28 Aralık 2020 Pazartesi

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ocak 2021, Sayı:7

 








  




ŞİİR SARNICI’NDAN

Salgının gölgesi altında yeni bir yıla daha ulaştık. Dileriz ki bu yıl, esenlik ve güzellikler getirsin. Salgın, insanın birbiriyle ne kadar ilişkili olduğunu gösterdi… Virüs, bütün insanlığı bir kefeye koydu ve yapılan her bireysel yanlışın bir diğer insanın ölümüne yol açabileceğini öğretti. Bunu, virüs değil; bizler kendimiz anlayabilseydik keşke…

Her ne olursa olsun yaşam değerlidir. Her birey, mutlu ve insana yaraşır bir şekilde yaşamayı hak ediyor.  Özlenen günler gelecektir mutlaka. Bilim, bunu da başaracaktır kuşkunuz olmasın. Biraz sabır gerek diyelim ve okurlarımıza mutlu yıllar dileyerek başlayalım. Dileriz ki 2021, insanlık için sağlık ve mutluluk içinde yaşanan bir yıl olur. Salgın tehdidini en kısa zamanda yok ederek daha güzel günlere yelken açarız.

Şiir Sarnıcı, 2021 yılının ilk ayında 7. Sayısıyla sizlerin sayfalarına düşecektir. Yapıtlarıyla dergimizi onurlandıran tüm yazar-şair dostlarımıza teşekkür ederiz. Çıkış bildirisinde de söylediğimiz gibi dergimiz, sanat ve edebiyat kaygısı dışında hiçbir amaç gütmez. Emek dışında, geliri ya da gideri yoktur; temsilcilerimiz dahil herkes gönüllülük esasına göre emek koyarlar. Sizler de bir ucundan tutup, bu yürüyüşe katkı verebilirsiniz.

Tebliğ dili, propaganda dili ve şiddet dili içermeyen her tür metin ve şiir, dergimizde yer alabilir. Amacımız, daha nitelikli yapıtlara yer vermek ve daha çok okura ulaşarak onların yaşam sevinçlerine katkıda bulunmaktır. Sanat ve felsefesinin gerektirdiği şekilde bir yayın yaşamı oluşturmak ve insan için bir şeyler yapmaktır. Dünya insanlığının buluşabileceği bir yayın düzlemi oluşturmak istiyoruz. Öyle bir yazın ortamı olmalı ki yazar ve şairlerimiz, dergimizde yer almayı onur saymalıdır. Türk yazınındaki kalıplaşmış edebiyat anlayışını ve yayın kültürünü, kırmak istiyoruz artık. Körler sağırlar birbirini ağırlar hesabı olmamalı. En uzakta kalmışlar yer almalı dergimizde. Sözü olan herkes sözünü söyleyebilmeli.  Bilgi çağını yaşıyoruz. Ayrılmışlık, bölünmüşlük, öğreti, inanç gibi sınıflandırmaları bir yana atıp şaire-şiire, yazara-kitaba değer yüklemeliyiz. Edebiyat bilimi için bir şeyler yapmalıyız.  Saygılarla…

 

  

TÜRK ŞİİRİ Mİ, TÜRKÇE ŞİİR Mİ TARTIŞMASI

Yaşar Özmen

 

“Türk Şiiri” mi, “Türkçe Şiir” mi olsun diye bir tartışmaya girişmişler her nedense. Tartışma, sorunun kökenini incelemek yerine onun bunun söylemleri üzerinden sürdürülmektedir; öyle olunca da anlamsız bir gürültü kopmuş gidiyor. Çağdaş Türk Dili Dergisi’nde yayımlanmak üzere, konuya açıklık getiren ayrıntılı bir yazı yazmıştım. Şiir Sarnıcı’nın 7. Sayısı için de konuyla ilgili bir yazı kaleme alma gereği duydum.

Kim ne demişi bir yana, kimin nasıl bir aidiyet duygusuna sahip olduğunu diğer yana koyalım; bilimsel ve kavramsal bir çözümlemeye gidelim istedim bu konuda. Dilimizdeki kavram, terim, sözcüklerin; anlamsal alanlarını, aralarındaki hiyerarşik yapıyı ve kavramlar arası ilişkiyi; mantık ve ilgili bilimlerin ilkeleriyle çözümleme yeteneği olmayanlar; yazdıklarımı anlamakta güçlük çekebilirler. Edebiyatın önemli ilkelerinden biri; söz diziliminden doğan anlam alanını doğru kullanmaktır. Biliyoruz ki dilin uygun ve doğru kullanımı, bilimlerin ilkelerine egemen olmakla olasıdır.

Bilgi çağında olmamıza karşın yazılanlara bakınca, bilgiyi sağlıklı kullanmadığımızı ve bilgiye güvenmediğimizi anlıyorum. Bu yüzden, Türk Şiiri mi, Türkçe Şiir mi sorusunu; ayrıntılarıyla çözümlemek için bilgiler arası eşgüdümü dikkate almamız gerektiğini düşünüyorum.

Herhangi bir sorunu ele aldığımızda, tanımlamakta ve net yanıt bulmakta sıkıntı yaşıyorsak, bu soruna değişik açılardan da bakma gereği doğar. Bazı sorular, bir konuyu örtmek için ortaya atılır; bazıları ise deşmek için. Öyle sorular vardır ki hassas olduğu kadar yanıtları da sıkıntılıdır.  Sorun, sorunun içindeyse çözüm kolaydır; dışındaysa çözüm bilinmez gibi görünür; önce tanı gerektirir. Süregelen tartışmalardan anlaşılıyor ki bu isimlendirme konusu, paravandır; amaç başkadır ve çıkış kaynağı dışsaldır. Başka bir sıkıntının dışavurumudur. Her ne olursa olsun öncelikle sorunun kapsamına bakalım ve aşama aşama dışsal soruna değinelim.

Dilinize takıştırdığınız öğreti ve inanç terminolojisini unutun, önceden edindiğiniz düşünce kalıplarını da atın gitsin. Çok olası olmamakla birlikte önyargı ve saplantılarınızı da… Onun bunun söylemlerini de bilgi bazında ele alın ve geçerli olmadığını varsayın. Çünkü bu konuda ele avuca alınır şeyler söyleyen kişi, neredeyse bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır. Biz, gelin bilimlerle ve felsefeyle konuşalım. Kendi bilgimize güvenelim ve sağduyuyla hareket edelim. 

İnsanların tutumunu belirleyen değerleri; araç değerler ve yüksek değerler (moral değerler) diye etik felsefesinde ikiye ayırarak tanımlarız. Toplumların inandığı, yaşadığı, duyumsadığı, kültür varlıklarına karşı gösterdiği saygı ve sevgi; yüksek değerler kapsamında düşünülür. Araç değerlerse beslenme ve barınma gibi konulara karşılık gelen birincil ve ikincil gereksinimlerdir. Bir anlamda maddi konulardır.

Yüksek değerler; toplumun adı, bayrağı, kurucusu, kuruluş felsefesi, inancı, tarihsel ve folklorik değerleri gibi tutkal niteliği taşıyan olgulardır. Bunlar; çoğunlukla işlenmeye, kullanılmaya ve saptırılmaya açıklardır. Çünkü kesin hükme bağlanmış kararlar değildir ve toplumlarca benimsenmiş yüce değerlerdir. Üzerine tarihsel, ruhsal, sosyal ve kültürel anlam yüklenmiş kabullerdir.

Türk Sözcüğü; köklü tarihe ve yaşam birlikteliğine sahip bir halkın kimlik tanımlamasıdır. Folklorik, sosyal, felsefi, tarihsel, ruhsal, siyasal ve toplumsal değerleri içinde taşıyan bir söz varlığımızdır. Herhangi bir ismin önüne sıfat olarak getirildiğinde o isme, içinde taşıdığı tüm değerleri yükler; folklorundan felsefesine kadar. İsmin; duygu değerini, anlam değerini ve sosyal derinliğini güçlendirir. Belirli bir saygınlık yükler. Örneğin, Türk insanı dediğimizde, insan öznesinin üzerine; tarihsel, folklorik, felsefi, fizyolojik, metinler arası bilgi ve diğer tüm yüksek değerleri yüklemiş olur. Bu sözcüğün kavram alanı; tarihsel, siyasal, metinler arası, ruhsal, sosyolojik, genetik ve toplumsaldır.   

Türkçe sözcüğü ise Türk sözcüğünün bir aracıdır. Kendini tanımlamak üzere kullandığı bir gerecidir; dilidir. Yapısı ve varoluşu gereği aynı yüksek değerleri üzerinde taşıması olası değildir; zaten böyle bir anlam yüklenemez. Türkçe sözcüğü gösteren olarak; siyasal, sosyal, tarihsel ve ruhsal bir olgu değildir. Yüksek ve araç değerlerin anlatımı için bir gereçtir. Sıfat olarak bir ismin önüne getirildiğinde, Türk sözcüğündeki gibi toplam yüksek değerleri değil, kendi kapsamındaki değerleri o isme yükleyebilir. Sonuç olarak aynı anlam uzayını ve derinliğini oluşturamaz.

Basit bir çözümlemeden sonra, Türk yerine Türkçe sözcüğü (kavramı), şiir veya edebiyat sözcüğünün önünde eş anlamlı olarak kullanılamaz. Bu kullanım; gerçek durumu, aynı duygu ve anlam değerini veremez. Öyleyse anlamsız tartışmanın altında yatan gerçek nedir? Bu tartışmanın çıkış gerekçesi; tamlamanın anlam uzayı, dilbilim kurallarına uygunluk kaygısı ya da yeni bir yorum değildir. Açıkça anlaşılıyor ki; yetkin olmayan, güdülenen, bilinçsiz insanlar ile konunun duyarlılığından nemalanma amacı taşıyan insanlar; Türk şiiri tamlamasından sıkıntı duyduklarını anlatmaya çalışımışlardır. Toplumları niteleyen tanımlardan rahatsız olmak, basit ve dayanaksız bir düşüncenin mengenesinde sıkıştırılmış olmak, sağduyulu düşünememek anlamına gelir. Peki bunun altında ne yatar?

Bilindiği gibi bu ve buna benzer tartışmaları, Ergenekon davaları sürecinde yaşadık, daha öncesi de var; deneyimliyiz. Sonra açığa çıktı ki; yandan çarklı, güdülenmiş bilir kişiler; birilerinin emirlerini uygulamak üzere birtakım senaryolar yazıp topluma şırınga etmeye çalışıyorlarmış. Tepemize bomba yağdırıldığında anladık bunları. Zor da olsa anlamış olduk. Türk Şiiri mi, Türkçe Şiir mi olsun tartışması da buna benzer bir amaca yöneliktir; birileri tarafından yazdırılan senaryoların replikleridir. Öylesine ortaya atılmış replikler değil; üzerinde çalışılmış, denenmiş, bir amaca yönelik replikler.

 “Öğreti ve inanç terminolojisini, önceden edindiğiniz düşünce kalıplarını atın gitsin” dedim başlangıçta. İşte bunu yapabildiyseniz ortada tartışılacak bir konu kalmamıştır. Her şey açıktır. Türk şiiri isimlendirmesi, doğal bir süreçte oluşmuştur ve dilin oluşum sürecine müdahale edilemez; etsek de bir anlam taşımaz. Tartıştığımız konu için de geçerlidir; doğal oluşan bir tanıma karşı yapay bir girdi yapamazsınız dil oluşum ilkelerine göre.

 Yaparsanız ne olur? Yanlışı yanlışla doğrulamak için takla atanlara tanık olursunuz; kuklaları tanımış olursunuz. Bilinci oluşmamış, yorum yeteneği gelişmemiş, bilgiden bilimden bir haber; şairim yazarım diye dolaşan piyonlar görürsünüz. Konuyu şovenizm, ırkçılık ve faşizme kadar taşıyan faşist anlayışa sahip sepetler görürsünüz. Hatta bu konuyu kullanarak, nemalanmak isteyen bir yığın piyasa çakalları tanırsınız. 

Aidiyet duygusu, sömürülmeye açık bir duygudur. Her tür kötülüğü olağan gösterebildiği gibi her tür güzelliği de nefret edilen bir olgu olarak duyumsatabilir. Bu duygu durumundan dolayı, kendinizi Türk tanımının çatısı altında görmüyor olabilirsiniz. Herkesin aidiyetine saygı duymak çağdaş insan olma gereğidir. İnsan, evrensel değerlere ve evrensel haklara tabidir. Ne var ki toplumsal bütünlüğün göstereni olan yüksek değer taşıyan bir ismi yadırgamak; bundan kaçınmak için anlamsız çıkarımlarla boy göstermek; oturmuş kavramları değersizleştirmeye çalışmak; amaçlı, yapmacık ve anlamsız bir tutumdur. Günümüz insanı, bunlara değer vermez. Anlamsız bir isimlendirmeyi önümüze sürenleri de “Bilinci bu kadar demek ki ne yapsa yeridir” diyerek gülümser geçer. Bu konuda olduğu gibi aklıyla dalga geçmeye kalkılırsa, işte o zaman payına düşeni vermekte geçikmez. Bilgi yükünüz, bilgiyi kullanma gücünüz, yorum ve analitik çözümleme yeteneğiniz; yetkin değilse, onun bunun söylemleriyle toplumun önüne çıkmamak gerekir. Çünkü yüksek değer kabul edilen bir sözcük üzerinde konuşuyorsunuz.

 Ayrıca, kendisine dayatılmış düşünce kalıplarından kurtulamayan yorum fukaraları için şunu da eklemeliyim: Türk şiiri demenin, ırkçılık olacağını söyleyecek kadar bilinçsiz ve cahil sözde şairlerimiz varmış. İngiliz, Ermeni, Türk, Kürt gibi tanımlamalar, ırkçılığın söylemi değildir; toplumsal ve tarihsel bir kimliğin yıllar içinde oluşmuş bir adıdır. O toplumun folklorik değerlerini taşır. Bu adların kullanılması, ırkçılığı ve şovenizmi değil; bir toplumun folklorunu, anlayışını ve değerlerinin anlatımını içerir. Irkçılık ve şovenizm başka bir şeydir. Felsefesi gereği, sanatın içinde zaten kullanılamaz.

Bilim ve sanat, insanlığın ortak dilidir; yalan söyleme yetenekleri yoktur. Bir konuyu tartışacaksak bu iki alanın diline önem vermek zorundayız. Sanatı ve onun alt dallarını, küçük hesapların bir gereci yapmak gelişmemiş insan işidir.  Toplumsal kimlik ve sanat gibi moral değer kabul edilen kavramlar; incelik, duyarlılık ve ruh gerektirir. Toplumların tutkalıdır; tarihsel bilgisidir; folklorudur. Ruhu ve özünün aynasıdır. Önemsizleştirilecek kavramlar değillerdir; zaten yapamazsınız.

İsimlendirmeler, hiçbir sorunu çözmezler. İsme, biçime, tutuma; evrimsel gelişime ayak uyduramamış kafalar takılırlar. Şiir sanatını, yazını ve toplumun duyarlı olduğu değerleri; yormamak gerek isim-cisim görünümü altında. Örneğin, Türk şiiri, magazinsel söylem ve dedikodular üzerinden kendine yol bulmaya çalışan bir sanat dalıdır. Şiirle ilgili Türk yazınında elle tutulur kaynak, nerdeyse yok gibidir; varsa da bir elin parmaklarını geçmez. Anlamsız işlerle uğraşmak yerine şiirin eksik yanlarıyla uğraşmak daha akıllıca ve uygar bir tutum olur. 16.12 2020

 

 

UNUTURSAM AŞK BENİ UNUTSUN

Asım Gönen

 

unutursam aşk beni unutsun

unutsun bütün selâmlar bütün leylaklar unutsun

soluduğum hava akşam güneşi uzaklığı ayın

elâ gözler unutsun beni

yeşil beyaz dalı baharda armut ağacının

gül dalında bülbül

           ay ışığı kar üzerinde

hasretini ruhumda hamal gibi taşıdığım

kırşehir unutsun beni çocukluğum unutsun

gözlerini göğsümde mermi diye sevdiğim

ve yüzünün serabında sabaha kadar uyuduğum

rüyalar unutsun beni

gurbet yelinin yeldirdiği çiğdemler unutsun

               

***

emanetini gönül evimde taşıdığım

gülücüğün unutsun beni

özgürlük meydanı 

                      halaylarda titreyen mendiller 

ve bedeli ayrılık olan aşkların

                gökleri tutan ahı unutsun 

kaşlarının yayı

          teli zülüflerinin

ve gözlerinde ummanlar boğulan

               son nefesi yollara bakmanın

unutursam ayaklarının izi unutsun beni 

hasreti asırlara sığmayanın 

             asırlara sığmayan aşkı unutsun 

     

 ***

babasına inat 

el kapılarında yalın ayak okuduğum

ve annesini çarlar içinde yitirmiş

               kendine acıyan çocukluğum

tahta sıralarda dili tutulmuş

ilk aşkım

         titrek yüreğim 

                             yoksulluğum

unutursam unutsun beni

                                  unutsun

yoluna kırmızı halılar gibi serildiğim

                                      altın çağı don kişot un

  

 Hepimizin bildiği gibi denemenin kesin bir tanımını yapmanın zorluğu ortadadır. Ancak onunla ilgili yaygın tanımlardan biri şudur: Özgürce seçilen bir konuda gelişen, düşünsel boyutlar içeren kişisel düşüncelerin konuşma havasında yorumlandığı orta uzunluktaki düzyazı biçimidir. Deneme türünün babası sayılan Montaigne’den bugüne kadar deneme yazarlarından okurların belleğinde kalabilecek ve onları etkileyebilecek iki önemli temel ders çıkarılabilir. Biri doğanın istediği gibi yaşayabilmek; diğeri ise hiçbir dogmanın hiçbir kitabın kölesi olmadan özgürce düşünebilmek. Denemenin en belirgin özelliği ise kişisellik ve öznellik olması.

Şevki Özdemir’in denemelerini toplamış olduğu Mutlu Aşk Şarkıcısı (2018) adlı kitabı, yazarın bugüne dek hayata dair gözlemlerinden, yaşadıklarından, tanıklıklarından, okuduklarından edinegeldiği kültür birikimiyle harmanladığı kişisel düşünce ve yorumlarını yansıtan son derece içten bir dille yazıya döktüğü metinlerden oluşuyor. Denemelerin çoğunda bilim, sanat, felsefe ve uygarlık tarihinde insanlığa yararlı hizmetleri olmuş önemli öznelerden alıntılar yaparak, onların tanıklıklarına başvurarak anlatımı daha inandırıcı ve ilginç kılabiliyor. 

Kitaptaki denemeler hayatı, insanı, insan ilişkilerinin karmaşık yönlerini, aşkı, dünyanın değişik görünümlerini, tarihi, coğrafyayı, sanat yapıtlarını, ülkemizdeki tarihsel ve kültürel mirası, fanatizmi, tutuculuğu, töre ve kadına yönelik şiddeti, linç kültürü, öldürme hakkı, yoksul ailelerin küçük yaşta çalışmak zorunda bırakılan çocukları, yalan üzerine, 24 Ocak kararları ve 12 Eylül faşist darbesinin yarattığı kirli ortam, çıkarcılık ve duyarsızlık, doğa sevgisiyle birlikte çevre duyarlılığı gibi konuları ele alıp işleyebilen bir genişliğe sahiptir. 

Bu denemeler, yazarın bizzat yaşadıklarının, gözlem ve deneyimlerinin sonucunda onun bilincinden ve yüreğinden süzülüp yazıya dökülen metinler. Bunların her biri okuru düşündürmeye, soru sordurmaya ve yanıt aramaya yöneltebilecek deneyimleri paylaşırken, aynı zamanda ondaki yerleşik kanıları sarsıp değiştirmeye ve hayata farklı bir pencereden de bakılabileceğini gösteren denemeler. Örneğin, Yollarda Kan Var (s.21) başlıklı denemede insanların hız tutkusundan ve sürücülerin hatalarından kaynaklanan trafik kazalarında sakat kalan, yaşamını yitiren insanların kanlarıyla beslendiği yollarla ilgili: “Yolların üzerindeki kan yalnızca insan kanından ibaret değil ne yazık ki. Onca ağacın ve ağaçlarla birlikte yaşayan onca canlının da kanından ibarettir. Yeni bir havaalanı yapmak için milyonlarca ağaç katlediliyor, göçmen kuşların yollarını kapatıyor, doğanın dengesini bozuyoruz.” diyerek bir avuç çevreci insanın dışında çoğu insanın duyarsızlığına dikkat çekilen yazıda, Falih Rıfkı Atay’ın tanıklığına başvurularak onun, İngilizlerin ev inşa ederken ağaç diktiklerini, Türklerin ise ağaç kestiklerini söylediği gezi yazılarındaki çarpıcı gerçeğe parmak bastıktan sonra: “İşte yaşatmak ile yok etmek arasındaki çizginin orta yerinde  başlıyor sızımız” diyen Şevki Özdemir, insanla birlikte doğadaki bütün canlılara, ormanlara, kuşlara, bitkilere, denizlere akarsulara kısaca her şeye karşı duyarlı bir insani özü sergiliyor. Çünkü o, gündelik yaşamımızda görüp yaşadığımız ama düşünemediğimiz, fark edemediğimiz, içimize atıp da söyleyemediğimiz şeyleri yazıyor denemelerinde. Bu yönüyle de Şevki Özdemir, yaşadığı her türlü olumsuzluktan incinen ve yüreği acıyan duyarlı bir yazar özne olarak çıkıyor karşımıza. 

Lise yıllarında Montaigne’nin denemeleriyle tanışan Şevki Özdemir, ondan çok etkilenir. Zaman geçtikçe Türk edebiyatındaki Nurullah Ataç, Nermi Uygur, Vedat Günyol ve diğer deneme ustalarını tanıyıp onlardan beslenen yazar, artık kendi denemelerini yazma ve onları edebiyat dünyasıyla paylaşma gereksinimine geldiğinde yazma sürecine başlar. Bu süreçte yazdığı günlüklerden bol bol malzeme çıkaran Şevki Özdemir, gezip gördüğü yerlerin sosyal, ekonomik, tarihsel, kültürel, sanatsal özelliklerini ve önemli değerlerini sıkı bir gözlem ve araştırmacı titizliğinde kimsenin fark edemediği değişik yönlerini anlatıyor denemelerinde. Bunu yaparken başta bütün sanat disiplinleri olmak üzere tarih, coğrafya, felsefe, sosyoloji, psikoloji bilim dallarından yararlanmayı bilen bir donanım ve birikimle okuyucunun karşısına çıkıyor.

Hepimizin bildiği üzere yazın hayatına şiirle başlayan Şevki Özdemir, şiir sanatının gerektirdiği bilgi ve kültürü özümsemiş olmanın verdiği olanaklarla dili estetik bir biçimde kullanabilme becerisini denemelerini yazarken de gösterebiliyor. Bu anlamda anlatımı güçlü ve etkili kılmak için sözün içinde sözcük yinelemelerine, benzetmelere, kişileştirmelere başvuruyor gerektiği zaman. Yalın ve duru bir dil kullanmayı yeğleyen yazar, daha çok devrik cümlelerle düşüncelerini anlatıyor. Bunda da çoğu denemeci gibi kendi içine bakan ve ben’i konuşturan bir biçemi uyguluyor. Kurduğu cümlelerde benzetmeler ağır basarken, benzetmelerde alabildiğine çok örnekler vererek okuyucunun zihninde somut görüntü ve çağrışım oluşturmaya çalışıyor. Bunun için de daha çok somut kavramlara yaslanıyor.   Burada dikkat edilmesi gereken bir önemli nokta benzetmelerde “…gibi tıpkı…” benzetme ilgecini çoğu örnekte birlikte kullanıyor. Örneğin, “…Meriç nehri gibi tıpkı” (s.23), “… Oidipus gibi tıpkı” (s.50)

Denemelerinde kullandığı dile gelince denemenin o yumuşak, samimi, kesin yargılardan uzak, söyleşi sıcaklığındaki kendine özgü dili yakalamış görünüyor. Genellikle sözdizimini sağlam ve anlaşılır bir biçimde kuran Şevki Özdemir, farkına varamadığı, gözden kaçmış tek tük anlatım yanlışlarına da düşebiliyor kitabında. Örneğin, “Önyargılar Üzerine” (s.13) başlıklı denemesinde “…soluduğumuz havaya, içtiğimiz suya, sabuna…. kadar bir paragrafı oluşturacak örnekleri sıraladıktan sonra “…birçok şeye ilişkin önyargılarımızı bitiremeyiz.” diyerek cümleyi sonlandırıyor. Cümlede geçen “içtiğimiz suya, sabuna” tamlamasında mantıksal tutarsızlıktan kaynaklanan anlatım yanlışı var. Yine Bodrum ’dan Ateş Almak (s.61) başlıklı denemesinde geçen “…Zamanın insanları, yaşmak için savaşıyorlardı.” …Nermin Uygur’a göre…”) ifadelerinde yer alan yazarın gözünden kaçan yazım yanlışlarını kitabın editörünün fark edip düzeltmesi gerekir diye düşünüyorum.  

Değerli arkadaşlar, sanat sadece kendini anlatmayı değil, başkalarını da anlamayı gerektiren insanlığın yarattığı en önemli etkinliklerden biridir. Şevki Özdemir de denemelerinde salt kendi ben’ini anlatmıyor. O, hayatı ve onun biçimlendirdiği bütün insan ilişkilerini kendi dünya görüşünün merceği altında yeniden yorumlayıp yansıtıyor. Ben, Şevki Özdemir’in bu denemeci yanını daha da geliştirebileceğine inanıyorum. Bu anlamda onda yeterli bilgi, birikim ve donanım var. Yeter ki bunları işleyebilme ve geliştirebilme istencini gösterebilsin. Kendisine bu yolda başarılar diliyor, nice denemelere diyorum. Sevgi ve saygılarımla…

  

ASİL MAVİ
Nimet Taner


boylu boyunca serilir şimdi ırmakların en yeşili
sabırsızlanmıştır limon çiçekleri nisan geleli
mor üveyikler getirir buralarda ürpermiş sabahları
nemli kesif bir çukurovadır gözlerin
süzülürüm her sabah pencerenden içeri

karanlığın nadasından fışkırsın aydınlık gün
olup olup ham kalan nedir iki insan arasında
bilirim renklerin en asilidir mor
yakınlaştır asil mavi ile neşeli pembeyi
mor renkli dizeler süzülsün aramızdan
ille de akşamüstleri...

 

  

DOĞA VE İNSAN

Erhan Tığlı

 

Denizce konuşuyor balık

Gökçe konuşuyor kuş

Çiçekçe konuşuyor

Arılar kelebekler...

Bir de biz konuşabilsek

İnsanca...

 

 

SEYİR

Ayhan Arıtürk

 Yeşil tepe ve ova arasında geçen hayat akışını,

Gizli duyguları kelimelere dökerek,

Sevinçle seyre dalmışım,

Hayatın düğümlerini bir bir çözüyorum,

Omuzlarda ürperme yok,

Gözlerim dolunay gecede,

Kırlara dalan bakışım,

El uzatan dostun hayaline döndü.

Eylül 2020, Mersin

 

Cengiz Gündoğdu'nun Eleştiri Anlayışı Üzerine Söyleşi.

Hazırlayan: Seçkin Zengin

 

Söyleş: Seçkin Zengin; Mustafa Tabak, Mehmet Aslan, Hasan Çapik, Hayrettin Geçkin’le söyleşiyor.

Soru: Cengiz Gündoğdu'nun eleştiri anlayışını, nasıl tanımlarsınız?

Mustafa Tabak: İnsani gerçekçilik.

Seçkin Zengin: Gündoğdu'nun eleştiri alanına getirdiği yenilik nedir? Nurullah Ataç'dan etkilendiği açık bir şekilde görülmektedir. Bunun yanına Asım Bezirci'nin yöntemini eklemekle beraber, bu iki yönteminde yeterli olmadığı noktada devreye ''İnsani Gerçekçilik'' kavramını sokmuştur. İnsani birikimi bir bütün olarak görmektedir. Balzac'ın eserlerini değerlendirirken hangi yöntemi kullanılacaktı? ''İnsani Gerçekçilik'' kavramı ile değerlendirmek mümkündü. Gündoğdu'nun başka eleştirmenlerde görmediğimiz sosyolojik bir bakış açısı var. Bence her eleştirmende olması gereken şartlardan biridir.

Mehmet Aslan: Merhaba dostlar.

Ne güzel, Cengiz Gündoğdu'nun eleştiri anlayışını, eleştiriye katkısını yazacağız.

Seçkin'in sorusundan ilerlersek şunu söyleyebilirim. Evet, Ataç'tan da, Bezirci'den de etkilenmiştir Gündoğdu. Ama, bana kalırsa, onları aşmış, eleştiriye boyut kazandırmıştır.

Ataç, daha çok öznel eleştiriden yanaydı... Gündoğdu'ya göre, öznel eleştiride kişi, bir yapıta temellendirmeye gerek duymadan "güzel" veya "çirkin" diyebilir. Kişinin bu yargısı eleştirilemez. Nesnel eleştiride ise, kişi bir yapıta "güzel" veya "çirkin" derse, bu yargıyı temellendirmeli. Temellendirilen bu yargı eleştirilebilir. Cengiz Gündoğdu, nesnel eleştiriden yana tavır alır bundan ötürü.

Seçkin Zengin: Nesnel eleştirinin kaynağı, sosyalist gerçekçilik mi?

Mehmet Aslan: Nesnel eleştiri, Marks'ın diyalektik materyalizmine dayanır. Marks'ın Kapital'deki kapitalizm eleştirisi, nesnel eleştirinin en güzel örneklerindendir.

Seçkin Zengin: Marksist eleştirmen mi?

Mehmet Aslan: Hayır, tabii ki.  Ama nesnel eleştirinin olmazsa olmazı yapıta diyalektik bir bakışla bakmaktır. Marks'ın diyalektik materyalizmi dememin nedeni, örneğin Hegel'in diyalektik anlayışından veya diğer materyalist bakışlardan farkını ortaya koymak içindir.

Seçkin Zengin: Bir söyleşisinde, Marksist eleştiri yaptığını söylemişti.

Mehmet Aslan: Doğrudur. Cengiz Gündoğdu'nun eleştiri anlayışında Marks ile Lenin bir kutup yıldızıdır.

Bezirci, yazınımızda nesnel eleştirinin ilk savunucusudur. Bir yapıtı eleştirirken, o yapıt ile ilgili yargılarını somut alıntılarla temellendirmiştir. Bezirci'yle Gündoğdu arasında nesnel eleştiriye ilişkin ince bir ayırım var yine de. Bezirci'ye göre Ataç, eleştiriyi sanatla, yani yazınla bir tutmaktadır. Oysa eleştirinin görevi güzellik yaratmak değil, yaratılmış güzelliği yargılamak, okura tanıtmaktır. Yazınla eleştiri arasında amaç ve nitelik ayrılığı vardır. Bu ayrılık, eleştiriyi sanattan çok felsefeye ve bilime yaklaştırır.

Gündoğdu'ya göre ise eleştiri, bilimsel ölçütlere göre değil, estetik ölçütlere göre yapılmalıdır. Eleştiride bilimsellik iddiası, eleştirinin önünü tıkar ona göre. Eleştirmen çıkıp, ben yapıtı bilimsel ölçütlere göre değerlendirdim derse, eleştirinin önünü kapatır... Gündoğdu, eleştirinin her zaman önünün açık olmasından yana... Cengiz Gündoğdu, bir sanat yapıtını estetik ölçütler ışığında inceler. Bu anlamda, en başta Lukacs'tan yararlanır. Lukacs'ın açtığı yolda ilerler. Bunun yanında, başta Aristoteles, Marks, Lenin vd. pek çok düşünürün yaşama, insana bakışını kendi bakış açısının, eleştiri anlayışının oluşumunda bir temel olarak görür. Bu durum, Cengiz Gündoğdu'nun eleştiri anlayışına, Ataç’da, Bezirci'de olmayan felsefî bir derinlik kazandırmıştır.

Seçkin Zengin: Siyaset ve eleştiri arasındaki ilişkiyi nasıl kuruyor?

Mehmet Aslan: Cengiz Gündoğdu'nun bütün çabası, insanın estetik bilincini geliştirmektir. Estetik anlayışı bu temele dayanır. Çünkü ona göre, esenlikli bir yaşamı, ancak estetik bilince erişmiş insanlar kuracaktır. Bu nedenle, siyasetçinin, öncelikle kültürel bir mücadeleyle işe başlaması gerektiğine inanır. Estetik bilinci dumura uğramış insanla esenlikli bir yaşam kurulamaz, Gündoğdu'ya göre... Cengiz Gündoğdu'nun eleştiri anlayışı, egemen burjuva uygarlığının estetik anlayışına taban tabana zıttır. Kapitalist burjuva uygarlığında, yöntemli iş bölümü gereği estetikçilere sınırlı bir iş yüklenmiştir. Bu işte onların görevi sanat yapıtında güzel olanı belirlemektir.

Cengiz Gündoğdu'ya göre, estetiğe yüklenen bu tanım, estetiğin insandan koparılmasıdır. Estetik, hiç kuşku yok ki sanat yapıtıyla ilgilenecektir ancak, iş bölümünün zincirine bağlı kalarak, yalnızca sanat yapıtıyla ilgilenmeyecektir. Politikadan evimizin içine kadar, insanın el attığı her işi kapsamına alacaktır, almalıdır. Çünkü estetik, insan soyunun yaşadığı dünyayı güzel kılmanın yolunu yordamını gösterir.

Seçkin Zengin: İş bölümü, yabancılaşmanın temel kaynaklarından biridir. Bu yüzden mi karşı çıkmakta?

Mehmet Aslan: Cengiz Gündoğdu'nun eleştiri dünyamıza getirdiği en büyük katkı​, yazınımızın ekonomi politiğini ortaya koyduğu Sanatta Star Sistemidir.

Hasan Çapik: Soru, kitabı bizim düşünce tarihinde bir devrimdir aslında. Bu kitap bile Cengiz Gündoğdu'nun niteliğini ve ne yapmaya çalıştığını gösterir. Cengiz Gündoğdu aslında düşüncenin milimetrik mücadelesini veriyor. Bunu salt sanatla sınırlamıyor; bilim, felsefe, etik ve sınıfsal analizler ekseninde bunu yürütüyor. Tek yönlü insanın güdük ve tırıl olduğunu, en küçük sıkıntıda dağılacağını iyi biliyor. Bu bilgi onun ısrarla sloganist ve dogmacı yapılarla mücadelesini de zorunlu kılıyor. İnsan türüne duyulan güven ve insan merkezli bir mücadele ile insanın düştüğü karanlıktan çıkarılması kavgası. Cengiz Gündoğdu bu yönüyle belki de çağdaş bir Sokrates!

Mehmet Aslan: Sanatta Star Sistemi'nde sanat yapıtı meta olarak görülür. Sanatçı ise, pazara göre yapıt üreten, patronuna, yayınevine para kazandırmaya çalışan üretken emekçi konumundadır.

Seçkin Zengin: Gündoğdu'yu sadece sanatsal eleştiri yapan bir eleştirmen olarak kabul etmek eksiktir. Günlük yaşamdan, siyasete kadar her alanda eleştiri yapmaktadır. Bu da insanın çok yönlü olması gerektiğini düşünmesinden kaynaklanmaktadır.

Mehmet Aslan: Kesinlikle. Eleştirmen, bu konu beni ilgilendirmez diyemez, dememeli, Cengiz Gündoğdu'ya göre. Eleştirmene yüklediği görevi, kendi yazılarıyla örnekliyor aslında.

Hayrettin Geçkin: Sevgili Mehmet az önce sanırım bir iki kez yorumlarını okudum Cengiz Gündoğdu'nun eleştiri yaklaşımı üstüne. Çok beğendim, çok mutlu oldum. Ne sevinç. Gençlerimiz bir sürü bataklığa, karanlıklara düşürüldü ama içinde diri kalanlar, yarını örecek olanlar gürül gürül ayakta. Seçkin arkadaşa da teşekkür ediyorum. Bu arada senden çok şey beklemeye başladım. Bu alanda yazacak ve düşünecek adamsın. Yolun açık olsun.

Mehmet Aslan: Çok teşekkür ederim Hayrettin abi. Cengiz Hocamızın açtığı yolu dallanıp budaklandırırsak ne mutlu bize.

Hasan Çapik: Soru kitabından: "Yarını tasarlamak..." Bu insanı merkeze alan düşünürlerin ütopyasıdır. İnsanlığın mücadelesini kavramak bu filozofların, bilim insanlarının ve sanatçıların anlaşılmasıyla alakalı. Cengiz Gündoğdu bunu ısrarla vurgular. Eğer geçmişi anlamazsınız geleceği kuramazsınız. Nitekim insanların en güzel düşü olan sosyalizm bile bu bilinçsizlik yüzünden Sovyetler'de harcanmadı mı?

Hayrettin Geçkin: Muhteşem bir değerlendireme, sevgiyle, saygıyla kucaklıyorum bu değerlendirmeyi.

Mehmet Aslan: Zaten bu nedenle İnsancıl'daki seminerlerinde, insana katkı sunan düşünürlerin, yazarların yapıtları inceleniyor. İnsanın tarihsel geçmişi kavranmadan gelecek tasarımı yapılamaz Gündoğdu'ya

Hasan Çapik: Hayrettin Geçkin üstadım, teşekkür ederim.

Hayrettin Geçkin: Arkadaşlar, ben de bu açıklamalardan ve sizlerin değerlendirmelerinden güç alarak, yazdıklarımı genişleterek, biraz daha ayrıntıya gireceğim. Bununla birlikte Berrin Taş'a verdiğim bir sözü de yerine getirmiş olacağım.

Mehmet Aslan: Seçkin dostum bize görev verdi zaten. Cengiz Hoca’nın eleştiri anlayışını yazacağız. Daha önceden Gerçekçiliğin Estetiği’ni yazmıştım. Şimdi de, öncelikle eleştiri anlayışı. Sonrası da gelecek. Cengiz Hoca, çok boyutlu bir insan... Onun bu farklı boyutlarını ayrı ayrı yazılarla ortaya koymak istiyorum. Pek çok insanda Cengiz Gündoğdu'nun kitapları var. Bende ise, kitaplarının yanında, on yıllık öğrencisi olma, ona yakın defterde seminer notları bir de ve en önemlisi 1200 saate yakın seminer ses kaydı avantajım var. Benim için bir hazine...

Hayrettin Geçkin: Bir kez daha anlıyoruz ki tasarlanmayan bir hayata sığmıyor aklımız. Cengiz Gündoğdu'nun bize öğrettiği bir şeyde budur.

Hasan Çapik: Her ideoloji ya da ekonomik sistem kendisiyle birlikte bir etik yaratır. Kaldı ki bir de sanat anlayışı. Bozuk bir sistemde sanat ayağa düşmüş bir peygamberdir, gizil bir dindir. Neden? Çünkü sanata yüklenilen mistisizm üzerinden kitleler daha rahat afyonlanır da ondan! Eleştirisini salt eserin içindeki birtakım şeylerle sınırlayan bir eleştirmen bunları görmez. Devasa dokunmuş bir halıya benzetirsek sanat eserini bu eleştirmen halıyı değil burnunun dibindeki ilmeği görür. Kapitalizmin buradaki kurgusu çok devasa ve şeytanidir. Cengiz Gündoğdu bunu deşifre eder.

Seçkin Zengin: Gündoğdu, bir yapıtı nasıl eleştiriyor, yöntemleri nelerdir?

Mehmet Aslan: Bir yapıtı eleştirirken, o yapıtı var eden, oluşturan estetik ölçütler ışığında inceliyor, eleştiriyor.

Mehmet Aslan: Örneğin, öyküyü, romanı eleştirirken; diline, anlatımına, nedenselliğe, nesnelerin birliğine, izleğe, örgeye, karakterlere, karakterleri harekete geçiren itkiye, zamana, uzama, çatışmalara vb. bakıyor.

Hasan Çapik: Diyalektik, aydınlanma, sınıfsal bilinç, cesaret ve bilgiye doğru yaklaşma arzusuyla beslenen sürekli araştırma tutkusu Cengiz Gündoğdu'nun eleştirmenliğinin damarları.

Mehmet Aslan: Örneğin dil konusunu açarsak: Yazar dili nasıl kullanmış? Yazarın dili gerçekliği gösteren bir dil mi, yoksa gerçekliği gizleyen, örten bir dil mi? Yazarın dili hangi sınıftan, ideolojiden yana? Yazarın dili, yalın anlaşılır, güzel bir dil mi, tersi mi? Yazar yazdıklarıyla ana dilini geliştirmiş mi?

Hasan Çapik: İlinekler... Çok önemser. Bir sanat eserini yaratırken de anlamaya/eleştirmeye çalışırken de bütün bağlamları içinden görmek.

Mehmet Aslan: Cengiz Gündoğdu'ya göre, bir yapıtta, hiçbir nesne, hiçbir olay, hiçbir söz boşu boşuna yazılmamalıdır. Her sözcüğün konunun akışı içinde bir nedenselliği olmalı.

Seçkin Zengin: Gündoğdu'nun eleştiri yönteminde aksayan yönler yok mu?

Mehmet Aslan: İnsan türü, kendi eksikliğini görüp, bu eksikliği gidererek ilerler. Cengiz Gündoğdu'nun eleştiri anlayışının eksikliği olamaz demek, insanlığın bu gelişimini yadsımak olur. Gün gelecek, Cengiz Gündoğdu'yu aşan eleştirmenler ortaya çıktığında, bize onun aksayan, eksik yönlerini gösterecektir.

Seçkin Zengin: Zaman zaman öznel duygularını ön plana çıkardığı olmaktadır. Belki yazısını güçlendirmek için yapıyor. Bunu eksiklik olarak görüyorum.

Hasan Çapik: Aksayan bir yön var ama o Cengiz Gündoğdu'dan kaynaklanmıyor. Şöyle açıklayalım bu çelişkiyi: Cengiz Gündoğdu'nun önerdiği yöntem çok güçlü ve çok zorlu. Bir eseri anlamak için çok yönlü, diyalektik, uyanık, dogmalarını yıkmış, aydınlanmasını gerçekleştiren biri olmalısınız. Peki, bu sıkıya kim gelir? Hele günümüzde! Ben Marx'ın Kapital kitabını okurken 256 kaynak kitap verdiğini gördüm. Bu yoğunlukta yazılan bir kitabı bir solukta okuyamazsınız ya! Öyleyse ne yapılıyor; kitap anlaşılmıyor ya da hiç okunmuyor. Bunu sosyalistler bile yaparken kimden ne beklenir? Bu durum, neden dünyada sosyalist insanın az olduğunu da açıklar.

Mehmet Aslan: Özellikle Taşkıran'daki eleştirileri bu duruma örnek gösterilebilir. Ama bunu bir eksiklik olarak görmek bana doğru gelmiyor.

Bir yapıtı eleştirirken, ne denli nesnel yaklaşılsa da kendi damgasını vurur eleştirmen. O damgada, kendi kişiliğinden, estetik anlayışından, yaşama, insana bakışından izler bırakır. Gerçekçiliğin Estetiği'nde bu söz ettiğin öznellik azalır yine de. Yapıttan dışarı pek taşmamaya çalışır.

Seçkin Zengin: Çok güzel bir tartışma oldu. Hepinize teşekkür ediyorum. Eklemek istedikleriniz varsa, ekleyebilirsiniz.

Hasan Çapik: Teşekkür ederim Seçkin Zengin dostum ve katılan dostlar. Nitelikli bir tartışma oldu. Devamını bekliyoruz.

Seçkin Zengin: Olacak…

Mehmet Aslan: Ben teşekkür ederim Seçkin. Tüm dostlara iyi geceler diliyorum.

Hayrettin Geçkin: Ben de teşekkür ederim.

 

KIZIL ŞAFAKLARDAN ÇEKELİM HASRETİN AĞINI

Filiz Kalkışım Çolak

 seni sesini kokunu gülüşlerinden damlayan baharların

yüreğimde çiylenen titreyişini özledim…

 

ebemkuşağına fısıldardı yalıçapkını ötüşler

sırtında kavrulan kum taneciklerinden denizleri içerdim

değgilerinde sevişmelerin delindikçe

yıldızlarla yamardık koynumuza akan o boşluğu

henüz tüylenmiş cıvıltılarını saklardık kanatlarımızın birbirimizden

ayaklarımızın altında sere serpe o koy

deniz kabuklarına dolan anemonların sarhoşluğuyla Ege’ye salgılanırdık

yanardı alacasında Cunda o vakitler

bakışlarından damlardı  süzgün yağmurlar toprak kokardın

iyotlu tadına  karışırdı akşamlar

biz seninle

sırılsıklam temmuz sabahlarına sağılırdık

içselliğinden nida bir kız çıkardı

deniz kızı

dalardı sırılsıklam derinliklerine ki ah gönlün

 

göğüslerinde kıpırtısı göğün

saçlarında tiril tiril nağmeleri rüzgarın

en çok mavi kokardın
nefesimden kalkardı kar beyazı esintiler

 kuşlar seğirirdi kirpiklerinden

oylumlarında birikintisi lavanta neminin

dokunuşlarının alt notları esnerdi epifitlenişlerine 

bir sevinç sarardı ki senliğimi

yine bana uyanır

yüzüme döner harelendikçe çığlık çığlığa

yanıklarımda damlacıklanan silkenişlerine sinerdin

 

ucu yırtık düşler sızardı fısıltılarından yakamozların

dudaklarımda kesik kesik nehirleri gelinciklerin gurubu kadar

uçlarından fışkırıncaya değin sancırdın 

ah! sanırdım ki dünya duracak

o buğusu gözlerinin ruhumdan kopuşu köpüklendikçe ruhunun

aşkın kozasına düştüğümüz seslere dinerdik çırpınarak

avuçlarımda kavrulurdu tüm ada

kıyıyı alırdı kollarıma uzanışlarından günseli

kamaşırdı

 

yalnız nefesin kalırdı

koynaklarımda ovalandıkça öylesi güneş

 ıslanırdı


ah! sevdiğim
entarisinde çırılçıplak kaldığım
kavuştukça kaybettiğim

 

çıkıp gelsen ya tüm bunların içinden

gelişin olsam, ışığım olsan

şafağında maviye çözülse tan!

2015 Ayvalık

KENDIMDEN ÖTEYE GITMEK

Sabri Erik

 

Önceleri

Varabilmek kendine

Derdin zirvesiydi bende

 

Hep eksiktim oysa

Ve sonrası eksilmelerimle

Varabildim mi kendime

 

Önceleri

Kâğıttan gemi oldum

Yağmur suyuna bıraktığımda

Kendimi ellerime

 

Sonraları

Yakaladığım serçe hayatım

Avucumdan uçup gittiğinde

 

Bir martı belki

Şehir çöplüklerini eşelediğimde

 

Sonunda anladım ki

Bütün dert

Kendinden öteye gidebilmekte

7.10.2020

 

BARIŞ YÜREK İSTER

Hızır İrfan Önder

 

gidişine üzüldü felek,

dönmeyişine ağladı yollar!..

 

hiçbir şey bıraktığın gibi değil

eşyaların dili lâl, sokaklar kör

ne gündüzsefası açıyor ne gecesefası

komplekse girdi zaman!..

 

insanlar mı masum kentler mi?

mükemmel olan ne var ki hayatta?

niye bunca kin, bunca öfke, bunca nefret?.. 

barış yürek ister…

 

sağanak yağmur mu mutluluk?

gelip geçiyor?

haydi gel artık!

gülistana dönsün gönlüm…

 

 

CİHAN TURAN’LA SÖYLEŞİ

Nermin Akkan

 

Nermin Akkan: Şair değilim diyen ancak aşağıdaki şiirde de imzası olan bir Cihan Turan var karşımda. Kimdir Cihan Turan?

Cihan Turan: Köyüm eski adıyla Güreme, şimdiki adıyla Ortayazı. İlçe Senirkent İl Isparta. Karışık bir doğum tarihi. 1943 yılının son ayları Ekim, Kasım, Aralık. Bunlardan birisi. Babamın Köy Enstitüsü son sınıfında evlenmesi, dolayısıyla nikâh işleminin çok sonra yapılması. Nüfus cüzdanın geç çıkarılması.  Yıl, ay ve günün doğru yazılmaması.



Öğretmen Okulunu bitirdim, atanamıyorum. Nüfus üzdanına göre 17 yaşındayım. Memur olmak için 18 olması gerekiyor. Rahmetli babam birkaç ay için bir yaş büyük olup erken askere gitme diye mahkemede 1.1.1944 olarak onaylatıp nüfus cüzdanını düzenlettirdi. Yaşımı sorana tevellüdüm karışık derim. Dedem ve baba annem o kadar çok sevmişler ki beni kendileri büyütmüşler. 12 yaşına dek bana anne baba oldular. Çocukluğumu doya doya yaşadım. İlkokulu köyde bitirdim. Sonrası öğretmen okulu sınavını kazandım. Köy Enstitüsünün kalıntılarının olduğu okulda altı yıl yatılı okudum. Gerek eğitim gerekse öğretim olarak çok iyi yetiştirildik. Atatürk gerçeği ile yoğrulduk. Yolunu yolumuz bildik. Babamın öğretmeninde okuma gururunu yaşadım. Okulda sosyal faaliyetlerde görev aldım. Öğrenci teşkilatı, okul gazetesi, spor gibi. 1962 yılının temmuz ayında Milli Eğitim ordusuna katıldım. İki yıl sonra askere gittim. 1965 yılında meslektaşım Fadime Uğur ile evlendim. Bir erkek, bir kız evladımız onlardan da birer erkek torunumuz oldu. Isparta, Aydın, İzmir illerinde 32 yıl çalıştıktan sonra 1994 yılında emekli oldum. Ne yazık ki kahve alışkanlığını emekli olduktan sonra da on yıl kadar devam ettirdim. Orada geçen zamanlarıma hala acırım. Bilgisayar ile tanıştıktan sonra kahveyi bıraktım. Büyük şehirde yaşamanın artılarını zaman zaman kullandım. Sinema, tiyatro, sergiler, konser vs.

NA: Cihan Turan ne zaman tutundu şiirin ipine?

CT: 2013 yılında şiir grupları ile tanıştım.

Bu tanışma beni sanatın şiir, müzik kısmında tam içine aldı. Etkinliklerde yaşanan güzellikleri kaydederek paylaşmam geniş çevrelerce tanınmamı sağladı. Zevkim için yaptıklarımın ne kadar doğru olduğunu zamanla anlayacaktım. Öğretmen okulu ve öğretmen olarak çalıştığım yerlerde sosyal çalışmalar hep üstüme kalırdı. Bunun faydasını şimdilerde görüyorum. İzmir de çok sayıda şiir grubu olması bir bakıma iyi ama bir bakıma da sıkıntı yaratıyordu. Her gün bir etkinliğe katılmak yorucu olduğu gibi çakışanlara gidememek o grubu üzüyor başka anlamlar çıkarılıyor. Bunları azaltarak daha planlı güzel etkinlikler yapma girişimlerimden sonuç alamadım. Şiir yazıp kendilerini tanıtmak isteyen aynı kişiler birbirlerine okuyup, çıkardıkları kitapları birbirlerine satması bana biraz garip geliyordu. Devamlı şiir yorumlamak belli bir süre sonra sıkıcı oluyor ilgi dağılıyor.

NA: Sanırım benim de çok sevdiğim aşağıdaki "Gözlerin" şiirini bu arada yazdınız.

GÖZLERİN

Esrarlı her bakışta, başka alem gizlenir

Yüreğimi yandırır, şimşek çakan gözlerin.

Her gönüle akışta, ayrı mevsim izlenir

İlkbaharı andırır, hasret kokan gözlerin.

 

Bazı umut veriyor, beni bazı aldatır

Gülüşü cana şifa, beni nazı ağlatır

Kara kışta boranda, hep yazı hatırlatır

Güneşi kıskandırır, senin yakan gözlerin.

 

Seni böyle sevmesem, çeker miydim nazını

Hüzün sarar gönlümü, göremezsem yüzünü

Şu ölümlü dünyanın, baharını, yazını

Sonbahara döndürür, mahzun bakan gözlerin.

 

Şirin aşkıyla Ferhat, dağı delen el olur.

Leyla derdiyle yanan, çöle düşer del'olur

Yazda kışı yaşatır, yağmur olur, sel olur

Ne yangınlar söndürür, coşkun akan gözlerin. 

                    

CT: Evet. Okunan ve adına "Şiir" dedikleri şeyleri dinledikçe şair olmadığımı bilmeme rağmen eşime hissettiğim yoğun duyguları kaleme aldım. Şiir denirse tabii.

NA: Yüreğinize sağlık Cihan Bey. Bildiğim kadarıyla siz aynı zamanda çok saygın şiir ve müziği birlikte bir programda sunuyor başarılı programlar yapıyorsunuz. Bize biraz bundan söz eder misiniz?

CT: Katıldığım bir şiir etkinliğinde bir dinleyicinin “Artık şiire kusacağız” sözüne çok alındım ve sordum: Sen ne istiyorsun? “Hocam şiirler arasına bir şeyler konsa daha iyi olmaz mı?” dedi. Çok haklıydı. Benim de aklımda olan bir şeyi dillendirmişti. Öyle bir etkinlik yapmalıydık gelen mutlu olsun, akıllarda kalsın. Bu sayede de kaliteli şiirler ve müzik dinlensin. Bu düşünceyle, düzenleyici olarak şiir bölümünü Nermin Akkan, sanat bölümünü Şahin Ünal, müzik bölümü de bu işin ustalarına bırakıp düşündüğüm 'Bizim Gece' adı altında ilk etkinliğimizi yaptık. Beğenilirse devam edecek, ilgi görmezse vaz geçecektik. Öyle de yaptık. Tüm amacım oraya gelenlere iyi şiirleri iyi yorumculardan dinletip sevdirmekti. Umduğumuzdan fazla ilgi gördük. Etkinlik şiir ağırlıklı olmasının yanında çeşitli müzik sanatçıları, sanat olayları ve fıkralarla süsleyerek iki bazen de üç saat sürüyordu. Her etkinliğimizi baştan sona kaydedip sosyal medyada paylaşıyorduk. Dolayısıyla İzmir dışında da takip edilir olduk.

NA: Bu çabalarınızın sonucu olarak televizyon programlarına da çıktınız sanırım. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

CT: Evet. Yaptığımız programlar oldukça ses getirmiş televizyon programlarına davet edilir olmuştuk. Bu süreçte beş ayrı televizyonda "Bizim Gece" olarak canlı yayına davet edildik. Güzel programlar yaptık. Daha sonraları bu işi biraz daha sanat ağırlıklı olan "Biz Bize Kültür ve Sanat Grubu" olarak devam ettirdik. İzmir dışından şairler davet ederek hem onları tanıttık, şiirlerini dinlettik. Başarılı olduk mu evet. Aldığımız olumlu geri dönüşümlere güvenerek söylüyorum. “Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır” Biz de böyle yedik.

 NA: "İzmir" deyince sanatın hayatın daha bir içinde olduğu bir ilimizden sözediyoruz değil mi Cihan Bey. Hemen her semtte birkaç şiir grubu var? Ne dersiniz bu konuda? Şiire katkısı nedir bu grupların?

CT: Başka yerleri bilmem ama İzmir'de grub kurmanın şiire çok hizmet ettiğini düşünmüyorum.

Şiiri değil de kendini göstermek isteyen, etkinliklerde ilgi görmeyence kızıp ben de bir grup kurdum diye ortaya çıkanlar var. Şiirden bihaber olanlar üstatlıkla ünvanlandırılıyor. Etkinliğe katılanların bazılarının sanat adına değil de özel amaç için oraya geldiklerini gördük. Derneklerin yeterince halka inememesi kısır döngü içinde olmaları. Gördüğüm aksaklıklardı. Bu işi doğru yapan grupları ayrı tutuyor onları takdir ediyorum. Ne yazık ki bunlar azınlıkta.

NA: Anladığım kadarıyla siz öğretmenlik formasyonunuz gereği şiirin ihmal edildiğini, şiir bilgisinin ötelendiğini düşünüyorsunuz. Sizce şiir nedir hocam? Cihan Turan şiiri nasıl duyumsar, nasıl tanımlar?

CT: Herkese "Şair" denilmesini hoş karşılamıyor. Duygular elbette yazılmalı, paylaşılması ancak bunlar kuralına göre yazılmışsa, herkes tarafından onaylanıyorsa ona şiir denmeli bence. Şairlikse birkaç şiirle olunacak bir şey değildir. Sizin de değindiğiniz örneklerini sunduğunuz gibi arada bir olsa da ben de yazıyorum. Ama biliyorum ki ben şairliğin "Ş" esinin noktası bile değilim.

NA: "Arada bir" dediğiniz aralardan birinde mi yazdınız "Rüya"yı.

RÜYA

Bir kendi yaşına bak

Bir de benim yaşıma.

Hadi git işine bak

Bela olma başıma.

 

Yay etmiş kaşlarını

Kirpiğin ok mu senin

Yakmışsın uçlarını

İnsafın yok mu senin.

 

Verip kandıracaksın,

Bir öpücük hediye,

Beni döndüreceksin,

Süt dökmüş bir kediye.

 

Hiç erinmez, üşenmez,

Bulduğunu yolarsın.

Her kuşun eti yenmez,

Avucunu yalarsın.

 

Şimdi değil de keşke,

Kırk yıl önce gelseydin.

Gönlümdeki şu köşke,

Kraliçe olsaydın.

 

Gözlerimi açınca,

Rüyaymış... Bir hoş oldum.

Mahmurluğum geçince,

Gelen kim imiş bildim.

 

Gülistanda gül olan,

Öteki yarım imiş,

Bu oyunda rol alan,

Sevgili karım imiş.

 

İki gönül bir olduk,

Baharında kışında,

Hep beraber yorulduk,

Bu hayat yokuşunda.

 

Hamdederim derim ki,

Canım sağ, cananımda,

Başka ne isterim ki,

En sevdiğim yanımda.

Daha ne isterim ki,

Sevdiklerim yanımda.

 

NA: Çok sevdim bu şiirinizi de Cihan Turan hocam. Yüreğinize sağlık. Gelelim sizin İzmir korolarına verdiğiniz emek, ilgi ve sevgiye. Sizi dinliyorum Cihan Hocam.

CT: Müziği sevdiğim için korolara ilgi duydum. Birçok şef arkadaşım var. Onlara bir katkım olsun diye koroları tanıtmaya başladım. Çekimler yapıp klipler şeklinde yayınladım. İlgiyle karşılandı. Konserlerin aranan izleyicisi oldum. Şiir gruplarında olduğu gibi korolarda da birçok yanlışlar var. Burada da gördüğüm aksaklıkları dile getirdim. Amatör korolar üzerine TRT haber programında söyleşiye çağrıldım. Son yedi yılımı dolu dolu sanat içinde geçirdiğim için gerçekten mutluyum. Bu sayede birçok güzel insan tanıdım. Dostlar edindim. Övgüler yanında yergiler de aldım. Haklı olanlardan ders çıkardım. Boş zamanında ne yapacağını bilmeyenler, bilhassa emekliler kesinlikle bu etkinliklere katılın. Neden daha önce bunlardan uzak kaldığınıza üzüleceksiniz. Birkaç saat dertlerden uzaklaştığınızın farkına varacaksınız.

NA: Sevgili Cihan Turan, sevgili babam, biyolojik olarak kızınız olmasam da sizi şiirin sayesinde tanıyıp baba olarak kabul ettim. Siz de bu eksiğimi hakkıyla doldurdunuz. Birebir şahidi olduğum şiir emekçiliğinizi istedim ki tüm şiir severler bilsin sizi tanısın ve kıymetlendirsin. Tüm sorularıma sansürsüz cevap verdiğiniz için kıyısız teşekkür ediyorum. Uzun yıllar daha birlikte ve şiirin içinde kalmak dileğiyle saygı öncelikli kıyısız sevgiler sunuyorum. Bu anlamlı söyleşiyi bitirirken bize söyleyeceğiniz son cümlelerinizi alabilir miyim?

CT: Evet. İşte size kendimi tanıtmaya çalıştım. Yaptıklarımla asla övünmedim, "Ben" demekten kaçındım. "Biz" demeyi sevdim. Zira başarıları ben ile değil biz ile elde ettik. Daha ne kadar ömrüm vardır Allah bilir. Varsa kalanında da yine sanat içinde olmaya devam edeceğim. Tüm sanat severlere, dostlara sevgi ve saygılarımla güzel günler diliyorum.

 

BOMBOŞ

Tan Doğan

 

yaz yaz yaz öldüm

‘yâr kadar bahâr’ım yok

tanrı gökte yağmurdan çok

yer yaşamaya değmez

bana cılız bana ıssız bana ârsız yıldız şart

aşk boşlukta güzeldir diyesim var

âh her sabâh yalnızlık

‘gece’ doğacak diye yaşıyorum

sonra yaz yaz yaz

avaz ağzımda dil ham

tam can diyecektim dilleyemedim

el yazmaya değmez

bana adsız bana gamsız bana ay’sız yıldız farz

ömrüm kâğıt  gönlüm kalem ––hâle bak

dehlizimde delleniyor şi’rim

âh her ân/ı’m acı: sâfacı

‘acı’m bitsin diye yaşlanıyorum

dünya denen cehennem de yalan ve yalan

ve yine yalandır cennet diyesim yok

ennihâyet ‘kış’: kuş uçuyor görüyorum

ve ‘gece’ bitiyor  ne hoş

sonra yok  sonra hiç  sonra boş

yaz yaz yaz öldüm

boşluğa vursun kanadım ‘toz’a dek

26 Mayıs ’20 Bostanlı / İzmir

 

TÜRLÜCE

Hatice Altunay

 

Dünyamız güzelleşsin diye

Çırpındık durduk.

Kimi çizdi kimi yazdı

Kimi gezdi keyfince

Bir tutam tuz kattı

Güzelliklere...

Kimi de

Çil çil altınlara

Ömrünü harcadı.

Moliere gelse

Benden cimrisi var

deyip alkışlardı.

İnsan var.

İnsanımsı var.

Kimi iyilik için yar.

Kimi de...                          

                           6 Aralık 2020

                                

KARŞIYAKA BELEDİYESİ HOMEROS EDEBİYAT ÖDÜLLERİ 2020 BİR ŞİİRİ İNCELEME YARIŞMASI DEĞERLENDİRMESİ

Yaşar Özmen

 

Sarmal Çevrim Dergisi, 15. sayısında Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiiri İnceleme Yarışmasında dereceye giren şiir incelemelerini yayımladı. Bu sayede dereceye giren incelemeleri topluca okuyabildim. Bilindiği gibi Türk yazınında, edebiyat yarışmalarının açıklamalı sonuçlarına ulaşmak olası değildir. Seçici Kurul, ödüle layık gördüğü şiir incelemelerinin neden ödüle layık olduğuna ilişkin gerekçeli kararını açıkladı mı, bilmiyorum. Türk yazınında böyle bir gelenek, uygulama veya yöntem var mıdır? Böyle bir uygulama yoksa, en azından etik olması, emeğe saygı duyulması, şeffaf ve adil bir tutum açısından hemen başlatılmalı. Ödül alan yapıtlara ilişkin seçici kurul gerekçeli kararını, net olarak ortaya koymalı ve basın yoluyla açıklamalı. Sadece bu yarışma için değil; tüm yazın yarışmaları ve diğer etkinlikler için geçerli bir tümce kurmalıyız burada: ‘Bu tür işlerde ne kadar bilinmezlik varsa o kadar sorun var demektir.’ Şiir sanatı sorun kaldırmaz…

Karşıyaka Belediyesinin düzenlediği şiiri inceleme yarışmasına ben de katıldım ve sonuçlarına göre üçüncülüğü Dizdar Karaduman’la paylaştık. Yarışmanın tarafı olmam yüzünden adil bir yorum yapamayabilirim diye düşünenler olabilir. Bu yazımda, kimlerin incelemesi ödüllendirilmişten ziyade; neyin, nasıl ödüllendirildiği üzerinde duracağım. Bu yüzden, yarışmanın içinde olup olmamam çok şey değiştirmeyecektir, umarım.

Bir şiiri inceleme yarışmasında dereceye giren incelemeleri okuyunca bu yazıyı kaleme alma gereği duydum. Yeni ve bilimsel esaslara dayalı, şiirin ontik (varlıksal) bütünlüğü ve integral yapısı gereği şiir çözümleme tekniği ileri sürmüş birisi olarak bu yazıyı yazma hakkını kendimde görüyorum. Ayrıca bu ve buna benzer yazınsal yarışmalarda sonuçlar, enine boyuna tartışılmalıdır; etik yanından adilliğine, tarafsızlığından şeffaflığına, dil yapısından değerlendirme ölçütlerine kadar… Tartışmaya esas olmak üzere her yarışmanın sonucu, seçici kurul gerekçeli kararı olarak açıklanmalıdır. Etik değerler, mantıken bunun böyle olmasını söyler. Ortada bir emek vardır, seçici kurulun bir çabası vardır; bunlar görünür kılınmalıdır. Yapılan işe, harcanan emeğe hakkı verilmelidir.

Şiir incelemesi yarışmalarında seçici kurul tarafından nelerin ele alınması, nasıl olması, neden böyle bir yöntemin uygulanması ve nelerin dikkate alınarak ödüllendirilmeye gidilmesi konusunda, bilinenlerden farklı şeyler söylemek istiyorum. Yarışmaların, kapsam ve yöntem olarak bir çerçevesi, belirli sınır ve kuralları olmalıdır. Bu yarışmada belirli bir kapsam ve yöntem olmadığı gibi nasıl bir inceleme istendiği açık ifade edilmemişti. Buna karşın yarışmaya başvurdum ve yarışma sonucuna ilişkin bazı tahminlerim vardı. Ne var ki bu kadar düş kırıklığı yaratacak bir durumun olabileceğini hiç düşünmemiştim; peşinen söylemeliyim.

Türk şiirindeki ödül ve eleştiri sisteminde; ne nerede aksıyor, ne neden eksik; ortaya koymak, eksisini artısını konuşmak gerekir. Aksi durumda gelenekten edinilen uygulamalarla çağdaş sanat döneminde evde göce dövmeye devam ederiz. Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 için söylemiyorum; genel anlamda yazınımızdaki ödül ve eleştiri sistemi, belirli bir ölçüt, yöntem veya tekniğe sahip değil; hiç saygın değil, yazara, şaire, okura güven vermiyor. Bu yüzden; genelleme, doğrulama ve yinelemelerle şiir bilgisi öğrendiğimiz, şiir incelemesi yaptığımız bir edebiyat dünyasından bazı ayrıntılara dokunup uyandırmalıyız uyuyan yerlerimizi. Özellikle şiir, bütün disiplin ve kültürleri kapsayan bir düşün sanatıdır. Kavramların hiyerarşisi ve anlamsal konumlarını, birbirleriyle ilişkilerini çözmeden yapılacak ve hakkında metin yazılacak bir sanat alanı değildir. Hele hele inceleme metni…

Bugüne kadar yapılan şiir inceleme yarışmaları ve ödül sisteminde sorgulanması gereken çok şey olduğunu bazı metinlerden anlıyorum. Öncekileri ayrıntılı incelemedim; net bir şey söyleyemem, zaten dereceye giren yapıtlara ulaşmak sıkı bir çaba gerektiriyor. Ayrıca gerekçeli karar açıklaması yok… Bugüne kadar bir şiir kitabı için gerekçeli karar açıklaması gördüm: Her tür metin için geçerli olabilecek, sanat bilimini yerle bir eden üç beş genelleme tümceydi…  Yalnız şiir incelemesi değil; şiir alanındaki tüm ödül ve yarışma yöntemleri, sorgulanmalı, en uygun, adil ve uygulanabilir olanı ortaya konmalıdır.

Yarışma, ödül ve eleştiri sistemindeki sorunlara kısa sürede çözüm üretilebilir mi? Tabii ki üretilemez; bu, anlayış ve kavrayış sorunudur. Tespit edilip değerler dizgesinde değişikliğe gidilmesi gereken bir durumdur. Zaman ve bilinç olgunluğu gerektirir. Çağdaş sanat anlayışının kavranması ve bilimlerin eşgüdümüyle ele alınması gereken bir durumdur.

Uzatmadan kısa, açık ve olumsuz bir soru sormak istiyorum:

Şiir incelemesi ne demek değildir?

Çoğunluğunu Karşıyaka Belediyesi Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiiri İnceleme Yarışması’nda dereceye giren incelemelerden çıkardığım maddelerle, şiir incelemesinin ne olmadığı konusunu burada açmak istiyorum.

Öncelikle;

-Şiir incelemesi demek, süslü kompozisyon yazma tekniği demek değildir. 

-Şiir incelemesi demek, şiirdeki kahraman ya da konuların ruhsal çözümlemesinden şairin öyküsüne ulaşmak demek değildir.

-Şiir incelemesi demek, şairin öyküsüne dayanarak bunun üzerinden şiir anlayışını kanıtlamak demek değildir.

-Şiir incelemesi demek, şairin dünya ve yaşam algısından yola çıkılarak şiirinde ne dediğini kanıtlamak demek değildir; tam tersidir.

-Şiir incelemesi demek, sanat felsefesi ve estetik kavramlarının kuru sıkı sallanmasıyla oluşturulan, süslü ve bilinenleri yineleyen bir metin yazmak demek değildir.

-Şiir incelemesi demek, şiir ve şairi konu mankeni yapıp öyküsü üzerine edebiyat parçalamak demek değildir.

-Şiir incelemesi demek, şairin şiir anlayışını yüceltmek için referanslara yaslanıp yalan yanlış çıkarımları sıralamak demek değildir.

-Şiir incelemesi demek, şiirin okurla olan ilişkisini, okurdaki etkisini bir kenara koyup övücü genellemelerle şairin şiirini nasıl yazdığını saptamak demek değildir.

-Şiir incelemesi demek, şairin herhangi bir izleği üzerinden genelleyici deneme yazmak demek değildir.

Şiir incelemesi demek, dizelerin anlam açılımını sıralamak demek değildir.

Şiir incelemesi demek, şairin ne dediğini kanıtlamak demek değildir; dediğinden doğan sonucu ortaya çıkarmaktır. Şiirin etkinliğini, yetkinliğini ve etkisini ortaya koymaktır. 

Öyleyse şiir incelemesi ne demektir? İşte asıl yanıtlanması gereken soru budur.

Şiir incelemesini kısa ve net tanımlamak gerekirse: Şiirin; “sanatsal, şiirsel ve estetik” değerini ortaya koymaktır.

Kısa ve basit bir tümcedir. Nasıl yapılır? İşte bunun için bütünlüklü bir sistem gerekir. Şiir incelemesi dediğimizde şiir, ameliyat masasında tanısı konmamış bir hasta gibidir. Bütün organlarını tek tek ele almamız gerekir. Bunu yaparken de şiirin arka planındaki yaşamsal tüm fonksiyonlarını incelemek ve organlarla ilişkisini belirlemek gerekir. Bütün bilimlere, özellikle sanat bilimine başvurmadan içinden çıkamayacağımız bir karmaşa durumudur bu. Kaotik olmakla birlikte çözümlenemez şeyler olmadığını peşinen söylemeliyiz. Maksadımız bağcı dövmek değil de üzüm yemekse, soruları ve hedefi net ortaya koyarak yola çıkmalıyız. Şiir incelemesi demek; şiiri her yönüyle, olabilecek her tür soruya yanıt verebilecek şekilde incelemektir. İnceleme sözcüğünün kavram kapsamı, sözlüklerde bu şekilde açıklanır ve zihnimizde anlamsal karşılığı budur. Çünkü her şiir; varlıksal (ontik) bir bütünlüğe sahiptir, ön ve derin yapıdan (nesnel ve duyusal alan) oluşur. Bu iki alanın ayrıntılarına el atmadan şiir incelemesi yapamazsınız; tanı koyamazsınız. Şiiri anlam yönünden inceleyin veya anlatım yönünden inceleyin derseniz o zaman durum farklılaşır, kapsam daha daralır ve hedef netleşir. Bir şiiri inceleme dediğinizde, şiiri; sanat felsefesi açısından, dil açısından, anlam, anlatım, çağrışım, ses gibi tüm yönleriyle incelemeli ve ödül de böyle bir incelemeye verilmelidir. Burası işin yöntem sorunudur. Bu tür etkinliklerde, yerleşik bir alışkanlık durumuyla yola çıktığımızdan, sonucun da alışkanlıklarla paralel işlediğini her zaman her yerde görebiliriz. 

 Şiir incelemesi, şiir incelemesi ne demek değildir, başlığı altında saydıklarımın hiçbiriyle yapılamaz. Bunlardan bazıları incelemede ele alınmalıdır ama bu metinlerde olduğu gibi değil. Şiir bir sanat yapıtıdır; asıl ele alınması gereken yanı, şiirin düşünce sanatı olması ve şiirin ekinliği ile okurda bulduğu karşılığıdır. Yani sanat değeridir. Bir şiirin; biçimsel, anlamsal, anlatımsal, sessel, çağrışımsal, coşumsal değerlerini incelemeden; şiir değerini, sanat değerini ve estetik değerini, ortaya koyamazsınız. İnceleme yapmak için, incelemeye yönelik sistem bütünlüğü gereklidir. Bunları yapmadan yaptığınız her inceleme; biraz üfürme, biraz şişirme, biraz kıyısından köşesinden dolaşma, biraz da şiir ve şair üzerinden edebiyat parçalama anlamına gelir. Şiir, bir dil sanatıdır ve tutarlılık, bağlaşıklık, metinler arası ilişiklik gibi metin dilbilimi gerekleri yanında bir de sanatsal ifadenin estetik bilimi bağlamında görünürlüğü söz konusudur. Her şeyden öte estetik değerin inceleme metninde duyumsanır kılınması gerekir.

Yarışmada istenen ile beklenen ve isimlendirme uyumlu olmalı; bunun yanında istenen ile sonuç, örtüşmelidir. Bu durumda, yöntem ve ele alınacak konuların seçimi; hem seçici kurul hem de yazarlar için kolaylaşacaktır. Biz atalarımızdan böyle gördük, bizde bu kadarı var diyorsanız, bu ödül sistemini ve seçici kurulları öpüp başınıza koyabilirsiniz. Hayır biz bilgi çağının insanıyız; sanatsal ifadenin gerekleri, şiirsel görünüme esas ayrıntılar ve bilimsel olgular ne diyorsa oradayız diyorsanız, oturup sanatın döngüsüyle ilgili bilgilerimizi sorgulamalıyız. 

Diğer bir konu da şudur: Eldeki metinler ne ise seçici kurul da o metinler arasından en iyisini seçmek durumundadır. Öyle olsa bile sanat felsefesi açısından ciddi hatalar taşıyan metinler, bir kenara konmalıdır; öyle olmuştur ümit ederim!? Alışılmış ve kanıksanmış bilgiyle verilen yargı, sanatın da sanattaki ödül sisteminin de en güçlü düşmanıdır. Bunun adı, yeniliğe duyarsız olmaktır ve şairin; beyin ölümünün başladığını, sanatın kış uykusuna yattığını gösterir. Sanatta sınır ve sonsuzluğun yanında özneler arasılık gibi kuram ve savların etkisini de dikkate almalıyız bunları sorgularken. Kişidir; düşünmesi, anlaması, görmesi göreceli ve özneler arasılık söz konusudur. Öyle olsa bile istenen biçim ile varılan sonuç, uyumlu olmalı, amaçla çelişmemelidir. Yeniliğin, farkındalığın, farklılığın ne olduğunu anlamadan şiir gibi bir sanat alanında metin yazmak, karar vermek, ben yaptım oldu şeklinde bir tutum takınmak sağlıklı bir sonuç doğurmaz. 

Şiir incelemesinde maksat, en azında incelenen şiirin, şiirsel değerini ortaya koymak olmalıdır; genellemelerle şairini övmek ya da şiirin bir özelliğini çözümlemek değil. Bu maksatla, şiir inceleme yarışması düzenlenecekse yarışmanın; kapsamı, hedefi veya şiirin incelenecek alanı belirlenmelidir. Örneğin, anlam açısından inceleyin diyebilirsiniz. Bir şiiri incelemek dediğiniz zaman bütünlüklü bir incelemeden söz ediyorsunuz demektir. Bu durumda sadece ruhsal çözümleme yapan bir metne şiir inceleme ismiyle ödül vermek, yarışmanın ciddiyetini ve bilinçli yapılıp yapılmadığını gündeme taşır. Yarışma; ismi, konusu ve sonucuyla çelişmemelidir. Yarışmada ödül alan yapıtlardan yola çıkarsak bu yarışmanın adı şöyle olmalıydı: “Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiir Üzerine Deneme Yazma Yarışması” denmeliydi. Yarışmanın ismi böyle olsaydı, tüm olumsuz yorumların yolunu kapamış olacaktı. Çünkü denemenin biçimi ve kapsamı belirsizdir; istediğiniz şekilde yazabilirsiniz. İnceleme dediğinizde bunun; sistemi, belirli yöntemi ve tekniği olmalıdır; dayanakları olmalıdır, söylemlerle işleyen bir tür değildir. Bu durumda ele alınan şiir, tüm yönleriyle bütünlüklü bir biçimde incelenmelidir ki adı inceleme olsun.

Sonuç olarak, şiir gibi düşünce sanatları, ayrıntılı düşünmeyi gerektirir. Gerek eleştiri gerek şiir ödülü gerek diğer etkinliklerde, şiir kendine şiir gibi davranılmasını bekler.

 Özet: Yarışmalarda ödül verilen yapıt, seçici kurul gerekçeli kararının alt maddelerini kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ayırıcı nitelikleriyle doldurmalıdır. Doldurmuyorsa ya istenende ya yapılanda ya da sonuçta sorun var demektir.  

19 Eylül 2020, Narlıdere/İzmir

 

 

ARAMIZDA

Elif Burcu Özkan

 

Sancılı uykularım vazgeçişlere sarılı

Irmaklara öykünen başlangıçlarım

Duru bir kız çocuğunun ellerinde

Avutuyor yalnızlıkla bilenmiş şarkımı

 

Sana bakıyorum

Gözlerinde toplanıyor yarım kalan ne varsa

Tamamlanıyor sen yaralarıma dokundukça

Gönlünün çarşafına seriliyor yıllanmış yalnızlığım

 

Siliyorum ürkek ayaklarımdan

Çıkmaz sokakların ateşten taşlarını

 

Parçalarımı çıkarıp can kırıklarımdan

Birleştiriyorum sana yazgılı ruhumla

Elinden tutuyor çocukluğum

 

Sırılsıklam oluyor eksik dünlerimiz

Göğe yolladığımız mektupların yağmurunda

 

Göğsümüzde yetişen bahar

Eritiyor geçmişin kışlarını

Sınırları yeniden çiziliyor kentlerimizin

 

Yeryüzümün kuytusunda

Sesinle yeniden yazılıyor adım

Deniz aşırı bir yer ayırdım varlığına

Kimse bilmiyor, aramızda


AYIN DÖRDÜYDÜ EYLÜL

Işın Ergüney

 

Hatırla

Ayın dördüydü eylül

 

Kırmızı bir mont üstünde

Bir de atkı dolanmış ak gerdanına

 

Merhaba deyişin

İç titreyişlerinle ilk dokunuşun

Ve habire kaçışan gözlerinle

Girmiştin gönül koyaklarıma...

 

Hatırla

Ayın dördüydü eylül

 

Yıllardan hazan mıydı

Hatıralarım mı siliyor yoksa zamanı

 

Dudaklarımda bir şarkı

Sarıyordum omuzlarını

 

"Düşen bir yaprak görürsen beni hatırla demiştin

Biliyorsun seni ben sonbaharda sevmiştim"

 

Ayaklarımızın altında

Kızıla çalan yapraklar

Ellerimizde Ağustos

 

Hiç bitmesin istediğim o patika yol

Tırmandıkça sana sokuluşlarım

Ve iliklerime yayılan titreyişlerin

 

Kız kulesi manzaralı bankta

Sessiz söylemlerimizde

Karşılaşınca acele kaçırılan gözler

Alev alev yanmakta olan dudaklarımız

Konuşurdu sevdamız adına

 

Hatırla

Ayın dördüydü eylül

 

Demiştik ki hiç unutmayacaktık

O ağacın altını ve her ne olursa olsun

Elbet bir gün buluşacaktık...

 

Eserdi üsküdar içimize

Ellerimizde ince belli bardak

Yapışırdı buz tutmuş parmaklara

Mavi gözlerin delerdi denizi

Öfke sarar ağlardı Marmara

 

Koyardın başını omzuma

Tokuştururken yüreklerimizi

Nasıl da artardı vuruşları

Nefes nefese öpüşmelerimizde

 

Hatırla

Ayın dördüydü eylül

 

Bir yemin etmiştik ki dönülmezlerden

Hiçbir şey için vakit çok geç olamazdı

 

Ne nisan yağmurları kızdı bize

Ne kar taneleri öfke yağdırdı

İçimizde solmayan kırmızı gülle

Papatyalar gibi beyazdı düşler

 

Ne çok sevdalı geçerdi

Ne çok aşk yayılırdı havaya

 

Hiçbiri olamazdı biz gibi

 

Saçların uçuşurdu yüzüme doğru

Bir an dolardı kokun içime

 

Gecemi sabaha götüren kokun

Rüyanı tenime dokuyan kokun

 

Hatırla

Ayın dördüydü eylül

 

Artık her eylül o bankta ve bir başıma

İzlemekteyim Kız Kulesini mavi gözlerinle

 

Dökülürken hisardan binlerce yaş

Vurur boğaz sularını gelin kayıklarına

 

Uzatsam düşlerimi alır mısın yanına

Göndersem buseni salar mısın rüzgâra

Haykırsam sevdamı çağırır mısın katına

Çıkar mıyız senle o sıratın yoluna

 

Ve yine ayın dördü eylül

 

Son yolculuğumda

Sevdalar uğurladı ruhumu

Saldılar aşk gibi sevdaistanına

 

Bir melek karşıladı düşlerimi

*Dur !!!

Parola?

-Ayın dördü

-Şifre?

*Eylül

*Hoş geldin aşkım...

 

  

HİÇ

Ömer Bekmezci

 

Hiç, yoktan iyidir.

Varsa hiçliğin, yokluk bilmezsin.

 

Hiçlik güzeldir.

Ben kocaman bir hiçliğin içinde

Seslensem sana,

Sen kocaman bir varlığın içinde

Bakmazsın bana.

2008

 

AKŞAM PAZARI 

Handan Tan                                            

                                    

 (…)

                                      elleri bostan kiri

                                      kırık eğri tırnakları

                                      parmakları patlıcan

                                      sırtı domates tombulu

                                      yol kenarında bir kadın

                                      Seferihisar’ın köyünden

                               Aydın Yurtsever/ Yolun Kenarında

 

İzmir’den Seferihisar’a, oradan da Kuşadası’na, denizi izleyerek giderdi yol. Bazen iner, dolanır, yükselir; denizi yitirip yitirip yeniden kucaklardı. Yaz aylarında vızır vızır işlerdi.

Mevsim kışa dönmeye başlamıştı. Dükkânların önlerinde asılı toplar, mayolar, çantalar kaldırılmıştı. Onların yerini, bahçelerde, seralarda kalan birkaç kökten toplanan domates, biber, turşuluklar almıştı.

Gümüş Hanım, erkenden kalktı. Yazdan kalma yorgunlukla son domatesleri topladı. Tam olgunlaşmamış pembe yeşil olanları alt sıraya, olgunları üste dizdi. Hepsi hepsi bir kasa domatesti. Biberleri, patlıcanlarla beraber bir torbaya doldurdu. Asmanın gölgesine bıraktı.

Kurumaya yüz tutmuş hamur mayasını, uyanır uyanmaz ılık suyla ıslatmış; biraz atalık buğday ununu mayaya katmıştı. Kabaran ilk mayaya, unun kalanını karıştırıp bir el yoğurdu. Kabın kapağını kapattı, üzerine yün atkısını sararak bahçe fırınının önüne getirip koydu. Kocasının uzandığı tahta kerevetin önünde dikildi.

-Haydin mi Memedali? Benim işimin bitmesini beklersek geç olur. Akşamacek bitmez bu bâçanın işi. Tutuverem bir ucundan demez, yatar durursun. Gören de bütün gece beşik salladın sanır. Mayayı da kardım. Domatları satıp gelince, ekmeği atarım fırına.  Kalk gidem, ıssızlaşmadan varıverem yol boyuna.

Kocasının motorunun arkasına oturdu. Kasayı kucağına aldı. Torbanın sapını omuzundan dolaştırarak yanına saldı. Bir elini kocasına doladı, diğerini domat kasasına.

Geldiler, yapraklarını dökmeye başlamış cılız incir ağacının gölgesinde durdular.

-Ne yana otursam acaba? Yazlıklara gidenler mi durur da biraz öteberi alır, yoksa İzmir’e dönenler mi?

Bilemedi. Burası iyi, gölge ne de olsa, dedi. İncir ağacının altına oturdu. Domatesler sarsıntıdan biraz ezilmişlerdi ama çürük değildiler ya. Kimi biberler kızarmaya yüz tutmuş, patlıcanların moru solmuş da olsa, ilâçsızdı ya, alırdı yolcular.

Oturduğu tahta sebze sandığında devindi. Yaklaştıkça yavaşlıyordu bir araç. Duracaktı belki önünde. Durmadı, baktı, geçti gitti.

“Sabahtan gelseymişim iyi olacakmış. Herkes varmış varacağı yere besbelli. Akşamınan dönenleri kollarım artık. Yolun ötesine geçsem iyi olacak. Dönüş yolu o yanı ya” diye kararsız sayıklarken bir araba duruverdi önünde. Kadın indi arabadan, adam kaldı içinde.

-Ne var teyze sandığında?

-Domat vaar, büber, badılcan vaar.

Kadın, sandıktan domates seçmek için eğildi.

-Daa zabanan akladım, gızım. Neyini seççen? Ben dolduruveren torbaya.

Kadın domatesten eline bulaşan ıslaklığa baktı. Yüzü buruştu.

-Teyze bunlar çürümüş. Kalsın, almayalım. Biberler nasıl?

-Gızım o domatları ben ne zamatınan baktım böyüttüm. Çorçoluk çalıştık bâçada. İlaç atmadık. Ondan böyle sulu domatlarım. Çarşı gübresi komadım dibine. Kendi keçilerimin gübresini topladım, onu kodum. Huncacık ezilmiş gelirkene. Yemeklik ediversen onları? Sohralık olanlar bu yanda.

Kadının kocası inmedi arabadan. Gümüş Hanım’ın toprakta kararmış kırık tırnaklarına, patlıcan moru, kalın parmaklarına baktı uzaktan. Anası düştü usuna. Kucağında bir top kekik, torbasında kuşburnu; pazarlık. Eteğinde kendisi, gölgeleri bitişik. Sonra, meşeli ormanlar.

Dağlar buranın dağları değildi. Yaylalar serin. Dikeni sert, rüzgârı kamçı. Yoksulu, beter yoksuldu. Okul, uzak mı uzak.

Bir geçmiş zamanki andıkça, hâlâ sızılar yüreği.

Anasına anlatamadığı kırk yıllık anı, gelir saplanır usuna.

Fransızca öğretmeniydi. Dilaver Tekçe’ydi adı, unutur mu hiç?

- Almadım bir şey Ahmet. Çürük domatesleri koyacaktı kadın torbaya, kurnaz!

Motoru çalıştırdı adam. Bastı gaza. Dilinde kelebek sessizliği. Aklında karınca sürüsü.

Cuma günüydü. Okulun son ders günü. İlk ders Fransızcaydı. Önce kızları dizdi sıraya. Her zaman yapardı bunu öğretmen hanım.

“Çıkarın bakayım yakanızdan fanilanızın ucunu, göreyim. Ters çevir kızım. Temiz. Tırnaklarını göster. Ayakkabını çıkar, çorabına bakayım. Temiz, geç.”

Böyle sürerdi sabah temizlik denetimi. Sıra erkeklere gelirdi.

“Fanilanı göster. Ellerini uzat, tırnakların uzamış. Çıkar ayakkabını Ahmet!”

Fanilası temizdi, tırnakları biraz uzamış. Pazarları, gündüz keserdi anası tırnaklarını Ahmet’in. Hamamlıktan çıkınca. Sabun kokardı anası. Elinde kör bir makas.

Ayakkabısını çıkardı utanarak. Kara lastik çizme terletiyordu, kokuyordu belki ayağı. Utancı bundan. Eğilip çekti çizmenin tekini. Boynunu, ağırlaşmış bir günebakan gibi büktü. Gözleri, delik çorabından çıkmış başparmağında.

Sabah gün ağarmadan koyuluyordu yola. Köyü, dağın ardında kalıyordu. Giydiğinde delik değildi çorap. Onca yolu yürümeye dayanamamış, epridiği yerden delinmişti anlaşılan.

“Öğretmenim” diyecek oldu. “İnanın delik değildi. Köyden okula yürüyorum ben.”

Diyemedi.

Anasına da diyemezdi. Bir çift sağlam çorap giydirememişim oğluma, diye eksiklenmesindi anacığı.

Dönemeçlerde savrulmamak için yavaşlıyordu adam. Karısı, eline bulaşan domatesin ıslaklığını silmek için kâğıt mendil arıyordu hâlâ.

-Neden durduk ki? Pek meraklısındır yol boylarından bir şeyler almaya. Terazisi bile yokmuş köylü kadının. Bir torbası beş lira, diyor. İki kilo gelirmiş. Nereden belli? Göz kararı doldururmuş. Köylü kurnazlığı.

“Kurnazlığı bırak Ahmet. Çorabın delik!”

“Öğretmenim… Ben, Kapaklı’dan buraya yürüyorum.”

“Kapaklı, şu yukarıdaki Alevi köyü mü? Yalnız sen misin köyden okula yayan gelen? Bak, Cemil de aşağı köyden geliyor. Konuşuyor bir de utanmaz! Uzat elini. Verin bana bir cetvel.”

Kimse cetvel vermedi. Kendisi çekip aldı çocukların birinden tahta cetveli. Vurdu vurdu elinin üstüne.

Sefer, diye bir çocuk vardı. Dayanamadı. Atıldı öğretmenin önüne, alıp cetveli fırlattı camdan dışarı. Ahmet’i arkasına aldı.

“Bugünden sonra kimse fanilasını, çorabını göstermeyecek, anlaşıldı mı!”

 Sefer, İstanbul’dan sürgün gelmiş, yaşça hepsinden büyüktü.

“Bir sürgün de buradan yesem ne olur” dedi, Dilaver Öğretmen’in gözünün içine bakıp. “Ya da bıraksam okumayı?”

‘Teneffüs zili’ çalıyordu.

Ahmet’in kafasında karıncalar kıpır kıpırdı.

Yavaşça frene bastı. Geri vitese takıp, döndü. Karısı şaşkın. Akşamın alacası çökmek üzereydi. Çok değil, on dakika gittiler İzmir yönüne. İncir ağacının gölgesi silinmiş, dibinde oturan yoktu. Hava karardı kararacak. Yolun karşısına geçmiş Gümüş Hanım. Sesleniyordu;

-Akşam pazarı bunlar… Hepsi birden on lira…                        Aralık 2019/ Urla

  

ÇIĞLIK

Faik Güçlü

 

sesim bir çocuk sesine çarptı sokakta

ağaçlardan oyuncaklar damlıyordu 

yaprakların ucundan

kesik kesik 

bilyeler gibi gözler 

 

birazdan çok değil birazdan 

gümbürtü kopacak

kökünden sökmek için sokakları

demirden tekerlerle 

girecekler 

çocukların sesi kesilecek

 

ağaçlardan çocuklar damlayacak

harabe olmuş evlerden 

elleri fırlayacak 

ölüm

bir yıldırım gibi

çarpacak tüm yüzlere

 

televizyonu kapat 

 

 

BEN KİMİM? \ KİMLİĞİN TONLARI

Abdurrahman Danış

Aynanın içinden sûretin yansıması

Kat be kat açılır aynadaki sesler

Varlığın ininden geçer

Açılır kırmızıya ve siyaha

 

Varlığıma hiçleşirim kızılca

Gök gibi gürler kimliğim

Varlık ötesine yansımalar

Soyunur aynalara, zamana

 

Hangi mevsimin habercisisin

Hadi aç yüzünü soyul perde perde

Aynanın içinden yüzler silinir

Bir ben devinir, canlanır aynam

 

Konuşur rengarenk doğaçlayarak

Her sese, yüze aşkınlaşır

İnsan örtüleri kalkar yurdumdan

Sığınağım kendimeymiş meğer

  

HAİKU

Ayhan Akdeniz

 

Sıçradı balık

olta nehre düşünce -

ateş canlandı.

 

Dereyi geçti 

eteği dize çekip,

Bebek kucakta.

 

Dağ bembeyaz kar -

Ağustos böceğiyim 

bana yaz gerek

 

SENDEN SONRA

Gülşen Ersan

 

               “Hiçbir mülküm yok"

                               Şiirden başka...

On yıl olmuş

sesini alıpta bu gürültülerden gittin  gideli

Görünmeyeli beri buralarda 

duyulmayan dualarınla

parlattığın o aynalarda

otuz ikili gencecik gülüşünü.

 

Hani şiirler okurdum ya sana

Telefonun öbür ucunda

Artık okumuyorum sadece

sarılıyorum da yokluğunda

Yastık altı kalemimle yatıştırdığım ıslak anılar hep usumda.

 

Yazdıkça yaşadım, yaşadıkça yazacağım seni, beni, bizi.

Kaytarmak yok!.. demiştim sana, oysa...

 

On yıl olmuş

Sen buralardan gideli

Kaybettik sanma izini

Yıllar yılı sürüklese de

onlar, bunlar, şunlar bizi

ne erozyona uğradık

ne göçükler gördükse de

şiir edip altından kalktık

iki adam bir kadın

gitgide ırayan yakın(ma)ların.

 

Neden sonra boy verdi

şiirin koynunda umudun cücüğü baktık; bi dünya söz çürüğü!..

yalanı, yılanı, dolan(an)ı attık

güne güneşe kara çalanı.

 

Tanrı küskün

yüzümüze baktı da

sonunda bir güzel

Masalımıza sarıldık.

 

*Süreyya Berfe (Hiçbir mülküm yok, zamandan başka)

 

 

UÇLARDA GEZİNEN DUYGULARIN BÜYÜLÜ DIŞAVURUMU

Beste Bekir

Melankoli nedir? Halk arasında yalnızlığı tercih ve süreğen hüzün hâli ya da duygu dalgalanmaları şeklinde tanımlanabilecek olan melankoli, edebiyat için olumlu manada yaratıcılığı körükleyen önemli bir etkendir. Ne de olsa bir edebiyat eseri duyguların dışa vurumudur. O hâlde melankoliyi daha fazla irdelemek yerinde bir davranış olacaktır.

Romantik akımın Fransız temsilcisi Victor Hugo melankoliyi "hüzünlü olma mutluluğu" biçiminde tanımlar. Ona göre melankolizm karalar bağlamaktadır. Kafada karamsarca bir şeyler kurup bu kuruntularla beslenmektir.

ABD'li psikanalist Irvin D. Yalom "Nietzsche Ağladığında" adlı kitabında melankoliyi şu konuşma üzerinden açıklar:

"- Ya melankoli?
 - Benim de kötü dönemlerim vardır. Kimin yoktur ki? Ama beni ele geçirmiş değil. Onlar hastalığımın değil, benim varlığımın bir parçası. İsterseniz şöyle diyelim; onlarla yaşama cesaretini gösterebiliyorum."

Ünlü felsefeci Arthur Schopenhauer "Seçkinlik ve Sıradanlık Üzerine" isimli eserinde Goethe'nin melankoliye dair şu dizelerine yer verir:

          "Şiir ateşim çok sönüktü
           İyi ile karşılaştığım sürece;
           Halbuki bütün bir alev kesildi
          Tehditkâr dumandan kaçıp kurtulduğumda.
          Nefis şiir gökkuşağına benzer
           Ki ancak karanlık bir zemin üzerine çizilir,
          Onun içindir ki şairin dehası
           Zevk duyar melankoli unsurundan."

İngiliz şair William Shakespeare ise "Bir Yaz Gecesi Rüyası" adlı eserinde melakolinin sevenlerin kaderi olduğunu şu dizeleriyle ifade etmiştir:

“Melankoli nöbetleri, hayaller ve iç çekmeler,
Arzular ve gözyaşları zavallı aşıkların kaderi.”

Melankoli, bazı ünlü edebiyatçıları ölüme kadar sürüklemiştir. Hayatlarının ne kadar ızdıraplı olduğuna dair notları dikkat çekicidir:

Virginia Wolf: "Yaşamak neden böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanıbaşından geçen daracık bir yol gibi?"
Nilgün Marmara:
"Hayatın neresinden dönülse kârdır."

Melankolikler dünya hayatının, samimiyetsiz insanların gösterişli yaşamların varlığından rahatsızdırlar. Onlara göre bu sürekli tekrar eden sahtelikler silsilesi, yaşamı dayanılmaz hâle getirmektedir. Bu nedenle de kendi kabuklarına çekilmek, ıssız ve derin dünyalarında yalnızlıklarıyla mutlu yaşamak onlara daha anlamlı gözükür. Gerçek yüzlerini görebildikleri sahte insanlarla bir araya gelmek istememeleri çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Kendini bu dünyada hapsedilmiş gibi hisseden, duygularını dışa vuramayarak içinde tutan, hayata dair beklentilerini kaybetmiş, karamsar ve etrafındaki hayat tarzıyla çelişen şair ve yazarlar önce yalnızlığa kapılıp ardından ızdıraplar içinde melankoliye sürüklenmişlerdir.

Melankolik kişilikler, tarih boyunca dehanın, yeteneğin ve derinliğin bir göstergesi olarak kabul edilmişlerdir. Aristo, "Neden, ister felsefede ya da politikada, ister şiir ya da sanatta olsun olağanüstü kişiliklerin hepsi melankoliktir?" diyerek dehalarla melankolikler arasındaki bağı sorgulamıştır.

Sabahattin Ali, sonradan Ali Kocatepe tarafından bestelenmiş "Melankoli" isimli şiirinde melankoliden şöyle söz eder:

Beni en güzel günümde

Sebepsiz bir keder alır.

Bütün ömrümün beynimde

Acı bir tortusu kalır.

 

Anlayamam kederimi,

Bir ateş yakar derimi,

İçim dar bulur yerimi,

Gönlüm dağlarda bunalır.

 

Ne kış, ne yazı isterim,

Ne bir dost yüzü isterim,

Hafif bir sızı isterim,

Ağrılar, sancılar gelir.

 

Yanıma düşer kollarım,

Görünmez olur yollarım,

En sevgili emellerim

Önüme ölü serilir...

 

Ne bir dost ne bir sevgili,

Dünyadan uzak bir deli...

Beni sarar melankoli:

Kafamın içersi ölür.                                            

Bu anlattıklarımın ışığında anlaşılan odur ki; toplum hayatını sorgulayan, derin duyarlılık sahibi, sahte yüzlerden rahatsız, ince fikirli insanların ortak sıkıntısı ve aynı zamanda edebiyat ve sanat için bir katalizör görevi üstlenen melankoli ne yazık ki varlığını dünya döndükçe kaçınılmaz olarak sürdürecektir.

 

YANARDAĞ SENFONİSİ

Beste Bekir

 

Akşamın saklı bahçesinde
soluğumu öpüyor
bir yalıçapkını

Ilık çiy esintisi
iç odalarıma doluyor
titreterek gülistanımı

Düşlerimin kristal kapısı
destansı bir aşka aralanıyor

Girdabına çekiyor beni özlemle
kokusu burnumda ten sığınağım

Sıcak lav gölünde
ikinin bire eridiği
yanardağ senfonisi bu

İnleyen ezgilerle geliyor
huzurun rehaveti
bulutsu yatağına sarmaşıkların

 

KAYNAŞMA

Mehmet Rayman

 

dağların arasına düşer

göğsümün üstünden akan dere

cam kırıkları moloz yığınları

birbirine bakınca kötüleşir

ahşap pencerelerin mavi boyası

içine kıvrılmış fotoğrafların yarası

çakmak taşı keskin uçurumlar

senin için attığım çığlıkların

hepsi bu çöplükte

 

dağlar yakınlaşır önce

sonra nehirlere düşer kaygılarım

ekin ektiğim zaman mutluyum

çöllerin kızıl fırtınası çamurlu kum

hiç karışmıyor bu yapıların harcına

çakıl taşı döküyorum yollara

dağlara çukur açanları yerdim

bizi kaynaştıran bulutlara

bağlıyım hayatta

 

 

KESTANE GÖZLÜ KADIN

Cemal Karsavran

 

dert yumağıydın

sesinde seni bulduğumda

yüreğinden açılan kapıydı

gizlerin ve düşlerinde taşıdığın

dura dura konuşurken

kelimeler asılırdı boğazına

kestane gözlü kadın

 

sevdaların düğümlenirken

saçın dalgalanırdı buram buram esenle

yardım meleği olup koştuğunda

dostluklarını gizlerdin

okyanus olur taşardın

kendinden sonra

kestane gözlü kadın

 

aciz olmadın hiç bir zaman

kendini bulmaya çalıştığında

yitik limanlardı aranılan

varlığını bildiğin

gözlerinde ışık olan

koca bir nehir gibi çağlayan

kestane gözlü kadın

 

seninle kabaran dalgalar

köpük köpük yürekleri yaralar

dişlerim dudaklarımı sıkıştırır

ruhun bedenimi zorlar

gidersen yokluğun dilimde adın

inci inci kelimelerle sohbetin

kestane gözlü kadın

 

 

KİTAP OKUMAK

Esat Yavuztürk

 

Kitap okumak öğrenmek demektir. Öğrenmek, bebeklikten başlayıp ölene kadar devam eder. Aklı ermeye başlayan bir çocuk her gördüğüne heveslenir, saldırır ve annesine sorar: “Anne bu ne?” der. Eğer anne bu soruyu yanıtlamayıp da: “Aman sen ne yapacaksın onu?” derse, çocuk bir kayaya çarpmış gibi geriler, dolayısıyla annesine küsmüş gibi olur ve bir daha da sormaz! Bu, çocuğun öğrenme özleminin önünü kesme olur. Eğer anne kültürlü ve anlayışlı bir hanımsa, çocuğunun her sorusuna yanıt vererek bilinçlenmesine yardımcı olur ve çocuk da bu yanıtlardan cesaret alarak sormaya, dolayısıyla da öğrenmeye devam eder.

Şimdi belki diyen olur ki; “Çocuk bu soracak da ne olacak?” Herkes ancak kendi çevresini görür, görüp duyduğu ile ilgilenir. Genellikle sorular da buradan çıkar. Aslında dünya o kadar büyük ve sorunludur ki bizim bunların çoğundan haberimiz olmuyor. Yeryüzünde yürüyen, koşan; uçan, yüzen; küçüklü-büyüklü milyarlarca canlı vardır. Denizlerde hiç görmediğimiz türlü yaratıklar yaşıyorlar. Elimizde kullandığımız aletlerin, yediğimiz yemeklerin nasıl yapıldığını hep merak ederiz. Basit görünse de bunlar bizdeki bilgi eksikliğidir. Elbette her şeyi öğrenmek mümkün değil ama etrafımızdaki olayları, görüp duyduklarımızı ne kadar öğrenmek istersek o kadar bilinçlenir ve kendimizi tanımaya başlarız. İyi ama bunları nasıl öğreneceğiz?

Asıl sorun buradadır! Öğrenmenin üç temel kaynağı vardır. Bunlar; dinleyerek, görerek ve okuyarak öğrenmedir. Dinleyerek öğrenmenin ilki, anne ve babadandır. İnsanların çoğu bu temel öğretiler üzerinden yürür. Etrafındaki insanları dinler, ama pek çoğu yaşadığı bölgenin dışına çıkamadığı için bununla yetinir. Gezip görmek ise öncelikle maddi imkâna dayanır. Bu imkâna sahip olup da geziye gidenlerin birçoğu macera olsun diye çıkarlar. Fotoğraflar çekip yakınlarına gösterip mutluluk duyarla. Az da olsa bir şeyler öğrenmiştir, ama bunlar da sanki resim seyretmiş gibi geçicidir. Bir şeyler öğrenmek maksadı ile geziye çıkanlar ise gittiği yerler hakkında, gördüğü güzellikler ve tarihi olaylardan bilgi edinirler. Çok meraklılar ise notlar alarak yazılı bir belge oluşturur. Gezilerek öğrenmek de böyle oluşur, ama her yere gidip her şeyi görüp öğrenmek mümkün olamıyor.

Üçüncü şık ise okumaktır. Yazımızın asıl konusu da “Kitap Okumak.” Evet, bilenleri dinlemek, gezip görmek de bir tür okumaktır; ama hiçbiri kitap kadar bilgi yüklü değildir. Çünkü tüm bilgiler, kitaplar aracılığıyla herkesin ortak malı olur. Kitap mı? Kütüphaneler, kitapçılar ve okullar kitaplarla doludur. Milyonlarca kitap çeşitleri içinde her türlü bilgiler vardır. Meslekle ilgili kitaplara bir sözüm yoktur, ama diğer kitaplar hakkında seçim yaparak okumayı öneririm. Neden mi? Her yazar kendinde olduğu kadar bilgiyi kitabına aktarır. Bazı yazarlar da kendini kanıtlamak için kalemi eline alıyor. Böyle bir yazarın bilgisi veya yazdığı yazı acaba ne kadar gerçekçi olabilir? Zamanımızdaki ‘post modern’ yazarlar ise bir moda yaratarak, içinden çıkılmaz bir bulamaç yapıyorlar. Çok öğrenmek, zamanı boşa harcamamak için kitap seçerek okumayı öneririm.

Herkes için bilinçlenmenin en geçerli yolu ise okumak, okumak ve okumaktır!.. Ama hangi kitapları okumalı? Macera ve yaşam öykülerini anlatan romanlar, öyküler, şiirler de okunmalı. Evet, yukarılara bu merdivenlerle çıkılır, ama bunlar sayfa çevirmiş olmak için okunuyorsa, buna kitap okumak denebilir mi? Elbette klasik denilen yapıtların bir özelliği ve öğretisi var. Bana göre esas okunması gereken, yani kişiyi olgunlaştıran düşünsel ve fikirsel kitaplardır. Bu kitaplar asla diğer kitaplar gibi okunmamalıdır. Düşünsel kitaplardaki bir konu ilk okunuşta tam anlaşılmamış olabilir. Kitaptaki bir konuyu iyi anlayabilmek için sayfayı, hatta paragrafı bile tekrar tekrar okunduğu zaman daha iyi anlarsınız. Tekrarda fayda vardır. Kitap okumak, anlamak demektir. Okuduğun kitabı anladığın zaman kitap okumuş ve bilinçlenmiş olursun. Yani kitabı okumuş olmak için okudunsa, evvela kendini aldatmış olursun. Anlayıp ve yorumlayan okuyan kitap okumuş olur. Kitaplar, tüm dünya bilgilerini senin masana getiren en güzel kaynaklardır!

  

BİLİNÇ

Feyyaz Kadri Gül

 

Güvercinler havalanır yüreğimizden

iç huzurumuz  varsa eğer

Şafağın coşkulu sesine

ulanır alın terimizin  ışıltısı

Bilinçle katılırsak dirime

meydan okuruz ölüme.

 

 

ÇOCUKLARIN

Ahmet Yılmaz TUNCER

 

Koşuyor çocuklar

Mevsim mevsim

 

Karışmışlar

Bir rüzgârın içine koşuyorlar

 

Bir bomba düşüyor

Bir kurşun geçiyor

Gözlerinden

 

Acıyı pay ediyorlar

Lokma lokma

 

Geride kalan gözleri bakıyor

Yaşama doğru

Ve bakıyor bize doğru

 

Hiçbir dilde karşılığı yoktur

Bu acının her acı yiğittir

Çocukların acıları hariç

 

 

ADINI ARAYAN ŞİİRLER

Savaş Karaduman

 

Mavi mavi…/ dalga dalga…/ derin derin…

Ellerimde atıyor kalbi denizin

Martılar uçuşuyor başımda -aklımda sen-

Yüzümde serinliği esen rüzgârın

Seni seviyorum

 

Birazdan yükselir bir insan boyu

Köpürür, kudurur

Oltaya yakalanan balık

Ve terli, yorgun bir hayvan gibi soluk soluğa

Kendini kıyılara vurur dalgalar

Islaklığı kumlarda…/ kokusu saçlarında…

Seni seviyorum

 

Kasıp savuruyor rüzgâr

Yapraklarını kavak ağaçlarının

Canı kırık penceremden içeri dalıyor kış

Dam akıyor… Kar damlıyor…

Isıtmaya yetmiyor hiçbir şeyi nefesim

Son anda –tam da aşka buz kestiğim anda-

Sıcak iki göz oda gibi gözlerin yetişiyor imdadıma 

Donan su gibi afallayıp kalıyorum karşısında güzelliğinin

Saçlarına ne de güzel yakışıyor kar

-beyaz bir duvak gibi-

Seni seviyorum

 

Her yerde bahar

Her yerde çiçek;

Sarı, Kırmızı, Yeşil,  Beyaz ve Mavi, Mor ve Ebruli

Dalında gelincik…/dalında narçiçeği

 -Kırmızı sana çok yakışıyor-

Seni seviyorum

 

“Al satarım bal satarım…/ yakan top” oynuyor

Tıpkı çocukluğumuz da ki gibi gökte yıldızlar

Seni seviyorum

 

Birazdan kararır… Karışır birbirine bulutlar

Gri ve siyah

Bir yıldırım aşk çarpar

Bir yağmur başlar

-Bir yıldız…/ bir yıldız…/bir yıldız daha kayar gibi-

Damlasını döküp gider saçlarına

Saçlarında damla damla yıldız…

Saçlarında yağmur kokusu

Seni seviyorum

 

Birazdan başını uzatır güneş

Bulutların arasından sarı ve sıcak

Gürül gürül yanan sobaya elini uzatan çocuklar gibi güleriz hep birlikte

Seni seviyorum…                     

      Ağustos 2020

  

 

GENEL

Sanat dönemleri, birbirinden kesin çizgilerle ayrılmayan ve ayrı ayrı düşünülemeyen bir süreçtir. Klasik, modern, postmodern ve çağdaş sanat dönemleri, aynı düzlem üzerindedir ve birbiri içindedir; aynı zamanda sırasıyla birbirinin devamı ve birikimidir. Bunları anlamak ve hak ettiği biçimde değerlendirmek istiyorsak her birinin ayrıntısını ve birbirlerine olan etkilerini; tarihsel bilgi, metinler arası ilişki, sanat bilimi ve bilimler arası eşgüdüm altında incelemeliyiz. Sanatın öyküsü, sanıldığı gibi basit bir öykü değildir; yaşam, nesne, evren, kültür, zaman, düşünce, bilim, akıl ve teknoloji gibi her biri kendi başına ayrı görüngü olan kocaman bir dünyanın bileşkesidir; birbirleriyle korelatif ve çoğunlukla doğrudan ilişkilidir. Belirgin boyutlarının yanında belirgin olmayan boyutu, fazla değişkeni ve karmaşık bileşenleri olan bir etkinlik alanıdır. 

Sanatın hangi dalına neresinden ve hangi zamandan bakarsak bakalım, imgelem-imge-imgelem formülüne göre çalışan bir sistem buluruz karşımızda. Amaç, kapsam, biçim ve biçem olarak zamanla değişiklik gösterse de özde, belirli bir yolu ve hedefi esas alır. İmgelem-imge-imgelem süreci; şiir, resim, müzik… gibi tüm sanat eserlerinin doğuma hazırlık safhasından doğumuna, imge ve iletilerini kurmaktan okurda yeniden bir imgelem dünyası yaratmasına kadar izlenen yol olarak düşünmeliyiz. Daha anlaşılır biçimde söylersek, sanatçının imgelem gücü ve zenginliği, yapıttaki imge ve iletiler bütününü kurar; imge ve iletiler bütünü de okurla karşı karşıya geldiğinde okur imgelem dünyasını oluşturur. Yapıtın yaratımından izleyicide oluşturduğu estetik tavra kadar olan süreci anlatır. Yapıt, izleyicide imgelem yaratma yetisine sahip olduğu sürece, varoluşunu ve estetik değerini korur.

Bir sanat dönemi, bazı metinlerde geçmiş sanat dönemini reddediyor gibi okunsa da genetik olarak geçmiş dönemin kodlarını üzerinde taşır.  Barthes, bunu “metinlerarasılık” diye tanımlıyor[2]. Sanatın hangi alanı olursa olsun, geçmişten üzerine bir takım renk ve parçalar giyinmiş olarak varlık bulur. Bunun anlamı; en ileri sanat ile en ilkel sanat arasında mutlak bir bağıntı var demektir. Bu nedenle hiçbir sanat dönemi, diğerlerinden bağımsız değerlendirilemez. Geçmişteki sanatın; devrine göre imgelem yaratma yeteneği şu anki en ileri sanatın imgelem yeteneğinden daha az olduğunu söyleyemeyiz. Tamamıyla insanın; bilgi, kültür, algı, düşün ve onu yorum yeteneğiyle doğrudan ilişkilidir; yineliyorum, korelatif değil, doğrudan… Başka bir deyişle ne kadar bilimsel, ne kadar düşsel ve ne kadar evrensel düş kurabiliyorsanız sanatınız, o kadar çağın içinde ya da önündedir. Zamanın kültür birikimiyle ve düşünce gücünüzle doğru orantılıdır. İşte biraz da sanat dönemlerine bu açıdan bakmak gerekir. Çünkü kültür varlıkları bilimlerin öncülüğünde üretilir ve bilimler de düşünce gücünün sonucudur; sanat da düşünce ve bilimin tasarımıdır. Döneme ait biçim ve biçem; nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin, insanın birikimi, yaşamı okuma biçimi ve kültür varlıklarıyla olan düşünsel ilişkisine bağlıdır. Kandinsky, “Her sanat yapıtı, devrinin çocuğudur ve her devir, kendine özgü olan ve bir daha tekrarlanamayacak olan sanat yaratır.[3]” der.

Konumuz, sanatın zaman doğrusu üzerinde aldığı değişimi/dönüşüm ve sanatsal bağlamda postmodern kavramını açmaktır. Buna bağlı olarak gelecek dönemlerin açılımını yapabilmektir. Bu yüzden klasik sanat döneminden başlayıp bir bütün olarak sanatın gelişim sürecine göz atmak, anlaşılması bakımından daha sağlıklı olur kanısındayım. Sanatta postmodern kavramı çok farklı biçimlerde tanımlanmış olması nedeniyle metinde, ağırlığı bu döneme vereceğim. Postmodern sanat anlaşıldığında, çağdaş sanat ve evrimsel sanat kavramları daha kolay düşüncemizde nesnelleşebilecektir. Modern, postmodern, çağdaş ve evrimsel sanat yaklaşımı, birbirini bütünler bir süreç izlediği görülecektir. Postmodern sözcüğü, çağın kültürü, insanının tutumu ve düşünce sisteminin karşılığıdır bana göre. Bu da yirminci yüz yılın ikinci yarısına denk gelir. 

Sanat biçim ve biçemini belirleyen en önemli etken; çağın kültürü, bilgi birikimi, skolastik, teokratik veya modern düşüncesidir. İnsanlık tarihi de kültür ve düşünce tarihiyle anlaşılır hale getirilebilir. Gerçeğe inanç yoluyla varacağını sanan insan ile gerçeğe bilgi yoluyla varacağına inanan insan, haliyle biçem olarak farklı sanat üretecektir. Sanat tarihine baktığımızda bu durum, kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık görülmektedir.  Öyleyse Klasik Sanat, Modern Sanat, Postmodern Sanat, Çağdaş Sanat ve Evrimsel Sanat dönemlerinden sırasıyla söz edelim. Aralarındaki süreklilik, ilişki ve korelasyona göz atalım.

 

KLASİK SANAT

Klasik sanat, imgeleriyle dış dünyaya benzemeye ve yaşam koşullarına uyum amacı taşıyan bir sanat biçimidir; mimetiktir; gerçeği birebir yansıtmadır. Nesnenin ve imgenin ötesine açılmak gibi bir ufku yoktur. Din ve öğretilerin direktifine göre yön alan; bunları kanıtlama, güçlendirme çabası taşıyan; konusu genellikle yaşamın üst tabakasından alınan bir sanattır. Bugünkü bilgi ve görgümüzle klasik sanat anlayışı, basit bir durum gibi gelebilir. Ne var ki bu durum, bugünün sanatına temel oluşturan bir dönem ve çabaların tümüdür. Hakkını vermeliyiz. Uzun yıllar almıştır yolculuğu. Yılların birikimidir ve bütün değerlerini en ileri sanat dönemi içinde var kılmıştır. Bu yüzden klasik sanat, temeldir. Temel ilkeler taşır ve mutlaka her sanatçının yolu düşmelidir. Belki de klasik diye isimlendirmesinin altında yatan gerekçe budur. Sanat dediğimiz görüngünün temel taşıdır; diğer dönem ve akımlar buradan ışık alırlar… Yeni klasizm, romantizm gibi içindeki akımlar modern sanata evrilmeyi hızlandıran yaklaşımlardır.  

 

MODERN SANAT

 Modern sanata karşı uygun tavır alamayan, reddeden, anlamsız gören, kendince bir yere koyamayan; aydın ve sanatçılar olmuştur; hâlâ da vardır. Skolastik, teokratik veya ideolojik düşünce kalıplarını kıramayan büyük bir çoğunluktan; perspektif anlayışı ve kuralların biçim değiştirmesini; gerçeküstü ve soyut sanat dünyasını; lojik olmayan nesnelerin sanatta yer bulmasını; metafizik tavrını, estetik değer yargısının bilim, sanat, bilgi ve kültüre koşut değişimini; kısa bir zamanda anlamasını bekleyemeyiz. Klasik sanat dönemi, binlerce yıl sürmüş bir dönemdir. Modern sanat döneminin bir çağa sığması büyük bir gelişme ve hız olarak görülmelidir. Kendisinden tatmin olmayan modern sanat anlayışı, bir asır sonra postmodern kavramını öne sürmüştür; daha doğrusu evrilmiştir. Normal bir gelişmedir. Sanat, düşünce ve düş gücünün ürünüdür. Bunca bilimsel ve teknolojik gelişmeden, insanda yarattığı travma veya yarardan sonra, varlığın ve nesnenin insandaki anlamı ve ona vereceği görünüm, değişime uğrayacaktır. Bu da yetmeyecek, başka biçim ve biçeme yönelecektir. Sanatta keşifler dönemi, henüz yolun başında dersek yanılmış olmayız; insanın bilinciyle daha doğrusu toplam aklıyla koşut bir durumdur. 

Modern sanat döneminin ayrıntısına girmeyeceğim. Ancak, modern sanatın bileşenlerinden en önemlisi; tanrısal dünya görüşünün daha teknik ve bilimsel bir dünya algısına dönüşmesidir. Bununla birlikte gündelik yaşamın, sanatın ilgi alanına girmesidir. Bu bakıştan yola çıkarak; dışavurumculuk, izlenimcilik, kübizm ve sürrealizm… gibi akımlar, sanata çok ama çok geniş uzam kazandırmışlardır. Bu akımlar, bugün bile her tür sanat dalında yer bulmuş ve onlara önemli alan kazandırmayı sürdürmektedir. Bunları, modern sanatı var eden akımlar olarak veya postmodern döneme bir hazırlık olarak ele almak yetmez; aynı zamanda çağdaş ve evrimsel sanat[4] dönemlerinde de etkisini sürdürecek ve değerlerini yaşar kılacaklardır. Her ne kadar biz sanat dönem ve akımlarını, tanımlamak için birbirinden ayrıymış gibi düşünüyor olsak da onlar, bir bütündür ve bütüncül bir etkileşimle bulunduğumuz çağın sanatını ortaya koyarlar.

Modern sanat dönemi; keşiflerin, icatların, sanayinin, aydınlanmanın, bilimin ve bilginin hızlı yükselişe geçtiği teknolojik bir zaman tünelidir. Her şey kısa bir zamanda değişti ve bu değişim; savaşlardan sanata, insandan yaşam biçimine kadar büyük bir devinimi ortaya çıkardı. Bu değişimin ortaya koyduğu sanat da haliyle bu duruma uyum sağlamak zorundaydı ve öyle oldu… En temel kural, değişimin değişmezliğidir. Bilgi, bilgiyi üreterek daha yaşanabilir bir dünyaya yönelir ve sürekliliği sağlamaya çalışır. Modern sanat da bu kervanda yerini almış ve kendini postmodern bir isimlendirmeyle sıra dışı gereç, dijital teknoloji ve yapay zekâya uyum için hazırlığa başlamıştır.  

POSTMODERN SANAT

Postmodern kavramı; pek çok şeyi parçaladığı, yıktığı, reddettiği, bazı öğreti ve düşünce kalıplarına karşı durduğu, bilim ve aklı reddettiği gibi konular üzerinden yoğun eleştiriye gebe kalmıştır. İlk bakışta enine boyuna sorgulanması gereken bir olumsuzluk gibi geliyor. Karşı durmak ve onu olumsuzlukla suçlamanın atında yatan gerçek başka bir şey olabilir mi? Geçmişe bağlılığın, öğretilerin statikliğine sığınmanın, inançların kesin doğrularına bürünmenin, bilimin hızına ayak uyduramamanın, sanatsal ve kültürel kabullerin sabitliğine dayanan kolaycılığın; olağan bir görünümü olabilir mi? Bu kavram, var olan cari kültür, düşünce biçimi ve dünya görüşünü tanımlayan bir sanat dünyasının isimlendirmesi değil mi? İçinde yaşadığımız kültüre, düşünce sistemine, toplumsal dünya görüşüne hayır deme şansımız var mıdır? Postmodern sanat diye adlandırıyorsak bunun bir gerçekliği kesinlikle var demektir. Nesini anlamıyoruz, nesini olumsuz görüyoruz ve nesine karşı duruyoruz ki postmodern kavramının?

Kim hangi biçimde ele alırsa alsın, sanatın en önemli özelliği; özgürlük ortamında, özgün ve imgelem gücü oranında yaratılmasıdır. Bu ortamı önümüze koymaya çalışan; daha güçlü ve zengin bir imgelem yetisine uzanan; sanatta sınırsızlığa, sonsuzluğa, kuralsızlığa daha yakın duran; adına da postmodernizm denen olgu; kaos çağının hayranlık verici düşünsel bir cüretkarlığıdır. Anlamsız sınır ve kalıplardan, düşünceyi kırılmazlığından kurtarmaya çalışmak; postmodern hareketin yörüngesidir ve olumsuzluk olarak görülmemelidir. Postmodernizm gibi açık uçlu ve değişkenleri çok karmaşık kavramları, görmek istediğiniz biçim ve anlamda yorumlayabilirsiniz. Ancak şunu unutmamak gerekir: Postmodern sanat; bilim ve sanattaki kalıplaşmışlığı kırmaya, gerçekte olmayan ilişkilerden üretilmiş iki kutuplu dünyanın tehdidini bertaraf etmeye, aklın sınırlarını zorlamaya ve insanı daha özgür bir sanat ortamı aramaya yönelten bir çabanın öyküsüdür. Bilim ve bilgiden köklü bir kopuşu değil; günün bireyinin kabul edebileceği ussal işlevi ve yaşam gerçeğini bulmak için farklı seçeneklerin de ele alınması gereğini öne sürme girişimidir. Bunun yanında, pozitivizmim tıkandığı noktadan hareketle; insanlığı, doğayı ve yaşamın niteliğini yok eden çözümsüzlüğe karşı çıkış yolu arayan bir düşün biçimidir. Gencay Şaylan, Postmodernizm[5] kitabında Suzan Sontag’dan bir alıntıda; “Postmodern kavramı, kültür ve sanat alanında yeni bir duyarlılığı anlatmak için kullanılmıştır” der. Rasyonalizm artık rasyonel değildir. Türkçeye çevirelim; gerçekçilik artık gerçek değildir! Aklımızın kurabildiği kurguya göre biçim alan bir gerçekliğe doğru evriliyoruz.

Gerçeği, bilgi ve onun gücünde bulacağını gören kuşaklar, yıllar önce ortaya atılmış inanç sistemlerini, öğreti kalıplarını; sanat anlayış ve kavrayışını; isteseniz de istemeseniz de sorgulayacaktır. Günümüzün zeki bireyleri, epistemolojik olarak üstünlük sağlamış düşünce, inanç ve öğreti kalıplarını, çağın bilgisiyle sorguladığında pek çoğunun anlamsızlığını görecek kadar zihinsel evrim geçirmiş durumdalardır. Bu; gelişim, dönüşüm ve değişimin normal bir sonucudur. Onları, kalıplara sığdırmanız ve kurallar bütününe hapsetmeniz olası değildir. Postmodern anlayış, yirminci yüz yıl ikinci yarısının ürettiği kültür, bilim, sanat ve düşünce dünyasının birebir görünümüdür. Kurallı aklın önündeki engelleri silip süpürüp, sanatsal bağlamda insana özgürlüğünü vermekten başka çabası yoktur aslında…  

Çok yerde yazılıp çizildiği için şu konuya değineceğim: Genç kuşaklar, postmodern sanata uyumu nedeniyle sürekli suçlanmış ve bu suçlama bugün de sürmektedir. İçinde yaşadığımız kültürü ve o kültürü var eden çocukları, anlamsız görmek ya da suçlu bulmak, kuşakların kötülüğünden, yanlışlığından değil; o kuşağı anlayamama sıkıntısından kaynaklanıyor. Tıpkı bugün olduğu gibi her olumsuzluğu yaratan, inanç adına yaşamları yok eden, davam diye sözde savunduğu öğreti için diğerine kurşun sıkan, kötülüğe kucak açan, insanlığı açlığa sürükleyen, savaşlara, teröre ve şiddete başvuranlar; günümüzün karar vericileri yani büyükleri değil midir?  Öyleyse genç kuşakları; aklını kullanıyor, birey olduğunu göstermek için diretiyor, istediğine inanıp istediğini reddetme özgürlüğünü arıyor, savaşlara hayır diyor, ekolojiye sahip çıkıyor, inanca ve düşünceye saygı duyuyor, yaşama hakkına dayatılan sınırları reddediyor ve özgürlüğüne sahip çıkıyor, sanatta yeni biçim ve biçem deniyor diye, olumsuz ve suçlu mu görmeliyiz?  “Gerçek, kurgudan ibarettir” diyen bir hiperrealite duruyor karşımızda. Arkamızdan gelen kuşak, bu hipergerçekliği yakalayabilen bir beyne sahiptir. Haliyle sanatsal etkinlikleri farklı olacaktır. Sanatla, yaşamla ve bilimle olan ilişkilerine dönüp bakmayacak mıyız? Dönüp arkanıza bir bakın sağduyuyla. Çoğu mutlak doğrularımız, yalan olmanın ötesini aşmış ve gülünçlük düzeyine yükselmiştir.

İşte Postmodern kavramı, olumsuzluklara zekice karşı duran, aklın sınırlarını zorlayarak çıkış yolu arayan ve insanın özgürleşmesinin önündeki engelleri kaldırmaya çalışan bir anlayışın ortak söylemidir. Öküzün altında buzağı aramanın bir gereği yoktur; biyolojinin evrimsel olduğu kadar kültür ve sanat da evrimseldir. İnsanlık; belirsizlik, görecelilik, rastlantısallık veya öznelerarasılık gibi kuramların anlaşılabilir duruma evrildiği bir zamanda daha farklı bir açıdan düşünmek zorundadır. Bu yüzden sanat, çağı yakalamaktan öte çağın önünde olmazsa anlamsızlığa itilir, estetik değer üretemez ve asıl amacına hizmet edemez. Aydınlanma tasarısının bir sonucu olmakla birlikte bu tasarıya omuz veren önemli bir bileşendir. Ne bilimin içine sığdırabilirsiniz ne de bilimin dışında düşünebilirsiniz; ne doğrusal mantığa sığdırabilirsiniz ne de mantıksızlıktan arındırabilirsiniz. Artık aklın ve düşün tasarımlayabildiği alan, sanatın döl yatağıdır. 

Modern sanat anlayışına göre biraz daha kuraldan arındırılmış, sert kalıplardan sıyırılmış, sanatın olması gereken sınırsızlığa ve sonsuzluğa yönelmiş olması, gerek sanat bağlamında gerek toplumsal olgu ve olaylar bağlamında toplumsal kültüre nasıl bir zararı olabilir?  İleride ele alacağım ancak yeri gelmişken belirteyim; çağdaş sanat bunların pek çoğunu silip atan bir yaklaşım içindedir. Ona ne diyeceğiz? Bana kalırsa postmodernizm; aklın, daha kapsamlı bir düşün evrenine evrilmesi için ele avuca sığmaz gibi görülen; gerçekte aklın ve bilimin kendi yarattığı gerçeklikten yola çıkan; olağan bir süreçtir. Çağdaş sanat anlayışının satır aralarını ayrıntılı okuduğumuzda, bizi bu yoruma götürmektedir. Akıl evrildikçe yeni yeni gerçeklikleri keşfetmektedir.

Örneğin, postmodernizmi kucağımıza bırakan dizgeye şöyle bir göz atalım: İletişim ve bilgi işleme teknolojilerinin hızla güçlenmesi; sanatın görüntüden ışığa, dilden harekete kadar yeni boyutlar kazanması; küreselleşme ve onun getirdiği ekonomik ve politik sistem; öğreti ve din gibi düşünce kalıplarının tutuculuğu ile bağlayıcılığının kırılması; kültür varlıklarının çeşitliliği, mal hizmet ve diğer objelerin üretimi yüksek ve ulaşımının kolay olması; soyut anlatımın baskın hale gelmesi, metafizik perspektife yönelmesi, tüketim kültürünün yükselişi ve metaaya dayalı sosyal yapının güçlenmesi; aklın ve bilimin daha evrimsel bir tutum takınması; toplumların düş ve düşün dünyasını kısıtlayan ancak gerçekte “olmayan ilişkilerin” artık sorgulanabilir olup yok sayılıyor olması gibi; daha pek çok etken gösterebiliriz. Özet olarak söylersek bunların hepsi, akıl ve bilimin ortaya attığı yeni bir gerçekliktir; ileri gerçekliktir. İleri gerçekliğe karşı alınacak önlem, asıl bizim mücadele edeceğimiz alandır. Aslında postmodern girişim, yaşadığımız çağı daha iyiye götürme ve ona estetik değer giydirme çabasından başka bir şey değildir. Önümüze dikilmiş bir görüngünün suçlanması değil; ona, sanatsal ve düşünsel anlamda çözüm üretilmesidir doğru olan. Peki, var mı çözüme yönelik bir girişim?

Çağdaş insan; öğreti ve inançların kurguladığı sistemi, toplumlara iyi bir yaşam yerine yaşama hakkı bile tanımayan uygulamaları, özgürlüğüne izin vermeyen sistemleri, kalıplaşmış sanat anlayışını; ayrıntılı bir şekilde sorgulamak zorundadır. Gerçekliklerin daha farklı gerçeklikleri doğurması ve bunların farklı ilişkilere evrilmesi için, düşün ve tasarı gücünü kullanıp çıkış yolu arayacaktır. Sanat alanında da bu arayış sürecek; aklın, bilimin ve kültürün gücü kadar farklı ve farkındalıklı sanat üretme yoluna gidecektir. Onu, akla uygun olmayanın içine koyamazsınız, isteklerini bastıramazsınız ve istencini sınırlayamazsınız. Örneğin, Türk şiirinin bugün bile tutucu tavra maruz bırakıldığını, devrimci görünmesine karşın baskı ve şiddet üreten dilini veya tam tersi tebliğ mantığı taşıyan irşat dilini, elbette sorgulayıp zamanla sanatın gereğine uygun olarak düzenleyecektir. Aslı olmayan ilişkilerden payını almış bu bileşenler, zekânın sorgulama alanına girecek, hastalığı ve işe yaramazlığı er geç görülecektir. İşte postmodern anlayışın yelpazesi sanat yoluyla bunları süpürüp atmaya yönelir. Her ne kadar direnirseniz direnin, donanımınız bu süreci engellemeye yetmez. Toplam akıl ve toplam algıyı kullanan bir süreçtir.

Tutuculuk, şiddet ve bağnazlıktan kurtulamayanların; postmodernizmin mantığını okuyabilmeleri olası değildir. Postmodernizmi kavrayamamak ve doğurduğu sanatı anlamamak; zamandan, uzamdan, bilimsel ve sanatsal gelişmelerden uzak kalmış olmak demektir. Nasıl bakarsanız bakın bu, yeni bir gerçekliktir; kavranması zor bir gerçekliktir. Daha açık söyleyelim; gerçek ötesi de denilen yeni bir gerçekliktir. Sınırı, kapsamı ve uzamı; aklı zorlayacak kadar geniştir. İnanç ya da öğreti kalıplarının belirlediği düşünsel alan; artık çok dardır ve insan içine sığamıyor. Lojik sistemlerle lojik olmayan sistemler birleşerek, yeni bir gerçekliğe evriliyor ve kaotik bir yapıyı önümüze koyuyorlar. Asıl soru şudur: Post-truth diye ifade edilen “yeni gerçeklik” karşısında; sanatın, daha özelde söylersek şiirin, resmin, öykünün; nasıl bir biçim ve biçeme ulaşacağıdır. Ülkemizde elliye yakın güzel sanatlar fakültesi olan bir üniversite sisteminden, elle tutulur kuram, düşünce, evrensel anlamda sanatsal bir yenilik ortaya çıkmıyorsa nasıl düşünmeliyiz? Bunun gibi sorgulanması gereken bir yığın sorun vardır. Yadsımanın, suçlamanın, o öyleydi bu böyleydi diye hor görmenin hiçbir anlamı yoktur. Gözümüzün önünde yeni bir gerçeklik, kılıcını çekmiş üstümüze yürüyor. Ya siz ne yapıyorsunuz?

Postmodern sanat, kendini tartışılır kılıp yerini, çağdaş veya güncel sanat dediğimiz yeni bir görüngüye bıraktı. Postmodern sanatı anlamadıysak çağdaş sanata nasıl bir tepki üretmeliyiz? Anladıysak nasıl bir sanata doğru yönelmeliyiz? Kritik soru budur. Biraz eleştirel konuşalım bu aşamada. Okuma oranı düşük bir toplumuz; şiiri ve sanatı genellemelerle tanımlamaya çalışan bir geleneğimiz ve bilgi noksanlığımız var. Bilim, bilgi, kuram, estetik dediğimizde herkesin kaçıştığı bir sanatçı kalabalığında varlık bulmaya çalışıyoruz. Gelenek ve tanınırlık odaklı etkinlikler silsilesi süregidiyor. Ne yazık ki sanatçılar; genellemeler, yinelemeler ve geçmişe öykünmelerle kendine yer bulmaya çalışıyor; en azından şiir sanatı için durumun böyle olduğunu net olarak söyleyebilirim. Usta çırak yöntemi öğrenmeye çalıştığımız bir şiir dünyasında, postmodern sanat ya da çağdaş sanat kavramlarını kullandığımızda kuantum fiziğinden söz ediyoruz gibi bakılmaktadır. Lisans eğitiminden en ileri aşamasına kadar akademik eğitimi olan sanat alanları vardır; resim gibi, edebiyat gibi… Bu alanlardaki akademisyenler, postmodern sanat anlayışında şiirin takınacağı tavra ya da çağdaş sanat dünyasında öykünün takınacağı tavra, ilkeler bazında nasıl bir katkı sağlamışlardır? Bugüne kadar okuduğum inceleme, makale, tez ya da bildiriden; ciddi anlamda yararlandım, sanat algıma çok katkısı oldu, beni çağdaş sanata uyumun konusunda ikna etti dediğim doyurucu bir çalışma görmedim.  Baudrillard, Faucault, Lyotard gibi düşünürler bir şeyler söylemiş, bizim akademik kadrolar ve öykünmeci edebiyatçılar; söylenenleri doğrulama görevi üstlenmişler; yığma ve tercüme bilgiyi genelleyerek koca bir sanat alanını tanımlamış görünüyorlar. Acı ve gerçek; yineleme, doğrulama ve genelleme.

Postmodern anlayış; kanonun kırılmasını, bağlamın koparılabilmesini, kural ve ilkelerin kabulden ibaret olduğunu ve bunların dışında daha özgür sanat yapılabileceğini anımsatan bir girişimdir. Sosyo-politik, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel sistemin mengenesinden insanı kurtarmaya yönelen bir çabadır. Öğretilmişliklere, dayatılmışlıklara kafa tutma girişimidir. Tanımsız, bilime bile karşı, benim davama hizmet etmiyor gibi Orta Çağ söylemleriyle; küçümsenecek ve göz ardı edilecek bir gerçek karşısında olmadığımızı görmeliyiz. Kalıcı, tutarlı ve çağın sanatını üretmek istiyorsak donanımlı olmak ve her açıdan bakmak zorundayız. Yetmez; gelecekte sanatın alacağı biçim ve biçemi okumanın yollarını aramalıyız.

 

ÇAĞDAŞ SANAT (GÜNCEL SANAT)

Çağdaş sanatın endüstriyel ve ticari yönünü ölçüt olarak değil; eleştirel bir konu olarak ele alacağım. Bunları, ölçüt olarak ele aldığımızda sağlıklı değerlendirme yapamayız. İkincisi, çağdaş sanat hakkında hangi düşünürün ne dediği veya kimin nasıl baktığını, bilgi bazında dikkate alacağım. Bağımsız ve sağduyuyla yorumlayabilmek için, geçmişte üretilen bilgi, deneyim, metinler arası ilişki ve bilginin tarihselliğine yaslansak da sanat bilimi ve diğer bilimlerin eşgüdümüyle konuyu farklı bir açıdan ve yeni bir gözle yeniden değerlendirmeliyiz. Ego, endüstri ve ticarete dönüşmüş bir sanat olgusu; algı ve kültür yapılandırmalarıyla birlikte bütün kozlarını kullanarak karşımızdadır. Açıkçası çağdaş sanat kavramı, meta değeri aşırı şişirilmiş ancak sanat değeri olmayan objeleri izleyiciye yüksek sanat diye yutturma zanaatı haline dönüşmüş bir kabuller dünyasıdır. Bu yüzden, konuya sanat bilimi gözünden bakmalıyız, olabildiğince nesnel ve bilimsel davranmalıyız. Bilginin, şaşırtıcılığın, sınırsızlığın, yaratıcılığın; üst teknolojiyle sıkı ilişkisidir çağdaş sanat. Bu yüzden, sanatla sanat olmayanı birbirinden ayırmak zorlaşıyor. Sanatın geleceği için, sanatla sanat olmayanı zor olsa bile birbirinden ayırmanın gerektiğini düşünenlerdenim. En azından estetik değere sahip, insan emeği, özgün ve biriciklik ilkelerine sahip sanatı öne çıkarmalıyız. Yapay zekâ ve üst teknoloji aygıtları, bizim sanat dediğimiz her şeyi üretebilme yeteneğine sahiptir ve daha iyisini yapabilecek donanıma ulaşacaklar. Gelecekte ne olacak peki?  Gelecek, bunların seri üretimiyle endüstriyel bir sektöre dönüşeceğini gösteriyor.    

Yaşar Özmen, Aşık 80X60

Sanat, içinde bulunduğu çağın; algı, anlama, düşünme, açıklama edimlerine göre biçim ve biçem kazanır. Günümüze kadar gelen süreçte, kendine özgü ölçüt, ilke, disiplin, bilgi ve kuramsal dayanakları olagelmiştir. Bundan sonra da olacaktır; ancak akla ve estetik beğeniye koşut değişim ve dönüşüm göstereceğini söyleyebilir miyiz, tartışmalıdır. Sanat; postmodernist görüşle birlikte, biçim, biçem, yöntem, yordam, teknik ve malzeme açısından oldukça değişti ve bu değişim sürüyor, sürecek. Özellikle teknoloji, yapay görüntü ve yapay zekâ, sanatın tanımını zorlayan aşırılığa yol açtı ve doğrusal mantığı altüst etti. Malzeme, biçim, biçem, teknik ve diğer etkenler bir yana, aynı zamanda izleyicinin sanata bakış biçimi de değişti, diğer taraftan yozlaştırıldı. “Sanat, sanatçının belirlediği şeydir” gibi garip bir söylemle her tür objeye sahte yapıt süsü verildi ve verilmeye devam ediyor. Bu yolla, çağdaş sanat diye adlandırılan yapıtlar, algı yapılandırma teknikleriyle devasa bir pazarın malzemesi haline dönüştürüldü. Avelina Lesper, “Her tür objeyi sanat eseri olarak sunarsanız, sahte değer biçilmiş olan, estetik ve kuramsal dayanağı olmayan her eşyayı ticaretin aracı durumuna sokarsınız” diyor. Sanatsal değere sahip olmamasına karşın bu tür objelerin değer kazanç oranı, astronomik rakamlarla ifade edilir duruma geldi… Sanatın gerçek amacı dışına taşan, estetik beğeni ve estetik yaşantıya hizmet etmeyen, kazanç hırsıyla ticarete yönelen bir sektör konumuna dönüştü.

Burada şunu söylemeliyiz: Sanat bilimine uzak sanatçıları, özellikle izleyici ve yapıt alıcılarını; objenin göz doldurucu yanlarını kullanarak veya sanatsal kavramların ardından dolaşarak ikna etmek için sayısız gerekçe, teknik ve yöntem üretilmiştir. Oyuna gelmemenin bir tek yolu vardır: Sanat bilimine egemen olmak. Özellikle sanat bilimi içindeki estetik bilimi, parametresi ne kadar çok ve karmaşık olursa olsun az çok estetik değer taşıyıp taşımadığını size söyler. Sanat bilimi, sanatla sanat olmayanı ayırt etmenin en tarafsız bilgisidir günümüzde.

Çağdaş sanat, bana göre bir dönemi değil; bir tarzı, yöntemi temsil ediyor. Dalına göre anlık duruma odaklı, bir kanona bağlı olmayan, aklın kullanabildiği her tür malzemeyi yapıta giydiren, sanat dallarını iç içe kullanan, sınır, koşul ve kural tanımayan, bunlarla birlikte çağın estetik algısını karşılayan estetik değere sahip yapıt üretme yöntemidir. Ekonomik kaygıyı ve yararcılık yaklaşımını ayrı tutarsak, çağdaş sanat anlayışı, bir anlamda bilgi, akıl, teknoloji ve yaratıcılığı en üst düzeyde kullanabilen, sınırları sonuna kadar zorlayıp yeni bir şey üretme çabasıdır. Postmodern anlayış; kural, biçim, biçem, yöntem ve tekniğe yeni bir bakış getirmiş ve düşünce bazında çağdaş sanatın altyapısını hazırlamıştı zaten. Fotoğraftan videoya, resimden görüntüye, performanstan enstalasyona kadar değişim ve tekniğin hazırlığıydı bu.

Bugün anladığımız şekliyle söylersek çağdaş sanat; insan, nesne, teknoloji, akıl, dijital dünya, sanal dünya, metafizik dünya, gerçek ve gerçeküstü dünya gibi her tür olanak, boyut, teknik ve varlığı kullanan; kural, kanon ve bağlamın sınırlarını reddeden; sanatçının bilgisi, kültürü, aklı, teknoloji kullanma ve yaratı yeteneğinden doğan sistemin adıdır. Durum böyle olduğuna göre, şimdi ne olacak? Sanatın işi insandır; buradan yola çıktığımızda sanatın diğer işi gelecektir. Çağdaş sanat anlayışı, bugünü kapsamına alan bir tanımdır; ya sonrası?

 


EVRİMSEL SANAT

Kabul edilmelidir ki sanat dönemleri ve ...izm’li sanat akımları, deneyimsel bilgi zenginliği, görme ve sezi yetisi ile sanatsal gelişmelere evrimsel bir devinim kazandırmışlardır. Sanatçı bu akımların ürettiği bilgiye dayanarak görme ve sezi yetisini güçlendirmiş, beklenenden daha hızlı gelişen bir sanat evrenine girmiştir. Artık çağımızda parça bölük bilgilerle tanımlanması olası olmayan, çok boyutlu ve açık uçlu, aklın sınırlarını reddeden bir sanat yaklaşımını kucağımıza bırakmıştır. Bugünün sanatı ve sanat anlayışını, ancak ve ancak “evrimsel sanat” gibi küresel ve evrensel değerler dizgesini içeren yaklaşımlarla anlaşılır duruma dönüştürebiliriz.

Artık aklın yolu bir değildir; aklın yolu birden çoktur. Doğrunun doğruluk değeri açık uçludur. Görecelilik, belirsizlik, rastlantısallık ve öznelerarasılık gibi kuramlar, bilime ve kültüre bakış biçimini değiştirmiştir. Yıllardan beri doğru kabul edilen ama bugünün bilgisiyle yanlışlanabilen kuramlar ve fizik yasaları bunun en açık delilidir. Biz biliyoruz ki henüz bizim gerisinde olduğumuz, düşünce gücümüzün dışında kalan bir mantık ve düşün dünyası (nesnel ve gerçeküstü) vardır; biz bunları günümüzde ne işleyebilecek ne de anlayabilecek bilgiye sahibiz. Bilinç ve zekânın bunları tanımlayabilecek seviyeye ulaşmasını, yani evrim sürecini beklemek durumundayız. İşte “evrimsel sanat” dediğim yaklaşım bu soru ve sorunlara şimdilik yanıt oluşturabilecek bir değerler dizisi olarak durmaktadır. 

Günümüz insanının sınırsız yaratıcılığı, bilimsel verilere dayalı beyninin çalışma gizilgücü, çalışma ve iş görme yeteneğinin sınırsızlığı, sanatı çok daha farklı boyuta, gelecekte ön göremeyeceğimiz bir biçim ve düzeye çekeceğinin habercisidir. Dijital ve bilgisayar teknolojisinin olanakları, yapay zekâ, sanal dünya tasarımı, ses ve görüntü teknikleri gibi çağın kazanımları, sanatı artık benzer biçim ve biçemlerden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle, bugün el birliği ile benimsenen “çağdaş sanat” tanımının, sanattaki bu hızlı dönüşümü ve gelişimi, daha doğrusu evirilişi; karşılamakta yetersiz kalacağı kesindir.

Sanattaki baş döndürücü gelişmeler; aklın gelişimi, bilimin evrilişi ve teknolojinin büyümesi ile eşgüdümlüdür. Sanatın üç boyutta genişlemesi; bilgi ve yayımın yüksek devinime sahip olması; sanatsal bilgi, teknoloji ve bilimsel olgularla açık uçlu bir evrenin tasarlanması; sanatsal süreci yeni bir tanıma zorlamaktadır. Sanatta gözlenen bu sonuçlara göre, tüm sanatın edimlerini, dönüşümünü, gelişimini anlatan sanatsal kuram ya da yeni bir tanım getirmekte yarar olduğunu değerlendiriyorum. Böyle bir devinim, değişim, dönüşüm ve gelişimi karşılayabilecek, onu açıklayabilecek, açık uçlu olmakla birlikte her şeye yanıt verebilme olanağına sahip olacak tanım, ancak ve ancak “Evrimsel Sanat Yaklaşımı” olabilir.

Klasik, modern ya da çağdaş gibi kavramlar geçmişe göre bulunduğumuz zamanın devinimini anlatırlar; oysa evrimsel kavramı, bugünden öncesini, bugünü ve bugünden sonrasının sonsuzluğunu, olay ve olguların var olan doğal ve yapay devinimle koşutluğunu anlatır. Evrim sözcüğü, sadece canlılardaki fizyolojik değişim ve koşullara uyumunu anlatmaz; aynı zamanda bilincin; değişim, gelişim, dönüşüm gibi eylemlerini anlatır. Bu düşünceden yola çıkarak: Evrimsel sanat yaklaşımı, her sanatsal edim çoğulluğuna, bilim, teknoloji, yer ve zaman boyutu ile bunları başka bir açıdan görme gibi her tür sanatsal gelişime ve yaklaşıma yanıt verebilme olanağına sahiptir. Bir anlamda evrimsel sanat yaklaşımının; sanatta limitin olmadığını, düşün ve zihinsel etkinlik ile bilincin sonsuzluğunu ve sınırsızlığını anlatan bir bütünlük olduğunu düşünüyorum.

Şimdi asıl soruyu soralım: Sanat, çağdaş sanatın da ilerisine evrildiyse biz bunun neresindeyiz? Yirminci yüzyılın dikte ettiği formlarla durağanlaşmış ve modern sanatı bile anlamamış yazın temsilcileri, doğruyu söylemek gerekiyorsa bugün baş köşelerde oturuyor. Sanatla değil; birbiriyle uğraşıyor, üretilmiş bilgiyi yineliyor; farklı bir şey söyleyenleri de anlamamak için direniyor. Bir kısmı da “böyle sanatın içine…” mantığıyla lanet okuyarak geziniyor. İnsan ne kadar bilinçliyse, sanat da o kadar çağdaştır. İnsan ne kadar aklını kullanıyorsa, sanat da o kadar evrimseldir. İnsan ne kadar insansa, yaşam da o kadar yaşanasıdır… Tersinden diyelim; sanatın çapı, insanın aklı ve sevgisi kadardır. Kısacası sanatçının okuduğu dünya, tartışması, eleştirisi, yapıtı, yorumu ve birbirine karşı tavrı; toplam niteliği kadardır…

2 Eylül 2020 Narlıdere/İzmir

 

BENLE BİZE GİDELİM

Yaşar Özmen

 

Nasılsa öyle olsun işte biz benle evdeyiz

Akça kadınlar kendilerini gizlesinler ayıplarında

Yangınlar ortasında sıska birer çalı çırpıyız

Yansak da sizlerin umurunda değil, bilenlerdeniz

Ne zaman ki başınız sıkışırsa anımsanacağız

Biz bize yeteriz de “bizde” ben de var mıyım, bilemeyiz

Can alıcı öyküler geçelim, yaşanadursun dehlizlerde

Kelleler semiredursun kulpundan tuttuğu teknelerde

Akıl almaz bulgu bunlar, sığdırılır yasalara ne güzel

Bilirsin, kibir sığmaz egemenlik dersinde kefelere

Topuzundan alır her kantar oynaklığın gücünü

Ayırgılar, kayırgılar, yanılgılar yanılmazlar

Gün gelir mahzende kabuklarını soyarlar tertemiz

Her tarağın oynak bir açısı vardır saçlarını tararken

 

Tara saçlarını aklım; benle bize gidelim, umut bekler bizi…                                                                                                                                                                               Nis-May 2020

 

KÖR SABAH

Bahri Loş

 

Toprağı incinmiş şehirlerden geçerken

Uykusu kaçmış günlere konuk

Yüzü dünya ağrılarıyla tütsülenmiş analar

Meğer uçurum saklıymış bana

Yarının merdiveninde bir nokta

 

Bu gölgede büyüyenler ne çok

Ne yana dönseler

Tedirgin bir yok oluş başlar özlerinde

Büyür incinmiş yankıları

 

Sevmek rezil bir sokaktır

Ve gölgesine sığınıp da

Düze çıkan her şey

İnsanların elleriyle kirletilmiş

 

Kör sabahlara kapı

Kendime yol

Şehri bir uçtan bir uca adımlarken

Durma alameti göstermiyor hiçbir şey

Alabildiğine yorgun evren bile

 

BİR ALEVİN KIVILCIMLARINDA KÖRELDİM

Rıdvan Yıldız

 

Gitmek bir kış gecesi kadar soğuk

Gitme, üşümek istemiyorum dar geçitlerde

Ve ayrılık ölümden kahırlıdır

Binlerce uçurum geçer içinden

 

Taze menziller biriktirdim

Tanrısı olmayan kapılarda

Aklımda savaş, yüzümde teslimiyet korkusu

Ben akşamdan geçerken suya düşmemişti yüzün

 

Unutulmuş oyun kuşları, masalar bomboş

Taş bir plak üst üste koydu çiğnenen ışıklarımı 

Çağın mahzeninde gömüldü avuçlarım

Bul yağmurların renginde saklanan yanımı

 

Bir alevin kıvılcımlarında köreldim

Kimseye anlatamıyorum yokluğunu

Sen benim rüya dilimsin

Eylül 2020

 

 

AĞLA MAVİ GÖZLÜ ŞEHİR AĞLA

Yusuf Özdemir

 

I.

Elveda mavi gözlü şehir elveda

İki gözün iki çeşme akacaksın

Ben olsam da olmasam da

 

Bir gözünden Munzur

Bir gözünden Pülümür

Akacak ben olsam da olmasam da.

           

Sana parça parça, bir çoçukluk

Düşlerinde avare, bir gençlik

Orta yaşta

yaralı bir hayvanın nefesini bırakıyorum.

 

II.

Ağla,

iki gözünü

iki çeşme ağla.

 

Ben sürgün bir yanlızlığı,

seninle tanıdım.

Unuturuluşmuş bir dille sevmeyi,

Seninle öğrendim

Hüzünler toplamayıp damıtıp içmeyi

Seninle öğrendim

        

Ağla mavi gözlerinden

Yurtsuzluğumun, gözyaşlarını dök

Bağrımın uçurumların da sesi yankılansın

 

Ben gidiyorum gözlerine hasret...

Sen ağla gece gündüz.

 

Düzeltme: Şiir Sarnıcı (e-dergi) 7. Sayımızda (Bu sayfada) yer alan Kemal Taştemur’a ait “Nazın Türküsü” şiirinde, alıntı dizelerin olduğunu ve yanlışlıkla tırnak içine alınıp açıklama yapılmadığını yayımdan sonra fark ettik. Editör dikkatsizliği ve şairimizin bu yanlışı için okurlarımızdan ve yapıt sahibinden özür dileriz. Şiir, bloğumuzdan kaldırılmıştır. Paylaşıma açık olan PDF dosyalar değiştirilmiştir. Ancak internet ortamında indirilmiş ve maille gönderilmiş Pdf dosyalardan kaldırma olanağımız olmadığı için bu yanlışımız okur dikkatine sunulmuştur. Dikkatli okurlarımıza teşekkür ederiz. 

Foto: Yaşar Özmen


BEZELYE ÜSTÜ PİLAV VE TAZE YOĞURT

Hüseyin Çağırgan

 

Her sabah gibi o sabah da erkenden uyandı. Yatağını topladı. Banyoda elini yüzünü yıkadı. Mutfağa gidip çayı koydu. Ekmekleri dilimledi. Tost makinesine bir bir yerleştirdi. Buzdolabından peyniri, tereyağını, kendi elleriyle yaptığı ayva reçelini çıkardı. Yumurtayı bu sabah yağda yapacaktı. Kocası Murat yumurtayı en çok omlet şeklinde severdi.

Masayı donatıp çayı demledikten sonra yatak odasına gitti. Murat’ın yanağına kocaman bir öpücük kondurarak kahvaltının hazır olduğunu, az daha uyursa işe geç kalacağını söyledi. Beraber mutfağa geçtiler. Murat iştahlı iştahlı omletini yerken kocasına hayran hayran bakıyordu. Ne kadar iyi bir insan olduğunu içinden geçirdi. Kendisi gibi bir kadınla kaç erkek yuva kurmayı isterdi ki… Üstelik iki aylık hamileydi. Çocuk sahibi olmayı da Murat istemişti. Böyle birisiyle yollarının kesişmesi ne büyük bir şanstı.

Kocasını işe uğurladıktan sonra mutfağı topladı. Odaları süpürgeye tuttu. Akşam yemeği için bezelye ayıkladı. Yanına bir de pirinç pilavı yapardı. Murat’ın yoğurtsuz akşam yemeğine oturmadığı aklına geldi. Bir koşu buzdolabına baktı. Yoğurt kalmamıştı. Pirinç kasesine bir göz attı. Daha üç pilavlık daha pirinç vardı. Çarşıya inip yoğurt almalıydı. Çabucak üzerini değiştirdi. Çekmeceden cüzdanını alıp evden çıktı.

Durakta çok insan yoktu. İyi ki durağa bu oturakları yapmışlardı. İki canlı haliyle uzun süre ayakta duramazdı. Beklediği dolmuş on dakika içinde gelmişti. Acele etmeden kapısı açılan dolmuşun basamaklarını birer birer çıktı. Önden üçüncü sıranın pencere kenarındaki koltuk boştu. Yavaşça yürüyerek bedenini boş koltuğa bırakıverdi. Kafasını cama dayayıp duraktakilerin dolmuşa binişlerini izledi. Genç bir kadın elinden tuttuğu çocuğuyla telaşlı telaşlı basamakları çıkıyordu.  Yirmili yaşlarında bir genç kız ardından bindi. Kitaplarını kollarıyla göğsüne bastırmıştı. Üniversite öğrencisi olduğu her halinden belliydi.

Genç kızın arkasından binen adamı görünce gözleri fal taşı gibi açıldı. Bacakları, kasıkları, sırtı ter içinde kalmıştı. Adam boyu, bıyıkları ve hafif öne çıkmış göbeğiyle aynı ona benziyordu. Unutmak için ömrünü verdiği gençliği gözlerinin önüne geliverdi. On beş yaşının saflığı, temizliği, yaşama coşkusuyla atan yüreği… Sonra yarım akıllı annesi düştü aklına… Zekâ geriliği bilim tarafından da onaylanan annesi. Babasının ani ve kuşkulu ölümü… Şimdi dolmuşa binen adama tıpa tıp benzeyen amcasının sahip çıkma bahanesiyle annesiyle evlenişi. Geceleri sık sık baba yarısının annesi uyuduktan sonra odasına girip yatağına süzülüşü. Sonrası ekşimiş nefes, et, ter kokusu. Yaşamdan ölesiye bir tiksinme hissi. “Annene söyle haydi sıkıyorsa. Seni kıskandığını söylerim. Yarım aklıyla sana mı inanır, bana mı? Üstelik baban hayattayken bile annenle olan ilişkimizin ortaya çıkmasını sen de sanırım istemezsin” diye yıllarca süren tehditlerini… Zavallı babam, diye düşündü. Annem üçüncü kardeşime hamile kalınca nasıl da sevinmişti… Karısının karnındaki bebeğin babasının abisi olduğunu iyi ki öğrenemeden ölmüştü. Bilseydi belki de cinnet geçirip ikisini de vuracaktı.  

Can havliyle şoföre bağırdı. “Durun, ben ineceğim!” Minibüs durur durmaz üstü kalsın, diyerek parayı uzattı. Sanki bir gökdelenin tepesinden atlarcasına dolmuştan indi. Derin derin soluk aldı. Temiz havayı içine çektikçe o karanlık sahneler, o tere bulanmış ekşi kokular yavaş yavaş yitip gitti. Ağır ağır uzaklaşan aracın ardından baktı, baktı, baktı… Sonra birden Murat aklına geldi. Yoğurdu alıp hemen eve dönmeliydi. Daha pirinçleri ayıklayarak suda haşlayıp tereyağıyla kavuracaktı. Çarşıya giden uzun yolu hızlı yürümeye başladı.

  

YELKOVANIN UCU 

Canan Gürtunca Sanlı

 

Yorgun akşamın gözlerinde kavga

yarım kalan sözler tükenmiş urganın ucunda

dağılmış saçların her teli sivri uçlu hançer

adam sırtlamış kapıyı kamburuna

savrulur rüzgarı  ormanın kuytusunda.

 

Kilitlenmiş duygular aynı rüyayı görür

yalpalanır arzular gelgitlerle oyalanır

kadın havanın kurşuni yalnızlığında,

beton kafesinden savurur dumanını

’Göğe Bakma Durağına.’

 

Yaşamın her yanı güldür güldür şelale

havanın seyri takıntılı.Yazları kış, kışları bahar.

Yelkovanın ucu karmaşık bir ileri, bir geri.

 

Aşklar uzun sürmez diyor birileri

bunu annem de söylemişti, beni arkasına alarak.

Yeller esti duruldu sular

sevgiler baki yalan oldu aşklar.

 

Maskelerin ardındaki gülüşü ateşin közüne savur

tünelin ucundaki ışığı gör, kamaşsa da gözlerin  aldırma.                         

                                                                              Temmuz 2019, Karşıyaka

 

KIRMIZI RUJ

Engin Turgut

 T cetveli gibi düzgün, bazen masum, bazen ağır yaralı, mor gurbetsi, üşüyen kuşları koynuna almış, koruma altına almış hasarlı canları, caz sesli bir İstanbul üşümesi, masal bahçesinde unuttular çiçekçi kızı.

İyiliğin bahçesinde yürü, dünyanın kalbini yut, ruh bahçesinde buluşalım, heves ve kavuşmak zamanları, vuslat mı demeliydim yoksa? Yoksa incinmek kavuşmak mıdır her defasında, yürümenin felsefesi olur da aşkın olmaz mı, yolda yürürken gönül dansı, ses zamanları, hasret zamanları, nar sadece bir meyve değil, şuramda hep bir gökyüzü ağrısı.

Şarkı kardeşim dünyanın mavi gömleğine sığmaz, eski rüzgârlara müptela, bazen ‘hayat kerim’ der, hatıralar mevsimi, ney sesinden nice yağmur taneleri bahar gibi kalbime akar, sonunda ahşap bir sızı kalır, bir de kırmızı ruj, komşu yazlar konuşkandı, ada zamanlarına sarkardı şiir bağları.

Resimci kız güneşin gecesine doğar, sarışın bir fırtına kopar bundan ve hasret bir dağ gibi ikiye yarılır bulutların arasından bakar, begonvil kokardı çakıl taşların yalnızlığı…

 

 

İSTERİM

Yaşar Özmen

 

Kim istemez yaşamak yük değil zevk olsun

Umut gökyüzü, özlem keyfe keder olsun

Tuttuğum el sıcak, çaldığım kapı boş çevrilmez olsun.

İsterim ki yaşamak kavgadan uzak

Korkudan bağımsız, şiddete dimdik

Yalnızlığa küs olsun 

Sevgi cüzdanımız

Günışığı gülüşlerimiz

Yüzümüz kırışıktan habersiz olsun

Umut bütün, büsbütün yarınlara güvercin

Kavga unutulmuş, övünç sarılmadan doğsun

Bildiriler, öyküler, masallar bir yana

Kalemler kilitsiz

Sarılmalar deliksiz

Saygı kefil, güven sevgiden olsun

Örtüden değil kadın olmaktan

Kucağında gökkuşağı

Memelerinde insanlık pınarı

Cinsiyetten değil insan olmaktan doğsun

Olsun ki güzel, güzellikle olsun

İsterim ki anlayış engin, sevgi kızışmış kısrak olsun

Ne kadın önde ne erkek

Ne gözümüzde perde ne örtü serde

Ne de korku duvarda asılı dursun

Kızlar, kızanlar oyununda

Çocukluk şiir, gençlik şehir

Aşk çoşkun nehir

Yaşamak oyun içinde oyun olsun

Olsun ki

Yaşamın ince yerlerine sataşmak

Kuralsız, sınırsız, tutuksuz

Sevgiden yana hırsızlık olsun… 

                                    Kasım 2020

 

YAĞMUR

Adil Başoğul

 

Yağmur başlamıştı bile

Yapraklarından

lhlamurların

Ve çiçeklerinden

Yaseminlerden

Neşe seli akmıştı bile

 

Yağmur başlamıştı bile

Özgürlüğün hevesi bütün şehirlerden

Sokakların yoksul ressamlarından

Çocuk sevgilerinden

Do majör fa diyez solo gitar sesinden

Savaştan dönen asker kavuşmalarından

Umudun savruk haylazlığı uçmuştu bile

 

Yağmur başlamıştı bile

Yârin buğulu bakışlarından

Kırlangıç kanatlarından

Katırtırnağı ağaçlarından

Koca bir yazın ardından

Fuşya ağızlı bir kadının dudaklarından öpmüştü bile

 

Yağmur başlamıştı bile

Umudu yeşertiyordu uzak tarlalardan

Can veriyordu ceylanlar gibi anaların karnından

İnsan umudu ilmek ilmek örmüştü bile...      

                                                                                                                      

 

BİRİKEN ÖYKÜLER

Mehmet Kuvvet

 

içindeki yara çocuk gelinlerin tanıklığı

susuz çeşme çatlağı dudakların

aklımdan geçiyorsun, yalnızlığımdan

kimsesiz sokakları öpüyor adımlarımız

kaldırıma çekiliyor çocuklar bilyeleriyle

ürkek gözlerinde sıcak anne kucağı

kayboluyor sarmaş dolaş gölgemiz

bir çok kapıdan geçiyoruz rüyalarımıza

doğru bildiğimiz yanlışları yok sayarak

sınır taşlarına basıyoruz tam üç kez

ve bir daha büyümüyor ayaklarımız

 

varoşların değil başka semtlerin tanıklığı kırık kalbimiz

türküler eşliğinde yırtarak saklıyorum mektuplarını

aklımdan çıkıyorsun, rüyalarımdan

babaların nasırlı elleri siliyor camların buğusunu

dalgın anneler görüyoruz öyküleri birikmiş

dalga kırığı bir yaşam uzanıyor sahile

tuzlu bir pişmanlık çakıl taşlarında

dalgaların serinleten dudak izleri kuruyor mintanımızla

sığmıyoruz içine radyolu günlerin

ve bir daha büyümüyor çocukluğumuz

 

BEDEL

Nüket Hürmeriç

 

Stresin yorduğu ev içi

Simsiyah yalnızlığım

İyi niyeti gitmiş arkadaşlar

Biraz kin bıraktım geriye

Dünyaya uzaktayım

 

Arkadaş olsun meltemler

Huzur katkılı bir sofra

Doğsun içten kahkahalar

Nerede kuş uçuşlu sular

 

Sevinçli gökyüzü mavi

Tatile yakışan günler

Arya soluyacak türküler

Bir aşk şiirine bedel yaşam

                             Ekim 2020

 

 

ÜÇKAPILAR SARISI

Cemal Mıhçı

 

Şairler de cebinde kar saklarmış 

Kar 

Göğsümde açan taze papatya 

Sabahın bir vakti 

Gar yanlızlığına süet adımlarımı ekledim 

Yağmur yağıyor 

Üçkapılar’dan geçip oturduk 

Ağır ve durgun 

Maharetli ellerin sol yanını örttüğü ufalmış bedenini seyre daldım 

Yüzyıl geriden gelen rüzgar 

Limana çakıl taşlarından özlemi bıraktı 

Hiç böyle özlemle başım dönmemişti 

İki kaş arası 

Bir ömre sığan o hareli gözlerin 

kayboldum içinde 

Yürüdük 

Cebimde bozukluk 

Cebimde yılların notları 

Canevinden vurulmuşum 

Sıcaklığı ile buzullar eriten 

Ey Bahçeli şehir 

Ne zaman denizinde yelken açsam 

Pupa yelken ölüyorum 

Hiç bu kadar yorgunluğum olmamıştı 

Vurdular beni Sirkeci önünde 

Hiç vurulmamıştım 

Kan tuta tuta ağlamıştım 

Hiç bu kadar ağlamamıştım 

Yıldız aşırıyoruz gün boyu 

Heybemiz kabarık 

Cüzdanım kırmızı 

Kırmızıyı hiç bu kadar sevmemiştim 

Ki o narin eller teğelledi her nakışta yüreğin astarını 

Sol yandan ezanı işittim 

Pazar ayinine denk geldi 

Kahve kokusu 

Usta ellerin döşediği parke taşlarına 

Yitip gittik ökçe sessizliği ile 

Yağmur yağıyor 

Sırılsıklam üşüdüm 

Islandım yağmurda 

Hiç bu kadar üşümemiştim 

Hiç bu kadar ıslanmamıştım 

Ah be güneşin en sevimli hali şehir 

Sıcaklığınla sar beni 

Annem gelsin aklıma 

Yansın külün en asi tonu 

Hiç böyle yanmamıştım 

Acıkmışız 

Yoğruldum piyazın tadında 

Çocuktum 

Çocuktuk 

Suyu çocuklar içsin 

Suyu çocuklar içsin 

Suyu çocuklar içsin 

Küçüğüm 

Daha çok küçüksün 

Kurusun 

Kurusun boğazım 

Hiç böyle susamamıştım 

Muradım yapıştırsın alnına 

İnci mercan gözyaşlarımı 

Küçük kardeşim 

Türkcan’nın çorabını ören kadınlar 

Orman ışıltısında 

Türkü söylüyor 

Türkü

Yörük 

Türkü

Hasta 

Türkü 

Dizboyu 

Oğul 

Oğul derdinde 

Türkülerde ağlamak vardı 

Hiç böyle türkü dinlememiştim 

Nilüfer hastaymış 

Sigaradan gün devirmiş 

Cumhur yanıp tutuşmuş 

Kereviz pişirmiş 

Yakıp sigaradan 

Nefes nefese telaşına düştüm 

Ömrün 

Liman sakince 

Liman gün artığı 

Mermerli birasına 

Eski bir yaranın izini bıraktım 

Hiç böyle yaralardan kabuk koparmamıştım 

Üç adet gül yolladım 

Gül yüzlü güzele 

Sarıdan aşırdım 

Şiireme sırdaş kelimeleri 

Özetidir 

Yaşamın 

Sarıdan 

Yaprak 

Yaprak 

Sevmenin kokusu 

Hiç bu kadar gülü koklamamıştım 

Kolkola 

En heybetli halimizle 

Üçkapılar’dan geçtik 

Ateşin sarısı 

Nazlıydı 

Vefalıydı 

Tutuşurken Paris 

Esmeralde 

Sarıldı Quasimodo’ya 

Ben hiç böyle sarılmamıştım 

Sarıldım 

Öptüm alnından 

Hiç böyle öpmemiştim 

Düşün içinde kaldım 

Hiç böyle düşlerde kalmamıştım 

Bir ben kaldı düşten geriye 

Bir de 

Sevdadan 

Üçkapılar sarısı


 


Şiir Sarnıcı (e-dergi) Sayı:7, Seval Arslan

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Sayı:7, Durmuş Taşdemir

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Sayı:7, Elif Reyya Naz

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Sayı:7, Yunus Kara

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Sayı:7, Beste Bekir




Şiir Sarnıcı (e-dergi) Sayı:7, Alpaslan Durma