YAYIMCIDAN
İsterim ki yazın
sanatıyla ilgili tartışalım, açıklıkla konuşalım, ön kabullerimizden sıyrılıp
farkındalıklı düşünelim. Türk yazınında boşluk varsa ve neredeyse birlikte
saptayalım, denenmemiş yöntemlerle çözüm üretmeye çalışalım. Şiir Sarnıcı
Dergisi’ni çıkarma amacım, yazın adına ne yapabiliriz, sorusuna yanıt
bulmaktır. Eleştiriden ve bilgi noksanlığımızdan korkmayalım. Kafamızdaki
yerleşik bilgilerin yıkılmasından değil betonlaşmasından korkalım.
Ceplerimizdeki eski bilgilere şöyle bir sus deyip yeniye doğru yelken açalım.
Her şeyde olduğu gibi yazında da metinler arasılık mutlaktır ama biz biraz
geleceği yakalamak için ufka göz dikip yaratıcılığı çağıralım. Modern Sanat
Dönemi bilgilerinin pek çoğu, ezber üstüne ezber edilmiş doğrulanamayan
yığınlara dönüşüyor. Dünya değişiyor, estetik algının boyutu deviniyor, sanatın
kuram ve ilkeleri evriliyor. Ezberi bir yana itip; şiiri, öyküyü, denemeyi
genellemelerle anlatmaya çalışmaktan vaz geçip felsefesiyle tanımlamaya
çalışalım. Bizi en doğru yola yönlendirecek ve yeni tanımlamaların kapısını
açacak olan, sanat ve alt dallarının felsefesini sorgulamaktır. Bunu yapmak
için dağarcığımızda yeterince birikim, kazanım ve gerecimiz vardır. Yeter ki
kulaktan dolma alışılmış genellemelerin egemenliğini bilincimizden sıyırıp
atabilelim.
Yazında henüz
tanımlayamadığımız pek çok kuram olmalı. Çağın değişen algı ve yargı
biçimlerine göre süreci değişime uğrayanlar da... Şöyle bir bakınız Türk şiir
yazılarına… Şiire yönelik kaç kuram saptanmıştır… Kuramlar saptanmadan yeni
kavramlar üretilemez. Yeni kavram üretilemezse şiirin ezber bilgileri arasında
sıkışıp kalınır; bugün olduğu gibi… Şiir nasıl yazılır, imge nedir, şiire nasıl
başlanır/bitirilir… gibi alfabe bilgilerle şiir sanatına yön verilmeye çalışılır.
İyi şiirler
yazılmıştır; yazılacaktır. İyi şairler gelmiş geçmiştir; bundan sonra da
olacaktır. Bu demek değil ki Türk şiiri son aşamasına gelmiş, derinliği ve
gizemi tamamıyla çözülmüştür. Ayrıca sanatta, iyinin iyisine, güzelin güzeline
ulaşmanın sınırı yoktur. Araştırmak, incelemek, yeniye ulaşmak, yaratıcılık
için değişik açılardan ele almak, gerekir. Bir günü diğer gününe benzeyen
yazın, durağanlaşmış demektir. Durağanlaşmak, sanat ilkelerine göre olumsuz bir
durumdur. Bugün “Ben oldum” diyen pek çok şair/yazar var ülkemizde. Söyleyecek
sözleri olmalı. Yazar/şairler, ince ruhlu kişilerdir; kişisel bir yarar
beklentisi olmaz, diye düşünüyorum. Dergimizin ilkesi gereği, özel bir konu
olmadığı sürece yazı ve yapıt istemeyiz kimseden. Dergimizin maddi kaygısı
yoktur. Okunup okunmama gibi bir zorunluğu da. Buna karşın yurt içi ve yurt
dışı okur sayısı her geçen gün artıyor. İyi şeyler, bir köşeye atılıp
karanlıkta bekleyemez. Yazın sanatına gönül vermiş ve bu yolda beklentisiz çaba
gösterenler zaten yeterince katkı sağlamaktadırlar.
Şiir Sarnıcı,
uluslararası bir dergi olma yolunda hızla ilerliyor. Özbekistan dergi
temsilciliğimiz de oluşmuştur. Derginin yanında gençler çoğalıyor. Üniversite
gençliği, özellikle güzel sanatlar fakülteleri, dergimizi okuyup paylaşıyor.
Dergicilik bir imecedir. Yararsız, umarsız, çıkarsız, tarafsız sanat
yolculuğunda bizlere eşlik etmenizi isteriz. Bu imecede küçük de olsa
yapıtlarınızla, yorumlarınızla, değerlendirmelerinizle katkınızı bekleriz.
Dergimizin
ilkeleri gereği; propaganda, irşat ve şiddet dili taşıyan metin ve şiirler,
değerlendirme dışı tutulmaktadır. Ayrıca bize gönderilen her metin ve şiir için
geri bildirimde bulunuyoruz. Kalabalıkta geri bildirimde bulunamadığımız
olduysa, yayın kurulumuzca ürünleriniz yayıma uygun görülmediyse bizi anlayışla
karşılayacağınızı umuyoruz.
Dergi düzeninde
küçük bir değişiklik yaptık. JPEG dosya ve bu formatta görsel, zorunlu
olmadıkça koymayacağız. Bu tür dosyalar ya da görseller, platformun özelliği
gereği diğer dillere çevrilemiyor. Çok sayıda yurt dışı okurumuzun olması
nedeniyle başka dillere otomatik çevrilebilen düzende dergiyi
sürdüreceğiz.
Mutlu, esenlikli
günlerde okumanız dileğiyle…
Canan Gürtunca
Sanlı
BİR FİLM VAR ELBET
Kalabalık
yalnızlıklar ürpertili akşamı boğardı
kuzular
geçer, kurtlar homurdanırdı
rüzgârın
kollarında geçti esrik yıllar
gözleri
kamaştıran hayalin ışığında.
Gün
günün zindanına hapsolur
gözlerinin
buharı bulut olur yağar
kelimesini
arayan bir harfin uzamında
küçük
adamların uzun gölgelerini
ardışık
adımlar izler.
Hayat
bazen şiddetli bazen
duru
yağmurların altında ıslanmaktı belki
hangi
ıslanış insanın yaşamına dokunur!
Anlaşılmaz
bilmecelerle yoğrulur insanoğlu
korunmasız
duvar çalan her ıslıkta yıkılır.
Kar
beyazı değil,
üzerinde
kara bulut darmadağışık
aldanırım
sanma silinmez yazılar
dökülüyor
yapraklar birden bire
sarı,
yeşil, beyaz, kara
birden
bire oluyor ne varsa.
Bir
film var elbet
kendi
öyküsüyle başbaşa.
kendinle
sadece kendinle
içindeki
hüzünle beslenen
kondurur
bülbülü sazına
acısı
yarasına merhem
gül
tedirgin dalında
der
ki: “Asıl günah söyleyecek şarkımızın olmaması
oysa
herkes konuşur ben seni duyardım.”
16.07. 2022/ Ayvalık
Mehmet
Bardakçı
ÇIĞLIĞIN
Enver Gökçe’ye
Kırmızılar kıvranırdı avuçlarında
sınandı yüreğin sert yamaçlarda
koştuğun mavi günlerdi gök gibi
deniz gibi yakamozlarla gelen
dört duvar oldu en çok bildiğin
seğirttin sisli yolların eğriliğinde
elinde ışık, alnında silinmeyen inanç
dağların iç çekişi gibiydi
susamışlığın
has Anadolu tohumuydu ektiğin dizeler
adımlarında azimli bir kavgacı telaş
“Fakültenin Önü” göz ağrısı, “eğin
türküleri” dilimizde umut karalara
duvara bile yazılmış ışık yolu
sorular dizgesiydi yoksul yaşamında
güneşi çağıran gergef gibi işli
çığlığın
Yaşar Özmen
SANATA
ÇÖZÜMLEMELİ BAKIŞ
Ç.Türk Dili Dergisi 415. Sayı’da yayımlanmıştır.
Sanat Nedir?
Öncelikle
sanat nedir sorusuyla başlayacağım. “Bu
soruya yanıt olarak dünya edebiyatında o kadar çok metin ve kitap yazılmış ki
hepsini okumak için yaşamımız yetmez. Pek çoğu da sanatı bir kahraman olarak
kullanıp üzerinde debelenmiş. Her bilgi saygındır; her metin değerlidir; ne var
ki bir sonuca götürmesi, yeniliğin önünü açması ve geçerli olması için birtakım
verilere dayanmalıdır. Sanat açık dokulu bir kavramdır. Tanımlanması zordur.
Değişkeni ve çarpanı o kadar çoktur ki bunların aralarındaki ilişkiyi çözmek
kolay değil. Bu yüzden çoğu sanatsal metinde, sanatın bir yönü ya da bir alanı
alınıp değerlendirilmiştir.
Sanat yazılarını genel anlamda
taradığımızda çoğu, genellemeler üzerinden yanıt bulmaya çalışır bu soruya. Ne
yazık ki bu tür genellemeler, ne sanata ne sanatçıya ne de yapıt üretimine
kullanılabilir/işe yarar bilgi sunar. Örneğin “Şiir tanımlanamaz, ne kadar şiir
varsa o kadar da tanımı vardır” gibi altı boş genellemelerle yazılanlar… Ben de
varım diyebilmek için havaya salınmış metinler çoğunluktadır. Veri ve deneyime
dayanılarak yazılanlar da var; bunların hakkını teslim etmeliyim. Yılların
içinden süzülen bir birikim ve kazanım vardır; yadsınamaz. Bunlar, kendi
değerlerini yaşamalı, yaşarken de daha iyisini ve yenisini üretmelidir.
Resim ya da şiir gibi bir sanat dalını
ele alarak sanat nedir sorusuna yanıt aramayacağım. Sanat gibi karmaşık bir
kavramı, bir dal üzerinden anlatmak biraz sığ kalır. Sanatı genel bir kavram
olarak ele alıp sanat felsefesinin öngördüğü ölçütler kapsamında kendimce
çözümlemeli bir yol izleyeceğim. Bu şekilde sanatın ne olduğunu daha kolay açıklayabilirim.
Örneğin şiir; nedir, nasıl yazılır ve okurla ilişkisi nasıldır, sorularına bu çözümlemeden
sonra daha kolay yanıt arayabilirim. Ayrıca
sanata çözümlemeli yaklaşım; okura, yazara, şaire ne kazandırır; neyin önünü
açar, sorularının yanıtını yazımın sonunda vermeye çalışacağım.
Sanat; sanatçı-yapıt-okur-ortam[1]
dörtgeninde oluşan; ses, dil, ışık, hareket… gibi gereçler kullanılarak estetik
değer yaratma çabası taşıyan, insan etkinliğidir. Burada sanatçı, okur ve ortam
üzerinde durmayacağım. Sanatı anlatabilmek için özellikle temel öğesi olan
yapıt üzerinde yoğunlaşmalıyım. Öyleyse yapıtın karnını deşip içinde neler var
birlikte bakmalıyız ki sanatla ilişkisi olmayan bir okur bile ne söylediğimi
anlayabilsin.
Sanatı genel anlamda sınıflandırırsak:
Dil Sanatları; şiir, öykü, roman, oyun, mektup deneme… Gereci dil
olan sanatlar.
Görsel Sanatlar; resim, sinema, tiyatro, heykel, seramik… Görüntü ve biçime göre oluşan sanatlar.
Ses Sanatları; şarkı, türkü, opera… Sesi, ezgiye dönüştürerek
yapılan sanatlar.
Hareket Sanatları; dans, pandomim, halk oyunları… Harekete ve hareket
biçimlerine dayalı sanatlar.
Karma Sanatlar; her ne kadar sanatı sınıflandırsak da bunlar çoğu
zaman birbirleriyle iç içedir. Şiir, aynı zamanda sesi, sinema ise hem dil hem
hareket hem de sesi birlikte kullanabilir. Ayrıca her sanatın kendine özgü bir
dili ya da dilleri vardır. Resmin ışık, dansın hareket, müziğin ses, sinemanın;
görüntü, ses, dil olduğu gibi… Kullandığı dil açısından ‘karma sanatlar’ diye
de bir sınıflandırma daha yaparsak yanlış olmaz.
Sayısal Sanatlar: Altıncı bir sınıf daha var ki henüz tanımlanmamış ya
da tanımlanması güç olan bir alan: Yapay zekâ veya sayısal teknolojilerin
ürettiği sanat. Bunlar, insan üretimi olmadığı için sanat kapsamında
düşünülmeyebilir. Ne var ki bu tür üretimlerin gerisinde yine insan zekâsı
vardır; fotoğrafta olduğu gibi... Bu yüzden sanat kapsamına alınması daha
mantıklı bir yaklaşım olur. Bana kalırsa
bunun adına da ‘Sayısal Sanatlar’ demeliyiz. Hologram, üst teknoloji
aygıtlarının ürettiği görsel objeler, yapay zekâ çizimleri gibi…
Her sanat dalı, aynı ilkeler üzerinde
yürüyen sürece ve aynı amacı taşıyan bir yapıya sahiptir. Aralarındaki ayrım,
kullandıkları dil ve yöntemdir. Burada en ayrıcalıklı olansa dil sanatlarıdır;
çünkü düşüncemizin göstereni olan dilimiz, onun temel gerecidir. Örneğin resmin
gereci ışık olduğundan, ressam ikinci bir dili kullanmak zorundadır. Yani
düşündüğünü ek olarak ışığa dönüştürmesi gerekir.
Hangi sanat alanı olursa olsun ortaya
çıkan sonuç, gerekli sanatsal öğeleri taşıyorsa biz buna yapıt diyoruz. Öyleyse
bir yapıtta en az neler bulunmalıdır?
Bilindiği gibi yapıtın, sanat
felsefesine göre ön ve arka yapısı vardır. Bunlar, nesnel ve duyusal yapı diye
de adlandırılır. Bir anlamda görünen kısmı nesnel, görünmeyip duyumsanan kısmı
ise duyusal yapı olarak ele alınır. Yapıtın ne olup olmadığını anlamak için,
nesnel ve duyusal yapı kavramlarını, zihnimizde çözmemiz ve yapıt üzerinde
işlevleriyle birlikte görebiliyor olmamız gerekir. Örneğin insan bedenini bir
sanat yapıtı varsayalım: Hücreler dâhil tüm organların oluşturduğu bütün
bedenimiz, sanatın nesnel kısmını; bilinç, duygu veya ruh dünyamız ise duyusal
kısmını içeren yapıdır. Yapıtta görünen ve görünmeyen her parça (öğe), bir
bütünü oluşturur. Diğer deyişle yapıttaki katmanlar, bir sanat yapıtını
oluşturur.
Yapıttaki öğeleri, katman; katmanın
altındakileri de tabaka terimiyle tanımlayacağım. Öyleyse bir yapıtta bulunan
katman ve tabakalar ne anlama geliyor? Katman; yapıtta birbirine benzer
belirli özelliklerin, içsel, dışsal, fiziksel, duyusal nitelik veya
niceliklerinin bir arada bulunduğu, birbirleriyle etkileşim içinde olan ve
birbirlerini var eden yapılardır. Örneğin biçim, anlam… katmanı gibi.
Katmanların altındaki yapılarsa tabakalardır. Tersinden söylersem tabakalar
katmanı, katmanlar bir bütün sanat yapıtını var ederler. Tıpkı insanın belirli
ruhsal ve fiziksel katmanlardan oluşması gibi… Bu durumda yapıtı; ağzı, dili,
duygusu ve diğer organları olan bir beden olarak düşünebiliriz.
Sanat yapıtında bana göre olmazsa olmaz
en az yedi katman vardır. Bunlar; Biçim, Anlam, Ses, Anlatım, Çağrışım,
Coşum ve Estetik Katmanı’dır. Katmanlar, birbirinden ayrı düşünülemez;
birbiri içine geçmiş ve birlikte yapıtı oluşturan yapıtaşlarıdır. Bir anlamda
yapıtın dünyaya açılan yedi duyusu ya da yedi organıdır. Bunların öncelikleri
ya da baskınlıkları, sanatın sınıfına göre değişebilir. Heykelde biçim
öncelikliyken, şiirde anlam katmanı daha baskındır. Ayrıca sanatın türüne göre
ek katman da tanımlayabiliriz. Örneğin roman ve öykü gibi sanatlar için
‘karakter yaratma ve karakterin betimlenmesi’ önemli bir konudur. En az yedi
katmandan kastım, her yapıtta bunların mutlak varlığıdır. Heykelde ses katmanı
olmamalı diyebilirsiniz. Heykelde ses katmanı olmalıdır. Heykelin size
bakışında bir görünümü bir de sesi vardır; çığlık atıyordur ya da iç sesiyle
size “Dokun bana” diyordur. Yani fiziksel olmasa bile duyusal olarak bir sesi
vardır her yapıtın.
Yapıtta bulunduğunu düşündüğüm
katmanlar:
Biçim Katmanı: Her yapıtın bir biçimi vardır. Biçim, bazı sanat
sınıflarında iskelet, bazılarında kılıf bazılarında ise devinim şeklindedir.
Bir anlamda biçim, yapıtın taşıyıcı kabıdır. Yukarıda tanımladığımız altı
katman biçim içinde/üzerinde konumludur. Biçimi bir torba gibi düşünürsek,
içine doldurduklarımızla, torbanın aldığı fiziksel ve duyusal şekle, biçim
diyebiliriz. Obje sanatlarında ya da hareket sanatlarında biçimin öne çıkan bir
formu varken sinema ya da şiir gibi sanatlarda daha geri plandadır. Başka bir
deyişle biçim, yapıtın tüm öğelerini bünyesinde konumlandıran bir yapı olmasına
karşın bazı sanat alanlarında ön planda olmayabilir.
Anlam Katmanı: Sanatın hangi dilini kullanırsak kullanalım, ister
hareketi ister ışığı ister çizgiyi ister sözü; yapıtta kullandığımız dil, bizim
anlamlandırdığımız somut, sanal ya da soyut varlıklara dayanmak zorundadır. Bu
da; her çizginin, her ışığın, her sesin, her dizenin, her hareketin bir anlam
içerdiğini gösterir. Dilsel ve simgesel olarak yapıtta kullandığımız her şey,
bir veya birkaç anlama yönelir. Dizede kullandığımız her sözcüğün kendi
bağlamında veya kullanıldığı yere göre üzerine giyindiği bir anlamı vardır.
Kaldı ki anlamı olmayan dize kurmak, olası değildir. Sadece algımızın
alışkanlığı olan bütünlüğü oluşturmayabilir. Özetlersek, anlamın derinliği
kadar da yapıtın ağırlığı olacaktır. Anlam, aynı zamanda diğer katmanlarla da
ilişkilidir. Örneğin çağrışım katmanı; anlama, sesin anlamına, ışığın anlamına
hareketin anlamına bağlıdır. Her katman açıklamasında yinelememek için bir kez söyleyelim:
Bütün katmanlar birbirine bağımlıdır; birbirini kurar ve bir bütünlük
oluşturur. Anlam, anlatım ve sesin bir bütün olduğu gibi…
Anlatım katmanı: Her yapıtın kullandığı dile bağlı olarak kendine özgü
sınırsız bir anlatım tekniği vardır. Işıkla, hareketle, sesle ya da dille… Anlatım, anlam ve sesle eşgüdümlüdür, aynı
zamanda da eş zamanlı işler. Heykel, görsel bir anlatımı öne çıkarırken şiir,
dilsel bir anlatıma yönelir. Sonuçta her yapıtın bir veya birkaç anlatım gereci
ve düzeni vardır. Şiir, ses ve dili kullanırken sinema filmi, görüntü, ses,
hareket ve ışığı anlatım gereci olarak kullanır. Anlatım, anlamı ne kadar
güçlendirebilirse estetik değer de o oranda artar. Bütün sanatlar, anlatımın
anlamı güçlendirmesi üzerine kurgulanmıyor mu? Bu yüzden anlatım; incelik,
farklılık gerektiren, yapıta rengini ve tınısını veren bir katmandır.
Ses katmanı: Ses, anlam ve anlatımla bir bütündür. Özellikle dil
ve ses sanatlarında… Bu bütünlük, duyarlılığı artırıcı bir güçtür. Sesin insan
üzerinde yarattığı duygu değeri çok yüksektir. Yani duyusal ve anlamsal etkisi
güçlüdür. Biçim gibi ses de fiziksel bir katmandır. Yapıtta sesten söz etiğimiz
zaman, ezgiye dönüşmüş sesi anlatıyoruz demektir. Konuşmanın bile ezgisi
olduğuna göre gürültü dışındaki her ses, kendi başına ezgi demektir. Müzikte
başka, şiirde başka, resimde başka bir biçimde görünüşe çıkar. Sonuçta pandomim
bile olsa kendine özgü bir sesi vardır. Anlam ve anlatımla uygun ve yetkin
kullanıldığında, estetik değer yaratma gücü yüksektir. Müziğin ya da şiirin
duyarlılığı artırması ve duygusallığı kolay tetiklemesi bundandır.
Yukarıda açıkladığımız dört katman,
yapıtın fiziksel ya da nesnel katmanlarıdır. Bu aşamadan sonra anlaşılması ve
anlatımı daha zor olan duyusal katmanları ele alalım:
Çağrışım katmanı: Çağrışım; ses, anlam ve anlatımın verilerine
dayanarak; kişinin bilgi birikimine, yaşamsal ve duyusal belleğine, izlerden
yaşamsal birikime, oradan imge ve görüntüye, görüntüden imgelem[2]e
ulaşan; insana özgü bir özelliktir. İnsanın düş ve düşünsel evreninin sınırsız
eylemidir.
Sanatın temel taşıdır çağrışım. Amaç,
çağrışımın güçlü ve çoğul olmasıdır. Başka deyişle kurduğumuz çağrışım
çekirdeği[3],
yarattığımız çağrışım yelpazesi[4]
ve çağrışım saçağı[5];
ne kadar geniş bir alanı tarıyorsa/yayılıyorsa anlam o kadar derin ve çağrışım
aynı oranda güçlü demektir. Gerçek anlamda, gösterenle gösterilen örtüşür.
Bunun duygu değeri zayıftır. Oysa sanatta aranan ölçüt; değişmece, değinmece,
benzetme, alışılmadık bağdaştırma gibi tekniklerle yapılan güçlendirilmiş anlamdır.
Derin anlam, güçlü anlatım ve nitelikli ezgi; çağrışımın doğum yeridir. Bu
yüzden sanatı sanat yapan şey, çağrışım yelpazesinin genişliği, uzunluğu ve
çoğulluğudur. Çağrışım ne kadar çoğul ve güçlüyse imgelem yaratma yeteneği o
oranda güçlüdür. Sanatı çözümlemede ya da ölçümlemede, temel ölçütlerimizden
bir tanesidir. Yazınımızda üzerine gidilmeyen bir konu olmasına karşın
eleştiri, inceleme ve sanat çözümlemesinde; önemli bir ölçüttür ve akademik
olarak ayrıca ele alınması gereken vazgeçilemez sanat-insan ilişkisidir.
Coşum Katmanı: Coşum; yapıtın duyusal varlığından doğan,
izleyicideki duygulanmanın, duyarlılık yaratmanın eylemsel sürecini içeren bir
katmandır. Olumlu ve olumsuz her tür duygu durumunun taşkınlığa yönelme
süreciyle ilgilidir. Bir başka deyişle, olumlu duygunun doğurulmasından
taşkınlaşmasına kadar olan ruh durumudur. Yapıtın amacı, duygunun harekete
geçirilerek taşkın diye belirttiğimiz kıvama dönüştürülmesidir. Görme, anlama,
sezme ve kendini duyumsama gibi duyusal, bilinçsel ve ruhsal eylemler; duygu
durumunun taşkınlaştığı, yani duyarlılığa dönüştürüldüğü zaman farkındalık
kazanmaya başlar. İşte estetik beğeni dediğimiz olgu da bu aşamadan sonra
işlerlik kazanır. Kısaca coşum, estetik beğeninin bir alt aşamasıdır. Coşumu;
çekici görünüş, derin anlam, güzel anlatım, nitelikli ezgi ve güçlü çağrışım
ortaya çıkarır. Yani yapıtın duygu değerinin okur duygularıyla bütünleşmesi
sonucu doğan duygu durumudur. Yapıta giydirilmek istenen elbise ve yapılan
makyaj, diğer söyleyişle sanatsal teknikler; coşumu en üst düzeye çıkarmak
içindir.
Coşum, öznel bir durumdur. Çözümlemede,
eleştiride ya da incelemede; öznel tutuma gebe oldukça fazla açık yan
barındıran bir katmandır. Kişinin yaşamı algılama ve tutuş durumuna göre şekil
alabilir. Kimilerinin Nazım Hikmet Ran’ı şair olarak dikkate almazken Necip
Fazıl’ı öncelemesi bundan kaynaklanır. Daha başka nedenleri de var ama konumuza
bulaştırmayalım.
Estetik Katmanı: Yapıtta amaç, estetik değer yaratmaktır. Her sanat
dalının temel yönelimi olabildiğince estetik değere sahip olmaktır. Estetik
algı, estetik kaygı ya da estetik tavır diye adlandırdığımız insan-yapıt
arasındaki ilişkiden doğan duyusal durum, estetik beğenidir. Beğeni, çok
değişkenli bir insan eylemidir; kişinin yaşamında eriştiği, yaşadığı, özlediği,
öğrendiği ve gördüğü tüm bilgilerin rol oynadığı duyusal bir sonuçtur. Ayrıca
izleyicideki beğeni, kişi ve toplum bilincine göre de görecelidir. Sanatçı ve
yapıtın amacı estetik beğeniyi sağlamak, izleyicinin amacıysa estetik yaşantıya
girmektir. İşte bu karşılıklı ilişki, estetik bilimiyle açıklanabilir bir
süreçtir.
Yapıt, estetik algı ve estetik değer
yargısını gıdıklayabildiği, duyguları ve zihni estetik katmana taşıyabildiği
kadar güzeldir. Sonuçta estetik değer; yapıttaki biçim, anlam, anlatım, ses,
çağrışım ve coşumun görevdeşliğinden doğar. Beğeniyi, yapıtta mutlak var olan
katmanların her birinin kendi içindeki güzelliği ile hepsinin bir bütün olarak
görevdeşliği sağlar. Zihni ne kadar sarsıyor, aklı ne kadar sendeletiyor,
duyarlılık ile duygusallığı ne kadar tetikliyor ya da ulaşılmazlığı ne kadar
güçlü duyumsatıyorsa işte o gerçek bir yapıttır. Bu durumda yapıt, sanat değeri
taşıyor ya da estetik değere sahip, diyebiliriz. Bir yapıt karşısında
izleyicinin; aklının sarsılması, hayranlık duyması, ulaşılamazlık duygusuna
girmesi; duygularının ele geçirilmiş olduğunu gösterir. Yapıtın amacı,
izleyicinin duygularını ele geçirmek değil midir?
Sonuç olarak yukarıda açıkladığım yedi
katman, bir bütünü oluşturur ve bu bütüne yapıt adı verilir. Bir şiir, öykü,
tablo ya da opera gibi… Bu etkinliğin adı da sanattır. Her bir katman, ilgili
olduğu bilimlerin ilkeleriyle incelenebilir, daha nesnel bilgilere
ulaşılabilir. Anlam katmanı; anlambilim, göstergebilim ve dilbilim; anlatım
katmanı, anlatıbilim; ses katmanı, sesbilimle…
Kısaca tanımlarsak sanat, sınıfına özgü
diliyle estetik değer taşıyan ve estetik algıyı tetikleyen insan yaratımı bir
etkinliktir. Dinamik ve açık dokulu bir tanımlamaya gidersek sanat; bilgi, yetenek, ortam ve sezgiye
koşut, insan algı ve değer yargısı bağlamında belirli katmanların görevdeşliği
ile biçem alan etkinlikler bütünüdür. Yapıt; hangi sanat döneminin, akımın
ya da ekolün içinde doğarsa doğsun, sonuçta aynı katman ve tabakalar ile
çağının ve değişimin öngördüğü ek katmanları içerir. Buna karşın sanat, dinamik
bir yapıdadır; keşfedilmemiş sınırsız ve sonsuz bir hareket alanına sahiptir.
Üretilen bilgi, kültür varlıkları ve zamanın aldığı değerler oranında
gelişir/yenilenir.
Çözümlemeli
Bakışın Getirisi
“Sanata çözümlemeli bakış nelerin önünü açar”
sorusunun yanıtını örnekleriyle görebilmek için şiir sanatını temel alacağım.
Bütünlüklü ve insanlığa mal olmuş bir şiiri ele aldığımızda, şiiri oluşturan
tüm katmanlar ve bu katmanların birbirleriyle ilişkisi çözümlenebilir. Her
katman, kendini ilgilendiren bilim alanlarıyla değerlendirildiğinde şiir sanatı
hakkında açığa çıkmamış boşluklar saptanabilir. Örneğin çok yerde yazılıp
çizilmiş olan “Biçimi, öz-içerik oluşturur” söyleminin, eksik bir saptama
olduğu ya da kullanılabilir bilgi içermediği görülebilir.
Öncelikle sanatı tüm varlık yapılarıyla
görmemizi sağlar. Yapıttaki her katmanı, ayrı ayrı inceleyip aralarındaki
ilişkiyi çözmemizi kolaylaştırır. Her şiirin yaşayan bir varlık olduğunu,
belirli öğelerin görevdeşliğinden doğduğunu, yaşamla insan ilişkisinin bir
göstereni olduğunu duyumsamamızı sağlar.
Şiir nasıl yazılır, yaratılır, hangi
katman hangi katmanı güçlendirir, bunların görevdeşliğinden nasıl bir sanatsal
değer elde edilir, sorularını aşama aşama inceleyerek “Sanat nedir” sorusuna
daha kolay yanıt bulmamıza yol açar.
Sanattan söz ediyorsak amacımız, şiirin
anlamsal değerini ortaya koymak değil; anlamın şiire kattığı sanat değerine
karar verebilmektir. Anlam katmanını; anlambilim, göstergebilim, nörobilim, toplumbilim,
ruhbilim gibi… ilgili bilimlerle ele alıp incelediğimizde, yapıtın sanat
değerine katkısını daha kolay saptayabiliriz. Öyleyse şiirden ulaşılan ve
duyumsanan anlamın, sanat değerine olan etkisini gösteren tanımlama ne
olmalıdır, sorusuna götürür bizi. Şiirin sanat değerini tanımlamak için
anlambilimin öne sürdüğü gerçek anlam, yan anlam, değinmece anlam gibi anlam
öbekleri, amacımıza uygun veri sunmaz. Sanat değerini ya da niteliğini ortaya
koyabilmek için bu anlam öbeklerinin dışında tanımlanması gereken başka bir
yöntem ya da işleyiş var mıdır, diye araştırmaya iter. Örneğin bu soru, okurun
algısı ve anlaması ile yapıtın ortaya koyduğu anlamın,
beklenmeyen/kastedilmeyen bir sonuca yönelebileceği kuşkusunu doğurur. Şiirin
imge gücüyle okurun ulaşacağı imgelem, her zaman imgenin sınırları içinde
olmadığını biliyoruz. Yazılanla anlaşılanın, imgeyle imgelemin birebir örtüşmek
zorunda olmadığını anlatıbilim de söyler. O zaman burada tanımlanmamış bir
işleyişin varlığı önümüze çıkar. Bu işleyiş, nasıl tanımlanabilir? Yanıtlamamız
gereken yeni bir sorudur.
Örnek olarak bu
işleyişi özetleyeyim: Okur; kendi yaşamsal değerlerine, izlerine, bilgi ve
belleğine yaslanarak, şairin şiirinde gerek kastettiği gerek kastetmediği
anlatım ve anlam örgüsünden bazı ipuçları yakalar; bu ipuçlarından
beklenilmeyen imge, imgelem, olay ve görüntülere ulaşabilir.
Bu durum ratlantısaldır ve kuramsal bir süreçtir. Şiirle her okur arasında
oluşan bir durumdur. İzlenebilir, denenebilir, genellenebilir ve aynı sonuçlara
yönelen bir işleyiştir. Bu işleyişten, anlam katmanının altında yeni bir anlam
tabakasının varlığı saptanabilir. Bunu, rastlantısal anlam tabakası ve aynı zamanda rastlantısal anlam kuramı
biçiminde ele aldım. Şiirin anlamı, okurun çağrışım yelpazesini ve imgelem
yetisini ne kadar güçlü tetikliyorsa şiirden ulaşılan rastlantısal anlam o
kadar iyi demektir. Bu durum, şiirin sanat değerine o oranda katkı yapıyor
anlamına gelir.
Şiirde ses katmanı; ritim, ton, vurgu
gibi parçalarüstü sesbirimlerle geçiştirilir. Hatta yazınımızda, şiirdeki sesin
ayrıntılı ve ilgili bilim alanıyla incelenmiş bir kaynağı yoktur. Aslında
sesin, şiirin anlam değerinden daha fazla duyguyu tetikleme gücü vardır. Buna
bağlı olarak sanat değerini daha da güçlendirme olanağına sahiptir. Sesin şiire
kattığı sanat değerinin göz ardı edilmesi, ezberci ve usta çırak yöntemiyle
şiire yaklaşmamızdan kaynaklanır. Çözümlemeli bir bakışla ele almış olsaydık bu
ayrıntılar bugüne kadar geliştirilir ve yazınımızda yerini alırdı.
Şiirin sanat değerini ortaya çıkarmamıza
yarayan bir diğer konu ise çağrışım katmanıdır. Çağrışım, her sanat yapıtı
karşısında izleyicide oluşan bir eylemdir. Bu eylem başlı başına bir araştırma
konusudur. Yapıt karşısında oluşan çağrışım sürecini incelediğimizde yanıt
bekleyen pek çok soru ortaya çıkabilir. Her imge, her okuru imgelem sürecine
sokar. Her yapıt her okurda farklı çağrışımlara yol açar. Öyleyse “Burada
kuramsal bir işleyiş olmalıdır” kuşkusu doğar. Amacımız sanatsal bir sonucu
ortaya çıkarmaksa kuramsal işleyişin nedenlerini ve etkilerini ortaya koymamız
gerekir.
Çağrışım, gerek şiir dili tekniği gerek
doğrudan gönderme gerek imge gibi yöntemlerle yapılsın; bellekte, bilinçte ve
bilinçaltında var olan bilgileri uyararak okura yeni imgelem olanakları sağlar.
Okurun yaşamsal izlerini ve değerlerini kurcalayarak, okurda öne çıkan
bilgilerle yeni anlam alanları yaratır. Bu alanlar, çağrışımsal imgelem
alanlarıdır ve sanat değeri konusunda önemli veriler sunar. Tanımlanması ve
ayrıntılı incelenmesi gereken bir işleyiştir. Çünkü, çağrışımsal imgelem
kuramı; insan ve yapıt arasındaki etkileşimin doğal ve mutlak bir sürecidir.
Benzer etki-tepkiden benzer sonuçlara yönelir.
“Sanata çözümlemeli bakış nelerin önünü
açar” sorusunun yanıtını, daha fazla uzatmadan ulaşabildiğim bilgi ve sonuç
kapsamında özetleyeyim:
* Açık kapı bırakmayan, öznelliği en az
düzeye indiren, dinamik bir şiir/sanat çözümleme tekniği,
* Katmanların incelenmesi sonucu, yeni
kavram ve sanat terimlerine ulaşılması; çağrışım çekirdeği, çağrışımsal
imgelem, durumsal estetik değer gibi,
* Rastlantısal anlam kuramı ve
çağrışımsal imgelem kuramı gibi sanat değerini saptamaya yönelik iki kuram,
* Katman yöntemiyle işleyen, dinamik,
ilgili bilimlerine dayalı, her sanat türü için geçerli, öznelliği en az düzeyde
tutan bir eleştiri sistemi,
* Ayrıca sanatın hangi dalı olursa olsun
öz-içerik-biçimi konusunda genel bir görüş verdiği gibi uygulaması ve yaratımı
hakkında daha somut veriler,
* Şiirin sağından girilir, solundan
girilir, şöyle yazılır, böyle yazılır gibi genel söylemleri bir kıyıya itip
şiir nasıl yaratılır sorusuna altı dolu yanıtlar sunar.
Bunlardan sonra ayraç içinde şunu da
belirtmeliyim: “Kuramsal bilgiyle iyi şiir yazılamaz” anlayışıyla yetişmiş ve
ısrarla bunu savunan bir şair ve akademisyen, bu bilgileri önemsemeyecektir.
“Yeni bilgi, sanatsal kavram ve terimler; bu tür bilgi ve yaklaşımla
üretilebilir, sanat dünyasına kazandırılabilir” önermesi kanıtlanmış olsa bile
bugün için önemli bir sonuç doğurmayacağını ilk bakışta görebiliyorum. Bilgi,
kullanılabilirse geçerli ve değerlidir. Bunun yanında yeni bilgiyi
kullanabilecek donanım gerekir. Amacımız, “Üzüm yemek mi yoksa bağcı dövmek
mi?” tam anlamıyla bunu şiir dünyamızda saptamış değiliz. Öyle bir sanat
kültürüne sahibiz ki neyi neden ve nasıl yapacağımıza değil; yapılmışa öykünmek
dışında yeni bir tutum geliştirecek gücümüzün olmadığını düşünüyoruz. Oysa
bugünün beyni öylesine çok, öylesine güçlü bilgiye sahip ki bunları örgütleyip
kullanabilse… 11 Mart 2022-20 Nisan 2022
Çağrışım yelpazesi, şairin okuru yönlendirdiği çağrışım katmanlarıdır.
Vildan Çalışkan
YAZ YAĞMURU
Bağdaş kurup
oturdum
Sokağın tavanını izlemek için
Bir kaç yıldız söyleşiyordu
Sokağın çiçeklerine özenip
Ve dudağım tebessümde gözlerimle
Gece değil sadece
Hep müzik var sokakta
Öyle ıssız ki sokak lambaları
Etraflarındaki begonvillere rağmen
Sıcak bir rüzgar okşuyor saçlarımı
Karşı bahçede papatyalar
Zaman anlatıyor öğretiyor
Yalın bir gecenin karanlığını
Yaz yağmuru başlıyor inceden
Elmacık kemiklerime düşüyor
Açıp avuçlarımı izin veriyorum yağmura
Ve yağmur güzelleşiyor gitgide
Su ve toprak kokusu ayak uçlarımda
Islak ve narin
Uyanıyorum.
Yalçın Ulukaya
VAZGEÇMEYECEĞİM
güzel
çirkine bakmayalım diye var
kendi
olmakla az süslenmek beraber
bir
de eklemek gerek aslı ait kimliğe
kim
yargılarsa soluğunu çirkinin döndüremez güzele
sanırım
o savunamaz kendini ele güne karşı
dik
dik bakıyor insana güzelliğe
kitaplarımı
okurdu, derini severdik kuyusunu koyusunu
bitemeyen
şiirler yazardık allı pullu michel"e ayşe"ye ona
güneşte
üzüm sarısı Dionyssos baharıydı bize şarap doluydu
nedeni
bu belki, hasretlik akıllı
belki
de yok düzenli nedeni
ama
çokluk yaralı o güzelden vazgeçmeyeceğim
dik
duracağım söz, gebertmezlerse onu yanındayım
öldürürlerse
bilemem ama durur aklımda duruşu duruluğu
sürseler
de atlı kanlı uzağa, unutmayacağım adını
aşksız
zamanlarda kalsa da, belki mahkemeli yani
tutuklu
mahpus hatta kaçakken yaralamış sabahçısı
mesela
gazetesini verirken elinden düşürmüş acılarını
kaçamamış
umudu var olsa da hala, özgür üzre anlamları
kurtulmamış
başarı edebiyatından, yatağa düşürmüş egemeni
ululaşmış
sananlara inat, anılarını dökmüş ortalığa leblebi gibi
işte
vazgeçmiyorum onu düşünmekten, yaşlılara inat
kem
gözlere, bekleyenlere ünlü soyadlarına ona buna inat
uyku
tutmayan gecelerin göz ucuna takılı düşlerine inat
solgun
çiçeklere hala su vererek, kamçısı kopmuş elimle
kulaklarıma
kaçan yapay haşarı yalanlara çağrılara inat
sonsuzluğa
inat vazgeçmeyeceğim
dik
duracağım asi göçebe coşkumla
çirkine
düşmeyen güzelle, güzelleşerek
eğlenerek
inatla kendim olacağım
Uğur Olgar
DERTKOVAN BEBEKLER EFSANESİ
Orta Amerika ülkesi Guatemala’nın dağ
köylerinde yaşayan Mayaların efsaneleşen geleneğini duymuşsunuzdur: Quitapenas,
yâni Dertkovan Bebekler Efsanesi. Yerli halk, çocuklarını korkularından ve kötü
rüyalarından korumak için ‘Endişe bebekleri’ni örer, çocuklar uymadan önce
yastık altlarına konulur, onlar uyurken kendileri yerine bebeklerin
endişeleneceği söylenir. Çocuklar da huzurlu ve güzel bir uyku çekip sabahleyin
neşeyle uyanırlar. Efsaneye göre; İngilizce Worry Dolls denilen bebekler, çocuğun yerine dert ve sorun hakkında
endişelenerek, çocuğun huzur içinde uyumasını sağlarlar. Günümüzde yetişkinler
tarafından da yaygın olarak kullanılmaktadır.
Ülke olarak, bizim de böyle bebeklere
gereksinimiz var, diye düşünüyorum. Dert diz boyu, hayat çok pahalı, maaş ve
ücretler yetersiz, kalemimiz bağlı, ağzımız bantlı, boğaz tokluğuna yarı aç
bilaç yaşayıp gidiyoruz. Dertkovan bebeklerinden ülkemizde satılıyor mu,
bilmiyorum ama ben işin kolayını buldum kendimce.
Akşamları geçmişten gelen çözülmemiş
sorun ve dertlerime yenilerini de eklemiş olarak yatarken, başımı koyduğum
yastığın altına sevdiğim bir şairin bir şiirini yazıp koyuyorum. Birikmiş
müsvedde kâğıtlarım var, her akşam yatmadan önce bunlardan birine özenle ve
güzel bir el yazısıyla, seçtiğim şiiri aktarıyor, yastığımın en terletilecek
yerine bırakıyorum.
Dün akşam başladığım bu uygulamada; ilk
seçtiğim şiir ise, Edgar Allan Poe’nun ünlü şiiri Annabel Lee oldu. Melih
Cevdet Anday ne güzel çevirmiş. O deniz ülkesinde yaşayan kızı düşüne düşüne
uyuyakalmışım. Düşümde, perinin biri gelip kulağıma:
“O deniz ülkesinde yaşayan kız, zaten
kırk yıldır yanında, değerini bil” diye fısıldadığında, çoktan uyanma zamanı
gelmiş, sabah olmuştu.
Eşime sevgiyle baktım. Ayırdına vardım
ki geçmişe değgin hiçbir derdim kalmadığı gibi güncel bir sorunum da yok.
Gelecek endişesi ve korkuları da pılı pırtısını toplayıp gitmiş.
Bu akşam, bizden bir şairin şiirini
seçeceğim yastık altına koymak için. O kadar iyi şairlerle güzel şiirler var ki
zorlanacağımı biliyorum. Ama Allah’ın günü mü yok, hepsine sıra gelecek
nasılsa. Dertsiz günümüz de yok zaten.
Gelin Dertkovan Şiirler Efsanesine
dönüştürelim Quitapenas’ı…
Uğur Olgar
HÜRRİYET
bulutların altında
ağlattığım
kuşların avazlarını biriktiriyorum
çok ağladı kuşlar
bu yıl biliyorum
her terk edişimde
içli dizelerin ardından
rayından çıkmış
tren gibi devriliyor zamanüne üstüne
ellerinde çamur izi olanların
kerpiç damlarını
aktarırken bulaştırdığı
Hürriyet gibisi
var mı uçan kuşlara sor
bir de kelime
emen yeni doğmuş şiirlere
Kelebeksiz bir
çift gün daha geçti
gelincik ağrısız,
yeşil sızısız, renk sağırı
öyle çok bağırdım
ki gittiklerinde baharlar
kendimi hapsettim
gelecek kışın beyazına
yazdıklarımı
yaktım, ısındım okuduklarımla
gözlerin geldi
aklıma, iki kurşun tanesi
on ikiden
vuruyordu, kalbim hedef tahtası
Hürriyet, öyle
nazlı bir kelebek ki
kaçarsa arkasına
bile bakmaz bir gün içinde
Ne yapmalıydım
parçalamak için sisleri
pusları hangi
şiire sürgün göndermeliydim
sular kararırken
günlerimin gelip çatımında
hangi düşleri
çekip almalıydım yaşlı uykulardan
yaptığım kendi
heykellerimi mi kırmalıydım
akşam titrerken
turuncu bir gün batımında
geceyi mi
örtmeliydim üstüne an be an
Hürriyet,
arzımıza bile arz edilmedi, güneş
izin vermez
galakside uçurtma uçurmasına
Bedriye Korkankorkmaz
KOMEDİYİ İNSANLIĞA KAZANDIRAN DAHİ: MOLİÉRE
Ömrün
merdiveninde oturuyorum. Rüzgârın esintileri yanaklarımı okşuyor, yaşlılık
korkumsa karşımda duruyor. Hayatın dram bölümüne kayıt olduğum günü
anımsıyorum. İddialı idealleri olan altı
yaşında bir çocuktum. İdealist olmayı ideolojim olarak benimsiyordum.
Çocukluğun büyülü dünyasına sırtımı dönüyor, büyüklerin riyakârlıklarını
yüzlerine haykırmayı yaşama nedenim olarak algılıyordum. O yaşta gözümü
oyuncaklara değil de evine ekmek götürmeyenlerin umarsızlıklarına dikiyor,
hayatın hüzünlü yüzünü okşuyordum. İnsanlar kendi derdine bense insanlığın
derdine âşıktım. Düşünce kırışıklıklarıyla doluydu yüzüm. Altı yaşında vedalaştığım çocukluğuma şimdi
kavuşabilir miyim? O an içimdeki yaraların gözlerini dünyaya açmış bebekler
gibi korunmasız olduğunu, yıllardır kapısını açmadığım çocuk odamın kapısını
açtığımı ve her biri kendi gerçeğinde birer hayalete dönüşmüş olan düş
kırıklıklarının üzerime yağdığını hissediyorum. Başımı yanımda oturan adamın
omzuna yaslıyorum içgüdüsel olarak. Zamanın sessizliğe kilitlenmesini
istiyorum. Dileğimin gerçekleşmediğini adamın sesi kulaklarımda çınladığında
anlıyorum.
“Gülmek güneşe çıkmaktır" şiirini
bitirmelisin. Gülmeyi ben de senin gibi dramdan öğreniyordum. Dramın
derinliklerinde emeklemeden gülenler kahkaha atmanın gülmek olduğunu sanıyor.
Dışından gülmekle içinden gülmek bir mi?
Çocukluğunla yaptığın sohbete kulak misafiri oldum. Kendini yargılamanı
da kendine dürüst davranmanı da önemsiyorum. Bu süreçleri sorguladığın için
şanslısın. Yüzündeki fiyonga benzeyen gülümsemen kronik yaralı gülümseme
kategorisine giriyor. Gülmek de doğuyor, yaşıyor ve ölüyor. Moliére olarak ne
tanışma ne de vedalaşma faslını sevmiyorum. Senin gibi ben de içime sığmadığım
anlarda başka ruhlara sığınıyorum.
Sevgili
Moliére, şaşkınlığımı ve ruhsal yorgunluğumu bağışla. Gözlerimi açacak gücü
bulamıyorum kendimde. İnsanı bir bütün olarak tamamlayan doğum mu, ölüm müdür,
sorusuyla aylardır cebelleşiyorum. Dilimize çevrilen oyunlarını okudum.
Birbiriyle bütünleşen ruhumuzun hatırına kendi sesinden yaşam/sanat serüveni
benimle paylaşır mısın? Anlatımların benim yaşam/sanatımla ilişkimin ne türden
bir ilişki olduğunu kanıtlayacağı için oldukça önemli.
"Düşünen ve düş gören ruhlar
yorgundur. Anlattıklarım yazdıklarınla arandaki ilişkinin fotoğrafını çekecekse
çocukluğumdan başlayarak hayat/sanat serüvenime birlikte yolculuk edelim
seninle. Kral XIV. Louis’nin döşeme ustası olan Jean Poquelin’in oğlu olarak
dünyaya gözlerimi 15 Ocak 1622'de açıyorum. Jean Baptiste Poquelin adını
veriyorlar bana. Sevgili annemi on yaşımda kaybediyorum. Yeniden evlenen babam
kendi mesleğini idame ettirmemi istiyor benden. 1640 yılına kadar Clermont
Koleji’nde okuyorum. Ünlü filozof Gassendi'nin derslerine katılmam düşünce
ufkumu açıyor. Orléans'da okuduğum hukukun akabinde avukatlık yapıyorum bir
süre. Aktör olmak istediğim için, yaptığım işleri bırakıyorum. Tanınmış Béjart Kardeşlerle birlikte
kurduğumuz Illustre-Theatre adlı bir tiyatro topluluğu kuruyorum; Moliere’i de
sahne adım olarak benimsiyorum. İki ada sahiptim ve hayatımın parçalı bulutlu
olacağını biliyordum. Sergilediğim ilk oyunlar ilgiyle karşılanmayınca
tiyatronun masraflarını ödemediğim için hapse giriyorum ve hapisten çıktığımda Paris'i
terk ediyorum. Ekibimle birlikte on üç yıl taşrada değişik oyunlar sergiliyoruz.
Paris'in dışında da bir hayat olduğunu öğreniyorum. Düşünce ve duygularım
olgunlaşıyor. Tanık olduklarımı yazmak ve yazdıklarımı oyunlaştırmak istiyorum.”
Konuşmaya
takati olmayan biri olarak bugün yaşadığım en büyük mucize senin dostluğundur.
Paris'e ne zaman geri döndün? Dramdan komediye yönelmeni neye borçlusun? Komedi
dünyasına adımını hangi oyunla atıyorsun? Sanat mucizeni gerçekleştirdiğinde
kaç yaşındaydın?
"Yıllarla senin kadar işim olmuyor
benim. 36 yaşımda Paris'e geri dönüyordum. Onsieur Tiyatrosu’nu himayeme
alıyordum. 24 Ekim 1658’de Louvre Sarayı'nda Corneille'in Nicomédes”ini
oynuyordum Kral XIV. Louis karşısında. Hayatı baştanbaşa kuşatan dramın üstesinden
ancak mizahın geleceğini kavramam beni komedi yazarlığına yönlendiriyordu. Bir
yıl sonra ilk önemli komedim İtalyan tarzı bir perdelik oyun olan Le
Docteuramoureux (Âşk Doktoru)’yla komedi dünyasına adımımı atıyordum. Bu eserle
tiyatroya hükmeden gezginci tiyatro anlayışla göbek bağımı koparıyordum. Kendi
değerlerim ile hayat duruşumu oyunlarımda ölümsüzleştiren muhalif komedi
anlayışını yaşama nedenim olarak benimsiyordum. 1943’te yazdığım “Gülünç
Kibarlar”, komedi anlayışımın bir nevi
manifestosudur. 1661’de Kral, ekibimle birlikte Kardinal’in tiyatro binası
olarak yaptırdığı Kraliyet Sarayı olarak da anılan Palais Royal’deki salona
yerleşmeme izin veriyordu. Sanat
mucizesini gerçekleştireceği alanı bulan bir sanatçıyı ölümün dışında kimse
durduramaz. Dört yıl sonra tiyatro salonu yıkıldığında kral ekibimle bana başka
bir tiyatro salonu tahsis ediyordu. Dünya tiyatrosuna bir güneş gibi doğmamda
kralın beni desteklemesinin hatırı sayılır katkısı oldu. Sanatta/tiyatroda
destek almadan kendini kabul ettirmenin istisna olduğunu düşünüyorum.”
Aşka
tiyatroya hükmettiğin gibi hükmettin mi? Bir sanatçının yaşadıklarının eserleri
üzerindeki etkileri nelerdir sana göre?
Evliliğinde şanslı olanlardan mısın? Kaç çocuğun oldu?
“Sevgili Bedriye. Herkes gibi ben de aşktan
almam gereken yaraları alıyordum. Yaşadıklarımızın bir adaleti varsa o da bir
insanı her yönde ihya etmemesidir. Evlilikte şanslı olanlardan değildim.
Hayatıma giren kadınların içinde Armande Bejart’la 20 Şubat 1662’de ile
evleniyordum aramızdaki yaş farkının neden olduğu dedikoduları önemsemeden. Serbest
yetişen eşim evliliğin sorumluluğundan, sevgiden, en önemlisi de sadakatten
bihaberdi. Evlilik olgunlaştırıyordu insanı. Oyunlarımla izleyiciyi etkiliyor
ama eşimi etkileyemiyordum. Benim komedim de içine düştüğüm maskaralıktı.
Oyunlarım aracılığıyla eşime incinen duygularımı anlatıyordum. “Kocalar Mektebi” ile “Kadınlar Mektebi”ni
yazıyordum. “Kadınlar Mektebi” oyunum toplumun tabulaştırdığı değerleri ayakta alkışlamadığım
için tepkiyle karşılanıyordu. Oyunda
âşık olacağı değil, hükmedeceği niteliklere sahip bir kadınla evlenen adamın
sonradan eşine âşık olmasını işliyordum. Planlı programlı evlenen bir erkeğin
duyguları söz konusu olduğunda içine düştüğü hal aynı zamanda dramın şahlandığı
andır. Oyun üzerindeki eleştirileri yanıtlamak için “Kadınlar Mektebi Tenkidi”ni sahneliyordum.
Tepkiler tiyatroda düşman kazanacak kadar etkili olduğumu kanıtlıyordu
bana. Düşmanlarımın sanat anlayışını
yermek için “ Versailles Tulûatı’ı yazıyordum. Kralın maddi, manevi katkıları
sürüyordu bana. Şubat 1964’te ilk oğlum dünyaya gözlerini açtı. Toplamda iki
oğlum bir kızım oldu. Oğullarımı çocuk yaşta kaybettim. Kızım geç evlendiği için
çocuğu olmadı. Bir yandan ‘Zorla Evlenmeyi’ sergiliyor, diğer yandan sarayda düzenlenen
balolar için benden istenen oyunları yazıyordum. Din büyükleri, kral ve
kraliçe; başyapıtım olan üç perdelik ‘Tartuffe’ isimli oyunumu, dini değerleri
aşağıladığını düşündükleri için yasakladılar. Yasaklanan oyunumun öcünü almak
için Don Juan oyunumu yazıyor/oynuyordum. Don Juan, benim karakterimdi. Ateist Don Juan, aristokrattı. Topluma karşı
sorumluk duymayan ama toplumun kendisine karşı yükümlülüklerini eksiksiz yerine
getirmesini utanmadan talep eden tipik bir şarlatandı. Uşağı ile farklı dünyaları
olan Don Juan’ın, dinsizliği yüzünden cehenneme gönderilme süreci sona
erdiğinde izleyici tabulaştırılan kavramlar adı altında kendisiyle alay eden
riyakârların iğrençliklerini gülerek izliyordu. “Sevda Hekimi” ile
“Misanthrope”u yazdım. “Zoraki Hekim”de tiyatro anlayışım değişiyordu; çünkü
diğer oyunlarımda sergilediğim tipleri yeni oyunlarıma almayacaktım.
Olumsuzluklara dayanamıyor; meydan okuyordum. Entrika sayesinde Tartuffe’ü
sergiliyordum. Paris Başpiskoposu eserimi izleyenlerin, okuyanların… aforoz
edileceğini ilan edince ben de daha fazla oyun yazmak için bir süre tiyatroya
ara veriyordum. Düzyazı biçiminde şiir akıcılığıyla yazdığım Cimri’yi
sahneledim.
Kral yasaklanan Tartuffe’nin
sergilenmesi için izin verdi. Din
tacirleri/yüzsüz softaları eleştirdiğim Tartuffe’i 5 Şubat 1669’da
sahneliyordum. İlgiyle karşılanan ‘Tartuffe’nin Fransız diline ikiyüzlünün
tanımı olarak girmesi seyircinin bana verdiği en büyük ödüldür. “Kibarlık
Budalası” “Bilgiç Kadınlar” ile “Hastalık Hastası”nı yazıp oynuyordum arka
arkasına. “Hastalık Hastası” oyunumla hekimlere hem takılmak hem de öcümü almak
istiyordum; çünkü çok hastaydım. Benim gibiler acılarının avcısı oldukları için
onlardan başka kimse avlayamıyor acılarını. Ne acıları ne de mutluluğu
kutsallaştırmamak gerekiyor. Bir sanatçı sınıfları/sınırları değil, gülmeyi kutsamalı. Mutsuzluğu çaresiz bir
hastalığa benzetiyordum.”
Moliére
Baba, senin sıra dışı kişiliğin üzerinde de konuşmak istiyorum. Moliére nasıl bir insandır. Oyunlarında
işlediğin konuları tek tek irdelediğimde kızgın/kırgın insan yanını algılamakta
zorlanmadım. İncinmiş/incitmiş bir insan olarak baktığın aynada tepeden tırnağa
isteklerini gerçekleştirmiş bir ‘insan’ görüyor musun?
“Sana göbek adın olan Songül’le
seslenmek istiyorum. Songül’cüğüm, oyuncu yazar olmam yazdıklarıma bakışımı
etkiliyordu. Karakterlerimin her biri benim ve çalışma arkadaşlarımın
kendimle/kendileriyle çelişen/çatışan yanları yansıtıyordu. Sahnede kendimi
kendimle karşı karşıya getiriyor ve riyakârlığımı karakterim aracılığıyla
izleyiciye şikâyet ediyordum. Ezilenlere
karşı merhametliydim; ama düşüncelerimi savunurken cesurdum.”
Sevgili
Dostum, dünyanın dengesini dengesizliklerin oluşturduğunu düşünüyorum.
İblisler, azizler, düşünürler,
peygamberler, ateistler, yalancılar, dürüstler…
koca bir model gibi yan yana duruyor ve gerektiğinde iç içe
geçiyorlar. Algılarımız/duygularımız
köreldiği için göremiyoruz iç içe geçmiş olan bu türden hayat gerçekliğini.
Soruyorum sana: Bir sanatçı bencil olmalı mı?
Fransız sanatı senin döneminde nasıl bir süreçten geçiyordu? Sanat yapma
anlayışın /sanat üslubun hakkında neler söyleyebilirsin? Oyunlarının güncelliğini yitirmemesinin
nedenini neye bağlıyorsun? Tiyatro sanatına kazandırdığın yenilikler nelerdir
sana göre?
“Mizah tenkidin yasadışı çocuğudur.
Sahneye izleyicinin karanlığı aydınlatan gülümsemesini yanaklarında görmek için
çıkıyordum. Benim yaşadığım devir Fransa’nın altın çağıydı. Fransa'nın yıllarca
cebelleştiği kargaşa sona ermiş, derebeyliğin kötü gelenekleri yıkılmış,
edebiyat ve güzel sanatlar yükselişe geçmişti. XVI. yüzyıla kadar dilimiz
Latinceydi. Fransızca sonradan gelişiyor ve kabul görüyordu. Yeni dil
beraberinde klasikler arasına giren ölümsüz yapıtları da getiriyordu. Tiyatro
da güzel sanatların gelişmesiyle ortaya çıkıyordu. Sanatını yüceltmek isteyen
her sanatçı bencil olmalıdır benim gibi. Kralın olanaklarıyla hem iyi sanatçı
hem de çığır açan bir yenilikçi oldum. Bir sanatçı olarak aklımın/yaratıcılığımın
beni götürdüğü en üst seviyeye çıktığımı düşünüyorum. Yaşadığım çağda çağınızın sorunlarının
deşifre ettiğim için oyunlarım güncelliğini yitirmiyor.”
Sevgili
Moliére, araya girdiğim için beni bağışla. İzleyici seni sahnede izlerken
kendini sana kaptırıyor, farkında olmadan senin söylediklerini söylüyor, senin
mimiklerini yapıyor hatta oyunun etkisi beyninde sürdüğü sürece kendisi
olmuyor/ olamıyor. İzleyicide bu türden etkiler yaratan eserlerini hangi
ortamda yaratıyordun? Eserlerine dair eleştirilerin nelerdir? En üretken
yıllarının hangi yıllar olduğunu düşünüyorsun?
“Eserlerimi yaratırken geriye dönük ince
ayrıntıları gözden geçirme zamanım olmuyordu. Tiyatronun müdürü, aktörü ve
rejisörüydüm. Kötü/iyinin de en iyi örneklerini verdiğimi düşünüyorum
eserlerimde. Kötülerinde sıradan
söyleyiş/sıradan yazma biçimi hâkimken iyilerinde zengin sezgi gücü ile
doğaçlama konuşma biçimi mevcuttur. Eserlerime ustaca tasvirlerle
maskaralıkları eklediğim, naif kırılgan dize yapısından vazgeçtiğim, sözcükleri kendime benzettiğim için mutluyum.
Paris’e geldiğim yıllar üretkenliğimin zirveye çıktığı yıllardı. Bütün
eserlerimi 1658–1673 yıllarında yazdım.”
Sevgili
Moliére, oyunların güldürmek istediğini güldürdüğünü, ağlatmak istediğini de
ağlatmaya devam ettiğini söylemek istiyorum sana. Senin gibi sıra dışı bir ruha
sahip olanlar sıra dışı sevgi/ üretme yeteneğine de sahiptir. Sen kendinle
birlikte izleyiciyi de özgürleştiriyorsun oyunlarınla. Sistemle insanlığın
göbek bağı kesilmeden insanlık için zor günlerin geride kalmayacağına yürekten
inanıyorum. Kederli halk tuzu kuru olanların saklı zaferi midir? “Yaşamayı mı
yoksa yaşamak yerine sadece var olmayı mı tercih etmeliyiz?” sorusunu hepimizin
yaşadıklarıyla yanıtlaması gerektiğini düşünüyorum. Tanışmayı/ vedalaşmayı
sevmeyen Moliére’i insanlığa kazandırdığı güzellikler adına sevgiye
kucaklıyorum. Günümü aydınlattığını bilmeni istiyorum.
Seval
Arslan
YA
SONRA…
ilkin maviydi dünya, sonra boyandı kızıla
ilk kim soyundu günaha, kim tutuşturdu çağlanı
vicdanın süt dişlerini kıran kim?
Prometheus’un suçu yok. iblis’in parmak uçları
kışkırtan ateşin harını, kabuğu yakan alev alev
acıyı kabartan, kemiğe dayanan bıçak keskin
karanlık dehlizlerde çarpışan gölgeler, hiddetli
kükürt rengi sokaklarda doğan savaşın yüreği asi
gök yitirdi berraklığını, lekelendi utançla
kayaları döven okyanusun karnında yürek atışı
yoruldum utanmaktan “kanları süpürmekten denize”
zihnimin kuşları çığlık çığlığa
kargışlı yollardan geçip giderken korkulu
tozlu taşların katı yalnızlığında kayboldum.
ölümün kol gezdiği yerde ağır göz kapakları
hayatın hızlı kan akışı, derisinde açık yarası
şimdi insanlar diken üstünde yürüyorlar
“ölümlerden yaşama”(1)
-ya
sonra…
(1) Nelly
Sachs.
Müslüm
Kabadayı
SANAT
DAĞININ RÜZGÂRI: TUNCEL KURTİZ
Yayıma Hazırlayan
Seçkin Zengin
Tiyatro ve sinemada tam bir karakter oyuncusu olarak
belleklerimize kazınan Tuncel Kurtiz’in bakışıyla sesinin bu denli uyumlu
olması, onun adının geçtiği her oyunu, filmi ve diziyi izlemeye yönlendirmiştir
beni. Bu bakımdan, benim için Anthony Quinn’le benzer etkiye
sahiptir. Hangi rolde olurlarsa olsunlar, oyunculukları için o filmi
izlemişimdir.
Tuncel Kurtiz’le Anthony Quinn’in başka ortak
özellikleri var mı, diye düşünmedim değil. Quinn’in ressamlığı ve yazarlığı
biliniyor. Tuncel Kurtiz’in “Gül Hasan” başta olmak üzere senaryo,
“Sayıklamalar” adlı anlatı, “Bölük Pörçük” adlı yaşamöyküsü kitaplarının
olduğunu biliyoruz. Hatta, Birol Öztürk’ün “Herkes Kendini Öldürür Tuncel
Kurtiz” kitabındaki anlatımından çıkardığımıza göre, babasının bürokrat olması
nedeniyle Edremit’te yaşadıkları 1950’li yıllarda ortaokul öğrencisiyken
hikayeler yazdığını öğreniyoruz. Aslında böylesine etkileyici karakter
canlandırmaları yapan bir oyuncunun, aynı zamanda büyük anlatıların
karakterlerini yaratacak romanlar yazması da beklenir. Ancak, elimizde böyle
yayımlanmış bir yapıtı yok. Resimleri var mı peki? Onu da bilmiyoruz. Şunu
biliyoruz yalnız: Doğayla iç içe yaşamayı seven ve insan-toplum gözlemleri
güçlü olan bir sanatçının taşa, ağaca, kuşa, köpeğe yaptığı çizimler olmalı…
Kurtiz’i ilk kez on iki yaşımdayken, 1972’de, Umut
filmini izlerken gördüm. Düziçi İlköğretmen Okulu’muzun bulunduğu Haruniye’deki
Haydar Algan’ın sinemasında izlediğim bu filmden çok etkilenmiştim.
Yanılmıyorsam Cemal adındaki bir hamalı oynuyordu. At arabacısı Cabbar’ı
oynayan Yılmaz Güney’le çok başarılı bir film yapmışlardı; yıllarca gündemden
düşmedi. Sanıyorum toplumsal konuları işleyen filmler çizgisinde bir sıçramaydı
bu film ve 1970 Altın Koza Film Festivali’nde “En iyi film” ödülünü almıştı. 12
Mart faşizmince yasaklanan bu filmi, Yılmaz Güney’in yurtdışına çıkması
yasaklandığından, yurtdışına götürerek film festivalinde tanıttığı ve ödül
aldırdığı için Tuncel Kurtiz uzun süre ülkesine dönememişti. Bu vesileyle de
Alman, İsveç, İtalyan, Fransız yapımı filmlerde, hatta dizilerde oynamasının
yolu açılmıştı. Onun bu dillerde rolünü ezberlemesinin zor olmadığını, 2001’de
Antakya’da çekimi yapılan “Şellale” filmindeki gözlemlerimden söyleyebilirim.
Sinemacımız sevgili Semir Aslanyürek’in yönetmenliğini yaptığı bu filmde berber
Kel Selim’i canlandıran Tuncel Kurtiz’in, kaldığı otelde, geceleri nasıl
rolünün seslendirme temrinlerini yaptığına tanık olmuştum. Aynı filmde komünist
Ayhan Öğretmen’i canlandırmıştım ve oyunculuk kadar ses eğitiminin ne denli
önemli olduğunu orada fark etmiştim.
Usta oyuncuyla çekimlere ara verildiğinde sohbet
ediyorduk. Bazen çay kahve molasında senaryo ve oyunculuk üzerine, bazen
yemeklerde sinema tarihinden kareler hakkında, bazen de ülkenin politik
gündemiyle ilgili bu sohbetlerde, dile getirdiği çarpıcı örnekleriyle ve
anılarıyla çevresindekileri etkiliyordu. Bazen de oyunculuk, yönetmenlik ve
senaryoyla ilgili itirazları oluyordu. Hiç unutmuyorum, Kurşunlu Han’daki bir
berber dükkânındaki Stalin diyalogu üzerinden sohbet etmiştik. Güngörmüş,
farklı ülkeleri ve sinemalarını tanımış biri olarak, taşı gediğine nasıl koymak
gerektiği konusundaki yaratıcılığıyla rolünü oynamıştı. Belgeselci ve “Yeni
Sinema” dergisinin emektarlarından Çağrı Kınıkoğlu’yla çekimlerde birlikteydik.
Bu deneyimlerimizi değerlendirdiğimizde, bu deneyim ve birikimlerin, yeni kuşak
devrimci, sosyalist sanatçılara önce birinci elden, sonra nehir söyleşiler ve
araştırma-inceleme yazılarıyla tanıtılması gerektiğinde hemfikir olmuştuk.
Bunun yeterince ve hak ettiği biçimde yapılmamış olduğunu görmekten üzüntü
duyduğumu belirtmeliyim.
Kendisiyle 2001’de yaptığımız söyleşilerde, beraber
olduğumuz ortamlarda dile getirdiklerinden çok önemsediğim birkaç noktaya
değinmek istiyorum. Kendisine de sorulduğunu, hakkındaki kimi yazılarda ya da
sohbetlerde hemen kimliğinin merak edildiğini belirterek, bu yaklaşımı yanlış
gördüğünün altını çizmişti. Özellikle oynadığı filmlerden hareketle hemen
“Kürt” olup olmadığının gündeme getirildiğini, oysa kendisinin kişiliğe ve
oyunculuğa değer verdiğini vurgulamıştı. “Ben, kendini var etme mücadelesi
veren her karakteri önemserim. Mücadeleci, kendine özgü yol yordam geliştiren
her karakteri de hangi halktan olursa olsun oynamak isterim.” demişti. Yıllar
sonra onunla yapılan söyleşide, kendisi için birinci uğraşının oyunculuk
olduğunu, kahramanlık hiç yapmadığını dile getirdiğinde, bize anlattığıyla
tutarlı bir çizgi izlediğini görmüştüm.
Selanik kökenli bir bürokrat baba, Boşnak kökenli
öğretmen bir annenin çocuğu olarak, erken Cumhuriyet Döneminin olanaklarını çok
farklı biçimde kullanabilecek iken, hukuktan sosyolojiye birçok alanda eğitim
denemeleri yapmakla birlikte önce ışıkçı, sonra oyuncu olarak kendini en iyi
gerçekleştirebileceği tiyatro ve sinemaya yaşamını adayan Tuncel Tayanç Kurtiz’i
iyi anlamak gerekiyor. Her insan gibi onun da zaafları, eksikleri vardır.
Burada önemli olan kendisiyle barışık ama yaşamın akışında dinamik, mücadeleci
ve emek düşmanlarına karşı kavgacı olmaktır. Kurtiz’in bunu başardığını
söyleyebiliriz. Onun ikinci adının “Tayanç” olduğunu da ben yeni öğrendim.
Bizim köylüler “Dayanç” derler, “Dayanma gücü, sabır” anlamına gelen bu adın,
Kurtiz’e yakıştığını belirtmeliyim. Neden bu adın gölgede kaldığını
bilemiyorum.
Onunla, filmin çekimlerinin sürdüğü bir hafta sonu,
İskenderun İHD Şubesi’nin düzenlediği Harbiye’de bulunan Hidro Restoran’daki
yemekli geceye katılımını sağlamak için görüşmüştüm. Çünkü, Türkiye’deki insan
hakları mücadelesine doğru bir noktadan bakan İHD İskenderun Şubesi Başkanı
Sadullah Çağlar Ağabey’e sürpriz yapmak istemiştik. Sağ olsun, Semir dostumuzun
desteğiyle katıldığı gecede özlü bir konuşma da yapmıştı. İnsanlaşma sürecinin
emekle ilişkisini kurmuş ve emeğin kurtuluşunda sanatın işlevine vurgu yaparak,
bu mücadelede sanatçılara çok iş düştüğünü belirtmişti. Gecenin video kaydını
yaptığım için kendisinin konuşması arşivimde duruyor, benim için güzel
anılardan biri olarak.
Böyle bir insanla yolumuz kesiştiği ve bir filmde
birlikte oynadığımız için kendimi bahtiyar sayıyorum. Onu, sevgi ve özlemle
anıyorum. Sanat anlayışının ve mirasının yeni kuşaklar tarafından
sürdürülmesini ve zenginleştirilmesini diliyorum.
Bahri Loş
AĞIR SOLUK
Gölgelerin
örttüğü ışık
Herkesin
içinde ayrı ölü
Ağarmış
ömürler zamanın ucunda
Kalabalıklara
doğranan gülüş
Kötücül
uzanmış el
Süslü
adımlarla boyanan uçurum
Yılgın
yürüyüşler, at koşturmaları
Kırılmamış
arzular tutsaklığı
Yanlış
atılmış adım
Uzamı kendine
büyük yalan
Ağır
kayboluşların elindeki soluk
Kimseye
değmeyen sevi sersemliği
Hiçbir adrese
karşılık gelmeyen yön
Yıpratılmış
günlerin ardındaki tortu
Geçmişin
hırpaladığı çizik
İnce bir
sustan yükselen yankı
Kirli
oyunlara kaptırılan anlam
Sözcüklerin
ruhunda büyüyen boşluk
Umurda
olmayan yalım
Külün elinde
kıvranan konak
Ve dura
düşman kesilmiş bir insan esareti
Nurkan Gökdemir
VER ELİNİ BİZ’E
Haydi gel!
bitsin
bu uzun küs
lanetlenmiş kin
nefret ve sayrı
yüklü ayrılık
ver elini biz’e!
birlikte çıkabiliriz ancak
bu kirli karanlıklardan
sinsi pusularından
kalleş tuzaklarından
korku gayyalarından
sanal uçurumlardan
sefilce kurgulanmış
ölüm ve sayrılardan
bu kalpsiz dünyadan
sevgisiz zamanlardan
birlikte kurtulabiliriz ancak!
daha da geç olmadan
kançağ’ın zalimleri
k/açgöz haramileri
daha da sızmadan
ıssız sınırlarımıza
sus canlarımıza
gel/ver elini biz’e!
kenetlensin berkçe
rengârenk kardeşlik
aksın yeryüzüne
barış esenlik
ağsın mavi gökçe
yeni doğuşlara gebe
büyüsün körpe dirim
ve özlemli beklenen
düş/ hür günce
büyüsün özge/ bahar
huzur ve sevgiyle
tomurcuk
UMUT
Heybet Akdoğan
SEVDAN GÖZLERİMDE ASILI İNTİHAR
deniz gözlerinin özlemiyle
kuruyan çöl zambağı bendim
dokuz boğumlu canla
senle ölüm arasında
tükenmez bir umudun sebebiydim
susmadı acıları sır eyleyen yankılar
gözlerine değince umudum
bin yıl geçti diyordu ulaklar
yaşanılan
ömür törpüsü değildi
çehremdeki kıvrımlar
canhıraş hâlime tercümandı
yokluğuna öykündü hasret
yıldızların yakınına varamasam da
aşk göçtü gökyüzüne
nicedir başucumda uyuyor ayın şavkı
sabahın kuşları gelirken
adın seher kuşu muydu
kimsesiz uçuşun
fecri ağlatıyordu
gün sustu
sanki bir kayıt düşmüşsün karanlığa
gölgenin alazında sönüyor güneş
geçtiğin her yeri silerken rüzgâr
sevdan gözlerimde asılı intihar
Hatice Eğilmez
Kaya
İLK ŞİİR KİTABIM
İNCECİKTİR KIRILMAK
Yayıma Hazırlayan
Seçkin Zengin
‘İnceciktir Kırılmak’, ilk yayımlanan şiir kitabım. 2012’de Roza
Yayınevi tarafından yayımlandı. Kapağını, hele ki arka kapaktaki minik çiçeği
çok seviyorum.
Aslında bu şiir kitabımdan önce tasavvuf temalı Sonsuzda Kanmak
isimli bir şiir dosyam hazırdı. Yayımcım edebiyat dünyasına onunla değil, lirik
şiirlerden oluşan İnceciktir Kırılmak’la ilk adımımı atmamı salık verdi. Ben de
onu dinledim. Elbette bu kararımdan memnunum.
İnceciktir Kırılmak, adı gibi incelikli bir kitap. Kıyısında durup
izlediğim hayatı biraz gerçekçi, çokça masalsı bir bakış açısıyla aktardığımı
düşünüyorum. Aklı, turnalar ve benim gibi bir karış havada bir kitap. Şiirler
sanki içinde soluk aldığımız -aslında çoğu kez soluksuz kaldığımız- bu dünyadan
değiller.
İnceciktir Kırılmak, tamamlandığında her ne kadar yirmi yıllık
edebiyat öğretmeni, pek de kötü sayılmayacak bir şiir okuru olsam da şiir
sanatında enikonu toydum. Toyluğum nispeten devam ediyor. Kendi halimde şiir
yürüyüşüme devam ediyorum. Asla koşmadan, son derece yavaş bir yürüyüş
bu... Acele etmeksizin, birilerine yetişmeye
çaba harcamaksızın. Eleştirilere kulak vererek, etrafımı sakin sakin izleyerek…
Çok sık şiir yazan biri değilim. Ara ara yazıyorum. Ona rağmen
epeyce şiirim birikti, bu şiirlerin bir kısmı çeşitli dergilerde yayımlandılar.
Sonsuzda Kanmak, Asma Kilit, Gürültüsüz Gece Kelebekleri adlı şiir kitaplarım
hâlâ dosya halindeler. Yeni bir şiir
dosyam da günden güne oluşuyor, henüz adı konmadı.
İnceciktir Kırılmak hem hüznüm hem de neşem. Okuyanlara bir parça
olsun dokunabilmek dileklerimle…
Şiir okuyan ve yazan
herkese binlerce selam olsun!
Hilmi Yavuz
İzmir’de
Her imza gününe katılamıyorum. Elbette Hilmi Yavuz’un yeri apayrı.
Kitap fuarlarına pandemiden önce yılda sadece bir gün giderdim. O
gün de sanki insanlar üzerime üzerime gelirdi. İzmir Kitap Fuarına yazar olarak
2016’da katılmıştım. Çok kalabalık olmasa da sıcak ve anlamlı geçmişti benim
için.
2018 Nisan’ı… İzmir Kitap Fuarı’ndayız. Edebiyat öğretmeni
arkadaşım Habibe Dumlupınar Akbulut’la geldik kitap fuarına. Hava tek kelimeyle
muhteşem, Habibe’nin dostluğu da öyle.
İzmir’de Nisan ayı kendine özgü ışıltısı ile gelir. Sokaklarını,
caddelerini, sahil kenarlarını gez gezebildiğin kadar. Hele ki fuar, üzerine
sayfalarca yazılabilecek, İzmir’in simgelerinden olan bir mekân. Sözü
uzatmayayım, soluğu Hilmi Hoca’nın standında aldık. Ne de çok seveni gelmiş.
Sıra boyunca onu izliyoruz, yaşına rağmen imzaladığı her kitapta dakikalarca
sohbet ediyor. Onunlayken insan kendisini özel hissediyor. Sıra bize geldiğinde
kendimi tanıtıyorum. Bir şeyler konuşuyoruz, fotoğraf çekiliyoruz. Derken, “Eğil!”
diyor bana. Eğildiğimde kulağıma “Habibe kızıma da söyle, imzadan sonra
Pia’dayım!” Bir sözleşme, randevu bu, “Yerimiz farklı” demek… Çok seviniyoruz
ister istemez.
Attila İlhan’ın Pia’sı…
İmza etkinliğinin bitmesini beklemek adına, azıcık kitap fuarında
çokça Alsancak’ta geziyoruz. Çam sakızı çoban armağanı birer hediye alıyoruz
Hilmi Hoca için. Sonra ver elini Pia!
İzmir’de ilk yirmiye filan girmişiz. Herkese söylememişti, fark
etmiştik zaten bu durumu. Hilmi Yavuz’u dinlemek, usta şairlerden birebir
beslenmek büyük talih.
Bunlar Şiir Ya
Yunus Emre Anadolu Lisesi’nde edebiyat öğretmeniyim. Sene 2012.
Öğretmenler odasındayım. Bir dersim boş. Çok severim boş dersleri. Kimi
bulursam onunla sohbet ederim oldum bittim. Odada yalnızca ben ve Hülya
Soyşekerci var. Hülya Hoca’yı yakın bir arkadaşı okulumuza öğrenci söyleşisi
için davet etmiş. Sevgili Zeynep Savran. Çalışkan, öğrencilerinin
yaratıcılığını önemseyen bir edebiyat öğretmenidir.
İlk kitabım İnceciktir Kırılmak yanımda. Dolabımdan alıyorum,
Hülya Hoca için imzalıyorum. Ben öğretmelerin çalışmaları için ayarlanmış
masadayım, Hülya Hoca dinlenme koltuklarında. Ayağa kalkıyorum, yanına
gidiyorum. “Hoşgeldiniz hocam!” diyorum. Birkaç söz ardından İnceciktir Kırılmak’ı
eline verip yerime geri dönüyorum.
İşlerim mi var, kitap mı okuyorum, yoksa misafirimizi mi rahatsız
etmek istemiyorum. Konuşmadan bir şeylerle ilgileniyorum. Hülya Hoca da
şiirlerimi okuyor. Birkaç sayfadan sonra kafasını kaldırıp bana bakıyor. O
bakışlarda sevgi var, ne mutlu bana ki beğeni de var.
“Bunlar şiir ya!” diyor.
“Evet şiirler, hocam!” diye karşılık veriyorum. Ötesi yok, varsa
da unuttum. Zaman bazen durur, sözler de susar!
Ben Bir Yörük
Kızıyım
Veysel Çolak’ı en az on yıldır tanıyorum. Şair olarak daha
öncesinden elbette. Bornova Yunus Emre Anadolu Lisesi’nde çalışırken
öğrencilerimi şiir atölyesine gönderdim, okul dergimiz için söyleşi yaptılar.
Ben de internet üzerinden bir söyleşi yaptım mutfağında olduğum bir edebiyat
dergisi adına. Onca işine rağmen liselileri kırmadı. Çok da nazik davranmış
onlara.
Şiirle ilgilenen öğrencilerimi, arkadaşlarımı Veysel Hoca’nın
atölyesine yönlendiriyorum, gidip onunla tanışıyorlar fakat kendim bir türlü tanışamıyorum.
Bundan birkaç ay öncesine kadar durum böyle…
Çayyolu dergisi ve Akdoğan Yayınevi Veysel Çolak ve şiir atölyesi
ekibi ile birlikte güzel işlere imza attı. Bu işler vesilesi ile hocayı birkaç
kez görebildim. Bunlardan birinde Veysel Hoca, Karşıyaka Nazım Hikmet Parkı’nı
buluşma noktası olarak veriyor. Kimimiz oradan, kimimiz buradan yola çıkıyoruz.
Benim yolum çok uzak. Önce Aslı Ata Döner’e uğramam gerek, Karşıyaka’yı iyi
bilmiyorum ve parka önceden hiç gitmemişim. Tek nokta var benden yana, o da
randevu konusundaki takıntıya varacak kadar ileri dakikliğim.
Otobüs, yürümek, metro, yürümek, Aslıhan Tüylüoğlu’ndan aldığım
yol tarifi, yine yürümek… Randevu saatinden on dakika önce parktayım. Henüz hiç
kimse gelmemiş, hoca bile yok. Veysel Hoca’yı arıyorum, “Geldim, bizden kimse
yok!” Hoca inanamıyor. “Taksiye mi bindin?” diye soruyor. “Hayır!” diyorum.
“Ben Yörük kızıyım. Yürürüm.” Tam vaktinde geliyor hoca. Beni parkta görünce
iki gözümden öpüyor. “Hak ettin!” diyor. Bence de hak ettim. Sonra diğerleri
tek tek sökün ediyorlar… O günden sonra sanki daha iyi şiirler yazdım.
Veysel Hoca’yla aramızdaki şu diyaloğu da aktarmam gerek; dergimiz
ve yayınevi için “Biz mavi tren değiliz, aniden hız almayız. Kara tren gibiyiz,
yavaş yavaş yola koyuluruz; iddiadan, yarıştan uzağız.” dedim. Veysel Hoca da
“Böylesi daha iyi, sizin samimi duruşunuz önemli,” karşılığını verdi. Temiz,
amatör ve içten ruh günümüz edebiyatının en çok gereksinim duyduğu özellik
bence de…
Yıllarca tanıdığım halde görüşemediğim Veysel Çolak yanında
bulunduğunuz her an size bir şeyler öğretiyor. Yanınızda mutlaka bir not
defterinizin olması lazım. Yaşayan yaşamayan tüm ustalara binlerce selam olsun!
Değil mi ki onlardan bir sürü şey öğreniyoruz. Okudukça ve dinledikçe… Öyleyse
onları çok seviyoruz.
Yürüdükçe
Ümit Yıldırım Buca Eğitim’den arkadaşım. Henüz on yedi yaşındayken
tanıştık. Sessiz ve efendi bir genç olarak bütün sınıf, hatta edebiyat bölümü tarafından
sevilirdi. Benim belleğim de su gibi duru bir kalbin sahibi olarak kaydetmiş onu.
Ümit, Diyarbakırlıydı, ben ise İzmirli. Birimiz ülkenin en doğusundan,
diğerimiz en batısındandık. Ortak bir noktamız vardı çocuksu masumiyetimiz.
Kendim bölümün koridorlarında nasıl dolaşırdım bilmem fakat onun uzun boylu bir
erkek çocuğu gibi dolaştığını anımsıyorum. Bana kalırsa -gözlemlediğim
kadarıyla bütün arkadaşları, onun hakkında aynı düşünüyordu- bilgece bir seçimdi bu duruş. Seksenler
kendine özgü gizil karmaşası ve hepimizce bilindik boş vermişliği ile yanı
başımızdaydı, ailelerimiz ve sistem apolitik olmamızı istiyordu. Yine de biz
okuyan, yazan gençlerdik. Zaman yirminci yüzyılın sonlarından itibaren müthiş
bir ivme kazandı. Aradan onlarca yıl geçti.
2020 Temmuz’unda Çayyolu dergisini çıkarmaya başladık. İşiten
herkes yaptığımız işi delice buluyordu çünkü bütün dünya bir pandeminin
kıskacındaydı. Hayat adeta durmuştu. Sokağa çıkmaya korkar olmuştuk. Böylesi
bir ortamda yeni bir edebiyat dergisi akıl kârı gözükmüyordu. Ben derginin
editörü olarak tüm dost bildiğim kalemlerle iletişime geçmiştim, aklıma ilk
gelen isimlerden biriydi Ümit Yıldırım. Kendisine çok teşekkür ederiz, bu konuda en baştan itibaren bizimle
birlikte. Çayyolu dergisi İzmir’e her geldiğinde Ümit’le Yakın Kitabevi’nde
görüşüp uzun uzun edebiyat sohbetleri etmeye başladık. Geçen yıllar onu
neredeyse hiç değiştirmemişti. Fakat şiir ve edebiyat konusunda sağlam bir
deneyim sahibiydi artık. Zamanda yolculuk yapıyormuş gibiydim onunla
konuşmalarımda. Orta yaşları bırakıp, gençlik yıllarıma dönüyordum sanki.
Görüşmelerimiz bu eksen üzere devam etti.
Benimle yolu kesişen birinin uzun uzun yürümesi kaçınılmazdır. Bir
keresinde bütün bir Ege Üniversitesi kampüsünü boydan boya yürüdük, üstelik
temmuz sıcağında. Bu da yetmemiş gibi ona Forum Bornova’ya kestirmeden bir yol
öğretme sözü verdim. Bu yol çocukluğumun ağaçlarla ve harika bir dere ile
süslenen, son yıllarda tamamen değişse de yönü aynı kalan yoluydu. Babam
üniversitede çalışırken eve dönmek için bu yolu kullanırdık. Güneş yakıcı ve
kocaman bir portakala benziyordu. Biz eski zaman dervişleri gibi güneşin
altında yürüyorduk. Yoğun bir trafiğin pek de güvenli olmayan kenarı, dere
tepe, dikenler derken yolumuz tuhaf bir hurdacıyla çakıştı. Zayıf, sapsarı ve
pejmürde giysili bir adamdı. Kendimi bir an için nostaljik dekorlu bir sanat
filminin içinde hissettim. Yolu bildiğim halde arkamızda bıraktığımız zorluklar
tereddüde kapılmama neden olmuştu. Hurdacıdan yol tarifi aldık. Tarif kafamdaki
güzergâhı doğruluyordu. Nihayetinde varmak istediğimiz yere varabilmiştik.
Ayağımda açık sandaletler vardı, doğal olarak sol ayağıma diken batmıştı fakat
yol arkadaşıma bu durumu söylememiştim. Bir yandan da Ümit’in olanca anlayışına
rağmen mahcup olmuştum doğrusu. Hâlâ dönüşte hangi yolu kullanması gerektiğini
ona anlatmaya çalışırken aslında gerçek kestirme yolu bildiğini fark ettim.
Anlaşılan o ki benim öğretme azmime saygı gösteren arkadaşım bunu bana
söylememişti.
“Hatice!” dedi bana, “Hiç canının kıymetini bilmiyorsun. Hasta
olmasan bari.”
“Yok yok!” dedim. “Bi şey olmaz, alışığım. Yürümek bende genetik
miras.”
Bir yandan da diken ben buradayım, diyordu. Eve gelince ilk işim
ayağımdan dikeni çıkarmak oldu. Bu arada “Ümit benim bir deli olduğumu
düşünmüştür,” diye içimden geçirip güldüm. O ne düşündü, bilmem.
Hayat iyi ve nazik kalpli insanlarla güzel, edebiyat da öyle!
Fatma Zengin
İNSAN NEDEN YAZAR?
22 Nisan 2002’de Aksaray'da doğdum. İlk
ve Orta öğrenimimi
Acıpınar Ortaokulu'nda, lise öğrenimimi ise Hazım Kulak Anadolu Lisesi'nde tamamladım. Hâlen
Hacettepe Üniversitesi
Hukuk Fakültesi'nde
lisans eğitimime devam etmekteyim. Yazmayı, okumayı, yeni şeyler öğrenmeyi,
her yeni şey öğrendiğimde
ne kadar az şey bildiğimi ve öğrenmenin bir sınırının olmadığının farkına varmayı seviyorum. Bu
sevdiğim şeylerin hayatımda hep önemli bir yer kaplamasını temenni ediyorum...
Yayıma Hazırlayan Seçkin Zengin
Neden
bir insan durduk yere yazmak ister? Bilinmez. Belki de neden, insanın
kendisidir. Kendi nedenine bir cevap bulmak için yazar. Enlemlerin ve boylamların arasına
sıkıştırılmış dünyada nereye denk düştüğünü merak eder. Derdine bir çare,
aşkına bir maşuk, kendine bir ben bulmak ister. Sözcüklerin gelip neden
kendisini bulduğunu, içindeki kapıyı çalan elin kime ait olduğunu, ilham dediği
gizemin sırrını bilmek ister. Bilemezse delirir. Belki de bu yüzden Sait Faik,
“Yazmasam delirecektim” der.
“Şöhret için yazabilir insan, tanınmak
için ya da... Ama hepsinden önemlisi, yaşadığını ispattır yazmak. İnsan yazar,
yaşadığını önce kendisine sonra dünyaya ispat etmek için...''
der Jank London, Martın Eden kitabında. Bu örnekler uzar gider. Her insan
farklı bir sebepten ötürü alır o kalemi
eline. Kimi yaşadıklarını anlatmak ister, kimi yaşayamadıklarını kimi
anılarını, kimi acılarını anlatmak ister yazarak. Kimi de insanlara
anlatamadıklarını dökmek
ister kâğıda...
Ünlü yazarlar
“Neden yazıyorsunuz?” sorusuna farklı cevaplar
vermişlerdir.
Joan Didion: “Ne düşündüğümü, neye
baktığımı, ne gördüğümü ve bunun ne anlama geldiğini anlamak için yazıyorum. Ne
istediğimi ve neden korktuğumu anlamak için.”
Don Delillo: “Yazma kişisel bir
özgürlüktür. Etrafımızda gördüğümüz kitle kimliğinden bizi kurtarır yazmak.
Yazarlar birey olarak hayatta kalmaya çalıştıkları için yazarlar. Ben ne kadar
bildiğimi öğrenmek için yazıyorum. Yazmak benim için, düşüncenin üstüne
odaklanılmış hali. Eğer yeteri kadar odaklanamazsam, bazı fikirler hiç gün yüzü
göremez.”
William Somerset Maugham’ a göre yazmak “En
yüce tesellidir.”
Terry Pratchett’e göre
ise yazmak, “Tek başınıza yapabileceğiniz en
eğlenceli şeydir.”
Her
yazar yazma eyleminin nedenini farlı bir sebebe dayandırmıştır. Kanımcahepsinde
ortak olan, yazmak ile varoluş sancısının su yüzüne çıkarılmak
istenmesidir.
Yazmak Doğu’yla Batı’yı bir kılandır. Sartre’la
Sümmani’yi, Veysel’le Camus’yü buluşturandır. Yazmak, yaşadığını ispattır. Ve
bedeli, Martin Eden’e olduğu gibi insanın kendisini kaybetmesi ya da bir başka
dünyayı kurmasıdır.
Yazmaya
değer gördüğümüz şeylerimizin
hep bâki
kalması ümidiyle...
Zekine Dündar
YOKLUĞUN ADIMLARI
Bırakıpta
gittiğin
Yıllarınım
Ben
senin
Bir
düşün ortasındayım şimdi
Kırık
ve seninle
Göremediğimiz
Ve
Yaşayamadığımız
Mevsimler
geçiyor
Yönünü
kaybetmiş bir akrep
Yolunu
harflere sorar
Sensizliğin
soğuttuğu kıyılarda
Seni
arıyorum
Bir
çocuğun ayak izlerinde
Bilmediğim
bir şehrin duvarına
Sustuğun
zamanlara inat
Konuşuyorum
yokluğunla
Unuttuğun
yollarda
Banu Elçi
BİREYSEL MANİFESTO: İRADE
Gün bitimleri geceye vardığında zamanın döngüsünde geride
bırakılacak bir gün daha yaşanır ve biter ömürden. Her gecede tazelenmek ve
yenilenmek için yattığın yatağından aslında küçük bir ölüm uykusundan uyanarak
başlarsın yeni güne.
Yeni bir günün hayatına getirdiği şeyler ne kadar sıradan gibi
gözükse de aslında her yeni gün farklıdır bir diğerinden eğer görmeye,
işitmeye, anlamaya, merak etmeye ve keşfetmeye hazırsan. Belki alışkanlıkların
bildik kılar günü ama farkında olmasan da her güne farklı şeyler katabilirsin
her seferinde. Ancak yine de alıştığın, inandığın, istediğin ve sevdiğin ne
varsa onları hayatında tutmaya çalışırken her günün yeni ne getirebileceğine
bakmaksızın kör adımlarla yol alır insan çoğu zaman. Böylelikle çok da sorgulamadan, sormadan ve
anlamadan bel bağlarsın geçmişten geleceğe bu yolla. Kolaydır da böylesi yaşam ve talepkârdır
aynı zamanda. Seni iyi kıldığını, sana iyi geldiğini düşündüğün her alışkanlık
seni ruhsal anlamda öldürebilir ve yok edebilir de. Her şey değişir çünkü. Bir
tek şey hariç. Her günün sana getirdiklerine farklı bir açıdan bakmayı
öğrenebilirsen, yaşam sana sınırsız olanakları ile kapılarını aralar. Önünde
seçenekler, farklılıklar, yaşanmış deneyimleri farkındalığa dönüştürecek
çeşitli araçlar çıkar karşına. Böylece zamanla geçmişle ilgili sızıların
gelecekle ilgili kaygıların, kendinden
umduğun, beklediğin tüm o zorlamalar hafifler ve birer yük olmaktan çıkar.
Böylece yaşadıkça anlar ki insan tüm dünya bir bilinç biçimidir
aslında.
Örneğin hayvanların içgüdüleri çok güçlü olmasına karşın,
insanların içsel doğası inanç, kültür ve öğrenmeden kolayca
etkilenebilmektedir. İnsan ise değişebilir. Ancak bu değişkenlik genelde
güdümlü bir değişkenliktir.
Çünkü insan bazen ve hatta sıklıkla çevreden etkilenerek kolayca
saldırganlık, nefret ve yıkıcı davranışlar ortaya koyabilmektedir. Örneğin
Maslow’un psikanalitik görüşü bize insanların hastalıklı yönünü göstermiştir.
Hans Mühlbauer, “Kusurlu bir lisanla muhakeme yürütmek, hileli tartılarla eşya
tartmaya benzer” der.
Başkalarının düşünceleri, başkalarının beklentileri, görüşleri
çokça yer tutar insan hayatında. Aslında sadece onay almak ya da kabul görmek
için gösterilen her rıza, her olumlayış bir bakıma kendini, özünü reddediştir.
İnsanoğlu yetmez çünkü kendi varlığına.
Epiktetos da der ki “İstedikleri yere uçabilen, yuvalarını
değiştirebilen, denizleri geçebilen, gerilerinde bıraktıkları için üzülmeyen ve
özlem duymayan kargalar ve kuzgunlardan daha sefil olmak...”
“Öyleyse bize, talihsizliğimiz ve sefaletimiz için mi Tanrılar
tarafından akıl verildi?”
Öyleyse sonsuza kadar sefil ve kederli olmamız gerektiğinden mi?
Tüm insanlar ölümsüz olsun, başka hiç
bir yere göç etmesin, bizim de göç etmemize izin vermeyin, bitkiler gibi tek
bir noktaya kök salalım ve eğer sevdiklerimizden biri giderse oturup ağlayalım
diye?
Her şeyin nihayetinde bir madde olduğunu ve hayatın zorunlu olarak
bir döngü olduğunu, bazı şeylerin gitmesi gerekirken, diğerlerine yer açılması
gerektiğini anlamak için insanoğlunun acı çekmesi gerektiğini mi anlamamız
gerekiyor?
Bazen de benzer deneyimleri, olayları kendimize çekerken
şartlanmış düşünce ve duygularımızla hayatın hangi açısından bakıp da
kavrayamadığımız, anlamlandıramadığımız onca şeyi görebilme, anlayabilme
yetisine sahip olabiliriz? İnsanların çoğunluğu ilkeler ve değerler üzerinden
değil de genellikle istenç, arzu, korku,
onay, kabul görme duyguları ile hareket eder.
Oysa ki Epiktetos yine der ki; “Bir adamın bir ilkeyi benimsemesi
kolay bir şey değildir, bunu bilmen gerekir. Bir adamın bir ilkeyi benimsemesi
için ona her gün sahip çıkması, sahip çıkıldığını duyması ve hayatında birebir
kullanması gerekir.”
“Nasıl ki olmamış bir inciri kopartıp yiyemezsen olgunlaşmamış bir
fikri de zihninden çekip çıkartamazsın.”
İnsan ne arar ki dışarda? Aynı bakışlar, aynı gürültüler, aynı rol modeller, hep aynı sözcükler ve
ezberler. Başkalarından model alarak,
örnekleyerek ve binlerce yanlış tutumlar içinde ilerleyerek ne bulmayı ümit
eder ki kendinden uzaklaşırken ve kendini kaybederken? Ruhunu, özünü ve sevgisini
besleyecek şey dışarda mıdır yoksa içerde mi?
Kendini her seferinde belki de yeni baştan inşa edecek araçlar
sevgiden tümüyle bağımsız ve yoksun mu olmalıdır? Ve ne kolaydır hayatı
suçlamak...
Hayatın gerçeğine ulaşmak, doğruyu bulmak ve içine açılıp, tüm
kişisel tutku ve arzulardan arınıp, hakikate erişmek ne kadar yol almayı
gerektirir ki?
Sokrates aradığı “Hakikat” bilgisinin insanın ruhunda olduğunu
düşünür.
Ayrıca Sokrates felsefesinin özündeki en güzel mesaj “İnsanın
kendisini iyileştirebilecek tek güç olduğudur” İnsan inançlarını sorgulayarak,
her şeyin doğrusuna ulaşabilir ve bunları değiştirmek elindedir. Bu sayede
duygular da değişecektir.
Sokrates yine der ki; “Cahil insan kendinin bile düşmanı iken,
başkasına dost olması nasıl beklenir?”
Bir düşünceyi, bir olguyu, bir olayı geniş bir perspektiften
bakarak analiz etmeden, anlamadan, anlamaya çalışmadan sadece yargılarla akıl
yürüterek yorumlamak, akli değil son derece duygusal bir eylemdir.
Bu da insanı yapıcı olmaya değil yıkıma, yok etmeye, etiketlemeye
ve dahi dürüst olmayan yersiz basit ve sahte anlamlar kurgulamaya götürür.
İnsanoğlu kendi gerçeğine, özüne ulaşabilse çevresinde koyu bir
gölge gibi var olan karanlığa bir ışık yakmaya, aydınlatmaya muktedir olacak ve
yaşam yolunda ilerlerken karşılaştığı çoğu engelin insanoğlunun kolektif
düşünce yapılarından kaynakladığını görecektir. İnsanın bilinç düzeyi
yükseldikçe hayattaki bakış açısı genişleyecek, değişecek, kavrayacak ve bir
gözlemci gibi çok şeyi öğrenebilecek ve dahi öğretebilecektir.
Epiktetos “İyiliklerimiz de, kötülüklerimiz de irademizin
eseridir” der. İnsan hayatı boyunca seçerek ve seçmeyerek de aslında seçimler
yapar.
Hayatta ne yapacağına karar vermek ve bunu yaparken tüm insanlık
adına neyin iyi, güzel, doğru olabileceğini düşünerek hareket etmek insanoğlunu
daha da güçlü kılacaktır. Bunu hayattaki çok küçük şeylerle bile yapabilir
insan. Doğayı kirletmeyerek, çöpünü yere atmayarak, okuyarak, okuduklarını
sevdikleri ile paylaşarak, küçük bir çocuğun oyunlarını gözlemleyip ondaki
saflığı ve masumluğu hatırlayarak bile asıl kendini bulabilir insan.
Yıkmak her zaman daha kolaydır. Ve bilmemek, anlamamak hiç bir
uğraş gerektirmez. Oysaki öğrenmek emek ister, uğraş ister ama sonunda sana
getireceği farkındalıklar ve keyifler bitimsizdir.
Franz Kafka “İraden hayatta sahip olabileceğin en büyük gücündür.”
diyerek iradenin, aynı zamanda bilinçli bir seçme gücü ve kişiyi
davranışlarının sonuçlarından sorumlu hale getiren ahlaki bir ilke olduğunu da
vurgulamak ister. İnsanın birden çok davranış şekilleri arasından en
faydalısını seçme, ayırt etme iradesi ve kararı tüm insanlık adına da
verilebilecek bir karardır aslında. Böylece herhangi bir dış zorlama olmadan
kişinin kendi fikir ve kararına en uygun, en iyi ve doğru bulduğu şeyi seçip,
ona yönelmesidir.
İnsan hayatı boyunca seçer. Sorgulayarak ya da ezberlerle yol
alarak, merak ederek, araştırarak ya da kör inançlarla ilerleyerek...
Biliriz ki her yeni gün biz olsak da olmasak da doğmaya devam
edecek. Bizim varlığımız hayata bir anlam katabilecekse şu andan itibaren
hayatta neler yapabileceğimizi seçmeye başlayarak ve böylece
gelişebileceğimizi, büyüyebileceğimizi ve böylece tıpkı evren gibi
genişleyebileceğimizi de keşfedebiliriz. “Hepimiz bu dünyada misafiriz, sevmek,
büyümek ve öğrenmek için dünyaya geliyor ve sonunda da yuvaya geri dönüyoruz.”
der Mevlana.
Peki siz yeni doğan günde ne yapmayı seçiyorsunuz?
Mehmet
Rayman
KESTİRME
GÜNLÜĞÜ
tartılara çıkan çocukların kaşları
belleğimde bir cıngıl küpe
al yanağın bir hüzün çukuru
hep kendine benzermiş
göz oluğunu geçen damla
yeni kuytular oluşur mevsimlik
aşk bulutludur yağmur hızlı
kestirmeden yakalar bizi
yetkin ekinlerden gelen esinti
kır atların toynakları sekisi
yazın yelesinden yakındır
doğudan batıya tuttuğumuz ayna
herkesin yolcusu bendim
gara tren girmeden önce
kalın bir çizgiydi alacakaranlıklar
trenden inenlerin rüzgarıyla yürüdüm
çiçekli sokağına çıkan yokuşu
kış düşmüştü tirşe yeşili parkama
yıllardan bin dokuz yüz yetmiş iki
topuğumdan emmeye başladı
çeşmelerin yalağına yapışan kara sülükler
ayaza çalan bozkırı benimsiyor
yanından geçtiğimiz söğüt dalı meşeler
bellerin çukurunu dolduran kar fırtınası
bir gelinliğin içinde durur zemheri
yolcusunu bekleyen yıldız
şafaklara yaslanır
yüzünden okunur cam çerçeve
Filiz Kalkışım Çolak
DÖNENCE
üşüyor mu bilinmez şimdi içimde güller
tınısına vurulduğum o ilk sözcüğün
keşkesi her defasında geriye dönüp bakışların
iç çatısına sığmayan göğün göğsümü dağlayan sızısı
tüm çıplaklığıyla çarpıyor kusurlar sergisinin gizil
ihtişamı
çarmıhında günahların sıva tutmayan boşluğu
göğüs ayrımlarında açılan yaranın gözesi
gövdeye çekilen ışıyışların sensizliğime eğilen
gölgesi
döküldüğüm yerlerin fizahından dönen çaresizliği
dokularımda acıyor nefesimde kanatlanan kesiğin
çarpıntısı
gülüşlerinden kalan küllerinin kirpiğimden damlayan
düşü
üzerime kapanan karanlığın yüreğimi süzen çiyi
çölünde dile gelen denizlerin ırağından çağıran
sessizliği
yalın ayak serçelerin geziniyor ilhakında
koyumda titrekliği yavrularla seviştiğimiz ağartıların
dudaklarımda yağmur taneciklerine emildiğimiz
geçişlerin tadı
kokusu mayıs dönencelerinin
kuzey aldatmacalarının kucağımızdan estiren huşusu
özlemi çekilen kavuşmaların bileklerimizi yalayıp
geçen şuursuzluğu
tragedyası başlayan an’ların gecelerime doğranan sancısı
ısındıkça değgisinde ürperen şavkın yalnızlığı
üşüyor mu
kızılında maviyi kanatıyor mu?
Nilüfer Uçar
YAŞAM FIRTINALARA RAĞMEN YAŞANMAYA DEĞER
Yaşam akıp giden
bir süreçtir. Pozitif ve negatif oluşumlara ve tüm engellere karşın, dirençle
varlığını sürdürebilme potansiyelini içinde barındırır. Su mecrasında akarken,
önündeki engelleri aşmanın yollarını arar, yolunu bulduğunda akışına devam
eder. Engelleri aşma çabamız varlığımızı sağlıklı sürdürebilmek için yaşanılan
bir süreçtir. Bu akışkan süreç yaşamın zaferidir. Herkes şanslı doğmayabilir.
Doğup, büyüyüp varlığının son noktasına kadar sağlıklı götürebilmek bazen zor
olabilir. Başlangıç ile bitiş arasında koşulan zaman uzunluğu yaşamsal haksa;
bu hak herkesin olmalı. Uzun ya da kısa fark etmez. Önemli olan engellerin
üstesinde gelebilme gücü ve azmini bulabilmektir. Kolay mı? Elbette kolay
değil.
Yaşama şanslı
başlayanlar gibi şansız başlayanlar da azımsanmayacak kadar çoktur. Engelli
yaşama başlamak birey ve aile için zor bir süreçtir. Aslına bakılırsa herkes
potansiyel bir engelli sayılır. Çünkü ne zaman, nerede, nasıl olumsuzluklarla
karşılaşacağımızı bilemeyiz. Bir kaza, sonradan yaşanılan hastalıklar bireyin
yaşamını engelli hale getirebilir. Yıllarca bu gruptakiler sakat olarak
dillendirildi. İç acıtan, yaralayan bu söylem duyarlı yaklaşımlarla bir nebze
giderilerek engelli söylemine dönüştürüldü. Engel; yaşarken bedensel ve
zihinsel işlevlerini yerine getirmekte sıkıntı yaşama, zorlanma, birine bağımlı
kalabilme durumudur. Konu engelli olunca bırakın yürekler titresin, biraz da
sızlasın ki çözüm yolları üretilip yaşama geçirilsin. Buna bağlı olarak;
empati, yaşanılan sıkıntıları anlama, saygı, sevgi ve sahiplenmeyi beraberinde
getirebilsin. Engelli yaşam tüm dünyanın toplumsal yarası olarak güncelliğini
koruyor. Varoluşumuzdan bu güne değin iyileştirme çalışmaları, sıkıntıları
giderme yöntemlerinin yeterli olmadığı herkesin hemfikir olduğu bir durum. Geri
kalmış toplumlarda ve kırsal kesimlerde; eğitim eksikliği, eğitim kurumların
azlığı, var olanların herkesin faydalanma olanağı bulamamasından dolayı
yapılanlar yetersiz kalıyor. Bazı engellilerin aldıkları eğitim, gördükleri
ilgi ve koşulların iyi olması, onların yetenekleri ve başarıları oranında
kendilerini kanıtlama şansını yakalamış oluyorlar. Madalyanın diğer yüzü ne
yazık ki hiç de iç açıcı değil.
Yönetenlerin bu
durumu yaşamsal bir sorun olduğunu görerek çözüm için yeni projeleri uygulamaya
koymaları gerekir. Ne yazık ki bu konuda yeterli önlemlerin alınmadığını
üzülerek görüyoruz. Bu sorun ciddi şekilde ele alınıp çözümler üretilmediği
sürece sıkıntıların devam etmesi kaçınılmaz.
Engelli bireylerin
eğitimi, sağlık giderleri, iş edinme olanakları, bakım evleri, rehabilitasyon
merkezleri, aileye psikolojik destek, sosyal yaşamda görünür olma, sosyal
etkinliklere katılabilme ve ihtiyaçlarını karşılayacak maddi destek gibi pek
çok gereksinimlerinin olduğu unutulmamalı. Yaşamsal hakları verilmeli. Tüm bu
sorunlar devlet, yerel yönetimler, özel sektör yönetim erklerinin bu sorunları
ciddi şekilde ele alıp çözümler üretmeliler.
İnsanlık tarihinde
dünden bu güne uzanan süreçte engelli olduğu halde varlığıyla tarihe not düşen
nice engelli insan var. Eserleriyle, örnek yaşam mücadeleleriyle adlarını
yaşatmayı başarmışlardır. Gel gör ki bu şanstan yoksun olan, varlıkları yük
gibi görünen, yaşama küskün onca engelli değerimizin olduğunu gözden ırak
tutmamalıyız. Zordur engelli yaşam. Hele ki birinin varlığına muhtaçsa. Birçok
anne baba yaşamını engelli çocuğun yaşamıyla eşdeğer görür. Korku içinde yaşar.
“Bana bir şey olursa evladıma kim bakar, benden sonra ne olur” endişesiyle
yaşamı kendine heder eder. Onlar için yaşam demek çocuğun geleceğidir. Haksız
da sayılmazlar. Eğer bakımı birine bağlıysa ona bakacak ne bakım evleri ne
eğitim kurumları ne de huzur evleri yeterli. Bu gibi yerler paralıysa o zaman
sorun daha da derinleşiyor.
Eksikliklerimize rağmen mutlu olmak
birinci önceliğimiz olmalı. Yaşamı yük değil, değerli bir armağan gibi
algılayıp kıymeti bilinmeli. Yaşam fırtınalara rağmen yaşanmaya değer.
Engelli haline, yaşam zorluklarına
rağmen, azmin, direncin gücüyle başarıyı yakalayan güzel insanlara selâm
olsun….
ŞAFAK PAVEL: 10 Temmuz
1976 Ankara doğumlu. Türk diplomat ve siyasetçi. Londra Westminister
Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdi. 1996’da bir tren
kazasında sol kolu ve sol bacağını kaybetti. Kol ve bacağına takılan
protezlerle yaşamını sürdürüyor. Bu durum çalışmalarına engel olmasına izin
vermedi.
Bedenin yarısını
alan trenden öç alır gibi yaşam koşusunda geri durmadı. Birleşmiş Milletler
Engelli Hakları Dünya Sekretaryası’nın ilk özel ismi oldu. Mülteci kamplarını
dolaşarak umutsuzlara umut olmaya çalıştı. İran, Uganda, Angola, Mısır, Irak,
Lübnan, Afganistan, Suriye, Yemen, Filistin’de “Kadın ve çocuk hakları” için
sergilediği diplomatik çabalar takdir topladı. 2011 yılında milletvekili
seçildi
Şafak Pavel, bu
azmiyle belki birçok engelliye yaşama direnci ve morali vermiştir. Bu mücadele
sonucu elde ettiği başarı kendi durumunda olanları için iyi bir modeldir.
LUDWİN VAN BEETHOVEN: 1770 yılında Almanya’nın Bonn şehrinde dünyaya
gelmiştir. Toplam yedi kardeş olan Beethoven’in üç kardeşi sağır, ikisi görme
engelli ve biri zekâ özürlüydü. Küçük yaşta babasının zoruyla piyanoyla
tanışmış. On yaşında önemli besteci Wolfgang Amadeus Mozart’la tanışmış. Mozart
onun dehasını hemen fark etmiş. Genç yaşından itibaren işitme yetisini
kaybetmiş ve 26 yaşına geldiğinde hiç duyamamaya başlamış. Buna rağmen çok
önemli eserlere imza atmış. En önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen 9.
Senfoni’yi duymamış.
Güneş doğuyorsa
toprağı ısıtır. Toprak ki bereketini tüm hava koşullarına karşın esirgemeden
verir. İnsan doğası toprak ananın doğasına eşdeğerdedir.
Beethoven bir
mektubunda der ki; “Bir ihtiyacın baskısı olmadıkça, çekildiğim kuytu köşeden
dışarı çıkmıyorum, hayatımı bir mahkûm gibi yalnızlık içinde geçiriyorum.
Tesadüfen kalabalık arasına düşecek olsam, sağırlığımın sırlarını açığa
vuracağım korkusuyla ölüm terleri döküyorum.” Ancak işitme yetisini
kaybetmekten duyduğu mutsuzluğa rağmen sanatı için mücadelesine devam eder.
Aslında yaşamdaki gel-gitler herkesin
zaman zaman yaşadığı duygulardır. Engelli olsun olmasın insanın doğası gereği
tek düzey bir yaşam olanaksız. Zaman zaman moraller düşer/yükselir. Önemli olan
üstesinde gelebilme gücünü yeniden kazanmaktır.
FRİDA KAHLO: Meksikalı ressam. Onun yaptığı resimlerin özgünlüğü, başka bir tabloyla
karıştırmak olası değildir. Henüz beş yaşındayken babasıyla çıktığı bir gezi
sırasında ayağı ağaca takılıp düşer. Bu olaydan sonra çocuk felci geçirir.
Hayatı boyunca topallayarak yürüdü. Bacağı engelli olduğu için Frida’ya; “Tahta
Bacak Frida” lakabı takılmıştı. Bacaklarının orantısız olmasından dolayı çok
sevmesine rağmen kısa etek giyememiştir. On sekiz yaşında yaşadığı bir başka
kazada; otobüsün tramvaya çarpmasıyla bir demir çubuk sol kalçasında geçerek
omurgasını ve sağ bacağını etkiler. Hayatı boyunca 32 kez ameliyat olur. Sağ
bacağı kangren yüzünde kesilir. Uzun süre komada kalır. Komadan çıkınca
babasından resim ekipmanları satın almasını ister. Birçok ameliyattan sonra
kısmen iyileşse de sağlığına kavuşamadı. Yatağa bağımlı yaşadığı yıllarda
ailesinin desteğiyle resim yapmayı sürdürür. Yaşamın büyük bölümünü başının
üstüne (tavana) konan aynaya bakarak oto-portrelerini yaparak yalnızlığının
üstesinde gelmeye çalıştı. 1954’de hayatını kaybedince geride birbirinden
değerli yüz elliye yakın eser bıraktı. Zor olan engelli yaşamda üretkenliğini
devam ettirmeseydi o başarılıları elden edemezdi. Hiç kolay olmayan bu yaşamı,
yaşanır kılmak bir azmin sonucudur. Bu durumdaki kişilerin en çok gereksinim
duyduğu şey; sevgi, ilgi, arkadaşlık, dostluk diyebiliriz. Bunlar acıyı
hafifleten, enerji veren değerli duygulardır. En büyük yük ailelere düşse de
çevrenin desteği de önemlidir. “Engellinin silahı sabırdır…” Bu yaşam
mücadelesine destek olmanın insanî bir görev olduğu unutulmamalıdır.
FRANKLİN D.
ROOSVELLT: (30 Ocak 1882-12
Nisan 1945) Amerikalı avukat ve politikacı. 1921 yılında Campobella Adası’nda
tatil yaparken rahatsızlanır. O dönem çok büyük salgın halinde olan çocuk
felcine yakalanır. Hastalığı
yenmesine karşın bacaklarındaki felç nedeniyle bir daha yürüyemez. Yaşamı
boyunca hastalığının kalıcılığını kabullenmez. Birçok terapi denemesine karşın
sonuç alamaz. Georgia’da satın aldığı büyük arazi üzerine felçlileri tedavi
için hidroterapi merkezi kurar. Etrafındakilere iyileştiğini ikna etmeyi
başarır. Çünkü halkın karşısına çıkabilmek için başarmak istiyordu. Maalesef
yürüme yeteneğini geri getiremedi. Ama bu onun ideallerini, hedeflerini gerçekleştirmesine
engel olmadı. Buna inançla yaklaşıyordu. ABD tarihinde engelli tek başkandı.
New York eyaletine vali seçildi. 4 yıl başarılı valilik görevinden sonra, 1932
yılında ABD’nin 32. Başkanı seçildi.
Bu durumun;
başarısına engel olamayacağını kanıtlarcasına en uzun başkanlık göreviyle, ABD
tarihinde yerini aldı. ABD halkının sevgisini hak eden ender başkanlardan biri
oldu. Bedensel engelinin ideallerini
engel olmayacağını kanıtladı.
“En büyük engel, engellenmektir.” Sözü günümüz
dünyasında bu konuya yeteri kadar önem verilmediği gerçeğini yansıtmaktadır.
AŞIK VEYSEL
ŞATIROĞLU: 1894’de Sivas
Sivrialan Köyü’nde dünyaya geldi. Altı yaşında yakalandığı çiçek hastalığın
nedeniyle görme yetisini kaybetti. Babası bu dönemi atlatsın, oyalansın diye
ona saz alır. Onun görmeyen gözlerine manevi göz oldu sazı. Eğer görme yetisini
kaybetmemiş olsaydı bir halk ozanı yine olacak mıydı? İşte orası bilinmez ama
bıraktığı eserleriyle yaşıyor, yaşayacaktır. “Ben giderim adım kalır, dostlar
beni hatırlasın” derken elbette eserleri, yaşam felsefesi, dil ustalığı,
öğretmenliği ve engelli durumu yaşama sevincine engel olmadı
STEPHEN HAWKİNG: 8 Ocak 1942 yılında İngiltere’de doğdu. Ünlü fizikçi. Oxford
Üniversitesi fizik öğrenimi gördü. Daha sonra doğa bilimlerinde onur madalyasıyla
ödüllendirildi. Evren bilimi ve Evrenin temel prensipleri üzerine çalışmalar
yaptı. 1973’de Gökbilim Enstitüsünden
ayrılarak, uygulamalı matematik ve kuramsal fizik bölümüne geçti. Einstein’in
Uzay ve zamanı kapsayan Genel Görelilik Kuramının, Big Bang’le başlayıp
karadeliklerle sonlandığını gösterdi. Bu sonuç Kuantum mekaniği ile Genel
Görelilik Kuramının birleşmesi gerekliliğini ortaya koyuyordu. Bu yirminci
yüzyılın ikinci yarısının en büyük buluşlarından birisiydi.
Stephen Hawking
1960’ların başında yirmi bir yaşında tedavisi olmayan Amyotrofik lateral
skleroz (ALS) hastalığına yakalandı. Motor nöronları zamanla ölerek felç etti.
Ancak beyin ve zihinsel faaliyetlerine zarar vermedi. Sandalyede yaşamaya
mahkûm oldu. Özel bilgisayarının hafızasında iki bin altı yüz kelime
bulunmaktaydı. Dolayısıyla Hawking, duygularını, düşüncelerini ifade etmede
kelime sıkıntısı çekmeden çalışmalarına devam etti. Kuantum ve karadelikler
üzerinde yaptığı çok kapsamlı çalışmalarıyla tanınıyor. Yetmiş altı yaşında
hayatını kaybetti.
Böyle bir deha
acaba olanaksız bir ortamda olsaydı, hastalığından sonra çalışmalarını
sürdürebilir miydi? O nedenle sorun engelleri aşabilmektir. Engelin ne zaman,
kimin kapısını çalacağı bilinmediği içindir ki herkes kendisinin de bir
potansiyel engelli olabileceğini unutmamalı.
Bunu gözden ırak
tutmadan sorunları çözecek yöntemleri geliştirilip yaşama geçirilmeli. Gönül
ister ki; herkesin ruh ve bedenen sağlıklı yerinde olsun, yaşam boyu sağlıklı
kalsın. Olanaklı mı? Düşünmek gerek….
CHRİSTY BROWN: 5 Haziran 1932’de “Serebral Palsi” li olarak, Dublin’de doğmuş. Uzun
süre hareket ve konuşma yetenekleri olmadan yaşamış. Doktorlar zihinsel olarak
özürlü olduğunu düşünmüş ve ısrarla onu bir bakım evinde tutulması gerektiğini
savunmuşlar. Ancak ailesi evde kardeşleriyle birlikte yaşaması konusunda ısrar
etmiş. Christy, annesinde aldığı büyük destekle, tam olarak kontrol edebildiği
tek uzvunu (sol ayağını) kullanarak yazma ve çizim yapmayı öğrenmiş. Resim
eğitimi alamamışsa da, kilise okuluna devam etmiş. Edebiyat konusundaki
yeteneğini ünlü yazar Dr. Robert Collis keşfetmiş. Kendisine yardımcı olmuş. “Sol Ayağım” adlı eserinin basımını
sağlamış. Eseri on dört dile çevrilmiş. Hayatı boyunca yardıma gereksinim
duymasına rağmen İrlanda’nın tanınmış yazarları arasına girmesini engellemedi.
Kırk dokuz yaşında hayatını kaybeden Brown, birçok eser bıraktı.
Sol Ayağım kitabından alıntı: “Bütün mücadelem boyunca, diğer insanlarla
iletişim kurma olayında konuşmak her zaman en büyük engelim olmuştur. Sakatlığımın
bana fazla acı veren yanını oluşturmuştur.”
Daha nicelerini sıralayabiliriz. Metin
Şentürk, Helen Keller, Kani Karaca, Ray Charles, Lokman Ayva, Eşref Armağan,
Gültekin Yazgan….
Engellilerin
yaşamını anlatmayalım, anlamaya çalışalım. Onların yaşadıkları; mücadeleleri,
kırgınlıkları, isyanları, iyimserlikleri, karamsarlıkları, ruhsal çöküntüleri
kısacası iç dünyalarındaki dört mevsimi bilmeden acıyarak bakmak ne denli büyük
bir haksızlık. Hem de farkında olmadan yaptığımız bizce masumane, onlara göre
acı… Ne mi yapabiliriz? Birlikte güç doğar sözünden yola çıkılırsa kıraç
topraklarda çiçekli bahçeler yaratabiliriz. Sevgi; engelleri aşan güç olsun.
Engelleriyle sevelim. Yaşam kimseye garanti belgesi vermez. 19 Ağustos 2022
Cengiz Köse
GÜLÜŞLERİM KALDI REHİN
Yine
de gülümseyebiliriz değil mi
ya
da bıyık yapabiliriz
büyümeyen
hayallerimize
bir
küçük gülücük çizebilir miyiz
Nasıl
da kahramandım
sonsuzluğu
bağlarken
bir
topacın ipine
Nasılsa
benden yanaydı zaman
kum
saatlerini kırarken kahkahalarla
annem
yeraltına çekilmemiş
evdeyken
babam ırmak uzakken
Sıcaktı
her şey yumuşacıktı
gülümsemeler
doluşurdu gözlerime
bahar
ve dolunay yakın dururdu
masallar
vardı anlatılan kahramanıydım
Bir
köpeğin sadakatine ihanet ettim
ummazdı
bunu benden ama miskindim
istemedim
çünkü ırmakta yıkanmayı
çünkü
gürültüsünü sevmedim
çünkü
sağırlar ister körler sever duymayı
Kırdığım
kum saatlerinin çölündeyim şimdi
çorak
toprak yağmursuz iklim
dokunduğum
her yer ateş
Öptüklerim
leş
Herkes
mi büyüktü benden
evrenin
seksek boyutunda
gülüşlerim
kaldı rehin
Nermin
Akkan
HALİT
FAHRİ OZANSOY
‘Şair’ dediğin; dürüst, cesur, cömert, özgün ve özgürdür. Kalemini
küçük hesaplar uğruna büyük makamlara mala yapmayan ayrıksı bir kimliktir.
NA
Yaşamını, eğitimini, kişiliğini ve eserlerini incelemek bir
sanatçıyı tanımanın en önemli yoludur; onunla çok yakın ilişki içerisinde
bulunmamış birlikte yol yürümemişseniz.
Tarihin ele gelen tüm dönemlerinde yaşamış sanatçılar, bu yolla
bugüne dek taşınmış ve bir şekilde yaşatılmıştır.
Sanatçıyı bu yolla ölümsüzleştirmenin sanatçıya öldükten sonra bir
katkısı var mıdır bilinmez. Ancak çeşitli çalışmalarla güne taşımanın, öne
çıkarmanın kime ne yararı olduğu üzerinde biraz düşünmek gerekiyor. Bu düşünme
eylemiyledir ki sanatçının kimleri, nasıl ve ne şekilde etkilediğini öğrenir,
bu bilinçle tanıma tanıtma çabamızı ihtiyaçtan ziyade zorunluluk noktasına
taşırız.
Bu konuda anlaşma sağlandığına göre eserlerinden giderek
araştırmacı, tiyatrocu, gazeteci, eğitimci, öykü yazarı, romancı, şair diye isimlendirebileceğimiz
Halit Fahri Ozansoy'u tanıyalım ve bu tanıma sonunda kıymetli şairimizden
kendimize katabileceklerimizle zenginleştirelim edebi kimliğimizi.
1891 yılında İstanbul’da doğan Halit Fahri Ozansoy; tıp, tarih,
tiyatro ve şiir olarak basılı pek çok eseri bulunan Mehmed Fahri Paşa ile Zehra
Hanım’ın oğludur. Küçük yaşta annesini kaybeden şair, Halit olan adına
babasının ikinci adı olan Fahri’yi ekleyerek Halit Fahri olarak değiştirmiş,
soyadı kanunuyla birlikte de atalarının ozan/kam olarak genetik yatkınlığı
olduğu inancıyla ‘Ozansoy’ soyadını almıştır.
Şair Ziya Gökalp'in teyzesinin torunu ve Süleyman Nazif'in yeğeni
olan Halit Fahri Ozansoy, şiir ve yazı yazma yetisini ve zevkini ailesinden
almıştır.
Şiire aruzla başlayan Halit Fahri Ozansoy'un, bu dönem eserlerinde
Fecr-i Ati etkisinin görülme nedeni olarak Ahmet Haşim ve Celal Sahir ile
ilişkileri gösterilir. Tevfik Fikret’in okul müdürü olması, onu yakından
tanıyarak ona hayran olması, edebiyata olan ilgisini artırmış ve iyiden iyiye
geliştirmiştir. İlk yazısı, Fâcia-i Beşerden Bir Levha başlığıyla Mart 1910
tarihli Tirâje, ilk şiiri Mâzideki Aşk İçin Sana, 1912’de Rübâb dergilerinde
yayımlanmıştır.
İtiraf adlı tiyatrosunu da yayımladığı Rübab, ilk kalem
tartışmalarına katıldığı dergidir.
Her ne kadar şiire aruzla başlamış olsa da Halit Fahri Ozansoy,
Aruza Veda şiiriyle bu şiir ölçüsünü bırakmış hece ölçüsüne ve sade Türkçe'ye
yönelerek Yeni Mecmua çevresinde toplanıp Beş Hececiler olarak ad alan gruba
dahil olmuştur. (Halit Fahri Ozansoy. Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Enis
Behiç Koryürek ve Faruk Nafiz Çamlıbel)
ARUZA
VEDA
İlk hasretiyle gençliğimin ilk
elemleri
Ey paslı tellerinde gülen, ağlayan
aruz
Ey eski dost yâd edelim eski demleri
Madem ki son sadânı dağıtmış,
yorulmuşuz!
Anlat alevli bir çölün üstünde ansızın
Billur sesinle hıçkırarak doğduğun
günü.
Binbir diyarda binbir ilahi güzel
kızın
Anlat nasıl terennümün inletti
gönlünü.
Neydin gönülde, şimdi ne oldun zavallı
sen
Hıçkır benim de bari bu son gizli
nâlemi.
Timsalin âsumanda ziyalarla işlenen
Bir pembe gül mü, yoksa bir altın
piyale mi?
Akşam gruba karşı tüten bir buhurdanın
Hüznüyle şahit olma nihayet zevaline.
İran yoluyla - Zühre tâcın, nağme
kervanın -
Şâhane geldiğin gibi şâhane git yine.
Biz şimdi başka bir yeni âhenge
bağlıyız:
Âşık sazıyla geldi erenler bu meclise
Yalnız bugün senin gibi ölgün
sadâlıyız
Zira bu saz da parçalanır gülmek
istese.
İncitmeden rübabını insafsız ellerin
Zalim temaslarıyla zamanın sitemleri
Ah ayrılırken, inleyerek paslı
tellerin
Ey eski dost, yâd edelim eski demleri…
Halit Fahri Ozansoy, bu grubun en iyi şairi, en ünlüsü olmamakla
birlikte edebiyata bağlılığı açısından grubun diğer üyelerinden daha çok emek
vermiş ve daha çok eser kazandırmıştır.
Her ne kadar aruzu bıraktığını söylese de aruzu tamamıyla
bırakmamış, Cumhuriyetin ilk yıllarında kaleme aldığı bazı şiirlerinde yine
aruzu kullanmıştır.
Gülistanlar Harabeler (1922) isimli kitabında yer alan şiirlerin
çoğunu aruzla yazmıştır.
1931’de yayımladığı Balkonda Saatler adlı kitabıyla heceye tam
anlamıyla yönelmiş heceye yeni bir ruh kazandırma gayreti içine girmiştir.
Zaman zaman da serbest şiiri denemiştir.
Yaşamı boyunca kalemini çıkarını ön plana alarak hiçbir dostunu
arkadaşını kalemdaşını incitme, aşağılama, taraflama anlamında kullanmamış bir
edebiyatçıdır. Hiçbir zaman da kendisini ön planda tutmak anlamında özel bir
gayret sarf etmemiştir.
1914’te Darülbeday-i Osmaniye sınavını kazanarak tiyatro bölümüne
kaydolan Halit Fahri Ozansoy, tiyatro ile de yakından ilgilenmeye başlar.
Dârülbedâyi-i Osmânî’yi kurmakla görevlendirilen André Antoine’ın da üyeleri
arasında bulunduğu jüri önünde Abdülhak Hâmid’in Nesteren ve Şahâbeddin
Süleyman’ın Kırık Mahfaza’sından iki sahneyi canlandırır. Jüri tarafından
yapılan değerlendirme sonucu başarılı bulunan Halit Fahri, 14 Temmuz 1914 günü
Dârülbedâyi-i Osmânî’ye kaydolur. Kısa bir öğrencilik döneminden sonra aynı
okulda öğretmen yardımcılığına kadar yükselmiştir. Oyunculuk merakı çevresinde
onay görmediğinden kısa bir süre sonra Darülbedayi’den tamamen ayrılan Halit
Fahri, 1914’te Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’ne bağlı olarak kurulan Millî Türk
Cemiyeti’nin kuruluşunda görev alarak cemiyetin yöneticileri arasına girmiştir.
Aynı yıl Antoine’ın yazmış olduğu bir lâyihayı Fransızcadan Türkçeye
tercüme eder. Hemen bir yıl sonra Baykuş adlı piyesi yayımlanır. Kaleme aldığı
bu piyes, Dârülbedâyi’de oynanan ilk Türk dramı unvanını kazanır. Daha sonra
Dârülbedâyi’den ayrılır.
1915 yılında Talat Paşa’nın daveti ile Çanakkale Cephesini ziyaret
eden şairler arasında yer alan şair izlenimlerini Cenk Duyguları (1917) adıyla
kitaplaştırmıştır.
Yaşamı boyunca bu alanda sistemli bir düzen içinde eser vermeyi
sürdürmüştür. 1916 yılında sınavla öğretmenlik hakkı alarak Muğla Lisesi'ne
edebiyat öğretmeni olarak atanmıştır. Bir yıl Muğla’da, bir yıl da Konya'da
çalıştıktan sonra İstanbul'a dönmüş ve kırk yıl süreyle İstanbul’un çeşitli
okullarda edebiyat öğretmenliği yapmıştır.
Eşinin ölümü üzerine bunalıma girip hastalanmış, ilk dokuz şiir
kitabını ardı ardına yayımlamış, 1936’da yayımladığı Sulara Dalan Gözler’den
sonra şiir kitaplarına yirmi altı yıllık bir ara vermiştir. Eşi için yazdığı
şiirlerini topladığı Hep Onun İçin adlı şiir kitabını 1962’de çıkaran şair
1964’te son şiir kitabı Sonsuz Gecelerin Ötesinde’yi yayımlamıştır.
Vatan Destanı ve Kedim şiirleriyle ilkokul ders kitaplarımızda da
yer almış, ömrünü şiir, tiyatro, deneme, makale, roman vb. edebiyat
çalışmalarıyla (11 şiir kitabı, 8 oyun, 2 roman, 50 kadar çeviri vb.)
doldurmuştur.
VATAN DESTANI
O kadar dolu ki toprağın şanla,
Bir değil, sanki bin vatan gibisin.
Yüce dağlarına çöken dumanla
Göklerde yazılı destan gibisin.
Hep böyle bulutlar içinde başın,
Hilâli kucaklar her vatandaşın.
Geçse de asırlar, tazedir yaşın,
O kadar leventsin, fidan gibisin.
Çiçeksin, bayılır kuşlar kokundan,
Her dalın bir yay ki zümrüt okundan
Müjdeler fısıldar Ergenekon'dan:
Bu sese gönülden hayran gibisin.
Ey bütün cihana bedel Türkeli,
Açtığın cenklerin yoktur evveli.
Tarih bir nehir ki coşkundur seli.
Sen ona nisbetle, umman gibisin.
Bir yandan hep böyle taştın, köpürdün,
Bir yandan cefalı bir ömür sürdün,
Fakat ne derece ezildinse dün.
Şimdi gene tunçtan kalkan gibisin.
Bir insan nihayet kemikle ettir,
Bu et, bu kemiğe can hürriyettir.
En büyük hürriyet Cumhuriyettir,
Demek şimdi sen bir cihan gibisin.
Ey ana toprağı, ey Anadolu,
Açıldı önünde terakki yolu.
Hamdolsun her yanın bereket dolu,
Cennette bir yeşil meydan gibisin.
Yeni bir ay ördün al bayrağına,
Girdin en sonunda irfan bağına,
Medeni hayatın nur ırmağına
Ezelden susamış ceylan gibisin.
KEDİM
henüz bir yaşında;
Uyur hep soba başında.
Hem cesurdur, hem de kurnaz.
Bir tıkırtı duyar duymaz.
Uyanır, aslan kesilir;
Gözleri volkan kesilir.
O geldiği günden beri
Bizim evin fareleri
Damdan, tavandan indiler,
Birer deliğe sindiler.
Koşup yakalıyor hemen
Yuvasından, deliğinden
Çıkanları diri diri.
Artık bunlardan hiç biri
Dolaplarıma girmiyor,
Kitapları kemirmiyor.
Kalıcı ve asıl başarısı Fransızcadan yaptığı Alphonse de
Lamartine’nin roman tercümeleridir. Fransız Ankara büyükelçisi, Fransızca’dan
yaptığı tercümeler ve Fransız kültürüne katkılarından ötürü kendisine 1969 yılı
sonunda Millî Liyakat Nişanı ve şövalye payesi vermiştir. İkinci önemli
çıkışını ise dost canlılığını, vefasını ve içtenliğini sergileyen, “Edebiyatçılar
Geçiyor” ve “Edebiyatçılar Çevremde” adını verdiği anı kitaplarıyla yapmıştır.
Bu kitaplar, ayrımsız ele aldığı ünlülerle ilgili çeşitli anıların
dolu olduğu kutsal bir sandık gibidir. Halit Fahri Ozansoy'un bu anılarla
edebiyat tarihimize katkıları, başka hiç bir yazarda bulamadığımız genişlik ve
zenginliktedir.
O yüreğinin inceliğiyle, tüm dostlarından sevgiyle dolu, uzun uzun
söz eder anılarında. Bu anı kitapları, sadece edebiyatçılar için değil,
sosyoloji gibi toplumsal konulara ağırlık veren alanlar için de vazgeçilmez bir
kaynaktır.
Çok yönlü bir şair olan Halit Fahri Ozansoy, pastoral, lirik ve
sembolik şiirler de yazmıştır.
Şiirlerinde doğa, kadın, vatan, millet, ölüm, aşk gibi birbirinden
farklı konularla birlikte bireysel konular da işlemiş, ölüm temasını hemen her
eserinde işlediği gibi tiyatro eseri olan Baykuş’ta da yoğun bir şekilde
işlemiş ve seçtiği bu konular nedeniyle de “Hüznün melankolik şairi” olarak
anılmıştır. Şiirlerinde egzotik sahnelere, mitoloji ve masal âlemlerine de yer
veren şairimizin tarihe geçecek nitelikte bir şiiri olmamışsa da Servet-i Fünun
dergisini yönettiği yıllarda (1926 - 1942), sonradan birer şöhret olan
yetenekli gençleri, kendine özgü sezgisiyle seçip destekleyerek ve onlara
anılarında da yer vererek edebiyatımızda adını ölümsüzleştirmiştir.
Ömrünün son yıllarını Kızıltoprak’ta geçiren Halit Fahri Ozansoy,
yirmi yıl boyunca yazları Büyükada’daki yazlığında geçirmiştir.
23 Şubat 1971’de İstanbul’da kalp krizinden ölmüş vasiyeti gereği
Türkçe kitapları Beyazıt Devlet Kütüphanesine, Fransızca kitapları Galatasaray
Lisesine verilmiştir.
Yapıtları; İkdam, Alemdar, İleri, Akşam, Hâkimiyet-i Milliye,
Cumhuriyet, Büyük Mecmua, Rübâb, Dergâh, Hayat, Fikir Hareketleri, Millî
Mecmua, Resimli Ay, Dârülbedâyi, Şehir Tiyatrosu, Türk Tiyatrosu, Varlık, Hisar
gibi çok sayıda gazete ve dergide yayımlanmıştır.
Yapıtları:
Şiir: Rüya, Cenk Duyguları, Efsâneler, Zakkum, Bulutlara Yakın,
Gülistanlar Harabeler, Paravan, Balkonda Saatler, Sulara Dalan Gözler, Hep Onun
İçin, Sonsuz Gecelerin Ötesinde.
Tiyatro: Baykuş, İlk Şair, Sönen Kandiller, Nedim, On Yılın
Destanı, Hayalet, Bir Dolaptır Dönüyor, İki Yanda, Ali Baba yahut Kırk
Haramiler, Fatma'nın Dileği, Oyuncaklar, Nesrin’in Üç Elbisesi, Fedâkârlık.
Roman: Sulara Giden Köprü, Âşıklar Yolunun Yolcuları, Yol Geçen
Hanı
Öykü: Erkekler İçinde, Filme Alınan Romanlar, İki Kelime, İnanma:
Sevdiği Benim
Anı: Edebiyatçılar Geçiyor, Dârülbedâyi Devrinin Eski Günlerinde,
Eski İstanbul Ramazanları, Edebiyatçılar Çevremde.
Araştırma-İnceleme: Goethe’nin Aşkları ve Aşk Şiirleri, Yunan
Tiyatrosu: Tragedia, Fransız Edebiyatı ve Edebi Okullar, Yardımcı Bilgilerle
İncelemeli Batı Edebiyatı Örnekleri.
Masal: İlk Şair, Binbir Gece Masalları
Mehmet Kuvvet
DIŞARI ÇIK ÇOCUK
annesi karanlığa
haykıran çocuk
ve bitimsiz yeni
türküler,
bekle kapı eşiğinde
direniş kalbinde
rüzgar
sen gerçeksin, al
kendini ve
dışarı çık çocuk!
tüm çiçekler soldu,
kısıldı ses
birilerine varlığın
yokluk
hovu sönmeden
kalbinin
inançlar
kaybolmadan, eğilmeden
göğsün kabarık,
başın dik
boşa gitmesin yol
dışarı çık çocuk!
tutsaklık
başlamadan zulme
yurdun senin,
kanma, kanama
uyusun bebekler,
gençliği uyandır
dışarı çık çocuk!
haklıyken,
karalar bağlama
sevişmenin en tatlı
yerinde
korkuyu unut körpe
yürekler için.
besleme acıyı,
bırak arkanda
kalsın enkaz.
soldurma maviyi,
tuz basma yarana.
diren ve
dışarı çık çocuk!
mavi atlasa
yakışmaz paslı demirler
…anaların
oğullarıyla doğurgan türküler söyle,
umuda yürü yürekten
başkası gerekmez
dışarı çık çocuk!
kar yağar sana
karışırlar,
yüreksizler,
satılmışlar,
ülkesiz ve
ilkesizler.
bir şehit daha!
bu memleket senin
bakma “dağlar
dağlar” demelerine
sevdiğin dağlar “delik
deşik”
yeşert yüreğini
özgürlüğe ve
dışarı çık çocuk!
Şahizer Senem Telli
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ
“Masallar hep böyle başlar,” dedi annem.
Demek ki bu, değişmez kuralıydı masalların. Anneler doğru söylerdi, inandım.
Bir yetişkin olarak da masal dinlemeyi
hâlâ çok seviyorum. Girişindeki tekerleme sözleri nedenini bilemediğim bir
şekilde rahatsız ediyor. Anlamlandıramadığım bir burukluk, huzursuzluk veriyor
bana.
Nedenini araştırmak istiyorum. Yaşamımı
didiklemeye başlıyorum, Baş edemiyorum. Bırakıyorum, olduğu gibi, olduğu yere.
İşin içinden çıkamıyorum…
Ellili yaşlarıma gelince tekrar
sorgulamam için nedenlerim çoğalıyor. Artık kaçamam bu gerçekten çünkü torunuma
anlatacağım masallarım var.
Sorgulamalıyım rahatsızlığımı, yılların verdiği yaşanmışlıklarla
yaklaşıyorum konuya. Düşünüyorum, bir iç yolculuğuna çıkıyorum…
Beş yaşındayım. Sabahları en erken anneannem
ve ben uyanıp, sofada buluşurduk. Kırışık yüzünde ona çok yakışan bir gülücük
ve kocaman açılmış kollarla kucaklar, sımsıkı. Sarmalamış kolları, içimdeki
güveni büyütür, genişletir, huzur dolarım, dünyanın en korunaklı insanı olurum.
Zayıf bedeninden umulmayacak kadar güçlü kolları her seferinde şaşırtır beni.
Siyah, badem gözlerinin bitiminde, kalın kaşlarıyla buluşur, kaz ayakları.
Ahırın loşluğunda göz çukurlarına kaşlarının gölgesi vururdu, bana çok ilginç
gelen. İnce dudağının üstünde koyu, büyük bir ben vardı. Üzeri kıllarla kaplı,
“Benim bıyıklarım” dediği, ona çok yakıştırırdım. Beyaz, oyalı tülbendinin
çevrelediği oval yüzü yumuşacık hatlarıyla ve açık teniyle çok uyumluydu.
Elleri ve ayakları minyon tipinin aksine büyük sayılırdı. Paylaşmayı ve konuk
ağırlamayı çok severdi
Evin girişindeki ahıra, ineklerin yanına
iner, süt sağardık birlikte ben saman balyalarının üstünde; anneannem ineğin
memelerinde. Sağılırken ilk inen sütün incecik metal sesi, kovadaki seviyesi yükseldikçe yerini köpüğün
fışırtısına bırakırdı. İnceden kalına dönüşen süt sesinin ritmini çok severdim,
beni büyülerdi. Ayaklarımı sallayarak eşlik ederdim bu sese ve ineğin salladığı
kuyruğuna.
“Anneanne, ben de yapmak istiyorum senin
gibi,” diyorum her seferinde, yanıtını bilerek.
“Olmaz Mor Kızım! Büyüyene kadar bekle.
Elin benim kadar büyüyüp, boyun benimki kadar uzayınca,” der, kabullenirim. Çok
seviyorum anneannemi, üzmemek var düşüncelerimde ama ellerimin onunki kadar
büyük olmasını da istemem. “Ellerim büyümeden olmaz mı?” diye sorarım.
“Memelerini küçük ellerle saramazsın, altında kaybolursun ineğin,” diyerek
neşeli bir kahkaha atardı, gülüşürdük birlikte.
Sütler sağılıp, büyük kazanlara süzülür
ama evde hâlâ uyanan kimse olmazdı. Uyanmalarını da istemiyordum içten içe. Yaşanan
anın güzelliklerini ve anneannemi paylaşmak istemiyorum belli ki...
Dedem, fışırdayarak yakardı ahırın
yanındaki mutfak ocağını. Korkarak dinlerdim, onun çıkardığı sesleri çünkü
nefes alamadığını düşünür, kaygılanırdım. Ya dedeme bir şey olursa… Bu mutfak
sadece süt kaynatmak, peynir, çökelek, yoğurt yapmak için kullanılırdı. Odanın
tam ortasında tavandaki ağaçlara urganlarla tutturulmuş deri tulumdan yayık
vardı. Anneannemin yayık yayarken çıkardığı ritmik sesler, çevresinde dönerek
dans etmeme neden olurdu. Onun sevgiyle bakışı yaratıcılığımı arttırır, yeni
figürler uydurma zorunluluğu duyumsatırdı bana.
Dedem, Anneannem ve ben (!), birer
ucundan tutup, ocağın içindeki üçgen sacayağına koyardık kazanı. Süt kaynar,
anneannem ya da dedem savururlar onu kocaman ahşap bir kepçeyle. Mis gibi
kokular yayılır, tüm eve. Zaman zaman üzerinden tahta kaşıkla aldıkları
kaymakları bir sahanın içinde biriktirirlerdi. Ben bu kaymakların kime
ayrıldığını bilerek her defasında sorardım.
“Neden ayırdınız onu?”
Karşılıklı gülmeler, kıkırdamalar,
gıdıklaşmalar ve duyduğum huzur… Dedem bizi yenerdi hep, en çok o gıdıklardı
bizi. Dedem, iri yapısıyla bir güreşçiyi andırırdı. Her sabah özenle taradığı
kır sakalları ve bıyıkları, kolonya kokardı. Elini neye atsa çok iyi yapan, mahir bir insandı. Torunlarının yanında
dikkatli olsa da argolu konuşması, gür sesi vardı. Köylü ona; “Kara Musto”
derdi esmerliği ve gözü karalığından dolayı fakat yumuşacık bir yüreği vardı.
Kaymaklı kahvaltım bitince uyanırlardı
diğer kuzenlerim, teyzem, annem, kardeşim. Onlara yakalanmadan yaptığım her
kahvaltı içimde duyumsadığım kazanılmış bir zaferdi. Anneannem, onların
arkasından bana göstererek, sessiz alkışlardı beni. En büyük ödül!
Ev halkı kahvaltıya hazırlanırken, dedem
beni atın heybesinin bir gözüne yerleştirmiş olurdu. Denge için diğer göze boş
su testileri koyardı. Ben, su testileri ile at sırtında dedem yürüyerek yola
koyulurduk. Su değirmenine geldiğimizde gözlerim, dayımın kızı Tombik Yıldız’ı
arardı. Biz onunla çok iyi anlaşamazdık, ama çok yaratıcı oyunlar oynardık.
Yıldız, beni her hırpaladığında dedemden azar işitirdi. Bu nedenle, o da işini
gizli yapmaya özen gösterirdi.
Öğlen olduğunda yengem ikimizi de
değirmenin önünden alırdı. Biz yemeklerimizi yiyip, sofra başında sızardık. Uyandığımızda
oturma odasının divanında olurduk hep. Kim önce uyanmışsa diğerini uyandırırdı.
Bu değişmezdi.
Bir gün dedem, oynamamız için bir karış
derinliğinde, yarım ay şeklinde ince bir
arık açtı, değirmenin coşkulu akan kocaman su kanalına bağlı. Küçük arığa üst
koldan su giriyor, alt ucundan tekrar büyük kanala bağlanıyordu. İkimiz de
bayıldık bu organizasyona. Yaz sıcağında buz gibi sularla oynamanın keyfini
çıkarıyorduk. Bir gün, kamışlardan değirmen yapmayı öğretmişti, kollar suya
değdikçe dönüyor, bizi keyiflendiriyordu.
Bunun üzerine,“ Sizin kuş gibi cıvıldamanız yok mu? Bana daha çok şeyler
yaptırır” demişti dedem. Başka bir gün, bu kollara uygun çamurdan değirmen evi
yaptık suyun üzerine, altından suların aktığı. Çok ama çok güzel olmuştu eserimiz.
Kendimizle öyle gurur duyduk ki, o gün hiç kavga etmedik. Ohh… Ne büyük bir
mutluluk bu!
Akşam olunca dedem:
“Hadi, Morkız yolcu yoluna yakışır,”
derdi.
Yıldız dedemin ve benim arkamdan ağlardı
hep.
“Ben de geleceğim sizinle,” diye inceden
bir nağme tuttururdu.
Sabah geldiğim heybe gözünü bahçeden
toplanmış taze sebze ve meyveler ile paylaşıyordum. Dedem, Morkız’ını(!)
heybenin bu yanına; heybenin karşı gözüne de buz gibi suyla doldurulmuş toprak
testileri koyardı. Denge kuruluncaya kadar denemeler yapılır ve yola
koyulurduk. “Morkız” takma adını çok seviyordum. O günlere ait her
yaşanmışlığımda mutluluk, güven, huzur var.
Akşamın rehaveti ile işten, tarladan
dönen akraba köylüler ile kısa sohbetler yapılırdı. Tadına doyulmaz bu anların
bitmesini hiç istemezlerdi, hem dede hem de torun.
Annem istisnasız her gün:
“Nerede kaldınız, merak ettim?” derdi.
Her defasında da bunu inandırıcı
bulamazdım. Çünkü evde olduğumda kardeşimle ilgilenmekten beni görmezdi bile.
Anneme kırgındım çünkü kardeşimi benden daha çok seviyordu. Ama anneannem ve
dedem öyle miydi ya? En çok beni seviyorlar, hediyeler alıyorlar, bana zaman
ayırıyorlar, kahvaltı yapıyorlardı.
Sonradan kızlarının işini kolaylaştırmak
için, benimle daha çok meşgul olduklarını öğrendiğimde bile onları sevmekten
vazgeçmedim. Çok ama çok sevdim.
Bu serüven dokuz yaşına kadar devam
etti. Okullar tatil olduğunda köye gitmeye can atıyordum çünkü “Morkız” olmayı
çok seviyordum. Okuma öğrendiğimden bu yana anneanneme ve dedeme kitap ve
gazeteler okuyor, küçük işlerinde yardımcı oluyordum. Onlar da ben de memnunduk
yaşamımızdan.
O yaz sonuna doğru birden bire anneannem
hastalandı. Dayım, teyzem, annem herkes doluştu eve. Kalabalıkta çok şen olurdu
bu ev ama bu defa başkaydı. Herkes telaşlı, üzgün, az ve sessiz konuşur
olmuştu.
Eylül’ün ilk günlerinde bir gece aniden
köyün minibüsü evin önünde durdu. Hayal meyal, rüyayla gerçek arasında anlamsız
bir olay yaşanıyordu. Annem beni uyandırdı.
Hepsi benden küçük olan; “Kuzen ve
kardeşlerine göz kulak ol. Biz akşama döneriz, teyzeni üzmeyin e mi?” dedi ve
gitti.
Aradan bir hafta gibi bir zaman geçmişti
ki babam geldi.
“Okullar açılacak, size alış-veriş
yapmamız gerekecek,” dedi.
“Anneannem gelmeden ben gitmem,” diye
karşı çıktım. “Söz, anneannen geldiğinde izin alıp getireceğim seni,” dedi.
Bizi alıp ilçedeki evimize getirdi.
Yaklaşık bir ay annemsiz günler
geçirdik. Babamın anneliğini çok beğenmiştik. Bize sevdiğimiz yemekleri
yapıyor, sevmediğimiz yemeklerde ısrarcı davranmıyordu. Yaşasın özgürlük!
Bir sonraki yaz tatilinde köyde sadece
bir hafta kaldım. Anneannemsiz, kahvaltısız hiç tadı yoktu köyün. Beni ne
hüzünlü dedem, ne teyzem, ne dayım, ne de kuzenlerim oyalayamadı. Yıldız’la
kavganın bile tadı yoktu.
Hazırlanan kahvaltılar eksiksizdi ama
onu güzelleştirip, özelleştiren; bana özel töreni eksikti. Ne anlamı vardı,
yemenin içmenin?
İlerleyen yaşlarımda kahvaltı öğünlerini
sevemez oldum. Anneannemin gidişini kabullenmemek için. İnsan, yaşamı boyunca
her kahvaltı saatinde hep aynı kişiyi düşünür mü ısrarla? Ben düşündüm.
Anneannem akşam vardı, sabah kalktığımda yoktu. Bir vardı, bir de yoktu…
Kendimle yüzleşinceye kadar ne kahvaltı
yaptım ne de masallardaki “Bir varmış, bir yokmuş” söylemini sevdim.
Öğrencilerime “Kahvaltı yapmadan okula gelmeyin, aklınız midenizde olduğundan
dersleri anlamazsınız,” diye öğütlerken, kahvaltısız oluyordum hep. “Herkese
verir talkımı, kendi yutar salkımı” diyerek içten içe kendimle alay ederdim.
Sonunda bohçam açılmış, içindekileri gün
yüzüne çıkmıştı. Anneannemle vedalaşamamam onun ölümünü kabullenemeyişimmiş
yaşama itirazlarım. Onu mezarında ziyaret edip, dertleştikten sonra içimdeki
düğümler bir bir çözülebildi ancak.
Şimdilerde anneannemi öykünmeye özen
gösteriyorum. Hafta sonu kahvaltılarında, kendi torunlarıma sevgiyi, güveni, huzuru
yansıtacak, törenlerin kurgularını düşünüyorum.
Göztepe 2000
Nilüfer Açılan Yıldız
ANLIK SEYİR
ezberi var
tabiatın
kendi içini
gözetleyen
sanma ki cihetin
altı boş üstü boş
uzanır bir el,
yeşerir yeniden
işte bak, safran
sarısı gözlerden
sehere üflüyor
ahenk
mutlaka gelir
giden
suya söyle
bu devri de
devir
ören yeri hasret
ikindide kırmızı
balkılarda
bekleyecek
bu ahmak kervan
uykulardan
uyansa, ah!
usulca geçip
bir zan
eğrisinden dağlara baksa
koklasa,
kırçiçeklerini görür
gökkuşağı kadar
ömür
bir yanı bulut
içinde
bir yanı anlık
seyir
Fazilet
Özkan Por
ÖZGÜR’ÜN
ÖZGÜRLÜĞÜ
Yavaşça kapanan sokak kapısının sesiyle silkinip, duvardaki saate
baktı. Dalgınlığına gelmiş evin karşısındaki okulun ders bitiş zilini
duymamıştı. Ispanakları ayıklamayı bıraktı… Ellerini yıkarken seslendi.
- Özgür!
Anahtarıyla açıp kedi gibi girmek de neyin nesiydi... İnce bir
zincirin ucundaki anahtarı, boynunda kolye gibi taşımak hoşuna gidiyor,
dışarıdan geldiklerinde becerebileceğini göstermek için hep o açıyordu. Ama
okuldan gelince zili çalar, kapı açılır açılmaz, ışıl ışıl gözleriyle küçük bir
adam sarılırdı boynuna.
- Hoş geldin canım!
Bir kez daha seslendi mutfaktan; boşuna olduğunu bilemeden!
Titizlendiğini bilir, eve gelir gelmez önce ellerini yıkar, sonra
üstünü değiştirirdi. Sessizce girip, görünmeden banyoya değil doğru yatak
odasına gidişi, ters giden bir şeylerin işaretiydi sanki. Ardından gitti.
Yatağın kenarına uzanıvermiş yüz üstü yatıyordu, okul
giysileriyle. Girdiğini duymazdan gelip
kımıldamadı; soru sormasını engellemek, konuşmamak için… Kırgın, küskün, üzgün
olduğu zamanlardaki gibiydi…
- Süt ister misin, dedi; anaç sesiyle… “Yatar yatmaz uyuyamazsın,
uyumadığını biliyorum.” dercesine… Okuldan acıkmış gelir, süt ile bir dilim tereyağlı
ekmek yemeyi severdi; akşam yemeği zamanına dek.
Duvara doğru yanaşıp, başını yastığa iyice gömdü. Bu durumda
konuşamazdı. Konuşmayacaktı...
Duvarlara söylediğine aldırmadan, yüzünü göstermemesinden
ağladığını anlayıp içi yanarken:
- Neyin var, hasta mısın, dedi; suskunluğunu umursamadan.
Yanıt alamayacağını
anlayınca üstelemedi…
Her zaman kapının yanındaki masanın üzerine koyduğu çantası
yerinde değildi. Bakındı… Masanın altına doğru fırlatıvermişti.
“Çocuklar unutkan olur, hele de ilkokul birinci sınıftakiler.”
diyordu öğretmeni.
Fırlatılıp atılan çantayı aldı, açtı. Günlük defterini çıkardı, ev
ödevlerinin de yazılı olduğu en son sayfaya baktı!
Görüşmek istiyor, yarın okula çağırıyordu. Oysa geçen hafta
görüşmüşlerdi.
Hiç bir şey söylemeden, yavaşça çıktı odadan…
İki ay olmuştu okula başlayalı, ama bir türlü uyum sağlayamıyor,
bağ kuramıyordu sınıf arkadaşlarıyla. Öğretmeni bir soru sorarsa derse
katılıyor, sormazsa sessizce oturuyordu. Sınıfındaki çocuklardan ve
oyunlarından uzak duruyor, ders aralarında birlikte oynamak için de bahçeye
çıkmıyordu. Paylaşmaya yanaşmıyordu, silgisini bile… Çocuklarla çocuk olamıyor;
şakalarını anlayamıyor, ağlamaya başlayıveriyordu hemen. Böyle anlatıyordu
öğretmeni...
Yalnızca okulda, sınıf arkadaşlarıyla da sınırlı değildi ki
uyumsuzluğu. Toplumsal alanda yer almaktan da, onun bir parçası olmaktan da
kaçıyor, insanlarla ilişki kuramıyor, sorun yaşıyordu. Ve en önemlisi de
insanlardan korkuyordu... Apartmanın önünde komşu çocuklarla oynamak da
istemiyor; parkta, bakkalda, manavda, pazarda kimseyle konuşmak da… Annesinin
gölgesi gibi el ele dolaşıyorlardı; her yerde.
Sevgisini, ilgisini görmediği, birlikte yaşamadığı, kendisine
örnek alacak babasını tanımadığı için erkeklerden çekiniyor, uzak duruyordu. O
yüzden, kayıt yaptırırken erkek öğretmeni olmasın istemiş; okul müdiresi de
anlayış göstermişti. Güleç yüzlü öğretmeni, çocuklara anne sevecenliğiyle
yaklaşıyordu. Özgür’ün özel durumunu bildiğinden daha çok ilgileniyordu
üstelik. O da ısınmıştı öğretmenine yavaş yavaş.
Ne olduğunu, neler duyabileceğini düşünürken, hüzünle, kavruldu
yüreği… O günlere, o yıllara gidiverdi istemeden…
“Yaşamadım” saymaya çalıştığı, unutmaya çabaladığı, tek
avuntusunun oğlu olduğu o acılı yılların, geçmişinin fısıltıları kulaklarındaydı...
Tüm ağırlığıyla üzerindeydi yine…
Kimsenin yaşamak zorunda bırakılmaması gereken yerdeydi.
Bebeğini de böyle bir yerde dünyaya getirmiş, kendisine özgürlüğü
duyumsattığı için, adını da Özgür koymuştu. Minicik doğan oğlunu, incitmekten
korkarak kucağına aldığı ilk günden bu güne, anneliğinin mutluluğunu doyasıya
yaşayamadığı için çok üzgündü. Öpmeye kıyamadığı biriciğini, burada büyüttüğü
için suçluluk duyuyor, kahroluyordu... Elinde olsaydı! Ah keşke elinde olsaydı
da, yavrusunu; sıcacık yuvalarında büyütebilseydi. “Benim” diyebileceği
evlerinde yaşayabilselerdi!
Ailesi yurtdışında yaşadığı
için, dışarıda çocuğuna bakabilecek bir yakını yoktu yazık ki! O nedenle
birlikteydiler; bu koşullarda bile…
Anlatılamaz güçlüklerle doluydu demir parmaklıklar arkasındaki
yaşam. Üstelik çocukların ne bedensel, ne de zihinsel gelişimine uygun bir
yerdi. O yüzden yaşıtlarına göre gecikmeli olmuştu; yürümesi de konuşması da…
Doyasıya gülmesi bile…
Yürümesi gecikince bir sorun olduğunu düşünmüştü önceleri. Oysa gecesi
gündüzü yatakta ya da kucağında geçmiş, emekleyememişti. Halısız, kilimsiz taş
zeminde emekleyecek yer bulamamıştı ki! Emeklemeden yürüyen çocuklar yok muydu?
Vardı elbet, ama o deneyememişti bile… Sonra da bir gün, ansızın ilk adımını
atıp badi badi yürüdüğünde nasıl da şaşırmış, sevinmiş, koğuştakilerle birlikte alkışlamışlardı.
“Ürkerse yürümez” diye korka korka, çekinik bir alkışla…
Sevinmişti sevinmesine yürüdüğü için ya, buruk bir sevinçti bu.
“Şimdiye dek çoktan konuşması gerekir” diyordu; koğuştaki çocuğunu büyütmüş
anneler. Duyduğu bu sözlere üzüldüğünü kimselere belli etmek istemez, koynunda
uyuttuktan sonra, işitme engelli olduğunu düşünür, ağlardı geceleri “Neden
konuşamıyor ”diye.
Oysa çevresindeki her şeyi
merak etmeye başladığı, öğrenmek için çabaladığı dönemde ses çıkarmasına bile
izin verilmemişti. Koğuştakiler çocuk sesinden hoşlanmıyor, bağırıveriyorlardı
hemen. Susturulmaktan konuşmayı öğrenememişti ki yavrucağızım. Biraz biraz
derdini anlatabilmesi, yürümesiyle aynı zamana rastlamış; üç yaşını bulmuştu.
Sonra da işaretlerle anlaşmak zorunda bırakılmışlardı. Sessiz film oynar
gibiydi konuşmaları. Sözcük dağarcığı da gelişememişti bu yüzden.
Sevgisiz bir ortamda, yaşlısı genciyle, bir şekilde suçlu ya da
suçlanmış, mutsuz, acılı, her an patlamaya, kavga çıkarmaya hazır, öfkeli
kadınlarla birlikte yaşıyorlardı. Hükümlü kadınlardı; kendisi gibi... Koğuşta
konuşulan sözlerin çoğunun anlamını, kendisi bile bilemiyordu. Kaba saba, argo,
küfür dolu, küçük bir çocuğun duymaması, öğrenmemesi gereken sözlerdi...
Çocukların gereksindiği sevgi sözcükleri hiç değildi.
Üç yaşı dolunca, arkadaşı olsun, birlikte oyun oynasınlar istemiş,
kreşi olan bir yere nakil için kaç kez dilekçe vermişti. Ama...
“Hâkim kararıyla, isterse çocuk yuvalarına ya da yetiştirme yurduna
yerleştirilebilir.” denilmişti dilekçesinin birine; yanıt olarak…
Düşünmemişti bile böyle bir şeyi. Babasızdı! Annesiyle birlikte olabilmesi için
de, işlemediği bir suçun cezasını çektiğini, çektirdiğini biliyordu. Ama
yavrusunu, annesinden de yoksun bırakamazdı… Şimdi özgür değillerdi, ama
birlikteydiler... Sevgiyle sarılabiliyorlardı birbirlerine. Ayrılamazlardı…
Sevgisiz bir
dünyadaydılar... Beş yıldır yaşadıkları kalabalık koğuşta yalnızdı yaşamları…
Yaşamlarını da yataklarını da hatta yemeklerini bile paylaşmak zorundaydı ana
oğul.
Ama bir gün… Yeni gelen sevimli bir kız; İnci, iki kişilik
yaşamlarına, tüm sevecenliğiyle girivermişti. Üstelik yaş ayrımına bakmadan
çabucak anlaşmış, can yoldaşı olmuşlardı birbirlerine... Renklenivermişti
dünyaları...
Üniversitelerindeki rektörün görevine ve öğretmenliğine son
verilmesine, tüm haklarının elinden alınmasına tepki olarak yapılan öğrenci
boykotu yüzünden buradaydı. “Boykot suç
değildir demokratik hakkımızdır.”
diyen İnci. Ne suç işlediğini bilemeden, neler olduğunu anlayamadan içeri düşen
bir üniversite öğrencisiydi.
Bungun olmadığı zamanlarını yakaladığında, Özgür’ün en iyi
arkadaşıydı. Ona; dışarıdaki bilmediği yaşamı anlatıyordu. Hiç görmediği
toprağı, çimeni, ağaçları, kuşları, çocuk parkını, kendi köpeği Karam’ı
tanıtmaya çalışıyordu. Masallar anlatıp, resim yaptırıyordu... Birlikte
gülüyor, şarkılar söylüyor, oyunlar oynuyorlardı. Sonu gelmez sorularına
yanıtlar bulduğu İnci; annesinin dışında, sıkılmadan, yorulmadan kendisiyle
ilgilenen, sevgi gösteren ablası olmuştu... Yok yok abla değil, arkadaşı olmuştu. Kısa süreliğine de olsa
güzel bir çocukluk yaşamış, sıcacık dostluk bulmuştu. O, yüzü güzel, yüreği
sevgi dolu, akıllı, inandıkları için savaş vermekten korkmayan yürekli genç
kızın dostluğunu…
Ama bu dostluk kısa sürecek, yakında çıkacaktı İnci… Gideceğine
alıştırmaya çalışmış, onu dışarıda bekleyeceğine, birlikte parkta
oynayacaklarına, kırlarda uçurtma uçuracaklarına söz vermişti. Hem de Karam’la…
Bir sabah uyandığında İnci’sini bulamadı Özgür. Annesiyle aynı
yaşlardaki arkadaşının yokluğuna inanması da onsuz günlere alışması da güç
olmuştu… Arkadaşsız kalmıştı yine…
Kiminle oynayacaktı bundan böyle? Ondan başka çocuk da yoktu ki!
Çocukları tanımamıştı bile! TV’de çocuk görünce heyecanlanıyor, bağırıyordu
hemen... Yaşıtlarıyla birlikte olmak, oyuncaklarla oynamak düş gibiydi!
Ranzanın alt katındaki yatakları oyun yeri, doğum günü armağanı pelüş ayıcık da
tek oyuncağıydı. Pelüş olmayan oyuncak yasaktı çünkü… Ayıcıktan sıkıldığında da
küçücük ayakkabısıyla arabacılık oynuyordu.
Sıkıcıydı yaşam ikisi için de. Dışarıda akıp giden zaman hapiste
duruyor, birbirinin tekrarı, içi boşalmış günlere dönüşüyordu. Kendisiyle
ilgili değil, çocuğu içindi tüm üzüntüsü.
“Kişilik gelişimi için;
mutlu bir ailede, dayanışmayla, sevgi, anlayış, hoşgörü ortamında
yetiştirilmelidir. Sevilmeli, sevmeli, arkadaşlık yapılmalı, güven içinde
olmalıdır. Dört duvar arasında yetişen çocuklar, kim olduğunu, aile içinde
rolünün ne olduğunu bilemiyor.” diyordu zaman zaman görüştükleri kurum
psikoloğu.
Burada yaşarken, rolünü bilebilmesine olanak var mıydı?
Kendi onuru için her şeyi göze almış, bedelini hapishanede
yaşayarak ödüyordu… Yaşama tutunabilmesinin tek nedeni oğluydu. Onun için güçlü
bir anne olmalı, yaşamını kolaylaştırmalıydı.
Güçlüydü! Üstelik buradaki dayanılmaz koşulları değiştirmesine
olanak olmadığını da biliyordu. Dört duvarı daha yaşanılır kılmanın yollarını
öğrenmişti; uçup giden bunca zamandır. Bir yılları kalmıştı şunun şurasında. Kolay
geçmeyecek kocaman yıl olsa da… Geçecekti… Oyun oynayacak yerleri yoktu, ama
resim yapabilir, şarkı söyleyebilirlerdi. Öyle de yapıyorlardı.
Kimsenin duymayacağı kadar sessiz, şarkılar söylüyorlardı
yataklarında.
Mini
mini bir kuş donmuştu,
Pencereme
konmuştu.
Aldım
onu içeriye,
Cik
cik cik cik ötsün diye,
Pır
pır ederken canlandı
Ellerim
bak boş kaldı.
Şarkıyı söylerken; elinde donmuş bir kuş varmış gibi, nefesiyle
ısıtıyor ısıtıyor, sonra da canlanan kuşu gökyüzüne bırakıyordu… Uçan kuşla
birlikte kendisi de özgürlüğe doğru uçuveriyordu.
Kuşun adını “İnci” koymuşlardı. İnci’nin özgürlüğüne
seviniyorlardı. Yataklarında bıkmadan söyledikleri arasında en sevdiği şarkıydı
“ Mini Mini Bir Kuş ”.
-Anne!
Özgür’ün seslenmesiyle, geçmişteki yolculuğu bitmişti.
Evinde, altı yıldır özlemiyle yaşadığı yuvasındaydı. Oğluyla
kurduğu bu yuvada, bugünü yaşamalı, güzel günlerin geleceğine olan umudunu
korumaydı…
Yavrusu iyi olacaktı. Sorunlarını çözebilmek için gereken ne varsa
yılgınlığa düşmeden göğüs gerecekti. Gittikleri çocuk psikiyatristi; “Dışarıyı tanıyabilmesi, doğal bir yaşama
alışabilmesi için zamana gereksinimi var. Her şey düzelecek, merak etmeyin.”
demişti.
Ama… Ya kendisiyle ilgili gizler…
Biraz daha büyüdüğünde babasıyla ilgili gerçeği nasıl anlatabilecekti.
Anlatabilir miydi?
Babasının birçok kez, her çeşit şiddet uyguladığını anlatabilir
miydi? Annesini fuhuşa zorladığını… Sonunda, yine bir şiddet anında; kendisini
korumak uğruna gözünü karartıp babasının kendi silahına sarıldığını… Ancak
öldüremediğini anlatabilecek miydi?
Pişmanlığı mı?
Elinden alınan yitik yıllar için bile değildi… Özgür’dü tek
düşüncesi!
Oğlunun babasız büyümesine yanıyordu yalnızca…
-Özgür! Geliyorum yavrum!.. 18/12/2021
Yaşar Özmen
SAR ANILARI
İÇİMDEKİ ALEVLERE
Bu akşam efkârlıyım arkadaş
Ver şöyle beli inceden bir kadeh
Bir dilim de beyaz peynir
Kavun, kokulu mudur bu mevsimde
İçimdeki sensizlik kadar kıvrımsal
Bide limonla ezilmiş tahin helvası
Modası geçmişlerden bir şarkı eşliğinde
Yaşanmışlıkların koyu telvesi
Sıyrılarak süzülsün tenlere yavaş yavaş.
Koyalım çıkarıp
anıları şu masaya
Eprimiş ne varsa her karesinde
Su değirmeninde öğütelim ince ince
Sar be dostum, anıları anılara
Çığlığı kasırganın hırçın gövdesinde
Alevi, akan bir kadeh nefesinde
Dök şuradan bir çift de mavi göz
İçelim yorgun tebessüm eşliğinde yavaş yavaş.
Anılar işlensin,
anların atlasına
Mehtap sığ, bir de dalgaların şuh sesi
Kime ne masal, destan, ne de bir çift söz
Çıkıp gelse içimden
hıçkırık kümesi
Ser be dostum anıları kucağında düşlere
Düşlere alev, yaralara da bir tutam köz
Bu akşam efkârlıyım arkadaş
Sar anıları içimdeki alevlere yansın yavaş
yavaş.
Suyun kaldırma, yerin çekim gücüne inat
Avucuma alayım çığlık yükünü
Vurabildiğim kadar vurayım şöyle
Turfanda yükümle derinlere yavaş yavaş.
*Bİr Damla Suda Halkalar kitabından… Mart 2013 Narlıdere/İZMİR


Başarılarınız daim olsun.Şiir,bütün karanlıkları aydınlatır.Selam ile.
YanıtlaSilTeşekkürler
SilDerginin hazırlanmasında emeği geçenleri ve içerik yönüyle katkı sunan tüm kalemlere teşekkür ediyorum.Değerli Filiz Kalkışım ÇOLAK'ı 'Dönence' adlı şiirinden dolayı tebrik ediyorum.Şiiri,tıpkı öteki şiirleri gibi oturmuş ,özgün imgelerle doluydu.Biçem yönünden 'Bu şiir Filiz'in demek olası çünkü dizeler arası gerek yapısal bağlamlar ve gerekse duygusal bağlamlar Filiz'i anımsatıyor.Bu şiirinde ise dizelerin çok değişik ilişkilendirmeler içinde ad tümlemeleri kurduğunu gördüm.Okumak bir emektir.Bu önkabulle şiirdeydim.Nicelerine Sevgili KALKIŞIM ÇOLAK. Erdemle.
SilDerginin hazırlanmasında emeği geçenleri ve içerik yönüyle katkı sunan tüm kalemlere teşekkür ediyorum.Değerli Filiz Kalkışım ÇOLAK'ı 'Dönence' adlı şiirinden dolayı tebrik ediyorum.Şiiri,tıpkı öteki şiirleri gibi oturmuş ,özgün imgelerle doluydu.Biçem yönünden 'Bu şiir Filiz'in demek olası çünkü dizeler arası gerek yapısal bağlamlar ve gerekse duygusal bağlamlar Filiz'i anımsatıyor.Bu şiirinde ise dizelerin çok değişik ilişkilendirmeler içinde ad tümlemeleri kurduğunu gördüm.Okumak bir emektir.Bu önkabulle şiirdeydim.Nicelerine Sevgili KALKIŞIM ÇOLAK. Erdemle. NECDET ARSLAN. ŞAİR/YAZAR
YanıtlaSil