1 Temmuz 2023 Cumartesi

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Temmuz 2023, Sayı:17

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Temmuz 2023, Sayı:17, Yaşar Özmen
Şiir Sarnıcı (e-dergi), Temmuz 2023, Sayı:17, Yaşar Özmen

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Temmuz 2023, Sayı:17, Yaşar Özmen
 

YAYIMCIDAN

Şiir Sarnıcı (e-dergi) 17. Sayısı giriş yazısına başlarken uzun süre düşündüm. Gündem öylesine yoğun ki! Ülkemizin siyasi durumundan söz etsem böyle bir konunun sanat dergisinde yer alması hoş olmazdı. Deprem, yaşam pahalılığı gibi diğer içler acısı sorunlardan söz etsem bunların da dergide yeri olmasına gönlüm razı gelmedi. Sanat dergisinde sanattan söz etmek en iyisidir kanımca. Sanatın bir diğer amacı da yaşamla mücadelenin narin ve naif bir tavrı değil mi? Ülke sorunlarına karşı duyarsızlığımdan değil; önemli sorunların daha bilimsel ve veriye dayalı tartışılmasından yana olduğumdandır. Bugünlerde trol diye ifade edilen meslek grubunun eline koz vermemek gerektiğini düşünenlerdenim. Özellikle sosyal medyada öylesi yalan yanlış şeyler dolaşıyor ki bunları gördükçe yazmaktan, bir şeyler yayımlamaktan kendi adıma utanıyorum. Siyasi ve yönetimsel ilişkileri internetten öğrenmedim; bizzat yaşayarak deneyimledim. Kim kiminle ilişki içerisinde, kim işleri hangi amaçla kovalıyor tanık oldum, izleme ve incelemede bulundum çoğuna… Bu yüzden aklımla dalga geçilmesini sindiremiyorum. Sanat, siyaset adı altında tüm bu çıkar ilişkilerinin üstesinden gelecek uğraşı alanı olarak önümüzdedir. En iyisi bir yarar uğruna değil; duyargaları titreştiren etkinliklere doğru yol almaktır mutluluk veren. Öyleyse dergimizin içeriğine uygun olarak bu önsözde bir parça şiirden söz edelim.

Şiirde en temel ilke ne olmalıdır, diye sorarsanız yanıtım şu olur: Şiirde düşünceni dayatmak yerine yaratıcılığına sığınmak. Bütün sanat dallarında bunu yaparsak daha çağdaş bir dünyaya kolay açılır mıyız? Çağdaşlığın en temel göstergesi ‘insanın insana saygısıdır’. Bir başkasının dış sınırları, sizin özgürlük alanınızın son hatları demektir. Karşınızdakinin düşüncesine saygı duymak, bu saygıyı şiirlerinizde de görünür kılmak, şiir yazma amacının dışındaymış gibi gelir çoğu şaire. Oysa salt şiirde değil tüm alanlarda bunu yaptığımızda daha yüksek estetik değer üreteceğimizi kaç yıl sonra anlarız bilmem. Her akıl bir olmadığı gibi her düş de içinde ayrı dünyaların birikimidir. Kimi yarar için, kimi görünür olmak için, kimi eline tutuşturulmuş bir amaç için, kimi yaşamla savaşım için düş kurar ve bunları dizelerine yansıtır. Her ne olursa olsun şiir, sıradan bir iş olmadığı gibi duygunun en kıvamlı olduğu bir zamanın ürünüdür. Bu yüzden çalakalem yazılanlar dışındakiler okunmaya, şairin duygularına eşlik etmeye değer. Ne var ki okumak zor iştir yazmaktan. Mutlak olansa okumadan yazılan şiirler ya da metinler, nedense kısır olmaya mahkûmdur. Okumuyorsanız okurun bam teline vuracak tezeneden yoksun kalıyorsunuz demektir. 

Bana göre şiirin bir tek kaygısı vardır: Estetik değer üretmek. Bütün sanat dallarının da kaygısı bu değil mi? Öyleyse öğreticilikten yakınmaya, dayatmadan bağırmaya varan dizeler şiirin bünyesine sığar mı? Gereksinim var ki hep olmuştur olagelmektedir. Asıl sorunumuz nedir, biliyor musunuz? Toplumumuzda en yüksek eğitimlisinin bile estetik değerin ne olduğunu ve ne amaçla üretildiğini tam anlamıyla anlağında tanımlayamamış olmasıdır. Sanat; bir şeylerin, inancın, öğretinin ya da yaşamsal bir zorunluluğun aracı değildir. Onları kullanır ama size dayatılmış bir amaç için değil; estetik değer üretebilmek için. Bu da ne demek, diyeceksiniz. İşte burada bıçak sırtı gibi bir hat vardır. Şiir; yaşamın, düşün ve algı biçiminin dışında olamaz. Öyleyse ne olmalıdır? Yaşamı, yaşamsal ilişkiler ile sorunları öyle bir işlemeli ki dayatmadan, öğretmeden aşağılamadan duyargaların bam teline vurmalı, vurmalı… Değişmece değinmece, özellikle alışılmadık bağdaştırma gibi şiir teknikleriyle ruhun derinlerine sızmalıdır. Elbette şiir bilgisi ve ustalıktan önce, yaşamı görme ve onu anlatım biçimiyle ilgili bir uğraştır şiir. Fazla üstüne giderseniz pot kırarsınız, duyarsız kalırsanız yavanlaşırsınız. Aslında dil sanatlarının tamamında bu böyledir. Örneğin çağın en iyi romanlarından “İnce Memed”e bakalım: Kahramanların olağan yaşamları ve o coğrafyada olabilecek olayların dışına taşmış mı? Buna karşın coğrafyanın ve insanın tüm sorunlarını duyumsatmış en ayrıntısına kadar. 

Şiire ilişkin bir konuya daha değinmek istiyorum. Şiir sanatı hakkında o kadar çok söylem var ki bunları sayıp dökmek niyetinde değilim. Onları, temcit pilavı gibi yeniden yeniden öne sürmek de değil amacım. Tersine bunlara takılıp kalmanın sıkıntılarını burada biraz açmak istiyorum. Şiir hakkında kaleme alınmış yüzlerce tanımcık olduğunu okuyor, görüyoruz. Bu söylemlerin pek çoğu, uzak ilişki kurulabilir olmakla birlikte ben de varım diyebilmek için söylenmiş tümcelerden oluşur. Bunlara bakınca anlaşılıyor ki çoğunlukla şiirin gerçek yüzünü tanımlamaktan korkulmuş ya da dünyanın en önemli etkinliğiymiş gibi kişileştirilip dev aynasında görüntülenmeye çalışılmıştır. Şiirle yolu kesişen çoğu şiir sever,  “Şiir tanımlanamaz, şiir tanrı buyruğudur, şiir muhaliftir, şiir yazmak sözcükleri savurma sanatıdır.” gibi bu ve buna benzer tümceler kurarak kendini göstermek için şiiri araç olarak kullanagelmiştir. Şiir sanatı hakkında felsefe yapmak gerektiğini düşünüyorsanız bunu mutlaka sanat biliminin verileri ışığında yapmanın daha yararlı ve doğru olacağını vurgulamak istiyorum. Bu tür tanımlamalarla ne şiire katkı olur ne de bir adım yol alınır. Uzak ilişkili sözlerle, söylencelerle şiirin özüne ulaşamazsınız. Çünkü şiir ve bilgisi, bir bütündür; her bir organı (katmanı) ayrı çalışma ister. Her organın birbiriyle olan ilişkisi ayrıntılı çözüm ister…

Her sanat dalı gibi şiirin de; bir tanımı vardır, felsefesi vardır, tekniği vardır, bilimlerle ilişkisi vardır, kendi içinde bir düzeni ve bilgi bütünlüğü vardır. Akla, mantığa ve yoğun duyguya dayalı söz dizimidir. Yaşamı okuma biçiminin anlatımıdır. Bir anlamda sözün kullanılma ustalığıdır. Ne yaşamın dışında ne de insandan uzakta durabilir. Olsa olsa dayatmak istediğiniz düşünceye uygun olmayabilir. Kişileştirilip dev aynasında görüntülenecek kadar bir yanı da yoktur. Eğer şiir bir sanat dalıysa ki öyle, içsel, duyusal ve yaşama koşut bir anlatım biçiminin dışında olmamalıdır. Ne bir üst dildir ne de sözcükleri savurma sanatıdır. Yaşamın ve Türkçenin içerisinde zaten var olan güzelliği ortaya çıkarma ve o güzellikten sözle estetik değer üretebilme sanatıdır. 

Ben şiir yazarım diyen herkes, şiiri şiirin diliyle okuyup yazmalıdır. Bilgi disiplini, tekniği ve algoritması olan bir sanat dalı olduğunu gözden ırak tutmamalıdır. Büyücülükten başlayıp çağ açıp kapamaya kadar vardırmak, diğer bir deyişle şiiri sistem yıkan bir bilinmezliğin silahşor kahramanı olarak göstermek bugünün ortak bilincine sığmaz. Türk şairi bu tür söylemlere çanak tutarsa ki tutuyor, -dergilere ya da yayın ortamındaki diğer metinlere bakınca anlaşılır- şiiri dilden, öğreti ve inançtan ibaret bir söylence olarak hak etmediği köşesine oturtur. Söylemlerin gölgesinde, şehir efsanelerinin yamacında şiire anlamsız makamlar verilmiş olarak bulur. Zamanın en önemli etkinliğiymiş gibi öğrenilmiş bir takım hastalıklı öykülerin mezesine dönüştürür. Her işte olduğu gibi şiirin de bir tekniği ve bilimi vardır.

Şiire yeni başlayanlara ve şiir severlere naçizane küçük bir önerim olacaktır: Sanat felsefesi, sanat sosyolojisi, sanat psikolojisi özellikle estetik bilimini içselleştirmeden şiiri şiirden öğrenmeye çalışmamalarıdır. Bu bilimleri içselleştirdiğiniz zaman öykünmeden kurtulmak kolay olacaktır. Elbette usta şairlerin şiirleri ve yazıları okunmalıdır. Şiiri, şiirden öğrenmek öykünmeye kucak açmak demektir. Bunun yanında özellikle yukarıda sözünü ettiğim bilgi temelli olmayan söylemlerden uzak durmak gerekir. Tersi durumda kendi ayrıksı şiir dilinizi kurmak kolay olmaz. Sanatta benzemek değildir asıl olan; özellikle biriciklik ilkesine uygun olarak şiirde ayrıksı bir dil kurabilmektir. Bunun yolu söylemlerden geçmez, biliminden yola düşmektir en kısa olanı. Ustadan el almak ya da ben şu büyük şairin öğrencisiyim gibi gerekçeler, iyi şiir yazabileceğinizin bir göstergesi olmadığı gibi benzeşme hastalığına yakınsınız demektir. Bu durumda şiir yazmamak daha iyidir.

Şiir Sarnıcı, salt şiir dergisi değildir. Estetik değer taşıyan tüm sanat dallarına yer verebilme esnekliğine sahiptir. İsterim ki geniş katılımlı, farklı, sanat içerikli bir dergi olabilelim. Biliyorsunuz ki bu tür dergiler şair ve yazarların gönüllü yapıtlarıyla yayın yapmaktadır. Örneğin güncel bir karikatürü, tiyatro oyununu ya da film senaryosunu neden yayımlamayayım ki? Sözün kısası estetik değer taşıdığına inandığımız her yapıtı, yayın kurulunun onayıyla yayımlayabilirim. Yeter ki yayımlanmak üzere sanat değeri olan yapıtlar dergimize ulaşsın. 

Bu sayımızda yayımlanmak üzere konusu çok güzel metinler gelmiştir. Müzkten, sinemaya kadar… Ne var ki dil ve yazım yanlışlarından dolayı bir kısmını dergiye alamadım. Konusu ne kadar önemli olursa olsun Türkçenin gereklerini karşılamıyorsa o metne yer veremiyoruz. Yayın kurulu olarak bizim önemli ölçütlerimizden bir tanesidir. Yazar şair dostlarımz, yazım ve imleme konusunda daha özenle hazırlanmış metinler gönderirse boşa emek harcamamış oluruz.    

Mutlu ve esenlikli günlerde okunmak dileğiyle…


Yaşar Özmen
AY


Ne zaman getirsem gözlerini aklıma
Ay eğilir denize gökyüzünden
Tutar yakamozun ellerinden usluca
Su içer aşklar o zaman
Yakamoza şamdan tutan göğsünden.
 
Ne zaman içimden yüzünü sevsem
Mavi içer bir sessizlik denizden
Meltem giymiş bir hüzün akar körfeze
Ayrışır martılar mahrem öfkesinden
Titrek bir heyecan sızar sol önüme
Ayın aydan da güzel nefesinden.
 
Ne zaman güldüğünü düşünsem
Körfez erir kendi halkalarında
Şenlenir ak martılarla deniz üstü
Eflatun ezgiler sökülür eteklerinden
Tebessümünde sırdan, ödünç kanadım
Göğsünde şamdan tutan meleklerinden.
 
Ne zaman ağladığını düşünsem
Körfez durağan, dalga ılımlı
İncir altı sessizlik giyer.
Vaz geçer arılar orkidelerinden
Tüner kuşlar mevsimlik suskunluğuna
Seyre durur gözlerimde Huzur
Ayın göğüs üstüne eğilişini
Ve su içişini göz bebeklerinden

                        Mart 2014 Narlıdere/İZMİR
Bir Damla Suda Halkalar” şiir kitabından.

 

SÖYLEŞİ: Filiz Kalkışım Çolak
ŞİİR DİLİN BÜYÜLÜ BAHÇESİDİR: SELAMİ KARABULUT’LA SÖYLEŞİ

Filiz Kalkışım Çolak (FKÇ): ‘Aktör’ isimli şiirinizin şu dizelerinden yola çıkacak olursak “Kimseler ummaz tanıdık bile değilim babama / düzenbaz ve hilekâr gizli bir deliyim aslında’’ bizlere şiirdeki Selami Karabulut’u nasıl tanıtırdınız?

Selami Karabulut (SK:): Şiir, verili gerçeği değil bilinmeyeni, yok sayılıp inkâr edileni, silinerek buharlaştırılmak isteneni görünür kılar. Has şiire ulaşmayı hedefleyenler, işlek bir caddede çırılçıplak kalmayı göze alan biri gibi cesur olmalı. Kendine ne kadar derinden bakarsa o kadar herkesin kalbine dokunan bir şiir dili oluşturabilir. “Kendine,” diyorum; şairin kendinden ve kaleminden başka malzemesi yok. Ben de kendimle didiştim durdum bir ömür. İçimdeki kör noktalara şiirin açtığı izden inmeyi göze aldım, ideolojik söylemlerin arkasına sığınmadan, cilalı sözlerden uzak durup varoluşun diplerinde denedim kulaçlarımı. Yarım asırı geride bırakmış biri olarak sadece hiçten ibaret olduğumu şiir sayesinde anladım. Şiir, bana hiçliğin sunduğu bir ödül. Kendime bile itiraf edemeyeceğim tutkularımla, yalpalamalarımla, zaaflarımla hesaplaşmalarımı şiirle yaptım. İnsan görünenin ötesinde bir varlıktır, aslında babasına değil kendine bile tanıdık gelmez çoğu zaman. Arada, sosyal fobiler var, öğretilmiş çaresizlikler, üstü hiç açılmaması gerektiği tembihlenen sakınımlar. Bu nedenle herkese göstermek istediğimiz yüzümüzle gezeriz, içimizdeki “benle,” hasbihal ederiz.

FKÇ: Şiir yazma isteğinizde sizi ilk etkileyen olgu neydi?

SK: Metin Altıok’un “yani benim bunca gördüklerim / benimle toprak mı olacak.” dizelerini okuduğum bir kış akşamı dışarı çakarak saatlerce gezdim. Yaşamın içinden geçip gittikten sonra bir toz yığınına dönüşmek bana çok zalimce gelmişti. En azından “Beni ben eden,” kimi şeyleri kayıt altına almalıydım. Yok oluşa doğru akan zamanı durdurmaya gücüm yetmese de bir flaş patlaması kadar poz verebilirim sonsuzluğa karşı, diye düşündüm. 

FKÇ: Şiirde özgürlüğünüzün kısıtlandığını düşünüyor musunuz? Toplumsal değerlerin, örf ve adetlerin, yönetim şeklinin, inançların bunların üzerinde ki etkisi nedir? Ya da diğer çekinceler konusunda bizleri aydınlatabilir misiniz?

SK: Mutlak özgürlüğün olduğunu düşünmüyorum. Bu güzel bir ütopya.  İnsan toplumsal bir varlık olmak için çaba sarf eder, aynı zamanda da birey olmak için toplumla ve erkle sürekli çatışma halindedir. Ne kadar çelişkili görünüyor değil mi? İnsanın diğer canlılardan en keskin farkı da budur. Hem genele ait olup hem de bir öze yani bir kimliğe sahip olmak durumunda. ‘Ben,’ olabilmek sancılı bir süreç, oldukça da zorlu bir çaba gerektiriyor.  Şiir de tam bu mücadele zamanında filizlenir. Toplumun kalıplarına ve yargılarına rağmen birey kimliğini kazanabilenlerin özgün şiirler yazabileceği kanısındayım. Bunu başaramayanlar sadece genelin ruhunu okşayan ama içinde kendi ruhu olmayan şiirlerle oyalanır. Sorunuzun başlangıcında ifade ettiğiniz  “şiirde özgürlüğünüzün kısıtlandığını düşünüyor muşunuz?” sorusuna gelince kendi iç dünyamda rahat davrandığımı düşünüyorum. Romanımda halk içinde rahatlıkla edilen küfürleri kahramanların ağzından yazdığım için eleştirenler oldu. Onlara “Çevrenizde böyle konuşmayanlar var mı?” diye sorduğumda net bir “Hayır,” cevabı alamadım. Aslında şairler ve yazarlar estetik kaygı iddiasıyla toplumdan daha geri düşebiliyor. Yazdıklarından dolayı ayıplanacağı korkusuna kapılıyor. Mutlak özgürlük yoktur ama özgürlüğün sınırlarını genişletmek de şairlerin görevi olmalı.

FKÇ: Türk şiirinde ve dünya şiirinde esinlendiğiniz şairler kimlerdir, onlardan bahsedebilir misiniz?

SK: O kadar çok var ki birini desem öbürüne haksızlık etmiş olurum. Buluştuğum bütün şairlerin şiirimi mutlaka bir katkısı olmuştur. Bir okur olarak ömrümce onların dünyasında dolaştım. Önüme açtıkları izden yürüyerek kendimi oluşturmaya çalıştım. Bir şair kendinden öncekilerin oluşturduğu zemin üstünden yükselir. Bir pentatlon sahasında olmak gibidir şiirde kendini var edebilmek. Şairler birbirinin rakibi değildir ama en iyisini yazmak için hem kendisiyle yarışırlar hem de yazılmış şiirlerle. Değişen koşullarla birlikte yaşam biçimi de değişiyor verili dil de. Gelişmelere ayak uyduran bir zihinle yetinmemeli daha ötelerden seslenmenin yollarını aramalı. Esinlendiğim şairler okur olarak her zaman yanı başımda ama şair olarak onların koyduğu çıtanınım öbür tarafına aşmayı hedefledim her zaman.

FKÇ: Şu şiirim benim için çok farkı bir yerdedir diyebileceğiniz bir şiiriniz var mı? Bizlere bu şiirinizin sizde ki etkisinden bahsedebilir misiniz?

SK: Kendine Kırgın kitabımdaki Kolye şiirini severim. Çağımız imitasyon çağı. Bugünden yarına kalıcı bir nesne üretilmiyor artık, tüketip atılacak ürünler dayatılıyor. Çünkü yenisinin satılması için bir öncekinin gözden çıkarılması gerek. Aksi durumda kapitalizmin dişlileri arasında para akışının sürekliliği sağlanmazsa sistem çöker. Bu nedenle kıymetli bir nesneden daha albenilisini işporta tezgâhlarda her an görmek olası. Her şeyin taklitlinin üretildiği çağımızda duygular da güvenden yoksun ve geçerlilik ömrü kısa. Bu yakıcı olguyu, sevgiliye hediye edilen bir imitasyon kolyeni kişileştirerek anlatmaya çalışmıştım. Bir de “Uzaklara Söz” kitabımdaki “Hiçbir Yerde Olmayanın Baladı’nı” severim. Artık gurbetin neresi sılanın ne tarafta olduğu belli olmayan, her yere yabancılaştığımız bir zamanın içinden geçiyoruz. Tek yurdumuz terk ettiğimiz halde kopamadığımız çocukluğumuz. İşte bu kaosun içinden kedime baktığımda, o şiirimi ne zaman okusam kalbimin bir çağlayan gibi sözcüklere dökülmüş halini bulurum.         

FKÇ: Şiirde dil konusunu ele alırsak dille ilgili bizlere neler söylenilirsiniz? Işık gördüğünüz gençlere neleri önerirdiniz?

SK: Dil canlı bir organizma gibidir. Sürekli değişip zenginleşir. Bunu başaramazsa ölür. Dünyada yok olmuş dillerin sayısı yaşayanlardan kat kat fazla. Genç şairler bunun bilincinde olmalı. Dilin sadece anlamdan ibaret bir iletişim aracı olmadığını bilmeli. Şiir, dilin büyülü bahçesidir. Bu nedenle hem dolaşımda olmayan ölü, hem de şiirsel kodları oluşmamış uydurma ve yapay sözcüklerden uzak durmalı. Sözcük işçiliği çok önemli. Titizlik yetmez sözcüklere tutkuyla bağlanmak gerek.

FKÇ: Şiirinizde aşk temasını, acıyla, coşkulu bir dille işlediğinizi görüyoruz. Nitekim şiirlerinizde bu etkinin tesiri okuyucuda kalıcı oluyor. Acıyla aşkı böylesi coşkuyla işlerken şiiri arabeskleşmekten dokunuşları yumuşatarak lirik bir dille buluşturuyorsunuz okuru. Bunları yaparken özellikle neye ya da nelere dikkat ediyorsunuz?

SK: Ben aşkı doğanın insana sunduğu en büyük hediye olarak görüyorum. Aşk, insanı yaşama daha bir tutkuyla bağlar. Aşk olmasaydı her sabah kimse yollara düşüp hoşlanmadığı işlerle baş etmeye çalışmazdı. Çocukların gece uykularını zehir etmesine kim katlanır, onların geleceği için kim böylesine çırpınırdı? Bu bizim insan olmaktan gelen bir meziyetimiz değil sadece, genlerimizde de var. Genlerimiz gelecek kuşaklara aktarılmak için başka bir genle bütünleşmek ister. Biz de onun amacına tutkuyla hizmet ederiz. Bu doyumsuz bir tutku, aynı zamanda varoluşsal bir özlemdir. İnsan deneyimlerini aktararak yaşayan bir varlık. Ama aşk hariç. Aşk, her şeyden muaf ama aynı zamanda her yanıyla bağlayıcı gerekçelerin, kayıtsız kurallar silsilesi içinde yaşanır. Bunun kontrolü kaçınca hayatın anlamı hastalıklı bir hal alır ve gök kubbe altında soluk almak zehir olur. İşte bu hastalıklı hali, besleyen ve kışkırtan arabesk dile şiddetle karşıyım. Aşk şiirinde yaşam coşkusu ve geleceğin esenliği olmalı.

FKÇ: Şiirlerinizde düşünce yönünün oldukça yoğun olduğunu görüyoruz. Anlatım, olağanüstü bir yoğunlukta ve yalın. Okuru çok yönlü bir düşünceye sürükleniyor ve şiire çok açıdan bakarak şiirin içine giriyor. Bizlere tam da burada şiirin felsefedeki ve düşünce sanatındaki yerini nasıl anlatırdınız?

SK: Felsefe, düşünme etkinliklerinin sonucunda ortaya çıkmış bir disiplindir. Aynı zamanda yaşam duyuşudur. Bu nedenle herkes kendi yaşamı içinde bir parça filozoftur. Gidin herhangi bir dağ başında çobanla konuşun, hemen dünya meşakkati içinde hayata bakışını estetize ederek size detaylandırmaya başlar. Ben çocukluğumun geçtiği köye gittiğimde dilsiz bir şaşkına dönüyorum. O ıssızlığa hapsolmuş dağların arasında yapılan sohbetlerin güzelliği kentin yapay dilini öyle bir anlamsız kılıyor ki işte hayatın özü bu diyorum. Felsefe de hayatın özünü aramanın bir yolu değil midir? İnsanın olduğu ve hayatın aktığı her yerde felsefe olduğuna göre şiirde olmaması düşünülemez. Hatta en çok da şiire yakışır. Ancak şiir felsefe yapmanın bir aracı olamaz. Didaktik bir dil, şiirin düşmanıdır. Aforizma söylemleri, şiirin kanatlarını kırıp uçma yeteneğini kaybetmiş kuşa döndürür. Şiir, şairin düşüncelerini haykırdığı bir kürsü değil, bir ima sanatıdır. Okur onun niyetini dizeler arasında keşfeder. 

FKÇ: Şiirlerinizdeki imgeleri ele aldığımızda her birinin bir roman derinliğinde öykülemelerin olduğunu görüyoruz. Öykülemelerle ilgili şiirde hedeflemek istediğiniz durum ve olguyla ilgili bizlere ne söylemek isterdiniz? 

SK: Her şiirin altında usul usul akan bir öykü vardır. Bu bazılarında belirgindir bazılarını da okur kendi kurgular. Şiirin arkasında akan öyküleme şiirin izleğine yön verirken okuru da içine katar. Kıvamı iyi tutturmak gerek, tutturulamazsa yazılan şiir değil şiirsel bir metin olur. İmgenin önemi bu durumda daha bir belirginleşiyor. İmge, şiiri hem düzyazıdan kurtarır hem de çok katmanlı okumalara olanak sağlar. Hayatın inişli çıkışlı bir karmaşada ilerlemesi gibi öykünün içindeki savrulmalar da olur ama ana izlek alttan alta akan bir ırmak gibi devam eder. Çorbanın içindeki tuz ve baharat kıvamı ne kadar önemliyse şiirde de imgeyle anlatımın yani öykülemenin ölçüsü o kadar kıymetlidir.

FKÇ: İmgelerin, şairin psikolojik yapısı iç dünyası hakkında bizlere ipuçları verdiğini söyleyebilir misiniz?

SK: İmge, benim iç dünyamın izdüşümleridir, ben onları hayatın anlamını sorgularken kendimi de sürekli yenilemiş oluyorum. Şiirin içinde şairin özü ışıldamazsa kâğıttaki izdüşümler yapay bir çiçek gibidir. Ne kadar albenili olursa olsun yapma bir çiçek gerçeğin yerini tutar mı?

FKÇ: Şair, şiirin dışında aslında kimdir? Şiirle amaçladığı şey nedir?

SK: Çoğu kimse, şairlere kendi beklentilerine göre kıyafet biçiyor ve istedikleri doğrultuda hareket etmesini arzuluyor. Geniş kesimler derbeder, hep âşık ve aşkı arayan, hayal dünyasında kanat çırpan bir düşbaz ve ilham avcısı olarak görmesine rağmen politik çevreler bir aydın gibi hareket ederek öncü bir rol yüklenmesini istiyor. Edebiyat ve sanat çevresiyse entelektüel biri olması bekleniyor.  Bunları anlamak mümkün, sonuçta şiir gibi önemli bir sanatla uğraşan birinden beklentiler elbette olacaktır. Ama ben,  bir şair ne kadar sıradan yaşarsa o kadar şiirin dünyasıyla uyumlu olacağı kanısındayım. Geniş bir okuma yelpazesine sahip olmalı, dünyadaki gelişmeleri takip etmeli aynı zamanda da ülkesinin ve yaşadığı çağın sorunlarına duyarlı olmalı. Ama kendini de toplumun giydirdiği kıyafetlerle ve ideolojilerin kalıplamalarıyla sınırlandırmamalı. İnsanı insan yapan özü, iyi tanımak için kendini sözcüklerin otopsi masasında kadavra gibi kurulanarak evrensel insana ulaşmanın yollarını aramalı.

FKÇ: Şiirlerinizde bu döneme ait izlerin bulunduğunu gözlemledim. Bundan dolayı gelecekte bu çağın tanığı olarak okunacağı kanısındayım. Bu benim kendimce yaptığım bir öngörü. Siz şiirin evrenselliğe ulaşması bağlamında neleri söylerdiniz?

SK: Şiir, bireyin iç dünyasından evrensel insana uzanan en sağlam köprüdür. Antikçağda yaşayan bir şairin yazdıkları, hâlâ bugünkü hayatta bir karşılık buluyorsa bu şiirin gücünün göstergesidir. Kendi şiirim hakkında ne diyebilirim ki? İnsanın en uzağı kendisidir aslında. Kendini tanımaya da, yaptıklarına bakmaya da taraflı hareket eder. Günümüz şiirinde yazdıklarımın ne kadar kıymeti var, bilmiyorum. Herkes şiirinin gelecekte okunmasını ister elbette. Ama bu yeryüzünde ayak basılmamış bir yeri keşfetmeye adayım demek kadar uç bir ütopya. Çünkü ne ayak basılmadık yer kaldı ne de söylenmedik bir söz. Hele de artık bu klavye çağında. İnsanlar benim şiirimi okuduğunda böyle biri yaşamış kendince bir şeyler yapmaya çalışmış derlerse ne mutlu bana. Umarım birkaç kuşak sonra da okur bulacak bir şiirim vardır.

FKÇ: Şiir acıdan beslenir diye yaygın bir kanı var. Sizin şiirinizde de acı var ama bu acı daha çok varoluşsal bir sancı olarak gösteriyor kendini.  Acının şiirinizde bir ölçüsü var. Bu ölçüyü korurken nelere dikkat ediyorsunuz?

SK: Acı için Pavese, Yaşama Uğraşı kitabında, acının hiçbir şeye yaramadığını tersine insanı duyarsızlaştırdığını söyler. Acı ne yazık ki sizin de dediğiniz gibi şiirin altın izleği olarak görülüyor. Sanki bir derinlik oluşturmak için acının okyanusuna doğru okuru sürüklemek gerekiyor. Acı, elbette hayatın tartışmasız gerçeklerinden biri. Ama yaşam sevinci olmasaydı insanlık tarihi binlerce yılları aşıp günümüze ulaşmazdı. Bir Karacaoğlan şiiri okuyunca içimde sayısız ışıklar yanıyor. Hiç unutmam Filiz Hanım, ilk kitabım çıktığı yıllarda üniversite öğrencisi bir genç, Günümüz şiirlerinde hep karanlık atmosferin olduğundan yakınarak, “Bu karanlığın hiç ışık sızdırmayacak kadar boğucu olduğunu” söylemişti.” Ahmet Haşim de, bu boğucu ve sürekli acı çeken bir ruhun yakınmalarından rahatsız olduğunu dile getirir. O gencin sözleri benim içi bir dönüm noktası oldu. Şiirimi tamamen değiştirerek lirik şiirin peşine düştüm. Ama acıyı dizelerin arasından söküp atmak olanaksız.

FKÇ: Şairlerin toplumlara fikir ve düşünceleriyle de yön verdiklerini ele alacak olursak, insan ve topluma dair düşüncelerinizin ana temasının varlık-varoluş olduğunu görüyoruz. Ne dersiniz?

SK: İnsanın bilinci, yaralı bir hayvanın düştüğü huzursuzluk gibidir. İçin için kendini sorgular, yaşamın anlamını, neden yaşadığını ve sonsuz bir karanlığın kapısı olan ölümü düşünür. Evet, insan yaralıdır çünkü doğada onu en üstün varlık kılan bilinç, aynı zamanda da bu soruları sürekli sordurduğu için onu zayıf hatta zavallı diyeceğimiz kadar çaresiz kılar. İnsan her ne kadar etkin bir varlık olduğu iddia edilse de zamanın geçiciliği karşında edilgendir. İşte varoluş da tam burada kendini gösterir. Bu sorgulamalar ona bir sığınak olur, çaresizliğe karşı bir tesellidir varoluş. Ben de şiirlerimi genelde varoluşun bana sunduğu olanaklar içinde oluşturmaya çalışıyorum.

FKÇ: Şiirlerinizi ele aldığımızda yoğun akıcı bir anlatımla karşılaşıyoruz. Bu yoğunluk okuru ana fikirden uzaklaştırmıyor. Denizine kavuşma arzusuyla sürüklenen bir nehrin yol boyunca uğradığı coğrafyalara, yüreklere, farklı konularla, farklı dokunuşlarla uğradığını görüyoruz. Nitekim bu da bizi alışılagelmişin dışında müthiş bir bütünlükle karşılaştırıyor. Şiirlerinize farklı bakış açıları getirirken şiirlerinde konu bütünlüğünü sağlamanızdaki teknik ve üslup hakkında bizlere neleri söylemek isterdiniz?

SK: Sevgili Filiz, günümüzde çok güçlü imgeler ve zekice kullanışmış metaforlarla yazılan şiirler var. Ama bütünlük sorunu var genelde, izlek dağınık ve belli bir güzergâhta ilerlemiyor. Çok iyi gözlemlemişsiniz şiirimde bütünlüğü çok önemsiyorum. Benim için bir şiir, ne kadar savrulup yalpalasa da sonunda derli toplu bir atmosfer yaratmalıdır. Aksi takdirde deli saçması gibi rasgele oluşturulmuş bir metne benzer. İçinde güzel dizeler olsa da okurun zihninde bir anlam oluşturmayan bir şiirin hayatta karşılık bulması zor.  Anlam oluşturmak diyorum evet, şiir hemşerim Muzaffer İlhan Erdost’un dediği gibi anlamsızlığa kadar giden bir özgürlüktür. Ama şiirin bütünü okurun zihninde bir anlam oluşturmalı.

FKÇ: Şiirlerinizdeki bir diğer şaşırtıcı noktanın finalleriniz olduğunu görüyoruz. Beklenilen akışın dışında bir final bütünlüğüyle okuyucuyu vuruyorsunuz. Ve finalle de okuyucu ana temadan uzaklaşmadan yeni düşüncelere açılıyor. Açık, uçsuz bucaksız denizlere doğru sürükleniyor. Bunu yaparken ‘finalle’ neyi hedefliyorsunuz?

SK: Dediğim gibi alttan alta akan öykünün sonu aynı zamanda da şiirin hedefi benim için. Atılacak mermiyi sona saklamıyorum ama hedeflediğim yolculuğa da ulaşmanın zafer fişeğini ateşliyorum.

FKÇ: Size rağmen yapabileceklerinize ve yüreğinize rağmen aşkın şiirlerinizdeki etkisini nasıl anlatırdınız?

SK:  “Aşkın Poetikası,” diye bir kitap yazmış biri olarak lirik şiirin, üstü örtük bir aşk iletisi olduğunu düşünüyorum. Her şey aşka hizmet eder, şiirin de mayası aşktır. Bütün edebi eserlerin başat izleği aşktır. Ama aşk anlayışı da edebiyattaki akımlar gibi değişikliğe uğrayarak günümüze kadar gelmiş, değişerek de gidecek. 19. Yüzyıldaki aşk anlayışıyla günümüzdeki aynı değil. O zamanın romantizmi ve dolayısıyla şiirleri, bugün liseli kızları bile etkilemez. Hamaset koktuğunu düşünerek bayağı bulurlar. Aşk şiiri benim için lirizmin zirvesidir, ama şiirlerimde hep aşkı anlattığımı söyleyemem hatta pek az aşk şiirim var. Ama aşkın girdabı içinde dönen bir kalbin fısıltılar içinde bir dil arayışındayım. Soluğum yettiğince de bu arayış devam edecek.


Onur Akay
YANDI BİTTİ GÜL OLDU 


Her yanım diken ve kan açmadı hiç aşk goncam
Gönül topraklarımda gözyaşlarım sel oldu
Fallarda da yok dedi son papatyam üç yoncam
Yürekte can tutuştu yandı bitti gül oldu
 
Sineme vurdu hançer kılıç kında gül oldu
Cennetten gelir gibi ölüm canda gül oldu
Mehtabı içtim her gün umut kanda gül oldu
Gül olmadı aşk goncam her şey bende kül oldu
 
Kalmadı bu âlemde saklı bahçemin şanı
Mahşer çiçeği gibi bekler uyanma anı
Kuşlar kışlar görmedi ben gibi perişanı
Yürekte kan tutuştu yandı bitti gül oldu
 
Meçhul yolculuğunda hasret handa gül oldu
Zaman değirmeninde buğday unda gül oldu
Yakamoz değdi her gün sevmek tende gül oldu
Gül olmadı aşk goncam her şey bende kül oldu
(Şiir, TRT sanatçısı Cengizhan Sönmez tarafından Hicâz makamında bestelenmiştir.)

 

Fazilet ÖZKAN POR
ÖZ ŞARKISINI DUYURAN KEMAN (*) SUNA KAN 

“Solistliğini halkın müzik kültürünü artırmaya adayan bir  Devlet Ana”  
    Müşerref Hekimoğlu
 

Türkiye’nin Cumhuriyet tarihindeki en duyarlı keman virtüözlerinden olan “Harika Çocuk” Suna Kan’ı yitirdik ne yazık ki! (11 Haziran 2023)

Atatürk Devrimlerine yaşamı boyunca gönülden bağlı, ödün vermez bir savaşçısını yitirdi Türkiye. Kemanın büyülü sesi aramızda değil bundan böyle.

Çağdaş Türk müziğinin önde gelen temsilcisi, ünlü keman virtüözü, Devlet Sanatçısı, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO) emekli solist sanatçısı Prof. Suna Kan kimdir?

Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) üyelerinden, keman sanatçısı Nuri Kan’ın kızıdır, Adana doğumlu Suna Kan. (21 Ekim 1936)

Cumhuriyet tarihinin; ilk kuşak keman virtüözlerinden biri olarak isim yapacağı yolculuğuna, babasından ilk keman derslerini alarak, beş yaşında başlar.

Ankara Devlet Konservatuvarı sınavını kazanarak, İzzet Albayrak, Walter Gerhard ve Lico Amar ile eğitimini sürdürür.

Ankara Devlet Konservatuvarı konser salonunda seslendirdiği Mozart’ın 5. Konçertosu ile ilk resitalini verir. (18 Nisan 1946)

Yıllar sonra, en sevdiği sanatçı olarak vurguladığı Mozart hayranlığını; “Anlatım gücü, müziği, bana hayatı, sevgiyi, hoşgörüyü ve dünyadaki güzellikleri ifade ediyor.” diyerek açıklayacaktır.

Bu resitaldeki başarısıyla “Harika Çocuk” kabul edilerek, yurt dışında eğitim alması gerektiği gündeme gelir.

Piyano çalan bir harika çocuk daha vardır ve ikisi adına bir yasa çıkarılır. (1948)

“İdil Biret-Suna Kan’ın Yabancı Memleketlere Müzik Tahsiline Gönderilmesine Dair Kanun” (Harika Çocuk Yasası).

Harika Çocuk Suna Kan, bu yasa kapsamında öğrenim görmek üzere; önce Roma’ya, öğretmeninin ölümüyle kısa süren bu eğitimden sonra da Paris’e gider.

O dönemin Avrupa’daki en güçlü eğitim kurumu olan Paris Konservatuvarı’nda, Gabriel Bouillon ile çalışır ve okulu birincilikle bitirir. (1952)

Ancak bir sorunu vardır Suna Kan’ın! İyi bir kemanı olmadığı için konserlerini keman kiralayarak gerçekleştirmektedir. Bunu öğrenen ve adının açıklanmasını istemeyen bir müziksever, Türkiye’den 1752 Nicolas Gagliano yapımı keman gönderir. İyi bir kemana kavuşmuştur artık.

Aynı öğretmenle, okul bittikten sonra da repertuvar çalışmalarını sürdürür ve uluslararası yarışmalara katılır;

Cenevre Uluslararası Yarışması birincilik, (1954)

Viotti Uluslararası Yarışması birincilik, (1955)

Münih Uluslararası Yarışması ikincilik, (1956)

M.Long-Thibaud Uluslararası Yarışması, Paris Kenti Ödülü (1957) gibi ödüller alır.

Time Dergisi 6 Mayıs 1957 tarihli sayısında; “Yetenekli Türkler İçin” başlıklı bir haber yayınlar. “Dört yaşındaki İdil Biret ve Suna Kan’ın 1948 tarihli bir kanunla Paris’e gönderildiği, 12 yaşındaki kemancı Kan’ın konservatuvarın yıllık ödülünü kazandığı, İtalya ve Münih’te birer ödül kazandıktan sonra şimdi başarılı olarak yurda döndüğü…” yazılıdır. 

Büyük ödüllerle döndüğü yurdunda, uzun yıllar görev yapacağı, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası solist sanatçılığına atanır. (1957)

Orkestra sanatçılığının yanı sıra, Türkiye’nin ilk konser piyanisti Ferhunde Erkin ile kurduğu, keman-piyano ikilisi olarak; yurt içi ve yurt dışında konserler, resitaller verirler.

Daha sonra; Gülay Uğurata ile ikili oluşturarak 29 yıl, yurt içinde ve yurt dışındaki Türkiye’yi tanıtım konserlerinde birlikte sahne alırlar.

Viyola sanatçısı eşi Faruk Güvenç ve orkestra şefi Gürer Aykal ile Ankara Oda Orkestrası’nı kurarlar. (1970)

1977-1986 yıllarında, kurucuları arasında bulunduğu Ankara Oda Orkestrası’nda başkemancı ve solist sanatçı olarak yer alır. Orkestra ile yurt içinde ve yurt dışında yüzden çok konser verir ve plak çıkarırlar.

Çağdaş keman edebiyatına ve Türk bestecilerin yapıtlarına programlarında yer vermeyi ilke edinir; bestelerini, unutulmaz yorumuyla, sanatsever dinleyicilerin beğenisine sunar.

Necil Kazım Akses’in; Keman Konçertosu’nun ilk seslendirilişini gerçekleştirir.

Ulvi Cemal Erkin’in Keman Konçertosunu sıklıkla seslendirir ve müzik otoritelerince en iyi yorumcularından biri olarak kabul edilir.

Ahmet Adnan Saygun’un Keman Konçertosu da en çok seslendirdiği yapıtlardandır. 

Geniş repertuvarıyla, çağdaş keman edebiyatına ve Türk sanatına katkısı ve üstün hizmetleri nedeniyle Devlet Sanatçısı unvanıyla onurlandırılır. (1971)

 Cemal Reşit Rey, Suna Kan için “Andante ve Allegro” adlı bir beste yapar. (1975)

Sevda-Cenap And Müzik Vakfı Onur Altın Madalyası ile ödüllendirilir. (1996)

Donizetti Klasik Müzik Ödülleri kapsamında Yaşam Boyu Başarı Ödülü ile onurlandırılır. (2012)

Dünyanın seçkin orkestraları, sayılı şef ve ünlü sanatçılarıyla solist olarak sahneye çıkar. Geniş repertuarıyla büyük alkış alır.

Londra Senfoni, Los Angeles Filarmoni, Moskova Senfoni, Fransız Ulusal Radyo Senfoni Orkestrası vb. 

Walter Susskind, Zubin Mehta, Hans Rosbaund, Gotthold Lessing, Louis Fremaux vb. şefler.

Yehudi Menuhin, Andre Navarra, Pierre Fournier vb. solist sanatçılarla ikili konçertolar çalarak ustalığını kanıtlar. Dünyaca ünlü keman virtüözleriyle birlikte unutulmazlar arasında yerini alır.

İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, İsviçre, Belçika, Hollanda, Norveç, Rusya, Çin, Japonya, Kanada, Amerika ve Güney Amerika gibi birçok ülkede verdiği konser ve resitallerle Türkiye’yi tanıtır, sanat elçimiz olur.

Ankara Devlet Konservatuvarlılar Derneği tarafından düzenlenen “Suna Kan Uluslararası Keman Yarışması” düzenlenir. Bu yarışmayla adı yaşatılır, genç sanatçılara da ufuk açar. (2017)

 “Müzikten anlamak diye bir şey yok, müzik dinlemeye alışmak var.” der. Ve ülkemizde klasik müziğin dinlenmesi, sevilmesi, yaygınlaşması için uğraşır. Anadolu’nun her köşesinde resital ve konserler verir; yüreklere dokunur büyülü kemanıyla.

Parmaklarındaki sağlık sorunları nedeniyle uzun bir süre konser veremediği ve bıraktığı kemanı için. “Kemanın kutusunu şimdilik, bu dünyadan gidinceye kadar kapattım. Müzikle ilişkim şu anda kafamda, gönlümde.” der. (2017)

Yaşamının en acı gününde, kocasının ölüm haberini aldıktan sonra bile; “Sanatçı iyi ve kötü günde işini yapmaya çalışır.” diyerek sahneye çıkıp gözyaşları içinde 1,5 saatlik konserini veren büyük bir sanatçıdır Suna Kan. (22 Nisan 2006)

“Her eserde bir yürek arıyorum.” dediği kemanının sesi susmayacak, armağan ettiği genç sanatçı Berfin Aksu’nun elinde yaşam bulacak, ezgiler kulaklarımızdan silinmeyecek…

Klasik müzik dünyamızdan bir yıldız kaydı sonsuzluğa… Adı Suna KAN

Cumhuriyet kızı, Atatürk Devrimlerinin yılmaz savunucusu, büyülü kemanıyla yüreklerimizin duygulu sesi, harika sanatçı Suna Kan.

Güle güle büyük Türk virtüözü… Işıklarda uyu!...      12 / 06 / 2023

(*) “Suna Kan: Öz Şarkısını Duyuran Keman”: Müşerref Hekimoğlu, Sevda Cenap And Müzik Vakfı Yayınları, 1997    

 

Hasan Ildız
BEKA SOHBETLERİ 1

Alya'ma 

Gördüm, uzun bir yol gibiydin
Uzanmış uyurken yanı başımda.
Yürüsem yarına varabilirdim ancak
Sonra ömrüm tükenirdi
Mevsim değişir kar yağardı belki.
 
Kar yağardı belki
Benim ilk sığındığım dudakların olurdu
Sosyal bir sorumluluk gibi
Uzanır dakikalarca öperdin beni.
 
Elini yüreğimin üzerine koyardın
Böyle daha çok yemişimiz olurdu
Daha çok üzümümüz asmalarda…
 
Bazen karanlığa kalırdık
Yolumuzu şaşırırdık dağların arasında
Bir buzul erimeye başlardı aniden
Bir göl birikirdi ayakucunda.
 
Bu bizim en güzel zamanımız olurdu
Dut yemiş olurduk
O uzun sevişmenin ardından
Susmak senin intiharın demekti
Kalkıp ölmeye giderdin çırılçıplak
Ruhun en yakın dağlara tutunurdu.
 
Adımı söylerdin
Deniz yükselirdi durduk yere
Denizden beyaz saçlı bir adam gelirdi
Sen közünü üflerdin avcumdaki ateşin
Ben o tatlı suyun kaynağını deşerdim
Ölüm beklemesin başımızı derdin
Bizim aklımızı sevişmek çelsin.
 
Gördüm, uzun bir yol gibiydin
Akşamları sevişirken
Üflediğin köz, yazdığım şiire dokunurdu
İçinden birçok kadın dökülürdü aniden
Çocukluğum derdin bana
Ergenliğim, genç kızlığım…
Ben oturur saçlarını tarardım
Gecenin bir vaktinde
Öperdim her birini parmak ucundan
Sonra delirir dağlara giderdim.
Belki kar yağardı
Ama hemen erirdi, tutmazdı bedenini.
 
Aşk tam burada otururdu işte
Ellerimizi yavaşça koyduğumuz yerde
Fırtınalı bir gecede
Birlikte uyanırdık, başka kimsemiz yoktu
"Sarıl bana" derdin, dünya dururdu gerçekten
Hemen yanı başımızda
Durmadan yıkılırdı koca bir şehir
Demirden bir dağ pul pul ufalanırdı. 


ENVER TUNA ORMANCI


9 Kasım 2005 yılında doğdum. Babamın memuriyeti nedeniyle, ilk ve ortaokulu İzmir'de okudum. Babam emekli olduktan sonra Alaşehir'e yerleştik. Halen Alaşehir Selahattin-Zuhal Barutçuoğlu Anadolu Lisesinde öğrenciyim. Bu sene 12. nci sınıfa geçtim. Amacım, hukuku bitirip iyi bir savunman (Avukat) olabilmek.

Babam Mizah Yazarı ve Şairdir. İzmir'de iken beni sürekli imza günlerine, kitap fuarlarına götürdü. Çok değerli şair ve yazar büyüklerimle tanışma olanağı bulabildim. Dokuz yaşında iken, Ankara Katliamında yitirdiğimiz Veysel kardeşimin anısına yazdığım ''Benimle Oynar mısın ?” adlı şiirim BirGün gazetesinde yayımlandı. Kurşun Kalem, İzler, Cumhuriyet Genç Yazın, İş Bankası Kumbara Dergisi gibi gazete ve dergilerde şiirlerim yayımlandı.

Babamla birlikte evimizin bahçesindeki üstü açık odayı restore edip kütüphane kurduk. Kütüphanenin ismini 2022 yılında Sedat Simavi Edebiyat Ödülünü alan Selçuk Altun'un ismini verdik. Kütüphanemizden haberdar olan Selçuk Altun ilgisini ve desteğini bizlerden esirgemedi.

Şiir yazıyorum. Çünkü kendimi en iyi şiirle ifade edebiliyorum. Büyüklerin, küçükleri hep aynı tornadan geçirdiğine inanıyorum. Hiçbir insanın açlıktan ölmediği, soğuktan büzüşmediği bir ülke istiyorum. En çok sevdiğim şairleri tanımaktan mutluluk duydum; Ahmet Günbaş, Cezmi Ersöz, Yılmaz Odabaşı ve Küçük İskender…

Ömrüm boyunca şiir yazmaya devam edeceğim.


Enver Tuna Ormancı
BENİ EVİME GÖTÜR GÜZİN
 

Beni evime götür Güzin,
Ben bu çağın yabancısıyım.
Ben yalnızlığı severim bilirsin.
 
***
Beni evime götür Güzin,
Bıçak gibi soğuk dışarısı,
Kalbim bir dağ köyü gibi sakin.
 
***
Beni evime götür Güzin,
Kedim balkonda beni bekler şimdi
Herkes sevdiğine inansın.
 
***
Beni evime götür Güzin,
Daha okumadığım kitaplarım var,
Temize çekilmesi gerek karalama defterinin.
 
***
Beni evime götür Güzin,
Başımı yastığa koyup uyusam,
Perdesini aralasam düşlerin.
 
***
Beni evime götür Güzin,
Kırık bir dal gibiyim nicedir,
Muştusunu bekliyorum güzel günlerin!...

Esat Yavuztürk
ÇAĞRI 

Değerli okurum, korkmadan gerçeklere yönelip, öncelikle kişiliğine kavuşup kendini bulmak ilk işin olmalıdır. Şunu da bil, yalınız kalırsan gücünü kaybedersin. Bu kurtuluş çabanı genişletip; evvela yakınlarınla, daha sonra da tüm halkla dayanışmayı sağlamalısın. Bu çalışmalarla fikir ve yaşam özgürlüğüne kavuşup; düşünme, kuşkulanma, araştırma, eleştirme ve dünyadaki gelişmeleri kavrayarak kişiliğini bulup da büyük insan dedikleri kişiler kadar akıllı olduğunu göreceksin. Unutma, onlar da senin gibi bir insandır. Aradaki fark, onların kişiliğine kavuşup kendini bulmasıdır. Kendini bulduktan sonra sen de göreceksin ki kadın-erkek, tüm insanlar aynı haklara sahiptir. Bunu anlayabilmek için aklına sahip çıkıp, mantığını kullanıp, cesaretine güvenip, doğruluğuna inandığın mantıksal düşünceyi eyleme geçirip etrafındaki toplumla paylaşman gerekiyor.

Bu çalışmanı yapabilmek için sağlıklı olman gerekiyor. Sağlığını korumanın öncelikle kabul edilmesi gereken temel ilkeleri vardır. Aşırı olmamak kaydıyla kâfi derecede gıdanı almalısın. Spor yaparak bedensel organlarını hareketli tutmalısın. Uykunu tam alarak beynini ve vücudunu dinlendirmelisin. En önemlisi ise, karşına çıkan, gücünün haricindeki olayları tabi karşılayıp, gücün yettiği kadarını çözmeye çalışıp; seni aşan kısmını dert etmeden stresten kurtulmalısın. Coşarak akan bir suyun her tarafı yıktığı gibi stresin de senin tüm gücünü yok edeceğini unutma! Aydınlanma bir kültür meselesidir. Kültürlü insanlar medeni ve cesur olurlar. Onlar kendilerinden korkmazlar. Doğru bildiği yolda yürüyerek daha da büyürler!

Özürlü olmayan her insan akıllıdır. Sıradan kabul edilen insanlar; büyük denen bazı insanların gelenek görenek diye anlattıklarının etkisi altında kalıp yaratıcı gücünü kaybettiği için gönüllü köle oluyorlar. Aydın olmanın ön koşulu; insanın kendi aklını bilinçli ve cesaretle kullanarak başkalarının bilinçsiz ya da taraflı öğretisinden kurtulmasına bağlıdır. Bunun için de korkmadan her adımı mantıkla sorgulamalıyız.

Sen, erdemini yitirmiş, sevgi ve saygıyı unutmuş her türlü insandan daha büyüksün. Erdemi olmayan kişi çok zengin veya yüksek mevki sahibi olabilir. Bu tür insanlar, onlara körü körüne inanan insanların sırtına basarak yükseldiklerini zannederler. Eğer akıl ve mantığını kullanarak bu gibilere inanmadan doğruları kendinde ararsan aradığını bulabilirsin. Sen, öz güvenine ve kişiliğine sahip çıktığın zaman seni aldatanların ne kadar küçük insanlar olduğunu anlayacaksın. Kendine güvenip inanırsan onlardan daha büyük olduğunu göreceksin.

Duyarlı bir insan olabilmek için, kendine istemediğini başkaları için de istememelisin. Yani, acıma duygun varsa, başkalarına da saygılı olur ve sevebilirsin. Saygılı olmayanda sevgi de olmaz. Şayet başkalarının acılarına karşı duyarsızsan, zalimin biri olursun ve insanlığını yitirirsin. İnsan olmanın bir yolu da diğer insanları ve olayları anlamaya bağlıdır. Etrafına bakıp da olayları anladığın zaman ilgin artar, dolayısıyla olaylara ortak olursun ve onlarla bütünleşerek büyürsün. Bunlar için öncelikle kendi gücünü ve aklını kullanmalısın. Başkalarının verdiği veya öğrettiği güzel fikirlere saygılı olmak lazım, ama bunlar emanetti, zamanla bazıları unutulur; Oysa mantıksal yorumlama ve aklınla yarattığın gerçekler öz malındır, unutamazsın.

İşin kötüsü ise akıllı görünen çıkarcı yöneticilerin, toplumu inanç (korku)  formülüyle medeni dünyadan dışlamalarıdır. Artık bu aldatmanın da sonu gelmiştir. Özgür düşünebilmek için aklınız tabularla engellenmesin, doğmalarla yasaklanmasın, korkularla sindirilmesin. İnsan ancak o zaman ufukları aşıp, önündeki perdeleri kaldırıp gerçeklerle buluşabilir.

İnsanın yaşamı gerçek anlamda ancak kendini bulması ile değişebilir. Onun için din, iman, gelenek, görenek gibi söylentileri olduğu gibi kabul eden insan, kader denen anlayışa da teslim olarak kişiliğini kaybeder. Sen insansın, dedikodulara aldanmadan, aklına ve kendi gücüne sahip çıkarak insan gibi yaşamalısın!

Yukarıda da konu olarak kısmen bahsettim. Jean Paul Sartre: “Birey olarak sen sorumlusun. Yani sen seni kurtaracaksın. Kurtuluşunu ne Tanrı’ya ne de başka kimseye bırakma, kendini sen kurtaracaksın” diye sesleniyor.

Ziya Elitez’in derlediği, “Mevlana Dergâhından Sözler” isimli yapıtının bir yerinde, büyük Mevlana şöyle sesleniyor:

“Her ne istiyorsan kendinde ara!

Senin canının içinde bir can var, o hazineyi ara!

Senin dağının içinde bir hazine var, o hazineyi ara!

Eğer yürüyen derviş arıyorsan;

Onu senden dışarda değil; kendi nefsinde ara!”

 

Eğer yukarda anlatılanları duymuyor, anlamıyorsan; değerli şair Nazım Hikmet’in, “Dünyanın En Tuhaf Mahlûku” isimli şiirinde dediği gibi: “Demeye de dilim varmıyor ama / kabahatin çoğu sende, canım kardeşim!” Başka ne diyeyim?

Yaşam senin, karar senin. İnsan gibi yaşamaya var mısın?...    


Elif Burcu Özkan
ALABORA 


Şehir dışına kaçma isteği, kalpte sıkışmış dört duvar
Ruhun sönme isteği, gün geceyi kuşandığında
Tüm rakamları yutan kara papazın ağır yahnisi
Rölansın imkânsızlığı, tatmin etmeyen açık kartlar
Bu hayat ince düşünceyi ağırlığınca yorar.
 
Ana akım yalanda izledin mi hiç kendi gerçeğini,
Burası ölüp geri geldiğin kaçıncı yeryüzü?
Bilyelerini daha havadayken uçururlar, demedi deme
İyiliklerin sızladığında kader kollamaz sırtını
Baştan kaybettiğin düelloda gözyaşın ırmak suyu
Yüzün hep bu yüzden kum, bu yüzden alabora
Sabrını, cefanı ortalıktan topla, seni oradan vururlar
Burası eğik başağın boş sanıldığı loş dünya
Tırmandıkça yok olur aydınlık yüzün, hayallerde boğulma 


Hasan Parlak
HER HAYATA BİR YILDIZ 


Eski Urfa evlerinin avlu ya da damlarında karşılanan huzurlu yaz akşamları. Seyyar ampul ışıklarının altında yenilen yemek, içilen soğuk su ve sonrasında demlenen çaylar. Aile büyüklerinin yalnızlığa terk edilmediği, sohbet ortamının eksik olmadığı, dış etkilerin bölemediği bir hayat bütünlüğü. Televizyonun egemenliğinden azade, güzel insan ilişkileri…

Bazı avluların orta yerine oturtulmuş küçük çaplı, hatta fıskiyesiz mütevazı havuzlar. Bir başka evin, gıcırdayan çıkrığı, yıpranmış halatı ve emektar kovasıyla arz-ı endam eden su kuyusu. Boy vermiş meyve ağacı, etrafı çevrilmiş küçük toprak parçalarıyla oluşturulmuş güllü, çiçekli sevimli bahçecikler. Bir yanı duvara yaslanmış asma çardağı. Kesme taşlarla döşeli zeminin kenar-köşelerinde, düşük voltajlı ampulün aydınlatmaya güç yetiremediği  koyu gölgeler. 

Zaman sonra sıranın gece nimetlerine gelişi. Memleket deyimiyle "taht" denilen, kenarlıklı, yüksek sedirlerde masallara karışmış uyku saltanatları. Gerçekliğin rüya ile nöbet değişimleri. Sıcak havanın serin esintilerle soluklandığı saatler, hele; cıvıl cıvıl kırpışan, nazlıca ışıyan o ulaşılmaz elmas parçaları, yıldızlarla olan birliktelikler. Bir kararda kalamayan Ay dedenin, geceden geceye değişen aydın yüzü.

Tam uykunun en derin yerinde, yağmurun serin damlalarıyla uyanıp odalara sığındığımız nadir geceler dışında, gökyüzünün, ihtişamlı şefkatini üstümüze örtüşü. O muhteşem uzayın siyahi derinliğinde sessiz ve telaşsız süzülüp giden bir ışık noktasını, gözden kaybolasıya kadar merakla izleyişim. Bu sırlı sonsuzlukta; serüvenlere karışıp, uzay gemisi kaptan ve mürettebatının heyecanlarını çocuk düşlerimle daha bir zenginleştirerek paylaşmalarım.

Peşinde uzayan bir parıltılık iziyle, sönüveren yıldızlar. Yalnızca birkaç saniyede, bilinmeyen bir âleme saklanma aceleciliğiyle, karanlığın sinesinde yitip gidişleri. Yine, çocukluk günlerimden bir söz, hiç unutamadığım: "Allah, her insan için bir yıldız yaratmıştır" inancının ruhuma yakınlığı. Kayıp giden her yıldızın, hayat birliği  ettiği bir insanın ölümünü haber verişi yok oluşun hüznüyle. Biri yerde, diğeri yücelerdeki iki âlem misafirlerinin, aynı kaderi paylaşmaları mesafelere inat. 

 Artık uzağında kaldığım hayal olmuş zamanların hatıralarıdır, bu yazıya konu olanlar. Bugüne ulaşmış anılarım, yepyeni kalabilmiş bir çocukluk giysime ne kadar da benzemektedir. Yeni bitmiş olduğu yanıltıcılığına karşın, içine sığamayacağım dar mekânlara sığınmıştır geçmiş zamanlarım. Üstüme küçüldüğü için bana ait olmaktan çıkan, eski elbiselerim gibi… 

 

Suat Gürbüz
ALTI ÇİZİLİ HİSLER 


yakıp yıktım içimdeki tüm yılgınlığı
sağır kenti dilimdeki harabe şarkılar ile aştım
altını çizdiğim hisleri ne olur bir dinle
canevimde uyanmakta olan bin yıllık bilge
 
daha olgunlaşmadan topladım karanlığı
güneşini kaybeden dulda satırlar ile şiiri aradım
altını çizdiğim hisleri ne olur bir dinle
onlarca dilde aralıksız isyan eden hergele
 
bahar kokan bin adım attım benden dışarı
devleşen çatlamış eller ile güzellikler topladım
altını çizdiğim hisleri ne olur bir dinle
dalından uzakta gurbette büyüyen meyve 


Yaşar Özmen
SÖYLEM


Şiire ve sanata yönelik neyi, ne zaman, nerede söylemek gerek işte ben bunu pek beceremedim. Sanrım söylediklerim çok uçuk geliyor çoğu kimseye. Kalabalığın söyledikleriyle de bir türlü barışık ve koşut olamadım. Alışagelmiş söylemlerin sağından solundan baktığımda illa ki bir yanının açık olduğuna tanık oldum. Bu yüzden sanatın özellikle de şiirin her yönünü en ayrıntısına kadar araştırıp kendimce bir sonuç çıkarmaya yöneldim. Sonuca giderken, bakılması ve incelenmesi gereken yolları belirlemeye çalıştım. Değişik yöntemlerle nasıl daha iyi bir sonuca gidilir, her açıdan sorguladım. Bu nedenle, şiir için etkin sonuç verecek bazı noktalara dikkat çekmek istiyorum.

Özellikle şiir sanatında şiirin felsefesiyle değil de yerleşik, kalıplaşmış söylemleriyle yazıp çizerseniz daha çok ilgi görürsünüz. Hatta daha iyi şair ve daha çağdaş bir yaklaşım sergilediğiniz düşünülür. Pek çok sanatseverin duygularına rehberlik etmiş görünürsünüz. Biraz da kişi bağlamında yazılarınızda övgü içerikli, yandaş tümceler kurduğunuzda izlenmeye değer hatırnaz bir şair oluverirsiniz. Bunun tam tersi, genel söylemlerden farklı, şiirin içeriğinden hele şiirin temelinden söz ediyorsanız, sıkıcı olmanız kaçınılmazdır; boşa kürek çekiyorsunuzdur. İnsan doğasıdır, sanat konusunda doğrudan sonuca gitmek ister. Örneğin şiirinin herkes tarafından okunup alkışlanmasını ister; zamanının en iyi şiirini yazmış gibi… Hatta yazılmış şiirlerde ne var ve bu işin temelinde ne yatar, bakmaksızın. Beğenilmekten ötesi gereksiz bir uğraştır. Beynimizin çalışma yöntemi de sonuç odaklı değil mi? Sözü çok dolaştırmayayım. Şiir sanatı, öylesi geniş bir uzama sahiptir ki sınırsız bir düş dünyası gerektirdiği gibi sonsuz bir bilgi kütlesi ister. Başka şekilde söyleyelim: Kullanılabilir bilgi ve kültür varlıkları, şiir sanatının temel besin kaynağıdır. Bu kaynaklar, kişinin düş gücüyle yoğrulabiliyorsa sanatsal bir şeyler üretilebilir. Tersi durumda hiçbir işe yaramaz.

Öncelikle metin boyunca kullanacağım ‘söylem’ terimini biraz açayım ki neye niçin karşı durduğum anlaşılsın. Şiirin öğrenilmesine, anlaşılmasına, çözümüne, eleştirisine ve yazılmasına yararı olmayan ama şiir yazınında ve etkinliklerinde dilden düşmeyen sözde felsefe görünümlü önemli sözlere söylem diyorum. “Şiirin tanımı olmaz, şiir dili yapay bir dildir, şiirde anlam aranmaz, şiir anayasaya aykırıdır” gibi… Gelmiş geçmiş şairlerin söylediği, zamanın bilgisine göre bir temele otururmuş gibi görünen pek çok söylemi peş peşe sıralayabiliriz. Bunların çoğu, bugünkü bilgimizle üzerinde duracak kadar bir anlam içermediği gibi şiir üzerinde ayrıksı düşünmeyi de engelliyor. Özellikle şiire yeni başlayanların bakış açılarını daraltıyor. Diğer taraftan hayran olunacak bir durum gibi öne çıkarıldığı için şiir sanatının boşlukları üzerinde çok fazla düşünülmüyor. O koca şiir dünyasını birkaç felsefe kokulu altı boş söylemlerle görünür kıldığımızı sanıyoruz. Hatta bunları doğrulamak için söyleşiler bile düzenliyor diğer taraftan şiire büyük hizmetler ettiğimiz kanısıyla huzura dalıyoruz.

Şiir düşünce dünyamızda şiir sanatının felsefesi değil de daha çok öyküleştirilmiş bilgi ve söylemleri, okur ve şairler tarafından fazlaca değer görüyor. “Şairin hayatı şiire dâhildir, sanat sanat için mi yoksa toplum için mi” gibi söylemler, inanın şiirin gelişimine küçücük bir şey katmaz… Bunlar felsefi görünümlü magazinsel söylemlerdir. Örneğin şiir ya da herhangi bir yapıt,  doğrudan şairin düş dünyasının çıktısıdır, ürünüdür. Ekmek, aynı hamurdandır. Onun yaşamının dışında olması ya da şiire yaşamının giydirilmemiş olması felsefi ve fiziki olarak olası değildir. Bunu tartışmaya ya da büyük bir buluşmuş gibi öyküleştirmeye nasıl bir gerekçe gösterebilirsiniz? Öyleyse böyle bir şeyi söyleyip tartışmanın kime neye ne kadar yararı vardır, herkes kendince sorgulayabilir. Sloganlaştırılmış pek çok söz ya da söylem, bana göre içerikle değil magazin kısmıyla ilgilenmekten başka bir şey değildir. Daha doğrusu söylemler üstüne kurulan bir sistem, işin özüyle değil de sağına soluna iliştirilen gözle görülür süslü nesnelerle uğraşır. Ben şiir düşünce evrenimizi bu yargıya benzetiyorum. Şiirin öz ve içeriğiyle değil de söylemleriyle zaman kaybetmek ve bu söylemlerden tanınırlık devşirmeye çalışmak inanın ki köylü kurnazlığından öte bir tutum değildir. Bu arada ciddi araştırmacı, yazar ve şairlere haksızlık ediyorsam peşinen özür dilerim. Ben gözlemlerimden ve tanık olduklarımdan yola çıkarak yazıyorum. Böyle bir tutumun karşısında olmak ve bu konuyla ilgili bir şeyler yazmak biliyorum ki bana da bu işle uğraşanlara da bir yarar getirmeyecektir. Buna karşın farklı bir bakışın önünü açabilmek için, yine de saptamak ve görünür kılmak gerekir, diye düşünüyorum.

Deneyimlerini ve bize kazandırdıklarını bir kenarda tutmak koşuluyla yaşı geçkin şairlerimizi geçtim; onlara bazı şeylerin anlatılması, kemikleşmiş bilgilerinin aşılması, yaşamı ve şiiri algılayış biçimlerinde farklılık yaratılması olası değildir. Benim asıl ulaşmak istediğim genç şairlerimizdir. Ne yazık ki genç şairlerimiz de aynı şekilde şiirin söylem yanıyla çok fazla ilgileniyorlar. Çoğu, kemikleşmiş bilgi hamalı olma yolunda iyi birer izleyiciler. Farkındayım, modelleri gibi düşünmek zorundalar, modellerine uyum göstermedikleri zaman adları silinecektir şiir dünyasından. Bu yüzden genç şairlerimizin de aynı geleneği sürdürme çabası içinde olması normal bir tutumdur. Biliyorum herkesin tuttuğu yol kendisi için en uygun olanıdır. Ne var ki lisansüstü eğitim almış, bilimin ve bilimsel araştırmanın ne olup olmadığını kavramış şairlerimiz de bu moda çevrimin dışında değillerdir. Bunlara ve düşüncelerine; dergi ve diğer iletişim kanallarında sık sık tanık oluyoruz. Şaşırtacak, bildiklerimizin üzerine yeni bir şeyler koyacak veri alamadığımıza göre durum söylediğimden çok farklı değil demektir. 

Şiirin, her bilim alanından üzerine giyineceği çok şey vardır; özellikle insan bilimlerinden. Örneğin Yusuf Alper çok güzel bir iş yapıyor. Şiirin psikoloji ve psikodinamiğiyle ilgili çalışmaları var. Ben bu tür çalışmalara saygı duyarım. Sosyoloji, psikoloji ya da felsefe eğitimi almış bir başkası neden şiirin bu alanlarına girip ayrıntılı çalışmalar yapmasın! Bir araştırma görevlisi ya da bir akademisyen şair, bunun yerine neden diğer bir şairin öykülerinden ve söylemlerinden yağ çıkarmaya çalışır? Doğaldır ki hem akademik platformda hem de okur gözünde değer görülmediği için şiirin felsefesine ve bilimlerle ilişkisine kimse girmek istemiyor. Zaten okur da sanatsever de akademisyen de böyle bir istekte bulunmuyor. Çok ilginç tez konuları ve çok değerli metinler şiir yazınına kazandırılabilir. Tersine daha kolay yoldan hedefe ulaşmak için adı bilinir bir şairin ya da şairlerin şiirini herhangi bir açıdan irdeleyip çok önemli bir iş yapmış gibi kendilerini ve okurlarını oyalıyorlar. Bunlarla ilgili bir sürü tez çalışması var; açıp okuyabilirsiniz. Demem o ki şiirin bilimlerle olan ilişkisini açığa çıkaracak çalışmalar olmalı gelişim için. Çağa, değişime, insanın günden güne gelişen estetik algısına yanıt veren; şiir kültürünün oluşturulması çok zor olmasa gerek…     

Kuşak belirleme çalışmaları, tür belirleme tartışması, bildirilerle şiir yönlendirme girişimleri; almış başını gidiyor. Şiir eleştirisiyle ilgili kaynak olarak gösterilecek eleştirel deneme neredeyse yok yazınımızda. Şiir dalında kitaba ya da şiire neden ödül verildiğini felsefesi bağlamında açıklayan bir seçici kurula tanık olmadım. Bir şiire ya da şiir kitabının nesine ödül verilir? Bunun doğrusu, estetik değerine ya da sanat değerine ödül verilir; şairin yaşamı tutuş biçimine değil. Seçici kurullar tarafından açıklanan ödül gerekçeli kararlarında şiirin estetik değerinden söz eden bir adet tümce duydunuz mu?  Öğreti ve inanç güdümlü terimler şiirin başına musallat olmuş, şiirin öz ve içeriğiyle uğraşmaya bir türlü sıra gelmiyor, farkında mısınız? Estetik biliminin bile öğreti temelli yaklaşımlardan nemalanıp bilimine aykırı terimler üretildiğini hepimiz görüyoruz; ne var ki farkında değiliz. Toplumcu estetik, mücadele estetiği, estetik bilinç gibi… Beğeni, beğenidir; beğeninin türü, biçimi, yönü, yöntemi, yordamı olmaz.

Örneğin yaşamdan öç almak için şiir yazan, kavga eden, karşıtlık anlayışı adı altında kendisine aşılanmış düşüncesini dayatan bunun da en doğru yol olduğunu sanan pek çok şiir düşünürümüz olduğuna tanık oluyoruz. Şiirin felsefesinden baktığımızda bunun öğrenilmiş bir tutuculuk olduğunu, kavgayla, karşıtlıkla, kindarlıkla estetik değer üretilemeyeceğini söylemek; erken bir yorum olur, biliyorum. Ne dersek diyelim; “Cami ne kadar büyük olursa olsun imam bildiğini okuyacaktır.” Elbette azımsamamak gerek, şiirin felsefesine hatta amacına ters de olsa çoğulcu yaklaşımın bir çeşnisidir, olmalıdır da… Yaratıcı düşüncenin önünü açar en azından… Şiire yeni başlayanlar bilmelidir ki sanatın her dalında kavgayla estetik değer değil, kindar devşirilir. Bu doğrusal bir denklemdir ama eski kuşlaklara bunu anlatmak olası değildir. Onlar için “Evrensel İnsan Temelli Dünya” henüz doğmamıştır ve yoktur… Varlığı fark edilmeyen ve duyumsanmayan bir şeyin anlatımı da olası değildir. 

Kimsenin düşüncesini değiştirmek ya da düzeltmek gibi bir çabam yoktur. Kendimce sanata/şiire yeni bir bakış açısının yolunu aydınlatmaktır. Söylemlerle, yinelenen bilgilerle şiir sanatına yön vermeye çalışmak kendimizi oyalayıp şiiri etkisiz kılmaktan öte bir sonuç vermez. Oysa şiir sanatının uzamı öyle geniş ki hangi alanı ele alırsanız o alan bir derya olarak karşımıza çıkar. Çünkü şiir, düşünce ve toplam bilgimizin duygularla örülmüş biçimidir. İşte o düşünce dünyası, keşif ve yaratıcılık bekleyen sonsuz bir boşluktur. Ne kadar düşleyebilirseniz o kadar öteye uzanabilirsiniz. Şiirde paradigma (değerler dizgesi) değişiminin gerekli olduğunu birkaç yazımda ve kitabımda belirtmiştim. Söz ettiğim paradigma değişimi, alışılagelmiş söylem ve yinelen şiir yazılarıyla olmaz. Şiire ayrıksı bakmak, estetik bilimi ile insan bilimlerini çok iyi yorumlamak, çağın gereklerine göre yeni baştan ele almak, bilgi ve kültür varlıklarımıza daha derinden bakarak yorumlamak, bilimlerin saptadığı verilere olabildiğince uyum sağlamak ve özellikle kuramsal bilgiye değer vermek gerekir. En önemlisi de kalıplaşmış söylemlerin tartışılıp daha bilimsel ve sanat felsefesine uygun çözüm yolları üretmeye yönelmek gerek. Bu değişimi ancak, bilim ve kültürün değer yargılarını içselleştirmiş genç şairler başarabilir. Geçmişe öykünmek yerine gelecekteki değişime kulak kabartırlarsa. Özellikle akademik çevrenin şiir ve sanatla ilgili metinlerini okumaya çalışıyorum. Bilgi yinelemesi ya da ithal edilmiş kavramların gölgesinde var olanı irdeleme dışında dikkate değer çok şey bulamıyorum. Bir anlamda şiirin öyküsünü yazıyorlar, diğer bir söyleyişle sanat tarihçiliği yapıyorlar. Sanat tarihçiliği, sanat kültürünün bir parçasıdır ama sanatın gelişim ve yaratıcılığına beklenen katkıyı yapamaz. Şiire ivme kazandırmaz.

Her sanat dalına ayrıksı bir bakış açısı geliştirebilecek kadar bilgi ve kültür varlıklarımız oldukça zengindir. Sanat alanında eğitim alan ve eğitim veren yeterince yetişmiş insanımız da vardır. Kısacası, yaratıcılık gizilgücüne ve bilgi yüküne sahibiz toplum olarak. Dış kaynaklara, geçmişe ve geçmişin bilgisine göre bugünün yanlışlarına; öykünmeyi bırakıp değişimin bize dayattığı yöne baktığımızda kolaylıkla açabileceğimiz yollar mutlaka vardır. Sanatta tutuculuk, ben buna öykünmecilik diyorum; her sanat dalının kendi kendini geçersiz ve gereksiz kılma eylemidir. Bu yüzden, değişime şiirin de katılması gerekir, özellikle şiir bilgisinin; diğer söyleyişle şiir felsefesinin… Alışagelmiş söylemlerin çevresinde dolaşıp durursak ne doğruyu ne yanlışı saptayabiliriz ne şiire bir adım yol aldırabiliriz ne de yaratıcılığı yakalayabiliriz…

Sonuç olarak, şair, yazar, çizer; temcit pilavından vazgeçip yeni lezzetler arayışına girmelidir. Her zaman her durumda ve her koşulda yeni çıkış yolları vardır. Şiir evreni, henüz keşfi tamamlanmamış bitimsiz bir uzaydır.

Ç.Türk Dili Dergisi Haziran 2023 Sayı: 424’de yayımlanmıştır.


Mehmet Rayman
PENCERE 


dizgine gelmez atların üstünde
bir dağ yeliydim incecikten
ışığın yelesine tutunmuş kelebek
belkide hiç bilmiyor sabahın olduğunu
çiçeklerden biri uyardı onu
tel örgüyü sarmış mor menekşe
 
akşamın eşiğine çekiliyor
iki dağın arasından geçen yollar
gökyüzüne tutulan bir fenerin mühürü
toprağından taşından çok yukarı
kirpik falında çıkan papatya
 
bir kadın eliyle sarmaş dolaş
tül kesimli sarmaşıkların penceresi
başak boyudur tahta masanın ayakları
yerde yatan bir sürü acımız var
mevsim izi toprağın üstüne çıkmış
al topuğunda kalan yara
 
gün ışığı sabahın asması
yaslanmış kerpiç duvara parım parım
bağından gelirken bir türkü kaldırmış
kuşluk güneşine yatan kuşların sıcaklığı
bir mutluluktu sepetin üst yaprağı
 
çamaşır ipine bağlı karşı pencere
seni kim çıkardı gün yüzüne böyle
bak bak ağrı dağından kalkan bulut geçiyor
akşamı sabahı tartmakla ne geçecek elimize
her zaman içine kapanıktır
üstüne yattığımız gece 


Bahri Loş
YANILGI 


Parlak gösterilerden kalbe damlayan boşluk
Çoğun denkleminde büyüyen eksik
Yıldızlı ışıkların izindeki yanlış
İşli liralardaki tarifsiz ağırlık
Zamanın gölgesindeki büyük yanılgı
 
Bir kimsesizliğin kıyısında biriken an
Hızlı ve yanlış adım sürükleyiciliği
Haykırılan doğru gürültüde kayıp
Kısa yol kurnazlığındaki ayarsız hesap
Dikenli aynalardan uzaklaşma cesareti
 
Sürgülü kapılar ardındaki çaresizlik
Öne eğilmiş baş, kabuğuna çekilen söz
Ucu yokluğa değen sonsuz yükseliş
Her şeye bir rakamla bakma gayreti
İncir çekirdeğinde can çekişen değer
 
Çarpıklığın koynundaki sessiz uçurum
Kalbe doğru büyüyen keskin girdap
Dil ucunda cenazeye dönmüş sözcükler
Yerin dibine doğru yükselen merdiven
Her kapıdan yorgun dönen insan siluetleri 


Banu Elçi
QUE SAIS-JE? (Ne bileyim?) 


İnsanoğlunun bilme ve öğrenme isteğinin sınırları olmasa da insanın bilme ediminin mutlak suretle bir sınırı vardır. Sonuçta bir insanın algısını, bilgisini ve düşünmesini sağlayan yegâne araç duyularıdır. Bu da insanın beş duyusu ile sınırlı olduğundan, insan zihninin de sınırları oldukça dardır.

Görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyuları ile insanın algı ve düşünme boyutu şekillenir.

Üstelik bu düşünme kendisinden, geçmişinden,  inançlarından, isteklerinden, ilgilerinden, tutumlarından yani kendine özgü düşünme biçimlerinden bağımsız değildir. Sonuçta objektif bir gözlem gücüne dayanmaz. Bu sonuçlar, eğer bilim ve bilimsellik içermiyorsa zaten son derece yanlı, yargılı ve negatif-pozitif ikilemler içerisinde tanımlı ve güdümlüdür.

 Ormandaki bir sincabı düşünün mesela, onun algı boyutları ancak içinde yaşadığı orman,  daha ziyade konuşlandığı ve çevresinde dolandığı bir bölge, bir kaç ağaç, etrafındaki kendi türleri,  bir kaç tür başka hayvan ve yiyeceği yiyeceklerdir. Onun ilgi ve arzu alanına giren kısım ancak bu kadardır.

Doğadan kopmuş ve modern dünyaya uyarlanmış bir insanın istek ve arzularının sınırları ise daha çok nesneler üzerine odaklanmış olsa da bilme ve öğrenme eyleminin de vardığı nihai sonuçlar, yaşamını daha derinlemesine algılatıp dönüştürebilecek bir güce sahip değildir.

Bu hakikatin farkındalığına sahip olan nice filozof, düşünür ve bilge kişiler; öğrenmenin sonsuzluğunun büyüleyiciliği ile öğrenebildiklerinin hâlâ hiç bir şey olduğu konusunda hep aynı kanıyı paylaşmışlardır.

Büyük düşünürlerden bir tanesi elbette dünyanın en bilge insanlarından biri olan Sokrates iken,  sonra gelen ve onun öncülü olan pek çok düşünür de bu gerçeğin idrakindedir. Gerçekliğin sonsuzluğu içinde kendilerini yine de her zaman bilmeye ve öğrenmeye adayarak en büyük gerçekliğe, evrenin o sonsuz, nihai varoluşunu kavramaya adamışlardır.

Nice düşünürler,  daha çok toplumsal meseleler, insanlığın iyiliği için gerekli olan tutum üzerine fikir üretirken, ellerinden gelen en iyi şeyi yani toplumun huzur, mutluluk ve iyiliğine katkıda bulunmak için hareket etmişlerdir. Hatta bu uğurda çok ciddi sıkıntılara, zulümlere, dışlanmalara, horlanmalara katlanmış,  tüm bu sıkıntı ve zorluklara göğüs gererek, amaç edindikleri şey olan tüm insanlığın farkındalığı, mutluluğu ve iyiliği için ölümü bile göze almışlardır.

Örneğin; Montaigne’nin mottosu “Bilmemek” üzerine kuruludur. Her türlü özgün ve bireye olduğu kadar topluma da faydalı tüm düşüncelerini; kıvranmadan, sıkılmadan, çekinmeden söyleyen, kendisini kütüphanesine ve yazmaya veren bir düşünür; Avrupa’ya serbest düşünmeyi öğretmiş kişi idi.  On altıncı yüzyılda serbest düşünmek, eskiden kalma, dogmatik, yararsız düşünce kalıplarını zorlamak, başka türlü düşünmeyi ve söylemeyi kimsenin göze alamadığı inanışların doğruluğundan şüphe etmek, inançlardan, dinlere, kanunlardan, kurallara, normlardan hastalıklara kadar insan hayatının her yönü üzerinde kendi aklının ışığı ile yeni baştan fikir yürütmek demekti. O ezberlenmiş düşünceleri, dogmatik fikirleri göz ardı edip yeni baştan sorgulayacak, yazacak, üretecek ve bunu da insanlığın gelişimine sunarak, serbest düşünmenin öncülüğünü üstlenecekti.

Sonuçta insanın gelişimi asırlardır savunulan, miladı dolmuş düşünce ve fikirlere tutunarak değil, insanın gelişmesine, evrilmesine yön verecek evrensel düzlemde doğruların ortaya konulması ve benimsenmesi ile olacaktı.

O nedenle Montaigne, düşünürken özenli, temkinli, doğa yasalarına uygun, insan denen varlığın eksik ve yetersiz yanlarının farkında, son derece akılcı, rasyonel düşüncesi ile de insanlığa yol gösterecek pek çok aydından birisi idi.

Montaigne “Denemeler” adli kitabında şöyle der; “Yunanlı bir balıkçı, bir kasırga sırasında Neptunus’a şöyle söylemiş: “Ey Tanrı, beni ister kurtar, ister batır, ben dümenimi kırmadan dosdoğru gideceğim” Zamanında nice dönek, ikiyüzlü, karışık insanlar gördüm ki dünya işlerinde benden daha dikkatli oldukları halde, benim kurtulduğum felaketlerden kendilerini kurtaramadılar.”

“Kurnazlıklarının bir işe yaramadığını gördüm de güldüm”. (Ovidius)

 Montaigne yine der ki; “Doğru dürüst adım atıp yürümesini bilmeyen bir insanla gerçeği aramaya çıkmanın anlamı var mı?”

M.S. 100. yıllarda yaşayan insana pratik ve güzel yaşamanın yasalarını bildiren Epiktetos’un ahlâk öğretileri de insanı bilgeliğe ve mutluluğa götürecek muhteşem nitelikte argümanlardır.

Epiktetos der ki; “İnsanın asaleti, faziletten temellenir, doğuştan değil. Ben senden üstünüm. Babam konsül idi. Ben de hâkimim. Sen ise bir hiçsin diyorsun. Azizim eğer ikimiz de at olsaydık ve sen bana “Babam zamanında bütün atlardan çevikti. Benim ise çokça otum, arpam ve fevkalade bir eğerim var.” deseydin sana cevabım şu olurdu; “Öyleyse koşalım.” Atın değeri, koşmasına göre tespit edilir. Acaba insanoğlu içinde onu diğerlerinden ayıracak bir vasıf, değerini belirleyecek bir ölçü yok mu? O şey saffet (masumiyet ve saflık), vefa ve adalet değil midir? Bu hususta benden üstün olduğun noktayı bana göster. Bir insan olarak benden daha üstün olduğunu ispat et. Eğer bana “Ben zarar verebilirim, tekme atabilirim” diyorsan sana cevabım şu olacaktır; “Sen insana değil, eşeğe özgü bir vasıfla övünüyorsun”.

Dünyanın en zor şeylerinden bir tanesi de “Gerçekleri kabul etmektir.” İşte bu zorlu yolda en büyük kılavuzlardan biri de Diyojendir. Kendisi kinizmi benimsemiş ve bu yolda güçlü bir yol gösterici olarak iki bin yıl sonra bile günümüze kadar gelebilmiş yegane bilgelerden biridir. Kinikler, zamanın uygarlık değerlerine karşı aldırmaz bir tutum ve güçlü muhakeme, sorgulama yetenekleri ile varlık gösterirler. Onların temel etik ilkesi erdemdir. İnsan, doğanın parçası olup özgür ve bağımsız bir varoluşa sahiptir. Oysaki insanın doğaya karşı geliştirdiği toplumsallık, büyük ölçüde gereksiz ve yozlaştırıcı nitelikler arz eder; kinikler ise buna karşı doğal ve sade bir yaşamı ön plana çıkarırlar. (“Kinik” sözcüğü “Kyon” kelimesinden türetilmiştir. Kyon ise  “köpek” ya da “köpeksi”  anlamına gelmektedir.) M.Ö. yaşadığı çağda methi duyulmuş olan Diyojen’e Büyük İskender tarafından bir tepsi kemik gönderilmiş ve bu şekilde İskender Diyojen’i, sahip olduğu ilkeleri ve yaşam tarzını aşağılamak istemiştir. Diyojen, Büyük İskender’in bu davranışına karşılık “Kemikler belki bana yakışabilir ama bu davranış bir krala yakışmazdı doğrusu” diyerek karşılık vermiştir.  Büyük İskender için ayrıca  “Gölge etme başka İhsan istemem” sözü ile de sakinliğini, dinginliğini korumuş,  aldırışsızlığı ve korkusuzluğu ile de Büyük İskender’i derinden etkilemiştir. Hayatı boyunca bir fıçının içinde yaşayan ve hiç bir şeye sahip olmayan ama güçlü, sakin ve asil bir ruha sahip olan Diyojen için Büyük İskender “Eğer Büyük İskender olmasaydım kesinlikle Diyojen olmak isterdim” dediği de söylenmektedir.

Yine o yüzyıllarda yaşamış bir diğer bilge olan Seneca’nin eserleri sadece ahlâki yönüyle değil, siyasi olaylar üzerine yaptığı yorumlarıyla halen günümüzdeki insani ilişkiler içinde geçerli olup günümüzden neredeyse iki bin yıl önce yazılan bu güçlü söylemler, onları hâlâ etkileyici ve ölümsüz kılmaktadır.

Seneca “Bilgenin Sarsılmazlığı” üzerine bir söyleminde “Ruhları kötülükle dolu, yaşlandıkça daha büyük hatalar yapan, çocuklardan yalnızca yaş ve fiziksel özellikler bakımından farklı olup başıboş ve kararsız olan, hiç ayrım yapmaksızın zevklerin peşinde koşan, huzursuz, yaradılıştan değil de korkudan dolayı sessiz olan kişilere, bir şey kazandırmış mıdır” diye sormaktadır.

Seneca da Sokrates gibi o dönemin yönetimince yargılanıp ölüm ile cezalandırıldı. Cezası da yine Sokrates gibi intihar cezası idi. O da bıçakla damarlarını açtırarak ve tıpkı yine Sokrates gibi zehir içerek altmış beş yaşında zorla ölüme teslim oldu.

Yaklaşık iki bin yıllık sürede bu bilgeler; insanlık ve insanın mutluluğu için bilgi ürettiler, savundukları ve uyguladıkları ilkeler, bugün bile tüm gerçekliğini ve etkisini sürdürmektedir. Seneca, tüm bilgeler arasında var olan en özgün seslerden biridir. Sınırları zorlamaktan korkmayan, kendinden önceki dönemin görüşlerini ters yüz etmekten kaçınmayan, esnek, şartların gerektirdikleri ile en akılcı şekilde mücadele eden bir ses.

 Bu yazıyı da yine Seneca’nın söylediği son bir sözle bitiriyorum. “İyiliğinize engel olmayın, gerçeğe ulaşana kadar umudu ruhunuzda besleyin; daha iyi şeylere gönüllü olarak yönelin, inancınızla ve dileğinizle bunların olmasına yardım edin! Yenilmeyen ve talihin hiçbir şey yapamadığı bir kişinin var olması insanoğlunun yararınadır”. 


Nilüfer Uçar
YİNE EYLÜL 


tanrı bilir içimin yaprak döktüğünü
yaşamın ters ilmek atışlarını
ateşin yüzsüz/suyun çıplak büyüsünü
ah bir de
bencil hüznün dil limanında direnişini
ben evet ben
inanç kadar yorgun
umut kadar sabırsızım
bak yine eylül/yine yalnızlık kuş kanadı
 
uç uca ulanan sabır/dokunsam dağılır soluğun
unutma/tohum büyüten toprağı
denizin beyaz hıçkırığını
koca bir hayat işte/sessizce sıyrılır iki dudak arasında
 
yabancının kollarından akan zaman gibiyim şimdi
dalına kırılan nar/kınalı ellerin
dokunmasın maksadını aşan aklıma
 
günahı kim büyüttü/gecenin kuytuya çekildiği yerde
uzun sustuk/derin bölündük
sonra
sonra/yeniden başladık aşk tanrıçanın dokusunda
oysa
ekvator çocuğuyduk umut şarkıları büyürdü ağzımızda
 
sen ergen dedin uzağa düşen duygulara 
ben sevdanın korsan yüreği
taş döken sonsuzluğun döngüsünde
 
insan büyülü sözün tutsağı olmaya görsün
filizkıran fırtına baharı kışa evirir
mayası eksik şarap gibiyse yürek 
hükümsüz kalır yenilgi
farz et ki Eylül/ağaçlar çıplak
bıraksam uyur/dokunsam yarası kanar
“kanda gül, gülden kan olan bizdik /bizi bizle sınadı tanrı” 


Nermin Akkan
BİTMEYEN KAVGASI ŞİİRLE ŞAİRİN 


Şiir; usun, yüreğin, inanın, emeğin, barışın, direncin, paylaşımın ve dahi özgür ruhun erkle (güç-baskı-zulüm) kavgasıdır. Sevgi barındırır içinde. Saygı, hoşgörü, direnç, aşk, kavga barındırır içinde bireysel çıkar gözetmeksizin evrensel varlık sevgisinde.

Genetik yatkınlığı yadsımadan üst zekâ, yetkin dil, derin birikim, kıyısız emek ve sağlıklı iletişimle taçlandığında ancak "Şiir" tanımını alan bu özge-göksel değer; her kimin gönül bahçesinde varlık göstermişse onu "Şair" diye tanımlar. Yani bireyi şair yapan şiiridir. Durum böyle olunca hem erkten nemalanıp erke hizmet vererek hem de şair olma lüksü yoktur bir insanın.

Özgür, adil, barışık, eş değer varlık bilincinde bir toplumun tek ve gerçek mimarının şairler olduğunun farkındalığıyla erk, dünya kurulalı beri "Şiir" denen kutlu gücü bertaraf etme savaşı/çabası vermektedir.

Kimi zaman ödüllendirme (makam-mevki-paye vb.) kimi zaman da cezalandırma yollarına başvurmuştur. (hapis-sürgün-darp-ateş-ölüm) Bu nedenledir ki şair, ayrıksı yaradılışının sorumluluğu gereği, kaliteli yaşamın mimarlığına soyunup tanıklık yaptığı çağın sanığı olma cesaretini de göstermek zorundadır. Şair; cesur, özgür, adil, paylaşımcı, dildar, çalışkan, yılmaz, aşık ve savaşçı olmanın simgesel adıdır.

Şiirin kavgası, tam da bu noktada başlar şairle. Cinsiyetçi bir bakışla kendi aleyhine duvarlar ören şair, kadını şiiri yazılan, erkeği kadına şiir yazan konumuna getirip/dilleyip kilitler. Sorumluluktan kaçmada fırsat kollar gibi kadın da sözüm ona mahalle baskısı bahanesiyle varlığının şiirliliğini göz ardı eder. Kadın, kendi şiirinden başlayarak aşkla yazması gereken şiiri yazmaz ve "Yazdırmıyorlar" riyakârlığında mağduru oynar.

Aslında şiirin ilk kavgası kadın şairlerledir. Allah'ın yaratırken kendisiyle ortakladığı kadın, başlı başına bir şiirdir. Doğuran, üreten, bakan, besleyen, öğreten, seven ve sevginin kaynağı kendisi olan kadın; ilk elden elma yeme ihtiyacını, erkeği öne sürmeden dala uzanarak koparıp yeme şeklinde giderme cesaretini göstermediği sürece şair konumuna gelemeyecek ve şiir doğuramayacaktır.     

İpek tenini cırarak elma yemenin keyfini kendine yaşatacak kadın her şeyden önce. İçinde köklenen elmayı zeytinle aşılayacak ilmini öğrenerek gerekirse cinden melekten sorumluluğunu üstlenerek.

Emek-emek, aşk-aşk döllediğini sevgi-sevgi büyütecek. İlk elden eşitleyecek döllerini birbirine. Zeytin zeytinliğini, incir incirliğini bilerek boy verecek göğe doğru ve şiirini yazacak evrenin. Ancak o zaman evrilecek dünya cennete ve kurtulacak "Yalan" sıfatından.

Kadın ki başlı başına şiirdir zaten. Kendisini okumaya zaman ayırdığında sorumluluğunun büyüklüğünü fark edecek, cinsiyet atfetmeden salt iyi insanı (sevecen, barışçıl, paylaşımcı, affedici, adil, hoşgörülü) yetiştirecek. Rahmindekine sahip çıkacak ki güvenlik duygusunu doğmadan önce hissedecek çocuk insan. Bu duygu ki öğrenmenin temel taşıdır, iyiyi güzeli doğruyu.

Bu bilinçteki cesur kadınlardır ki ancak dünyayı şiir, her dünyalıyı şair eyleyecek. Kavgası barış için olan, çabası eşit paylaşım için olan, yolu aşka giden, umudu insana dair olan…

Korkuyu, korkutmuş kadınların kanatlarında uçacak şiir böylece… Hiç kimse kadınların sorunlarından söz etmeyecektir sorumluluklarını hakkıyla yerine getirdikleri için.

Selam olsun şiirle kavgasını bitirmiş şair kadınlara.

Bitmez şiirin şairle kavgası
doğana kadar şiirin hası
dolmadan has şiirle
şairin gönül tası. 


Osman Akçay
AH BE GÜLÜM 


Kalp buz tutmuşsa
Gökyüzünü siyah balonlar kaplar
Mevsimin ne önemi var
Ah be gülüm
Ha güz olmuş ha bahar
 
Yolunu kaybeden şaşkın kelebekler
Isırgan tohumlarına konar
Elin uzatsan hemen dalar
Ah be gülüm
Vuslat yeri ya gülistan olmalı ya lalezar
 
Zifiri gecelerde
Kapı pervazlarına ağ örer örümcekler
Dingin dağ zirvelerinde bırakılmışsa korkular
Ah be gülüm
Yanımda olsan ne yazar olmasan ne yazar
 
Yağmur yağmazken yanaklar ıslaksa
Çözülür mü sandın buzlar
Çöle dönmüş gönül ovalarında
Ah be gülüm
Boşa akar ırmaklar
 
Gönül dükkânı kapalı olduktan sonra
Nasıl girilir içeri
Bundan sonra koşa koşa gelsen neye yarar
Ah be gülüm
Ha mesai günü olmuş ha pazar


Şiir Sarnıcı (e-dergi), Temmuz 2023, Sayı:17, Yaşar Özmen