28 Mart 2020 Cumartesi

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Nisan 2020, Sayı:4


İÇİNDEKİLER
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Yurtdışı ve Yurtiçi Temsilcileri
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Kimliği
Şiir Sarnıcı’ndan 
Dosya Konusu: Genç Şairlerden Mektup
Ahu Neda Olsoy
Şiir Sarnıcı’na Mektup
Selma Güzeltepe Sağlamtaş
Şiir Sarnıcı’na Mektup
Fatma Aras
Emrah Sönmezışık’a Mektup
Yaşar Özmen
Geleceğe Mektup (Genç Şair’e)
Faruk Habiboğlu
Şiir Sorunsalı
Handan Tan  
Aksak, Adem ve Kesik
Mehmet Kuvvet 
Kartvizit
Asuman Karaduman
Pembe
Necdet Arslan
Değinmeler (Kitap Tanıtımı)
Gamze Gürel
Türkiye’nin En iyi Eğitim Sistemi
Yaşar Özmen
Issız Şiir
Şiirler                                  
Nevzat Çelik
Şafak Türküsü
Hidayet Karakuş
Ölüler Bizi Görür
Yorgos Seferis
Andromeda
Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Bir Anıt Diktim
Ayhan Arıtürk
Bu Tarafta
Dizdar Karaduman
Sığlaşma
Hüseyin Çağırgan
Her Şeye Rağmen
Faik Güçlü
Zamansız
Fatma Aras
Ölü Bir Dağın Kızı
Filiz Kalkışım Çolak
Perla
Mehmet Kuvvet
Biriken Öyküler
Mehmet Rayman
Püsküllü Mısır
Musa Serin
Derler Ki Yiğide Bir Güzel Gerek
Moris Karmona
Kahverengi Hüzünler
Neslihan Dağlı
Burkalı Kadın Yüzü
Nilüfer Uçar
Bir Kadın
Oğuz Batın
Söyleyin Nerede Evladım
Sabri Erik
Aralık Ayı İzmir’i
Savaş Karaduman
Ateşi İlk Ben Keşfettim: İ-ÇİM-DE
Süleyman Sırrı
Her Sabah
Tan Doğan
Üçübirarada
Tuğçe Kantaroğlu
Şiir ve İstanbul
Uğur Olgar
Olmaz Düşler Tufanı
Vildan Çalışkan
Bir Varmış Bir Yokmuş
Yaşar Özmen
Masal Dağı, Salgın


ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) TEMSİLCİLERİ
KURUCU VE YÖNETİCİ: YAŞAR ÖZMEN

YURTDIŞI TEMSİLCİLİKLERİ

ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) MOĞOLİSTAN TEMSİLCİSİ; TULPAR JANİBYEK
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) IRAK TEMSİLCİSİ; TÜRKEŞ MEHMET TUZLU
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) BULGARİSTAN TEMSİLCİSİ; NESRİN SİPAHİ KIRATLI



İL TEMSİLCİLİKLERİ:
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) İSTANBUL TEMSİLCİSİ; MEHMET FARUK HABİBOĞLU
ŞİİR SARNICI (E-DERGI) İZMİR TEMSİLCİSİ; DİZDAR KARADUMAN
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) ESKİŞEHİR TEMSİLCİSİ; VİLDAN ÇALIŞKAN
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) TRABZON TEMSİLCİSİ; FİLİZ ÇOLAK
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) MANİSA TEMSİLCİSİ; SEVAL ARSLAN
 ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) ANKARA TEMSİLCİSİ; NERMİN AKKAN
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) AKSARAY TEMSİLCİSİ; SEÇKİN ZENGİN

Dergi Temsilcilerinin yaşam öyküleri aşağıdaki linktedir



ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) KİMLİĞİ

ŞİİR SARNICI (E-DERGİ)
ÜÇ AYLIK SANAT VE YAZIN DERGİSİ
KURUCU VE YÖNETİCİ: YAŞAR ÖZMEN

İletişim Adresi: siirsarnici@gmail.com
Bilgisunar Adresi: https://siirsarnici-e-dergi.blogspot.com/
Ayrıca Dergi PDF olarak saklanır ve isteyenlere e-postayla gönderilir.

Yayımlananlar:
01 Kasım 2019, Sayı:1
01 Aralık 2019, Sayı:2
01 Ocak 2020, Sayı:3, Dosya Konusu; Şiddet ve Yazın
01 Nisan 2020 Sayı:4 Yayımlandı

PLANLANAN SAYILAR:
01 Temmuz 2020, Sayı:5, Dosya Konusu; Şiir/Sanat Çözümlemesi ve Eleştiri Sorunları.
1 Ekim 2020, Sayı:6 Dosya Konusu; Önerilere Göre Belirlenecek
01 Ocak 2021 Sayı:7 Dosya Konusu; Önerilere Göre Belirlenecek


YAYIN İLKELERİMİZ:
Ayrıştırılmış, öğretilmiş ve sınıflandırılmış kalıpları yırtarak; sınırsız, çağdaş ve nitelikli şiir/sanat evrenine eşlik etmek amacıyla;
Yazarın/şairin; kimliği, aidiyeti, deneyimi, anlayışı ve görüşü ne olursa olsun; terör, şiddet, bildiri ve propaganda ile dinsel tebliğ içermeyen şiiri, yazısı ve yorumu e-dergide yer alabilir.          
Sanat bilimi ölçütlerine göre sanatsal ve estetik değer taşıyan her eser; tutarlılık, bağdaşıklık ve bütünlük sağlayan her yazı dergide yer alabilir.
Yazı ve şiirler; dergi, gazete veya bilgi sunar ortamında daha önce yayınlanmış olabilir; iyi, temiz ve geliştirici bilgi/yorum veya estetik değere sahipse e-dergide yeniden yayınlanabilir. Ancak;
-Dilsel şiddet, ideolojik ve dinsel dayatma-tebliğ içeren; misyonerlik, terör ve şiddet yönelimli; kişiyi hedef alarak yazınsal eleştiri mantığını aşan yazı-şiir-yorumlar,           
-Değinmece, değişmece, sapma, bağdaştırma… gibi şiir tekniğini içermeyen-şiir niteliği taşımayan betikler; bunlar yanında, imge içermeyen ve okurda imgelem yaratma yeteneği olmayan sığ şiirler,
       -Estetik değer, dolayısıyla sanat değeri taşıdığına kanaat getiremediğimiz betikler. Şiir ve yazın dilinin gerektirdiği ayrıntıları karşılamayan betikler,
-Özgün ve gönderen yazara ait olmayan şiir, inceleme ve yazılar,  
-Sanatsal görünüşü dışında bilimsel gerçeklikle uyuşmayan düşünce yazıları
YAYINLANMAZ.
İyi eser ve yazılar diğerlerine göre yayın önceliğine sahiptir.
Metinler konuya göre, şiirler “ad abece” sırasına göre yer alır.
Anlatım ve noktalama yanlışlıkları editör tarafından düzeltilebilir.

Dergi İl temsilcilikleri;
Maksadımız, derginin daha fazla okura ulaşması ve yetkin, güvenilir sanatsal bir yazın ortamının oluşturulmasıdır. Bu maksatla il temsilciliklerimiz aşağıdaki konuları göz önünde bulundurarak çalışmalarını yürütürler.
İl bazında sanatçılara (yazar ve şairler) ulaşarak derginin tanıtımı,
İlde bulunan yazar ve şairlere özel iletişim kanallarından derginin gönderilmesi,
İldeki yazar ve şairlerin eserlerinin dergide yer alması için teşvik ve iş birliği yaparak yönlendirilmesi,
Değer olduğu ancak eserlerini kamuoyuna ulaştıramayan genç yazar ve şairlerin tanıtımı için dergide yer almasının koordinesi,
Daha fazla okura ulaşması ve nitelikli bir dergi olması için çalışma ve teklifte bulunmaları beklentimizdir. Saygılarımla… 

Dergi Yurt dışı Temsilcilikleri;

“Sanat; barış ve kardeşliğe giden yolda en etkin rehberdir.” düşüncesinden hareketle, ülke sanatçılarının eserlerini uluslararası dolaşıma sokmak, birbirleriyle tanıştırmak ve insanlık bazında ilişkileri geliştirmek maksadıyla, ülke dergi temsilciliklerinden;
-Derginin internet ortamında tanıtımını ve dağıtımını
-Ülkesine ait yayınlanacak eserler hakkında yetkinlik ve uygunluk kontrolünü
-Dergi ve sanatçılar arasında iletişim, iş birliği ve koordineyi sağlamasını
-Diller arası çevirilerde danışmanlık yapmasını
-Daha fazla okura ulaşma çalışmalarına katılmasını
-Ülkesinin yazar ve şairlerini dünya yazar ve şairleri ile tanıştırmak için çalışmasını
-Ülkesinin yazar ve şairlerinin eserlerinin yayınlanması için teşvik ve kolaylık sağlamasını bekliyoruz.
-Bu konularda katkı sağlamak isteyen sanatseverlerin başvurusunu bekliyoruz. Saygılarla…
Yaşar ÖZMEN, Şiir Sarnıcı Yöneticisi


ŞİİR SARNICI’NDAN

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Yaşar Özmen
Salgının dünyayı kasıp kavurduğu şu günlerde Şiir Sarnıcı’ (e-dergi) nın dördüncü sayısını okuyorsunuz. Salgını en az hasarla atlatmak dileğiyle… Dergi çıkış bildirisinde de söylediğimiz gibi hedefimiz, yazın ve sanat alanında uluslararası nitelikli bir dil sanatları dergisi olmaktır. Dergimiz yüz dört dilde okunabilmektedir; bunu biz yapmadık, var olan teknolojiyi kullanıyoruz. Ne olursa olsun yazınsal hedefimizi gerçekleştirmek için kararlılığımızı sürdüreceğiz. Ne var ki bu sayfalar, duyarlı ve gündelik algı biçimlerini aşmış sanat severlerin çabasına gereksinim duymaktadır. Derginin dağıtım, pazarlama ve parasal bir kaygısı yoktur; emek dışında maliyeti de… Bir kişiyle de yönetilebilir; istiyoruz ki duyarlı sanatçılar çabamızın bir ucundan tutsunlar. İmece yöntemiyle, parmakla gösterilecek, tarafsız, özgür bir yazın düzlemi oluşturalım. Yazın dünyasında aranan, nitelikli yazılarla sayfalarını dolduran, “yazım/şiirim Şiir Sarnıcı’nda yayımlandı diye gençler için gurur kaynağı olan, sanata heveslendiren bir dergi durumuna getirelim. Benimdi-senindi, oydu-buydu, küçüktü-büyüktü, ünlüydü-ünsüzdü yoktur algı dünyamızda. Kötü şair-ortalama şair-iyi şair, taşralı, kentsoylu gibi yer, makam, mevki yakıştırmaları da olmamalıdır. Yetkin, sanatsal ve estetik değer taşıyan yazı, öykü, şiir, deneme yazan yazarlar doldurmalıdır sayfalarımızı.  
Sanat görüşümüz; ortalarda dolaşan, ayrıştırılmış, onun bunun öğretisinin tutuklusu olmuş ve sanat biliminden soyutlanmış bir anlayış değildir. Çağdaş sanat veya evrimsel sanat kavramlarıyla tanımladığımız; akla, bilgiye, bilime, sınırsızlığa, sonsuzluğa ve yaratıcılığa dayalı bir sanat anlayışıdır; ögesi insan olan, sevgiyi temel alan, insanda yaşam sevinci yaratarak aklın evrimini hızlandıran nitelikli sanattır.
Sanat kavram ve terimleri konusunda toplum olarak ciddi anlamda sıkıntılarımız vardır. Sanatın varoluş ruhuyla uyuşmayan uydurma kavram ve terimler kol gezmektedir.  Bunlar, algı-anlama biçimi dönüştürülmüş sözde öncü olduğu düşünülen kişiler tarafından sürekli sanatseverlere pompalamaktadırlar. Sanat bilimi ve diğer bilimlerin gözünden yeniden ele alınıp incelenmesi gereken önemli bir açığımızdır bunlar. Örneğin ideoloji, estetik, sanat ilişkisi.
Bu sayıda da yineliyorum: Algılarımız; hiçbir amacın, düşüncenin ya da sözde görüşlerin etkisinde değildir. İnsana ve sanata dönüktür; yapacağımız her şey insanda yaşam sevincini yüceltmek içindir. Bilimsel verilerin dışında hiçbir yaklaşım ve tutum bizim için öncelikli olamaz. Sanatta ön kabullerin, ilgili verilerle incelenmeden doğru kabul edilip sayfalarımızda yer alamamasına çalışıyoruz. Biliyoruz ki, her taraf virüs salgını gibi torba kavramlarla doludur. Doğru ve yararlı kabul ettiğimiz pek çok düşünce, tutum ve yaklaşım; incelendiğinde geçerliliğini yitirdiğini somut olarak görebiliyoruz. Ne yazık ki bu somut gerekçeleri öne çıkmış kişilerin önüne koyduğumuzda bile koşullu tutum ve yaklaşımlarından vaz geçemeyen sayısız sözde sanatçının olduğunu bilmem söylemeye gerek var mıdır? Özellikle sanat alanında, bilimsel verilerle desteklenmediği sürece, doğruluğu, uygulanabilirliği ve geçerliliği dikkate almayan bir tutum içinde olduğumuzu bir kez daha anımsatırız. 
Hedefimiz, gençlerimizi nitelikli sanatsal bilgiyle donatmak ve onları sanat dünyasında görünür kılmaktır. Bu konuda başarılı olabilmenin koşulu, yetkin ve sanat bilgisi güçlü akademisyen, yazar ve şairlerimizin deneyimlerini bizimle paylaşmalarıdır. Taşın altına elimizi koyup hep birlikte bir şeyler yapma çabası içinde olmalıyız. Çünkü; insanı, tam insan yapmanın en kolay yolu sanattır; sanatın işlevini uygun yönetmek; onları, çocukluk yıllarından başlayarak düşük yoğunluklu sanat ortamından yüksek yoğunluklu sanat ortamına taşımaktır.  Savaşım için nerede ve kimin yanında bulunduğumuzun bir öneminin olmadığını, her düşüncenin saygın ama geçerli olması gerekmediğini biliyoruz. Bu yüzden her kim olursa olsun herkesi, yapıtlarıyla sayfalarımızda görmek istiyoruz.
Çabamız içinde olmak isterseniz, dünyanın neresinde olursanız olun bir tuş sesi kadar yakınınızdayız. Mahalle ya da yerel dergicilik, hız çağına yakışmaz artık. Ulaşım ve iletişimin hızı anlıktır. Sayısal teknoloji uygulamaları sayesinde dünya insanlığı arasında dil sorunu da kısmen ortadan kalkmıştır. Her ne kadar sayısal uygulamaları yok sayarsanız sayın, geleceğin teknolojisidir ve er geç bu yönteme geçilecektir; bir an önce katılmalısınız bu katara… 
Dünyadaki tüm yazar ve şairler ile bizi kuşkuyla izlemekte olan sanatsal yetkinliğe sahip ülkemin yazar/şairlerine sesleniyorum: Çevreye, insana, insanca yaşama ve sanatın itici gücüne karşı duyarlılığınız varsa ve insanlığın içini acıtan olaylara karşı bir şeyler yapmak istiyorsanız, işte bütün dünya yazar/şairlerinin buluşabileceği; uçsuz bucaksız, özgür ve sensiz-bensiz bir ortam. Hiçbir kaygı ve çıkar çatışmasına aldırmadan sizlerle büyümek için oluşturulmuş özgür ve özgün bir yazın evreni. Hep birlikte ele alıp elden ele büyütelim.  Saygılarımla…     




DOSYA KONUSU: Genç Şairlerden Mektup

Ahu Neda Olsoy
Şiir Sarnıcına


Genç şair Ahu Neda Olsoy’dan sana merhaba getirdim.
 Genç şair deyişinden rahatsız olan da var seven de var. Şairin genci, yaşlısı da olmaz. Bu bir ayrım değil, değerdir benim gözümde. Bu ülkede kısıtlı zamanını sanata vermiş herkes benim için değerlidir ama bir genç olarak neler yaşadığımızı neler çektiğimizi bildiğim için genç şair denmesini seviyorum. Genç şair deyişinin altında bir geleceğin kurucusu, geleceğin koruyucusu yatıyor diye düşünüyorum. Şimdi büyümüş ve yaşlanmış olan şairler de bir zamanlar şiirin genç koruyucuları, şiirin araçlarıydı. İyisiyle kötüsüyle şiiri bugüne getirdiler. Şiiri bir yüzyıl daha kaybolmaktan kurtardılar. Genç şairler çok şey öğrendi şairlerden. Kötülüğü de iyiliği de öğrendiler. Şahsen ben çok şeye tanık oldum, çok şeyin içinde tedirgin kaldım. Hepimizin bir şiiri var. Bizi birleştiren budur. Ne yaşımız ne de mesleğimiz bizi birleştirir.
Sanat eğitimini düşündüğümde aklıma ilk olarak şiir okumak geldi. Kendi şiirini okuyabilen şair çok az. Ben tiyatro, diksiyon ve sahne eğitimi aldığım için kimseyi kendimle bir tutmaya çalışmıyor, kimseyi böyle yargılamıyorum. Ben kişinin kendi şiirini yazarken bulduğu o sesi yeniden bulup öyle okumasını savunuyorum. Şiire aktarılan o hüzün, okunurken niçin sahte bir kedere dönüşsün? Bunu koruyan, hüznüyle, sevinciyle okuyabilen çok az şair var. Nedenleri çok, hayal gücü eksikliği, sesli kitap okumamak, okuduğunu anlayamamak, alışmışlık ve daha niceleri. En güzel örneği Shakespeare verebilir. Shakespeare’in dediğini anlamadan, üstüne düşünmeden ne şiirini ne oyunlarını okuyabilirsiniz. Diyor ki Juliet, “Biliyorsun, gecenin maskesi var yüzümde, olmasaydı eğer, duyduğun için demin söylediklerimi, nasıl kızardığını görürdün yanaklarımın.” Gecenin karanlığının insanı nasıl sakladığını bilmeyen, hayal etmeyen biri ne Juliet’i oynayabilir ne de onun söylediği ve Shakespeare’in yazdığı bu güzel sözleri olması gerektiği gibi okuyabilir. Şairlerimizde sanat eğitimi eksikliği burada başlıyor. Kendi üstüne düşmemek diyorum ben buna. Aramamak, sevmemek, sanata dört kolla sarılmamaktan geliyor bu. Örneğin Küçük İskender benim hayranlıkla baktığım biriydi. Yalnızca şiirinden ibaret değildi. Şiir okuyabiliyordu, performansı vardı ve konuşmayı biliyordu. Kendi diline hakimdi, karşımıza geçip konuştuğunda bir kere teklemez, yorulmazdı. Tiyatroyu biliyordu, arabeski, operayı, dansı biliyordu. Sahte bir telaşla şiir yazmak için yaşamıyordu o, yaşamak için şiir yazıyordu. Acı çekmişe hayranlık duyduğumdan sevmiyorum Küçük İskender’i, cesur olduğu için seviyorum. Ben korkuyorum çıkıp kendi şiirimi okumaktan bazı zamanlar çünkü çok zor ve ince bir iş. Bunun sorumluluğunu taşıdığım noktaya gelmek için de kendimi eğittim. Şiir yazabilmek için okumadım, tanımak için okudum. Hissetmek için yaşamak kimlere tanıdık gelecek merak ediyorum. Eğer ortada bir sanat eğitimi varsa bu insanın kendini yontmasıyla biçmesiyle, yeri geldiğinde yakıp yeniden doğurmasıyla olacaktır. Her edebiyat mezunu şair olamaz, her konservatuar mezunu müzik ya da tiyatro sanatçısı olamaz. Bize kalan sanatçıların nerelerden geldikleri değil, nasıl geldikleri ve birikimleridir. Öyle şeffaf bir sızıntı olur ki iyi sanatçıda, bir çiçeğe nasıl davrandığından bile anlayabiliriz. İçimizde kalır koparırsa o çiçeği. İsterse konferanslarda ayakkabı eskitsin, yarışmalar kazansın, mezun olsun her üniversiteden. Bu benim mektubum ve ben de diyorum ki, şahidimsiniz ben bunlara kanmam.

“Gömleğim
Pantolonum
Kunduralarım
Ve artık benim için düşman tanıktan başka bir şey olmayan
       [sarı basın kartım
Çok pahalı arabalar
Çok zengin çöp kutuları
Çok besili itler kediler
Ve otobüs bekleyen aç yüzlü emekçilerim
    Ne güzel
   Ne güzel”
Hasan Hüseyin Korkmazgil (Ne Güzel Ne Güzel)

Sanat eğitimi ne olabilir Hasan Hüseyin’in? Okumak, yaşamak, yazmak olabilir eğitimi. Ben de sizlere okuyarak çıkardım bu sonucu. Ve tanığıyım, uyguluyorum, yaşıyorum. Gerçek şair bunu öğretiyor bana.
Ödül alan şair, ödül veren kurul, ödül törenleri.
Üç sene üst üste ödül aldım diye hatırlıyorum. İlk kitap ödülü, barış şiiri ödülü ve Ali Rıza Ertan adına verilen ödülde bir dosya ödülü aldım. Ödüllere şiir ve dosya gönderirken başarılı olacağım, kıskansınlar, para kazanayım niyetiyle göndermedim. Okunmak için, desteklenmek için bir kavga verdim zaten başından beri. Ödüller benim ismimi karalamadı, benim yoluma engel koymadı. Tolstoy ödül almamış, Shakespeare ödül almamış laflarını çokça duydum. Bunlar bana bahane geldi. Gülüp geçtim. Tüm yazarlar, şairler benimle aynı kavgayı vermedi mi sanıyorlar? Herkes okunmak için didinip durdu. Ben de okunmak için ödül yolunu seçtim. Kitaplarımı senelerce parayla bastırdım. Köy okullarına götürdüm. Kendi ellerimle de verdim ücretsiz, başkalarına da dağıttırdım kitaplarımı. Ödül aldım, tanıştım insanlarla. Odama çekilip, şair bekler yolunu seçmedim. Şair kendini gösterir, kendi için değil başkalarına ulaşmak için savaşır dedim. Şimdi el kadar çocuklar beni okuyor, devletin yine yıkacağı kütüphanelerde duruyorsam az da olsa aldığım ödülün payı vardır. Bana desteği de şudur, örnek olmamın yolunu açtı ismimin bir kâğıt parçasında kalması. Ne denli basit biriyim öyle değil mi? Burası benimle ilgiliydi.
Bir sorun var dersek, evet bir sorun var. İnsanların boğazlarından kesip biriktirdikleri parayla dosya bastırıp sonra da ödülün ünlü şairin sevgilisine veya arkadaşına gittiğini gördüm. İnsanın olduğu her yerde kötülük var. Kimin hak edip hak etmediğini zaten bilemeyiz.  Fakat öyle bir ince çizgi var ki desteklenmesi gereken birini okuduğunuzda, o size benim yolum bu beni yolumdan ayırma diyebiliyor. Kimsenin de hata yapmış; bile isteye dostuna sevgilisine ödül vermiş olanlara suskun kalacağını düşünmüyorum. Er geç yapılmış kötülük ortaya çıkıyor. Ben ödüllerin destek amaçlı kullanılmasını isterim. Ödül aldın niye aldın diyen olursa da bunu söylerim. Ödül kimseye engel olmaz, genç şairin desteğe ihtiyacı vardır. O iyi bir şair değil ki niye jüride dediğim anlar da oluyor. Tartacak gücü, anlayacak kadar gelişmemiş olduğunu hissedebiliyorum. Böyle bir şüphem olduğunda da o yarışmaya dosya göndermiyorum. Kazanan olduğunda da açıp okuyorum. Fakat fark ediyorum ki hata yapıyorum. Ödül yargılamak anlamına da geliyor ama yargılamak ne kadar kötü bir şey. Kim kimin sanatçılığına, sanatının doğruluğuna karar verebilir bilmiyorum. Belki de yalnızca zaman karar verecek bizim hakkımızda. Ödülü yargılamak anlamında kullanmasınlar artık; destek için kullansınlar. Bol bol kitap bassınlar, gençleri bir araya getirip şarap ısmarlasınlar. Şiire emek vermiş insanların adına ödül versinler. Genci de yaşlıyı da bir araya getirsinler. Bir eylemi kötü yapan zihniyettir. İsteyen iyiye yorar her şeyi. İstemeyen de söylenir durur.
Birbirimizi sevemedik, kimse inkâr etmesin. Kalleşlik çoğaldı, yorgunluk sürdü. Bu ortamın yorgunu gençlerdir, hakları ödenmez. Şair şaire tecavüz etti, şair şairi susturdu, şair şairden neyi varsa aldı. Ben olanları unutmadım. Nice güzellikler arkasında kaldı bu kötülüklerin. Ortaya çıkaralım isterim, son olsun ne olduysa. 
Şiiri korumak, şiiri kurtarmak, yüksek rütbeden şiiri indirmek.
Şiirin doğasında ve doğuşunda Tanrı vardır. Yakarış ve dua vardır. Hikayeler, efsaneler, derdini döküş, sızlanışlar vardır. Olacaksa bir kuralı o da dil olmalıdır. Mecazlarını, deyimlerini, atasözlerini, şairlerini iyi tanıyanlar ve bilenler yeni baştan kırıp dökerek ya da olduğu gibi şiirini kurabilir. Bir Bedri Rahmi Eyüboğlu dizesi, “Unutmak, unutmak, yağdan kıl çeker gibi.”  Bedri Rahmi Eyüboğlu benim dilini en sevdiğim, okurken ne dediyse onun tadını alabildiğim nadir şairlerden. Şimdi kimseye şiirin dilinin nasıl kullanılacağına dair öğüt verecek değilim. Ben yazılarımda akademisyen dilini, entelektüel dilini kullanarak yazacak bir şair değilim. Kullandığım, yanıbaşımdan ayırmadığım sesleri söylerim yalnızca. Fakat şiir, dilimizden öteye gidemez. Bu en hassas noktadır. Sokak dili ve yazı dili artık ayrı araçlar değil benim gözümde. Kullanabilen yetenekli şair, sokak dilini öyle bir estetiğe sokar ki kimsenin ruhu duymaz. Yani dilini bilen sorun yaşamaz. Can Yücel en güzel örneğimdir. Şimdi diyebilirsiniz, küfür mü yalnızca sokak dili. Asla, asla küfür değildir yalnızca sokak dili. Kadın argosu, erkek argosu ayrıştırılsa da hepsi bize aittir. Türkiye’nin sokak dili şiirimizde zaten vardır. Burada işin içine sosyoloji girsin, ben çekilebilirim. Yanlış olduysa affedin.
 Batmaz gözümüze kısaca. Eril ve dişil dil kavgası değil, bu kavga sürmeli farklı mecralarda. Kavgalar başkadır. Şiirin sokak dili ve yazı dili diye ayrılmasına kesinlikle karşıyım. Ben yazı dili diye bir şey öğrenmedim. Ben her insan gibi gündeliğimden geldim, ilk şiirimi yazdığım kâğıda. İşin içine çalışmamı da katınca, bir sokak dili nasıl lirik ya da nasıl sert vb olurmuş gösterdim diye düşünüyorum.  Yazdığım hiçbir şiirde bir şeyleri nasıl ayrıştırırım diye düşünmedim. Erkek dilimi de kadın dilimi de birleştirip dilimin akademik dil dışında her çevresinden faydalandım. Akademik dilin sanatta zararlı olduğunu düşünüyorum gerekmediği sürece. Sanıldığının aksine uzun ve bol açıklamalı değil; sade ve net olur bu akademik dil. Nasıl oluyor da şiirde bir akademik dil kullanıyorlar ve uzun uzun anlatıp imgeden boğuyorlar bizi. Bunu nasıl yükseğe çıkarıp bir de tapıyorlar? Aşık Veysel’i seven, sonrasında gidip ders anlatır gibi terimlerle şiir yazıyor. Buna halktan kopuş dönemi demekten başka çarem yok. Meslekleri ne kadar umrumda olmasa da kendilerinin çok umrunda diye düşünüyorum. Aldığı sıfattan, üniversitesinden öteye gidemeyen şairler doluştu ve işte nasıl oluyorsa şiire bir akademik dil soktular. Terim, bilinmeyen yalnızca entelektüel denilen bir avuç hayalete ait kelimeler, anlam gerekli olmasa da şiire uyumsuz bir his, şiire uymayan bir estetik var onların şiirlerinde. Ben deli gibi okuyan biri değilim. Hazmede hazmede gidiyorum kitap okuma yolunda ama biri bana bir gün cevap versin isterim. Şiiri yıkmak istiyorsalar ona da tamam ama yerine ne gelecek, entelektüel sergisi mi?
 Onların dili bilmek altında yazdıkları çarpık anlamsız şiirleri sevmedim. Dille oynama çalışması değildir diye düşünüyorum şiir hakkında. Dil kendine ait bir sanattır. Onun sanatçısı olmak da zordur. Ben böyle bir mektup yazdım. Başkası otursaydı makale yazardı. Bana gülünç geliyor kullanılan terimler, ders verme amacı taşımış gibi görünen yazılar. Bildiklerimizi, bak biliyorum diye sermeye gerek yok diye düşünüyorum. Düşünceler üretmemiz gerekiyor. Olanı konuşmamız gerekiyor. Bilmeyen bile düşünce üretir. Çocuklara verelim dünyayı diye siz demediniz mi? Arkasında duralım bari.
Keşke sürekli laf atan biri gibi görünmesem. İnanın ben de isterdim yalnızca şiirden bahsetmeyi. Fakat insanların şiiri taht olarak kullanmalarına sessiz kalacak biri değilim. Sanat yalnızca sanatçı kesime ait değildir. Yüksek rütbe burada başlıyor. Şiir on yıldır yüksek rütbede duruyor. Sanatçıların çoğu kendilerine çalışmaktan, bulundukları arkadaş ortamında şiir okumaktan öteye gidemiyor. Kimseye de hadi kalkın gidiyoruz demiyorum fakat bir şair hiç mi insanlara ortak olmaz, sormak hakkım diye düşünüyorum. Bu dönem o değil. Tüm şairlere söylüyorum, gencine, yaşlısına. Bu dönem oturup masalarımızda şiir yazıp biz direndik diyeceğimiz dönem değil. Şiiri korumak için herkese ulaşmalıyız. Sanatçısından çıksın artık sanat. Varsa yoksa sokak olmalı, insan nereye biz oraya gitmeliyiz.
 Şiir güzel kardeşlerim, arkadaşlarım. Yeter ki dost kalalım. Birbirimize öğretmek yerine, birbirimizle yarışmak yerine birbirimize dayanalım. Bir gün birisi aşık olduğunda şiirlerimizi okusun, bir gün birisi öldüğünde geride kalanlar onu bizim şiirimizle hatırlasın. Biz şairler insanların anısı, insanların sesi olmaktan öteye de gideriz ama ilk önce insanların dağları olmalıyız. Dönemimiz budur benim için. Ben bilmem ne kuşağı şairi değil, insanın şairi olacağım.
Yalan söyleyene sövdüm radyoda
Gazetede tükürdüm suratına itin birinin
Bu kadar da olmaz ki
Biryerde biter bu namussuzluk
Ben hep onlar için söyledim şiirlerimi
Onlar için yazdım bütün yazdıklarımı
Ne çektimse bunca yıl, onlar uğruna
İstedim ki duyar gibi yağmuru duysunlar yüreklerinde
İstedim ki tokat gibi insin suratlarına
İstedim ki desinler       
 İşte bizim de şairimiz
İşte bizim de sesimiz
İşte bizim de kurtuluşumuz”

Hasan Hüseyin Korkmazgil (Ne güzel Ne Güzel)

SELMA GÜZELTEPE SAĞLAMTAŞ
ŞİİR SARNICI MERHABA
Yazma öyküsünü, bu mektupta, ayrıntılara girmeden anlatmak istiyorum. Yazanın yolu inişli çıkışlı olur. Yazılarında gözlemlerini, birikimlerini, yüreğinden süzerek içselleştirir. Okuduklarının, klasik kitapların ışığı onu sarıp sarmalar. Okur yazan olmak, okuma hızını kesmemek gereklidir. Dünya, Türk Edebiyatını yakından izlemek ona çok şey kazandırdırır. Yazılarında bunun etkisini görürüz. Yazıları eleştirilse, O yazmadan okumadan, vazgeçmez yazma eylemini sürdürür.
Hız, teknoloji, yaşamımızın büyük bir bölümünü kaplıyorsa, yazdıkları bunun gerisinde kalmamalıdır. Öyle ki: Betimlemeleri sayfalarca sürmez.
 Öykülerinde kahramanları daha belirgin özellikleriyle tanıtır. Yazanın biçemi hız çağına evrilir, yaşadıklarıyla şekillenir.
Dil kendini öne çıkarır. Yazanın anadiline sevgisi hayranlığı ışıklı her sözcükte, her tümcede kendini gösterir. Anlatacaklarıyla dil bağlantısını kurmuştur. Arı ve anlaşılmayan sözcükler yoktur, çünkü okur okuduğunu anlamak ister. Yazan, toplumun her katmanına ulaşmak ister. Herkes tarafından anlaşılmak amacındadır. Kolay tüketilmek unutulmak istemez. Kalıcı olmak ister. 
İsyankardır yazan, toplumda gördüğü her yanlışı, her kötü olayı, anlatmayı, kendine görev sayar. Ezilmişlerin, acısını içinde duyarak yazar. Savaşların, göçlerin, açlığın yok olacağını, güzel günlerin umudunu taşır, yazılarında bunu yansıtır.
Örneğin: Kadın şiddetini, kadın erkek eşitsizliği sorunlarını, toplumsal gerçekleri yazarak sanatsal ürünlerine ulaşabilir. Yazan kişi yazılarında nefes aldığı her ortamda maskesiz duruşlar sergiler ki salt gerçeklere ulaşsın.
Yazan kişi kitapları, kalemi, kağıtları arasındayken yüreğinde derin bir sevgi taşır. Her şeye sevgisini sunar. Çiçeğe, böceğe kısacası doğayı yazılarında sevgisini katarak dokur. İnsanı sever, öykülerinde insanın her yönünü anlatır.
Düşlerini sevgiyle birleştirir, renkli bir dünyayı okurlarının gözü önüne serer.
Dünyanın büyük yazı ustaları yazan kişiye yön verir. “Yazdığım her şey, yaşadığımla ilgilidir.” Henrık Ibsen’in bu sözü öğreticidir. Bu sözün ışığında yaşadığını, gördüğünü anlatması doğaldır. Bu kesin yargıya varabiliriz.                  
Yazmak zor olsa da yüreğimizin sesiyle bize zevk veren bir olgudur. Mutluluktur.  
Unutmaya başladığımız mektubu anımsamak ve bu şekilde yazmak güzeldi.
                                                                                                   Sevgiyle Şiir Sarnıcı

FATMA ARAS
EMRAH SÖNMEZIŞIK’A MEKTUP

Sevgili Emrah
Hayatla olan derdimi, yıllarca dolunaya yazdım. Nedense uzaklara mektupla seslenmeyi seviyorum. Seninle ilk karşılaştığımızda; boyun, duruşun, ellerin, gülüşün, suskunluğun ve abla deyişin herkes gibiydi. Ama senin iç dünyanla, şiirlerinle tanıştığımda, herkese benzemeyen bir yanın derinliğini fark ettim. Dedim ya mektup yazmayı severim. Bugün Metin Bey’in de emek verdiği Sokağın Kalbi Kafe’de Senin şiirlerin konuşulacak. Bu anlamlı güzel günde burada olmayışın beni mektup yazmaya sürükledi.
Senin, Etki/Dize Yayınlarından çıkan, (2013) “Yaka” adlı ilk kitabın. Altmış iki sayfadan oluşmuş ve ilgi çekici, zengin imgelerle kurulu bir kitaptı. O dönem, şiirlerini sığdırdığın “Yaka”nın iç dünyasını enine boyuna konuşmuştuk ve Aydınlık gazetesinde kendisine yer bulmuştu.
Daha sonra Hayâl Yayınlarından, (2016) çıkan “Avazname” adlı şiir kitabınla karşılaştım. “Yaka”, Avazname”, Yine HAYÂL dergisinde yer alan, “Kalıcılık Bağlamında Şiirin Besini ve İmgenin Eylemle Olan İlişkisi” hakkındaki yazın ve yaptığımız söyleşide, bir şiir çatısı altında, hayranlığımı dile getirmek istiyorum. Mektubumun amacı bu…
Bir kısa örnekle: “Yaka” ismi; ‘kıyı’ ve ‘sahil’ gibi başlangıçlar yaratıyor izleğimde. Bu adı verirken sizde neleri çağrıştırdı” diye sorduğumda: “Yaka genişliği kişiden kişiye değiştiğinden dolayı eski zamanlarda çeyize konulan gömleklerin yakaları kesilmezmiş. İlk kitabımda ortaya koyduğum şiir anlayışının yakasının henüz kesilmediğini de imlemek istedim.” demiştiniz.
 Verdiğin cevap beni de sandık kokularına çekmişti. Kitaptaki altmış iki şiir var. Ahmet Telli’nin dediği gibi “Hız’ın rüzgârı cılız olanı deviriyor” sen zamanı, çağı avuçlarında tutar gibi şiire yansıtıyorsun. Yeniyi farklı bağdaştırmaları, imgeyi özenle seçiyorsun.
Yine, seninle yaptığımız söyleşide: “Şiirlerinizde Deniz’ ve ‘Gece’ bu iki kavram şiirlerinizde karşımıza çokça çıkan pencereler… Kimi zaman yaşamın sırlarını aralıyorlar, kimi zaman da okuru kilitli kapıları açmaya zorluyorlar. ‘Gece’ ve ‘Deniz’i insanlaştırmanız bir gözlemden öte bir özlem mi içinde barındırıyor” diye sorduğumda:
Şiirlerimde gözlemi, özlemden önceye alırım. Yaşadığım çevrenin şiirini yazarken düşünsel bir yaklaşımım oluyor şiire. Günün getirdiklerine odaklanırken insanlarda farkındalık yaratmak istiyorum. Bunu yaparken de takıntılı olduğum kelimeleri kullanmaktan çekinmiyorum.deyişiniz beni ilk kitaptaki son şiirinizin bu dizelerine götürdü.
“Sirkeci Garı”nda “Bazı günler var ki erkeksiz bir kadın gibidir kalbim/ Ayaklarımın ağrısı’ndan başka kimsem… Devamında (…)Yarımlarımı iliştirdikçe yakasına gecenin/Bakılmaz bir kadından sonrası bakılmaz bir hayat”(s. 62-63) diyerek toplumsal eleştiri de getiriyorsunuz.
Karanlık emellerin kirlettiği bu toplumda kadın penceresinden de hayata bakışınız ve yorumunuz dikkat çekici. Haksızlığa isyan eden, militan bir kaleminiz var. Tam da şiir yazma noktanızda bu isyanların yaratıcılığı oldukça çarpıcı.  Bunu sizinle konuştuğumda:
Kadın veya erkek şair diye ayırımı da kabul etmiyorum. Çünkü şiire cinsiyet biçilemeyeceğini düşünüyorum. Hayata dair her konuya değinmek gibi bir derdim var deyişiniz.
Şiirleriniz üzerine yaptığımız sohbet, beni şiir pencerenize iyice almıştı. Kitap sayfalarını çevirirken, İçimden geçenleri sizinle de paylaşmak istiyorum.
Dedim ki; “Şair ve yaşadığı coğrafya ilişkisine bakıldığında, her şair önce insan, sonra şairdir. Şair de herkes gibi belli bir coğrafyada doğmuş, yaşamış, sevmiş, sevilmiş, bazen sevinmiş, bazen umutsuzluğa düşmüş, birtakım olaylar yaşamış ve bazı olayları duymuş veya şahit olmuştur.
Bu açıdan bakıldığında, Feodal bir zihniyetin egemen olduğu yerlerde şair, yaşadığı ve etkilendiği durumlara, yazdığı şiirlerde belli. Bir ölçüde yer verir veya çağrışımlı ifadeler kullanır. Evrenselliği içinde barındıran dizelerinde o dünyanın zorlu karanlığında bir fener görevi yapış Sevgili Emrah
Hayâl Dergisinde yer alan: “Kalıcılık Bağlamında Şiirin Besini ve İmgenin Eylemle Olan İlişkisi” adlı yazınız: “Kalıcılık bağlamındaki asıl aktarmak istediğimiz yöntem, şiirimizi zengin kılma çabasıdır. Yani, kültür ve dil öğelerinin bilinçli ve yoğun kullanılmasıdır; Şiirin besininin doyurucu olmasıdır. Dil, konuşma işi olduğu kadar bilme işidir” diye devam ettiğiniz yazıyı, şiirle ilgilenenlerin okumasını isterdim.
Hayâl yayınlarından çıkan, “Avazname” adlı kitabın bir önceki kitabım olan Yaka’yı aşma çabasıyla yazılmış şiirlerden oluşmaktadır. Kitabın çıkış noktasını ve omurgasını diyebilirim ki “Bilim Kurgusal” başlıklı şiirdir. Çoğunlukla roman ve sinema gibi sanat dallarının konusu olan bilim kurguyu şiirde işlemeye çalışmışsın. Şiirde farklılık ve yeniliklerden beslenen bir şair olarak kendini tanımlayabiliyorsun. İlk bakışta anlaşılmayan öge ve içeriği şiirine gömmeyi ustalıkla işlemişsin.
Donanımlı bir okurun çözebileceği kodları şiire sokarak basitliğe düşmekten kaçındığın da görülmektedir. Bir sohbetimizde: “Açık bir dizenin şiirleşme sürecini yadsıdığım zannedilmesin.” demiştin. Açık ve gündelik söz öbeklerinden oluşan şiir ayrı bir ustalık istemektedir.
Şiirlerindeki özneler iç içedir, birden fazla kişiyi anlatmaya çalışıyorsun. Temaları seçerken şiirde olması gerektiğini düşündüğün kelimeleri de biriktirdiğin gözleniyor. İmge yoğun bir dille dizeleri kurmuşsun.
Bu ikici kitap da özünü kollayan farkındalığını gösteren şiirlere baş koymuşsun.
14. şiirde;
Şehrin bütün suçları, nasıl ki her kuşkucu bir kelebektir
Aç kollarını sarkacın hüznüne, çatısında yakala kendini” (S.45) şiirinize olduğu gibi hayatı, doğayı insanı ve derdi olan insanları içine alan bu şiirlerde ben de kendimi yakalamaya çalıştım.
Sevgili Emrah, senin ve şiirlerinin gözlerinden öpüyorum.


GELECEĞE MEKTUP (Genç Şair’e Mektup)

Nesnenin ya da fizyolojinin evrimi değildir asıl olan; düşüncenin, düş gücünün evrimidir. Çünkü dünyayı yaşanabilir kılan ya da ateş topuna çevirecek olan düşünce ve düşlemin gücüdür.

Sana nasıl seslenmeliyim, bilemedim; bağışla beni geleceğin çocuğu. Oturdum, mektup yazmaya çalışıyorum. Beş veya on asır sonra birbirimizi anlayabilecek miyiz, bundan bile emin değilim. Senin için söylediklerimin bir anlamı olacak mı, onu da bilmiyorum. Tarihsel bilgi olarak ne aktarabilirim kestiremiyorum. Bugünkü dünya ve gelecek görüşümle, çağımdan ve gelecekten söz edebilirim ancak; senin düşünce dünyanı ne yazık ki okuma yetisine sahip değilim. Amacım yol göstermek değildir; böyle bir yeteneğim olmadığı gibi yol göstermeye gereksiniminin de olmayacağını düşünüyorum. Mektubumu, en azından beni ve benim çağımı anlaman için yazıyorum. Geçmiş ile gelecek arasında bir köprü kurulmadığı sürece, bilginin tarihselliği ve metinler arası ilişki diye isimlendirdiğimiz devinim, seni ek araştırmaya zorlar. Ulaştığın sonuç, bizi anlamak için yeterli olmayabilir. Geçmişimi, çağımı ve geleceği öngörebildiğim kadarıyla tanımlamaya çalışayım.
Mektubumu; bulut teknolojisi, beynine enjekte, sanal görüntü veya daha gelişkin iletişim aygıtlarıyla okuyor/dinliyor/görüyor olacağından eminim. Bizim kuşak, terörün, savaşın, kavganın içinden kopup geldi; bugün de bunlarla iç içedir. Anlayacağın bizi, çatışma kültüründen beslenen atalarımız yetiştirdi. Buna karşın, atalarımızla duygudaşlık kurduğumuzda onlara kızamıyoruz. Onların yaşam, gelecek, değişim ve gelişim algıları böyle gerektiriyordu; bizimki de çok farklı değildir. Senin çağın ve düşünsel dünyan, aynı çatışmanın içinde olacak mı şimdiden bir şey söylemek zor. Ancak sen daha fazla çatışmalara açık bir çağ yaşayacaksın, görebiliyorum: İnsan nüfusu, diğer canlıların nüfusuna oranla daha hızlı artış göstermektedir. Yaşamda var olma üstünlüğüne ve olanağına sahiptir. Dünya aynı dünya, su ve kara parçalarının gıda üretimi insan nüfusu kadar hızlı artış göstermemektedir. Su ve gıda gibi temel gereksinimler, senin çağında ulaşım, bölüşüm, dağıtım sorununu doğuracaktır. İster istemez yüksek yoğunluklu bir çatışmanın, mutlak bir yarışın içinde olacaksınız. Diğer yandan teknolojinin sağladığı hız ve nükleer gelişmeler, daha büyük sorunları beraberinde getirecektir. Üstelik senin kuşağın, bugünkü insan egosundan daha fazla egoya sahip olarak yaşamda var olmaya çalışacaktır.
Bunları, başka alanlarda çalışanlar ve istatistikî araştırmalar daha ayrıntılı söyleyecektir. Ben mektubumda sanatsal konulara ilişkin bazı ayrıntıları dile getirmek istiyorum. Senin zamanında belki yağlı boya tablo yapılmayacak; bizim zamanımızda yapılmış olanlar da bir anlam taşımayacak olabilir. Bunların çok daha gelişkin olanlarını sayısal teknoloji veya düş dünyanla sanal olarak yapacaksın. Duvarlarında tablo yerine sayısal teknolojiyle oluşturduğun görüntüler yer alacaktır; kim bilir bizim düşleyemediğimiz biçeme sahip yapıtlar olacak. Biçime dayalı heykel ve resim gibi sanatlar, daha gelişkin teknikle üretilebilecek, bugünün yapıtlarıyla benzerlikleri olmayacak belki. Teknoloji ve sanat tekniği ne kadar gelişirse gelişsin, insan denen varlık aynı değişime uğramayacaktır. Varoluş amacına yönelik çabası ile duyguları bugünden çok farklı bir düzleme taşınamayacaktır. Üremesi, yaşama çabası, kendini gerçekleştirme güdüsü ve beslenme amacı bugünün koşullarındakine benzer olacaktır.
İnsanlık, günümüze kadar savaşlarla zaman yitirdi. Barış ve sevgi içinde çağdaş bir dünyada yaşayabilirdik; bunu kurabilme yetisine sahip olduğumuzu düşünüyorum. Geçmişimiz, bize böyle bir dünya bırakmadı; biz de kuramadık.  Barış ve sevgi içinde insanca yaşanabilir yeni dünyanın kurulması, bilincin kendi yaşamsal ve varoluş değerleriyle yapılandırılmasına bağlıdır. Yaşamsal ve varoluş değerlerini en üst düzeyde açığa çıkaran şey, sevgi ve onun türevleridir. Senin kuşağın, sevginin oluş ve sürekliliğine yönelik ayrıntılarını daha net keşfedecektir; ben bugün bilebildiğim kadarıyla bundan söz edeyim. Sevgi, beden salgıları ve bilincin yapılandırılmasına bağlıdır. İnsanın asıl amacı, yaşamın ve neslin sürekliliğini sağlamak için en yüksek seviyede kendisini gerçekleştirmektir. Buna bağlı olarak, sanatın asıl amacı, sevme duygusunu yüksek kılarak yaşam sevincini güçlendirmek ve bununla aklın evrim sürecini hızlandırmaktır. Sevginin gerisinde, haz duymaktan insanın yaşama bağlılığına, en iyi yaşamsal koşulları oluşturmaktan neslin sürekliliğinin sağlanmasına ve aklı evrimleştirerek en güç koşulların üstesinden gelme çabasına kadar sıkı bir kararlılık vardır. Varoluş güdülerimiz ve bilincimizin yönlendirdiği bir olgudur. Beynimizin çalışma biçimi ile şekillenen karmaşık bir evrendir. Bu evrenin oluşumunda, sanatın gücü önemli yere sahiptir. Sevgi, bugün olduğundan daha farklı çözümlenmeyi, keşfedilmeyi ve daha farkındalıklı bir yaklaşım sergilemeyi bekler. Neden söylüyorum? Sevginin olduğu yerde savaş ve çatışma kültürü beslenemez, varlığını sürdüremez. Ayrıca, sevgisiz sanat üretilemez; sanatsız da sevgi güçlü kılınamaz.
Benim çağım sıkıntıların henüz aşılamadığı bir çağdır çocuk. Yazdıklarım sıradan bir sızlanma değildir; birer nesnel gerçekliktir. Sanat, özellikle yazın sanatı ellerimizde can çekişiyor. Onu, estetik değeriyle ele almıyoruz, meta değeriyle yönlendirmeye, yapmaya ve ölçmeye çalışıyoruz. Anlayacağın duyguların yönlendirmesine göre değil; öğretilmişliklerin, çatışmanın, dayatılmış sistemlerin yönlendirmesine göre sanat ortaya koymaya çalışıyoruz. Bir anlamda taklit aşamasının ötesine geçemedik diyebilirim. Sanatın amacı ve işlevi, insanın yaşam sevincini artırarak düşünsel evrimini hızlandırmak olmalıdır. Tam insan olması yönünde itici güç olmalıdır. Biz, asıl amacı bir yana itip görünür olma çabası içinde birbirimizin omzuna basmaya çalışan kalabalıklarız. Sanat, eğlence ve estetik tavır geliştirmek için temel ögedir. Biz, estetik tavır göstermek şöyle dursun, sanatla eğlenmiyoruz bile. Varsa yoksa sanatı kullanarak maddi kazanç sağlama ve üstünlük güdülerini doyuma ulaştırma peşindeyiz. 
Şiir, öykü ve roman gibi yazın sanatları, biçimden çok anlam alanında değişime gebe olacaktır; çünkü bunlar düşünce dünyasının ve imgelem gücünün çıktılarıdır. Bugünün yazın sanatları ile zamanının yazın sanatları arasında karşılaştırma yapabilmen için bazı verileri ortaya koymanın yararlı olacağını düşünüyorum. Biz nasıl Aristo’nun Poetikası’nı okuyor ve Horatius’un Arz Poetikası’nı didik didik ediyorsak, sen de çağının sanatını daha ileriye taşımak için günümüzün sanatsal bilgilerini incelemek zorunda kalacaksın. Çağımıza ilişkin bilgi ve deneyim, senin için çok anlamlı olmayacak, bunu görebiliyorum; sen daha ileri düş ve düşünce dünyasında yaşayacaksın; her ne olursa olsun tarihsel bilgi ve sanatsal kalıtlar en azından yaratıcılık konusunda katkı sağlayacaktır. 
Sanat, geçmişte gücün, inançların ve ideolojilerin emir eri gibi düşünülmüştür. Günümüzde de benzer şekilde ele alınmaktadır. Biçim değiştirmekle birlikte çok farklı bir yaklaşım içerisinde olmadığımızı söyleyebilirim. Senin zamanında, sanatın asıl amacı ve işlevine dönük iyi yönde değişim ve dönüşüm kesinlikle olacaktır. Ancak şunu unutmamalısın; insanın gereksinimleri ve bu gereksinimleri karşılama biçimi çok belirgin yön ve şekil değiştirmeyecektir. Bilgi ve bilginin kullanımı ne kadar gelişirse gelişsin, insanın tutumu, bu gelişime koşut değişime uğramayacaktır.
Bizler; inanç, ideoloji, politika ve sanat gibi görüngüler arasındaki ilişki ile ayrımı, sağlıklı çözümleyemeyen bir kuşağız. Sapla samanı birbirine karıştırıyoruz. Nasıl olsa hepsi midede eriyecek diye her birini karıştırıp yutmaya çalışıyoruz. Daha belirgin bir örnek vermek gerekirse, şiirle öykü arasındaki ayrımı bile sağlıklı göremiyoruz. Konusunda yetkinliğe ulaşmış yazarları/şairleri de yeterince izlemiyoruz; çünkü bizde yapılandırılmış olan hırsların tutuklusu durumundayız. Gündelik yaşayarak büyük işler yapılamayacağını bilmemize karşın kendimize dönmüyor ve değişim konusunda ağır aksak davranıyoruz. İşte bizim yaşam, sanat ve yazına bakışımız bu durumdadır. Ne yazık ki sana daha geliştirilmiş bir sanat evreni devredemeyeceğimizi açık yüreklilikle söylemeliyim.
Sayısal teknolojiyi iyi kullanamıyoruz; üstelik kullanıcı düzeyinde bunları öğrenmekten kaçınan bir yaklaşım içindeyiz. Çağın gerekleri gelip kapımıza dayanmış, hazır olarak önümüze konmuş olmasına karşın bir elimizle onları itiyoruz. “Zamanım yok, ne işime yarar, aman sende, aklım ermez” gibi gerekçeler ileri sürüyoruz; aslında hepsi tembelliğin bir sonucu. Teknoloji çok hızlı gelişiyor. Yakalamak için çok çalışmak gerekir. Diğer tarafını düşündüğümüzde, benim kuşağım az şey yapmış sayılmaz. Nazım Hikmet’imiz, Sait Faik Abasıyanık’ımız, Aziz Nesin’imiz, Yaşar Kemal’imiz… var.  Çağın hızına oranla yavaş hareket etmemiz anlayışla karşılanabilir; sen de bunu anlarsın diye düşünüyorum. En azından keşfedilmedik daha pek çok görüngünün olduğunu, bunlar senin aracılığınla, zamanla gün yüzüne çıkarılacağını biliyoruz. Bunlara ortam yaratmaya çalışıyoruz.
Öğretici davranmak, öğüt vermek, davranışlarınızı yönlendirmek dahası kontrol etmeye çalışmak, en başta gelen hastalığımızdır. Böyle yaparsan şöyle olur demek hoşumuza gider. Deneyimden edindiğimiz bilgiyi senin de aynen kullanmanı bekleriz. Öğretici olamayan iyi birer öğretmeniz. Söylemekle değil; yaptıklarımız ve tutumlarımızla bunları aktarabileceğimizi bildiğimiz halde öğüt vermekte ısrar ederiz. Bu, çatışma kültürünün bizlerde yarattığı bir sonuçtur. Başta söylediğim gibi mektubumu ne sızlanma ne de öğüt vermek amacıyla yazıyorum. Senin düşünce ve düş dünyan; oldukça gelişkin, bilgiyi doğru kullanan, insan-emek odaklı, barışçıl ve özgür bir ortam yaratacaktır. Bundan kuşkum yoktur. Geleceğe bu kadar güvenle bakabilmemin ve sana güvenmemin altında şu düşünce yatar: Nesnenin ya da fizyolojinin evrimi değildir asıl olan; düşüncenin ve düş gücünün evrimidir. Çünkü dünyayı yaşanabilir kılan ya da ateş topuna çevirecek olan düşünce ve düşlemin gücüdür. Bizden sonra gelen yakın kuşaklara baktığımda; duygudaş, çağdaş, akılcı, bilimsel, özgür bilince sahip ve donanımlı bir gençlik buluyorum karşımda. Dayatma ve çatışma anlayışından vaz geçen, özgür ve insan olma onurunu daha üstün tutan bir anlayışı egemen kılmaya çalışıyorlar. Güven veriyor, umut veriyorlar.
Günümüz silah teknolojisi, kısa sürede dünyayı yerle bir etme yeteneğine sahiptir. Bilimsel bulgular, yaşam kaynaklarını kısa sürede kullanılamaz hale dönüştürebilir. Biyolojik bir saldırı veya kendiliğinden gelişen ve dönüşüme uğrayan bir virüs dünyayı birbirine katabilir. Bu gelişmeler, senin zamanında akıl almaz boyutlara varacaktır. Doğru yönetilmez ve insana dönük kullanılmazsa büyük bir tehlike seninle demektir. Üretilen bilgiyi insan odaklı kullanmak zorunda olduğumuzu sen de görüp önemini anlamış olacaksın. Bu yüzden, bugünden sonra çatışma ve dayatma mantığını dışlayarak sevginin güçlü kılınması için çaba harcamalıyız. Sevginin olduğu yerde birbirine saygı ve dinginlik vardır. Bu duygunun güçlendirilmesi, en çok önem vereceğin bir konu olmalıdır. Sevgi; duygudaşlığı, duyarlılığı, saygıyı, cömertliği, çatışmasız toplum yapısını doğurur. Bu nedenle, sanat gibi sevgiyi güçlendiren görüngülere önem vermek gerekir. Düşük yoğunluklu sanat ortamında eğitilen çocuklar, şiddete yönelmezler. İnsanî değerleri üstün tutarak ölüm ve şiddete neden olan uygulamalardan kaçınırlar. Benim çağım, özgürlük getirmek için savaşa karar verebilecek kadar dayatıcı anlayışa sahip hastalarla doludur. “Benim davama hizmet etmeyen sanat, sanat değildir.” diyebilen kalabalığın içinden kopup geldik ve bu kalabalık halen etkin durumdadır. Öğretilmiş, ayrıştırılmış bu anlayış, henüz yürürlükten kaldırılamamıştır.
Sistemleri, ülkeleri veya dünyayı yönetmek, insanı yönetmek demektir. İnsanı yönetmekse duyguları yönetmekle eşdeğerdir. Bildiğiniz gibi olumsuz duygular, dilsel şiddetten başlayıp terör ve savaşa kadar varan olumsuzlukları beraberinde getirir. Tarihe baktığımızda, bizim zamanımız dâhil, terör, şiddet ve savaşlarla geçmiş bir zamanla karşılaşırsınız. Senin de aynı sonucu yaşamaman için duygu yönetimi denen kavrama eğilmelisin. Olumlu duyguları toplumlarda başat kılmak, şiddetten, kavgadan ölümden uzak barışçıl bir toplumun temel taşlarını atmak demektir. Mektubumda sanata yönelik konulara bu yüzden değinmek istedim. Çünkü sanat, ‘duygu yönetimi’nin temel bileşenidir. Olumlu duyguları, yani sevgiyi güçlendirmenin en kolay ve en kalıcı yöntemidir. Adil, duygudaş, duyarlı, sevgi dolu ve özgür insan, sanat gibi amacı ‘güzeli yaratmak’ olan etkinliklerle yapılandırılabilir.
Sen bizi çok fazla dikkate alma; bizler, kavgada üstün olmak için şiiri silah yerine kullanan bir kuşağız. Anlayacağın bizim sanat anlayışımız, kalın dişli törpülerle inceltilmelidir. Başta söyledim ya, savaş ve şiddetin kol gezdiği ortamlar, duygularımızı, ülkümüzü ve amaçlarımızı belirledi. Sorunlu kararları alma ve uygulama zorunda bıraktı. Senin geleceğin akılcı, sevinçli ve daha çağdaş olmalıdır; dahası bunu umut ediyorum. Çünkü senin duyguların, çok iyi yönetilmese de özgürlük bilincine varmış ve insan olma değerlerini özümsemiş durumdasın. Senden; olumsuzluk, haksızlık, şiddet, savaş ve terörden yana karar çıkmaz, diye düşünüyorum. 
Çağımızın en büyük yarası olan ve senin kuşağını daha fazla etkileyecek olan, önemli bir soruna daha değinmek istiyorum. Bildiğin gibi doğada var olan her canlı türünün bir işlevi var ve doğanın kendi kendine kurduğu bir dengede sürekliliğini korumaktadır. Biz buna ekosistem diyoruz. Günümüz teknolojisi, bunların bir kısmını yok etmektedir; ekosistemi alt üst etmektedir. Dahası yükselen bir ivmeyle yıkım sürmektedir. Nasrettin Hoca’nın “Bindiği dalı kesmek” diye bir fıkrası vardır. Senin zamanında Nasrettin Hoca tanınıyor ve fıkraları anlatılıyor olacak mı, bilmiyorum. Örnek vermek gerekirse, bindiği dalı kesen ama bundan haberdar olmayan bir varlık durumundayız bugün. Ekosistemi, buna bağlı olarak ekolojik (çevrebilimsel) dengeyi bozuyoruz. Doğadaki oksijen oranı ve içilebilir su kaynakları yaşamsaldır. Havadaki oksijen oranı %16-%22 arasında olmak zorundadır. Bu oranlar sınır değerleridir ve bu oranların dışında yaşam olası değildir. Şu an bile havadaki oksijen sınır değerlerini ters yüz edebilecek bilgi ve teknolojiye sahibiz. Bu oranların korunması için önlem alma gerekliliği vardır; örneğin oksijen dengesini sağlamak için bugün aldığınız önlem, bir insan ömründen daha fazla zaman sonra etkili olmaktadır. Sana dengeli bir doğa bırakmayacağımızdan eminim; çünkü bindiğimiz dalı bilinçsizce kesen bir kuşağız. Bu yüzden, ekosistem ve çevrebilimsel dengeye özen göstermek, koruyu ve önleyici önlem geliştirmek en temel göreviniz olmalıdır.
Doğanın dengesini koruyacak ya da bozacak olan şey, teknoloji değildir; insandır. Sanattan ve duygu yönetiminden bu nedenle söz ediyorum; sevginin bir anlamda olumlu duygunun daha güçlü olmasını önemsiyorum. Birkaç delinin yarattığı ve milyonlarca insanın ölümüne neden olan İkinci Dünya Savaşı’nı bir düşünün. Ayrıca nükleer silahlarla bir anakaraya saldırıda bulunulduğunu varsayın. Veya ölümcül bir salgının baş gösterdiğini.  Nasıl bir sonuç ortaya çıkacaktır, senin düş gücüne bırakıyorum. Anlayacağın, havadaki oksijeni sınır değerleri dışına taşımak, var olan teknolojiyle çok kolaydır. Yaşamsal önemi olan şey, insanın kararını etkileyen itici gücün sağlıklı yapılandırılmasıdır. Yani sevgi gibi olumlu duyguların, üst düzeyde tutulması ve yönetimidir. Tek seçeneğimiz, sanat gibi güzeli var eden değerler yardımıyla insanın olumlu duygularını beslemek ve güçlendirmektir. Yinelemek gerekirse, sevginin egemen kılınması, kitlesel ölüm ve yıkımları önlemek anlamına gelir.
Çağımın bilgi birikimi gereği, dünyanın üç boyutlu olduğu görüşü yaygındır. Yaşam biçimimizi ve sistemleri buna göre şekillendiriyoruz. Aslında dördüncü bir boyutun olduğunu, ne var ki bu boyutu doğru yönetemediğimizi söylemeliyim. Dördüncü boyut, metafizik dünya veya ruhsal dünyadır. Yani insan duygularının biçimlendirdiği dünyadır. Biz bunun ayrıntılarını keşfedebilmiş bir kuşak değiliz. Dünyayı yöneten bu boyut olduğunu söylersem, bizim kuşağımız için çok şey anlatır mı, emin değilim. Sen bunu tüm çıplaklığıyla görebilir olacaksın. Dahası beş ve altıncı boyutu keşfedeceğini düşünüyorum. Sevgi, daha geniş anlamda söylersek olumlu duygu, dünyanın üç boyutunu yönetme ve kontrol etme gücüne sahiptir. Bu yüzden mektubumda; sanat ve sevgi, sanat ve insan ile yaşam ve duygu ilişkisi üzerinde ısrarla duruyorum.
Biliyorum, hız yüksek, zaman kısadır senin için. Önüne söz kalabalığı koymamak için mektubumda doğrudan gerekçeleriyle birlikte sonuçları yazdım. Umarım, çağıma ilişkin aydınlatıcı bilgi verebilmişimdir.
Seviyle sürekliliğe yönelmeniz dileğiyle… 9 Aralık 2019, Narlıdere/İzmir
Deneyim ve düşünceleriyle metne katkı vereler: Hidayet Karakuş, Handan Tan, Ayşe Karadağ

FARUK HABİBOĞLU
ŞİİR SORUNSALI

En çok da edebiyat dergileri ihanet etti şiire! Kimi sayılarında hiç yer vermediler. Zaten okur hazretleri hiç değer kılmaz uzun zamandan beri.
Oysa şiir, birçok kişinin çok kolay sanarak karalayıp aslında ortaya saçma sapan karın guruldaması yaydığı fakat gerçekte sanatların anası. İlkin söz vardı. İnsan konuşur çünkü. Öyle işte konuştuğu günden beri insan, sıradan kelamla anlatamadıklarını farklı bir söyleyişe büründürünce doğdu şiir. Şiir, hikmetli söz, sihirli kelam.
Bu gök kubbe altında söylenmedik hiçbir söz kalmamıştır diyen zahit, elbette doğru konuşmuş. Ancak her mevzu her bir şairde farklı bir sese bürününce yeni bir dize olur yeniden. İlk kez duymuş gibi dinleyicisinin gönlünde, ruhunda bir esintiye mahal verirse o ses şiir demektir. Ve bu hayat sürdükçe şiir de varlığını sürdürecek, bu kesin!
Ama en çok da edebiyat dergileri ihanet etti şiire! Ya yok saydılar yahut küçük harflere tutsak ettiler! Nedense uzun kelama daha çok itibar var. Oysa hele ki bu çağda, iletişimin, etkiletişimin, hızın başlar döndürdüğü gözler kamaştırdığı bu çağda… Hele insanın en çok tükettiğinin ve dolayısıyla en çok gereksindiğinin zaman olduğu bu çağda… Artık çok kimse oturup uzun uzun ciltlerce kitap okumuyor! Satın alınan kalın kitapların pek azında son sayfaya erişiliyor, bunu biliyorum. Vakti yok çünkü insanların. Aforizmatik kelamları arıyor ruhlar, zihinler. Kısa ve bir çırpıda! Hem sürat içinde ne kadar çok öğrenirsem ne kadar çok bilirsem telaşındayız artık. İşte bu çağda en popüler sanat olmalıydı şiir. Ama değil!
Bir şey var! Bir sorun, bir uyumsuzluk durumu var.
Sanırım çağın şiiri henüz yazılamadığı için...



HANDAN TAN
AKSAK, ÂDEM VE KESİK

      Âdem sıska bir çocuktu. Kış geceleri hava kararmaya başlarken dönüş yolunda olurdu. Kesik, onun tek ve en yakın dostuydu. Surların bu bölümünde ne vakit açıldığını bilmedikleri bir gedikten girilirdi evlerine. Buraya ev demek çok da doğru değildi. İki köşesi birbirine dayandığı için ayakta kalabilmiş kesme taş duvarın dibiydi. Hurdacının deposundan yürüttükleri demir direkleri toprağa saplayıp, üstüne naylon, etrafına karton gerdikleri köşeydi. Naylonun diğer uçları, yüzyıllardır aşına aşına alçalmış bu duvara atılmıştı. Hurda deposundan aldıkları tenekeler ve kocaman iki taşla bastırılmıştı. Rüzgâr lodostan esiyorsa sıkıntı olmuyordu. Denize bakan üst taraftan esiyorsa kamçı gibi yakardı yüzlerini. Naylon havalanırdı. Gözyaşları sanki donar, gözlerinin içine batardı.
        Yaşlarından çok büyüktü sesleri. Ağızlarından yakası açılmadık küfürler eksik olmazdı. Böyle küfürleştikçe daha büyük, güçlü sanırlardı kendilerini. Hayatta kalmak için gerekliydi bu. İzmarit de içerlerdi. Kesik, artık jilet atmıyordu kollarına. Adem’le köpeği Aksak vardı, yalnızlığını paylaşan. Üçü zar zor sığarlardı kuruluk altına. Haftalarca ayakkabıdan çıkmayan ayakları, dışarda kalırdı bazen.
      Âdem’le Kesik nasıl buluştular, ne zamandan beri aynı naylonun altındalar ikisi de unuttu. Bir kış günüydü galiba. Kesik, manavın verdiği iki portakalla eve gelmişti. Naylonun yanında kendinden de küçük çelimsiz bir oğlan dikiliyordu. Üç duvar ötede başka bir teneke evde görmüştü onu önceleri.
        -Al oğlum, biri senin biri benim.
        Portakalın parlak turuncusu, Kesik’in Âdem’e uzattığı çocuk elinden büyük, hırpalanmış elini olduğundan kara gösteriyordu.
        Âdem, daha önce kâğıt toplarken bulduğu soyulmuş portakal kabuklarının kokusunu anımsadı. O gün eline alıp koklamıştı. İçleri beyaz beyaz, dışı turuncuydu. İçinin beyazına dişlerini geçirip sıyırmıştı. Tadı pek yoktu da kokusu yamandı bu portakalın. Eline sinen kokuyu boynuna sürmüştü. Anne gibi serin kokmuştu kirli yakası.
        -Hadi soy da yiyelim, dedi Kesik.
        Çakısını uzattı Âdem’e.
        Çocuk, nasıl soyacağını bilmediği anlaşılmasın, diye;
        -Önce sen kendininkini soy abi. Sen getirdin, dedi.
        Küçüğünden saygı gördüğünü düşünen Kesik, çakıyla portakalın ezilmiş tarafını kesip attı. Sonra dilim dilim soydu kabuğu. O soyarken Âdem, dünyanın en harikulade, en büyüleyici işini seyreder gibi, ağzı yarı aralık, gözlerinde sevinçli bir şaşkınlık, bakıyordu.
        -Vay be oğlum. Ben kabuğunu mu dişlemişim bu meretin. Amma da suluymuş içi.
        -Sen muz da yememişsindir Allah bilir.
        -O kadar da değil be. Muz yedim ben.
        -Kabuğunu yalamışsındır oğlum sen muzun.
        Âdem bozulmadı Kesik’in alaycı konuşmalarına. Naylon eve girmeyi istediği kadar hiçbir şeyi istemiyordu o an. Ev, Kesik Abi’nindi. Geçen kışı surların öbür tarafında başka abilerle geçirmişti. Orayı tinerciler tutmuş, abilerle kavga etmişler, naylon evi ateşe vermişti tinerciler. Âdem, tekrar evsiz kalmıştı. Duyduğuna göre, Kesik delirince kendini keserdi ama küçük çocukları kollardı.
        -Evin yok mu oğlum senin? Ne dikilip duruyorsun kapımda; kapım dediği naylonun önüne dayadığı paleti göstererek.
       - Evim yok Kesik Abi, ben sende kalsam? Tek kalınca korkuyorum. Çok üşüyorum hem.
        O akşam eski mahalleden kâğıt arabasını da çekti getirdi. Hurdacı ödünç vermişti arabayı. ‘’Allahına kitabına, kaybedersen gebertirim seni!’’ demişti verirken.
        Aksak’ı geçen yıl buldu Âdem. Kâğıt toplamaya çıkmıştı naylondan. Sahilde karşıya geçmek üzereyken fren sesine döndü. Surlara doğru arka ayağını sürüyerek kaçan bir köpek gördü. Araba durmadı. Hayvan, ayağını her sürüyüşte canından can koparcasına inliyordu. Âdem, iki tarafına tahtadan kol takılı kâğıt arabasını oracıkta bırakıp karşıya geçti. Köpek, kuyruğunu altına almış, yalvarırcasına bakıyordu Âdem’e. Kucakladı. Sarsmadan kâğıt arabasına kadar getirdi. Naylona götürse, nasıl doyuracaktı? Parkın ortasına bir yere bırakmayı düşündü, daha güvenli olur diye. Nasıl olsa oyun alanına gelen çocuklar simitti, çörekti verirlerdi. Usulcacık bıraktı, belediye işçilerinin taze biçtiği çimenlere. Mersedes dediği kâğıt arabasına asıldı, yürüdü.
        Kesik, bazı akşamlar geç dönerdi Surdibi’ne. Mal indiren kamyonları kollar, boyundan büyük paketleri sırtlayıp dükkânlara taşırdı. İş çıkmamışsa eve boş gelmez, Sirkeci’de lokantalar kapanana dek dolanır, artıkların boşaltılmasını beklerdi. Önlerinde kirli önlüklerle bulaşıkçılar çıkardı dükkânlardan, çöp kovalarıyla. Şu paralı insanların yemeyip tabaklarında bıraktıklarını, köşeleri ısırılmış ekmekleri poşetine doldurur öyle gelirdi. Surdibi’ne yakın bir yerde dükkânı kapatmakta olan bir manav, seslenirdi ardından. ‘’Kesik! Gel şunları alıver!’’ Biraz yumuşamış domates, yarısı çürümüş de olsa bir iki portakalı alırdı Kesik. Âdem’in işi değildi bu. O kâğıt toplardı.
        -Kesik Abi, seni alt yolda beklerim ben. Öyle tek başıma olunca sevmiyorum naylonu. Hışır hışır bir ayak sesi dolanıyor sanki duvarların arkasında.
        Bir akşam sahil yolunda köpeği bıraktığı parktan geçiyordu mersedesle. Arabayı epeyce doldurmuş, zor çekiyordu. Paçasına sürünen bir şeye döndü. O köpekti bu. Adem’i tanımıştı. Bir bacağı hafif aksıyordu. Kuyruk sallayarak peşi sıra yürüdü, Surdibi’ne geldiler. Sabah, hâlâ kapıdaydı. Gitmemiş gece bir yere, o da sürüye katılmıştı. O günden sonra Âdem’le takıldı. Mersedesin yanından ayrılmadı.
        -Ulan biz kendimizi zor doyuruyoruz bir de bu Aksak çıktı başımıza.
        -Olsun be Kesik. O da bizim gibi gariban.
        -Oğlum, biz uzadık, kulübe kısa kaldı. Kışa kadar malzeme buluşturalım bir yerden de sağlamlayalım sarayı.
        Âdem bir akşam mersedesin içine gizlediği birkaç tuğla, biraz çimentoyla geldi.
        -Nerden buldun lan bunları? Çaldın mı?
        -İnşaata girdim. Kırık diye atmışlar bunları bir kenara. Torbaların dibinde de biraz çimento varmış. Çalmadım namussuzum. Duvarın dibinden aldım. Çimento torbalarının boşlarını alırken topladım. Sahibi gördü alırken, bir şey demedi. Al, bir de yırtık plastik kova sana. Çimento nasıl yapılır biliyorum ben, babamdan görmüştüm. Kumu da deniz kenarından alırım. Denizin sahibi yok nasılsa. Abi, böyle naylondan saray mı olur? Bari biraz sağlamını yapalım da poyrazda havalanıp uçmasın tepemizden. En azından altımıza su girmeyecek kadar yükseltelim dibini.
        Âdem, günden güne ufak ufak yığdı malzemeyi. Biraz düzelttiler evin sağını solunu.
   Akşamları ateşin başında birkaç numara çekiyordu Kesik. Elindeki bozuk parayı, abrakadabra deyip kaybediyor, sonra Adem’in şaşkın bakışları altında onun ensesinde buluveriyordu. Bazen de kirli iskambil destesinden bir kâğıt çektiriyor ‘’Tut bunu aklında ‘’ diyor, Kâğıtları karıştırıyor, ‘’Bu muydu?’’ diye Âdem’in aklında tutup durduğu kâğıdı gösteriyordu. O böyle numaralar çektikçe Adem’in gözünde iyice büyüyordu.
    Yiyecek işine Kesik bakıyordu. Âdem, kâğıt paralarının birazıyla Sirkeci’den bir dükkândan olta aldı Kesik’e. Bu ona alınan, Âdem’in de birine verdiği ilk armağandı. Duydukları mutluluk, ikisinin de göz pınarlarında bire damla gözyaşına dönüştü.
     Galata Köprüsü’nden çapari salladı her gün Kesik. Bazı günler sıska iki izmarit bazı günler kova dolusu istavrit, tombulundan. Bol olunca sattı köprüde bir kısmını. Yazı böyle geçirdiler.
    Kış geldi. Sarayburnu’ndan denize atlayıp tenlerine sinen toz, yağ ve kirden; İstanbul’dan arınmak için yüzemeyecekleri kadar soğudu hava. Âdem, boş manav sandıklarını surun dibine yığmıştı. Akşamları kapının önünde tutuşturdukları ateşte ellerini yüzlerini ısıttılar. Sonra yanaklarından ateşin ısısı uçup gitmeden, altına tahtalar konulup yükseltilmiş kirli yataklarına büzüldüler. Aksak’ı aralarına alıp sıcacık sarıldılar. Üstlerine de kim bilir kimlerin attığı, deseni seçilemeyecek kadar eskimiş tozlu battaniyeyi çektiler; uyudular. Herkes kendi rüyasına daldı.
      Kesik, bir sihirbazın marifetlerinin sırrını öğrenmek için evden kaçıp ona yamak oluşunu, sihirbazın tavşanını, kırmızı ipek mendilleri, sandıktaki bölmede bedenini inceltip sihirbazın keskin kılıcını yuvaya sokuşunu görüyordu. Sonra, ustasının kendisini yaralamadan bölmeden çıkardığında coşkuyla alkışlayan seyircileri. Panayırların curcunası içinde kasabadan kasabaya yolculukları görüyordu. Adını bilmediği bir kentte, öyle kalabalık bir panayırda sihirbazın onu terk edip gittiğini de.
        Aksak da kaçıyor, ya da kovalıyor gibi deviniyor, hırlıyor, belli ki o da rüya görüyordu. Bir kediyi kovalıyor, tekmeleniyor ya da çöp bidonlarını deviriyordu.
    Âdem’in rüyaları çok kısa ve karanlıktı. Uyanınca, çabucak kurtulmak istiyordu etkisinden. Hiçbiri diğerine rüyasını anlatmıyordu. Böylece yorumlanmadan kalıyordu, birbirine ulanan rüyalar. Ne kadar yakın da olsalar sırları içlerinde kalsın istiyorlardı. Tek sorunları, bugün yaşamda kalabilmekti. Kayıp geçmişlerini anımsatan rüyaları, rüyalarına giremeyecek kadar uzak gelecekleri değil, bugündü düşündükleri.
        Kış, kışlığını yaptıktan, çocukların ellerinde ve dudaklarında kanayan derin çatlaklar bıraktıktan sonra hızını kesti. Sur içlerinde tek tük kalmış çakal erikleri çiçeklendi. Böyle bir günde mersedesi çekmek de itmek de zor gelmiyordu Âdem’e. Cağaloğlu’ndan çok kâğıt çıkıyordu, Sirkeci’den de. Hurdacıya günde iki kez mal boşalttığı oluyordu.
        Bir akşam Kesik eve geldiğinde Âdem’i tahta sandıklardan birine eğilmiş bir şeyler çiziktirirken buldu.
        -Ne lan, boya mı aldın sen?
        Âdem elindeki kısalmış boya kalemlerini, resim çizdiği kartonun üstüne bıraktı.
        -Çöpten buldum abi, dedi. Atmışlar bu kalemleri.
        Kocaman bir ağaç çizmişti market kartonuna. Ağacın ardındaki sıra dağlar çıplaktı. Güneş battı batacak, yarısı dağların ardına düşmüş. Ağacın gölgesinde bir kadın, vurulmuş belki. Düşmüş yüz üstü. Saçları kana bulanmış, kıpkırmızı. Âdem’in boyadığı, belki de batan güneşin şavkı. Kan kırmızı. Kartonun arkasında da bir yüz çizilmiş; bıyıkları gür, bakışları acımasız. Gövdesi duvarın ardında kalmış, içerde. Demir parmaklıklar var yüzünde, kapkara. Âdem, karabasanlarını çizmiş kartona.
        Ertesi akşam yarım kova istavritin parasıyla, boya ve defter aldı Kesik, Âdem’e.
        -Bak sana ne aldım! Pastelmiş lan bunların adı. Dükkâncı dedi. Tam on iki renk.
        Âdem o gün kâğıt toplamaya gitmedi. Resim yaptı. Bir ev çizdi, kocaman; boyadı. Ana caddede gördüğü yüksek evler gibi. Balkonlu. Pencereleri perdeli. Düşlerine giremeyen bir gelecek gibi. Önünde Aksak, kendisi ve Kesik. Bir de ağaç. Dallarında turuncu toplar asılı. Eğri bir çiviyle düz bir taş buldu. Sur duvarına çiviledi resmi. Resmin köşeleri, Marmara’nın iyot kokulu nemli rüzgârıyla hafif hafif uçuşuyordu.
        Kesik geç kalmıştı.
        -Kimdir o?
        Ayak sesleri yaklaştı. Yaklaştıkça büyüdü.
        -Kesik sen mi geldin?
     Aksak kısacık hırladı. Sonra tıpkı araba çarptığında çıkardığı inlemeyi duydu Âdem. Huylandı. Korka korka çıktı naylondan. Bahar yağmuruyla ıslanmış yabani otlar diz boyuna geliyordu. Aksak orada, otların üstünde kanlar içinde yatıyordu. Ne olduğunu anlamadan sağ yanında bir sancı duydu. Gece gibi karanlık bir el, bıçağı birkaç kez sapladı. Âdem, kucaklar gibi Aksak’ın üstüne devrilirken rüyalarına gireni gördü. Kanlar içinde yüzükoyun yatan annesini. O sırada ceplerinde gezinen el, bir gün önceki kâğıt parasını bulmuştu.
      Kesik naylona geldiğinde, duvarda asılı resmi gördü önce. Ay karanlıktı. El fenerini tuttu duvara. Tam benzetemediyse de güzel çizmişti çocuk resmi. Aksak, Âdem ve kendisini; ailesini. Feneri gezdirdi etrafta. Yerde Aksak’a sarılmış yatan Âdem doldu gözlerine Kesik’in.
  Kalbi göğüs kafesine vuruyor; dövüyor, dövüyordu. Yabani bir hayvan ulumasını andırıyordu ağıtı. Kollarını, göğsünü kese kese sahil yoluna koştu. Gözü hiçbir şeyi görmüyordu.  Tinercilerin mesken tuttuğu yıkıntılara az kalmıştı. Âdem’e ve Aksak’a bunu yapanlar burada olmalıydı. Jilet kesiklerinden incecik süzülen kan, önünü kesen polis otosunun asfalta düşmüş mavi ışığına damladı.
                                                                                                                   Nisan 2018 /Urla   


MEHMET KUVVET
KARTVİZİT

Kaldırıma serpilmiş olan onlarca kartvizit ve üzerine basılı renkli, güzel bedenler… “Neden bu işi yaparlar ki? Hepsi de güzel kadınlar.” diye düşündü. Eğildi, üzerinde sadece profil fotoğrafı olan kartlardan birini aldı, uzun uzun baktı ve biraz duraksadıktan sonra üzerindeki numarayı çevirdi. Telefon çaldı, kapatmak üzereydi ki açıldı. Karşıdaki sesle tanışamadan yoldan geçen polis otosunun siren sesi beklemesine neden oldu. Telefonun karşısındaki ince, nazik ses “Polis misiniz?” diye sordu.
“Hayır”
Karşıdaki ses; “İyi, peki aşka inanır mısınız ve ölüleri sever misiniz?” diye devam ettiğinde uzun bir zaman duraksadı ve kapadı telefonu.
Aşk ve ölüm; yaşanmamışlıkları da beraberinde götüren sırlarla dolu iki son!
Telefon kapandıktan sonra, soruları yönlendiren kartvizit sahibi kadın, makyajını tazelemek için aynasına bakarken kendi kendine konuşmaya başladı.
“Aşk gölgesini çekince, akıl öne çıkıverdi birden ve… ve’si mi kaldı?
Aynaya bakıyorum, en bakımlı halimle bile güzel hissetmiyorum.
Gözlerimdeki ışık, cildimdeki parlaklık yok.
Demek ki aşk çok önemli bir şeymiş insanın hayatında.
Hiç yaşamamış olan anlamaz belki, inanmaz ya da ama aşk güzelleştirir, renklendirir, gençleştirir, ruhundan bedenine yansır ışığı. Işığım söndü, çirkinim artık!” diye hayıflandı kendini buralara sürükleyen geçmişine.
Adam ise cadde boyunca yürürken rastgele bir mekâna girdi ve oturdu. Birasını getiren garson, karşı masadaki kadınlardan birini başıyla işaret ederek; “Hanımefendiye bir şey ikram etmek ister misiniz?” diye sordu. Sessizliğini bozmadı ama kadın gülümseyerek karşısına oturmuştu bile. On bir dakika sonuna kadar on bir ikram ve masada biriken on bir kırmızı pul. Düşüncesi kartvizitte gördüğü ve aklına takılan kadındaydı. Kalktı, kabaran hesabı ödedi ve kapıya doğru yürüdü. Yanında oturan kadın on bir pulu paraya çevirmek için kalkıp kasaya yürüdüğünde adam mekândan çıkmıştı.
Vakit oldukça ilerlemiş, gece yarısını geçmişti. Kaldırımda yürürken bu buluşmayı gerçekleştiren konuşmaları ne zaman ve nasıl yaptığını anımsamaya çalıştı. Mekânda birkaç biradan sonra tekrar telefonu çevirdiğini anımsadı. “Aşka inanır mısınız, ölüleri sever misiniz?” diye soran sesin sahibi ile konuştuğunu, yanına çağırdığını anımsadı. Gizemli ses; gelemeyeceğini kendisinin gelmesini istemişti.
Taksi çağırdı, mekânın adını söyledi, gündüz giydiği takım elbiseli haliyle arka koltukta oturdu. ve hareket ettiler.  Yolculuk sırasında şoförün dikiz aynasından sık sık kendisine bakmasından rahatsız olunca bunu dillendirdi.
Şoför, “Abi bir şey söyleyeceğim size ama sakın yanlış anlamayın.” dedi.
“Anlamam, söyle”
“Abi, düzgün bir insana benziyorsunuz. Gidecek olduğunuz mekân size göre değil, gitmeyin, ya da dikkatli olun.” dedi.
“Tamam. Kapının önüne çek ve bekle o zaman.”
Araba kapının önüne yanaşıp park edince araçtan indi. Aradığı son numarayı çevirdi.  Dışarıya taşan müzik sesi kulağına doluştu. Gürültü kulağına çarpar çarpmaz sarhoşluğun etkisiyle sendeledi. Karşıdan gelen sesi pek seçemedi. Müzik sesinin kesildiği bir ara “İçeri gel tatlım.” cümlesini algılayabildi.
“Kapıdayım sen gelir misin?” dedi.
“Aaaa! Tatlım sen gel ki itibarım artsın.” dedi ses.
“İtibar!” diye tekrarladı içinden. En son ilişkisini düşünerek; “Taşımasını beceremediğim bir yürek için zedelediğim, yerlerde süründürdüğüm şey…” diye mırıldandı. İçeri girmekten vaz geçti. Geri döndü, arabaya doğru sendeleyerek giderken “İtibar, itibar, itibar, aşka inanır mısınız ve ölüleri sever misiniz?” diye kendi kendine söyleniyordu.
Tam arabaya geldiğinde, gitme düşüncesinden vaz geçti. Şoföre parasını uzatırken “Sen gidebilirsin dostum.” dedi. Şoförün “Hayır abi, burada seni bekleyeceğim.” demesiyle kendini güvende hissetti, gülümsedi, parayı cebine koyup mekâna yöneldi.
Dik yürümeye çalışarak, kapıdaki korumaların arasından geçti. Yanlarından geçerken birer adım geri çekilip önlerini iliklemelerini takım elbisesine yordu. Sigara dumanının sarmaladığı, renkli spot ışıklarla güzelleştirilmeye çalışılan bir yaşama adımını attı. Duraksadı ve etrafı izlemeye başladı ama sahne dumanından göz gözü görmüyordu. Fakat mekânda müşteri bekleyenler ortama alışmış, dumana rağmen kuzgun gibiydiler. İki koluna iki kadının asıldığını hissetti. Kendini masalarına davet ediyorlardı. Başka bir kadın geldi; “Çekilin.” dediğinde kolundaki ağırlıklardan kurtulduğunu hissetti. O sesti. Kendisini derinden etkileyen ve bu mekâna getiren ses. Yüzünü seçmeye çalıştı ama dumandan ve sarhoşluktan seçemedi.
O ses, kadınlar uzaklaştıktan sonra; “Nerede kalıyorsun?” diye sordu, söyledi. “Git buradan.” dedi. Duman gözlerini yaşartmıştı. O ses büyülüydü sanki. Sorgulamadı, döndü ve sendeleyerek yürüdü, arabaya bindi. Şoföre: “Haklıymışsın, beni aldığın yere bırak.” dedi.
Kaldığı otel odasına geldi. Duyguları karma karışıktı. Yaşadığı, anımsadıkları neydi? Elbiselerini çıkarmadan yatağa uzandı. Uyku ve uyanıklık arasında gidip geldi bir zaman. O ses ve anımsattığı koku yayıldı sanki odaya, göğsüne konan bir kuşun konuşmasına kulak verdi daha sonra.
“Birbirimizin çıkmaz sokağındaydık, yoktu, başka yol! Yan yana olmadan yaşlanıyorduk. Yapmak istediklerimin önünde vicdan hep engeldi…’Sana olan tutkumun büyüklüğünden kork, onu içimde tutamıyorum artık.’ demiştim. Söyle şimdi; tenimdeki ateşin günahı kimin? Hangi zaman da koyduğum taştı bilmiyorum ayağıma takılan. İnce bir çizgide sendeliyordum. ‘Her şeyimi acıt istediğin kadar ama yüreğimi acıtma.’ demiştim çok kez. Aşk için çektiğim acı sorun olmadı hiç. Güven, kıskançlığa yol açtı bir zaman sonra.  Oysa ruhuna, yüreğine taliptim. Seni daha çok sevebilir miydim? Bilmiyorum, daha fazlası var mıydı? Öyle bulaştın, yapıştın iliklerime…
Herkes kendi can yangınını bilir. Hoyrat cümlelerin canımı yaktı çok. Hep duyguları paylaştık, hayatı değil, bu yüzden eksik kaldık. Parmaklarındaki hassasiyeti yüreğime gösteremedin. Yüreğim çok yaralıydı, aşka inancımı yitirmiştim. Bıçağın dayandığı kemik gibiydim. Yüreğimin tam ortasına oturmuştun, hayatımın merkezine tam manasıyla. Bunları söylediğim için pişman olacağımı da biliyorum. Eğer derdimi dökebileceğim tek kişi olsaydı bunları sana söylüyor olmazdım.
Çok yara aldık!
Aşk doyumsuzdur, yetti dediğin yerde biter. Daha çok, daha çok her gün, her dakika daha çok ister aşk! Yaralarımı sar diye gelmedim, gözyaşlarımı sil diye de…
Uçurumdan atlayan mı suçlu, oraya iten mi? 
O kadar canım yanarken seni mutlu edebilir miydim? Çok yaralarım vardı, üzerine her gün yenisini eklediğin. Sen beni iyileştiremezdin çünkü görmüyordun. Kırık, dökük, biraz da parçalıydı giderken bıraktığım yüzüm. Huzur bulduğum yürek, güvenle tutmayı arzuladığım el yoktu. Ayrılacak kadar sevmeseydik keşke. Yasak bir aşkın içinde ne kadar özgür olunabilirse oldum aslında. Bir arada olsak yanmaya razı olacaktım, olamadık.
Sürekli aynı şeyleri yaşamak yoruyordu beni. Yine başlasak, gelsem yatsam göğsüne, yasayacaklarımız yine aynı mı olacak?  Kabul et, benim sabrım gücüm olmasa çok daha önce bitmişti birlikteliğimiz. Tutkulu, aşka âşık, aşka deli divane biriydim oysa; senin aşka inancın bile yok diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Dolayısıyla aşka, bana, yaşananlara kıymet vermediğini düşündüm hep. Emek vermedin, çaba harcamadın ve bu ayrı bakışlar bizi bir araya getirmedi.
Kırgınlıkların, kızgınlıkların, yılgınlıkların ardından yüreğimin sesini de duyuyorum. Yorgun ama hâlâ ilk günkü gibi sana sevdalı, fakat isteksiz, güçsüz. Sen olmadan seni sevmek daha kolay sanki…
Normal yaşanılabilir bir ilişki içinde olsaydık senden asla vazgeçmezdim sanırım. Yüreğinin derinliklerinde bana olan sevgini biliyorum. Ama o şartlarda, bu yangının ortasında ihmalkârlığına tahammül edemiyordum. Bu kadar acının içinde beni sevdin mi, değer verdin mi, önemsedin mi, zaman ayırdın mı, aşık mısın? Bu sorularla yordum kendimi.
Sıkça ayrıldık. Ama kapsama alanı dışında olduğumuz zamanlardı hasretin doruk noktasına ulaştığı anlar, özlerdik. Yaralarımızın sızısı dindikçe azalırdı aşka verdiğimiz mola zamanı. Yeni ayrılıklar için uzanırdı birbirine ellerimiz. Uzaklığın ve her istenildiğinde erişilemeyişin heyecanıydı öfkeyi bastıran. Aramayana, umursamaz davranana sahip olabilmenin arzusu terletiyordu avuç içlerimi belki de. Çünkü aşkta mutlaka bir köle vardır bilirim. Sevdiğin zamanlar silinirdi tüm suçların.
Suç ne ki, başka bir aşk mı?
Haklı mıyım haksız mıyım bilmiyorum ama kırgınım. Aşktan bu kadar çabuk ve kolay vazgeçtiğin için, hiç direnmediğin için, çözüm üretmediğin için kızgın ve kırgınım. Bazen çare aramak çözüm aramak sonucu değiştirmez belki, belki bir çıkış yolu yoktur ama çırpınırsın direnirsin elinde tutmak için. İşte o çaba dünyalara bedeldir. Öylece bıraktın elimi, yıllardır seni haklı çıkarmaya çalışıyorum yüreğime ama geçmiyor acısı ve kırgınlığı. Senden ayrı kalmak, senden vazgeçmeye çalışmak her defasında ömrümden ömür alıyordu.
Yine de seni anlamak için elimden geleni yapmaya çalıştım. Sitem değil kızma, içimde tutamam bilirsin. İçimi dökersem belki ben de senin şu an uyuduğun gibi rahat uyuyabilirim. Sensizlik bağışıklık sistemimi çökertti; grip, baş ağrısı, migren…
Hep başa sarıyorum ama sevilmeyi beklemekten yoruldum, yaptıkların değil, yapamadıkların yaktı canımı. Bana dokunmaktan hoşlandığını, seni sevmemi sevdiğini biliyorum. Aşk fedakârlık ister çaba ister emek ister. Aşkın kontrolsüz bir şekilde yaptırdıkları vardır. Hep seven oldum. Benim kadar üzdüğün birileri var mı merak ediyorum? Diğer sorumluluklarınla başa çıkabilmek için beni ezdin, arda kalanla idare ettim. Mutsuzluk kaynağım bu.
Artık eskisi kadar düşünmüyordum seni. Nereden çıktın bu gece? Ne zaman aklıma gelsen başka şeyle meşgul oluyordum. Geçen gün ansızın aklıma geldin. Birden bir ateş düştü içime. Öyle benzetme falan değil, gerçek bir ateş gibiydi, yandığımı hissettim. Özlemekti sanırım. Sonra öfkelendim yine sana. Bu kadar özlem için yaşadığım her şeyden seni sorumlu tutmaya başladım. Beni sana geri dönemeyecek hale getirdiğin için... Bir daha sana sarılamayacak dokunamayacak hale getirdiğin için... Beni unuttuğunu düşünmek canımı yakıyor. Anladın mı nasıl ateşin içindeyim, nasıl bir çelişkinin.
Cümlesi olmayan nokta gibiyim. Neyi bitirdim? Sevilmek her yüreğin harcı değil, yüreğine yük oldu, işte bu yüzden benim yüreğime yazık oldu. Bir ateş yanarken üşütür, üşüttün çok.”
Dinledi, dinledi. Söyleyecek sözü yok muydu? Sevmenin derinliğini gözlerinin parlaklığında görmemiş miydi? ‘Gözlerimin içindeki gülümseme de kahır da sensin. Duymak istediklerimin çok uzağında söylediklerin ya da sustukların.’ diye geçirdi içinden. ‘Havanın sıcak oluşuna aldanma sonbahar geldi yüreğime gittiğinden beri.’ diye devam etti düşüncesi. Göğsündeki kuşun gözlerinin gülümsediğini görür gibi oldu. Sonra dinlemeye devam etti söylemlerini.
“Senden vazgeçmeyi istedim kaç kez. Sevmek yüreğimin sonsuza kadar istediği bir şeydi ama bitmişti. Önce bende açtığın yaraları unutacaktım. Söz yaralarını, sonra seni, sonra da sana olan sevgimi. Yaralarımı sarmak için ne gerekiyorsa yani…
Eli taşın altından hiç çıkmayan bir kadın, elini taşın altına hiç sokmayan bir adam.
Hep hata yapan bir adam, bağışlayan bir kadın.
Hep çaba harcayan emek veren bir kadın, hiç zahmete girmeyen bir adam.
Herkesin üstünde tutulan bir adam, herkesten sonra gelen bir kadın.
Hep kaçan bir adam, hep kovalayan bir kadın.
Eskiyi düşündüm, elimi ayağımı nasıl titrettiğini. Yüreğimi hoplatırdın. Beyaz atlı prens dedikleri tam olarak bu olmalı diye düşünürdüm. Yanımda yürürken sanki yerlere değil yüreğime basardın. Sana bir sürü değer yükledim bir sürü anlam, içimde büyüttükçe büyüttüm seni. Sonra seni düşünürken yüzümde o gülümsemenin olmadığını fark ettim. Hayallerimi bile almıştın benden.
Bir değişikti sevmelerin, ‘Böyle seviyor sanırım.’ dedim, acıtarak, kırarak. ‘Sevsin de acıtsın önemi yok.’ dedim. Sonra sevilmediğime ikna ettim kendimi. Kaç parmak ucu acıyla uyuyakaldım tahmin edemezsin.
Şunu da söylemek zorundayım ki hep mutsuz değildim. Bulutların üzerinde gezdiğim çok oldu, kalbimin mutlulukla yerinden çıkacakmış gibi olduğu da. Belki sen de uğraştın beni sevmeye, bilemiyorum, denedin belki de olmadı, teninden yüreğine sızamadım. Yüreğimin yangınıyla ettiğim tüm bedduaları geri alıyorum simdi.
Belki de sevgimle boğdum seni ve boğuldum. Aşka aynı yerden bakamadık belki, aşka aynı anlamları yükleyemedik. Ben abarttım sen hafife aldın belki de. Ayni yerde duramadık. Çok sevmek kalbî çok yoran bir şey inan. Öfkemin altına devamlı odun atman yangınımı sürekli kıldı. Ben tekrar tekrar aşka yenik düşmüş bir kadınım. Aşkına teslim olmuş, yanına kim koyulursa diğeri tercih edilmiş.
Unutsam unutamıyorum, sevsem sevemiyorum, kollarına atlasam olmuyor, dudaklarına yapışsam olmuyor, vazgeçsem olmuyor. İki ateş arasında öyle yanıyorum.
Kalbinle sevemedin, paranla sev acıyan yerlerimi diye geldim, uyuyordun, kıyamadım.”
Aşk kokusunu bulaştırdığı göğüsteki yüreğin sahibini merak etmenin huzursuzluğu ile uyudu orada son kez kadın. Adam sabah uyandığında akşamki kıyafetleri yoktu üzerinde.
Çıplak göğsünde bir dudak izi ve bir kuş tüyü…
Geldi, sevdi, gitti!

ASUMAN KARADUMAN
PEMBE
Ümmü, gece zaman zaman dalabildiği uykusundan güçlükle uyandığında kocasının kalkmış olduğunu gördü. Çabucak giyindi. Her zaman ki el alışkanlığı ile mavi grep yemenisini yatak odasındaki konsolun aynasına bakarak bağladı. Sarı kahkülleri ile birlikte mineli oyaları da kaşlarının üzerine kıpır kıpır döküldü. Sakin deniz mavisi gözleri bu sabah griye dönmüş içinde şimşekler çakıp sönüyordu. Aklından geçen düşünceleri savmak ister gibi başını iki yana salladığında, boynuyla birlikte omuzlarının ve sırtının ağrılı gerginliği daha fazla artmıştı. Yatak odasından hazırladığı valiz ile salona geçtiğinde bacaklarının titrediğini hissetti ve kendisini tekli koltuğa yavaşça bıraktı. Koltukları örten dokuma örtülerdeki kendi elleriyle işlediği rengarenk kanaviçe nakışı onu bir anda çocukluğuna ve ilk gençlik yıllarına götürdü. Ailesi ile geçirdiği neşeli, gürültülü uzun kış gecelerine. Hepsini ne kadar da özlemişti. Bulgarların giderek artan baskılarına dayanamayan birçok aile ile birlikte Gümülcine’den Türkiye’ye göçen ailesini bir daha görememişti. O günlerde hamileliğinin sonlarına yaklaşmış, doğum yapmasına sayılı günler kalmıştı. Kocasının ailesi ise Bulgarların yoğun olarak yaşadığı Deliormanlı tarafındaydı ve Türkiye ‘ye dönmeyi düşünmemişlerdi.
 Oturduğu koltukta duvar saatinin çalan gongu ile daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Ümmü başını kaldırdığında duvardaki fotoğraflara gözü takıldı. Dokuz yaşına basan ikiz kızları bir yaşını doldurduğunda çekmişti amcaları. Evlendiklerinin senesine dört kişi oluvermişti kendi ailesi de. Ardından kayınvalidesini ve kocasını sevince boğan oğlu Aliş dünyaya gelmişti. Ümmü, oğlan da okula başlayacak bu yıl hayırlısıyla; kendini kurtardı sayılır diye düşündü. Bir sepete serili mavi peluşa çıplak oturtulmuş oğlunun fotoğrafına bakarken. Ancak küçük kızı henüz iki buçuk yaşındaydı. En çok ona kıyamıyordu, küçücük Pembe’sine. Ya dönemezsem!?
Ümmü, ince, narin yapılı olmasına karşın çalışkan, işten korkmayan bir kadındı. Ailesi onu ve diğer kardeşlerini öyle yetiştirmişti. Dün erkenden kalkmış, evini dip bucak temizlemiş; sonra da çocuklarını sevgi ve özenle yıkamış tertemiz giydirmişti. Bu arada dolan, bulutlanan gözlerine hep bir bahane bulmuştu. Ancak bugün dünkü halinden eser yoktu, kolu kanadı tutmayan ürkek bir kuş gibiydi. Ayakları onu çocuklarının uyumakta oldukları yatak odasına sürükledi. Uykularında sevdi, okşadı hepsini tek tek… Her biriyle ayrı ayrı vedalaşıyordu adeta. Pembe’sine bir kez daha dönüp baktı. Uykuda iyice pembeleşen dolgun elma yanaklarına, duru bembeyaz tenine…Boğum boğum parmaklı küçücük ellerini usulca okşadı, örgülü ipek saçlarını kokladı, öptü…öptü. Doktor, son tetkiklere göz atıp “Ameliyat olmazsan hiç şansın yok, çok gençsin daha, çabuk karar vermelisin” demişti bir hafta önce. “Ayrıca geçireceğin beyin ameliyatının riskleri de var tabii” diye eklemişti. Ümmü’de bu riski göze almaktan başka çaremiz de yok ki diye düşünüyordu.
Ümmü, evin kapısının önünde elinde tuttuğu valiz ile kendisini bekleyen eşine baktı “Merak etme, her şey yolunda gidecek ben seni, çocuklarımı nasıl bırakır da gidebilirim diyordu sevgi dolu gözleri ile.

NECDET ARSLAN
DEĞİNMELER

Can Topraaamm, diye başlayarak yazarız biz birbirimize Nermin Akkan’la. Sözcüğün tam anlamıyla bir ‘Can’dır O. İki yapıtını göndermiş Sevgili Kardeşim. Bu hafta içinde bir solukta okudum CEREN’SİZ OLMAZ ve AYRIKSI ÇİÇEKLER’i. Kendisine çok teşekkür ediyorum.
Köşemde özellikle CEREN’SİZ OLMAZ’a daha fazla değineceğim. Çünkü beni çok etkilediğini ve zaman zaman şakağıma doğu inen damlalara engel olamadığımı itiraf etmeliyim.

CEREN’SİZ OLMAZ
ANNE İLE KIZININ UZUN YOLCULUĞU

Kitap bu başlıkla Yazılı Kağıt Yayınları’ndan 2019 yılında çıkmış. Nermin Akkan imzalı yapıt. Dört çocuk annesi olan AKKAN 1955 Tokat ili Almus ilçesi Kadıköprü köyü doğumlu. Değişik eğitim kurumlarında öğretmen, yönetici ve refleksolog olarak görev yapan Nermin Akkan yazın evrenimize şiir, öykü ve denemeler yazarak katkı sunuyor. Yazarın HECE MAVİSİ ve AYRIKSI ÇİÇEKLER adlı iki şiir kitabı var.
Kitaba adını veren Ceren 'Down Sendromlu' olarak dünyaya geliyor. İşte bu olaydan sonra bambaşka yaşam denemelerinin peşine düşüyor Nermin Akkan ve kızı Ceren’le birlikteki uzun yolculuğa çıkıyor.
Yapıtın girişinde “Öğrenemeyen çocuk yoktur; öğretemeyen anne, baba ve öğretmen vardır.’’ savını ortaya atıyor. Bundan dolayı yurt içinde ve yurt dışında çeşitli eğitim programlarına katılan AKKAN Anne, özel eğitim formasyonu alarak bu uzun soluklu yolculuğa kendini hazırlıyor.
SEVGİ YUMAĞIM, üst başlığı ile başlıyor anlatı. “Dünyanın en güzel kız bebeğinin dünyaya getirmiş bir anne olmanın gurur ve mutluluğunu yaşıyorum” diyerek akıp gidiyor öteki tümceler.
Bir öyküyü zamandan, mekândan, karakterlerden, kısacası alışılageldik bütün kısıtlamalarından arındırırsanız geriye ne kalır?
Nermin AKKAN, bu zor ve kışkırtıcı soruyu yanıtlamayı kabul edip, ortaya saf bir yol öyküsü çıkarıyor. Bu yolculuk sırasında tanıdık olunan adlar, tanıdık yerler, tüketilen günler yer almıyor salt. Yaman bir gerçeklikle nasıl yüzleşildiği de ortaya konuluyor.
Gerek sosyal medyada ve gerekse çeşitli kültürel yoğunlaşmalarda, şiirleriyle okurlarının karşısına çıkarak haklı bir yerde duran Nermin Akkan, bu kez şiirsel olanaklarla beslediği bu yol öyküsünde, hepimizi bütün dünyadan uzak, ancak bütün dünyanın yükünü üzerinde taşıyan özel anlatısına çağırıyor okurunu.
Yapıtta, çağın gerçeklerinden yola çıkılarak bir gelecek hayalinin nasıl kurulduğuna tanık oluyorsunuz. Öyle bir gelecek ki bu, günü yaşamayı reddeden bir kararlılık içeriyor. Bazen dış evren ile tüm iletişim kısıtlanmak zorunda kalınıyor. Down Sendromlu bir kız çocuğunu yaşama katma kavramları yeniden tanımlanıyor. Sağ kalabilmesi, her ortamda yaşayabilse de 'dolu dolu yaşıyorum, demek için bundan fazlası gerekiyor Ceren’e ve değişen dünyayla birlikte anlamlar, algılar da edinmesi sağlanıyor.
Büyüme sancıları büyük yer tutuyor bu yolculukta. Sevgi, şefkat ve aileyle kurulan-kurulmaya zorlanan ilişkiler; insanın ruhuyla, düşünceleriyle, bedeniyle ve geçmişiyle giriştiği bir hesaplaşma damgasını vuruyor yapıta.
Doğuşundan başlayarak yaş aldıkça herkesten *farklı* olduğu bilinen, duyumsanan Ceren’in yaşamı ve o yaşama koşullanan annesinin savaşımları o değin etkileyici ki!  Her deneyimle Ceren’deki farklılığın sadece fiziksel olmadığını kavrayan Değerli AKKAN, Ceren’in kimliğini, kişiliğini ararken hiç bilmediği gerçeklerle karşılaşıyor; yaşamın gizleriyle de yüzleşmek zorunda kalıyor. Yetmiyor; neredeyse her davranışıyla “tadını” alabilmesi onu daha da sıra dışı ve merak uyandırıcı biri haline getiriyor.
Bir anne olarak yetiştirdiği kızıyla olan çok özel ilişkisini de gün yüzüne sergilemekle kalmıyor; sözcüklerle belli tatlar verilen duyguların, ‘acı’da bile eşine ender rastlanır bir biçem kullanma ustalığı CEREN’SİZ OLMAZ’ı daha da sürükleyici, meraklanmayı kamçılayıcı duruma dönüştürüyor.
Annenin ‘engelli kızını yaşama katma uğraşı’ sırasında insancalığın, kültleşen kurgularının kişiselleşen travmalarla nasıl kol kola ilerlediğini ve şimdideki geleceğe ulaşma güdüsünün araladığı ufka nasıl sürüklendiğini çok çarpıcı gerçeklerine tanık oluyorsunuz.
Yaşamından kesitleri yer yer somutlayıp ustalıkla yeniden kurgulayan yazar, kızı Ceren’in ve kendi geçmişini sosyo-kültürel perspektif süzgecinden geçirmekten geri durmuyor. Ortaklaşa geçirilen travmaların kanattığı yaraları, yolculuk sırasında kesiştiği iyileştirici güçlerle sararken her bir anı, belleğindeki çatlakları sevgi ve şefkat olguları aracılığıyla sağalttığı süreçlere açılıyor.
CEREN’SİZ OLMAZ doğumla başlayan yaşama tutunmanın, umutla kederin, masumiyetle çıkışsızlığın, sevgiyle düş kırıklıklarının, masalla gerçeğin, anneyle canının öteki yarısının, insanla doğanın, birlikte akışının öyküsü…
Down Sendromlu bir çocuğun büyüme süreçleri sırasında yarattığı tahribatın, bir mucizeyi gerçekleştirmeyi göze alan anne elinde nasıl bir cevher damarına dönüştüğünü, içinde barınan o tutkulu direniş ve çözüm bulma inancıyla kalemini bileyen Nermin Akkan’ı ve bu yapıtı okumanızı şiddetle öneririm.

AYRIKSI ÇİÇEKLER’e gelince…

Can Topraaamm Nermin Akkan’ın Temren Yayınları’ndan Nisan 2019’da çıkan ikinci şiir kitabı. 63 sayfadan oluşan kitapta otuz yedi şiire yer verilmiş.
Kitabın alt başlığına, “Az akıl, çok yürek bir kadınatanın yürek teridir” açıklaması düşülmüş.
Şair’in şiir poetikasını yakından tanıyanlardan biriyim. Bu nedenle kitapla ve içindeki şiirlerle ilintili fazla açıklama yapmaktan özellikle kaçınmak istiyorum.
Özgün bir dil kurmayı çok iyi biliyor Şair. Yer yer yaşadığı coğrafyadan, üretim ilişkilerinden devşirdiği sözcüklerle çiçeklendiriyor şiirlerini.
Söz söylerken kendini kasmıyor, germiyor, şiir olsun torba dolsun aceleciliğine düşmüyor, yinelemeler tuzağından kaçınıyor. İroniyi yerli yerinde kullanıyor.
Kitabın 20. sayfasını açıyorum, karşıma FANİ adlı şiiri çıkıyor. Burada paylaşayım.
Nedensiz bekledim
Yön tayini yapmadan
Hadi!

Seslerse yüreğim
Gelecektin
Hani?

Çıtkırıldım bir beklentiydi
Topu top bir nefeslik
Yani

Boş ver
Bozma rahatını
Gittim
Fani

GAMZE GÜREL
TÜRKİYE’NİN EN İYİ EĞİTİM SİSTEMİ

Sizce bir tıp doktoru, ağaç aşılayabilir mi?
Makine mühendisi, inekten süt sağabilir mi?
Diyelim bir mimar hangi toprağı nasıl işleyebileceğini bilir mi?
Avukat örneğin, su tesisatındaki arızayı tamir edebilir mi?
(İstisnalar dışında, kişilerin ilgi alanlarına girmiyorsa tabii ki hayır!)

‘’ Köylü milletin efendisidir” demiş Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk. Neden mi demiş? Çünkü bir ülke de sadece sanayi değil, tarım, sanat, zanaat da önemlidir. E tabi işleyecek hammadde olmazsa ne üretecek sanayici? Toprak işlenir, demir dövülür, makinalar çalışır.
Anımsar mısınız, bir zamanlar köy enstitülerimiz vardı. Yeni kuşaklara özetlemek gerekirse;
1. Dünya Savaşından sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nde (1930’lu yıllar) 17 milyon nüfusun, 13 milyonu köylerde yaşıyordu. Savaş sonrası yıllar, yorgun ve fakirleşen halka eğitim ve öğretim verilmesi gerekiyordu. Kırsal kesimin kendi kendini kalkındırması amacıyla “Köy Enstitüleri” kurulması tasarlandı.
Anadolu’da okul ve öğretmen eksikliği konusu da gündeme gelince 17 Nisan 1940 tarihli kanun ile dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü önderliğinde; Milli Eğitim Bakanı, Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un çabaları sayesinde, resmi olarak “Köy Enstitüleri” hayata geçirilmeye başlandı.
Cumhuriyet tarihinin ilk kızlı-erkekli karma eğitim sisteminde;
“Erkekler: demircilik, dülgerlik, yapıcılık
Kızlar: Dikiş-biçki örgü ve dokumacılık, ziraat sanatları
Şubelerinden birine geçirilir ve özel yetenekleriyle birleştirilerek öğretmen olacağı çevreye yarar sağlayacak duruma getirilirdi.
Köy Enstitülerinin vaziyet ve bina planları memleket mimarları arasında açılan yarışmalarla elde edilir. Bu projelere göre yollar, binalar, su, elektrik ve kanalizasyon tesisatı; ders tatbikatı ve temrini şeklinde öğrenci tarafından yapılır. Enstitülerde; mevcut öğrencilerin, öğretmenlerin, hayvanların besin maddelerini karşılayacak genişlikte ziraat işleri görülür. Deniz veya göl kenarındaki enstitülerde de balıkçılığa bu ölçüde önem verilir.
Kısacası enstitü öğrencisi iş hayatı içinde, iş vasıtasıyla iş için terbiye edilir.*
Böylelikle, köydeki aileler çalışmak için şehirlere göç etmiyorlar, herkes özel yeteneğine göre iş güç sahibi oluyor. Üstelik de işlerini severek yapan kişiler devletine ve milletine üreterek, okuyarak hayırlı insanlar oluyorlardı. Toprak işliyor, eğitim veriliyor ve üretim yapılıyordu.
Sonra ne mi oldu? Her iyi şey gibi siyasal nedenler uğruna bu enstitüler kapatıldı.
Değer verdiğim, kısmen tanıdığım kişiler arasında Köy Enstitülerinde eğitim almış öğretmen ve yazarlar var.
Geçen gün Gamzeli Sohbetler Programına, konuk ettiğim Sayın Hidayet Karakuş, yayından sonra beni, YENİ KUŞAK KÖY ENSTİTÜLERİ DERNEĞİ’ ne götürdü. (Kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır.)
Bu derneğin; kitap yayın faaliyetleri, söyleşiler, yazar işliği gibi, bilimsel ve kültürel anlamda faaliyetleri var.
YENİDEN İMECE adındaki dergileri, abonelik sistemiyle, okuyucularına aydın düşünceler sunuyor. Derneği Kuranlar ise Köy Enstitülerinden mezun olanların çocukları!
Ne harika değil mi? Meşaleyi devralmışlar Cumhuriyet ışığını yakmaya devam ediyorlar!
Evet yazımın başında da söylediğim gibi herkes akademik kariyer yapmak zorunda değil bu ülkede! Tamirciden çiçekçiye, dokumacıdan biçkiciye, dülgerlikten yapıcılığa tüm meslek dalları önemli üretimde.
Ve kimse cahil kalmaya mahkûm edilemez Atatürk’ün Cumhuriyetinde…
İsmail Hakkı Tonguç’un 1943 yılında yayımlanan AÜ Dil ve Coğrafya Fak. Dergisi’nin 5. Sayısındaki makalesinden alınmış bir bölümdür.
Kaynak.: Yeniden İmece Eğitim Bilim sanat Dergisi

YAŞAR ÖZMEN
ISSIZ ŞİİR

Sesi güçlü olmayan şiirin yankısı ıssızdır. “Issız” sözcüğünün anlamı sadece yalnızlık değildir; yalnızlık tercih edilen bir durum olabilir. Oysa ıssız aynı zamanda kimsesiz olmaktır; zorunlu bir yalnızlıktır. Yaşamın döngüsünün sessizliğidir, edilgenliğidir. Geleceğe dair bir değer üretmeyecek olmasıdır. Dünyaya yaydığı iletiler ıssızlaştıkça, yani sesini yitirdikçe şiir de bu yalnızlığı zorunlu olarak yaşayacaktır.
Şiirin son zamanlarda göz ardı edilen ve hoyrat davranılan ana ögesi sestir. Şiirde ses konusunu ele alıp içerisinde ne var ne yok diye kurcalayalım istiyorum bu yazıda. Türk şiirini, garip şiiri, ikinci yeni veya 2000 ler şiiri diye kategorize edip sorgulamak niyetinde değilim. Şiir tarihi bir bütündür ve sorgulamak istiyorsak, sanat eserini doğuran çağ, olgu ve teknikler bağlamında ele alarak sanat bilimi açısından sorgulamak gerekir.  Kaldı ki şiirde ses konusuna bakış, garip ve ikinci yenide nasılsa üç aşağı beş yukarı bugünün şiirinde de benzerlik gösterir; hatta daha fazla sesten uzaklaşılmıştır diyebiliriz.   
Şiirde ses, şiir yazılarında üzerine gidilmeyen, araştırılmayan, onun bunun olumsuz söylemlerine inanılan bir bileşendir. Uyak; yapaylık gibi görülür, gelenekçilikten kaçış kapısı olarak düşünülür ve çağdaş şiire evrilişin kör bir konusu gibi algılanır. Divan şiirindeki ağdalı ses ağırlığından kaçışın yarattığı bir olumsuzluktur bu. İncelemeden yargılamak, Türkçenin ses bilgisi açısından değerlendirmeden yorumlamak ve çağdaş sanattaki gelişmelerin doğru okunamayışı gibi daha pek çok neden sayabiliriz.
Şiir, bütün sanat dallarının temel katman[1]larını içinde barındıran bir dil sanatıdır; biçim, anlam, anlatım, ses, coşum, çağrışım ve estetik katmanları gibi. Şiirin ayrıntılarına girdiğimizde öykü ve roman gibi dil sanatlarından ayrılan pek çok yönü vardır. En az söz, en uygun ses, en çarpıcı anlatım, aklı sendeletici anlam ve duyguyu ele geçirme çabası... İşte bunların hep birlikte yarattığı sinerji şiir denen sanat eserini ortaya çıkarır.  Şimdi kendimize şu soruyu sorabiliriz. Bu saydığımız özelliklerden bir tanesi zayıf olsa ne olur? Tabii ki şiir olur; ancak arzu edilen sinerjiyi yaratır mı? Daha ileri aşamasını düşünürsek, insana ve insanın zaman içindeki algısına katma değer oluşturur mu? Yani bir sanat eseri olarak estetik etkisini ve kalıcılığını sürdürebilir mi?
Dünya şiir tarihine baktığımızda, zaman içinde canlılığını sürdüren şiirler kendi dillerindeki söyleniş biçimiyle güçlü sesi olan şiirlerdir. Elbette sesi zayıf olan şiirler de vardır zaman doğrusunda yerini almış; ancak bunlar ya anlam ya da anlatım gibi vurucu değerler ile bazı zayıf noktalarını görünmez kılabilmişlerdir.
Çağdaş şiir bağlamında nasıl bir sonuç üretirsek üretelim, şiirin vazgeçilemez üç temel ögesi vardır. Bunlar aynı zamandan sanatın üç temel sütunudur;  “anlam, anlatım ve ses”tir. Sesi ele alırken anlam ve anlatımı bir kenara koyma gibi bir lüksümüzün olmadığını hemen söyleyebiliriz. Şiirdeki ses, anlam ve anlatımla ayrıştırılamayacak kadar bütünleşik bir konudur. Yani ne ses ne anlam ne anlatım birbirlerine göre öncelikli konulardır. Bir anlamda ses anlatımı yücelttiği gibi anlamı da güçlendiren bir konudur. Bunun tersi ise anlam ve anlatımın da sesi yönetmesi ve yönlendirmesi önemli bir özelliktir. Nasıl ki müzikte ses başat katmansa, şiirde de anlam başat katmandır. Örneğin heykelde biçim başat katman olmasına rağmen anlam ve anlatımı varlığa taşıyan bir olgudur. Kısaca söylemek gerekirse bu üç temel aöge birbiri içerisinde bir konudur; dil sanatları açısından birbirlerinden ayrı ve hiyerarşik konumda düşünülemezler.  
 Şiirde “ses”ten kastım nedir? Anlam ve anlatımla bütünleşen söyleyiş biçiminin ya da şiirin sessel yönünün anlam ve anlatımda yarattığı sinerjinin toplam şiirsel sonucudur sesten kastım.  Şiirde ses dediğimiz zaman iç ses uyumu ve dış ses uyumundan söz etmiyorum sadece. Bunların toplamının oluşturduğu şiirsel ezgi[2]den bahsediyorum. Nasıl ki her insana özgü taklidi mümkün olmayan konuşma ezgisi varsa, nasıl ki kendi tekniği ile oluşturulan müziksel ezgi varsa, şiire özgü oluşturulabilen bir “şiirsel ezgi”nin de olması kaçınılmazdır.  “Şiirsel ezgi nedir, bileşenleri nedir, nasıl oluyor, nasıl kurulmalıdır, duyguyu duyarlı hale getirme yeteneği nedir” gibi soruların ayrıntısına bu yazının hacmi gereği girmeyeceğim. Saf sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi isimli çalışmamda “ses katmanı”nı ayrıntılı olarak inceledim, şiirsel ezgiyi ayrıntılarıyla açmaya çalıştım;bakabilirsiniz.
Her estetik yaşantı ve estetik tavır duygusal bir temele dayanmak zorundadır. Algı, duyu, duygu ve beklenti sarsılmalıdır ki estetik yaşantıya girilebilsin. Duyguları hareketlendiren en önemli duyular, özellikle görme ve işitme duyularıdır. İnsan oğlunun duyuları temelde on dört çeşit olarak bilinir. Ancak görme ve işitme duyusu ki bunlara entelektüel duyular da denmektedir; duyusal dünyanın ve duygu durumunun baş aktörleridir. Örneğin işitme duyusu sadece fiziksel seslerin duyulmasında etken değildir; aynı zamanda gerçek üstü ve metafizik dünya ile ilişkinin kurulmasında önemli bir duyudur. Şiirsel Ezgi, bir şiirin anlam, mimik, jest ve duygusal davranışlarını açığa çıkaran vazgeçilemez fiziksel özelliğidir. Bununla birlikte anlam, anlatım, çağrışım ve coşum gibi katmanların şiirsel ezgi üzerinde önemli bir etken olduğunu günlük yaşantımızda ayırt edebiliyor olmalıyız. Şiirsel ezginin; duyuların algı gücünü artırmak, bir şiirin anlamını, duygu değerini en etkin ortaya dökmek, söz söyleyiş biçimini, ses benzeşimlerini kullanmak gibi birçok teknik ve beceri gerektiren yanı vardır. Öncelikle, okurun şiirsel ezgiyi oluşturabilmesi, şairin şiirsel ezgiyi yönlendirecek ses uyum niteliğini yerinde kurmasına bağlıdır. Yani şiirde sese ilişkin kurulan temel ne kadar sağlamsa okur da o oranda ses uyumunu yetkin kullanabilecektir. Şiirsel ezginin etkinliği, şairin şiirinde dilin ses olanaklarını kullanabilme becerisine bağlıdır.
Şiirsel ezgi, şair tarafından şiire özgü oluşturulmuş ses, anlam ve anlatım düzenine uygun biçimlenmiş ve okur tarafından parçalarüstü[3] birimler yardımıyla oluşturulan ses düzenliliğidir. Ton, vurgu, ritim, süre, durak gibi parçalarüstü birimler, ünlü ünsüz uyumu, sesli harflerin ince kalın, düz yuvarlak gibi pratik ses özellikleri önemlidir. Bunun yanında patlayıcı, sızıcı, akıcı, tonlu, tonsuz, titrek seslerin kaynaşması şiirde ses uyumu açısından dikkat edilmesi gereken ölçütlerdir. Ne var ki Türk şiirinde ses katmanı hem önemsenmemiştir hem de araştırılmamıştır. Buna karşın, garip şiiri de dâhil olmak üzere günümüze kadar yazılmış şiirler arasında ses açısından çok güçlü şiirlerin olduğu gerçektir. Türkçenin ses yapısı, ünlü zenginliği, özellikle ses benzeşim zenginliği ile ardışık sözcüklerin kaynaşmasından doğan ses düşmeleri ile söyleyiş akıcılığı gibi pek çok özellik şiirsel ezgiyi kolaylaştırmaktadır. İncelediğim kadarıyla Türkçe, şiirsel ezginin etkin bir biçimde oluşturulması için diğer dillere oranla oldukça uygun bir dildir.
Sözcük, söz öbeği veya dizelerin anlam değerleri yanında her birinin kendine özgü duygu değerleri vardır. Okurun bunları algılaması, anlamlandırması ve duygusal bir atmosfere girmesi ses ve anlam üzerinden olan bir durumdur. Şiiri sessiz okurken şiirin sesini fiziksel olarak duymasak bile sözcüklerin sesini duygusal olarak yaşamak zorundayızdır; çünkü sözcükler insan belleğinde ses ve anlamla birlikte depolanmışlardır. 
Şiir ile ilgili yazılardan, yorumlardan, konuşulanlardan ve güncel şiirlerin sessel özelliklerinden anladığım kadarıyla, ses katmanının (şiirde sesin) öncelikli olmadığı, olsa da olur olmasa da olur türünde bir yaklaşım sergilendiğini söyleyebilirim. Şiirde ses ile ilgili yazı, yorum ve incelemenin çok az sayıda olmasına, olsa da doyurucu araştırma ve incelemeler olmadığına bakılırsa bu konuya hiç önem verilmediği sonucu doğar. Örneğin uyak, geleneksel, yenilikçi olmayan, devrimci olmayan, kendi kendini tüketen, anlamı ve anlatımı sınırlayan bir kavram olarak düşünülmektedir. Hatta şiir uyaklı ise, bayağı bir şiir algısı yaratılmıştır. Bilimsel gözle bunlara baktığımız zaman, bu söylentilerin hepsinin birer palavra olduğunu hemen görebiliyoruz. Son yüz yılda yazılan yorum ve incelemelere bakınız, şiirde uyak ve ses düzenine ilişkin öne sürülmüş doyurucu bir araştırma var mıdır?
Ritim ve vurgu gibi ses birimlerinden şiir yazılarında çoğunlukla bahsedilir. Şiirde “parçalarüstü” birimlerin bütünleşik varlığından ve “şiirsel ezgi” ile ilişkisi açısından bir inceleme yazın dünyasında görmedim. Şairin ton, vurgu, ritim, iç ve dış uyak olmak üzere ses katmanına yaklaşımı mutlak doğru ve başka bir yöntem yok gibi bir algı oluşturulmaya çalışılmıştır. Sesin şiir üzerinde oynadığı role, çağrışım, coşum ve anlam üzerindeki etkisine, estetik katmanına sağladığı estetik değere ilişkin sorulara yanıt aranmamıştır şiir literatüründe.
İşitme duyusunun bütün duyu biçimlerini etkisi altına aldığını, duyarlılık yaratmakta başat konumda olduğunu bilmek ve buna göre hareket etmek gerekir şiirde.  Çünkü şiirin ezgisel bir olanağı vardır ve bu olanak şiirin sanatsal etkinliğinin önemli bir bileşenidir. Ses, şiirin şiir olma nedenlerinden sadece bir tanesidir. Zihni ve duyguyu estetik tavra yöneltmek amacıyla şiirde ezginin gücünü kullanmak ise sanatsal bir beceridir. Şiirde ezgi hem şair için hem de okur için önemli bir bileşendir ve şiirin varoluş maksadını gerçekleştirmeye yönelik temel bir özelliktir. Biz biliyoruz ki öykü diye bir tür vardır. Şiirin pek çok özelliğini öykü dediğimiz tür içinde barındırır; az söz, ses ve ses uyumu hariç. Sesin duyguyu işleme gücünü ve ezginin duyarlılığı oluşturma gücünü kullanmayacaksak neden şiir yazıyoruz ki? Öykü yazalım; şiire göre daha kolay. 
Son yıllarda okuduğum şiirlerin büyük bir kısmında, ses konusu o kadar dışlanmış ki şiir mi okuyorum, öykü mü okuyorum, çok zaman ayırt etmekte güçlük çekiyorum. Sesi dışlamak şiirde aynı zamanda öykü gibi anlatımcılığı da beraberinde getiriyor. Algıyı sersemletmek dil oyunlarıyla yapılabilir. Anlamın gücüyle de yapılabilir. Bunlarla estetik değer üretilebilir. Ancak duyguyu öyle kolay ele geçirip okuru estetik yaşantıya sokamazsınız. İşitme duyusunun insan üzerinde yarattığı iç dünyayı ve duygu durumunu başka hiçbir enstrüman ile yapabilme olanağına sahip değiliz. Dikkat ederseniz dinler, siyasi, ticari ve kurumsal yapılar, ezginin olanaklarını en güçlü bir şekilde kullanırlar. Şiirsel Ezgi’nin imgesel bir yönü vardır ve ezgisel imgenin gücü diğer imgelere göre daha can alıcıdır, daha sarsıcı ve sersemleticidir. İnsan yaşamının sesle olan toplam ilişkisinin izlerine götürür şairi, okuru ve dinleyiciyi. Ayrıca şiirsel ezgi, anlamı, anlamın gücünü, anlamın yön değişimini, anlatımı ve anlatımın gücü ile çağrışım ve coşumun düzeyini doğrudan etkileyen bir özelliğe sahiptir. Dilde ses, ses uyumu ve ezgi, anlam ve anlatımda büyüleyici ortamı oluşturan ana kulvardır. Hatta bütünleşik sanatlarda ezgi vazgeçilemez bir ögedir, örneğin sinema gibi… Niçin şiirin elinden sesi alıp öyküleştirmeye çalışıyoruz? Neden şiiri dil oyunu haline dönüştürüyoruz ki? Sesin duygu üzerindeki, anlam üzerindeki ve bunlarla birlikte çağrışım, coşum ve estetik değer üzerindeki etkisini neden görmezden geliyoruz? Şiirde asıl amaç duyguyu arzu edilen kıvama taşıyıp estetik tavır yaratmak değil midir? Ses gibi sanatta en güçlü duyarlılık yaratma aracını şiirin elinden almayı haklı gösterecek bir tane gerekçe öne sürülebilir misiniz?
Şiirde ses dediğimde bildiğimiz, zihinlerinizde klasikleşmiş uyaktan bahsetmediğimi bir kez daha belirtmek istiyorum. Ünlü, ünsüz, ince, kalın, yuvarlak, tonlu, tonsuz, çınlamalı, patlayıcı, titreşimli ses uyumundan dizeler arası seslerin geçişine ve anlamsal uyumdan şirin bütünlüğüne kadar top yekûn bir ezgi altyapısından söz ediyorum. Kısaca söylemek gerekirse, anlam ve anlatımın ses ile bütünleştiği, şiirin duyguyla en güçlü etkileşime girdiği bir ses düzenidir bu. 
Ses konusunu ele almışken şunu da vurgulamak gerekir. Estetik bilimi, eserdeki estetik değer varlığı yanında insandaki estetik algı konusuna da önem verir. Çünkü estetik beğeni insanla şiirin karşılıklı etkileşimi sonucunda doğar. Şair dostlar! Toplumumuzdaki şiir algısı ses ve anlamın bütünleşik varlığında konumlanır; eğer şiir hala bizim bildiğimiz şiirse. Eğer şiir, üzerine giydirilen torba kavramlarla günümüzde kılık değiştirmediyse… Ve ıssız şiir algısı güncelliğini korumuyorsa…
20 Haziran 2018 Narlıdere




ŞİİRLER

NEVZAT ÇELİK

ŞAFAK TÜRKÜSÜ

1
Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama

Kaç zamandır yüzüm tıraşlı
Gözlerim şafak bekledim
Uzarken ellerim
Kulağım kirişte
Ölümü özledim anne
Yaşamak isterken delice

2
Bugün görüş günü
Günlerden salı
Islak
Sarı bir yağmur
Ülkemin neresine bakarsa ay
Orada yitik bir anne ağlıyor
Sen aralıyorsun yağmuru
Acıdan sırılsıklam alnına siper edip elini
Sonra bir umut koşuyorsun
Yüreğin avcunda
ısırırken
çırpıntı gözlerini
(ah verebilseydim keşke
yüreği avcunda koşan
herbir anneye
tepeden tırnağa oğula
ve kıza kesmiş
         bir ülkeyi armağan)
koşma anne
birdenbire batacak olan
düş denizinde yarattığın umut sandalıdır
oysa benim için gece
ışık hızıyla koşan
kısa ve soğuk bir zamandır
bu yüzden boğuk seslerle geldiler bir şafak
uykusuz
yorgun
ve korkak

3
sanırım baytardı
yüreğimin depreminde rihter ölçeği çatlarken
ölebilir raporu veren beyaz önlüklü doktor
boşver hipokrat amca
üzülme ne olur
sen de anne
sen de üzülme
hücremin dört bir köşesinde el ayak izlerimi
ciğerlerimde yırtılan bir çığlıkla hazır beklediğim
ve korkunç bir sabırla birbirine eklediğim
korkak kahraman gecelerimi
düşlerimle sınırsız
diretmişliğimle genç
şaşkınlığımla çocuk devrederken sıradakine
usulca açılıverdi
yanağımda tomurcuk

pir sultan’ı düşün anne
şeyh bedrettin’i
börklüce’yi
torlak kemal’i düşün anne
hala kanaması nedendir faşizmin göğsünde
utangaçlığı bile vuramadan yanaklarına yasının
onsekizinde ölümüne pervasız yürüyen
ince bilekli çıplak ayaklı tanya’nın
deniz’i düşün anne
her mayıs şafağında uzun
uzun döverken darağaçlarını
ve o şafaktan doğma
onbir yaşını çiğneyip yürüyen çocukları
insanları düşün anne
düşün ki yüreğin sallansın
düşün ki o an
güneşli güzel günlere inanan
mutlu bir yusufçuk havalansın

4
sıcak omuzlar değerken omzuma
buz üstünde yürüdüm yıllar boyu
bayraklar ve türkülerle
kopunca memelerinden o mükemmel yaşama

kurşunlar sıktılar alnıma
açık alanlarda ağır
kartalların konup kalktığı
yalçın kayalardan biriydim
ölüp dirildim yeniden
güneşli güneşsiz akşamlarda

mutlu yarınlar adına
özgürlük adına ekmek adına
üstüne vardım kuyruğu kanlı itlerin
dirilip dönmesin diye hiroşimalar
tahtadan atların boynuna çıplak
ölümlerle yatmasın diye çocuklar
aç gözlerle bakmasın diye çocuklar
kardeşlik adına
havadaki kuş denizdeki balık adına
yürüdüm yıllar boyu

dönüp bakmadım arkama
ıraktı gözlerim çok ırak
izim kalır mı bilmem yürüdüğüm yolda
kalsa da silinir gider
yalnızca bir ağıt gibi çakılır
ardımca gelenlere gözlerimi yaktığım yer

5
tören adımlarıyla ölmek
ne garip şey anne
kanlı karanlık bir oyunda baş oyuncuyum
bütün gözler üstümde

sürüyor gecenin karnında şafağa bakan oyun
masa üstünde üşüyen bir sigara
yanında küçücük bir cam bardak
içinde rengi bu gecenin
cılız titrek bir kibrit
kağıt kalem
sandalye
geride flu
yağlı
büküm büküm bir ip
ve çingene kuralına uygun
değişmez dekoru mudur
idam mahkumunun

6
kırılacak cammışım gibi davranıyorlar
yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün
oysa birazdan boynumu kıracaklar
pul pul dökülecek yaz siyasi eylül’ün

ben ölümü asıl az ötede titreyen
çingenenin kara killi ellerinde gördüm
anladım ki küllenen sigaradır
soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm

yani benim güzel annem
alacaşafağında ülkemin
yıldız uçurmak varken
oturup yıldızlar içinde
kendi buruk kanımı içtim

7
ne garip duygu şu ölmek
öptüğüm kızlar geliyor aklıma
bir açıklaması vardır elbet
giderken darağacına

8
geride
masa üstünde boynu bükük kaldı kağıt kalem
bağışla beni güzel annem
oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana
elleri değsin istemedim
gözleri değsin istemedim
ağlayıp koklayacaktın
belki bir ömür taşıyacaktın koynunda

usul adımlarla yürüdüm ömrümü
karşımda kurum kurum-laşan darağacı
(tarlakuşu korkmaz ki korkuluktan
ökse de olsa dört bir yanı)
birdenbire acıdı boynum
gelecekler var birbiri ardınca genç
yakışıklı

ne olur işçi kadınım
az yumuşak dik
şu kefenin yakasını

9
yaşamak ağrısı asıldı boynuma
oysa türkü tadında yaşamak isterdim
çiçekleri kokmak ırmakları akmak
yaz boyu çobanaldatanlara aldanmak
su başlarında aylak sektirmek kavalımı
sonra bir çocuğun afacan bacaklarında
anavarca kayalıklarına tırmanmak isterdim
o güzel günleri görenler arasında
bir soluk ben de yaşamak isterdim
bir de luvr müzesinde seyretmek gizliden
öperken siya-u jakond’u tebessümünden
işte o an saçlarından yakalamak dolunayı
bir de yirmibeş kilometreden görebilmek
nazım’ın gözleriyle pırıl pırıl moskova’yı

ölmek ne garip şey anne
bayram kartlarının tutsaklığından aşırıp bayramı
sedef kakmalı bir kutu içinde
vermek isterdim çocukların ellerine
sonra
sonra benim güzel annem
damdan düşer gibi
vurulmak isterdim bir kıza

10
künyemi okudular
suçumuz malum

gecenin kıyısında durmuşum
kefenin cebi yok
koynuma yıldız doldurmuşum
koşun çocuklar çocuklar koşun
sabah üstüme
üstüme geliyor
yanlış mı duydum yoksa
erkenci bir horoz mu ötüyor
keskin bir acı bilenmiş
gitgide yaklaşıyor sonum

iri sözlerim yoktu söyleyecek
usulca baktım yüzlerine
bin yıllık iskeletleri çatırdayarak
göçtü ayaklarının dibine

korkutamadılar beni anne
avlunun ortasında çatık bir kaş gibi duran
darağacı
bir zaman rüzgarda
saçını tarayan telli kavak değil mi
boynumdaki kemendi bir öğle sonu bükerken o kız
sarı sıcak sevdasını düşünmedi mi
söyle anne
o çingene
bir çiçek bahçesi kadar sıcak sokağımızdan
bağıra çağıra geçen bohçacı kadını
sevmedi mi çılgınca

11
kurulmuş tuzaklar yok artık yolumda
işkenceler zindanlar hücreler
savunmak yok mutlu tok bir yaşamı
açlık grevlerinde beynimi bir sıçan gibi kemiren
mideme karşı
kısacası
bir çiçeği düşünürken ürpermek yok
gülmek umut etmek özlemek
ya da mektup beklemek
gözleri yatırıp ıraklara

ölmek ne garip şey anne
artık duvarları kanatırcasına tırnağımla
şaşkın umutlu şiirler yazamayacağım
mutlak bir inançla gözlerimi tavana çakamayacağım
baba olamayacağım örneğin
toprak olmak ne garip şey anne
ceplerimde el yerine balyoz taşırken
korkunç bir merakla beklerken kurtuluş haberlerini
ve yüreğimin ırmakları taştı
taşacakken
ölmek ne garip şey anne

uçurumlar ki sende büyür
dağdır ki sende göçer
ben yaprak derim çiçek derim
çam diplerinde açmış kanatlarını kozalak derim
gül yanaklı çocuğa benzer
yine de
oğlunu yitirmek kimbilir
ne garip şey anne

12
beni burada arama anne
kapıda adımı sorma
saçlarına yıldız düşmüş
koparma anne
ağlama
kırıldıysa düş evinin kapısı
bütün kırık kapıların çağrılışıyım
kızların yanaklarında çukurlaşan
biten başlayan aşkların ortasındayım
her kavgada ölen benim
bayrak tutan çarpışan
her kadın toprağı tırnaklayarak doğurur beni
özlem benim kavga benim aşk benim
bekle beni anne
bir sabah çıkagelirim

bir sabah anne bir sabah
acını süpürmek için açtığında kapını
umarım kurtuluş haberleriyle dönmüş olur
çam ve kekik kokuları içinde acı yüzlü çocuklar
o zaman nasıl indirilmişlerse şen şakrak
öylece kalkar uykudan şalterler
dişleyip tükürmeden sigaralarını
türkü tadında giyinirken işçiler

bir sabah anne bir sabah
acını süpürmek için açtığında kapını
adı başka sesi başka nice yaşıtım
koynunda çiçekler
çiçekler içinde bir ülke getirirler
başlarını koymak için yorgun dizine
sen hazır tut dizini anne
o mükemmel güne
Ağustos-Ekim 1983


HİDAYET KARAKUŞ

ÖLÜLER BİZİ GÖRÜR

otelin girişinde kurduk barikatları
kaygılardan tasalardan umutlardan
gözlerimizde düşünceler
beynimizde sözcük demetleri

yanaklarımda geziniyor
tanrının buzdan eli
parmak uçlarımda
uzak denizler karıncalanıyor

gül'dük kül olduk bir akşam üstü
el yazılarımız aktı göklere
yazılarımız ki bayrağımızdır
rengini özgürlüklerden alan

o'ydu göğsüme verdi sevincinin ateşini
merdivenlerde tırabzanların dibinde
saçlarının dağılan sarışınlığında
baş döndürücü baharlar
kapandı yüzümüze bize küstü
odalar telefonlar loş aynalar

sırma saçlarıyla öpüyor şimdi
derisi birinci derece yanık
omuzbaşlarımı
ürperiyor göz kapaklarım
sabahı çarşaf gibi serdiğimiz morgta
biraz daha sarılsa ayağa kalkacağım

dokunsam dirseklerim üşür
dokunsam dudaklarım donmuş
dokunsam isli derimin gözenekleri
gül yanaklarını kurutur
göğsüme sokulu bir bağ bıçağıdır
kubilay'dan beri ölümün mor damgası

yine de yaşıyoruz çok şükür
duvar ilanlarında kitap resimlerinde
tutanaklarında mahkemelerin
iftiralar karalamalar ince sefil
bizden ölümlerce uzak çizgiler
aykırı dursa da bedenlerimiz
yaşamın içinde yaşıyoruz şükür

gün doğdu karınca kanatlarında
uyandı sofralarda çay bardakları
çeşmelerde su tarlalarda buhar
uyandı çayır kuşları
ışık gibi dolaşıyor ruhumda kanım
her şey bir öpücüğe bakar
hadi deseler uyanacağım

biriniz öpsün beni
unutsun yakıldığımı tuzaklarda
kalp atışlarımı uyandırsın bir an için
söylesin usanmadan yarınlara yüzümü


YORGOS SEFERİS

ANDROMEDA

Çeviri: Ari ÇOKONA


Kanıyor yine göğsümdeki yara
yıldızlar alçalıp bedenimle bir olduklarında
tabanlarının altına suskunluk çöktüğünde insanların.

Yıllara gömülen bu taşlar beni nereye kadar sürükleyecek.?
Denizi kim tüketebilir ki denizi.?
Her sabah vakti akbaba ile şahini selamlayan elleri görüyorum,
acılar sayesinde bağlı olduğum kayadan,
ölülerin kara dinginliğini suluyan ağaçları görüyorum.
Sonra da sabit gülümseyişini heykellerin.

Bu hac yolculuğuna çıkan bizler
kırılmış heykellere bakarak dalıp gittik
ve hayatın bu kadar kolay yok olmadığını
ölümün daha keşfedilmemiş yolları bulunduğunu
kendine özgü bir adalete bağlı kaldığını düşündük

ve biz sertlikle, zayıflıkla birleşerek,
taş içinde birbirimize bağlanarak
ayaklarımızın üzerinde dimdik ölürken
eski ölülerin çemberin dışına çıktığını,
dirilip tuhaf bir dinginlikle gülümsediğini.


BİR ANIT DİKTİM
ALEKSANDR SERGEYEVİÇ PUŞKİN

Öyle bir anıt diktim ki kendime,
Yapılamaz insan eliyle.
Yığınla insan da birikmeyecek önünde.
Uysal başı anıtımın,
Aleksandr'ın sütununu çoktan geçti.

Hayır, tümüyle ölmeyeceğim.
Ruhum, kutsal lirimle kalarak,
Kurtulurken çürümekten,
Tozlarım yok olacak.
Ben de ünleneceğim,
Duyulacak ünüm her yerde,
Yeryüzünde, ayın altında,
Tek bir şair yaşadıkça.

Söylentim büyük Rusya'yı dolaşacak.
Ses veren her dilde anacaklar adımı;
Onurlu Slav torunum, Finli,
Şimdilerde vahşi olan Tunguz,
Bozkırların dostu Kalmuk.

Uzun yıllar sevgilisi kalacağım bu halkın,
Lirimle yarattığım duygular için.
İnsafsız çağımda ben,
Özgürlük duaları okudum ve düşmüşlere şefkat dilendim.

Tanrı emridir ilham perisi, biraz söz dinle!
Dargınlıktan korkmadan, başına taç istemeden,
Duayı ve iftirayı, kabul et, aynı ilgisizliğinle,
Ve kınama hiçbir aptalı.



AYHAN ARITÜRK


BU TARAFTA




Karanlık yüreğimde parlayan

Yanımda anlam ve değer kazandıran

Bilgeliğe ve ışık sevgisine ulaştım

Sıradan yaşamımdan sonra.



Ayak izlerini ararım tozlu yollarda

Sen de doğudan gel aydınlat

Dönemecini yaşıyorum ömrümün

Tapınma tutkusu olmuşsun içimde.



Baştan başa dal çiçeğim pembe

Yer yüzüne geliş sebebim

Akıyorsun içime durağan kal

Seninle yaratıyorum bu tarafta cenneti.

                                            Şubat 2020 MERSİN




DİZDAR KARADUMAN

SIĞLAŞMA

zaman ezip geçiyor bir buldozer gibi
ufaladığı duygularımı
geri döneceğimden emin değilim
yaşadığım cehenneme

bu kendini saklama telaşın
korkutuyor beni
sıradanlığa sürükleniş mi
seni en çok endişelendiren

kabusun oluyor
emzirip de doyuramadığın arzuların
herkes kendine yeni bir rüzgar edinmeli
eylemsizlik çürümenin sinsi arkadaşı
yok oluşun sonsuz durağıdır

o zaman içindeki sese kulak ver
o bakışlarındaki sevinci çoğalt
bu dünyada bir sesin olsun
içinin karanlığına çekilme sakın
dünya yüzüne gülen bir sevgili olsun


HÜSEYİN ÇAĞIRGAN

HER ŞEYE RAĞMEN


Onlar ki
hüzün coğrafyasındaki
keder ikliminin insanları
dünyayı sırtlarına vurmuş birileri
hayret! Yıkılmak sözcüğünü hiç duymamışlar
kimi yoksul, terkedilmiş öbürü
yaşamı parçalanmış diğerinin
ama yaşıyorlar acıya inat
kafa tutuyorlar her türlü kötülüğe
yürüyorlar dimdik umutsuzluğun üzerine üzerine


Onlar ki
adları hiçbir başarı öyküsünde geçmemiş
aferin sözcüğüyle hiç tanışmamış kulakları
yaşadıklarını utancından anlatamayan çocuk
kafası defalarca duvara vurulan kadın
düşlerini kendi elleriyle toprağa veren ihtiyar
sevda uçurumunun kıyısında
gururu ayaklar altına alınan adam 
her şeye rağmen yaşıyorlar
tek bir sakinleştirici kullanmadan
                                                            11 Ocak 2019


FAİK GÜÇLÜ
ZAMANSIZ 

bütün rüyalarımda çocuktum elleri şekerden yapış yapış
uyandığımda kayboldum 
her seferinde kalabalık içinde boş bir haykırış
yüzlerce yüz içinde 
yüzbinlerce kirli yüze bürünmüş sesler bölüyor uykularımı
gün bitmeden içime içime siniyor çöküş
susun!
uyanmasın,
uyandığında gördüğüm kalabalık içindeki yapayalnız, nefes alıp veren hissizler...
fark ettim, aslında uzun cümleler bile yetersiz anlatmaya elinde bir gün olsun çiçek tutmamışları.
gem vuramadan akrebe, yelkovana, an'a yaşayıp gidemiyorum gittiğimi sanarak

dün sokakta biriyle karşılaştım tanıdık değildi herkes gibi yabancı 
yanımdan öylece geçti 
yüzlerce kişi içinde yüzbinlerce kirli yüz gibiydi yüzü
bir adım sonra tükürdüğünü gördüm insanlığın tam içine hem de orta yerine
nefes alıp veriyordur 
yürüdüğüne göre
şimdi bitirmek zamanı değil ama
uyumak isteği
ısrarla
inatla
çocuk olma isteği
yapış yapış
ellerle...



FATMA ARAS

ÖLÜ BİR DAĞIN KIZI

           -Yaşatan bir akşam karartması
            Edip Cansever

derdime, geceye 'dökül!' dedim
dört bir yanda anlamsız sesler
alfabenin 'ş' sesine takılmıştı çığlığım

Ört rüyanın üstünü, üşümesin dedi…
ölümden önce dağıldım, ölümden sonra duruldum
o giden gençlik sesimin arkasında süründüm
bir seviyi sıkıştırdım derime
bir yanardağdı aşk, gömlek oldu Şirin ile Ferhat’a

o gün işte, dağların kanatlarını kesmiş bir makasla*

'Sarıl çocukluğuna ısınırsın!' demedi kimse
karanlığa perde çektik durmadan
kayalarda, sularda, ana olan toprakta
bir taşın koynuna gömdüm kendimi

Baktım
ölen çoktan ölmüş, boğulmuşuz günlerin hiçliğinde.  
2018



FİLİZ KALKIŞIM ÇOLAK

PERLA



çeker su kanadını baldırlarına yağmur
çiseler sırılsıklam sızdığım koynuna Perla!
Şiire dön, solan güller canlanacak dedi…
yüzüm ayazdan kalma, çıkıyorum balkona

incecikten vurur gece
belinde vuslatın mor kuşağından seken serçeler
kirpiklerinden su içmeye inmiş yakamoz
açar uslandığım gizlerini
kuzey perisi
titretir ay sokulan göğüslerinde içtiğim denizleri

çırılçıplak bir kız şakır sis örtülü sularda
harelenir şarkıların haylaz dilleri
akar mavi nefesli kuşlardan
pembe yanaklı rüzgarlar
dalar giderim
buğulandığım bakışlarına Perla

buz keser sevişler
tütüsü kalkar mevsim ağrılarının
sarılır gülücüklerine
kumral batıklarında danseden mavilikler
dökülürüm arkaya düşen boynundan
kıymığında yine sana doğrulurum Perla

ah! Ebemgelin bir yanda tan yosması bir yanda
sevmelere doyamam

sökerim şafak sancılarından yüreğimi
gölgesinde kavrulduğumuz sabahlara ekerim
yanarım sana Perla!

dağlanır sıcağında
cemrelerinden boşaldığımız güneşler!




MEHMET KUVVET

BİRİKEN ÖYKÜLER

içindeki yara çocuk gelinlerin tanıklığı
susuz çeşme çatlağı dudakların
aklımdan geçiyorsun, yalnızlığımdan
kimsesiz sokakları öpüyor adımlarımız
kaldırıma çekiliyor çocuklar bilyeleriyle
ürkek gözlerinde sıcak anne kucağı
kayboluyor sarmaş dolaş gölgemiz
bir çok kapıdan geçiyoruz rüyalarımıza
doğru bildiğimiz yanlışları yok sayarak
sınır taşlarına basıyoruz tam üç kez
ve bir daha büyümüyor ayaklarımız

varoşların değil başka semtlerin tanıklığı kırık kalbimiz
türküler eşliğinde yırtarak saklıyorum mektuplarını
aklımdan çıkıyorsun, rüyalarımdan
babaların nasırlı elleri siliyor camların buğusunu
dalgın anneler görüyoruz öyküleri birikmiş
dalga kırığı bir yaşam uzanıyor sahile
tuzlu bir pişmanlık çakıl taşlarında
dalgaların serinleten dudak izleri kuruyor mintanımızla
sığmıyoruz içine radyolu günlerin
ve bir daha büyümüyor çocukluğumuz



MEHMET RAYMAN

PÜSKÜLLÜ MISIR

sevgili çınar ağacım
bu sarayların önünde kocadın gittin
içi yanan insanları bir kere bile anmadın
kim harmanlıyor yıllarca buğdayı
kim omuz veriyor dimdik duran un çuvalına
toprak öyle böyle gelmez ekine

taşa bulaşan kanı hep gölgeledin ama
kan sunaklarından sonra kimler çıktı
tonozlu taşların bulvarından sarayın bahçesine
yazılı yazısız bir taş bile dikmediniz
kaşına gözüne göre sevmediniz işçileri
boşuna güneş doğmadı püsküllü mısıra

demir yığını yere çakılan iskele
evden barktan yoksun emekçileri sömürdünüz
ilk yediye giren zenginlerin durak yeri napoli
karlı dağların içinden geçen treni sevdiniz
g yirmiye kadar uzanır bu yolun sonu
kırkı çıkmadan ölen çocukların anası hasta



MUSA SERİN
DERLER Kİ YİĞİDE BİR GÜZEL GEREK


Dilim susar amma haykırır yürek
Sevdayı başıma sardın saralı

Derler ki yiğide bir güzel gerek

Sevdayı başıma sardın saralı.
Aşkın girdabında döndürdün beni
Sevda sarayına kondurdun beni

Kor ateş içinde yandırdın beni

Sevdayı başıma sardın saralı.
Dağların başına çıktım oturdum
Türküler çığırdım, hayaller kurdum

Bazen efkârlandım, kendime sordum

Sevdayı başıma sardın saralı
Çok şükür rüzgârlar hoyrat esmedi
Söylenen sözlere kulak asmadı

Dilimi susturdum, yürek susmadı

Sevdayı başıma sardın saralı.
Dağlar sıra sıra bizi anlatır
Aşkı muhabbeti sözü anlatır

Kalbime nakşolan yüzü anlatır

Sevdayı başıma sardın saralı
Gelen musibeti hep hayra yordum
Aşkın ateşiyle küllenen kordum

Boynumu bükünce yüreğe sordum

Sevdayı başıma sardın saralı



MORİS KARMONA

KAHVERENGİ HÜZÜNLER

Gözyaşlarım gölgeye karışmış
Tarçın acı, tadı suskun.
Bulutlar kahverengi hüzünlü
Yüzümde kahve çizgileri.

Bedenim yangın yeri.
Tenimde kahve yaram var,
Yüreğimde şeytan kurşunu,
Bileğim kahve yaralı.



NESLİHAN DAĞLI

BURKALI KADIN YÜZÜ

yüzünü saklıyordu
zincire vurulmuş zaman

umudun rengi
burkalı bir kadın yüzüydü
kendine yabancıydı…



NİLÜFER UÇAR

BİR KADIN

Yaz sıcağı; bir kadın, yalınayak aşk taşır gönül zulasına
elleri yalım, sevdası hevenk, endamı seher yeli
Tınısı yüksek sesiyle gölgesini sorgular, asi dövmeli yazgısında
Bir kadın; bir tutam can taşır bir tohumluk canında

Bağışla kalbi sırlı kadın bağışla ki;
Yörüngen kuşak bağlasın iki Milat arası
Ne çok kadınsın ne çok, her parçan ne çok insan
Yüreğin meşe kor'u, dizin beşik gıcırdayan döngüden

Bulutun çakma gözlerini yırtan bakır çığlığın
Vahşi turnaları kanatlandırır derin vadinde
Neyine kasırganın şehla gözünde akan yaş neyine ...
Yarım kalan atıl yılların irkilen sesine ilmek atan ellerin
Aşkın üşüyen ruhunu dillendirir cümle kapıda
Dünyanın yabanıl ağzı değil midir ki can öğüten
Bırak çocuksu ellerin yaşamın yırtık eteğine gülhatmi oyalasın
Esaret yaşarken yürek magmasının kızgın lav'ında

           unut ki; yağmur kuşları umutlansın
           unut ki; bir çağ açılsın kibirden arınık
           unut ki; gün doğsun dağın gücenik yamacına

Yargılar çağcıl zamanın dumanlı gözleri, yargılar...
Bir kadın, bu kadın, o kadın, hep kadın...
Ah ruhunu aşk dikeniyle diken gurur tanrıça
Yalınayak ışık taşır doğurgan bedenin                                     
                                                                     30 Ocak 2020


OĞUZ BATIN

SÖYLEYİN NEREDE EVLADIM


Nefesini duyayım, doyasıya koklayayım
Ey melekler! Söyleyin, nerede evladım?
Yer soğuk, bedeni çıplak; sen üşüme yavrum!
Ey Melekler! Söyleyin. nerede evladım?
İstemem ne günü güneşi ne de geceyi,
Bilemem artık mutluluk denen saçma hikayeyi.
Ezberledim, sayıyorum onsuz geçen lanet günleri
Ey Melekler! Söyleyin, nerede evladım?
Diner dediler acısı, aksine katlanıyor günden güne
Senin ihtiyar yüreğin nasıl dayanıyor?

 Anlat bilelim gizemini.
Kısa kesip gündüzümü, girsin rüyama diye erkenden selamlıyorum geceyi
Ey Melekler! Söyleyin, nerede evladım?
Kokusu sanki evin her bir tarafında,
Sevinmeyin ne olur Galatasaray gol attığında.
Yeter sade ve sadece onu anlatın bana
Ey Melekler! Söyleyin, nerede evladım?
Yer soğuk, bedeni çıplak; sen üşüme yavrum!
Ey Melekler, serin getirdiğim şu yorganı.
Olmaz! Isıtmaz yorgan bile, sadece bu gece benimle uyusun kuzum
Ey Melekler, söyleyin nerede evladım?



SABRİ ERİK


ARALIK AYI İZMİR'İ


1.

Günlerden aralık ayı,
Sabahın İzmir'inde
Rüzgar kulağımda
Sert ve sancılı
Orkestra sonrası gibi


Kordon boyu hasretim
Mendil satıyor çocuk
Ve elleri
Elleri
Parça parça
Ağaçtaki nar bu ya

2.
Tutunduğum dal turunç
Kızım, gözüme hasret

Yeşil hala turunçta

Oğlum gülüyor usumda

Ben üşüyorum yokluğunda

3.

Aralık ayı Izmir'i

Kıyısında Urla
Muhabbet doyuruyor kahvaltıda
Masadaki dostlar tanık
Piyangocu umut satıyor bana
4.
Ağaç sarı,
Dehşet sarı
Yaprakları
Yeşilden de sarı
Saksıda hayal meyal
Çocukluğumun limon ağacı
Şimdi toprakta sarı
5.
Aralık ayı Izmir'i
Balıkçı barınağı
Tenekede alev
Oturmuşlar kaldırıma
Fotoğrafladım akanı
Denizde kaybolanı

Karıştırıyorum denizi
Dalga geçiyorum
Bu yüzden
Deniz dalgalı
6.
Kursağımda
Frig eriği kurusu
Ötekiler sığınmış Urla'ya
Asırlık uzo Sığacık'ta
Aralık ayı, İzmir akşamında
Aralık 2019



SAVAŞ KARADUMAN

ATEŞİ İLK BEN KEŞFETTİM: İ-ÇİM-DE

Ağlıyorum;
Dağların suskunluğu
Başımı alev alev yakan güneşin sıcaklığı
Ve derelerde kaybolan suların çığlığında…

Ağlıyorum;
Ürkek kuşların kaçıştığı
Allah’ın emri, peygamberin kavli, devletin izni
Ve yüksek bir ihtimalle “iyi halden” yırtması mümkün bir erkeğin
Bir kadını öldürdüğü “girilmez” olay yerinde
Siren sesi… Telsiz sesi…
Ve “ölmeyi hak etmiştir…” diyen insan sesinde…

Ağlıyorum;
Mavisine takılıp düştüğüm bir deniz kenarında
Babamsız…/ ışıksız…/ mektepsiz
Dibine kadar yoksul…/ ve dibine kadar yıkık bir evin kuytusunda
Annemin yalnızlığı…/ gözyaşları…
Ve çocukken tırmanıp saklandığım can erik ağacında…

Ağlıyorum;
Terk edilmiş bir yaşam
Terk edilmiş adam…/ terk edilmiş kadın
Terk edilmiş çocuk…/ terk edilmiş şehir
Ve mahşeri kalabalık bir ülkenin yalnızlığında;
Morglarda buz gibi soğurken ölü çocuklar…
Ağladıkça ilkelleşiyorum, daha bir insanlaşıyorum sanki
Gözlerim alev kuyusu
Ellerim…/ yüreğim…
Dudağım.../ sesim…/ tenim…/ her yanım yangın…
                                                                             
Ağlıyorum;
Ağladıkça ilkelleşiyorum, daha bir insanlaşıyorum sanki
-Antropologlar, arkeologlar ve tarihçiler kendi yanlışlarına yansın-
Ateşi ilk ben keşfediyorum; İ-ÇİM-DE…                           
Haziran-Aralık 2019



SÜLEYMAN SIRRI


HER SABAH


her sabah yeniden başlayınca yaşamaya;
insan kokusu sinmemiş rüzgâra
yaslayıp başımı
seni düşünürüm.

bahçe kapısı gıcırdar
ayak sesini alırım,
fincanda kahvemi unuturum.

dünyanın bütün annelerinin
göğsüne kapanmak isterim her sabah
okoliptus yapraklarının kokusu
bulaşır tenime.
bir yavru geyiğin gözlerinde göğerir
yazdığım her senaryo.
rolsüzüm...
âşık kadınların dudaklarında ısınan
en güzel aldanışımdır, bu benim;

bilirim!




TAN DOĞAN

ÜÇÜBİRARADA

biçki

mutsuzluğun mutlaklığı var
bir tatlı şi’r(im) olsa söylemez miydim
dinginliğin gizemi belki tanrı’da
‘hayat’ın hüznünü çekmeye geldik
‘sâf duygu’su olan varsa vurmasın sakın
‘aşk’ın derdini anlayan henüz çıkmadı
iç çekişi gibi çocuğun ‘zaman’:
ağlaması gibi acı ve yanık
rüzgâr’a bakmalı gönül  bulut’a  yağmur öncesi
sonrası ay’mış güneş’miş ‘gülüş’müş  y a l a n
yaprak fısıltısı alına yaz-kış
her  renk kara ilk baştan
ölüm bile kurtaramaz kör ruhu
dağ’dan kaya’ya taş’a kum’a (d)âr oyun
şeytan mı utanmalı ‘insan’ mı yoksa
iç’i çoktan ölgün dış’larız biz
su’yun susuzluğu biter aç’ın açlığı
şefkati yok anladık kâinat’ta hakikât’in
keder üstüne keder üstüne keder  ––––kadîm kader
iyi kadar kötü her melek her an
ne anama (k)öleyim ne de babama
var oğlum’a yârim’e borcum: can
ses/‘im’i kırıyor söz’üm ––susmalı
dal ucunda hevestir huzur
kök mü dedim  “tohum” mu dedin  “çekirdek” mi dedi-dedik
dedemin rüyası sürüyor hâlâ: kâbûs:
kuyu’da lâl-kâhin sığınmış sırra
kadem basmış çöl’de ermişdervişbedevî
“bedeli az mı sanki ‘hayat’ın “diyor nenem
cehennem’e cennet biçmeyen mi var

lânet ‘hayat’

‘insanlık’tan çıkmış insan: v/âh
kadîm tarihi yitik bir ç/ağdayız şimdi
“kuş” dedik “rüzgâr” dedik “dal” dedik
terslenen dünya’da tuzbuz oldu su
kan-ter  can-ten  ey ruh
kuruyan her yağmur’da her bulut lâl
taş-kum  ev-çöl  ey gül
‘yaprak’ içre ‘hüzün’ üzre hep ağlıyorum hep
anlıyorum sığ aklımla ‘yok’u ‘hiç’i ‘boş’u boşuna
kaç ‘mavi’si var kâinat’ın ––––bilemedim
toprak’tan da bıkmış nefes nefese
“heves” dediğin nefis kadar dar
âr geliyor ‘yalan yaşamlar’ görmek
ömür ‘hayat’a dâhil   ‘hayat’ da hakikât’e
her ânı ‘zaman’dan say   her ‘zaman’ı sonsuz bil
sonra avut sonra uyut sonra unut kendini
sal derdini al’a mor’a kara’ya
her kader keder’e varır nasılsa
ölüm’ü sevmeyen çabuk çürür
yollara bak  bir daha bak yollara
yıldızlı geceler ‘aşk’a  güneşli günler b‘aşk’a başka
“güz” dendi mi yüzünü dön dağlara
öp alnından ve ağzından her ayna’yı g/izli gizli
senin sırrın herkesinki kadar
meyve olsan çekirdeğin tohumuna denk
derdimizden çek elini gayrı tanrı
gücüm olsa koşardım cehenneme

kırık su

hüznüm ile yıkanmış ruhum ta baştan
bunun için gözbebeklerim büyüyemez
tarih neyse ben o değilim
yanık dilim inanır bir tek ‘aşk’a
hangi tanrı yaprağından öper gül’ü ––––bilemedim
yüzüm ile yıkanmış ömrüm nâfile
kara-ayna kırık-ayna kör-ayna dostum
ipsiz-sapsız kaç kuyum var anne
uykusuzluğum babamdan huysuzluğum kendimden
kadîm kokularım hepimizde bir (mi) bir
tâlih neyse o yoktu   yine yok ‘ben’de
en az ‘insan’ kadar acıyorum şeytan’a
umudu kafamdan atalı çok oldu
sözüm ile yıkanmış derdim dert
sancısını söyleyemez kuş
çölgölünde üç balık öykü değil
mor-bulut zor-bulut can-bulut dostum
rüzgâr’ı dinim bildim hep
‘zaman’ın yeri yok dünya’da
inim inim inliyor (c)inim
en ağır ağıttır ağzım: lâl
âh kalbime gömdüğüm dirilerim
kadîm korkularım hepimizde bir (mi) bir
ten dedim ter dedim yeter dedim
yokluğun hiçliğinde bir güzel boşluk ––ne hoş
dalacağım deryâ olsa bir an olsun çıkmazdım
‘hayat’ dedik bak öldük işte
cennet’i içimden atalı çok oldu
gönlüm ile yıkılmış ömrüm kan
acısını gösteremez su


TUĞÇE KANTAROĞLU

ŞİİR VE İSTANBUL

Şiir en çok İstanbul'a yakışıyor
İstanbul da sana.
Bir yakada sen, diğerinde şiir
Ortda ben, derya deniz.
Şiir en güzel İstanbul'a yakışıyor,
Sol elimi bir atıyorum Asya
Ne sevdalar yaşanmış orada
Ferhatlar-şirinler-keremler-aslılar
Erişilememiş nice vuslatlar.
Sağ elim bu defa Avrupa'da
Buram tarih kokuyor
Önce Galata selamlıyor beni
Şu en dertlilerin yeri
Sonra Rumeli hisarı.
“Gel “diyor boğaz nazırı
Tam karşısında
Hem hasmı hem hasretliği
Yani Anadolu hisarı.
Ne kavuşabilirler
Ne de ayrılabilirler.
Öylesine birbirlerine bakıverirler.
Hep eksiktir bir şeyler  
Şiir en çok İstanbul'a yakışıyor
Tıpkı hayat gibi
Biraz sevda, biraz özlem
Hiçbir şey tam değil
Aynı sen
Aynı ben
Ve aynı İstanbul gibi
13 Şubat 2018


UĞUR OLGAR


OLMAZ DÜŞLER TUFANI


çok eski zamanlarda yamalar dikilirdi aşktan yırtılmış kalplere
tutmazdı yama ve yağan ilk kar, terli kentin üstüne

ne kadar erken uyanırlarsa uyansınlar kuşlar, güneşi kaçırırlardı dağların çapkın gözlerinden

ya deniz biterse diye korkmaktan göremezdim bir ırmağın yaşama direncini, bilemezdim kelebeğin yirmi dört saat ömrünün ne kadar uzun olduğunu

oysa aşk biter deniz bitemezdi, kıyılar böylesine hırçın ve kızgın uzanırken
sere serpe çırılçıplak

giden günlerin yasını tutardı baş aşağı yarasalar
başı dimdik mağaralarda

olmaz düşlerin tufanında geceler simsiyah uyanırdı sabahları...




VİLDAN ÇALIŞKAN
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ

bir şeyler var içimde
ruhumu sıkan 
daralan sokaklar yüreğimde
uzadıkça çirkinleşiyor karanlıklar
ay da olmasa zifir ziyan dört yanımız

bu sokak lambası aynı sen 
göz kırpıyor hayata
ıslık sesi duyuluyor kalbinin derininden 
söylüyor şarkısını yaklaşan yalnızlığın 
silkeliyor hayatımı gizlerin

az kalıyorum 
dünya çoğalamıyor ikimize
uzaklar zehirli bir cepken giydiriyor bedenime
gecenin en ıssız harfleri dolanıyor belime
başlayamadan bitiriyorsun sözlerimi
boğazıma diziliyor kelimeler
tutup fırlatasım var şu yıldızları
omzunun üzerinden

mavi gökyüzü oluyorum
lacivert oluyorsun 
kapatıyor rengin üzerimi
yemyeşil orman oluyorum solduruyorsun 
hani belki de kır çiçeklerine karışacağım dağ eteklerinde
yine yağmuru öteliyorsun 

tırmanıp ruhumun merdivenine
hızla salıveriyorsun kendini 
hani bir varmışsın gibi kalbime sahip
bir yokmuşsun gibi bilinmeze aşina


YAŞAR ÖZMEN

MASAL DAĞI

Biraz mavi koysaydın ya avuçlarıma gözlerin gibi
Neresinden tutup aklımı asayım saçlarına
Benim suçum niye bu kadar büyük, insanı sevdimse
Yaşamak nasıl güzel olur, bunca ölüme karşın
Yoldaş olsun diye mi doğurdun beni, acılardan anne

Dünyanın bütün gecelerini toplasam
Gündüzlere yer açabilir miyiz hiç gölgesiz
Pişirmiş zaman gözlerimi, kirpiklerim dağınık
Bakışlarım kavruk bak
Gökyüzünü üstüme örtsem sığmıyorum
Niye gökyüzünü bu kadar dar diktin anne

Gözlerimden çiğdem gibi saçılan şu acılar
Nerede boynunu büküp bir aşka tanık olacaklar
Öyle derdin ya, yaşanacak aşkları acılar doğurur
Asır hırsızlığına soyunmuş şu haydutlar
Düşlerime göz dikmişler durduk yerde anne

Artık son gece olsun bu, toplayıp kaldıralım masal dağına
Ellerin gibi sıcak, bakışın gibi kendinden menevişli
Rastlantıya bırakılmaz derdin güzel günler, yinelerdin
Alnından öpelim sabahların, bir kez daha, bir kez daha öpelim
Elden ele verelim bütün ışıkları, birlikte yürüyelim anne

Varınca hani oraya, gülüşünü neresinden bölsem de
Alsan kalanlarımı yumuşacık kucağına
Üşüyorum, uymuyor en küçük parçalarım, sığmıyor işte
Düşüyorum tut elimden, düşüyorum işte
Ben toprak oldumsa olacağım kadar
Sözleştiğimiz gibi masal dağında
Son kez emzirip yeniden rahmine koy beni anne
                                                                                                    Şubat 2020


YAŞAR ÖZMEN

SALGIN

Aktılar yel gibi hücreden hücreye sinsi sinsi, büyüdüler
Bir vardılar bir vardılar, çoğu zaman yok gibi göründüler
Gördük hani durduk yere birer birer öldürdüler kınlarını
Küresel kaygının, kasırganın anaforuna bağdaş kurdular
Yalnızlığı, dokunulmazlığı dolayıp dolayıp kalabalıklara
İnsanın insandan kaçışına maskeli mühür koydular.


Dehşete düşüren görünmezliği, bilinmezliği, bilemezsin
Çaresizliğin dönüş günü, birbirimizi yediğimiz zaman ardı
Tapınaklar kimsesiz, kilit vurulmuş aşklara, düğünler tek kişilik
Karantina durağında bir tramvay öksürükle güreşiyor
El edip dünyayı evlere taşıyan garip sosyal yara şehvetli
İlgi alanımın ötesinde bir öyküsün, öyküdesin ne bileyim
Gelecektin belliydi, doğa yenilemeliydi belki kendini…
Gündelik ölümler bugün, yarınsa geride kalan kasırgalar
Seninle yaşamaya alışmak mı dersin, nasılsa öyle olsun diyelim.

Küresel sınav kaygısı, geçmek ya da kalmak var bu yarış zorlu
Bir baştan bir başa vurulacak kusurlu yerlerimiz, görmeli
Bu da geçecek, bakma tutuklanmışsa bütün gülüşler
Ne şeyh ne tarikat ne aktar uydurması ne de egemenlik sultası
Bilim var bilim, akıl aklı kurar bulur bulacak en aydınlık yolu.
Sen sevmeyi unutma kendini, bütün can taşıyanları
Ve sen yaşamayı sev, yaşamak yaşatmak güzel şey
Orhan Veli’ye anımsatma belki en vurucusu, en sarsıcı
Ne “Hava bedava” ne “Su bedava” ne aşklar tek kişilik anlamlı
Safrasını atıyor, ücretini istiyor ücretini kirlettiğimiz dünya
Hadi yıka, arıt salgını, savaşları, kavgaları; sevişelim
Ödünç ver yarınları ödünç olsun çocuklara, üstü güzelliğe…

                                                                                               22 Mart 2020





Görsel-Sayısal Şiir Kitabım; 1 Nisan 2020 de Sayısal (e-kitap) kitap olarak yayımlanacaktır. Açıklamalar aşağıdadır. İyi okumalar dilerim...


Giriş


Neden sayısal[4] kitap? Güzeldir yeni basılmış kitaptan burnumuza düşen kâğıt kokusu. Yeni bir yapıt, henüz doğmuş bebek gibi yumuk gözleriyle gülümser yazarına. Hazla birlikte güven verir bir süre ona. Üzülür bir taraftan, şiir sanatı ilgisizliği hak eden bir sanat mıdır, diye. Ne basımevleri karşılıksız basar kitabını ne de okurlar istekle satın alırlar. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de popülarite devşirilmişler arasında ezikliğin kavruk yıkıntısını duyumsarlar kitap fuarlarnda…
UMUT BEKLER BİZİ, GÖRSEL-SAYISAL ŞİİR KİTABI, YAŞAR ÖZMEN
Bilgiye, bilime, sanata verilen değer kıtlığı ve bunların üzerine gidilme seyrekliği yaralar derinden. “Şiir işte! Nargile tütünü kadar gözde olamaz tabii” deyip kızar için için.  Sonra sorar; ben bu kadar yükü neden yükledim şu açılmayan sayfalara? Buna karşın hiç acımaz emeğine. Çabasının altında başka bir gerçeklik yatar; hem de önemli bir gerekçedir bu[5]. Çağı yakalamak ve okura daha kolay ulaşmak için yöntem aramaya yönelir. Neden sayısal kitap sorusuna aşağıdaki gerekçeleri sıralar:
a. Yaşamı, insanı bunların arasındaki ilişkileri anlamanın en pahalısı, deneyimdir. Bir şiir kitabım ve bir kuramsal kitabım yayımlandı. Şiir kitabım neyse. Kuramsal kitabım; biri eleştiri kuramı olmak üzere yeni tanımlanmış üç kuram ve bir sanat çözümleme tekniği ileri sürüyor. Şiir/sanatta sesi, ses bilimiyle bir ilk olarak bütünlüklü inceleyip yeni ayrıntılar ortaya koyuyor. Dillendirilmemiş kavram ve terimlerin önünü açıyor. Sanat, şiir ve resimle ilgili magazinsel söylemlere tokat atıyor. Buna karşın hiçbir kimse, bugüne kadar kitap hakkında gerekçeleriyle birlikte olumlu-olumsuz yorumda bulunmadı, bulunamadı. Demek ki ben bunları çok erken zamanda yazmışım; yeni ve farklı bilginin sanatçılar arasında bir değeri yokmuş. Çağı önceleyen ve çağıyla özdeş bilgi, kapı dışarı edilemez, bunu bilirim. İyi bilgi sümen altına sığmaz. Gelecek kuşaklar, bunları bulup gün yüzüne çıkaracaklardır; kuşkum yok. Madem bunlara ilgi oranı oldukça düşük, ben de daha verimli bir yöntem bulmak durumundayım.  İşte bu yüzden; her an her yerde iletişim kolaylığı olan; dünya genelinde dolaşım olanağı ve okuma seçeneklerinin daha fazla olduğu bir yöntemi denemek istiyorum. Resim, fotoğraf ve şiirlerimi gelecekte ilgilenecek okurlar için kolay bir yöntemle depolamak istiyorum.
b. Sayısal kitaba iten diğer bir neden ise üzerinde uzun zamandır düşündüğüm bir tasarıdır. Resim sanatı, fotoğraf ve şiir sanatını; aynı kulvarda bütünleştirebilmektir. Daha doğrusu, görsel estetik değer ile anlamsal estetik değerin bileşke gücünü denemektir. Bu, şiir sanatının imgelem yaratma yeteneğine sınırlama getirir gibi görünebilir; farkındayım. Yine de şiirde görsel estetik değerin katkısı ne olacak denenmelidir, diye düşünüyorum. Bu tasarıyı gerçekleştirmenin en kolay yolu, sayısal kitaptır. Resim, fotoğraf ve şiirin toplam sanatsal gücünü artıracak bir sonuca ulaşacağımı düşünüyorum.  
c. Maddi karşılık beklemeksizin yazıyorum ve yazdıklarıma bedel ödemeden okur ulaşabilsin istiyorum. İlgisiz kişilerin üstümden ilgisiz yararları, beni gerçekten üzüyor; emeğime saygısızlık olarak görüyorum.
d. Bir diğer neden şudur: Geleceğin en kullanılabilir okuma biçimi sayısal kitaptır. Yakında en geçerli yöntem bu olacaktır. Bakmayın sizler kâğıt kokusuna alışıksınız benim gibi ama gençler bunları okuma aygıtlarından okuyorlar artık. İşte bu nedenle, “Umut Bekler Bizi” isimli görsel şiir kitabım “Sayısal kitap” olarak bilgisunar ortamında yayımlanmıştır, paylaşılmıştır. Anı ve geleceğe belge olması için birkaç örnek dışında basımı yapılmayacaktır. Yüz yıllarca minicik bir aygıtta saklanabilecektir. Dünyanın her yerine bir tıkla gönderilebilecektir. İsteyen kitabın ismini yazarak her an kolaylıkla bulabilecektir. İmza ve söyleşi günleri yoktur. İyi okumalar dilerim. İsteyen herkese e-postayla gönderebilirim. Kitabıma ve PDF dosyasına, sosyal iletişim sayfalarımdan ulaşabilirsiniz.
Sayısal kitap dünyasının hukuksal ve sistemsel altyapısının kütüphaneler dahil tüm kurumlarda bir an önce oluşturulması dileğiyle…
      Birkaç söz de görsel şiir kitabımın içeriğine ilişkin olsun istiyorum. 
      Çağdaş sanat, var olana öykünmekle şiir yazma ve resim yapma anlayışını yıkmıştır artık. Şiir ve resim; yenidünyayı, çağdaş insanı ve aralarındaki ilişkiyi farklı biçimde anlamlandırma, görme, duyma, işitme, sezme işidir; var olandan ve kavranabilen dış gerçeklikten yeni görünüşler, anlamlar ve görüntüler üretmektir.
    Sanatsal yaklaşımlar, günümüz şiir önderleri ve düşünürler; şiire nasıl bakarlarsa baksınlar, ben şiirde kalıcılığı, estetik ve şiirsel değer varlığını, yaşamsal ve vazgeçilemez ögelerin ağır ve felsefi olarak görünüşe taşınmasında buluyorum. Anlamsal derinliğin, anlatımın ve şiirsel ezginin; okurdaki imgelem uzamını zenginleştireceğine, şiirdeki lirizmi daha düzeyli oluşturacağına inanıyorum. Görsel gereçlerle desteklendiğinde daha vurucu ve sarsıcı estetik değer üreteceğini düşünüyorum.
Dünyanın en güzel ve yüce duygusu sevgidir. Sevgi ise güzellik karşısında büyüyen bir duyumsama eylemidir. Pek çok düşünürün söylediği gibi sanat güzeli görünüşe çıkarmak, insanı güzel ve yetkin ruha taşımaktır. Sonuç olarak insanda sevgiyi ve yaşam sevincini yaratmaktır. Sanat sevmektir; sevmekse şiirdir, şiirselliktir. 
Yaşar Özmen, 21 Mart 2020, Narlıdere/İZMİR



Şiir Sarnıcı (e-dergi) 4. Sayı Arka Kapak, Yaşar Özmen 







[1] Katman; şiirde birbirine benzer belirli özelliklerin, fiziksel ve duyusal nitelik veya niceliklerin bir arada bulunduğu bir yapıyı belirten terimdir. Örneğin ses veya anlam katmanı gibi…
[2] Şiirsel ezgi, şiirin anlam ve anlatımı ile duygu değerine uygun özel olarak oluşturulan bir ses düzenliliğidir. Müziksel ezgi ve konuşma ezgisi arasında bir ezgi türü olduğu varsayımı ile ele alınmıştır.
[3] Süre, sınır, durak, ritim, vurgu, ton ve ezgi gibi sesbilgisel terimlere “parçalarüstü birimler” denilmektedir. (M.V.Coşkun, Türkçe’nin Ses Bilgisi)
[4] Elektronik kitap (e-kitap)
[5] Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi” isimli kitabım ve “İnsan Neden Sanat Yapar” isimli denememde konuya ilişkin gerekçe ayrıntılı açıklanmaktadır.