağıza bir söz dolaştı: Halil, Sarıcalı’nın ağası Karaca Ali’yi ve adamını öldürmüş. Arkadan köye bir çoban geldi, gene ağızdan ağıza bir söz dolaştı: Halil Karaca Ali’yi vurduktan sonra, kendisini uçurumdan aşağı atmış. Zeynep’e haber salarlar. Kız da Halil’in kendini attığı uçurumdan kendini Halil’in üstüne atar.” O gün bugündür, o uçsuz bucaksız kayadan bir türkü gelir. Türkünün sözleri şafak vakitleri, tan yerleri ışıdı ışıyacakken iyice anlaşılır.

Ben de gittim bir geyiğin avına
Geyik çekti beni kendi dağına
Tövbeler tövbesi geyik avına
Siz gidin kardaşlar kaldım kayada

İşte orada, iki sevgilinin düşüp can verdikleri yerde, iki çiçek biter, biri mavi biri kırmızı. Tam günün ucu görünür, çiçekler birbirine kavuşacakken, öte kayadan bir geyik uçarak gelir, çiçekleri yer. Bu her yıl böyle olur…” 



Uğur Fidancı
İHTİMALİ YOK

 İhtimali yok, aynı vapurda değilsiniz. Akışında köpüklü maviliklerin, gözlerinde utangaç bir martının nasıl buluşacaksınız şimdi. İhtimali yok.

Kapat gözlerini. Seher deme, eylül deme. Zaten “Müzeyyen” de yok, “Derin bir tutku” da. Yapma olasılık hesabını o iki heceli için. Bir kedinin patilerini tutan eller olamazsınız. İhtimali yok.

Başlamıştın ya adıyla kendine, kapatma kendini yeniden kendin olabilmenin gerçeğine. Bugün de yitirmiştiniz dünde olmayanı unutma. Son yıldızın kara deliğinde sönemezsiniz şimdi. İhtimali yok.

Masanızda sararmış bir örtü, üstünde sarılmış yapraklar.  Sandalyeleriniz boş, gelmemiş konuklar. Karıncalar dadanmış sofranıza. Bir ihtimal aynı tabağa uzanan iki çatal olmuşsunuz da, yar olmamış size sarmalar. İhtimali yok.

Alsın kırlangıçları, versin papatyaları geri. Arabulucunuz da yok aranız da. Kabul etsin üzülen üzeni, gölge etmesin. Adil bir yalnızlık olsun geriye pazarlıktan kalan. Yağmurun damlaları düşmesin ve dudaklar öpüşmesin aynı damlaların ıslattığı arabada. Cumartesi öğleden sonralarında buluşamazsınız Büyük Adanın şimdi, ihtimali yok.

 

Ali Tacar
YALNIZLIK TUTUKLANAMAZ
 
En sahici yanımı, yanımda gezdirdiğim yüküyle
Hangi eşraftan bilinmez, kırık ülkelerin arkalarından
Çıkınında ölüm gezdiren kimse
 
Kendini yarımlamış bardak, ravisi meçhul bir yerden
İnsanlar gibi konuşurken eşya
Öyle bir gelecek ki şimdi hiç yaşanmamış
Geçmiş, bütün çoğaltan yokuşlarımı
Türkçe bariz değildir şairce
Belli belirsiz, tozu dumana katar şimdi
Şairsin öylece konuş, ve söyle
Ekle kendini, gizinde sürükle birinci tekilin
Ben’dir de, arafta sallanan salıncak
Çukulata istemez
 

Çok moderndir Kubrick’in kadrajına dahi giren kader
Çok geçmiş zamandır şimdi, en çok gelecektir
Şimdi, üzerinden hiçbir şey kaldırmaz ölümü
Saçlarında çocukların, boş parklarda, bütün antolojilerde
Şairce ivmesidir kaygı; kavganın, düşün, sanrının tanışıklığı
Hatırla yalnızca kendini, ittiren kimdi e doğru dünyaya
Boğulduğun kuyu, biyolojik bir halüsinasyondur
Beyninde kan izleri
Saçlarından geceye bir yol bulan kız
Kendi e doğru koşan bir şeydir zaman
 
Katli vaciptir oysa, caiz değildir ne mezhepçe ne dince
O yalnız’ca bir fiilin en kaygan yeridir
Yitirdiği tüm aslanlar bir baharın gelişiyle kükrer
Ormanlara dolar şizofreni
Kımıldanır, tabiat devrilir
Şair haziranda gök gürler
Bomboş kalır insan, en son şakır bir duadır vecd içinde, kambur
Kendini susturan bir şey değildir yalnızlık
Tutuklanamaz
Ve bütün şiirlere çarpar, açılır teni şairin
Öyle yanyanadır ki, öyle sinsi
Kaç kapılı, kaç odalı, negatif bütün mastar fiiller
Ve çok kişili bir zamirdir ben
Birçok Ali olarak yine de görünmüştür
Ve düşlerinde intihar gören tabancalar-
Dır, kiralık bir tebessümün koyduğu zarftan kanayan
Bütün dilleriyle ısırdığı yerlerimden
Şiir yanımdadır
Bütün ağırlığıyla gezinen gövdemde, kaç yalnızlığın öldürdüğü cesetler-
Le, çektiğim çakıdır e doğru, vurmanın türlü biçimleriy-
Le, hiç hoşuma gitmeyen bir ıslıktır, beynimde kan sesleri
Kadim bir gelenektir yalnızlık
Ve Godiva’sız bir halkın gözüdür şair
Kelimelerine el konulmuş
Dönüp dönüp kendi e doğru gittiği yerde
Ve şiir Türkçe bir isim değilken
Bunca soruyu bırakıp şair, çıkınında ölümle
Vuslat vaktinden önce ağarır
Defaatle gök gürler şair
Çok eski bir denizdir
Boğulduğu bir avuç suda
Ravisi meçhuldür bütün yükseklerin
Sessiz bir kim‘sedir şair

 

Mehmet Bardakçı
PETER BAKOWSKİ
 

Peter Bakowski, 15 Ekim 1954 doğumlu, Avustralyalı bir şairdir. Şiirleri bir çocuğun resimli kitaplarındaki aldatıcı basit kelimeleri ve görüntüleri anımsatır gibi olsa da içerik olarak Charles Simic veya Vítězslav Nezval gibi ustalarla üslup benzerliği vardır.

Melbourne doğumlu olduğu için,  Alman göçmen lehçesini andırır. Bakowski erken doğdu, kalbinde bir delik vardı; iki kalp ameliyatından sağ çıktı. Ailesi bir şarküteri işletiyordu ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra 1980'lerin başında kendi plak dükkanını açıncaya kadar bir dizi düşük ücretli işte çalıştı.

Şiir yazmaya 1983'te Teksas seyahatinde başladı. İlk kitaplarında Jack Kerouac, Allen Ginsberg ve Charles Bukowski gibi Amerikan beat yazarlarının etkisi görülüyor. Şiirleri dünya çapında yüzü aşkın edebiyat dergisinde, ağırlıklı olarak; İngilizce, ayrıca Arapça, Bahasa-Endonezyaca, Bengalce, Almanca, Japonca, Lehçe, İspanyolca, Mandarin ve Fransızca olarak yayımlandı. Melbourne ve Londra'da yaşadı ve Avustralya , Avrupa ve Kuzey Amerika'da uzun seyahatleri oldu ve Afrika’ya ara sıra sanatçı olarak gitti. 2007'de Macau Üniversitesi'nde kısa süre çalıştı. Roma'daki BR Whiting Kütüphanesi, Paris'teki Cité Internationale des Arts, Soochow Üniversitesi, Jiangsu Eyaleti, Çin, Greenmount, Batı Avustralya'daki Katherine Susannah Prichard Yazarlar Merkezi, Battery Point, Tazmanya'daki Hobart Yazarlar Kulübünde, Nowra, New South Wales yakınlarındaki "Bundanon"un Arthur Boyd Malikanesi, Broken Hill Şiir Festivali, Yeni Güney Galler’de sanat etkinliklerine katıldı.

Seyahatleri, çalışmaları için geniş bir malzeme yelpazesi sağladı. Beşinci derlemesi Prova Edemediğimiz Günler Paris, Transilvanya, Yukarı Volga, Özbekistan ve Saraybosna'da geçen şiirleri içeriyor.

1994'te terzi olan Helen Bourke ile evlendi. Şu anda fotoğrafçı olan oğulları Walter ile Melbourne'de yaşıyorlar.

Bir insanın gecesi adlı kitabıyla 1996 Victorian Premier Ödülünü, CJ Dennis Şiir Ödülünü kazandı. 2010 yılında Beneath Our Armor adlı kitabıyla aynı ödül için kısa listeye alındı.

2015 yılında, Fransa'da seçilen şiirlerinden oluşan iki dilli bir kitap (Fransızca ve İngilizce) yayımlandı. 

SAVAŞ ALANI
İşte şu küçülen dünyada anahtar sözcükler-
silah,
hedef,
zafer,
kurban.
Bir sonraki nefesini al,
son nefesini al.
uçurumun ucundan atın zarı
yarının manşetlerine
Savaş çocukları yetimlere çevirir,
savaş çocukları cesede çevirir,
savaş çocukları istatistiklere dönüştürüyor.
Çocuklar, dışarıda oynamak için iyi bir zaman değil.
 
Herkes dinlemiyor,
Herkes öğrenmiyor,
Her insan insancıl değildir.
 
Bu bir öfkenin şiiridir.
Öfke çift taraflı bıçaktır,
 vuruşu kafaya ve kaburgaya gömülen,
yavaşça ortaya çıkan
başka bir toplu mezardır.
Çeviri: Mehmet Bardakçı
 
WAR ZONE
Here are the key words in this diminished world—
weapon,
target,
victor,
victim.
Take your next breath,
take your last breath.
Roll the dice over the edge of a cliff
into tomorrow’s headlines.
The war turns children into orphans,
the war turns children into corpses,
the war turns children into statistics.
Children, it’s not a good time to play outside.
Not everyone is listening,
not everyone is learning,
not every human is humane.
This is an angry poem.
Anger is a shovel blade
striking buried skull and rib,
slowly unearthing
another mass grave.

 

Seçkin Zengin
MUHİTTİN ÇOBAN’LA SÖYLEŞİ 

Seçkin Zengin: Sizi tanımayan okurlarınıza kendinizi biraz tanıtır mısınız?

Muhittin Çoban: Beni tanımayan tanıyandan çok! Bunu biliyorum! Bunun bir nedeni postmodernist insan olmamam, ikincisi; yayınevlerin tanıtıma pek yönelmemesi, üçüncüsü; kanımca iyi bir yazar olamadım, dördüncüsü de; sistem benim gibi yazarları


yok saymaya çalışması, takoz koymasıdır. Bunca karmaşanın içerisinde filizlenmek, hayat bulmak! Doğmak yetmiyor yaşamak için! Ben de bunu yapıyorum, doğduğum günden bu yana diyemem ama itiraz etmeye başladığım günden bu yana diyebilirim. Çukurovalıyım. Çukurovalıda itiraz kültürü vardır, bu kültür İnce Memed’de net görülür. İnce Memed’in cirit attığı, ağaların yüreğini ağzına getirdiği Anavarzalar’a yakın bir köyde, Ceyhan’ın Mercimek köyünde dünyaya geldim. Bir avuç topraklı köylüydü babam. Doyurmadı, yetmedi toprak, işçi oldu Adana’ya geldik. İşçilik ben de sınıf bilincini oluşturdu. Bir tarafta ağalar köylüler, bir tarafta sermayedarlar bir tarafta işçiler, bir yerde sermayedarların sivil güçleri bir yerde itiraz eden ince Memed’in arkadaşları. Ülkeyi yönetenler yönetemeyince sivil güçlerini grevcilerin, protestocuların, itirazcıların üzerine salıyordu. Böylesi bir dönemde on altı yaşında bir gençtim. Sivil faşist safından yer alamazdım, itirazcı biri olarak. İtirazcı olmanın bir bedeli vardı, o bedelden ben de payıma düşeni aldım. Hapishaneli zamanlarım oldu. İdamla yargılandım, müebbet cezası verildi, on bir yıl yatıp çıktım. İtiraz etmek inatçılıktan gelir gibi bir algı var toplumda, itiraz boyun eğmemekten, dil bükmemekten gelir aslında.

Seçkin Zengin: Yazmaya ne zaman başladınız, sizi yazmaya yönelten nedenlerden söz eder misiniz?

Muhittin Çoban: Yazmaya hapiste başladım. Hapishane benim için okul oldu. Gerçek anlamda okumayla hapishanede tanıştım. Tamam, bir itiraz kültürümüz var ama onun içini doldurmam okumayla oluştu. Okudukça şu soru beni korkunç rahatsız etmeye başladı. Neden yazmıyorum? Derken ufaktan ufağa yazmaya başladım. Yazmak benim için sağılmak gibi bir şey olmaya başladı, bunu fark ettim yazdıkça. Bir ineği düşünsenize, sütle dolmuş ak-pak memelerini. O süt sağılmazsa irinleşir, sancı yapar, zehirler ineği. İnsan da böyledir, dolan beyni sağmak gerek, yoksa o ak-pak bilgiler kaldıkça insanı zehirler. Ak-pak düşüncelerden rahatsız olanlar yok mu, var. Onlar bizim bu ak-pak fikrimizi zehir gibi gördüler. Hatta her yerde şunu dediler: Bunların fikirleri zehirlidir, uzak durun. Bizi tehlikeli bulup karşıya aldırlar. O gün bu gündür adımız zehir saçana çıktı. Yılanın zehri de tehlikeli bulunur. Oysa yılan zehri ne dertlere devadır.

İnsan konuşarak ta sağılır ama benim konuşma yeteneğim yok, bu konuda pek beceriksizim. Yazma yeteneğimi geliştirmeye çabaladım, yoksa içinde kalacak oluşan bilgiler, gün gelecek irin olacak.

O gün bu gündür yazarak sağıyorum kendimi. Bugüne kadar dokuz kovalık (kitaplık) sağıldım, niyetim birkaç kitaplık (kovalık) daha sağılmak.

Seçkin Zengin: Hapishane ortamı edebiyatınıza ne kadar yansıması oldu?

Muhittin Çoban: Beni eğiten, beni edebiyata yönlendiren yer oldu. Hapishaneye atılmasaydım edebiyata ilgim olur muydu, bilemiyorum, bu sorunun karşılığını veremem. Memleketimden insan manzaraları diyor ya Nazım, hapishaneler insan manzarası. İnsanı mapusta tanıdım dersem yeridir. Mapusta olgunlaştım, mapusta büyüdüm, mapusta okumayla tanıştım. Dinlemeyi seven biriyim, soru sormayı severim. Bilmeden hikâyeler biriktirdim. Bunun bana katkısı çok oldu. On bir yıllık mapus hayatımda gördüm ki mapushane şerefli insanların ocağıymış.

Seçkin Zengin: Örnek aldığınız yazarlar var mı?

Muhittin Çoban: Örnek aldığım yazarlar demeyim de sevdiğim yazarlar diyeyim ben buna. Çünkü ben sadece Orhan Kemal olmak istemedim ki. Sebahattin Ali’yi okuyunca onun gibi güzel yazmak istedim. Aziz Nesin’i okuyunca ben de onun gibi yazmalıyım diyorum. Ama suya sabuna dokunmayan, itirazcı olmayan, teslimiyetçi olan (Orhan Pamuk gibi yetmez ama evetçi) yazarları sevmedim, sevemedim, onlar gibi olmak istemedim. Duru bir Türkçe bilsinler, gramerleri süper olsun, itirazcı olmadıktan sonra, değişimi, dönüşümü önlerine koymadıktan sonra ne anlam ifade ederler ki. Ali Nesin babası Aziz Nesin’in yanına gidince nasıl yüzüne bakacak? Babasını Madımak’ta yakmak isteyenlere kalkıp yetmez ama evet demek nasıl bir kişiliktir acep?

Seçkin Zengin: Yazılarınızda, şiirlerinizde en çok sevgi/aşk üzerinde duruyorsunuz, neden sevgi/ aşk?

Muhittin Çoban: Bu konunun dikkatinizi çekmesi doğrusu sevindirdi ve sormanız da iyi oldu. İnsanlar sanıyor ki ben sevgiye/aşka açım, doymak bilmiyoruz, bunu saplantı haline getirmişim gibi bir algı var. Saplantı yaptığım doğru değil ama aç olduğum, doymak bilmediğim doğru. Siz suya doyuyor musunuz? Hayır! Suya doyulmaz. Sevgi ve aşka da doyulmaz. Doyduğunu söylediğin anda kötülük başlar, şiddet başlar, felaketlerin biri biter biri başlar. Entrikayı, savaşı, yalanı, hırsızlığı, rüşveti üreten sevgisizliktir. Eğer bugün dünyaya kötülük hâkimse sevgisizliktendir, dünyayı yönetenlerin kötü olmasındandır, bu kadar açık ve net. İyi bir yönetici savaş çıkarmaz, insanları ölüme göndermez, insanları yoksullaştıran kararlar almaz. Dünyanın rayına oturmasının yolu sevgiden geçiyor. İnsanlara sevgiyi öğreteceğiz, dünya topraklarına sevgiyi ekeceğiz, başka yolu yok. Ya insan yok olacak ya kötüler.  Benim çabam bu, hepimizin çabası bu olmalı, yaşamak için başka şansımız yok, henüz başka dünya da yok.

Seçkin Zengin: Yazarak, konuşarak dünyanın değişeceğine, kötü yöneticileri yeneceğinize inanıyor musunuz?

Muhittin Çoban: Bir çiftçiyi düşünün, toprağına tohumu ekmezse ton ton buğday alabilir mi? Ektiği için ürün alıyor. Sevgi de böyle. İnatla, çabayla, yılmadan, korkmadan, bir adım gerilemeden, U dönüşleri yapmadan, ‘yetmez ama evetçi’ olmadan ekeceğiz sevgiyi. Ya kötülere katılıp birbirimizi yiyeceğiz ya iyi olup güzellikleri üreteceğiz. Bu elbette bireysel mücadeleyle olmaz, ortaklaşarak olur, bunu da biz başaracağız, ötesi yok, hiç yok!

Bu nedenle yazmayı sıradan ve etkisiz eylem olarak görmeyelim. Biz Köy Enstitüleri ruhunu taşıyan öğretmenlerin emeğiyle güzelleştik, iyiden yana olduk; biz Orhan Kemal’lerin, Kemal Tahir’lerin, Yaşar Kemal’lerin, Muzaffer Üzgü’lerin, Aziz Nesin’lerin, Sebahattin Ali’lerin sayesinde itirazcı olduk, biz Mahir’lerin, Özenç’lerin, Soner İlhan’ların, Behçet Dinlerer’lerin sayesinde güzel bir dünyanın inşa edilebileceğine inandık.

Yazmak az şey değil, çok şey. Yoksa Uğur Mumcu’yu, Bahriye Üçok’u, Turhan Dursun’u, Doğan Öz’ü, Ahmet Taner Kışlalı’yı, vururlar mıydı, Madımak’ta otuz üç insanımızı yakarlar mıydı?

Seçkin Zengin: Güzellik, iyilik üretenler neden tehlikeli bulunuyor, katli vacip görülüyor?

Muhittin Çoban: Güzellik üretenler kötülük üretenleri nasıl tehlikeli buluyorsa, kötülerde iyileri o derece tehlikeli buluyor. İyilerin varlığı adaletsiz düzenlerini bozacak, biliyorlar bunu. Bu yüzden “İyiler zehirlidir, yakılmalı, asılmalı, kurşuna dizilmelidir” diyorlar. Ama biz kötülere işkence yapmak istemiyoruz, sevgiyle dönüştüreceğiz onları, farkımız bu. Kötülerin egemen olduğu her dönemde bunlar fazlalaşarak yaşandı. Söylemek istediğim şu: İyiler kötülerin anti-demokratik, sömürüye dayalı sistemleri için tehlikedir. Var olan mevcut iktidarın iyileri yok etmeye çalışmasının altında yatan neden tamamen bu.

Seçkin Zengin: Sanki sohbetimiz edebiyattan çıktı politikaya girdi gibi oldu, sizce de öyle değil mi?

Muhittin Çoban: Sanat, edebiyat zaten bir politikadır. Öykü, roman, şiir bir politikadır, resim, sinema, karikatür yine öyle, bunları politika dışında tutamayız. Tutmaya çalışanlar yok mu, var. Onların ürünlerine bakın, ne tadı ne tuzu vardır, yavandır, renksizdir, heyecansızdır, insanı kendi ekseni etrafında döndürendir, ama politik eserler tıpkı kayık gibidir, insanı içine bindirir karşı kıyıya götürür. Politika politikacıların işi değildir, her insanın işidir, sanatçıların da işidir. Zaten politikacılar da bize bunu dedirtiyor. Siz işinize bakın, öğrenciyseniz okulunuza gidin gelin, işçiyseniz işinizle, köylüyseniz toprağınızla ilgilenin, politikayı da politikacılar yapsın. Sonra bir bakıyorsun babadan oğula geçiyor iktidarlar. İyiler de şöyle der: Her insan politikanın direkt içinde olmalı, çünkü insan yaşamını ve kaderini belirleyenler politikacılardır. Zengini daha zengin fakiri daha fakir yapan, insanları savaşa gönderen, ülkeler arası savaş çıkartanlar politikacılardır. O halde politikacılar sınıfı oluşmamalı, kurumlaşmamalılar, insanlar hakkında çıkarlarına göre karar alacaklarını sanmamalılar, insanlar da buna izin vermemeli. Dolayısıyla politika beni ilgilendirmiyor diyenlerin mızmızlanma, şikâyet etme hakları yok, kaderlerine razı gelecekler. Bir edebiyatçı zengin bir insanı kahramanı olarak kitabına aldıysa onun nasıl Karun kadar zenginleştiğini anlatmalı. Hani bir söz var: “Çok konuşmada yalan, çok parada haram vardır.” Bir edebiyatçı çok konuşmanın bilgiden gelmediğini, çok paranın çok çalışmaktan gelmediğini anlatacak, bunu yazacak.

Seçkin Zengin: Siz kendinizi hangi edebiyat akımı içinde ifade ediyorsunuz? Toplumsal gerçekçi olduğunuzu söyleyebilir misiniz?

Muhittin Çoban: ‘İnsani edebiyat’ akımı içinde kendimi görüyorum. İnsani demokrasiden yanayım, insani adaletten yanayım, insani sistemden yanayım. Yaptığın iş ne olursa olsun odağına insanı koyacaksın. Dolayısıyla doğayı da koymuş olursun, çünkü iyi insan doğadan yanadır, onun parçasıdır. Diyelim ki bilim insanısın, fizikçisin, insanı özne yaparsan atom bombası yapmazsın. Gıda mühendisiysen eğer, ürünlerin genetiğiyle oynamazsın. Öğretmensen gözümü kapar vazifemi yaparım diyerek, iki kere ikinin dört olduğunu öğretir aylığımı alırım demezsin. Ben yazdığım her romanımda, her deneme yazılarımda öznem insandır. Ben başka edebiyat akımı tanımıyorum. Ya insani edebiyat akımı içindesin ya da anti- insani akım içindesindir.

Toplumsal gerçekçilik dönemi bitti mi bitmedi mi tartışmasına girerek sığ bir tartışma yaratmak istemiyorum. Başta da dediğim gibi ben insani edebiyat yapıyorum, insanı öznesine alan bir edebiyat. Kapitalizm geldiği noktada öyle bir azgınlaştı ki, öyle futursuzlaştı ki halkları değil, toplumları değil, insanı yok ediyor, bitiriyor, duygusundan, sevgisinden koparıyor, robot insan yapıyor. İnsani edebiyat/sanat insanı yeniden üretecek edebiyat ve sanat olarak görüyorum. Bir yazarın, bir sinemacının, bir aydının, bir politikacının derdi ve öznesi insan olmalı, yeni insan kuşağı yaratmak olmalı. Öyle akımları çoğalmak insanı yok etme sürecini hızlandırır, bu iyi biline.

Seçkin Zengin: Konuşurken şunu fark ettim çok keskin çizgileriniz var ama bakıyorum konuşurken de yumuşaksınız, bu nasıl oluyor?

Muhittin Çoban: Bu ilkedir. Benim bir ilkem, insanı merkeze aldığım bir ilke. Bu noktada duruşum nettir. İnsanı yok etmeye, yoksullaştırmaya, köleleştirmeye götüren her şeye şiddetle karşıyım, bundan taviz vermem. Yeteneklerim ölçüsünde yaptığım edebiyatta da durum böyledir. Ama dilim yumuşaktır, pul yalayıcısı değildir ama. Dikenli incir gibi dili de sevmem. Doğruları gülerek de anlatabilir insan. Bu konuda Aziz Nesin’e, Muzaffer Üzgü’ye hayranım, insanı güldüre güldüre yeniliyorlar.

Seçkin Zengin: Enflasyon yüzde 59’lara geldiği söyleniyor, resmi rakamlara güvenilmiyor. Her şeye zam var, bu zamlardan payını kâğıt da alıyor, kitaplar da alacak. Bu okumayı, kitap satışlarını nasıl etkiler?

Muhittin Çoban: Korkunç bir etkisi olacak. Kitap deyince okul kitaplarını da buna katmak gerek. Milyonlarca çocuk, genç okula gidiyor, bunlar kitapsız deftersiz gidemeyeceğine göre yansıması felaket olacak. Ama halkımız sabırlıdır. Sabır ve kaderi iyi öğrendiler. Umut fakirin ekmeğidir. Aç tavuk rüyasında darı görürmüş, rüya ile yaşamaya devam edeceğiz. Bu yüzden çokça diyorum ya umut tevekkül insanların sarıldığı simittir.  Umutla sabır iki yakın kardeştir. Askerler ve gerillalar umut etmezler, umut ederek savaşa girmezler, plan yaparlar, taktik uygularlar, işi şansa bırakmazlar, ‘umarım’a güvenerek cenk meydanına çıkmazlar.

Kitaplar için de durum böyle. Kitaplar pahalanacak. Yoksullaşan insanlar okuma derdine değil, doğal olarak mide derdine düşecek. Düşük olan okuma oranı daha bir düşecek.

Seçkin Zengin: Bunda görsel yayınların ve sosyal medyanın etkisi yok mudur?

Muhittin Çoban: Elbette var. İnsanlar kolay yoldan bilgiye yöneliyor, diziler yoluyla beyinlerini dolduruyorlar. Sosyal medyada çok zaman alıcı ve çok renkli, insana heyecan veriyor. Zaten iktidar da okuyan insan istemiyor, okuyanlardan korkuyor, okuyanlar çoğalırsa, kendilerini sorgulayanlar da çok olacak, koltukları sarsılacak, bunu istemezler. Kâğıda gelen zamlar en çok iktidarı sevindirecek. Okumayan insanı yönetmek kolaydır.

Seçkin Zengin: Günümüz edebiyatını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Muhittin Çoban: Çırpınma dönemini yaşıyoruz. Çirkinlikler edebiyata/sanata kadar girdi. Yayınevleri bile tekelci sermayenin elinde. Bize de güçsüz üç beş yayınevi kaldı. Onlara ulaşmak, kitap çıkartmak mesele, bunu fırsat bilip parayla kitap yayımlayan yayınevleri mantar gibi türedi. Korkunç rakamlar istiyorlar. Bin, iki bin kitap basacağız diyorlar,250- 500 kitap basıyorlar. Yazar kitap mı yazacak, yazdığını mı yayımlatacak yoksa kitabını yayınlatmak için para mı bulacak. Bu yayın evlerin görevi o kitabı basmakla yükümlü gibi görüyor kendini; sonrası yok. Kitap satılmış mı, kitap okuyucuya ulaşmış mı dertleri değil, nasıl olsa fazlasıyla emeklerinin bedelini de katarak paralarını almışlar. Bu böyle olmaz, bu hiç insani değil. Zaten sistem insanları okumaktan uzaklaştırıyor, sizin bu yaptığınız da sisteme kan vermektir, destek olmaktır, okuyucuların bitmesine katkı sunmaktır.

Eğer insanların durumu bu noktadaysa bunda paracı yayın evlerinin katkısı var. Ama tüm bu olumsuzluklara rağmen, engellemelere rağmen yazacağız, insanın insanlaşması için yazacağız, ne yapıp edip yayımlatacağız. Karl Marks Kapital’i yazmak için yirmi yılını veriyor, yayın evine veriyor dosyayı, 1000 adet basılıyor, Marks’ın eline geçen para bir yıllık tütün parasını karşılamıyor. Nasıl ki Marks yazmaya inatla devam ettiyse biz de edeceğiz, çünkü insanın insanlaşması gibi, kapitalist sisteme itiraz etme, onu değiştirme gibi bir derdimiz, insani sorumluluğumuz var.

Seçkin Zengin: Şair Hasan H. Gündüzalp’i bize anlatır mısın? Yokluğu siz de nasıl bir etki yaptı? Yakın dost olduğunuzu biliyoruz.

Muhittin Çoban: Gündüzalp’le beni buluşturan şey az önce dediğim gibi insani edebiyat. Bakın şiirlerine öznesi insandır. Adana da popülizme kaçmadan insani sanat adına güzel işler yaptığımıza inanıyorum. İnsancıl Dergisi temsilciliği, Lül Edebiyat/Sanat dergisi, Tersakan Sanat/Edebiyat dergisi…  Hepsinde Gündüzalp var. Yok sayılamayacak bir değer. İnanıyorum ki insanlık onu unutulanların safına koymayacak.  Yokluğunu doldurmak zor! Müthiş bir zekâya sahipti.  Yazdıklarımı yayımlatmadan onunla paylaşmaktan keyif alırdım. Tabii ki diğer değerleri de dile getirmek gerekiyor. Turan Altuntaş iyi bir öykücümüz, Adnan Yücel muhteşem bir şairimizdir. Hepsinin ortak derdi insandı, bizi buluşturan da buydu. Onlar biriktirdikleri insani anılarla yaşamaya devam edecekler, biz de onlarla. 

Berkay Çınarlı
DUYGULAR TOZLAŞAN HAYALLERDİR
 
Bir gölge,
gözyaşı dinleyen
tozlaşan gözyaşını dinleyen
bir gölge
bir de
uzaklara dalan
bir adam;
 
duygular saklanırdı
hayaller
başka yerlere saplanırdı
bir hayal
rüya olmayı isterdi,
fotoğraf gibi olmayı hatırlardı
bir hayal
rüya olmayı isterdi,
fotoğraf gibi olmayı hatırlardı
birisi
eskiyen bir fotoğraftı,
paslaşan siyah geçmişleri izlerdi
ardındaki inatçı tozlarıyla beklerdi
birisi
eskiyen bir fotoğrafı,
paslaşacak siyah geçmişleri izlerdi
ardındaki inatçı tozlarıyla beklerdi;
 
yaşlı bir adam,
gözyaşı dinleyen
tozlaşan gözyaşını dinleyen
yaşlı bir adam
bir de
uzaklara dalan
bir gölge.

 

Tolga Şekeroğlu
ŞİİR SARNICI’NA MEKTUP 

Şiir Sarnıcı'yla tanıştığıma memnun oldum. Ben her daim tanışabilmek üzere seni aradım ama Cemal Süreya'nın da dediği gibi "Sana giden yollar kapalıydı."


Şu an 27 yaşındayım, 9 Şubat 1994 doğumluyum. Sen düşünmeden ben söyleyeyim, kova burcuyum. Aslında görevine henüz başlamamış bir üniversitede işletme-finans hocasıyım. Şiir yazmaya 14 yaşımda başladıysam da aslında 24 yaşında söz ve şiir üzerine zihnimi yormaya başladım, diyebilirim. Hayatıma etki eden çok değerli üç isim var; Turgay Şekeroğlu, Güray Şekeroğlu ve Oktay Şekeroğlu. Şiiri ağabeylerimden öğrendim. Ben ağabeylerimi dünyada çaresi olmayan bir hastalık yüzünden kaybettim onlar şu anda hayatta değiller. Abilerim şiir yazıyorlarken ben kâğıda veya bilgisayara şiirlerin yazımını ve düzenlemelerini yapıyordum. O zamanlar hiç şiir yazamazdım, bilemezdim, hatta abimlerin ısrarı ile bir şiir, tek bir şiir yazmıştım. Fakat o şiiri bitiremedim, o şiir hâlâ yarım duruyor. Sevdiklerimi tek tek kaybedince, sözün tam anlamıyla yalnız kaldım. O günlerde zihnimde söz ve şiir yazmak düşüncesi belirdi ve şiir yazmaya başladım.

Yaşam öyle bir şeydir ki her hazzı ve duyguyu tam olarak yaşayamazsın, her duygunun bir üstü vardır: Hüznün de, aşkın da, mutluluğun da, düşlerin de…

Kafamın içi bir lunapark, içinde koşuşan küçük bir çocuk var. Belki de düşlediğim dünya orası, ne zaman sussam ve susasam burada koşuşup kendimle konuşurum sessizce, bazen yalnızca bezen sevdiklerimle bazen de hiç tanımadığım karakterlerle… Hayat yolculuk gibi, sonsuz gibi görünen ama aslında sonu belli olan bir tren yolculuğu gibi... Trenin vagonları var farklı ülkeler gibi, vagonların içerisinde odalar var farklı şehirler gibi, odaların içerisinde farklı bölümler var evler gibi ve içerisinde insanlar var sen, ben, biz gibi... Sürekli seyahat halindeyiz, farklı duraklar var, tren oraya yaklaştığında inmek için bekleyenler, yolculuğa başlamak için seyahat etmeyi bekleyenler var, yaşam gibi… İşte ömür dediğin böyle değil midir, güzel dostum…

Biraz da aşk üstüne konuşsak olur mu? Bir masa etrafında sohbet halindeyiz, önümüzdeki masa; dünya. Herkes aşktan gerçek sevgiden bahsediyor. Sadece kişisel kanılarımız, tanımlamalarımız var, aslında tanımı yok. Sözcüklerle tanımlayamadığımız bir gezegende birbirimize kelimelerle ne çok şey anlatmaya çalıyoruz…

Aşk, susadığında ve sustuğunda anlaşma sanatıdır. Az önce benim aşk tanımımı okuduk birlikte peki sen ne düşünürsün? Benim için hani yukarda tren yolculuğundan bahisle yaşamı konuşmuştuk seninle işte ben diyorum ki en uzun mesafe bir insanın kalbine varılan yoldur. Ve iki şey arasında kalmak iki kalp arasında kalmak kadar, zor değildir…

Kendimden bahsederken şiir yazdığımı söylemiştim. Yukarıdaki sözler; hayat, aşk, ilişkiler ve kendimi sana ifade edebilmek için yazdığım tümcelerdi. Güzel dostum, sana şiirlerimi de yolluyorum onları sıcacık çay eşliğinde okumanı dilerim. Artık benden bu kadar sanırım artık yazımı sonlandırmam gerekiyor. Seninle burada tanıştığıma memnun oldum. Ben her susadığımda ve sustuğumda buradayım.

Sevgili Tolga

Yaşamın bizleri nereye sürükleyeceği çoğu zaman belirsizdir. Yaşamı tutuşun ve kayıpların belli ki sizi şiir sanatının içine atmış. Şiir evreni öyle bir yerdir ki yazdıkça derinleşir derinleştikçe olgunlaşırsınız. İşte o zaman kaleminizden çıkan her dize; susayanlara, suskunlara yeni bir çıkış yolu ve yeni bir dünyanın kapılarını aralar. Sizin de dünyanızı öyle bir zenginleştirir ki aşkı da, hüznü de, hazzı da, mutluluğu da ağız tadıyla dolu dolu yaşayabilirsiniz. 

Mektubunuz ve şiirlerinizden anlıyorum ki siz, şiir sanatı için yeterince dolmuşsunuz ve donanımlısınız. Şiir yazmak; dünyayı, insanı, yaşamı ve nesneleri yeni baştan keşfetmek gibidir. Yarım kalan şiirinizi tamamlamak için dile ve sanata yoğunlaşırsınız umarım. Şiirin gereci dildir ve dil de düşüncenin bir çıktısıdır. Bu yüzden, öncelikle sanat felsefesine sonra şiirin tekniğine daha fazla zaman ayırmalısınız. Ne yaptığını, ne yazdığını, yazdığının nereye dokunduğunu bilmek ve ayırdına varmak için, yaşamın sürüklediği olay ve olgular yeterli değildir bir şair için. Derinliğine bir duyuş, baktığın nesnenin özünü görebilen bir bakış, dinleyeni dünyasından sıyıran bir anlatış gerekir şiir sanatında… Bunlar da donanımla olur. Siz hayli yol almışsınız, sürdürmelisiniz. 

Mektubun oldukça etkileyici; yaşamın tırnakları gibi… Şiirlerin de aynı yerden doğacağı için yetkin olacaktır. Dergimizin amaçlarından biri, genç şairlerimizi şiir/sanat dünyasıyla tanıştırmaktır. Bu sayıda üç şiirinize yer veriyorum. Şiirlerini kitaplaştırmayı düşünürseniz, kitabını Şiir Sarnıcı sayfalarında tanıtırım.  

Bu arada da küçük bir öneride bulunmak isterim: Şiirde sözcük ekonomisine, dilde temizliğe önem vermelisiniz. Söz/sözcük yinelemesine düşmeden, arı, duru bir dil… Şiirle…

Şiir Sarnıcı (e-dergi) adına Yaşar Özmen

AŞK-I TUTKUN
Şimdi, bu sabah saatinde niçin gözlerin gelir ki gözlerimin önüne
İçimde sanki bir eksiklik var, hem biraz kaygı biraz da uyuma isteği
Günaydın mesajı mıydı eksik, henüz çekilmiş güzel bir fotoğraf mı?
Oysa çok az tanıyordum seni, aklımdaydın, unutmayaydı uyuyuşlarım.
Demiştim ya “az” tanıyorum, a ile z arasındaki tüm harfleri bir tutarcasına
Sen, nasıl da harfler bir araya gelip başkaca kelimelere dönüşebiliyorlarsa
Duygumda, ihtiraslarımda, düşüncelerimde başkaca anlamlara geliyorsun
Ama kelimeler, onlar bazı cümlelerde bir araya ve bazı anlamlara gelmiyor.
 
Nasıl oluyor, gece olunca da yine sen düşüncemde beliriyor, gitmiyorsun
Gözlerin doğuyor, bakışların bazı anlamlara geliyor, gözce konuşuyorsun
Kar beyaz bulutların arasında uçuşan göçebe kuşlar gibi gözlerin
Gözlerimi yumsam sanki gözlerin gözlerimde, ama ben gözce bilmiyorum.
 
Ben, gönülce bilen ve günün vakitlerini seni yazmakla geçiren alelade şairim
Sen çiçeklerin ilki, güzel bir orkide, ustaca bir şairin yazdığı en güzel aşk şiiri
Ben evrene ışık saçmayı görev bilen, tek gezegeni dahi olmayan bir yıldızım
Sen, gönül çekim kilidime girip yolculuğumu paylaşan gezegenim olur musun?
 
KAÇIŞ
 
Her yağmur yağışında hayalin gözlerimde canlanır
Cam kenarındaki masamda düşlerim, içimde sızlanır
Buğulu camlara ismin, zihnime bırakıp gidişin kazınır
Ardından, "hiç gelmeyen birine elveda", şiirlerime yazılır
 
Bitmişiz derken, bir gün bir baksam ki sen, gelmişsin
Ayakların çamur, gözlerin puslanmış, ojelerin sönük
Üzerinde ahenksiz kıyafetlerin, çantanın fermuarı bozuk
İçine cevabı bende gizli karmaşık sorularını gizlenmişsin.
 
Gözlerin, gözlerimin içerisinde kilitlenmişiz öylece
Evin kapısı açık, içeriye giriyorsun içinde birçok çekince
Sana varacağım yolu nasıl bulabilirim diyorsun, sessizce
Ellerin terlemiş, yanakların al al, dizlerin titriyor istemsizce.
 
Oradan kaçıp kurtulmak isteyen biri var, o sen misin? ben mi?
Düşmekte olduğunu söylemiştim, en diptesin daha düşülür mü?
Geriye dönmemi istiyorsun, yolu yarılamışım artık dönülür mü?
Hatırla, giderek seni daha çok seviyorum demiştin, sonra gittin…
Bende aşkı senden öğrendim, giderek daha çok seviyorum seni...
 
ANNE
 
Bugün dünyanın tüm güzel çiçeklerini getirin
Seyrederken gözleriniz kaybolsun gözlerinde
Söylemeyin, konuşmayın, durun bir şey söylemeyin
O anda sessizlik ilan edilsin tüm kıtalarda
Çünkü gözlerin konuştuğu dil, hep aynıdır tüm evrende.
 
Boynuna sarılıp sırtına dokunduğunuzda, anımsayın
Anımsamak sözcüğü egemen olsun tüm benliğinizde
Hissedin hayatınıza dokunanı, yolculuğunuzu
En güzel eseri olduğunuz sanatçı karşısında eğilin
Alkışlayın dünya kadar büyük, dünya kadar eşsiz sevgiyi.
 
Bana cenneti kucakla deseler, gider anneme sarılırım
Karşılıksız sevgiyi anlat deseler, annem yaşıyor der susarım
Allah aşkına, gök deniz aşkına, tüm sevenler aşkına
Okuduğum en güzel kitap, seyahatimin en güzel bahçesi kalbindir
Günün kutlu olsun, sonsuza dek dünyanın tüm çiçekleri senindir. 

Hakan Tokuç
AHŞAPTAN PLASTİĞE
Yaşam Öyküsü

Endüstri Mühendisliği ve Yönetim Organizasyon yüksek lisans diplomasına sahip olan Hakan Tokuç, 2012 yılında Türk Silahlı Kuvvetlerinden emekli olmuş, 2015 yılında Açık Öğretim Fakültesi Fotoğrafçılık ve Kameramanlık Bölümünü ‘’Yüksek Onur’’ belgesiyle bitirmiştir.


TC. Kültür Turizm Bakanlığı ‘’Devlet Başarı Ödülü’’ ve FOTOGEN “Şinasi Barutçu Kupası’’ sahibi olan fotoğrafçı, Uluslararası Fotoğraf Sanatı Federasyonu (FIAP) EFIAP unvanı ve Global Photographıc Union (GPU) GPU-CR2 unvanı sahibidir.

Ülkemizi ve Türk fotoğrafını temsil etmek ve tanıtmak adına yurtdışında fotoğraf festivallerinde etkinliklere katılmış, ulusal ve uluslararası ödüller almıştır. Çok sayıda karma fotoğraf sergisinde yer almış, ‘’Ahşap Pencereler’’ ve Leyla Emektar’la birlikte “Sezer’in Günlüğü” isimli kişisel sergilerini açmıştır.

2015-2017 Yılları arasında Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu (TFSF) Yönetim kurulunda ‘’Ulusal ve Uluslararası Yarışmalar Birim Sorumlusu’’ olarak görev yapmıştır. EFOD, FOTOGEN, TEFSAD ve TEFOD üyesidir. 

AHŞAPTAN PLASTİĞE

Fotoğraf, bir anlatım biçimidir; şiir ya da resim gibi… Kendine özgü bir tekniği vardır. Fotoğrafçıya özgü görsel bir dünya gereklidir. Işıktan nesneye, kadrajdan mesafeye kadar farklı bir görsel algı… Bu bilgi ve tekniğe dayanarak, dünya görüşüm, estetik kaygım ve kültürel birikimimle nasıl bir fotoğraf çekmem gerektiğinin kararını veriyorum. Bir anlamda fotoğrafımla izleyiciye mesaj verirken kendi duygularımı aktarıyorum. Fotoğrafı ülkeme hizmet aracı olarak görüyorum. Bu yolla, ülkemizin somut olmayan kültürel mirasını, kaybolan ya da kaybolmaya yüz tutmuş yapıtlarını, coğrafyamızın paha biçilmez güzelliklerini; kalıcı hale dönüştürüyorum. Bunları, estetik değerin yanı sıra geçmişe özlem duyulacak biçimde fotoğraflamaya çabalıyorum. Kalıcı yapıtlar bırakabilmek için fotoğraf dilini doğru ve güzel bir şekilde ortaya koymaya çalışıyorum.


Her sanatın kendine özgü bir dili vardır. Fotoğraf da, görsel ve duyusal bilgi içeren evrensel bir biçim dilidir. Bunu öğrenmek için, fotoğraf dilini doğru yorumlayan, deneyimli öğreticilere gerek olduğunu düşünüyorum.


Birçok fotoğraf meraklısı, etkileyici bir fotoğraf gördüğünde, ilk olarak hangi makinayla çekildiğini sorar. Buradaki temel yanılgı, aynı makina kendilerinde olsa, benzer bir fotoğraf çekebileceklerini düşünmeleridir. Fotoğrafları “makina” değil, onun ardındaki kişiler çeker. Binlerce liralık makina da olsa, basit bir makina da olsa objektifin yöneleceği yeri siz belirlersiniz, kadrajı ve ışığı siz ayarlarsınız.  İyi bir makina, sadece kişinin anlatım kolaylıklarını artıran bir araçtır. Olaya sanat boyutunu katan asıl etken; kameranın ardındaki kişinin iç dünyası, kendini açıklama yeteneği, yaratım gücü, izlemekte bulunduğu olaylar, insanlar, çevre ve nesnelere dönük algısıdır. Sonuçta fotoğraf, bir seçim işidir. Görsel yetenek işidir.  Sizin makinanızı nereye ve nasıl doğrulttuğunuz da o güne kadar ki birikimlerinizle ilgilidir. İzlenen fotoğraflar, okunan kitaplar, seyredilen filmlerle görsel algısını geliştiren ve bunları kendi yaşamsal deneyimleriyle harmanlayan kişi, özgün fotoğraflar çekebilir, diye düşünüyorum.


Fotoğrafçılıkta görsel deneyim son derece önemlidir. Işığın yönü, havanın durumu, zaman, nesnenin rengi, kadraja giren diğer nesnelerin mesafesi gibi değişkenler, fotoğrafın niteliğini etkiler. Önerim; makinaları bir yana bırakıp en azından bir hafta ışığın evrelerinin gözlenmesidir. Örneğin, bir köprü, cami ya da herhangi bir bina, sabahtan akşama kadar değişik zamanlarda izlenebilir. Gün içerisinde aynı şeye baktığınız halde, ışık o nesne üzerinde ne kadar değişiklik yaratacaktır? Bunu, yaşayarak görmek, anlamak ve duymak gerekir… Sonra şu sorular sorulmalıdır:

Neden fotoğraf çekiyorum?

Fotoğraflarda estetik değeri nasıl yaratırım?

Ne anlatmak, ne iletmek istiyorum?

Fotoğraftan ne bekliyorum?


Bu soruları ben de kendime sordum ve ‘’Ahşaptan Plastiğe’’ isimli bir proje kapsamında gördüğünüz fotoğrafları çektim. Kısaca öyküsünü sizlerle paylaşmak isterim.

Fotoğrafları, 2012-2014 yılları arasında Kastamonu ili Pınarbaşı ilçesine bağlı köylerde çektim. Her geçen yıl ahşap pencerelerin yerini plastik (pvc) pencerelerin aldığını biliyoruz. Bizden sonraki kuşağın, en azından fotoğraflarda görebilmesi amacıyla ahşap pencereleri içerisinde yaşayanlarla birlikte fotoğrafladım.

Ahşap evlerin ahşap pencereleri; ömrü, bakım gideri, fiyat farkı, ses ve ısı yalıtımı gibi zorunlu nedenlerle, ne yazık ki her geçen gün plastiğe dönüşüyor. Evlerdeki güzellik, estetik değer, doğallık, yaşam kültürü bir bir yok oluyor. Üzülerek tanık olduğum bu durumu, en azından fotoğrafla kalıcı duruma dönüştürmek istedim.


Her gittiğim yerde ilginç gördüğüm evleri, kapı ve pencereleri içinde yaşayan insanlarla birlikte fotoğraflamaya çalışırım. Karadeniz Bölgesinde evler coğrafi yapı gereği, genellikle yamaçlarda, dağınık şekilde, çoğu zaman aile içi birkaç evlik guruplar halinde, bazen de birbirinden bir iki kilometre uzakta konumlanmıştır.
Gözleriniz inişli çıkışlı tepelerin renk paletine dalıp gitmişken; birden uzakta, ağaçların arasından kibrit kutusu gibi ahşap evleri fark edersiniz. Evin manzaraya açık yamaca bakan tarafında sıra pencereler, pencerelerin gerisinde de genellikle ahşap bir sedir yer alır. 


Evlerde; Kırmızı, sarılı, mavili, yeşilli, puantiyeli, boncuklu kıyafetleriyle yoldan geçeni Tanrı misafiri, yolda kalanı can yoldaşı eden, Karadeniz kadınlarını görürsünüz. Kimi yaşlı gözlerle bakar pencere kenarında, kimi sevinçle bekler gidenin dönmesini... Kimi acı, kimi tatlı, kimi huzur, kimi öfke, kimi mutluluk, kimi hüzün dolu…

Son çırpınışı anlatır gibidir ahşap pencerelerden bakan gözler… O saflığın, sadece fotoğraf karelerinde kalması ne acı…


Esat Yavuztürk
ŞİİR SARNICI’NDAN YANSIMALAR 

Ben, seksen dokuz yaşında bir gencim. Okuyup-yazmaya meraklı olduğum için bazı geceler benim yoldaşım olur. Saat ikide uyandığımda tuvaleti ziyaretten sonra çalışma odama gittim. İlk iş olarak bilgisayar tuşuna dokundum. Albeni kapaklı ŞİİR SARNICI karşıma çıktı. Ekim, Kasım, Aralık 2021 ve 10’uncu sayısını yukardan aşağı şöyle bir taradım. Yani, onuncu sayı ama şaşılası bir yoğunlukta.


Evet, dergi ilk çıktığından beri izliyorum ama bu defa sanki şaşırdım. Öyle anlaşılıyor ki Sayın Yaşar Özmen, her eli kalem tutana yer verdiği, verebildiği için ki çeşitli gönül dostlarıyla buluşmuş. Ayrıca kendinin; arkadaş, dost ve tanıdık yazarların katkısıyla “sanal da olsa” güzel yazı, yorum ve şiirlerle dolu bir dergi olmuş.

Hemen göze çarpan; yönetime katılan ekip ve yazarlar listesi derginin zenginliğinin ilk göstergesi oluyor. Yayıncının geniş tanıtım ve yorumundan sonra, yazma heveslilerine ışık tutan; “Türk yazını geleceğe nasıl hazırlanmalı?” söyleşisi, sorulu-yanıtlı olarak sayfalarca devam ediyor. Buradaki değerli yazarlar buldukları bu dost evinde bilği ve birikimlerini edebiyat severlerle dostça paylaşıyorlar. Her söyleşiden sonra da bir değerli şiir emekçisinin ürünü ile daha da güzel olmuş.

Gece saat ikide oturup bu güzel öğretileri okumaya başladım. Bitmedi. Devam ederek dikkatimi çeken bazı yazı ve şiirleri de okudum. Bitmedi. Birçok değerli yazar yaşam öyküsü ve resimleriyle tanıtılıyor. Evet, sona geldim. Kafamı kaldırıp saata baktığımda saat sabahın beşini gösteriyordu.

Kendi kendime sordum. Niye bu kadar takıldım? Özverili Sayın Yaşar Bey’in bir maddi çıkar olmadan bu yoğun çalışması ve katkıda bulunan bunca yazar çizerlerin bıkıp usanmadan varını vermeye çalışmaları niye acaba? Sayın dostlar, kanımca tüm bu çabalar diğer canlılardan ayrılarak, “insan olmak”, olabilmek için diye düşünüyorum.

İnsan olabilmek lafla olmaz, eylem gerekiyor. Edebiyata karşılıksız katkı veren, insanlığa birikimlerini cömertçe sunan ve güzel ülkemdeki kötü durumları dile getirmeye çalışan tüm sanatseverleri kutluyorum. Saygılarımla.

Yaşar Özmen
ŞİİR KİTABI TANITIMI (DİLHAN) 


Dilhan, biri nehir şiir olmak üzere toplam on iki şiirden oluşan yüz sayfalık bir kitaptır. Elektronik Yayın Derleme Sistemi, 28 Ekim 2021’de kitabı onaylamış, 29 Ekim 2021 tarihinde de blok, sosyal medya kanallarında erişime açılmış ve PDF dosya olarak sayısal ortamda yayımlanmıştır.

‘Uzan Dilhan şöyle dizimin dibinde
Memleketimin mavi sabahından özet geçeyim’ 

dizeleri, yaşadığımız çağın sosyo-politik, psiko-sosyal ve felsefi görünümü üzerinde geniş açılı bir gezintinin öncüsü oldu. Bu coğrafya ve çağımız, sanata yataklık yapan öylesi bir ortam ki şiir ortalama bin yüz dizeye ulaştı.

(…)

Gönül çalmak değil işimiz Dilhan

     Koşumsuz atları çayıra salmak da

                 Şiir bir sanatsa eğer

                            çağın kıvancını, utancını

Makamında dört başı mamur ağırlamak.

                 Bakma sen ucu sivri dizelerime

İğneyle kazdığımız dipsiz kuyudan

Vargeller hep üstümüzdeydi, biraz da ağırlığından.

                                                                            (…)

Kitap, yaşadığımız çağın bana yansıyan özet görüntüsüdür. Sahip olduğum deneyim, birikim, tanık olduğum yaşamı tutuş biçimi ve edindiğim bilginin toplamından varılan bir sonuçtur. Şiiri politize etmemek ve dilsel şiddete düşmemek için, yaşanagelen olay ve olguların bana yansıyan görüntüsünü olabildiğince şiir tekniğine uygun kurgulamaya özen gösterdim. Ne var ki bu coğrafyanın güncel durumu öylesine kanayan bir yara ki ister istemez Dilhan, sorunların duyarlı yanlarına gidip gidip saplandı. Ortamın ağır havası, şiirin dekoruna dönüştü.

Dil sanatlarında amaç, var olan ya da duyumsanan duygu, olay ve olgulara sanat diliyle estetik değer yüklemektir. Bu nedenle; şiirsel anlatım, anlamsal çerçeve, imge kurgusu ve ses dengesi gibi şiir tekniklerini olabildiğince uygulamaya çalıştım. Yaşanan, duyumsanan ve duyarlı alanların arasında bir denge kurdum kanısındayım. Gerçeklikle çelişmemek için, şiirde karamsar görüntüleri yoğun olarak öne çıkardım; bunun bilincindeyim. Bunca deneyim, bilgi, birikim ve tanık olduğum veriler gereği, olay ve olgulara karamsar yaklaşmam ya da öyle duyumsamam normal bir durum olmalı… Ancak ne olursa olsun umut, her zaman diri ve şahlanmaya hazırdır. 

(…)

 Korkma Dilhan zaman ilaçtır;

                                    taş gediğini bulur,

                        Felsefe uygun, temel sağlam;

                                    çağ ışığını her türlü alır…

dizeleriyle, içinde bulunduğumuz durum ne olursa olsun sonunda insanın, en doğruyu ve uygulanabilir olanı bulacak olmasıdır.

Şiirin anlamsal özelliği gereği, sözcük cimriliği, elsiltili anlatım ve sapma gibi şiir teknikleri en az düzeydedir. Duru bir dil kullanılmıştır. Dilsel şiddetten uzak durur. Sanatın gereği olan anlatım biçimini yakalamaya yönelir.  İmge kurgusu, çağın iz bırakan belirli olay ve olgularının derinliklerine yaslanır. Çağdaş bir gelecek algısını üstü örtük şekilde önerir… Aklı ve verileri bir teraziye koyduğumuzda terazi, neyi göstermesi gerekiyorsa ona en yakın yerde olmaya özen gösterir. Gerçeği, süregelen olgu ve olayların içinde arar. Sanatın ya da şiirin tarafı olmaz; yansıyan gerçekliği apaçık üzerine giyinmezse amacının dışında bir yerlere varır. Dahası sanatın yalanı olmaz…

Gelecek kuşaklara güveniyorum. Buna benzer ve bundan çok daha iyi şiirler yazacaklardır. Bugün ne kadar çabalarsak çabalayalım, güncel durumu okuyabilme ve görebilme yeteneğimiz neyse sonuç onunla koşuttur. İnsan, evren ve yaşamın güncel durumunu ele alacak nice yazınsal yapıtlar üretilecektir. Her kuşağın; bilgi, birikim, coğrafya ve zamana bağlı kendine özgü yaşamı tutuş ve ortaklık ediş biçimi vardır. Ne var ki bizim kuşağımız, kuralların içinden sıyrılıp özgür bir dünya algısını henüz içselleştirememiştir. Düşüncesini dile getirirken bile, bir yanıyla korku ve tereddüt yaşayan; bunun da, normal olduğunu varsayan bir yaklaşım içindedir. Son kuşaklar, bu tür yaklaşımı kıracak dünya görüşüne sahiplerdir. 

Dilhan ortalama bin yüz dizeye ulaşmış ve bu şekilde yayımlanmış olmasına karşın bitirilmesi olası olmayan bir şiire başladığımı anladım. Gelecek kuşaklar sürdürür umuduyla…

 Ayrıca, olanağım olduğu sürece şiire yeni dizeler ekleyeceğim…

(…) Kuşkum yok yerini alır ardılı, alacak     

     İsterim; yazılsın gönenmişi, daha içlisi, bitimsizi;

                                               yanmadan,

                                    yıkılmadan,

                        sarılıp,

            savrulmadan…

zamanım gibi

            Korkudan, kaygıdan,umutsuzluktan değil;

                                                           gümrah duygudan…

 

Bir coğrafyanın felsefesini, şiirine ve öyküsüne katıp geleceğe aktaran yazar ve şairlere selâm olsun…  Sözü Dilhan’a bırakıp birkaç birimle bitirelim…


(…)

Hangisinin ucuna dokunsam, ürperir toprak Dilhan!

Sığmaz bu şiire tuttuğumuz çetele

Kaldıramaz düşünen, acının ağırlığını

Yangın, deprem, sel, göçük, göç, heyelan

Vurur geçer, yıkar geçer, yakar geçer

sınırlar yol geçen hanı               

Ölümlere bir günlük kalantor saf

Yaralara üstünkörü bir pansuman.

Sorumluluk ne ki

gurur anıtı, kimse geçmez yanından.

Ne diyeyim Dilhan,

eğitim eğitim değilse

Kafalar,

ütüsü bozulmaz kumaştan;

Ya hacamat kongresinde ayaz lalesi

Ya da ahlâk dersinde

         etek erketesi

Diyeceğim o ki

Palavralar harmanında

hasatsız muştular döveriz.

Olacak iş mi deme, bizim de görgümüz bu,

kime ne?

Görünen köy kılavuz istemez, derler ya

Çiçeği burnunda asil adayız Dilhan

Üstümüze doğrudur süt dişli heyelan… 


(…)

Kuruluş felsefesine

                        kumpaslar kurulsa da

            Darbe korkusuyla darbe üstüne

                                     darbeler vurulsa da

                        Demokrasi kılıcıyla yetmeler

                                    yağlı dünyaya sürülse de

       Uğruna verilen canlar,

                        Cayır cayır yanan ormanlar

                                    Tabut arkasından ağlayan

                                               Bu analar bizim.

Süsleyip bezesek de,

            sağduyumuzu her yana sürsek de

                        Kuyruğumuz dimdik görünsek de

Bir lokma ekmeğe,

            bir okka kömüre muhtaç bu insan

                        Elma gibi eşeleğinden çürüyen

                                               Bu devlet bizim.

Yer yerinden oynasa,

       gök başımıza çökse

            Aklımıza omuz verdik, uygarlık yolundayız.

                                    Haydi yürüyelim;

                        “Sert adımlarla her yer inlesin[1]

                                               “Bu memleket bizim[2]

 

Not: Bağlantılardan kitaba ulaşabilir, okuyabilir ya da indirilebilirsiniz.

https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/2021/07/dilhan.html

https://www.facebook.com/groups/1599953170100351/files



[1] A.Ulvi Elöve’nin Gençlik Marşı şiirinden alınma dizedir. 

[2] Nazım Hikmet’in Davet şiirinden…












1 yorum: