28 Haziran 2025 Cumartesi

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Temmuz 2025, Sayı 25

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Temmuz 2025, Sayı 25, Yaşar Özmen


Şiir Sarnıcı (e-dergi), Temmuz 2025, Sayı 25, Yaşar Özmen



























Şiir Sarnıcı (e-dergi), Temmuz 2025, Sayı 25, Yaşar Özmen

YAYINCIDAN

Coğrafyanın ateşe atıldığı bir zamanda, yazın dergisinin giriş yazısında nelerden söz etmek gerekir, kestiremiyorum. Ülkeleri yönetenler, aklını yanına alıp düşünmelidir. Dünyayı ateşe vererek kime ne kazandıracağını iyi hesaplamalılar. Sonuçta insanlık kaybediyor, işkenceyi yine insan çekiyor, yine insan ölüyor. Teknolojik savaşlar sadece insanları değil; aynı zamanda bitki ve diğer canlıların da yok olmasına neden oluyor. Dileyelim ki bunlar, aklını başına alsınlar, insanı ve canlıları rahat bıraksınlar.

Güncel ve gelecek, bizleri kaygılandırıyorsa ister istemez belirli konularda yazma zorunluğu duyarız. Aydınlar, çağdaş değerleri öteleyip metafiziği önceleyen ortamda bu kaygıyı daha fazla duyumsarlar. Süregelen gelecek kaygısını gidermek umuduyla, bir şeyler üretme çabası içindedirler; özgürlüğe uzanan yola güzellik katmak isterler; resim, şiir, heykel, deneme vs. gibi etkinliklerle. Kandinsky, “Sanat, içsel bir zorunluluktur.” der. Bana göre yazmak, özgürlükten değil; özgürlük özleminden doğan içsel bir zorunluluğun sonucudur.

Karanlık dönemlerden geçtik, ağrılı günlerimiz sürekliliğini koruyor. Toplum, her geçen gün biraz daha karanlığa gömülüyor; hatta bunu kendi elleriyle yapılandırıyor. Aydınlık, çağdaş ve özgür dünyanın kurulması ve insanın insanca yaşayabilmesi, bilgiler arası iletişim, eşgüdüm ve yaşama uyarlayabilme yeteneğine bağlıdır. Daha açık söylemek gerekirse insanın, tam insan olmasıyla ilgilidir. Rivayetlerden gerçeği bulduğunu sanan beyinlerin etkin olmadığı bir dünya ne kadar güzel olurdu değil mi?  İnsanı, insan yapan değerler onun bilinç dünyasıdır. Bilgiyle donatmak, bilinci yapılandırmak kolaydır; ne var ki bilinci yöneten başat etken duygudur; sevme duygusudur. Sevmeyi güçlendirmenin yolu, duyguyu işleyen, besleyen ve güçlendiren sanat gibi değerlerden geçer. Bu nedenle, denemelerim sanatı temel alır. Sanatın; bilinçli, bilgiler arası iletişim ve eşgüdümle yapılmasına yönelik çaba harcar. Çalakalem yapılan sanat, günümüz insanının estetik kaygısını bilemekte yetersiz kalmaktadır.

Sanat dediğimiz görüngü; insan, evren ve yaşam arasındaki ilişkiyi yeniden anlamlandırmak; yeni bir değer yaratmak ve bununla estetik değer üretmektir. Yazmak, imgelem kaynaklarının ve imgelem gücünün araçsal sonucudur. Düşlem sınırlarını genişletmek için, sağlıklı, güçlü ve teknik donanıma sahip olmak zorunluluğu vardır. Yazar, sanat bilimi denen disiplinler ile diğer disiplinler arasındaki eşgüdümü sağlıklı kurmalı ve bunları çağdaş bir gözle okuyabilmelidir. Bilgi zenginliğine ve bilginin bilimsel-çağdaş-sanatsal yorumunu yapabilme yetkinliğine ulaşmadan; kalıcı, yeni ve güçlü yapıt ortaya konulamaz. Yazarın amacı, gelecek için yeni şeyler üretmek, kalıcı yapıtlar vermek ve insanı sevgi ile yoğurarak aklı evrimleştirmek olmalıdır.

Çağdaş sanatı diğer sanat dönemlerinden ayıran en önemli özellik, sanat yapıtının gerçek ve duyusal dünyasının devingen olduğunun anlaşılmasıdır. Eser/şiir yayımlanıp okurla iletişime girmesinden sonra, şiirin anlam ve iletilerinin insan algı, anlama ve görme yetisine göre biçimlenebiliyor olduğunun kavranabilmesidir. Çağdaş sanat, duygu ve aklın bütün olanaklarını kullandığı sıra dışı yaratılar dünyasıdır. Sanatı insanın ve insan aklının yaptığını, sanat düzlemine çekilebilecek olguların da zekâ ve akıl ile yapıldığını düşünmeliyiz. Çünkü çağdaş sanat, verilerini sadece yaşamdan ve yaşamsal olgulardan almaz; düşünülebilen, düşlenebilen, kurgulanabilen gerçeklik ve dış gerçeklikten alır.  Somut, soyut, sanal, sayısal, gerçek, gerçek ötesi bilgi ile aklın ve zekânın sınırsız gücü ile şekil alır. Yani sanat yaratıcı akıl işidir; yoğun duygunun tetiklediği aklın sonucudur. Bir anlamda zekânın evrimsel gelişimine göre şekillenir. Bu nedenle sanatın veya şiirin evrimi, akıl ve zekânın evrimiyle eş zamanlıdır. Kısaca söylemek gerekirse sanat; anlamsal, coşumsal ve estetik değeri geleceğin bilgi birikimi, kültür varlıkları ve insanın algı biçimine göre devinim halindedir. 

Mutlu ve esenlikli günlerde okumak, okunmak dileğiyle…

Uğur Olgar
NİSAN UÇURTMALARI

 
Uçurtmalar
en çok nisan rüzgârında nazlanır
ardından çocuk gülüşleri
gelecek kaç bahara yetecek kadar
döller yalnız çiçekleri
ve tozlanır hava
birden erguvan kırmızı
 
Böcekleri çatırdatan ılık su
akmaya başlar tenimin nehirlerinde
kaç şehir yıkanır akşamdan kalma
kimlerin başından aşağı kaynar kan
bocalanır dallar durduğunda tomurcuğa
 
Bir de sulara sessiz geçmesini söylemiştik
öte zamanlar arasından,
demek ondan durgun akar Don
öfkeli Karadeniz'e
Mihail’in kalemlerinin arasında
 
Uçurtmalar
nisan rüzgârında kuşlara öykünür en çok
kuşlar ise telgraf tellerinden geçen
kahpe zaman sözlerine
 
Kuşların ipi yoktur oysa
kurşunlamadan kimse indiremez onları...
 
Yağmur, ıslatmaz tetik çeken parmakları…

 

Zeynel Güney
SELAM MARTILAR

 

Bugün dokunmayın
Sütten ak güzel martılar
Yok sayın beni
Her şeyi boş verin
Göz ardı etmeyin sevgiyi
 
Derler ya daha sabahın körü
Henüz çıt yok bu sahilde
Mor bulut gibi doludur kafan
Ha yağdı ha yağacak
Bu iş delice biraz
Belki oynatmak aklı
Zor olanıdır bence
İki kalbi bir dilden konuşturmak
 
Hâlâ bomboş sahil
Ne bir araba gürültüsü
Ne vapurun hoplatan düdüğü
Şimdi birazdan gün doğar
Biri gelir biri gider vapurların
Martılar kumrular
Sayılmaz olurlar gökte
Arabalar tadını kaçırır hayatın yolların
Süslü kızlar güzel kadınlar
Geçer gözünün önünden
Hepsinde işe yetişmenin telaşı
 
Bir bakarsın yanında bitmiş
Hani dedim ya beklenen
Ne vapur düdüğü kalır aklında
Ne martılar Ne arabalar
Ne de hayatın çekilmezliği 


Meryem Güneş Berberoğlu
KADIN VE ŞİİR

 Oysa “Kadına” Çok Yakışıyordu “Şiir”

“Hesiodos! Şiirini yeniden yaz ve Pandora’yı kurtar.”

Bu, mitolojik bir temenniden öte, Kadın ve Şiir ile ilgili yüzyıllardır süregelen ve bir bakıma Edebiyattaki Pandoracılığın, şiirden silinmesi yönünde lirik bir çağrıdır…

Şiir dediğimizde ilk akla gelen şairlerin erkek oluşu ve yeri geldiğinde “Şair, Şaire” ifadesi diye ayrıştırılan yaklaşımlar bile bu konudaki ayrımcılığı destekliyor sanki…

Pandora ve Şiirin Bir Araya Gelişi

Öyle ki Antik Yunan döneminde yaşamış Hesiodos’un, “İşler ve Günler” kitabında yer verdiği epik şiirinde Pandora Miti ile ortaya koyduğu Kadın portresine, MS. Orta Çağ Avrupası’nda da aynı düzeyde tanık olmamız ve sonraki çağlarda dâhi değişmeyen bu algının şiire sirayeti söz konusudur.

Kadın ile ilgili temelini, İlk Çağ mitlerinden ve Politeisttik din felsefesinden alan bu mesnetsiz yaklaşım, sonraki Roma Dönemi ve Orta Çağ Avrupası’nda da “Kadın” sosyal kimlik statüsünde “Pandora” simgesinin taşıdığı tüm imgelerle hemen hemen her alanda yerini alıyor. Daha doğrusu destansı figürlerin ve çok tanrılı din anlayışının   ete kemiğe bürünmüş halini kadının hakiki sosyal kimliğinde açıkça görmeye başlıyoruz. Daha da ötesi mantıksal çerçeveden uzak bir eşleştirme ile Hristiyan Teolik hükümranları kadını, Orta Çağ Avrupası’nda  “günah sembolü” ilan ederek,  değersizleştirmeye devam ediyor…

Ne acı ki Pandora’nın dayandığı temel yapı, şiirsel bir dille yazılmış ve şairliğin ilk izlenimleri kabul edilen Hesiodos’un lirik söylemlerinde karşımıza çıkıyor.

Bir başka deyişle âdeta daha en baştan “Kadın” şiirden şiirle nakavt ediliyor.

Pandora Mitinin sirayetini şiirde ve toplumsal yapının her alanında görüyor oluşumuzun sonuçlarını; her fırsatta, sadece ve sadece yerleşik düzene geçen insanda, avcılık ve toplayıcılık anlayışı ile “fiziksel güç ön plândadır” mitsel yaklaşımı ile açıklayarak geçiştirmek, benim için son derece yetersiz bir açıklamadır.

Mitsel yaklaşım, diyorum; çünkü bu tez doğru olmuş olsaydı yerleşik hayata geçen tüm toplumlarda aynı durum ortaya çıkmış olurdu.

Eski Türklerde Pandora Yaklaşımı Var mıydı?

Sorunun cevabı net ve bilindik bir şekilde hayır olmasına rağmen bu durumu bile mitsel bir hamasetten kurtaramamış olmak da üzerinde ısrarla durulması gereken bir durumdur. Türk toplumundaki kadının sosyal oluşumunda, modern kesime göre kırsal kesimin atalarımıza sadakatle bağlılık gösteren geleneksel duruşu ayrıca övgüye değerdir.

Toplumun en sağlam halkası diye nitelendirdiğim kırsal kesimde, kadının konumlanış biçimi Eski Türklerde olduğu biçimiyle aynen muhafaza edilmiştir. Bu durumun doğruluğu ve geçerliliği noktasında ortaya atabileceğim en sağlam veri ise Anadolu’da hâlâ etkisini sürdüren ‘Hanımağa’ ifadesinde yerini bulan kadın duruşudur. Bu duruş, çoğu yönlerden eski Türk destanlarında baş kahraman olan kadın karakterler ile eşleşir. Buna en iyi örnek Bamsı Beyrek hikayesidir.

Öyle ki Türk destanlarında, destan kahramanlarının eş seçerken ‘Hatun’un iyi at binen, iyi kılıç kuşanan özelliklerde olmasını istemeleri bugün Anadolu’da farklı simgelerle kendini gösterir. Bunlar, Anadolu kadınının cesur yanlarının kırsal kesim yaşam koşullarında ortaya çıkardığı her türlü kadınsı; ama Türk kadını imajı ile var olan sosyal rolleridir. Korkut Ata destanındaki Bamsı Beyrek hikâyesinin kadın kahramanı Banu Çiçek Katun ile Modern Türk hikâye ve romanlarındaki Anadolu esintili Hanımağa karakterinin çok çok benzerlik göstermesi bu duruma iyi bir örnektir. Yani fiziksel güç farklılığı kadın için tolere edilebilir bir durumdur. Anadolu’da tarlasını ekip biçen ve hatta bunun tüm gereksinimlerini bizzat yerine getiren de kadındır. Ve çoğunlukla da en güzel halk türkülerini ve kendince yazdığı ağıtlarını ninnilerini, manilerini, deyişlerini ve halk hikayelerini de bu esnada söylemiştir.

Aslında Türklerde kadın, şiirin içinde bizzat nesne değil; özne olarak yer almıştır.

Özellikle Halk Edebiyatı kültüründe yetişen ozanların esas beslenme kaynakları, daha çocukluk yıllarında kendi annelerinden dinledikleri ve Türk Edebiyatının da omurgasını oluşturan ninniler, maniler, halk hikayeleri ve halk türküleridir. Kadının Türk toplumunda olması gerektiği gibi bir sosyal kimlik kazandığı ve şiir ile ilgili de ortaya atılabilecek olumsuz bir veriye rastlanmadığı aşikârdır.

Şiir konusunda ve diğer alanlarda   ortaya çıkan Pandora etkisinin, Türk toplumunun öz benliğinde yer almadığı gerçeği  ise Arap seyyahı İbn-i Batut’un eserinde kendi ifadesiyle yer verdiği şu sözlerle kanıtlanabilir:

“Burada tuhaf bir hâle şahit oldum; o da Türklerin kadınlara gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi, erkeklerden daha üstündür.”

İbn-i Batut’un  Türklerin kadına gösterdiği saygıyı tuhaf bir hâl olarak nitelendirmesi, sanıyorum ki kendi toplumunu özellikle de İslamiyet öncesi Arap toplumunu (cahiliye devri gerçekleriyle) iyi  tanıyor  oluşundandır.

Bu durum Seyyah’ın bu sözlerini daha da önemli kılar. Ve Orta Çağ’ın en çok ülke gezen seyyahı oluşundan  diğer toplumları da analiz etme fırsatı bulması yönüyle de İbn-i Batut’un  bu tespiti, Türk Kadınının sosyal statüsünü, oldukça önemli bir yere taşır. Bütün bu örnekler, “Yerleşik Hayata Geçen İnsan fiziksel güç gerekliliği ile kadını arka plana itti ” tezini çürütmektedir. Öyle olsaydı tüm toplumlarda yerleşik düzene geçişin ardından; kadın için aynı değersizleştirme tezahür ederdi. Çünkü insan, toplumsal olarak farklı özellikler ile farklı coğrafyalarda bir yerleşik düzen kurmuş olsa da neticede yaradılış özellikleri bakımından insan vasıfları farklılık göstermez. Bu onların seçimleri ile şekillenen bir durumdur. Yani Orta Çağ Avrupası’nda kadına giydirilen Pandora simgesi, tercihen ortaya çıkmış bir durumdur. Bu tercih, daha ziyade güç dengeleri kaygısı noktasında Hristiyanlık inancına yapılan müdahaleler ile ilgilidir.

Orta Çağ Avrupası’nda, feodal sistem içinde erki kaybetmek istemeyen kralların, tercih noktasında Hristiyanlık inancını, kendi potalarında, kendi hırs ve egolarında şekillendirerek topluma dayatmış oldukları gerçeği bu konunun özünü belirlemektedir. Hristiyanlık inancına  yapılan müdahale sırasında, ellerinde olan tek veri Mit olduğu için dinsel algoritmalarda yanlış bir mantık kemiğinde oluşan yapaylaşmış din, topluma dayatılmıştır. Sonraki dönemlerde de bu yanlış mitsel yapılanma gerçeği göz ardı edilerek Hristiyan toplumunda gerçek din anlayışından uzaklaşmış bir tezahürde; kadına biçilen mitsel temelli yakıştırmalar, efsanevi bir kimliğe bürünerek, geleneksel bir çığırtkanlıkla sadece Hristiyan toplumlarda değil; tüm toplumlarda, şiir  ve diğer tüm alanlara sirayet etmiştir. Daha da ötesi, yapaylaştırılan Hristiyan inancı tezahürünün, diğer toplumlara mitsel bir mantıkta sıçrayışı ile Pandora kimliği, evrensel bir nitelik kazanmıştır.

Toplumları yüzyıllardır etkileyen kalıplaşmış mitsel hikayeler ile Kadın, günümüzde bile hemen hemen her alanda  gerçek dışı  Mitsel algının bir sorunu olarak algılanıyorsa, bu durum, daha çok sosyolojik  bir bakış açısı ile değerlendirilmesi gereken bir konudur. Yani tek başına edebiyatın ve şiirin kadın konusundaki ayrımcılığı ortadan kaldırması mümkün görünmemektedir.

Aslında ‘Kadın ve Toplumsal Rolü’ bu anlamda ana başlıktır.

Ancak bu konunun şiire sirayeti durumunda; şiir seven ve kadın şairliği (cinsiyet ayrımı gütmeden) şiir için çok mühim sayan biri olarak göz görüp gönlüm katlanmamaktadır.

Öyle ki şairliğin, cinsiyet ayrımı gerektiren bir yetenek olduğunu kabullenmek, kadına ve üstelik şiire yapılmış en büyük haksızlıktır. Çünkü eski şairlik geleneği ve günümüz dahil kadın, şiirin nesnesi konumuna yukarıda saydığım toplumlar arası Pandoracılık miti ile itilmiştir. Yani bizzat şiir yazan değil; şiir yazılan olarak algılanmış ve bu sirayetik durum, günümüze kadar öylece gelmiştir.

Burada özellikle vurgulamak isterim ki bu konuyu ele alma yaklaşımım, kadının şiirde erkek söylemleri içinde nesne konumunda oluşuna itiraz niteliğinde değildir. Ya da “kadın şair” ifadesini güçlü kılmak asla değildir. Çünkü benim nazarımda bu, tasvip etmediğim bir aşırı feminizm kaygısı olur. Çünkü benin sanat anlayış biçimimde kadın ve erkek bir bütündür. Kadını ve erkeği ayrı ayrı ikonlaştırmak en az pandoraclılık kadar zarar verir toplumsal yapıya. Arzu ettiğim şey, şiirde feminist bir bakış açısı değil, evrensel nitelikte kadının şiirde olması gerektiği gibi; yani önüne kadın sıfatı yerleştirilmeden sadece şairlik geleneği içinde şiir ve şairlik gücü ile değerlendirmeye tabi tutulmasıdır. Sorun daha ziyade şiir ve kadın ile ilgili oluşan yanlış bir düzlemin varlığıdır.

Kadın şair ifadesinden duyduğum rahatsızlık kadın şoför, kadın öğretmen ile aynı ölçüdedir.

Demem o ki toplumsal tüm alanlarda ortaya  çıkan bu pandoracılık ne ise şiirde baş gösteren pandoarcılık birebir aynıdır. Yani bakış açısı meselesidir. Beklenilen veya en azından benim çabam, şiirde kadın ve erkek ayrımından ziyade kadını ve erkeği olması gerektiği gibi kadın ve erkeğin doğuştan getirdiği insanî vasıfları ile şiire yansımalarını görebilmektir.

Pandora’nın Türk Şiirine Sirayeti

Dünyada bilinen ilk şair Sümerlerde ortaya çıkan Enheduanna’ydı  oysa!  (MÖ 2300)

Sadece Türk şiirinde değil; Dünya Edebiyatında da kadın şair sayısı oldukça az. Pandora’nın yaratıcısı ve aynı zamanda bir şair olan Hesiodos, aynı kitabında  insanlığa “Kötülükten uzak dur adaleti çağır” diye seslenmekteydi  oysa…

Bu çağrıyı, kitabında her ne kadar hükümranlık anlayışı niteliğinde görüyorsak da aynı çağın bu bilinçteki insanından Pandora mantığını hem de şiir ile dillendirmesini,   kadın ve şiir için oldukça hüzünlü buluyorum…

Türk toplumunun kadını diğer milletlere göre toplum içerisinde daha saygın bir şekilde konumlandırdığından bahsetmiştim. Ancak şiirde isimsiz anılan halk ozanlığı mantığının ötesinde ses getirici bir varlık gösterememiştir. Yani Osmanlı’nın öncesinde de Türk  kadını halk edebiyatına kaynaklık eden yaratıcılığını, isimsel ve ulusal anlamda gösterememiştir. Özellikle Anadolu’da  var olan ağıt kültürü çoğunlukla isimsiz halk şairleri olan kadınların egemenliğindedir. Ve modern Türk şiirinin de çoğunlukla beslendiği ürünler, halk edebiyatı ozanlık geleneğinin ürünleridir.

Aslında kadın, Türk şiirinin bu anlamda da yaratıcısı konumundadır. 

Divan Şiiri ve Kadın

Osmanlı’da Divan Edebiyatı geleneğinin ortaya çıkışı ve varlığını Tanzimata kadar ağırlıklı sürdürdüğü asırlar içerisinde  kadın, şiirde varlığını az da olsa gösterir. Ancak  bu durum erkek egemen divan şairleri gibi söylemenin ötesine geçemez. Yani yukarıda belirttiğim mitsel temelli Pandora, toplumlararası sirayetini maalesef ki Türk şiirine çoktan ulaştırmıştır. Aslında zaman zaman ortaya atılan İslamiyet ile birlikte kadın arka plana itilmiştir. Söylemlerinin ne denli tutarsız olduğu da ortadadır.

Çünkü, Türker’in İslamiyeti  kabul etmeleri fetihten çok çok eski asırlarda gerçekleşmiştir. Ve  Fetih döneminden önce  kadını arka plana atma izlenimlerine rastlanmaz. Bu durum daha ziyade Osmanlı’nın Bizans’tan devraldığı İstanbul’un ister istemez Orta Çağ mantığında şekillenmiş Hristiyan kültürü izleri ile dolu olması ile açıklanabilir. Bu da İslami bir etkiden çok aynı coğrafyada imparatorluk kurmuş iki toplumun kültürler arası etkileşiminin varlığına işaret eder. Yani başlarda söylediğim mitsel sirayetin, toplum üzerinde dine göre daha kuvvetli oluşunun da düşündürücü bir göstergesidir. Özellikle fetihten sonraki saray geleneğinde görülen kadın imajı bu durumu desteklemektedir. Saray kadını, fetihten sonra  Fars ve Hristiyan Orta Çağ mantığı içinde toplumsal bir role bürünmeye başlar. Bu şekillenme, Anadolu kadını ile tamamen zıt kutuplarda seyreder. Yani saraya nazaran Anadolu kadını, aslında bir bakıma daha geleneksel bir yapıda varlığını sürdürmüştür. Ve Halk Edebiyatına kaynaklık eden kendi varyantlarını sessiz sedasız söylemeye devam etmiştir. Arap ve Fars kültürü etkileri taşıyan Divan edebiyatında ise Kadın, geri plana itilir.

Bu anlamda Prof. Dr. Serhan Alkan İspirli Hoca’nın ortaya koyduğu fikirler oldukça kıymetlidir:

“Çünkü divan şairliğinin yolu, aşıklık rol ve hüviyetini kabullenmektir. İfade edilecek aşk, beşerî ise kadın bu vadide eserler vermekten peşinen saf dışı kalacaktır. (Prof. Dr. Serhan Alkan İspirli-Kadın Divan Şairleri  ve Geleneğin Uzantısı )

Hoca, kitabında bunun nedenlerini açıklarken şöyle devam eder:

“Çünkü kadın, her devirde şiirin öznesi değil nesnesi konumundadır. Bu durumlarda şairlik geleneği, kadın değil erkek söylemleri tarzında varlığını muhafaza eder. Hatta ortaya çıkan kadın Divan şairlerinin çoğu, kendini bu söylemin dışında tutamaz. Çünkü kadınsı bir söyleyiş tarzı onun toplumsal rolüne aykırı kabul edilir. Bu duruma en iyi örnek İlk kadın Divan Şairimiz Zeynep Hanım’dır. Eşinin rızası olmadığı için söylemlerinde kadınsı bir tavır takınamaz ve şiir yazmada sorun yaşar. Ancak bir Divan şairi yüreklice ortaya çıkıp ilk defa kadınsı bir söylemi özgün kılar. Bu Divan şairi o kadar ki şiir aşkından dolayı bütün izdivaç tekliflerini reddederek; günümüzde dahi tam bir varlık gösteremeyen  bu söylemin (kadınsı şiir söylemenin) temellerini atar. Bu kadın şair, Divan şairi Mihri Hatun’dur. Çağdaşı Zeynep Hanım, eşinin rızasını alamadığı için şiir söyleminde özgün bir tavır yakalayamazken Mihri Hatun bütün tabuları yıkar.

 Benim üzerimdeki ışık yok oluyor
Gölge ışığa yaklaşıyor
Ve kum fırtınası gibi onu kaplayacak
Benim tatlı sesim bozuldu
Ey Sin! Göğün kralı!
Bana ne yaptı
 
Bu Luganane?”
Belki de Gülten Akın haklıydı:
Çok bekledik
Çağın en karmaşık yerinde durduk
Biri bizi yazsın,
Kendimiz değilse kim yazacak
Sustukça köreldi
Kaba günü yonttuğumuz ince bıçak.”
 
Çok  çok şiir yazmak dileğimle…Kadınca, kadınsı… 


F . Kadri Gül
YORGUN DENİZ


Yorgun bir deniz gibisin
bir martı gölgesinin
esrikliğinde çırpınan
Soluğunun oynaştığı
ayak izlerine bel bağlasan da
belleğin soğudu sularda
sesini duyan mı olur.

 

Musa Öz
GÜCENMİŞ BİR SÖZ ALDIM YANIMA

 
Gücenmiş bir söz aldım yanıma, bir aşk, bir ev resmi
 
Harf bulamayınca hafifliğini bağışladın, çıplaklığını
Benim hatıralarım coğrafyanda senin, kederli bir gezinti
Sözcük takacağım kulaklarına, boynuna bir dize
 
Dün gece hamile bıraktığım evin avlusu ve bir tümce
 
Aşk ki kadersizdir, acı bir poyrazda bir ot öbeği
 
Perçem mi kâkül mü, ya da gümüş gerdanlığın ışıltısı mı
Bekâret kolyesini kızların, elinde tutan bir büyücü
 
Her çağın kahramanı o yürekli kadındır, arzularımı paylaşan
 
Bir halk dansı desen, sevgiyi ve çıplaklığı imlesen
 
Bereketli bir ova sutyen altlarında ve zorba ayı tuzakları
 
Yaldızlı memelerin çiy damlasıyla mayalansa bir ‘ah’da
Senin iyi niyetinle, şefkatinle yıkasam yüzümü elimi
Çıkış noktalarına gelsem, hoş kokulu yol kavşaklarına
 
Aşk ki kadersizdir, acı bir poyrazda bir ot öbeği
 
Şimdi tüm olasılıklar göğüslerinin sivrisinden dönse
Arzu böceği uçup uçup gitse öpücük devinimiyle birlikte
 
Ömrünce olasıdır diz çökmek, morca kaynak önünde
 
Gücenmiş bir söz aldım yanıma, bir aşk, bir ev resmi
 
Her çağın kahramanı o yürekli kadınlar, paylaşan arzularımı
O göçük, ölümü imleyen o gök gürültüsü, aşk gecesi
 
Aşk ki kadersizdir, acı bir poyrazda bir ot öbeği
 
Bir zorba gizem ekleriz seninle kırların beklentisine

 

Nurkan Gökdemir
FANİ DÜŞ DAMLALARI

 
bir bilsek!..
 
ne çok derin
gizil katmanlı
düş ötesi ve içrek
bir bilmece âlem’iz
 
ilkbaharca terkibimiz
sonsuz dirim servetimiz
 
ezeli aslı tüm var’ı nasıl sırlı
öteyanıtlı bin bilinmezli özler’iz
 
o uzamsız çılgın derya boylarında
yaşam kıyılarında umuyla çırpınan
fani düş damlaları cümlesi belki de!
 
hep Aşk’a ve Bengi’ye özlemle akan…

 

Fazilet ÖZKAN POR
GENCO ERKAL

 
TİYATRONUN KOCA DEVİ, YILMAZ DEVRİMCİSİ, HOŞÇA KAL!
“Hoşça kalın
dostlarım benim
hoşça kalın!
Sizi canımda canımın içinde, kavgamı kafamda götürüyorum.
Hoşça kalın
dostlarım benim
hoşça kalın!
Resimdeki kuşlar gibi
dizilip üstüne kumsalın,
mendil sallamayın bana istemez…
Gene görüşürüz dostlarım benim, gene görüşürüz
Birlikte güneşe güler, birlikte dövüşürüz
A dostlar Kavga dostu iş arkadaşı
A yoldaşlar!
Tek hecesiz elveda!
 

Kendi sesiyle yaptığı paylaşımında Nâzım’dan okuduğu bu dizelerle veda etti bizlere büyük usta oyuncu. Sahnede, oyundaki bir karakteri canlandırıyor, onu yaşatıyormuşçasına bir veda konuşmasıyla… Sonsuzluğa yolculuğunun duyarlılığıyla söylediği sözlerle ayrıldı sahneden. Ve kısa bir süre sonra da dünyamızdan... Sonsuzluğa doğru yürüdüüüü gitti!

Bizleri canının içinde götüren sanatın dev adamı Genco ERKAL kimdir? Neler sığdırmış bu 86 yılına? Anımsayalım mı?

İstanbul’da doğar, 28 Mart 1938’de.

İlkokulu Galatasaray Lisesi’nde, ortaöğrenimini Robert Koleji’nde, yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde tamamlar.

Küçük yaşlarda gönül verdiği tiyatroyla kolej yıllarında da yüksek öğrenim yıllarında da yoğun biçimde ilgilenir… Nefes aldığı, yaşam sevinci bulduğu dünya tiyatrodur.

Oysa tiyatro yapmasını onaylamaz ailesi kesin olarak. O nedenle psikoloji eğitimi alır. Alır ama tiyatrosuz yaşayamayacağını bilir. Tiyatroda en iyilerden olacağına da inanır. Öyleyse inancı doğrultusunda ilerleyecek, yaşamını tiyatroyla şekillendirecektir.

Sonunda; dönemin önde gelen amatör tiyatrolarından biri olarak anılacak Genç Oyuncular topluluğunun kurucuları arasında yer alır. (1957)

Çabaları boşuna değildir genç oyuncunun. Amatör olarak oynadığı rolleriyle tiyatro dünyasının ünlü rejisör ve oyuncularının dikkatini çeker. Muhsin Ertuğrul’un önerisiyle profesyonel olarak oyunculuğa başlar.

İlk oyunu Muhsin Ertuğrul, Yıldız ve Müşfik Kenter’in sahneye koyduğu Çöl Faresi’dir.

Kenter Tiyatrosu’ndan sonra profesyonel oyunculuk yaşamını Gülriz Sururi- Engin Cezzar Tiyatrosu ve sonra da askerlik nedeniyle bulunduğu Ankara’da Ankara Sanat Tiyatrosu’nda sürdürür. 

Askerliğinin ardından İstanbul’a döner. Arena Tiyatrosu’nda sahnelenen Jaroslav Hasek‘in başyapıtı Aslan Asker Şvayk oyununda başrolü canlandırır. Oyundaki başarısıyla, dönemin tek tiyatro ödülü olan İlhan İskender Armağanı’nı alır. (1963)

Haldun Taner’in yazdığı, Türk tiyatrosunda bir dönüm noktası sayılan ilk yerli ve müzikli oyun Keşanlı Ali Destanı’nda hem rejisör hem oyuncudur. İzmarit Nuri ve Politikacı rolleriyle belleklerden silinmeyecek bir oyunculuk sergiler. Ve bu oyun; Elhamra Tiyatrosu’nda aylarca kapalı gişe oynar. 1964

Türkiye’de sahnelenen ilk tek kişilik oyun olma özelliğine sahip Gogol’un, Bir Delinin Hatıra Defteri’nde oynar.  Güçlü oyunuyla toplumu eleştirirken düşündüren, eğlendiren, duygulandıran bu yapıtı ölümsüzleştirir. Oyunculuğu da Sanat Severler Derneği tarafından En İyi Erkek Oyuncu ödülüyle onurlandırılır. 1965

Ülkede siyasi gerilimin, işçi hareketlerinin, öğrenci olaylarının tırmanışta olduğu yıllarda, Mehmet Akan, Şevket Altuğ, Ferit Erkal, Arif Erkin ve Nurten Tunç ile birlikte devrimci bir tiyatro topluluğu olan Dostlar Tiyatrosu’nu kurar. 1969

“Gerçek uygarlık, edebiyat ve sanattan doğar. Tarih, tiyatrosuz yükselmiş bir ulus gösteremez.” diyen ustası Muhsin Ertuğrul’un büyük düşü Bölge Tiyatroları’nı yaşama geçirmektir amaçları. Anadolu kentlerinden birinde bölge tiyatrosu oluşturmak; Adana’ya yerleşmek… Ancak ne para ne oyunlarını sahneleyebilecekleri yer bulabilir ne de bölge tiyatrosu düşlerini yaşama geçirebilirler. Aydının, emekçinin, öğrencinin dostu olarak, etik ve estetik değerlerden ödün vermeyecek oyunlar oynamak üzere İstanbul’da karar kılarlar.        

Selçuk Metin’in yönettiği belgeselde; sanatçının sahne aldığı tüm tiyatrolardaki çekimlerle geçmişe bir yolculuğa çıkılıyor. Muammer Karaca Tiyatrosu, Arena Tiyatrosu, Küçük Sahne, Elhamra Tiyatrosu, Ses Tiyatrosu, Kenter Tiyatrosu ve de Dostlar Tiyatrosu yaşamı belgelerle anlatılıyor. “Genco: Tiyatroya Adanmış Bir Yaşam” adlı bu belgeselde, Dostlar Tiyatrosu’nun kuruluş amacını şu sözlerle açıklıyor:

“Tiyatronun toplum içinde bir görevi, bir amacı, bir sorumluluğu olduğu bilincine vardım. Özellikle bizim gibi Aydınlanma Devrimini tamamlamamış toplumlarda tiyatro yön gösteren sanatsal bir ışık olmalıydı.”

Tiyatrosuyla; yön gösteren bir aydın, sanatsal ışık olmanın sorumluluğuyla, yaşamımıza direnme gücü verecektir. Kuracakları tiyatroda sahneleyecekleri oyunların seçimi de bu doğrultuda olmalıdır. Kararlıdır:

Eşitlikçi, özgürlükçü, barışçı, demokrasinin, insan haklarının, emeğin, insan onurunun yüceliğini savunan;

Haksızlıklara baş kaldıran, eleştiren, sorgulayan, tepki gösteren;

Baskıya, sömürüye karşı duran;

Direnci çoğaltan, umudu yeşerten oyunların, korkusuz duruşlu bir tiyatrosu olacaklardır.

 Ha Me Ka Ha Ha Pe; Dostlar Tiyatrosu’nun ilk oyunudur. 1969

İlk oyunlarını, Durdurun Dünyayı İnecek Var izler.1970

Rosenbergler Ölmemeli oyununda; ABD’nin egemen güçlerince işlenmiş yüz kızartan suçlarından birini dile getirir yazar Alain Decaux. McCarthy döneminde sürdürülen insan avı kurbanlarından iki onurlu insanın elektrikli sandalyede noktalanan yaşanmışlıklarının anlatıldığı bir oyundur. Genco Erkal ve Ayla Algan’ın belleklere kazınan yorumlarıyla çıkış yaptığı bu oyun Dostlar’ın unutulmazları arasındaki yerini alır. En İyi Yönetmen olarak da İlhan İskender Armağanı’nı. 1970

Demokrasimizin kesintiye uğradığı 12 Mart döneminde baskı görür. Ama hiçbir şey yıldıramaz onu oyunlarıyla halka ışık olmaktan, aydınlatmaktan.

Ve bu dönemin oyunları:

Havana Duruşması adlı belgesel oyun, Soruşturma, Aslan Asker Şvayk, Şili’de Av, Asiye Nasıl Kurtulur, Kafkas Tebeşir Dairesi, Analık Davası vb... 1971

Aziz Nesin’in, toplumcu duyarlılığıyla kaleme aldığı, yaşadığımız toplumun çelişkilerini vurguladığı öykü, masal, şiir ve taşlamalarından örneklerin sahneye uyarlandığı oyundur Azizname. Günümüzde de Türk klasik oyunları arasında gösterebileceğimiz, görsel ve işitsel sahnelemesiyle de çarpıcı olan bu oyun, müzikli çağdaş ortaoyunu-meddah-kabare gösterisidir. Dostlar Tiyatrosu’nun da unutulmazlarındandır. 1973

Abdülcanbaz; Turhan Selçuk’un yıllarca gazetede yayımlanan ünlü çizgi romanının sahneye uyarlanmasıdır. İyi insan-çıkarcı insan tiplemelerindeki çelişkilerin canlandırıldığı müzikli oyun, Dostlar Tiyatrosu’nun en tutulan, unutulmaz oyunlarından biridir. 1973

Alpagut Olayı oyunuyla; 1969’da Çorum-Alpagut kömür ocaklarında çalışan işçilerin direnişini anlatır yazar Haşmet Zeybek. Bu oyun Dostlar Tiyatrosu’nun ilk yerli belgesel oyunudur. 1974

Kerem Gibi oyunu ise; Nâzım Hikmet’in dünyasına açılan yalın bir şiir-tiyatro denemesidir. Nâzım’ı sesiyle, ruhuyla, ateşli yüreğiyle günümüze taşır bu tek kişilik oyunda Genco Erkal. Ozanın; memleketi, memleketinin insanına olan sevgisi, yaşamaya-ölüme dair söylediklerini usta yorumcu duyarlılığı ile yaşattığı müzikli bir dinletidir. Ve yıllarca Dostların en beğenilen yapıtları arasında yer alır. 1974

Sabotaj Oyunu; Macit Koper’in 12 Mart döneminde yaşanan, Atatürk Kültür Merkezi yangınının da aralarında olduğu sabotaj davalarından yola çıkılarak yazdığı bir oyundur. Türkiye’nin yaşadığı tarihsel süreçte, toplumsal gerçekleri gözler önüne sermek adına üretilen bu oyun, ilginç sahne düzenlemesiyle de çok ilgi toplar. Uzun süre sahnelenir. 1975

Dostlar’ın en başarılı, en ses getiren yapıtlarından biri de John Steinbeck’in yazdığı Bitmeyen Kavga’dır. Genco Erkal’ın uyarladığı, yönettiği ve rol aldığı oyunda; emekçi kesimin, egemen güçlerin sömürüsüne karşı bilinçlenmesi, örgütlenmesi anlatılmaktadır. Türk sahneleri için özgün- çağdaş bir oyundur. 1976

Türkiye’de yaşanılan 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri; gözetimlerin, tutuklamaların, yargılamaların arttığı, kişisel özgürlüklerin kısıtlandığı, yasaklamaların getirildiği dönemlerdir. Sanat, hele de devrimci sanat yapmak çok güçtür bu süreçte.

O dönemlerde yaşadıkları güçlükleri, Özlem Özdemir ile yaptığı söyleşide şu sözlerle dile getirir Genco Erkal:

“Yargılandık, oyunlarımız yasaklandı, turne yolları tamamen kapandı. Sansür yaşadık. Ama her dönemde söylemek istediklerimizi, belki dolambaçlı, daha ılımlı bir biçimde ama mutlaka söyledik…”

Hapis yatmaz, ama sekiz yıl pasaportu elinden alınır. Burs aldığı halde “sakıncalı” olduğu için yurtdışına da çıkamaz. Ve çağrı almasına karşın yurtdışında oynayamaz.

Bu engellemelerin tek nedeni vardır; “politik tiyatro” yapmak!

Aynı söyleşide, politik tiyatronun amacını da şöyle açıklıyor usta oyuncu:

“Politik tiyatronun amacı; birikim yaratmak! Seyircinin seyrettikleri içine oturacak ve ‘ben bunu nasıl değiştirebilirim’ diye düşünecek, dert edecek. Haksızlıkları, eşitsizlikleri koyuyoruz ortaya. Devrimci sanatın amacı birikime ve değişime yönelik olmalı…”

Politik tiyatronun toplumsal yararına inanır ve ödün vermeden seçer oyunlarını. Toplumun itici gücü olur. İnsan onuru, insan haklarına çağrıdır oyunları. Çağdaş, evrensel değerlere erişilmesine katkı sağlamak için çabalar özel Dostlar Tiyatrosu ile. 

 Simge Çerkezoğlu ile yaptığı bir söyleşide; neden özel tiyatro dışında çalışmadığını şu sözlerle açıklar Genco Erkal:

“Hiçbir zaman ne Şehir Tiyatrosu ne de Devlet Tiyatrosu düşünmedim. Ben sanatı bağımsız olarak yapmak istedim, memur olarak değil. Çünkü politik tiyatro yapıyorduk. Tiyatro ve sanat bir mücadeledir. Kurulu düzene bir başkaldırıdır.”

Başkaldırısı ise sanatın gücüne inanarak; yüreğini, elini, ülkenin sorunlarının altına koymaktır. Cumhuriyet değerlerinin, demokrasinin, hukukun üstünlüğünün yok sayılmasına, aydınların tutuklanmasına, emeğin sömürülmesine, eğitimin dinselleştirilmesine, ülkenin tarikatların ellerine teslim edilmesine oyunlarıyla başkaldırıdır.

Atatürk Devrimlerinin yılmaz savunucusudur. Ülkesine, yaşadığı topluma, ilkeli duruşuyla, ödün vermeden sahip çıkar. Her koşulda tiyatro yaparak aydınlatmak için korkusuzca çaba gösterir. “Neden bu çaba? Bitmeyen bir borcu ödercesine!” diye soranlara zarif kişiliğiyle verdiği yanıtı yol göstericidir, unutulmaz bir derstir:

“Aklım, fikrim, vicdanım, dünya görüşüm, bağımsızlık, özgürlük, barış tutkum, laikliğe, insan haklarına, kadın-erkek eşitliğine inancım, insan emeğini en yüce değer kabul edişim, sanatın gücüne yürekten bağlılığım, hepsini ve daha fazlasını Cumhuriyete ve Mustafa Kemal ATATÜRK’e borçluyum.”

Borcunu ödemesinin en iyi yolu da hangi koşulda olursa olsun tiyatro yapmaktır: “Atacağımız adımlar küçük bile olsa sonucun aydınlık bir yerde olacağını düşünüyorum” diyerek.

Genco Erkal; birçok yazarın yapıtını çevirir, uyarlar, yönetir ve oynar. Ama onun için yeri bir başkadır Nâzım ve Brecht’in. Aklıyla, yüreğiyle bir gibidirler.

“Sanat, dünyayı yansıtan bir ayna değil, dünyanın onunla şekillendirildiği bir çekiçtir.” Bertolt Brecht

Brecht Kabare; Genco Erkal’ın Brecht’in şiir ve oyunlarından derlediği iki kişilik müzikli gösteridir. Zeliha Berksoy ve Genco Erkal’ın olağanüstü oyunculuklarıyla Dostlar’ın en başarılı oyunlarından biri olur. Başarıları da Sanat Sevenler Derneği tarafından ödüllendirilir. 1979

Veeee Dostlar Tiyatrosu salonsuzluk, ekonomik sorunlar nedeniyle kapanır.1980

Tiyatro kapanır ama perde inmez. Prodüksiyon tiyatrosu olarak oyunlar sahnelemeyi sürdürür. Sahneden inmez yaşamı boyunca!..

Yalınayak Sokrates; Maxwel Anderson’un yazdığı oyun ile izleyiciye bu kez Sokrates tanıtılır. “Ben söylemedim dersem düşüncelerimin insanlar için hiçbir önemi kalmaz. Beni idam edin.” diyerek; düşünce özgürlüğünü, inandığı doğruları ödünsüz savunması uğruna canını veren Yunan filozofu Sokrates... Genco’nun unutulmaz yorumuyla çok tutulur ve Dostlar’ın unutulmaz oyunlarından biri olarak belleklere kazınır. Ve Avni Dilligil Tiyatro Ödülü ile Sanat Kurumu Ödülü alır En İyi Erkek Oyuncu dalında. 1986

Brecht’in toplumcu-eleştirel dünya görüşünün bir ürünü olan Bay Puntila ve Uşağı Matti; Dostlar Tiyatrosu’nun yine en unutulmaz oyunlarından biri olur. 1987

1993-1998 yılları arasında, Paris’te ve Avignon Festivali’nde Fransızca oynar. Fransız yapımları arasında; Nâzım Hikmet’in tiyatroya uyarlanan yapıtı, Kültür Bakanlığı’nın, Genco Erkal’ı En İyi Erkek Oyuncu Ödülü ile onurlandırdığı Sevdalı Bulut da vardır.

Sivas’93; Genco Erkal’ın yazıp yönettiği belgesel oyunlardandır. Sönmeyen ateş Madımak’ta yaşanan, 37 kişinin ölümüyle sonuçlanan şiddet olaylarının unutulmaması, aksine sorgulanması gerektiği belgelerle anlatılır. Yürekleri dağlar okuduğu şiirler. Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Oyuncu Ödülleri kapsamında Yılın En İyi Yapımının Yönetmeni olarak da ödüllendirilir. 2008

Yaşamaya Dair; Nâzım’ın ölümünün 50. Yıldönümü anısına, onun şiirlerini uyarlayıp yönettiği müzikli bir oyundur. Nâzım’ın Bursa Cezaevi yaşamı, eşi Piraye Hanım’a olan tutkulu aşkı ve sürgündeki vatan hasretini anlatır; şiir ve müzikle. 2013

Nâzım Oratoryosu; Nâzım’ın memleket aşkı, yaşam öyküsü, sanatsallığının müzikle anlatıldığı bu oratoryoyu Fazıl Say besteler. “Kerem Gibi”, “Memleket Üzre”, “Vatan Haini”, “Yaşamaya Dair” vb. şiirleri anlatıcı tarafından okunur. Şiir-klasik müzik sarmalındaki bu yapıt ve Genco Erkal izleyiciyi derinden etkiler. Büyük ilgi görür. 2016

Güneşin Sofrasında-Nazım ile Brecht; Genco Erkal’ın uyarladığı, yönettiği ve oyuncu olduğu bu oyun, iki büyük ozanı bir araya getirir. Dünyadaki baskı, zulüm, adalet, savaş, barış, vatan hasretinin tartışıldığı ve daha adil bir dünyanın özleminin dile getirildiği keyifli bir müzikal. 2016   

İmparator; Ryszard Kapuscınskı’nin yazdığı oyunda Etiyopya İmparatoru Haile Selasiye’nin 44 yıl süren saltanatı ve sonu anlatılır. Tüm diktatöre göndermelerin yapıldığı oyunun; çevirmeni, yönetmeni, dramaturgu, oyuncusudur Genco Erkal. Dostlar Tiyatrosu’nun unutulmayacak, belleklerden silinmeyecek oyunlarından biridir. 2023

Bu kadar mı? Değil elbette! Daha niceleri…

Galileo Galilei, Fay Hattı, Aymazoğlu ve Kundakçılar, Nereye Gidiyoruz, Nafile Dünya, Ezenler Ezilenler Başkaldıranlar, Zilli Zarife, İkili Oyun vb. Türk tiyatrosunun unutulmazları arasında yer alan oyunlarıdır.

Genco Erkal tiyatrocu olmakla birlikte unutulmaz filmlere de imza atan bir oyuncudur.

At, (982); Faize Hücum (1983) filmleri ile “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Antalya Film Festivali’nde Altın Portakal; Hakkâri’de Bir Mevsim (1983) filmiyle de Berlin Film Festivali Gümüş Ayı Ödülü alır.   

 Sanat yaşamı; “Güneşin Sofrasında-Genco Erkal’ın Dostlar Tiyatrosu Serüveni” adıyla Ayşegül Yüksel tarafından kitaplaştırılır.

Usta, yaptıklarını ne güzel özetliyor kendi sesiyle:

“İşte böyle geçti şu yeryüzünde bana tanınmış olan süre…”

“İşim insanları mutlu etmek, onlara ümit aşılamak. Bir de insanlar tiyatroya geldiklerinde düşünmenin, eleştirmenin, sorgulamanın tadını alsınlar. Yalnız olmadıklarını, birlikte daha güçlü olduğumuzu görsünler.”

“Hayata teşekkür ediyorum, bana bütün verdikleri için.”

Benim bitimsiz teşekkürüm de sizin için ustam!

Aydınlatan oyuncu kimliğinizle;

İlkeli durduğunuz, insanı insan yapan değerleri erdem saydığınız için;

 İnsanı, toplumu iyiye, güzele, doğruya götürecek tiyatro yaptığınız için,

Ölümü şiirle karşılayacak denli yürekliliğinizle örnek olduğunuz için...  

Saçtığınız ışıkla aydınlanmanın, birçok oyununuzu nefes almadan izlemenin, aynı havayı solumanın mutlu gururuyla, onuruyla güle güle büyük ustam.

Tiyatronun dev adamı alkışlarım size…

Uğurlar olsun!...

 21/08/2024

 

Nurbanu Kablan
ESKİ OTEL ODASI

 
eski bir otel odası kalbim taşrada
solmuş çiçekli perdesiyle açılmış penceresi
gün eksilmiş, gece çarpanlara ayrılmış
siyah beyaz fotoğrafı   aşkın
şarap rengi duvara asılmış
 
saat durmuş  hüznü çeyrek geçe, gece yarısı
kurumuş gözyaşlarının yastıkta hikayesi
düğümleniyor sözcükler yağmur firarda
Ay’ın yarım çöreğine dadanıyor
aç kalmış dize  işçileri meydanda
 
akıyor kanı geceye, kurban edilmiş güneşin
boynunun damarlarında atıyor heceleri şiirin
yarım kalan sözlerini yıldızlar tamamlıyor
göğün tenha sokağında  yürüyüşlerine  çıkarak
ve eski bir otel odasına göz kırparak…
                                       10 Ekim 2019

 

Nilüfer Uçar
ANADOLU’NUN DİLE GELEN ÖYKÜLERİ    

                                                                                        

Zeynel Güney’in öykülerini dergilerde okusam da kitap bütünlüğünde yeni okudum. Farklı konu başlıklarıyla işlenen öyküleri art arda okumanın yarattığı bütünlük başka bir tat ve haz.

Kitabın kapak görseli, arka kapak yazısı okuyucuyu cezbeden ilk aşamadır. Bunlar kitabın aynası gibidir. Böyle bakıldığında üç kitabın kapak görseli bu kriterlere uygun olduğu görülür. Öz yaşam öyküsel bir dille anlatılır. Malatya Hekimhan-Davulku Köyü-Yunuslu Mezrasında doğar. Çocukluğu köyde geçse de ortaokul çağlarında İzmir’e yerleşirler. Edebiyata ilgisi o yıllarda şiirle başlasa da öyküyle devam eder.

Cemil Kavukçu; “Dilde sıkıntı var ve imgesel, şiire yaslanan, süslü cümlelerle, sözcüklerle edebiyat yapıldığını düşünen bir kesim var. Bu bence kolay olan. Eğer yalın yazmayı seçerlerse, yani zor olanı, daha başarılı olurlar.” Zeynel Güney, bu öneriyi dikkate alarak öykülerini kaleme alır sanki. Öyküleri yalın bir dil, abartıdan arınık, imgelere boğmadan, yaşamdan kesitler alarak doğal akışı içinde yazar.

Öykülerini anlatmaz, okurunu olayların içine alır. Köy yaşantısını bildiğinde olmalı ki köy konulu öyküler çoğunluktadır. Yaşamı iyi gözlemleyen yazar çevresinde gelişen olayları kalemin sihirli gücü ve direnciyle yazıya aktarır.

Teknolojinin inanılmaz bir hızla yaşamımıza girmesi, modernleşmenin yarattığı yeni yaşam şekli, köy okullarının kapatılması, köylerden kentlere göç yoğunluğu gibi faktörler; kadim kültürümüz dediğimiz gelenek ve görenekler; günlük yaşam ritüellerini erozyona uğrattığının farkında olunmuyor. İşte Zeynel Güney, unutulsun istemediği köy yaşantısındaki önemli değerleri öykülerine taşıyarak kayıt altına alır. Bir bakıma geçmişin hafızasını geleceğe taşıma misyonu üstlenmektedir. Her öykü yaşamın bir kesitidir.

Düğün, cenaze merasimi, harman zamanı, bağ-bahçe işleri, koç katımı için yapılan şenlikler, dayanışma duygusu, yaşamsal sıkıntılar, insani ilişkiler gibi Anadolu kokan değerlerimizi doğal halleriyle öykülerinin içine alır. Köy halkı neyi nasıl konuşuyorsa tıpkıbasım yansıtır.

Şiddet, kavga ve çekişmeden ziyade yardımlaşmayı, dayanışmayı, hoşgörüyü öne çıkarmayı önemser. 

Coğrafya yazarın kaderi midir, sorusu sıkça sorulur. Yazarın coğrafyası, anayurdu, beslendiği damar; yetiştiği ortam, çocukluğu, geçmişidir. Yazar bu yaşanmışlıklardan kendini soyutlayamaz. Doğrudan olmasa da dolaylı olarak alır yerini anlatının içinde. Bu unsurlar Zeynel Güney’in yazılarının omurgasını oluşturur. Ailesi, komşuları, köylüsü, esnafı, öğretmeni, arkadaşları onu yalnız bırakmaz. Yazar, ele alacağı konuya hazırlanırken olayın geçtiği ortamı gözlemleyip iyi analiz etmesi anlatıda başarıyı getirir. Gözleme dayanan anlatımlar gerçeğe daha yakın olduğu gibi kurgulamayı sağlam zemine taşır. Bunlar başarılı bir anlatımın gözesini oluşturur. Zeynel Güney’in öykülerini okurken; sağlam kurgusu, doğal betimlemeleri ve kahramanların karakterlerini oluşumunda bunları görebiliriz.

Rasim Özdenören, öykü türünün kısa ve yoğun bir anlatıma sahip olması gerektiğini düşünür. “Yazının kısa olanını seviyorum. Lafı dolandırmadan anlatabilenini. Ne kadar kısaysa hedefine isabeti o kadar fazla olur, diye düşünüyorum.” der. Kitaplarda yer alan öykülerin neden sonuç bağlamında tutarlı oluşu kısa ve net yazılmasından kaynaklı diyebiliriz.

Anlatılarda duygu akışı çokça yer edinse de yazarın bilinç çözülmeleri anlatının katmanlarında görmek olası. Çevreyi algılama, olayları analiz etme gibi benzeri bileşenler bütüncül bir anlatımla öykülerine aktarır Zeynel Güney.

Üç kitaptan elli bir öyküyü art arda okunduğunda Fakir Baykurt’un romanlarından bölümler alıntılanmış algısı oluşur. Doğal betimlemeler öykü örgüsüne sadelik ve gerçeklilik katar.

Yöreye ait birçok sözcük zaman aşımına karşı dirense de unutulan, günlük yaşamda yer edinemeyenleri koruma altına alırcasına anlatımların içine alır. Bunlardan birkaçı; yellenmek (hızlanmak), davar sağımı, cibelmek (şımarmak), pöçük (kıyı, kenar), gözleri dolukmak, örken (urgan), kalıç (orak), ellik (ekin dermek için ele takılan deriden alet), vıllım koparmak (kavga etmek), meril (düz çatı), ibecek (kura çekmek), ahmın (hayvan gübresi) ve daha nicesi. Bu sözlerin çoğu dipnot olarak yazılmış.

Bütünleştiğim öykülerden birkaçına dokunmak isterim.

“Sevgi Anne” kitabından on yedi çok güzel öykü anlatılır. İlk öykü “Sevgi Anne”. Yaşamın zor koşullarında çocuklarını yetiştirmeye çalışırken görevini aksatmadan yapan bir öğretmen annedir. Zaman içinde bilişsel sorunlar yaşamaya başlar. Günlük aktivitelerini yerine getirmekten zorlanır. Günbegün basit unutkanlıklara yenilerinin eklenmesi ve hastalığın ilerleyişi adım adım anlatılır. Hastalık ilerledikçe çocuklarını tanıyamaz duruma gelir. Bu içler acısı bir sondur. “Bir gün kapıyı hızlıca açıp salona daldım. ‘Anacığım nasılsın?’ diye sordum. Annem ‘Sen de kimsin?’ diye sordu bana. Annemin her geçen gün gözleri küçülüyor, yanakları içine göçüyor ve bütün vücudu milim milim eriyordu. Bir sabah “Baban yaşıyor mu?” diye sordu. O güzel beynin nasıl işlevsiz kaldığını kızın anlatımıyla okuyoruz.

“Kurbağa Yutan Çocuk” öyküsünde; kurbağa yuttuğunu sanan çocuğun psikolojik sorunu basit bir yöntemle çözülüşünü görürüz.

“Ateş Kümeleri”nde, köylülerin eşkıyalara karşı kendilerini korumak için geliştirdikleri taktiği başlatmak için verilen işaretle, tepe ve dağlık bölgede ateşler yakılır. Eşkıyalar bu duruma şaşar. İlk defa karşılaştıkları böyle bir durumdan korkup kaçarlar. Eşkıyalardan kurtulan köylüler rahat nefes alır.

“Bunun Adı Taş” öyküde bir öğretmenin Türkçe bilmeye bir köye atanması ve orada yaşadıkları ele alınır. Öğretmen atandığı köye gidişi, ev bulması, olmayan okulda eğitim verebilmenin zorlukları, mahrumiyet koşulları ve diğer yokluklar.  Çözüm yollarını bulması yaşamsal bir dille anlatılır. Muhtar evin küçük bir odasını verse de eğitim yapacak yer bulamaz öğretmen. Zorunlu olarak odasının bir bölümünü sınıf yapar. Oda hem öğretmenin yaşam alanı, hem sınıftır. Öğrenciler; Türkçe, öğretmen Kürtçe bilemediği için anlaşmaktan zorlanırlar. Bir süre işaret diliyle anlaşırlar. “Yol boyunca yürürken elime portakal iriliğinde bir taş aldım ve ’Bu taş’ dedim. Hepsi de ‘Bu taş’ dedi.” Dövende tahta yapar. Okuma yazmayı öğretir, getirdiği sazıyla müzik derslerini yapar. Yarıyılda askere çağrılınca öğrencilerinden ayrılmak zorunda kalır. Bir öğretmenin koşullar ne olursa olsun çözüm üretebildiğini görünür kılar.

Doksancık Kuşu kitabına isminin veren öyküdür. Doksancık kuşu, her gün yuvasına bir taş getirir. Doksan taş tamamlanınca, her gün bir taş atar yuvadan. Belki söylence belki gerçek her ne olursa olsun ilginç bir öykü. Kurgulanan olay hoş sohbetlerle anlatılır. “…. Albenili sıcaklığı ve baharın rüzgârla serpelediği türüm türüm çiçek kokuları… / Gemrik Sadık ortaya dikilir. ’Ben dün davar yayarken bir doksancık yuvası buldum.’ diye bir söz attı ortaya.” Kitap; Sürmeli Koyun, Tahta Beşik, Afyon, Ekmek Katığı ve diğer öykülerle devam eder.

“Karaca Kavurgası” kitabın ismi yöresel bir isim. İlk etapta anlamak zor. Karaca kavurgası; olgun ekin demetini ateşten üterek (kızartarak) pişirilmesi. Öykü 1942’deki kıtlık zamanında geçer. Fakir bir aile iş bulmak amacıyla Ceyhan’a gelir. Bakımsız bir ev bulup yerleşirler. Çocuklar geçici işlerden çalışır. Ev sahibinin tarlasında çalışan Ali ve ağabeyi bir gün karaca kavurgası yapıp yerler. Ertesi gün tekrar yapmak isterlerken anızlar tutuşur. Ateş hızla ilerler. Şılın yığını (derilmiş ekin yığını) tutuşmaması için çabalayışları anlatılır. Kitaptaki öyküler; Antika Susunca, Kaçak Yolcu, Kınalı Kızlar, Sülo Dayı, Kasım Çavuş, Kadın Kaymakam’la devam eder öykü anlatımı. 60 sayfa olan kitapta on sekiz öykü yer alır.

Öyküler bütüncül incelendiğinde; yazım teknikleri, tema, kahramanlar, zaman-mekân uyumu, olay örgüsü, temaya uygun karakterlerin seçime (karakterlerin isimleri köyde nasıl hitap ediliyorsa/lakaplarıyla) dikkatte alındığını görebiliyoruz. Konular basit gibi algılansa da anlatımdaki derinlik ve farklı yaşam kesitleri mercek altına alınışı güzel öykülerin oluşumunu sağlamış. Tekrarlardan ve aynı örneklemelerden arınıktır.

Harman Zamanı öyküde; “Tarlalar ekin hışırtısından ve ellik şıkırtısından başka bir şey duyulmuyordu. / Cabbar, çam yarması gövdesi ile ekinle kavga eder gibi sallıyordu kalıcını. /  … kadın meşe dallarıyla hazırlanmış huyma gölgeliğe girdi. / … naaşı rahat yatağına aldılar. ….elbisenin düğmeleri çözülmeden makasla çentik açıldıktan sonra yırtarak çıkarıldı.”

Köydekilerin dahi unuttuğu kalıç, ellik, döven, tırpan, masta, dirgen, örken, kelek (çan) ve benzeri sözcüklere yer verir. Artık kullanılmayan bu araçlar unutulsun istemez.

İlgi çeken bazı cümleler, tanımlar, söylenceler, deyimleri aydınlatıcı olur sanırım; “…günün yağı kaybolmadan, gözlerin deliğe düşmüş, halısını hacizci tepelemiş gibi yıkkınsın, bizim tenceremiz ucuzu kaynatmakta inatçıdır, it yitiği oldu namussuz, herif budaklı çalıya benziyor. Sırtlasan omuzuna, koltuk altına alsan böğrüne batar, sanki karnımı kıymık kıymık kesiyorlar, sapa samana belenmek, çarık çıkartmaz hastalığı (kolera), el gövdenin kaşındığı yeri bilir.” Dikkat çeken pek çok cümleye rastlanır.

Zeynel Güney’in öyküleri için şu söylenebilir; zengin ve derinlikli anlatım, doğal ortam, karakterler, olay, yer ve zamanla uyumu, duru ve yumuşak bir dil… Her öykü kendi mecrasında vücut bulur. Anadolu’nun yaşanmışlığını yansıtır her biri. Orada boy verir geçmişin unutulan, unutulmaya bırakılan belleği. İşte bu bellek unutulmasın der yazar. Okunası elli bir güzel öykü buram buram Anadolu kokar. Belgesel tadında öyküler. 12 Haziran 2025

Kaynaklar: Zeynel Güney;
Karaca Kavurgası, Ürün Yayınları-2020, 60 sayfa
Doksancık Kuşu, Ürün Yayınları-2021, 86 sayfa
Sevgi Anne, Ürün Yayınları-2025,80 sayfa     

                                                                            

Güner Süllü
GİT ARTIK YÜREĞİMDEN 

 
Bilseydim böylesine bağlanmazdım sana
Aşkımı içime gömer susardım
Gönül sayfanda yerim yokmuş anlaşılan
Git artık yüreğimden unut beni. 
 
Hadi git bırak beni,
Yalanların avutmuyor sızlayan kalbimi
Bu kaçıncı söz verişin sevgili
Git artık yüreğimden unut beni.
 
Kırılan kalp hiç yerine gelir mi
Bu sevdadan hayır yok sana sevgili
Yıllar oldu seni görmeyeli
Git artık yüreğimden unut beni.
 
Merak etme kapattım gönül sayfamı
Bundan böyle aşka kapalı kalbim
Kimselere söyleyemem gönül şarkımı
Git artık yüreğimden unut beni..
 
Yıldızlarda kayar durmaz yerinde
Sende gönlümden kayıp gittin sessizce
Ağlamıyorum yaş kalmadı artık  gözlerimde
Git artık yüreğimden unut beni.

İçimdeki aşkın yandı küle döndü
Yaktığın ateş yanmaz  ebediyen söndü
Unutanlar hesap verecek yıllara bir gün
Git artık yüreğimden unut beni.
10.01.2025

 

Cihangir Nomozov
SEVGİ, BU HAYATTIR

 

Dünyada hayatın bir tek anlamı varsa, o da sevmektir.

Her an, her nefeste sevmenin kutsal bir görev olduğunu fark etmek, insanın ruhunu derinlere çeker. Sevgi, sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir yaşam biçimidir. Hayatın özü, sevgiyle yoğrulmuştur; sevgi, bizi birbirimize bağlayan görünmeyen bir iptir. O ipi hissetmeyenler, hayatı tam anlamıyla yaşamış sayılmazlar.

Çünkü sevgi, hayatın ta kendisidir; onu hissedenler, hayatın derinliklerine iner, en saf halini keşfeder.

Bir zamanlar, bu gerçeği fark ettiğimde, gözlerimde bir parıltı belirdi. Sevgi, hayatın anlamını çözmek için açılacak olan en güzel kapıydı. Her bakış, her gülümseme, her dokunuş, bir başka dünya yaratıyordu. Sevgi, sadece kalbin hissettiklerini dışarıya yansıtmıyor, aynı zamanda evrenin en derin sırlarını da fısıldıyordu. İçimde, sevmenin gücüyle her şeyin daha anlamlı olduğunu keşfettim.

Sevgi, bir çiçeğin açışıdır. İlkbaharın rüzgarında savrulmuş bir yaprağın, toprağa düşüp yeniden filizlenmesidir. Sevgi, bir yıldızın gecenin karanlığında parlayıp tüm karanlıkları aydınlatmasıdır. O parıltıyı göremeyenler, karanlıkta kaybolurlar. Oysa sevgiyle bakabilenler, her şeyi aydınlık görürler. Bir çiçeğin solgun yaprağında bile sevgiyle bir güzellik bulurlar. Bir gülüşte, bir gözde, bir sözde bile sevginin izlerini ararlar.

Hayat, sevgiyle anlam bulur. Sevmeden yaşamak, bir gövdeyi biçimsiz bir heykel gibi düşünün; içi dolu ama dışı solgun ve renksiz. Sevgi, bu heykeli ruhla şekillendirir, ona canlılık katar. Sevgi, her şeyin birbiriyle bağlandığı, birbirine yaklaştığı, bir olduğu bir dünyadır. O dünyada her şeyin bir amacı vardır ve her şeyin birbiriyle uyum içinde hareket etmesi sağlanır.

Düşüncelerim, sevginin derinliklerinde kaybolduğunda, bir anda her şeyin birbiriyle ne kadar uyumlu olduğunu fark ettim. O zaman anladım ki, sevgi, sadece insanı değil, evreni de birleştiren bir güçtür. Sevgiyle bakıldığında, her şey mükemmel ve anlamlıdır. Sadece insan değil, her bir varlık birbiriyle sevgi yolunda ilerler. Sevgi, evrenin dansıdır; bir melodidir, bir rüzgârın zarif hareketi gibi, her şey ona göre akar.

İşte sevgi bu kadar büyülü bir şeydir. Onu hissedenler, hayatı tüm incelikleriyle görür. Her anın güzelliğini fark eder, her yudumda yaşamı hisseder. Sevmeyenler, bu dünyada sadece varlıklarını sürdürürler, ama asıl hayatı yaşayanlar, her anı sevgiyle doldurur. Çünkü sevgi, içimizdeki en saf ve en güçlü duygu olmanın ötesinde, bizi hakikatle buluşturan bir ışık, bir rehberdir.

Ve şimdi, sevginin her anını içimde hissettikçe, ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum. Çünkü sevgi, sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir farkındalıktır. Her adımda, her nefeste sevgiyle var olmanın huzurunu yaşıyorum. O huzur ki, her şeyi anlamama, her şeyin bir parçası olma hissini bana veriyor. Ve sevginin yolunda ilerlerken, her şeyin ne kadar zarif ve değerli olduğunu bir kez daha fark ediyorum.

Sevgi, bu hayattır; hayat ise sevgidir.

 

Bahri Loş
UZAY ÇAĞI

 
Çığlık seslerinden elde edilmiş zaferler
Soğuk demirden gölgeler, kandan kuleler
Ölüm içirilmiş düşünceler, şanlı resmigeçitler
 
Acının şenlendirdiği ileri uygar ülkeler
Kurşun sermayeli eğlenceler, renkli vitrinler
Söylev düşkünü görkemli yalancı düşünürler
 
Çocuk ölülerinden ego ve arzular düşlerine
Çağ tuzağı parıltılar zengin ateşler iklimi
Şaha kalkmış övünç kaynağı utanç
 
İşlevsiz icatlar sarmalındaki rekabet
Parmak uçlarından acıyı çoğaltma erdemi
Modern uçurumlar bilge tavırlar ikilemi
 
İç çürümeli şöhretli çağ güzellemeleri
Bir aha yenilmiş güçlü uzay seferleri
Süngü ucunda yaşam düzenlemeleri

 

Merhaba Şiir Sarnıcı Ekibi

Ben Ela Su Çetinkaya, 15 yaşında ve Güzel Sanatlar Lisesi Müzik bölümü öğrencisiyim. Yazmak benim için bir itiraf. Yazdıkça daha çok kendimi buluyorum. … Bu bizim gerçekliğimiz. İstemediklerimize adamayalım, ruhumuzu, kalbimizi, bedenimizi…


Ela Su Çetinkaya
KENDİME

 

Şu hayatta kime bağlandıysam soydu beni
Sırayla taciz ettiler çocuk bedenimi
Belki hiçbirine duyuramadım sesimi
Ama bana kimse öğretmedi nasıl baş edeceğimi.
 
Hangi erkek istediyse girdim yatağına
Babam her sustuğunda inandım aşkına
Hiç yılmadan umdum mutlu olacağımı.
 
İnandım bir gün beni seveceklerine
İstemesem de yaptım utana sıkıla
Muhtaç kaldım beni sevmeyen adamlıklara
Değersiz olduğumu söylediler bana.
 
Yapmak zorundaymış gibi hissettim hep
Bir anda olup bitecek diye bekledim
Sanki her sabah yeniden oluyor gibiydi
Geceleri ise boğarak uyandırıyorlardı beni…
 
Hiç istemediğim çocukları öldürdüm ben
Daha sevişmeden denize attılar bedenimi
Hayatı bilmiyorken kurtarmaya çalıştım kendimi.
 
Ne yapsam da sonunda bir adam çıktı karşıma
Soyup gitti öylece beni
Üşüdüm, hepsi sormadan suçladı beni
Özür diledim, yine istemediklerime adadım her şeyimi.


Şehnaz İşeri
İÇİMDE ÇALAN ŞARKI: RE MAJOR KANON

 

“Güneş batmadan herkes yuvada olmalı. Karanlık bastırmadan yataklarında uyumaya hazırlanmalı.” Bu kuralları sanırım coccinella septempunchtata anneleri değil gündüzleri avlanan başka bir deyişle geceleri avlanmayan tüm anne hayvanlar çocuklarına dikte ediyor. Coccinella Septempunchtata yedi noktalı uğur böceği demek. Halk arasında uçuç böceği de deniyor gelin böceği de. Gelin Böceği adlandırması feminen. Ben kız böceğim, erkekler de komik duruyor. Gerçi ben gelin melin falan da olmak istiyorum ha. Benim çoluk çocukla uğraşacak vaktim yok. Dünyayı gezeceğim ömrüm yettiğince. Eh üç sene de fena sayılmaz hani. Kış uykusuna da yatmama gerek kalmayacak. Kış aylarını sıcak iklimli yerlerde geçireceğim. Belki leylekler gibi Mısır’a giderim. Avustralya’yı daha çok merak ediyorum, biliyorum çok uzak ama. Saniyede seksen beş kez kanat çırpabiliyorum. Daha çok böcek yumurtası yiyip antrenman yapsam kanat çalışsam yüze çıkarabilirim.

Elbette bana zarar vermek isteyecek canlılar olacaktır. Ben hümanistim, onlara düşman demiyorum. Beni öldürmek istiyor sevmediğinden, nefret ettiğinden, düşmanlığından değil; ihtiyacını karşılamak karnını doyurmak için. Ben aposematik bir canlıyım. Yani parlak canlı kırmızı rengim sahip olduğum zehri ve beni yem olarak gören avcı için yaratacağım tehlikeyi doğada açık bir şekilde ilan etmemin renkli bir yolu. Karşı karşıya gelirsek de bacaklarımın birleşim kısımlarından sahte tadı olan sıvı bırakır ya da ölü taklidi yaparım. Önce nereye ne zaman uçacağımı planlamalıyım. Yumurtadan yetişkin bir uğur böceği olarak ortaya çıkmama kadar geçen süre kırk gündü. Şimdi temmuz ayındayız. Bir aydır bu göç yolculuğunu kafamda evirip çeviriyorum, gece gündüz. Uyku tutmuyor. Aslında ben bu yolculuğa karar vermeden önceki bir ayda da aram yoktu uykuyla. Gece yaşayan daha doğrusu avlanan hayvanları merak ederdim. Gecenin gizemi heyecanlandırırdı beni ama korkutmazdı. Bir de insanlar, insanların evleri, evlerinin içi meraklandırırdı beni. O yukarıdaki ışık, söylendiği kadar parlak ve sıcak mıydı acaba? Gece kelebeklerinden dinlerdik içeride yukarıdaki parlak sıcak sarı ışığı. Pek azı çıkardı içeriden. Işığın çevresinde durmamacasına döner döner dönerlermiş. “Kanatlarınız yanmıyor mu, canınız acımıyor mu” diye sorduğumda “Gülün dikenine hafifçe değmek gibi” diyorlardı. En son peygamber devesi bu kelebek koleksiyoncusu kadının evinden bir bacağı sakatlanmış olarak çıktı. Hiç kadının yakaladığı onlarca kelebeği öldürüp camla çerçeveleyip duvara astığını bilse o eve girer miydi? Kayısı ağacına konmuş kara tavuk açık pencereden kadının odasının duvarında görmüş zavallıcıkları. Çok korkmuş kadın çığlıklar atmış peygamber devesini görünce. Babası da dürüp büktüğü rulo yaptığı kalın gazeteyi birkaç kez indirmiş zavallı hayvanın sırtına. Iskalamış çoğunu ama birisinde bacağına denk gelmiş rulo yapılmış gazete. Yere düşmüş. Daha terlikli ayağıyla üstüne de basacakmış da kız bağırmış “Yapma, terlik kirlenir” diye o zaman adam gazeteyle ittire ittire zavallımı, açmış sineklik kapısını verandaya atmış. Ayağı aksıyor acıyordur da. O “Önemli değil, uçamayacağım işte o kötü oldu” demişti. Herkes yemek götürecek. “O bu halde ortalarda görünmemeli” demişti annem “Şimdi dost düşman herkesin gözü üstünde, işi zor kolay av”

Çok sessiz bir gece. Cır cır böcekleri ötmüyor, yakınlardaki kurbağaların canhıraş feryatları duyulmuyor, bu gece köpekler de havlamıyor, sadece gülün üst dallarında sevişen annemle cici babamın hışırtıları. İleride, kelebek koleksiyoncusu kadının bahçesinde parlak yeşil ışıklar görüyorum yanıp sönüyorlar. Bahçesine uzay aracı indiğini söyleyen insanlara benzedim. Fosforlu yeşil ışıklardan biri bana yakın bir mesafede yanıp sönmeye başlıyor çok geçmeden. O kısa aralıklarla yanıp sönerken içimde Pachelbel’in Canon D Major’ü çalıyor. Işığa gitmek istiyorum. Annem beni fark etmez. Birkaç gün önce de teyzemle eniştem hava kararmadan odalarına çekildiler. Ertesi gün öğleni buldu yanımıza gelmeleri. Kalbim çok hızlı atıyor. Korkmuyorum heyecanlıyım ama, ışık çok uzakta değil karanlığı aydınlatıyor. Başarabilirim.

Şimdiye kadar gördüğüm en güzel şeydi. Parlak kırmızı küçücük kanatlarını kapattığında muhteşem yuvarlak hatları ortaya çıktı. Benim yirmi milimlik sıkıcı siyah uzun gövdeme tam bir tezat oluşturuyordu. Beni cazip kılabilecek tek şey karın bölümümden verdiğim üç saate varabilecek yeşil ışığımdı. Halk arasında “Yıldız Kurdu” diye de adlandırılırız. Isırarak zehirlediğimiz salyangoz ve larvalarla besleniriz. Enerjinin tamamını ışığa dönüştürmek dünyadaki diğer enerji kaynaklarıyla karşılaştırıldığında yalnız bize has. Haberleşmek, tehlike anında birbirimizi uyarabilmek yani düşmanlarımızdan korunmak, eş bulmak için ışıklarımızı kullanıyoruz. Parlak ışıklar vermemizin nedeni kimyasal maddeler. Bizi yiyen canlıların kusmasına neden olabiliyoruz. Hatta arkadaşlarımızı yiyen bazı kurbağalar zıplarken ışıklar saçıyor. Bu çocukların ışıklı oyuncak hayvanlarını çağrıştırıyor. Büyük büyük büyük dedem 1898 yılında İspanya Amerika savaşı sırasında yaralanan bir askeri ameliyat eden doktor William C. Gorgas’ın ışıklar sönünce aydınlatmada kullandığı bir kavanoz ateş böceğinden biriymiş. Benim de hayalim Yeryüzü Doktorlarıyla dünyayı gezmek. Daha doğrusu ben ve ekibim ışığımızla en ücra teknolojinin olmadığı yerlerde karanlığı aydınlatacağız. Ateş böcekleri göç etmez. Taşıma araçlarıyla topluca yer değiştirmiş olacağız. İlkbaharda pupa oluşmadan önce birkaç yıl larva aşamasında kalabiliyoruz. Ama larva aşamasında yıllarca kalmayıp hızla pupa aşamasına geçeceğiz. On gün içinde de pupalardan yetişkinler çıkabiliyor.

Ah Yüce Tanrım şimdi tüm bunları ben sesli mi düşündüm? Yani içimden geçirdiklerimi siz duydunuz mu? Hay Allah dilimi eşek arısı soksun. Kim bilir boşboğazımla nasıl sıktım sizi. Çok özür dilerim küçük hanım. Kendimi de tanıtmadım:

“Ben Fosforlu. Emrinizdeyim efendim.”

“Benim adım da Kırmızı. Uçarken de ışık saçabiliyor musunuz?”

 

Mehmet ümit Kılınç
GEÇMİŞ KOKULU SİNELER

 
Bir kuşku; eşref vakti uzadıkça fani sinelerin içine
karmakarışık sevgi, olağan bir acıyla gelirdi.
Kaçamayan, gözü pek!
Denilmeli bana          
Ama
bir umut tüm varlığıyla
Geçmişe bir telgraf çekiyor.
Umudu süsler diye bilirdik biz bakışmayı
Sinelerden enlem farkı ile geçti...
Diğeri, diğeri diyerek.
Anlam verilirdi de vakit bizim telaşımızdaydı...
Bir Yusuf masalı okumaya zamanımız yoktu ya da vardıysa da biz okumadık.
Ya ne yaptık?
Kimseye, kimsesizliklerini sevmelerini söyleyemedik
Bir kaya ağırlığıyla kasıklarımız sadece sızlandı.
Ne demeliydi? 'Bir isimden doğma, bir isimden olma'
Ancak bu kadar kısa okunabilir Kişinin ayrıcalığı.
Belden bir yasak konulmuştu,
Biz onu elbet bildik Ama asıl bildiğimizi...
Onu da hep birbirimizin yüzüne çarptık.
Ya konulmasaydı vakitler Laleli'deki gerilmiş halatların üstüne...
Yayılmasaydı mazot kokusu
İstanbul ve  cesur takım elbiseler ıslık çalabilir miydi?
 
Yerde üç beş izmarit önemsizdir, hangi gece olursa olsun..
Issız bir ara sokak, sokak lambasına
Olağanüstü gecelerde yalanlarımızı
Dinlerken buz gibi olurdu gözlerimiz.
Evet, sormayın bize
En kararsız gecede
Dahi imrenmiş birer meyve tohumu bıraktık ruhlarımıza.
Ya şimdidendi söylediklerimiz Ya da daha önce söylemiştik.
Hep biz dedik, dedik de kavuşmaya ne kadar dayanıklıyız onu hiç bilemedik

 

Eray Korkmazer
HEDEF

 
ben sevdayı ilk önce senin yüreğinde gördüm
ağlamasın diye çocuklar hiç kimseye söylemedim
parçalandı kayalar denizler kurudu bir yudum suya hasret kaldı okyanuslar
yine de kenetledim dişlerimi hırsla vurdum yumruğumu toprağa sabrettim
elimden bir tek paylaşmak geldi kâğıtlarla acılarımı
yürüdüm sevdanın üzerine üzerine kâh yendim kâh yenildim ama hiç pes etmedim
 
ben sevdayı ilk önce senin alın terinde gördüm
yokluğun anadolu akşamları gibi soğuk ve sessiz
yoğuruyordun sabrınla çeliği ve suyu beklerken beni çaresiz   
kavuşursam sana diyordun akşam sofrada emek var sevda var ateş var
yangınlar ortasında kaldım alevleri çiğnedim fırtınalar yuttum yıldırımlar kustum
yine de sen dedim sevda dedim aşk dedim emek dedim
ki açıldı yüreğimde devasa bir acılar krateri ve yaralar yaralar yaralar
 
ben sevdayı ilk önce senin gözlerinde gördüm
gözbebeğim seni görünce küçüldü ufacık kaldı güneşi gördüm
bakamıyordum sana kamaşıyordu yüreğim
senin yörüngende dönüp duruyor ama sana uzatınca elimi kerem oluyordum
ne ferhat ne tahir ne de kerem benim sevdamın sonu
sen de ne şirin ne zühre ne de aslı leyla’ysa hiç olmamalısın
kıskandırmalıyız onları olsa olsa bizim sevdamız allah’a ulaşmalı

 

Bedriye Korkankorkmaz
KENDİMİ KAZDIĞIM DERİN

 
Ben bir mezar değilim
ama her gece içime gömüyorum kendimi
sözcüklerim sustukça
kanıyor geçmişin yerini bilmeyen yaraları.
 
Çocukluğum bir çukurun dibinde
ağlamayı unuttuğum yerde kaldı
bir kadının gülüşünden iğrilmiş duvarlara
adımı yazdım, harf harf kazıya kazıya.
 
Korkmadım karanlıktan
karanlık benim evimdi
üzerine güneş doğmayan her sabah
biraz daha öğrendim yaşamayı terk edişten.
 
Ben toprağı kazmadım dostum
kendimi kazdım
tırnaklarım kana bulandı
ama hâlâ diri bir haykırıştım
gömülmeye hazır olmayan.
 
Dilimi kanla yıkadım
sustuğum her şeyi konuşmasın diye
merhameti bir ceket gibi giydim
ve soyunamadım yıllarca.
 
Gece çöktükçe
kendimle biraz daha tanıştım
benliğimin isimsiz odalarında
annemin bakmadığı aynalara baktım.
 
Bir kuyuya düşmek değildi derinlik
ben kuyuyu kendimde oydum
kendi mezar taşımı yazdım:
yaşarken kendini gömenler için.
 
Şimdi sor bana:
kim öldü bu şiirde
ben mi, geçmişim mi?
yoksa hiç doğmamış halim mi

 

Yaşar Özmen
KATMAN EDEBİYAT ELEŞTİRİ SİSTEMİ

 

Yazın ve sanat tarihinin derinliklerine eleştirel gözle baktığımızda yıllanmış sorunlar içinde buluruz kendimizi. Modern sanat öncesini saymazsak 19. yüzyıl ortalarından beri evrensel ve evrimsel bir sanata doğru yol aldığımızı delil göstermeksizin söyleyebiliriz. Bugün ise bilgi ve teknolojik altyapıya sahip toplam aklın, düş olanakları ve imgelem zenginliği oranında sanat eseri ürettiğini görüyoruz. Bu arada pek çok sanat dalının da örgün eğitimi olduğunu ülkemiz ve dünyadaki eğitim kurumlarından biliyoruz. Eğitim kurumlarını, bireysel ve topluluk çalışmalarını, belediye, vakıf ve dernek gibi tüzel kuruluşlar bünyesinde yapılan sanatsal etkinlikleri de dikkate aldığımızda, aslında sanatsal ve kültürel olarak büyük bir sistemin içinde olduğumuzu söyleyebiliriz.

Sanatsal ve kültürel etkinlikler dünya genelinde pastada yüksek payı olan teknolojik sektörler yaratmıştır. Bunlar aynı zamanda ekonomi ve toplum davranışları ile karar süreçlerini yöneten sistemlerin ilk sıralarında gelmektedir. Yani sanat, yeniden yapılandırmaya hatırı sayılır oranda katkı sağlayan bir sistemler bütünüdür.

Böylesi etkin bir sistemin kendi özel alanları ve özel alanlarının da kendi içinde eğitim, gelişim, dönüşüm ve geri bildirim (eleştiri) gibi çabaları olmalıdır. Kültürel ve sanatsal etkinliklerin gelişmesi, dönüşmesi ve çağ ile insanı şekillendirici özellik kazanması, uygulama ve geri bildirimle kendi kendini yenileyebilme yeteneğine bağlıdır. Daha fazla konuyu dağıtmadan, dünya ve ülkemizdeki genel sanat etkinliklerini bir kenara koyup, bu sürecin bir parçası olan şiir ve şiir eleştirisine gelelim. Şiir eleştirisi, diğer dil sanatlarında olduğu gibi edebiyat eleştirisi bağlamında ele alınabilir; çünkü şiir dil ve yazının temel kuramlarına göre hareket eden bir etkinliktir. Ancak şiir, roman, öykü, oyun, masal gibi diğer dallara göre daha ayrıcalıklıdır; sanatsal yaratıcılık, dil kullanım kıvraklığı, daha kolay soyutlama özelliği, imgelem sınırsızlığı, az söz çabası ve kural kırıcılığı açısından daha esnektir. Bir anlamda düşüncenin ve imgelemin sınırsızlığına koşut olarak, şiir her biçimde yoğurulmaya ve biçimlendirmeye karşı olumlu yanıt verir. Çağdaş sanatın en temel özelliklerinden olan ve estetik biliminin de ön sıralara koyduğu, ‘sanatın algıyı sarsıntıya uğratma işlevi’ diğer sanatlara göre şiirde daha kolaydır, daha vurucudur.  

Şiir sanatının kendi disiplini altında örgün bir eğitiminin ve ayağı yere basan bir eleştiri sisteminin olmadığını biliyoruz. Lise ve yazın fakülteleri gibi örgün eğitim kurumlarındaki şiir sanatına ilişkin eğitim kapsamı ve düzeyini açmaya hiç gerek yoktur. O yüzden şiir sanatı ve eleştirisi konusunda bugün uygulama ne aşamadadır ve biz bu işin neresindeyiz, diye sormalıyız. Şöyle genel görünüme baktığımızda hiç iyi bir yerde durmadığımızı kötümser olmamakla birlikte söyleyebiliriz. Bu neden böyle?  Çünkü şiir sanatı, bununla birlikte eleştiri sistemi, çok parametreli ve çok boyutlu bir etkinliktir. Donanım gerektirir, yaratıcılık gerektirir, olgu ve olayları daha farkındalıklı okumak gerektirir; polimat olmayı zorunlu kılar. Sadece yazın kuramları, eleştiri kuramları ve dil kuramları veya usta çırak yöntemi uygulamalarla şiir eleştirisinde iyi sonuçlara ulaşmak zordur.

Tespit yapmak, sorunlar hakkında şikâyet etmek veya uygulamaların kötülüğünden, yanlışlığından dem vurmak bizi bir sonuca götürmemiştir ve hiçbir zaman götürmeyecektir. Eğer çözüm üretmek istiyorsak, gemileri yakıp sanat bilimine, bilgiye sarılmalıyız ve sanatsal bilgi üretmeliyiz. İnsan düşünü aşan şiir yazmalıyız; aklı evrimleştiren sanat üretmeliyiz. Neyse daha fazla uzatmadan, sanattaki bunca sorunlara karşın ben burada şiir eleştirisi konusunda bazı savlar ileri süreceğim ve bu savlara karşı çözüm üretmeye çalışacağım.  

Çoğu eleştirmenin söylediği gibi, “Şiiri okuduğunda bir şeyler uyandırıyorsa ve biraz imge, biraz bağdaştırma, biraz da benzetme cinsleri içeriyorsa şiir güzeldir diyebiliriz” demek bir değer taşımaz. Şiir bir sanat eseridir; karmaşık bir yapıya sahiptir. Her şeyden önce şiir, insanın okuyabildiği, duyabildiği ve sezebildiği dünyanın, yani insan imgelem gücünün nesnel halidir. Şöyle söyleyelim; şiir bir sanat eseri ise önce şair, sonra şiirin kendisi, daha sonra sırasıyla okur imgelem uzamı, ortam, zaman, okur estetik algısı, dil ve düşünce gibi kendi disiplinlerini taşıyan olmaz ise olmazlar vardır. Ancak şunu söyleyebiliriz; ortam ne kadar şiir üzerinde etkiliyse zaman da benzer oranda etkilidir. Öyleyse bugün bildiğimiz okur, eser veya sanatçı odaklı eleştiri kuramları ile diğer parça bölük eleştiri kuramları veya deneyime dayanan pratik eleştiri yöntemleriyle, şiir gibi devasa bir sanat eserini eleştirmek verimli sonuç üretebilir mi, bunu kendimize sormalıyız. Mevcut yaklaşımlar ile, şiirin örtük alanlarının açığa çıkarılması, şairi ve okuru geliştirici değer yaratması, eserin etkisinin belirlenmesi, şiirin estetik değeri, coşum değeri, ses değeri ve anlam ve anlatım gücünün ortaya konması teknik olarak olası mıdır? Bu konunun ayrıntılarıyla tartışılması şiir açısından önemli bir başlangıç olmalıdır.

Eleştirinin eğitim anlamında bir işe yaramasını, sanatta düzeltici/geliştirici geri bildirimler sağlamasını, şairin sezemediği, göremediği dilsel ve sanatsal alanları ortaya koymasını istiyorsak, deneyime dayalı öznel eleştiriyle,  kişinin algı ve yargısına bağımlı parça bölük değerlendirmelerle olacak bir iş değildir bu dostlar. Ne yaparsak yapalım ama konuya biraz bilimsel bakalım ve eleştirinin daha nesnel yapılabilmesi için sistem geliştirelim. Çünkü modern üretim ve tüketim sistemlerinin tamamında geri bildirim ve düzeltici önlemler olmaz ise olmazlar arasındadır; önceliklidir, gelişime ve beğeniye yöneliktir. Kaldı ki söz ettiğimiz konu estetik değer taşıması ve estetik kaygı uyandırması gereken şiirdir; hedef insandır, maksat duyarlılık ve sevgi yaratmaktır. Niteliğe, beğeniye, kalıcılığa, sanata, şiirselliğe ve çağdaş şiire varmanın ölçütlerinden birisi de güçlü ve bilimsel eleştiri ile eleştirinin eleştirisidir. Eğer biz eleştiriye daha sanatsal ve bilimsel gözle bakmazsak bugün olduğu gibi ‘ahbap çavuş’ ilişkisini aratmayan kitap kutlama ayinlerini, şiir ödülü görünümünde taraftarlara gülücük dağıtma törenleri alır başını gider. Dilsel, sessel, şiirsel ve sanatsal nitelik taşımayan dizecikler, şiir diye eleştirmenlerimizin terkisinde serseri mayın gibi dolaşır.

Şiire güzel demenin bir ölçütü yoktur; güzel değil demenin de bir ölçütü yoktur; şiire güzel demek, deneyimden doğan sezgiye dayalı bir iştir derseniz, bağışlayın ben buna inanmam. Yeterli imge, bağdaştırma, sapma, benzetme vs. gibi şiir sanatının olanaklarını içinde barındıran bir şiire de güzel ya da şu şiirden daha iyi diyebilmek öznel bir sonuçtur. Sağlıklı bir eleştiriden söz edeceksek, şiirdeki etkinliği, yetkinliği ve estetik değeri sanatın öngördüğü ölçütlerle tartmak zorundayız. Şairin imgeleminin anlamlı bir olguya, oradan dille imgeye dönüşmesi, daha sonra imgelerin okurda algılanıp tekrar imgelemle estetik kaygıyı uyandırması önemli bir süreçtir. Bu süreç kendi disiplinleri altında incelenebilir ve ondan sonra yararlı bilgi olarak geri bildirim sağlayabilir. Tabii ki şiir eleştirisine bu açıdan bakmak, şiirin sanat ve insan yaşamında ne anlama geldiğini duymak ve görmekle ilgilidir. Duyguların anlatıldığı bir söz yumağı olarak bakarsak şiire, eleştiriye gerek yoktur. Eleştiriyi, sanatların temeli olan şiir sanatı açısından ele alırsak, durum bugün yaptığımızdan daha fazla ciddiye alınmak zorundadır.

Yıllarını şiir ve eleştiriye adamış ustaların da şiire ve eleştiriye katkılarını görmezden gelme lüksüne sahip değiliz. İyi şairlerimiz, eleştirmen ve sanat biliminin çeşitli alt dalları üzerinde çalışan düşünürlerimiz vardır. Tarihte yerini alanlar da… Şiir, daha doğrusu sanat öyle bir şeydir ki kimse kimsenin yerini alamaz ve kimse kimsenin yerini dolduramaz. Akademisyeni, şairi, yazarı, eleştirmeni ve düşünürü aynı hamurdan müteşekkildir; bireysel yönü ağırdır, yaratıcılık seviyesi daha iyi olabilir ancak birbirinden çok farkı yoktur. Eleştiriyi ciddi bir iş olarak görüyorsak, şiir sanatının olmaz ise olmazları arasında görüyorsak daha yetkin, altı dolu ve bilimsel çözümler ileri sürmeliyiz. Şiir eğlence için yazılan bir sanat etkinliği değildir. Şiir, bütün sanatların temel değerlerini taşıyan kocaman bir sanat evrenidir; insan dünyasını ve estetik kaygısını müzikten sonra en kolay ele geçiren düşünce-dil sanatıdır.

Neyse konuyu çok uzatmayalım. Ben bu konu üzerinde uzun zamandan beri çalışıyorum. İleri sürdüğüm çözüm önerisini kısa ve anlaşılır biçimde sizlerin bilgisine sunmak istiyorum. Bu yazıda ileri süreceğim öneri zor ve uygulaması oldukça ayrıntı gerektiren bir bütündür.

“Katman Edebiyat Eleştirisi”den söz edeceğim. Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi, Şiir Çözümleme Tekniği diye yine benim önerdiğim kapsamlı bir sistemin üzerinde uygulanabilir, izlenebilir ve genellenebilir sonuçlara yönelmektedir. Katman Edebiyat Eleştiri Sisteminin ayrıntılarını ortaya çıkarabilmek için, özellikle şiir sanatı ele alınmıştır; çünkü şiir duyusal ve nesnel yapısı bakımından, sanat eserlerinde olması gereken tüm katmanları görünür biçimde içinde taşır ve bunlar şiir sanatı ile daha kolay açıklanabilir. Sanat eserlerinin tamamında, nesnel ve duyusal olarak var olan içsel ve dışsal varlık katmanlarını şiir çözümleme tekniğine dayanarak sanat bilimi, sosyal ve insani bilim veriler ışığında görünür kılmaya çalışır.

 Şiir/Sanat Çözümleme Tekniği, şiiri katmanlara ayırır, katmanları da tabaka veya eksenlere ayırarak ilgili tabakaları kendi disiplini içerisinde şair, okur, eser, zaman ve ortam çarpanlarını dikkate alarak çözümlemeye yönelir. Bu teknik, aynı zamanda tüm sanat dallarının çözümlenmesi için kullanılabilir. İşte Katman Edebiyat Eleştirisi, Şiir/Sanat Çözümleme Tekniği ile daha nesnel, daha tarafsız, bilimsel ve sanatsal eleştiri biçimidir. Aslında bu teknik şiir için tasarlanmıştır; ancak yazın evreninin her alanına uygulanabilir ve diğer tüm sanat türlerine de uygulanabilme yeteneğine sahiptir.

Bu sistem, özellikle eleştiri konusunda geçmişten günümüze kadar ortaya atılan eleştiri yaklaşımlarının tamamına bütüncül bir yanıt olması açısından önemlidir. Daha açık söylersek bu sistem; yapıtı, yazarı, okuru, ortam ve zaman etkenlerini, estetik beğeni ve  çağın tüm sanat yaklaşımlarını ilgili bilim alanlarının verilerine göre ele almaktadır. Eleştiri tarihinde gördüğümüz, özellikle akademik çevrenin önümüze kuram diye öne sürdükleri eleştiri yöntem veya tekniklerinin tamamını içine alan bir sistemdir bu. Edebiyat tarihinde yer almış eleştiri yöntemlerinde olduğu gibi yapıta olası bir açıdan bakmak yerine yapıtın her katmanını, her açıdan incelemeyi ve ilgili bilim verilerine göre daha nesnel bir değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Diğer bir söyleyişle, yapıt üzerinde etkisi olan her durumu bütüncül bir biçimde ele alır.  Eleştirmenin öznel tutum takınacağı durumlar olsa bile, çözümleme sonuçlarına bağlı kalmak, delilsiz yargıyı en aza indirmek; sistemin önceliğidir. Sanat çözümlemesi ve eleştiride kullanabileceğimiz iş akış durumu aşağıdadır. Bu akış içerisinde sanatın türü ve yapıtın özelliğine göre yeni katmanlar ilave edilebilir. Örneğin roman çözümlemesi/eleştirisinde karakter yaratma katmanı veya resim sanatında perspektif katmanı gibi…      

1. Biçim Katmanı
2. Anlam Katmanı
    a. Gerçek Anlam Tabakası
    b. Rastlantısal Anlam Tabakası
    c. Üst Anlam Tabakası
3. Anlatım Katmanı
4. Ses Katmanı
    a. Tonlama Ekseni
    b. Ezgi Ekseni
    c. Şiirsel (Yapıtın) Ezgi Ekseni
5. Çağrışım Katmanı
    a. Çağrıştırma Tabakası
    b. Çağrışımsal İmgelem Tabakası
    c. Rastlantısal İmgelem Tabakası
6. Coşum Katmanı
7. Estetik Katmanı
    a. Yapıttaki Estetik Değer Tabakası
    b. Okurdaki Estetik Algı Tabakası
    c. Durumsal Estetik Değer Tabakası
8.  Sonuç

 

Katman, herhangi bir sanat eseri veya şiirin varlık alanlarını kendi kapsamında ve ilgili disiplinlerle incelemek için sınıflandırmadır. Şiiri oluşturan duyusal, nesnel, içsel ve dışşal tüm varlık alanları ile özelliklerinin belirlenebilmesi için kullanılan bir terimdir. Tabaka ve eksen ise, katman iç yapısını daha özelleştirebilir birliktelikler olarak düşünmek gerekir. Tabaka ve eksenler katmanı, katmanlar bir bütün sanat eserini var ederler. Tıpkı insan yaşamının belirli ruhsal ve fiziksel katmanlardan oluştuğu gibi. Katmanlar, aynı zamanda birbirinden ayrıştırılabilir, belli disiplinler altında ele alınabilir ve kendi içinde tanımlanabilir özellikler barındırmaktadır. Örneğin ses katmanının ses bilimi ile incelenebileceği gibi. Ancak katmanların birbirinden bağımsız tek başlarına işlevleri şiirsel ya da sanatsal bir sonucu doğurmazlar.

Yapıtı varlıksal bir bütün kabul edersek, nesnel ve duyusal varlıklarını oluşturan katmanları tek tek özelikleriyle birlikte çözümlemek durumundayız. Öznel inceleme, eleştirmenin sanatsal deneyimi, dünya algısı, inanç ve değer yargılarına bağlıdır. Oysa nesnel yapıt incelemesi, bilgi disiplini durumuna dönüşmüş kuramsal sanat bilgisini, dil özelliklerini, sanat felsefesinin öngördüğü sanatsal verileri, estetik biliminin öngördüğü bakış açısını gerektirir. Yani sanat bilimi açısından tarafsız bakış gerektirir. İster istemez yapıtı bu değerlerle incelediğimizde, eleştirmenin öznel yargılarını bir anlamda daha kanıtlanabilir noktaya taşıyacağız demektir. Bir yapıtı değerlendirirken deneyim ve dünya algısına bağlı öznel yargı olmak zorundadır; ancak nesnel yargı ile ayırt edilebilir konuma taşımak daha analitik bir yaklaşım olur. Aslında şiir/sanat çözümlemesinde yöntem ve uygulama alanı olarak en somut getirilerinden birisi, şiir/sanat eleştirisinde bir adım daha ilerlemek ve eleştiriyi daha bilgi bazlı duruma dönüştürebilmektir.

Özet olarak, bir şiir ya da sanat eserini oluşturan ve olması gereken bütün özellikler katmanların bünyesinde saklıdır. Bu teknik şiirin/yapıtın; sanatsal, duyusal, nesnel tüm varlıklarını ortaya çıkarmaya, tanımlamaya, incelemeye ve kullanılabilir hale dönüştürmeye yöneliktir.

Bilindiği gibi şiir veya bir yapıt, üç ana sütun (katman) üzerine kurulur, bunlar; ‘anlam, anlatım ve ses’tir. Bu sütunlar, nesnel ve fiziksel katmanlardır. Bir yapıtta aynı zamanda duyusal katmanlar vardır ve bunlar birbiri içinde ve birbirini ivmeleyerek toplam sinerjiden sanatsal anlatımı doğururlar. İşte yapıttaki hem duyusal hem nesnel hem de biçimsel katmanları bir bütün ve birbirine etkileri açısından incelemek ayrı bir sanat çözümleme tekniği gerektirir. Yani yukarıda söz ettiğim ‘şiir/sanat çözümleme tekniğini gerektirir. Şiir çözümleme tekniği ise bir şiiri/yapıtı her açıdan inceleme esasına dayanır. Bu esaslar çerçevesinde yapıtın etkisini, yetkinliğini, anlam, anlatım, çağrışım, ses, coşum değerlerini insan bilimleri ve estetik bilimi açısından bir bütün olarak ele alır. Sonuç olarak bir yapıtın estetik değerini, sanat değerini ve kalıcılık değerini ortaya koymaya çalışır. Dinamiktir (devimsel); her akım, her ekol ve her yaklaşım biçimine karşı sınırlamaksızın yanıt verebilme yeteneğine sahiptir.

Sonuç olarak, ‘Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi’; bir yapıtın biçim katmanından estetik katmanına kadar her bir niteliğini ayrı ayrı bilimsel verilerle ele almak üzere kurgulanmıştır. Bu yaklaşım ve inceleme biçimi; en az hata, en geniş uzagörüm ve ‘en az delilsiz yargı’ esasına dayanır. Eleştirmenin hem sanatsal hem şiirsel hem de diğer sosyal ve insan bilimlerinin disiplinlerine başvurusunu gerektirir. Bu sistemde öne çıkan konu şudur: Örneğin estetik bilimini bilmeyen eleştirmen bu tabakaları istenen ve inandırıcı bir biçimde çözümleyemez. Sonuç olarak, bu eleştiri yaklaşımı, ahbap çavuş ilişkisini, ben bilirim yargısını, bizim köydendir ayrıcalığını, öznel eleştiri hatalarını çoğunlukla bertaraf edebilme yeteneğine sahiptir; güçlü deneyim gerektirir.

Oscar Wilde ve Mehmet Fuat “Eleştiri bir sanattır.” der. Doğrudur katılıyorum; ancak eleştirinin sanat niteliği kazanabilmesi için eleştirel süreçte sanatsal bilgi, bilim ve deneyime gereksinim vardır. Eleştiriyi taraftarlıktan, alaylı gelenekten, aidiyet kayırmacılığından ve dedikodu mantığından kurtarmak gerekir. Rüzgârın yönüne göre şekillenmeyen bilinçli ve deneyim sahibi eleştirmen yetiştirmek gerekir. Eleştirmenin görme, duyma, yaratıcılık ve sezgi yetileri ile sonuçlarını sanatçıya aktarması için geri bildirim kanallarını daha işlevsel kılmak gerekir. Eleştirmene karşı olumlu algı yaratmak, güvenirliğini (bilgi, deneyim, eleştiri sistemi, tarafsızlık, yeterlilik kapsamında) pekiştirmek üzerinde durulması gereken öncelikli konulardır. Daha açık söyleyişle, eleştiriyi bir okul veya sanat eğitim kültürü olarak düşünmek ve konuya bu açıdan yaklaşmak demek, sanata yeniden dönmek ve aydınlanmanın yoluna koyulmak demektir. Mayıs 2018

 

Yaşar Özmen
YEDİ TEPE

 
Kültür gürültüsünü eteğine eleyen şehir
Yedi tepe, aşiyan, akıl sevdası
Ne neşeli yüzerdin ahşap evlerinle iki deniz arası
Ne güzel töze vardırırdın sana değen elleri
Ne istekli bakardın örtüsü saydam günlere
Sipersiz kasketlerin, altın boynuzun, boğazın
Göğe değen parmakların, dünyaya el eden bakışın
Ne ağırbaşlı bir sevdaydı o göz alabildiğine
Perçem ayrımından sırtlan dünyaya
Kulak ardı edilemez ezgili fısıldayışın.
 
Maçka’sı, Şile’si, Çamlıca’sı, Moda’sı
Üsküdar’a çıkarken yolum üstü tutku havrası
Usta bir marangoz gibi yontar belleğimi
Gözümde eriyor yırtık bir ünlem gölgesi
Mistik gürültünde darlanıyorum şimdi
Neftli düşünceler, şuh elbiseler, ebabil uyarısı 
Kirinde kalpazan becerisi gizli
Kâgir binalarında bencillik virüsü
Salındıkça bulvarlar, dağlıyor çağsıl derini.
Boğazın ülkülere çalımlı akıntısı
Şer dünyaya yüzen ince belli şilebe
Sarıyor içimden bir şeyini, bir şeyini
 
İrileştikçe kırmızı yaşamalar keşmekeşi
Haliç'ten Basra’ya doğru saplıyor mihverini
Salaş sokakların bunalımlı yolcusu
Sinan'ın minarelerine asıyor kaderini
Kiliseler, sinagoglar, camiler erk peşinde
Terk ediyorlar dünden doğma yerlerini
Ve karanlık boyadıkça göğün açı ortayını
Sırlı korkuluklar uygun adım üçer beşer
Merdiven altında besliyor minarelerini.
 
Yadsıyamam, Yeditepe, sırtlan sahası, aşiyan
Hâlâ bir tasarımda kanıyor ellerin
Ayırdına varmadığımı düşünme derinliğini
İsminde bile ne çok şey gizli ötesini geç
Her güzellik diri kalabildiği kadar bilirsin
Uyma egemen dillerin sersem vargılarına
Temelin bile koca devin entelektüel zemini
Zemin sarsılıyor, kirli düşün lekesi belli
Çıkar artık cebinden fildişi ellerini
Bak aşklar aşkı deşeliyor, metelik tarih kefeni.
 
Yıldızlarından düşsel önyargıyı çekiyorum
Sense iki nokta arası bir çizgide eğleniyorsun
Eski bir akımın sanrısı sızıyor gülüşlerine
Pisagor senden önce yoktu İstanbul
Fatih de yoktu, Hezarfen’den önce uçan da
Antik ekinin otantik yanında komşuluk ilişkisi
Taşın toprağın altında boynuz, bu ikilem
Geni eskitilmiş çekirdekler çimleniyor göbeğinde
Doğmamış yerlerinde yenilikçi kösnül düşler
Kalpazan kusurları Ortaköy'de bulvar
Bundandır göğe yürüyen parmaklarına dil sürmem
Gök mavisindeki yerinde kulampara gözler var.
                                                           Nisan 2014



 

 

 

 







 




























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder