YAYINCIDAN
Coğrafyanın ateşe atıldığı bir zamanda,
yazın dergisinin giriş yazısında nelerden söz etmek gerekir, kestiremiyorum.
Ülkeleri yönetenler, aklını yanına alıp düşünmelidir. Dünyayı ateşe vererek
kime ne kazandıracağını iyi hesaplamalılar. Sonuçta insanlık kaybediyor, işkenceyi
yine insan çekiyor, yine insan ölüyor. Teknolojik savaşlar sadece insanları
değil; aynı zamanda bitki ve diğer canlıların da yok olmasına neden oluyor.
Dileyelim ki bunlar, aklını başına alsınlar, insanı ve canlıları rahat
bıraksınlar.
Güncel ve gelecek, bizleri
kaygılandırıyorsa ister istemez belirli konularda yazma zorunluğu duyarız.
Aydınlar, çağdaş değerleri öteleyip metafiziği önceleyen ortamda bu kaygıyı
daha fazla duyumsarlar. Süregelen gelecek kaygısını gidermek umuduyla, bir
şeyler üretme çabası içindedirler; özgürlüğe uzanan yola güzellik katmak
isterler; resim, şiir, heykel, deneme vs. gibi etkinliklerle. Kandinsky,
“Sanat, içsel bir zorunluluktur.” der. Bana göre yazmak, özgürlükten değil;
özgürlük özleminden doğan içsel bir zorunluluğun sonucudur.
Karanlık dönemlerden geçtik, ağrılı
günlerimiz sürekliliğini koruyor. Toplum, her geçen gün biraz daha karanlığa
gömülüyor; hatta bunu kendi elleriyle yapılandırıyor. Aydınlık, çağdaş ve özgür
dünyanın kurulması ve insanın insanca yaşayabilmesi, bilgiler arası iletişim,
eşgüdüm ve yaşama uyarlayabilme yeteneğine bağlıdır. Daha açık söylemek
gerekirse insanın, tam insan olmasıyla ilgilidir. Rivayetlerden gerçeği
bulduğunu sanan beyinlerin etkin olmadığı bir dünya ne kadar güzel olurdu değil
mi? İnsanı, insan yapan değerler onun
bilinç dünyasıdır. Bilgiyle donatmak, bilinci yapılandırmak kolaydır; ne var ki
bilinci yöneten başat etken duygudur; sevme duygusudur. Sevmeyi güçlendirmenin
yolu, duyguyu işleyen, besleyen ve güçlendiren sanat gibi değerlerden geçer. Bu
nedenle, denemelerim sanatı temel alır. Sanatın; bilinçli, bilgiler arası
iletişim ve eşgüdümle yapılmasına yönelik çaba harcar. Çalakalem yapılan sanat,
günümüz insanının estetik kaygısını bilemekte yetersiz kalmaktadır.
Sanat dediğimiz görüngü; insan, evren ve
yaşam arasındaki ilişkiyi yeniden anlamlandırmak; yeni bir değer yaratmak ve
bununla estetik değer üretmektir. Yazmak, imgelem kaynaklarının ve imgelem
gücünün araçsal sonucudur. Düşlem sınırlarını genişletmek için, sağlıklı, güçlü
ve teknik donanıma sahip olmak zorunluluğu vardır. Yazar, sanat bilimi denen
disiplinler ile diğer disiplinler arasındaki eşgüdümü sağlıklı kurmalı ve
bunları çağdaş bir gözle okuyabilmelidir. Bilgi zenginliğine ve bilginin
bilimsel-çağdaş-sanatsal yorumunu yapabilme yetkinliğine ulaşmadan; kalıcı,
yeni ve güçlü yapıt ortaya konulamaz. Yazarın amacı, gelecek için yeni şeyler
üretmek, kalıcı yapıtlar vermek ve insanı sevgi ile yoğurarak aklı
evrimleştirmek olmalıdır.
Çağdaş sanatı diğer sanat dönemlerinden
ayıran en önemli özellik, sanat yapıtının gerçek ve duyusal dünyasının devingen
olduğunun anlaşılmasıdır. Eser/şiir yayımlanıp okurla iletişime girmesinden
sonra, şiirin anlam ve iletilerinin insan algı, anlama ve görme yetisine göre
biçimlenebiliyor olduğunun kavranabilmesidir. Çağdaş sanat, duygu ve aklın
bütün olanaklarını kullandığı sıra dışı yaratılar dünyasıdır. Sanatı insanın ve
insan aklının yaptığını, sanat düzlemine çekilebilecek olguların da zekâ ve
akıl ile yapıldığını düşünmeliyiz. Çünkü çağdaş sanat, verilerini sadece
yaşamdan ve yaşamsal olgulardan almaz; düşünülebilen, düşlenebilen,
kurgulanabilen gerçeklik ve dış gerçeklikten alır. Somut, soyut, sanal, sayısal, gerçek, gerçek
ötesi bilgi ile aklın ve zekânın sınırsız gücü ile şekil alır. Yani sanat
yaratıcı akıl işidir; yoğun duygunun tetiklediği aklın sonucudur. Bir anlamda
zekânın evrimsel gelişimine göre şekillenir. Bu nedenle sanatın veya şiirin
evrimi, akıl ve zekânın evrimiyle eş zamanlıdır. Kısaca söylemek gerekirse
sanat; anlamsal, coşumsal ve estetik değeri geleceğin bilgi birikimi, kültür
varlıkları ve insanın algı biçimine göre devinim halindedir.
Mutlu ve esenlikli günlerde okumak,
okunmak dileğiyle…
Uğur
Olgar
NİSAN
UÇURTMALARI
Uçurtmalar
en çok nisan rüzgârında nazlanır
ardından çocuk gülüşleri
gelecek kaç bahara yetecek kadar
döller yalnız çiçekleri
ve tozlanır hava
birden erguvan kırmızı
Böcekleri çatırdatan ılık su
akmaya başlar tenimin nehirlerinde
kaç şehir yıkanır akşamdan kalma
kimlerin başından aşağı kaynar kan
bocalanır dallar durduğunda tomurcuğa
Bir de sulara sessiz geçmesini
söylemiştik
öte zamanlar arasından,
demek ondan durgun akar Don
öfkeli Karadeniz'e
Mihail’in kalemlerinin arasında
Uçurtmalar
nisan rüzgârında kuşlara öykünür en çok
kuşlar ise telgraf tellerinden geçen
kahpe zaman sözlerine
Kuşların ipi yoktur oysa
kurşunlamadan kimse indiremez onları...
Yağmur, ıslatmaz tetik çeken parmakları…
Zeynel
Güney
SELAM
MARTILAR
Bugün dokunmayın
Sütten ak güzel martılar
Yok sayın beni
Her şeyi boş verin
Göz ardı etmeyin sevgiyi
Derler ya daha sabahın körü
Henüz çıt yok bu sahilde
Mor bulut gibi doludur kafan
Ha yağdı ha yağacak
Bu iş delice biraz
Belki oynatmak aklı
Zor olanıdır bence
İki kalbi bir dilden konuşturmak
Hâlâ bomboş sahil
Ne bir araba gürültüsü
Ne vapurun hoplatan düdüğü
Şimdi birazdan gün doğar
Biri gelir biri gider vapurların
Martılar kumrular
Sayılmaz olurlar gökte
Arabalar tadını kaçırır hayatın yolların
Süslü kızlar güzel kadınlar
Geçer gözünün önünden
Hepsinde işe yetişmenin telaşı
Bir bakarsın yanında bitmiş
Hani dedim ya beklenen
Ne vapur düdüğü kalır aklında
Ne martılar Ne arabalar
Ne de hayatın çekilmezliği
Meryem Güneş Berberoğlu
KADIN VE ŞİİR
Oysa “Kadına” Çok Yakışıyordu “Şiir”
“Hesiodos! Şiirini yeniden yaz ve
Pandora’yı kurtar.”
Bu, mitolojik bir temenniden öte, Kadın
ve Şiir ile ilgili yüzyıllardır süregelen ve bir bakıma Edebiyattaki
Pandoracılığın, şiirden silinmesi yönünde lirik bir çağrıdır…
Şiir dediğimizde ilk akla gelen
şairlerin erkek oluşu ve yeri geldiğinde “Şair, Şaire” ifadesi diye
ayrıştırılan yaklaşımlar bile bu konudaki ayrımcılığı destekliyor sanki…
Pandora ve Şiirin Bir Araya Gelişi
Öyle ki Antik Yunan döneminde yaşamış
Hesiodos’un, “İşler ve Günler” kitabında yer verdiği epik şiirinde Pandora Miti
ile ortaya koyduğu Kadın portresine, MS. Orta Çağ Avrupası’nda da aynı düzeyde
tanık olmamız ve sonraki çağlarda dâhi değişmeyen bu algının şiire sirayeti söz
konusudur.
Kadın ile ilgili temelini, İlk Çağ
mitlerinden ve Politeisttik din felsefesinden alan bu mesnetsiz yaklaşım,
sonraki Roma Dönemi ve Orta Çağ Avrupası’nda da “Kadın” sosyal kimlik
statüsünde “Pandora” simgesinin taşıdığı tüm imgelerle hemen hemen her alanda
yerini alıyor. Daha doğrusu destansı figürlerin ve çok tanrılı din
anlayışının ete kemiğe bürünmüş halini
kadının hakiki sosyal kimliğinde açıkça görmeye başlıyoruz. Daha da ötesi
mantıksal çerçeveden uzak bir eşleştirme ile Hristiyan Teolik hükümranları
kadını, Orta Çağ Avrupası’nda “günah
sembolü” ilan ederek, değersizleştirmeye
devam ediyor…
Ne acı ki Pandora’nın dayandığı temel
yapı, şiirsel bir dille yazılmış ve şairliğin ilk izlenimleri kabul edilen
Hesiodos’un lirik söylemlerinde karşımıza çıkıyor.
Bir başka deyişle âdeta daha en baştan
“Kadın” şiirden şiirle nakavt ediliyor.
Pandora Mitinin sirayetini şiirde ve
toplumsal yapının her alanında görüyor oluşumuzun sonuçlarını; her fırsatta,
sadece ve sadece yerleşik düzene geçen insanda, avcılık ve toplayıcılık
anlayışı ile “fiziksel güç ön plândadır” mitsel yaklaşımı ile açıklayarak
geçiştirmek, benim için son derece yetersiz bir açıklamadır.
Mitsel yaklaşım, diyorum; çünkü bu tez
doğru olmuş olsaydı yerleşik hayata geçen tüm toplumlarda aynı durum ortaya
çıkmış olurdu.
Eski Türklerde Pandora Yaklaşımı Var
mıydı?
Sorunun cevabı net ve bilindik bir
şekilde hayır olmasına rağmen bu durumu bile mitsel bir hamasetten kurtaramamış
olmak da üzerinde ısrarla durulması gereken bir durumdur. Türk toplumundaki kadının
sosyal oluşumunda, modern kesime göre kırsal kesimin atalarımıza sadakatle
bağlılık gösteren geleneksel duruşu ayrıca övgüye değerdir.
Toplumun en sağlam halkası diye
nitelendirdiğim kırsal kesimde, kadının konumlanış biçimi Eski Türklerde olduğu
biçimiyle aynen muhafaza edilmiştir. Bu durumun doğruluğu ve geçerliliği
noktasında ortaya atabileceğim en sağlam veri ise Anadolu’da hâlâ etkisini
sürdüren ‘Hanımağa’ ifadesinde yerini bulan kadın duruşudur. Bu duruş, çoğu
yönlerden eski Türk destanlarında baş kahraman olan kadın karakterler ile
eşleşir. Buna en iyi örnek Bamsı Beyrek hikayesidir.
Öyle ki Türk destanlarında, destan
kahramanlarının eş seçerken ‘Hatun’un iyi at binen, iyi kılıç kuşanan
özelliklerde olmasını istemeleri bugün Anadolu’da farklı simgelerle kendini
gösterir. Bunlar, Anadolu kadınının cesur yanlarının kırsal kesim yaşam
koşullarında ortaya çıkardığı her türlü kadınsı; ama Türk kadını imajı ile var
olan sosyal rolleridir. Korkut Ata destanındaki Bamsı Beyrek hikâyesinin kadın
kahramanı Banu Çiçek Katun ile Modern Türk hikâye ve romanlarındaki Anadolu
esintili Hanımağa karakterinin çok çok benzerlik göstermesi bu duruma iyi bir
örnektir. Yani fiziksel güç farklılığı kadın için tolere edilebilir bir
durumdur. Anadolu’da tarlasını ekip biçen ve hatta bunun tüm gereksinimlerini
bizzat yerine getiren de kadındır. Ve çoğunlukla da en güzel halk türkülerini
ve kendince yazdığı ağıtlarını ninnilerini, manilerini, deyişlerini ve halk
hikayelerini de bu esnada söylemiştir.
Aslında Türklerde kadın, şiirin içinde
bizzat nesne değil; özne olarak yer almıştır.
Özellikle Halk Edebiyatı kültüründe
yetişen ozanların esas beslenme kaynakları, daha çocukluk yıllarında kendi
annelerinden dinledikleri ve Türk Edebiyatının da omurgasını oluşturan
ninniler, maniler, halk hikayeleri ve halk türküleridir. Kadının Türk toplumunda
olması gerektiği gibi bir sosyal kimlik kazandığı ve şiir ile ilgili de ortaya
atılabilecek olumsuz bir veriye rastlanmadığı aşikârdır.
Şiir konusunda ve diğer alanlarda ortaya çıkan Pandora etkisinin, Türk
toplumunun öz benliğinde yer almadığı gerçeği
ise Arap seyyahı İbn-i Batut’un eserinde kendi ifadesiyle yer verdiği şu
sözlerle kanıtlanabilir:
“Burada tuhaf bir hâle şahit oldum; o da
Türklerin kadınlara gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi,
erkeklerden daha üstündür.”
İbn-i Batut’un Türklerin kadına gösterdiği saygıyı tuhaf bir
hâl olarak nitelendirmesi, sanıyorum ki kendi toplumunu özellikle de İslamiyet
öncesi Arap toplumunu (cahiliye devri gerçekleriyle) iyi tanıyor
oluşundandır.
Bu durum Seyyah’ın bu sözlerini daha da
önemli kılar. Ve Orta Çağ’ın en çok ülke gezen seyyahı oluşundan diğer toplumları da analiz etme fırsatı
bulması yönüyle de İbn-i Batut’un bu
tespiti, Türk Kadınının sosyal statüsünü, oldukça önemli bir yere taşır. Bütün
bu örnekler, “Yerleşik Hayata Geçen İnsan fiziksel güç gerekliliği ile kadını
arka plana itti ” tezini çürütmektedir. Öyle olsaydı tüm toplumlarda yerleşik
düzene geçişin ardından; kadın için aynı değersizleştirme tezahür ederdi. Çünkü
insan, toplumsal olarak farklı özellikler ile farklı coğrafyalarda bir yerleşik
düzen kurmuş olsa da neticede yaradılış özellikleri bakımından insan vasıfları
farklılık göstermez. Bu onların seçimleri ile şekillenen bir durumdur. Yani Orta
Çağ Avrupası’nda kadına giydirilen Pandora simgesi, tercihen ortaya çıkmış bir
durumdur. Bu tercih, daha ziyade güç dengeleri kaygısı noktasında Hristiyanlık
inancına yapılan müdahaleler ile ilgilidir.
Orta Çağ Avrupası’nda, feodal sistem
içinde erki kaybetmek istemeyen kralların, tercih noktasında Hristiyanlık
inancını, kendi potalarında, kendi hırs ve egolarında şekillendirerek topluma
dayatmış oldukları gerçeği bu konunun özünü belirlemektedir. Hristiyanlık
inancına yapılan müdahale sırasında,
ellerinde olan tek veri Mit olduğu için dinsel algoritmalarda yanlış bir mantık
kemiğinde oluşan yapaylaşmış din, topluma dayatılmıştır. Sonraki dönemlerde de
bu yanlış mitsel yapılanma gerçeği göz ardı edilerek Hristiyan toplumunda
gerçek din anlayışından uzaklaşmış bir tezahürde; kadına biçilen mitsel temelli
yakıştırmalar, efsanevi bir kimliğe bürünerek, geleneksel bir çığırtkanlıkla
sadece Hristiyan toplumlarda değil; tüm toplumlarda, şiir ve diğer tüm alanlara sirayet etmiştir. Daha
da ötesi, yapaylaştırılan Hristiyan inancı tezahürünün, diğer toplumlara mitsel
bir mantıkta sıçrayışı ile Pandora kimliği, evrensel bir nitelik kazanmıştır.
Toplumları yüzyıllardır etkileyen
kalıplaşmış mitsel hikayeler ile Kadın, günümüzde bile hemen hemen her
alanda gerçek dışı Mitsel algının bir sorunu olarak
algılanıyorsa, bu durum, daha çok sosyolojik
bir bakış açısı ile değerlendirilmesi gereken bir konudur. Yani tek
başına edebiyatın ve şiirin kadın konusundaki ayrımcılığı ortadan kaldırması
mümkün görünmemektedir.
Aslında ‘Kadın ve Toplumsal Rolü’ bu anlamda
ana başlıktır.
Ancak bu konunun şiire sirayeti
durumunda; şiir seven ve kadın şairliği (cinsiyet ayrımı gütmeden) şiir için
çok mühim sayan biri olarak göz görüp gönlüm katlanmamaktadır.
Öyle ki şairliğin, cinsiyet ayrımı
gerektiren bir yetenek olduğunu kabullenmek, kadına ve üstelik şiire yapılmış
en büyük haksızlıktır. Çünkü eski şairlik geleneği ve günümüz dahil kadın,
şiirin nesnesi konumuna yukarıda saydığım toplumlar arası Pandoracılık miti ile
itilmiştir. Yani bizzat şiir yazan değil; şiir yazılan olarak algılanmış ve bu
sirayetik durum, günümüze kadar öylece gelmiştir.
Burada özellikle vurgulamak isterim ki
bu konuyu ele alma yaklaşımım, kadının şiirde erkek söylemleri içinde nesne
konumunda oluşuna itiraz niteliğinde değildir. Ya da “kadın şair” ifadesini
güçlü kılmak asla değildir. Çünkü benim nazarımda bu, tasvip etmediğim bir
aşırı feminizm kaygısı olur. Çünkü benin sanat anlayış biçimimde kadın ve erkek
bir bütündür. Kadını ve erkeği ayrı ayrı ikonlaştırmak en az pandoraclılık
kadar zarar verir toplumsal yapıya. Arzu ettiğim şey, şiirde feminist bir bakış
açısı değil, evrensel nitelikte kadının şiirde olması gerektiği gibi; yani
önüne kadın sıfatı yerleştirilmeden sadece şairlik geleneği içinde şiir ve
şairlik gücü ile değerlendirmeye tabi tutulmasıdır. Sorun daha ziyade şiir ve
kadın ile ilgili oluşan yanlış bir düzlemin varlığıdır.
Kadın şair ifadesinden duyduğum
rahatsızlık kadın şoför, kadın öğretmen ile aynı ölçüdedir.
Demem o ki toplumsal tüm alanlarda
ortaya çıkan bu pandoracılık ne ise şiirde
baş gösteren pandoarcılık birebir aynıdır. Yani bakış açısı meselesidir.
Beklenilen veya en azından benim çabam, şiirde kadın ve erkek ayrımından ziyade
kadını ve erkeği olması gerektiği gibi kadın ve erkeğin doğuştan getirdiği
insanî vasıfları ile şiire yansımalarını görebilmektir.
Pandora’nın Türk Şiirine Sirayeti
Dünyada bilinen ilk şair Sümerlerde
ortaya çıkan Enheduanna’ydı oysa! (MÖ 2300)
Sadece Türk şiirinde değil; Dünya
Edebiyatında da kadın şair sayısı oldukça az. Pandora’nın yaratıcısı ve aynı
zamanda bir şair olan Hesiodos, aynı kitabında
insanlığa “Kötülükten uzak dur adaleti çağır” diye seslenmekteydi oysa…
Bu çağrıyı, kitabında her ne kadar
hükümranlık anlayışı niteliğinde görüyorsak da aynı çağın bu bilinçteki
insanından Pandora mantığını hem de şiir ile dillendirmesini, kadın ve şiir için oldukça hüzünlü
buluyorum…
Türk toplumunun kadını diğer milletlere
göre toplum içerisinde daha saygın bir şekilde konumlandırdığından
bahsetmiştim. Ancak şiirde isimsiz anılan halk ozanlığı mantığının ötesinde ses
getirici bir varlık gösterememiştir. Yani Osmanlı’nın öncesinde de Türk kadını halk edebiyatına kaynaklık eden
yaratıcılığını, isimsel ve ulusal anlamda gösterememiştir. Özellikle
Anadolu’da var olan ağıt kültürü
çoğunlukla isimsiz halk şairleri olan kadınların egemenliğindedir. Ve modern
Türk şiirinin de çoğunlukla beslendiği ürünler, halk edebiyatı ozanlık
geleneğinin ürünleridir.
Aslında kadın, Türk şiirinin bu anlamda
da yaratıcısı konumundadır.
Divan Şiiri ve Kadın
Osmanlı’da Divan Edebiyatı geleneğinin
ortaya çıkışı ve varlığını Tanzimata kadar ağırlıklı sürdürdüğü asırlar
içerisinde kadın, şiirde varlığını az da
olsa gösterir. Ancak bu durum erkek
egemen divan şairleri gibi söylemenin ötesine geçemez. Yani yukarıda
belirttiğim mitsel temelli Pandora, toplumlararası sirayetini maalesef ki Türk
şiirine çoktan ulaştırmıştır. Aslında zaman zaman ortaya atılan İslamiyet ile
birlikte kadın arka plana itilmiştir. Söylemlerinin ne denli tutarsız olduğu da
ortadadır.
Çünkü, Türker’in İslamiyeti kabul etmeleri fetihten çok çok eski
asırlarda gerçekleşmiştir. Ve Fetih
döneminden önce kadını arka plana atma
izlenimlerine rastlanmaz. Bu durum daha ziyade Osmanlı’nın Bizans’tan
devraldığı İstanbul’un ister istemez Orta Çağ mantığında şekillenmiş Hristiyan
kültürü izleri ile dolu olması ile açıklanabilir. Bu da İslami bir etkiden çok
aynı coğrafyada imparatorluk kurmuş iki toplumun kültürler arası etkileşiminin
varlığına işaret eder. Yani başlarda söylediğim mitsel sirayetin, toplum
üzerinde dine göre daha kuvvetli oluşunun da düşündürücü bir göstergesidir.
Özellikle fetihten sonraki saray geleneğinde görülen kadın imajı bu durumu
desteklemektedir. Saray kadını, fetihten sonra
Fars ve Hristiyan Orta Çağ mantığı içinde toplumsal bir role bürünmeye
başlar. Bu şekillenme, Anadolu kadını ile tamamen zıt kutuplarda seyreder. Yani
saraya nazaran Anadolu kadını, aslında bir bakıma daha geleneksel bir yapıda
varlığını sürdürmüştür. Ve Halk Edebiyatına kaynaklık eden kendi varyantlarını
sessiz sedasız söylemeye devam etmiştir. Arap ve Fars kültürü etkileri taşıyan
Divan edebiyatında ise Kadın, geri plana itilir.
Bu anlamda Prof. Dr. Serhan Alkan
İspirli Hoca’nın ortaya koyduğu fikirler oldukça kıymetlidir:
“Çünkü divan şairliğinin yolu, aşıklık
rol ve hüviyetini kabullenmektir. İfade edilecek aşk, beşerî ise kadın bu
vadide eserler vermekten peşinen saf dışı kalacaktır. (Prof. Dr. Serhan Alkan
İspirli-Kadın Divan Şairleri ve
Geleneğin Uzantısı )
Hoca, kitabında bunun nedenlerini
açıklarken şöyle devam eder:
“Çünkü kadın, her devirde şiirin öznesi
değil nesnesi konumundadır. Bu durumlarda şairlik geleneği, kadın değil erkek
söylemleri tarzında varlığını muhafaza eder. Hatta ortaya çıkan kadın Divan
şairlerinin çoğu, kendini bu söylemin dışında tutamaz. Çünkü kadınsı bir
söyleyiş tarzı onun toplumsal rolüne aykırı kabul edilir. Bu duruma en iyi
örnek İlk kadın Divan Şairimiz Zeynep Hanım’dır. Eşinin rızası olmadığı için
söylemlerinde kadınsı bir tavır takınamaz ve şiir yazmada sorun yaşar. Ancak
bir Divan şairi yüreklice ortaya çıkıp ilk defa kadınsı bir söylemi özgün
kılar. Bu Divan şairi o kadar ki şiir aşkından dolayı bütün izdivaç
tekliflerini reddederek; günümüzde dahi tam bir varlık gösteremeyen bu söylemin (kadınsı şiir söylemenin)
temellerini atar. Bu kadın şair, Divan şairi Mihri Hatun’dur. Çağdaşı Zeynep
Hanım, eşinin rızasını alamadığı için şiir söyleminde özgün bir tavır
yakalayamazken Mihri Hatun bütün tabuları yıkar.
Benim üzerimdeki ışık yok oluyor
Gölge ışığa yaklaşıyor
Ve kum fırtınası gibi onu kaplayacak
Benim tatlı sesim bozuldu
Ey Sin! Göğün kralı!
Bana ne yaptı
Bu Luganane?”
Belki de Gülten Akın haklıydı:
Çok bekledik
Çağın en karmaşık yerinde durduk
Biri bizi yazsın,
Kendimiz değilse kim yazacak
Sustukça köreldi
Kaba günü yonttuğumuz ince bıçak.”
Çok
çok şiir yazmak dileğimle…Kadınca, kadınsı…
F .
Kadri Gül
YORGUN
DENİZ
Yorgun bir deniz gibisin
bir martı gölgesinin
esrikliğinde çırpınan
Soluğunun oynaştığı
ayak izlerine bel bağlasan da
belleğin soğudu sularda
sesini duyan mı olur.
Musa
Öz
GÜCENMİŞ
BİR SÖZ ALDIM YANIMA
Gücenmiş bir söz aldım yanıma, bir aşk,
bir ev resmi
Harf bulamayınca hafifliğini bağışladın,
çıplaklığını
Benim hatıralarım coğrafyanda senin,
kederli bir gezinti
Sözcük takacağım kulaklarına, boynuna
bir dize
Dün gece hamile bıraktığım evin avlusu
ve bir tümce
Aşk ki kadersizdir, acı bir poyrazda bir
ot öbeği
Perçem mi kâkül mü, ya da gümüş
gerdanlığın ışıltısı mı
Bekâret kolyesini kızların, elinde tutan
bir büyücü
Her çağın kahramanı o yürekli kadındır,
arzularımı paylaşan
Bir halk dansı desen, sevgiyi ve
çıplaklığı imlesen
Bereketli bir ova sutyen altlarında ve
zorba ayı tuzakları
Yaldızlı memelerin çiy damlasıyla
mayalansa bir ‘ah’da
Senin iyi niyetinle, şefkatinle yıkasam
yüzümü elimi
Çıkış noktalarına gelsem, hoş kokulu yol
kavşaklarına
Aşk ki kadersizdir, acı bir poyrazda bir
ot öbeği
Şimdi tüm olasılıklar göğüslerinin
sivrisinden dönse
Arzu böceği uçup uçup gitse öpücük
devinimiyle birlikte
Ömrünce olasıdır diz çökmek, morca
kaynak önünde
Gücenmiş bir söz aldım yanıma, bir aşk,
bir ev resmi
Her çağın kahramanı o yürekli kadınlar,
paylaşan arzularımı
O göçük, ölümü imleyen o gök gürültüsü,
aşk gecesi
Aşk ki kadersizdir, acı bir poyrazda bir
ot öbeği
Bir zorba gizem ekleriz seninle kırların
beklentisine
Nurkan
Gökdemir
FANİ
DÜŞ DAMLALARI
bir bilsek!..
ne çok derin
gizil katmanlı
düş ötesi ve içrek
bir bilmece âlem’iz
ilkbaharca terkibimiz
sonsuz dirim servetimiz
ezeli aslı tüm var’ı nasıl sırlı
öteyanıtlı bin bilinmezli özler’iz
o uzamsız çılgın derya boylarında
yaşam kıyılarında umuyla çırpınan
fani düş damlaları cümlesi belki de!
hep Aşk’a ve Bengi’ye özlemle akan…
Fazilet
ÖZKAN POR
GENCO
ERKAL
TİYATRONUN KOCA DEVİ, YILMAZ DEVRİMCİSİ, HOŞÇA
KAL!
“Hoşça kalın
dostlarım benim
hoşça kalın!
Sizi canımda
canımın içinde, kavgamı kafamda götürüyorum.
Hoşça kalın
dostlarım benim
hoşça kalın!
Resimdeki kuşlar
gibi
dizilip üstüne
kumsalın,
mendil sallamayın
bana istemez…
Gene görüşürüz
dostlarım benim, gene görüşürüz
Birlikte güneşe
güler, birlikte dövüşürüz
A dostlar Kavga
dostu iş arkadaşı
A yoldaşlar!
Tek hecesiz elveda!
Kendi sesiyle yaptığı paylaşımında
Nâzım’dan okuduğu bu dizelerle veda etti bizlere büyük usta oyuncu. Sahnede,
oyundaki bir karakteri canlandırıyor, onu yaşatıyormuşçasına bir veda
konuşmasıyla… Sonsuzluğa yolculuğunun duyarlılığıyla söylediği sözlerle ayrıldı
sahneden. Ve kısa bir süre sonra da dünyamızdan... Sonsuzluğa doğru yürüdüüüü
gitti!
Bizleri canının içinde götüren sanatın
dev adamı Genco ERKAL kimdir? Neler sığdırmış bu 86 yılına? Anımsayalım
mı?
İstanbul’da doğar, 28 Mart 1938’de.
İlkokulu Galatasaray Lisesi’nde,
ortaöğrenimini Robert Koleji’nde, yükseköğrenimini
İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde tamamlar.
Küçük yaşlarda gönül verdiği tiyatroyla
kolej yıllarında da yüksek öğrenim yıllarında da yoğun biçimde ilgilenir… Nefes
aldığı, yaşam sevinci bulduğu dünya tiyatrodur.
Oysa tiyatro yapmasını onaylamaz ailesi
kesin olarak. O nedenle psikoloji eğitimi alır. Alır ama tiyatrosuz
yaşayamayacağını bilir. Tiyatroda en iyilerden olacağına da inanır. Öyleyse
inancı doğrultusunda ilerleyecek, yaşamını tiyatroyla şekillendirecektir.
Sonunda; dönemin önde gelen amatör
tiyatrolarından biri olarak anılacak Genç Oyuncular topluluğunun
kurucuları arasında yer alır. (1957)
Çabaları boşuna değildir genç oyuncunun.
Amatör olarak oynadığı rolleriyle tiyatro dünyasının ünlü rejisör ve
oyuncularının dikkatini çeker. Muhsin Ertuğrul’un önerisiyle profesyonel
olarak oyunculuğa başlar.
İlk oyunu Muhsin Ertuğrul, Yıldız ve
Müşfik Kenter’in sahneye koyduğu Çöl Faresi’dir.
Kenter Tiyatrosu’ndan sonra profesyonel oyunculuk
yaşamını Gülriz Sururi- Engin Cezzar Tiyatrosu ve sonra da askerlik
nedeniyle bulunduğu Ankara’da Ankara Sanat Tiyatrosu’nda
sürdürür.
Askerliğinin ardından İstanbul’a
döner. Arena Tiyatrosu’nda sahnelenen Jaroslav Hasek‘in başyapıtı
Aslan Asker Şvayk oyununda başrolü canlandırır. Oyundaki
başarısıyla, dönemin tek tiyatro ödülü olan İlhan İskender Armağanı’nı
alır. (1963)
Haldun Taner’in yazdığı, Türk tiyatrosunda bir
dönüm noktası sayılan ilk yerli ve müzikli oyun Keşanlı Ali Destanı’nda
hem rejisör hem oyuncudur. İzmarit Nuri ve Politikacı rolleriyle
belleklerden silinmeyecek bir oyunculuk sergiler. Ve bu oyun; Elhamra
Tiyatrosu’nda aylarca kapalı gişe oynar. 1964
Türkiye’de sahnelenen ilk tek kişilik oyun olma
özelliğine sahip Gogol’un, Bir Delinin Hatıra Defteri’nde
oynar. Güçlü oyunuyla toplumu
eleştirirken düşündüren, eğlendiren, duygulandıran bu yapıtı ölümsüzleştirir.
Oyunculuğu da Sanat Severler Derneği tarafından En İyi Erkek
Oyuncu ödülüyle onurlandırılır. 1965
Ülkede siyasi gerilimin, işçi
hareketlerinin, öğrenci olaylarının tırmanışta olduğu yıllarda, Mehmet Akan,
Şevket Altuğ, Ferit Erkal, Arif Erkin ve Nurten Tunç ile birlikte devrimci
bir tiyatro topluluğu olan Dostlar Tiyatrosu’nu kurar. 1969
“Gerçek uygarlık,
edebiyat ve sanattan doğar. Tarih, tiyatrosuz yükselmiş bir ulus gösteremez.” diyen ustası Muhsin Ertuğrul’un
büyük düşü Bölge Tiyatroları’nı yaşama geçirmektir amaçları. Anadolu
kentlerinden birinde bölge tiyatrosu oluşturmak; Adana’ya yerleşmek…
Ancak ne para ne oyunlarını sahneleyebilecekleri yer bulabilir ne de bölge
tiyatrosu düşlerini yaşama geçirebilirler. Aydının, emekçinin, öğrencinin dostu
olarak, etik ve estetik değerlerden ödün vermeyecek oyunlar oynamak üzere İstanbul’da
karar kılarlar.
Selçuk Metin’in yönettiği belgeselde; sanatçının
sahne aldığı tüm tiyatrolardaki çekimlerle geçmişe bir yolculuğa çıkılıyor. Muammer
Karaca Tiyatrosu, Arena Tiyatrosu, Küçük Sahne, Elhamra Tiyatrosu, Ses
Tiyatrosu, Kenter Tiyatrosu ve de Dostlar Tiyatrosu yaşamı
belgelerle anlatılıyor. “Genco: Tiyatroya Adanmış Bir Yaşam” adlı bu
belgeselde, Dostlar Tiyatrosu’nun kuruluş amacını şu sözlerle açıklıyor:
“Tiyatronun toplum
içinde bir görevi, bir amacı, bir sorumluluğu olduğu bilincine vardım.
Özellikle bizim gibi Aydınlanma Devrimini tamamlamamış toplumlarda tiyatro yön
gösteren sanatsal bir ışık olmalıydı.”
Tiyatrosuyla; yön gösteren bir aydın,
sanatsal ışık olmanın sorumluluğuyla, yaşamımıza direnme gücü verecektir.
Kuracakları tiyatroda sahneleyecekleri oyunların seçimi de bu doğrultuda
olmalıdır. Kararlıdır:
Eşitlikçi, özgürlükçü, barışçı,
demokrasinin, insan haklarının, emeğin, insan onurunun yüceliğini savunan;
Haksızlıklara baş kaldıran, eleştiren,
sorgulayan, tepki gösteren;
Baskıya, sömürüye karşı duran;
Direnci çoğaltan, umudu yeşerten
oyunların, korkusuz duruşlu bir tiyatrosu olacaklardır.
Ha Me Ka Ha Ha Pe; Dostlar Tiyatrosu’nun ilk oyunudur. 1969
İlk oyunlarını, Durdurun Dünyayı
İnecek Var izler.1970
Rosenbergler
Ölmemeli oyununda; ABD’nin
egemen güçlerince işlenmiş yüz kızartan suçlarından birini dile getirir yazar Alain
Decaux. McCarthy döneminde sürdürülen insan avı kurbanlarından iki
onurlu insanın elektrikli sandalyede noktalanan yaşanmışlıklarının anlatıldığı
bir oyundur. Genco Erkal ve Ayla Algan’ın belleklere
kazınan yorumlarıyla çıkış yaptığı bu oyun Dostlar’ın unutulmazları
arasındaki yerini alır. En İyi Yönetmen olarak da İlhan İskender
Armağanı’nı. 1970
Demokrasimizin kesintiye uğradığı 12
Mart döneminde baskı görür. Ama hiçbir şey yıldıramaz onu oyunlarıyla halka
ışık olmaktan, aydınlatmaktan.
Ve bu dönemin oyunları:
Havana Duruşması adlı belgesel oyun, Soruşturma, Aslan
Asker Şvayk, Şili’de Av, Asiye Nasıl Kurtulur, Kafkas Tebeşir Dairesi, Analık
Davası vb... 1971
Aziz Nesin’in, toplumcu duyarlılığıyla kaleme
aldığı, yaşadığımız toplumun çelişkilerini vurguladığı öykü, masal, şiir ve
taşlamalarından örneklerin sahneye uyarlandığı oyundur Azizname.
Günümüzde de Türk klasik oyunları arasında gösterebileceğimiz, görsel ve
işitsel sahnelemesiyle de çarpıcı olan bu oyun, müzikli çağdaş
ortaoyunu-meddah-kabare gösterisidir. Dostlar Tiyatrosu’nun da
unutulmazlarındandır. 1973
Abdülcanbaz; Turhan
Selçuk’un yıllarca
gazetede yayımlanan ünlü çizgi romanının sahneye uyarlanmasıdır. İyi
insan-çıkarcı insan tiplemelerindeki çelişkilerin canlandırıldığı müzikli oyun,
Dostlar Tiyatrosu’nun en tutulan, unutulmaz oyunlarından biridir. 1973
Alpagut Olayı oyunuyla; 1969’da Çorum-Alpagut
kömür ocaklarında çalışan işçilerin direnişini anlatır yazar Haşmet Zeybek.
Bu oyun Dostlar Tiyatrosu’nun ilk yerli belgesel oyunudur. 1974
Kerem Gibi oyunu ise; Nâzım Hikmet’in
dünyasına açılan yalın bir şiir-tiyatro denemesidir. Nâzım’ı sesiyle,
ruhuyla, ateşli yüreğiyle günümüze taşır bu tek kişilik oyunda Genco Erkal.
Ozanın; memleketi, memleketinin insanına olan sevgisi, yaşamaya-ölüme dair
söylediklerini usta yorumcu duyarlılığı ile yaşattığı müzikli bir dinletidir.
Ve yıllarca Dostların en beğenilen yapıtları arasında yer alır. 1974
Sabotaj Oyunu;
Macit Koper’in 12
Mart döneminde yaşanan, Atatürk Kültür Merkezi yangınının da
aralarında olduğu sabotaj davalarından yola çıkılarak yazdığı bir oyundur.
Türkiye’nin yaşadığı tarihsel süreçte, toplumsal gerçekleri gözler önüne
sermek adına üretilen bu oyun, ilginç sahne düzenlemesiyle de çok ilgi toplar.
Uzun süre sahnelenir. 1975
Dostlar’ın en başarılı, en ses getiren
yapıtlarından biri de John Steinbeck’in yazdığı Bitmeyen Kavga’dır.
Genco Erkal’ın uyarladığı, yönettiği ve rol aldığı oyunda; emekçi
kesimin, egemen güçlerin sömürüsüne karşı bilinçlenmesi, örgütlenmesi
anlatılmaktadır. Türk sahneleri için özgün- çağdaş bir oyundur. 1976
Türkiye’de yaşanılan 12 Mart ve 12
Eylül askeri darbeleri; gözetimlerin, tutuklamaların, yargılamaların
arttığı, kişisel özgürlüklerin kısıtlandığı, yasaklamaların getirildiği
dönemlerdir. Sanat, hele de devrimci sanat yapmak çok güçtür bu süreçte.
O dönemlerde yaşadıkları güçlükleri, Özlem
Özdemir ile yaptığı söyleşide şu sözlerle dile getirir Genco Erkal:
“Yargılandık,
oyunlarımız yasaklandı, turne yolları tamamen kapandı. Sansür yaşadık. Ama her
dönemde söylemek istediklerimizi, belki dolambaçlı, daha ılımlı bir biçimde ama
mutlaka söyledik…”
Hapis yatmaz, ama sekiz yıl pasaportu
elinden alınır. Burs aldığı halde “sakıncalı” olduğu için yurtdışına da
çıkamaz. Ve çağrı almasına karşın yurtdışında oynayamaz.
Bu engellemelerin tek nedeni vardır; “politik
tiyatro” yapmak!
Aynı söyleşide, politik tiyatronun
amacını da şöyle açıklıyor usta oyuncu:
“Politik tiyatronun
amacı; birikim yaratmak! Seyircinin seyrettikleri içine oturacak ve ‘ben bunu
nasıl değiştirebilirim’ diye düşünecek, dert edecek. Haksızlıkları,
eşitsizlikleri koyuyoruz ortaya. Devrimci sanatın amacı birikime ve değişime
yönelik olmalı…”
Politik tiyatronun toplumsal yararına
inanır ve ödün vermeden seçer oyunlarını. Toplumun itici gücü olur. İnsan
onuru, insan haklarına çağrıdır oyunları. Çağdaş, evrensel değerlere
erişilmesine katkı sağlamak için çabalar özel Dostlar Tiyatrosu ile.
Simge Çerkezoğlu ile yaptığı bir söyleşide; neden özel
tiyatro dışında çalışmadığını şu sözlerle açıklar Genco Erkal:
“Hiçbir zaman ne
Şehir Tiyatrosu ne de Devlet Tiyatrosu düşünmedim. Ben sanatı bağımsız olarak
yapmak istedim, memur olarak değil. Çünkü politik tiyatro yapıyorduk. Tiyatro
ve sanat bir mücadeledir. Kurulu düzene bir başkaldırıdır.”
Başkaldırısı ise sanatın gücüne inanarak;
yüreğini, elini, ülkenin sorunlarının altına koymaktır. Cumhuriyet
değerlerinin, demokrasinin, hukukun üstünlüğünün yok sayılmasına, aydınların
tutuklanmasına, emeğin sömürülmesine, eğitimin dinselleştirilmesine, ülkenin
tarikatların ellerine teslim edilmesine oyunlarıyla başkaldırıdır.
Atatürk
Devrimlerinin yılmaz
savunucusudur. Ülkesine, yaşadığı topluma, ilkeli duruşuyla, ödün vermeden
sahip çıkar. Her koşulda tiyatro yaparak aydınlatmak için korkusuzca çaba
gösterir. “Neden bu çaba? Bitmeyen bir borcu ödercesine!” diye
soranlara zarif kişiliğiyle verdiği yanıtı yol göstericidir, unutulmaz bir
derstir:
“Aklım, fikrim,
vicdanım, dünya görüşüm, bağımsızlık, özgürlük, barış tutkum, laikliğe, insan
haklarına, kadın-erkek eşitliğine inancım, insan emeğini en yüce değer kabul
edişim, sanatın gücüne yürekten bağlılığım, hepsini ve daha fazlasını
Cumhuriyete ve Mustafa Kemal ATATÜRK’e borçluyum.”
Borcunu ödemesinin en iyi yolu da hangi
koşulda olursa olsun tiyatro yapmaktır: “Atacağımız adımlar küçük bile
olsa sonucun aydınlık bir yerde olacağını düşünüyorum” diyerek.
Genco Erkal; birçok yazarın yapıtını çevirir, uyarlar,
yönetir ve oynar. Ama onun için yeri bir başkadır Nâzım ve Brecht’in.
Aklıyla, yüreğiyle bir gibidirler.
“Sanat, dünyayı
yansıtan bir ayna değil, dünyanın onunla şekillendirildiği bir çekiçtir.”
Bertolt Brecht
Brecht Kabare;
Genco Erkal’ın
Brecht’in şiir ve oyunlarından derlediği iki kişilik müzikli gösteridir. Zeliha
Berksoy ve Genco Erkal’ın olağanüstü oyunculuklarıyla Dostlar’ın
en başarılı oyunlarından biri olur. Başarıları da Sanat Sevenler Derneği tarafından
ödüllendirilir. 1979
Veeee Dostlar Tiyatrosu
salonsuzluk, ekonomik sorunlar nedeniyle kapanır.1980
Tiyatro kapanır ama perde inmez. Prodüksiyon
tiyatrosu olarak oyunlar sahnelemeyi sürdürür. Sahneden inmez yaşamı
boyunca!..
Yalınayak Sokrates;
Maxwel Anderson’un yazdığı
oyun ile izleyiciye bu kez Sokrates tanıtılır. “Ben söylemedim
dersem düşüncelerimin insanlar için hiçbir önemi kalmaz. Beni idam edin.” diyerek;
düşünce özgürlüğünü, inandığı doğruları ödünsüz savunması uğruna canını
veren Yunan filozofu Sokrates... Genco’nun unutulmaz yorumuyla
çok tutulur ve Dostlar’ın unutulmaz oyunlarından biri olarak belleklere
kazınır. Ve Avni Dilligil Tiyatro Ödülü ile Sanat Kurumu Ödülü alır
En İyi Erkek Oyuncu dalında. 1986
Brecht’in toplumcu-eleştirel dünya görüşünün bir
ürünü olan Bay Puntila ve Uşağı Matti; Dostlar Tiyatrosu’nun yine en
unutulmaz oyunlarından biri olur. 1987
1993-1998 yılları arasında, Paris’te ve
Avignon Festivali’nde Fransızca oynar. Fransız yapımları
arasında; Nâzım Hikmet’in tiyatroya uyarlanan yapıtı, Kültür
Bakanlığı’nın, Genco Erkal’ı En İyi Erkek Oyuncu Ödülü ile
onurlandırdığı Sevdalı Bulut da vardır.
Sivas’93; Genco
Erkal’ın yazıp yönettiği
belgesel oyunlardandır. Sönmeyen ateş Madımak’ta yaşanan, 37 kişinin
ölümüyle sonuçlanan şiddet olaylarının unutulmaması, aksine sorgulanması
gerektiği belgelerle anlatılır. Yürekleri dağlar okuduğu şiirler. Sadri
Alışık Tiyatro ve Sinema Oyuncu Ödülleri kapsamında Yılın En İyi
Yapımının Yönetmeni olarak da ödüllendirilir. 2008
Yaşamaya Dair;
Nâzım’ın ölümünün 50.
Yıldönümü anısına, onun şiirlerini uyarlayıp yönettiği müzikli bir oyundur. Nâzım’ın
Bursa Cezaevi yaşamı, eşi Piraye Hanım’a olan tutkulu aşkı ve
sürgündeki vatan hasretini anlatır; şiir ve müzikle. 2013
Nâzım Oratoryosu;
Nâzım’ın memleket aşkı,
yaşam öyküsü, sanatsallığının müzikle anlatıldığı bu oratoryoyu Fazıl Say besteler.
“Kerem Gibi”, “Memleket Üzre”, “Vatan Haini”, “Yaşamaya Dair” vb. şiirleri
anlatıcı tarafından okunur. Şiir-klasik müzik sarmalındaki bu yapıt ve Genco
Erkal izleyiciyi derinden etkiler. Büyük ilgi görür. 2016
Güneşin
Sofrasında-Nazım ile Brecht; Genco Erkal’ın uyarladığı, yönettiği ve oyuncu olduğu bu oyun, iki büyük ozanı bir
araya getirir. Dünyadaki baskı, zulüm, adalet, savaş, barış, vatan hasretinin
tartışıldığı ve daha adil bir dünyanın özleminin dile getirildiği keyifli bir
müzikal. 2016
İmparator; Ryszard
Kapuscınskı’nin yazdığı
oyunda Etiyopya İmparatoru Haile Selasiye’nin 44 yıl süren
saltanatı ve sonu anlatılır. Tüm diktatöre göndermelerin yapıldığı oyunun;
çevirmeni, yönetmeni, dramaturgu, oyuncusudur Genco Erkal. Dostlar
Tiyatrosu’nun unutulmayacak, belleklerden silinmeyecek oyunlarından
biridir. 2023
Bu kadar mı? Değil elbette! Daha
niceleri…
Galileo Galilei,
Fay Hattı, Aymazoğlu ve Kundakçılar, Nereye Gidiyoruz, Nafile Dünya, Ezenler Ezilenler
Başkaldıranlar, Zilli Zarife, İkili Oyun vb. Türk tiyatrosunun unutulmazları arasında yer alan
oyunlarıdır.
Genco Erkal tiyatrocu olmakla birlikte unutulmaz
filmlere de imza atan bir oyuncudur.
At, (982); Faize
Hücum (1983) filmleri
ile “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Antalya Film Festivali’nde
Altın Portakal; Hakkâri’de Bir Mevsim (1983) filmiyle de Berlin Film
Festivali Gümüş Ayı Ödülü alır.
Sanat yaşamı; “Güneşin Sofrasında-Genco Erkal’ın Dostlar Tiyatrosu
Serüveni” adıyla Ayşegül Yüksel tarafından kitaplaştırılır.
Usta, yaptıklarını ne güzel özetliyor
kendi sesiyle:
“İşte böyle geçti
şu yeryüzünde bana tanınmış olan süre…”
“İşim insanları
mutlu etmek, onlara ümit aşılamak. Bir de insanlar tiyatroya geldiklerinde
düşünmenin, eleştirmenin, sorgulamanın tadını alsınlar. Yalnız olmadıklarını,
birlikte daha güçlü olduğumuzu görsünler.”
“Hayata teşekkür
ediyorum, bana bütün verdikleri için.”
Benim bitimsiz teşekkürüm de sizin için
ustam!
Aydınlatan oyuncu kimliğinizle;
İlkeli durduğunuz, insanı insan yapan
değerleri erdem saydığınız için;
İnsanı, toplumu iyiye, güzele, doğruya
götürecek tiyatro yaptığınız için,
Ölümü şiirle karşılayacak denli
yürekliliğinizle örnek olduğunuz için...
Saçtığınız ışıkla aydınlanmanın, birçok
oyununuzu nefes almadan izlemenin, aynı havayı solumanın mutlu gururuyla,
onuruyla güle güle büyük ustam.
Tiyatronun dev adamı alkışlarım size…
Uğurlar olsun!...
21/08/2024
Nurbanu
Kablan
ESKİ
OTEL ODASI
eski bir otel odası kalbim taşrada
solmuş çiçekli perdesiyle açılmış
penceresi
gün eksilmiş, gece çarpanlara ayrılmış
siyah beyaz fotoğrafı aşkın
şarap rengi duvara asılmış
saat durmuş hüznü çeyrek geçe, gece yarısı
kurumuş gözyaşlarının yastıkta hikayesi
düğümleniyor sözcükler yağmur firarda
Ay’ın yarım çöreğine dadanıyor
aç kalmış dize işçileri meydanda
akıyor kanı geceye, kurban edilmiş
güneşin
boynunun damarlarında atıyor heceleri
şiirin
yarım kalan sözlerini yıldızlar
tamamlıyor
göğün tenha sokağında yürüyüşlerine
çıkarak
ve eski bir otel odasına göz kırparak…
10 Ekim 2019
Nilüfer
Uçar
ANADOLU’NUN
DİLE GELEN ÖYKÜLERİ
Zeynel Güney’in öykülerini dergilerde
okusam da kitap bütünlüğünde yeni okudum. Farklı konu başlıklarıyla işlenen
öyküleri art arda okumanın yarattığı bütünlük başka bir tat ve haz.
Kitabın kapak görseli, arka kapak yazısı
okuyucuyu cezbeden ilk aşamadır. Bunlar kitabın aynası gibidir. Böyle
bakıldığında üç kitabın kapak görseli bu kriterlere uygun olduğu görülür. Öz
yaşam öyküsel bir dille anlatılır. Malatya Hekimhan-Davulku Köyü-Yunuslu
Mezrasında doğar. Çocukluğu köyde geçse de ortaokul çağlarında İzmir’e
yerleşirler. Edebiyata ilgisi o yıllarda şiirle başlasa da öyküyle devam eder.
Cemil Kavukçu; “Dilde sıkıntı var ve
imgesel, şiire yaslanan, süslü cümlelerle, sözcüklerle edebiyat yapıldığını
düşünen bir kesim var. Bu bence kolay olan. Eğer yalın yazmayı seçerlerse, yani
zor olanı, daha başarılı olurlar.” Zeynel Güney, bu öneriyi dikkate alarak
öykülerini kaleme alır sanki. Öyküleri yalın bir dil, abartıdan arınık,
imgelere boğmadan, yaşamdan kesitler alarak doğal akışı içinde yazar.
Öykülerini anlatmaz, okurunu olayların
içine alır. Köy yaşantısını bildiğinde olmalı ki köy konulu öyküler çoğunluktadır.
Yaşamı iyi gözlemleyen yazar çevresinde gelişen olayları kalemin sihirli gücü
ve direnciyle yazıya aktarır.
Teknolojinin inanılmaz bir hızla
yaşamımıza girmesi, modernleşmenin yarattığı yeni yaşam şekli, köy okullarının
kapatılması, köylerden kentlere göç yoğunluğu gibi faktörler; kadim kültürümüz
dediğimiz gelenek ve görenekler; günlük yaşam ritüellerini erozyona
uğrattığının farkında olunmuyor. İşte Zeynel Güney, unutulsun istemediği köy
yaşantısındaki önemli değerleri öykülerine taşıyarak kayıt altına alır. Bir
bakıma geçmişin hafızasını geleceğe taşıma misyonu üstlenmektedir. Her öykü
yaşamın bir kesitidir.
Düğün, cenaze merasimi, harman zamanı,
bağ-bahçe işleri, koç katımı için yapılan şenlikler, dayanışma duygusu,
yaşamsal sıkıntılar, insani ilişkiler gibi Anadolu kokan değerlerimizi doğal
halleriyle öykülerinin içine alır. Köy halkı neyi nasıl konuşuyorsa tıpkıbasım
yansıtır.
Şiddet, kavga ve çekişmeden ziyade
yardımlaşmayı, dayanışmayı, hoşgörüyü öne çıkarmayı önemser.
Coğrafya yazarın kaderi midir, sorusu
sıkça sorulur. Yazarın coğrafyası, anayurdu, beslendiği damar; yetiştiği ortam,
çocukluğu, geçmişidir. Yazar bu yaşanmışlıklardan kendini soyutlayamaz.
Doğrudan olmasa da dolaylı olarak alır yerini anlatının içinde. Bu unsurlar
Zeynel Güney’in yazılarının omurgasını oluşturur. Ailesi, komşuları, köylüsü,
esnafı, öğretmeni, arkadaşları onu yalnız bırakmaz. Yazar, ele alacağı konuya
hazırlanırken olayın geçtiği ortamı gözlemleyip iyi analiz etmesi anlatıda
başarıyı getirir. Gözleme dayanan anlatımlar gerçeğe daha yakın olduğu gibi
kurgulamayı sağlam zemine taşır. Bunlar başarılı bir anlatımın gözesini
oluşturur. Zeynel Güney’in öykülerini okurken; sağlam kurgusu, doğal
betimlemeleri ve kahramanların karakterlerini oluşumunda bunları görebiliriz.
Rasim Özdenören, öykü türünün kısa ve
yoğun bir anlatıma sahip olması gerektiğini düşünür. “Yazının kısa olanını
seviyorum. Lafı dolandırmadan anlatabilenini. Ne kadar kısaysa hedefine isabeti
o kadar fazla olur, diye düşünüyorum.” der. Kitaplarda yer alan öykülerin neden
sonuç bağlamında tutarlı oluşu kısa ve net yazılmasından kaynaklı diyebiliriz.
Anlatılarda duygu akışı çokça yer edinse
de yazarın bilinç çözülmeleri anlatının katmanlarında görmek olası. Çevreyi
algılama, olayları analiz etme gibi benzeri bileşenler bütüncül bir anlatımla
öykülerine aktarır Zeynel Güney.
Üç kitaptan elli bir öyküyü art arda
okunduğunda Fakir Baykurt’un romanlarından bölümler alıntılanmış algısı oluşur.
Doğal betimlemeler öykü örgüsüne sadelik ve gerçeklilik katar.
Yöreye ait birçok sözcük zaman aşımına
karşı dirense de unutulan, günlük yaşamda yer edinemeyenleri koruma altına
alırcasına anlatımların içine alır. Bunlardan birkaçı; yellenmek (hızlanmak),
davar sağımı, cibelmek (şımarmak), pöçük (kıyı, kenar), gözleri dolukmak, örken
(urgan), kalıç (orak), ellik (ekin dermek için ele takılan deriden alet),
vıllım koparmak (kavga etmek), meril (düz çatı), ibecek (kura çekmek), ahmın
(hayvan gübresi) ve daha nicesi. Bu sözlerin çoğu dipnot olarak yazılmış.
Bütünleştiğim öykülerden birkaçına
dokunmak isterim.
“Sevgi Anne” kitabından on yedi çok
güzel öykü anlatılır. İlk öykü “Sevgi Anne”. Yaşamın zor koşullarında
çocuklarını yetiştirmeye çalışırken görevini aksatmadan yapan bir öğretmen
annedir. Zaman içinde bilişsel sorunlar yaşamaya başlar. Günlük aktivitelerini
yerine getirmekten zorlanır. Günbegün basit unutkanlıklara yenilerinin
eklenmesi ve hastalığın ilerleyişi adım adım anlatılır. Hastalık ilerledikçe
çocuklarını tanıyamaz duruma gelir. Bu içler acısı bir sondur. “Bir gün kapıyı
hızlıca açıp salona daldım. ‘Anacığım nasılsın?’ diye sordum. Annem ‘Sen de
kimsin?’ diye sordu bana. Annemin her geçen gün gözleri küçülüyor, yanakları
içine göçüyor ve bütün vücudu milim milim eriyordu. Bir sabah “Baban yaşıyor
mu?” diye sordu. O güzel beynin nasıl işlevsiz kaldığını kızın anlatımıyla
okuyoruz.
“Kurbağa Yutan Çocuk” öyküsünde; kurbağa
yuttuğunu sanan çocuğun psikolojik sorunu basit bir yöntemle çözülüşünü
görürüz.
“Ateş Kümeleri”nde, köylülerin
eşkıyalara karşı kendilerini korumak için geliştirdikleri taktiği başlatmak
için verilen işaretle, tepe ve dağlık bölgede ateşler yakılır. Eşkıyalar bu
duruma şaşar. İlk defa karşılaştıkları böyle bir durumdan korkup kaçarlar.
Eşkıyalardan kurtulan köylüler rahat nefes alır.
“Bunun Adı Taş” öyküde bir öğretmenin
Türkçe bilmeye bir köye atanması ve orada yaşadıkları ele alınır. Öğretmen
atandığı köye gidişi, ev bulması, olmayan okulda eğitim verebilmenin zorlukları,
mahrumiyet koşulları ve diğer yokluklar.
Çözüm yollarını bulması yaşamsal bir dille anlatılır. Muhtar evin küçük
bir odasını verse de eğitim yapacak yer bulamaz öğretmen. Zorunlu olarak
odasının bir bölümünü sınıf yapar. Oda hem öğretmenin yaşam alanı, hem
sınıftır. Öğrenciler; Türkçe, öğretmen Kürtçe bilemediği için anlaşmaktan
zorlanırlar. Bir süre işaret diliyle anlaşırlar. “Yol boyunca yürürken elime
portakal iriliğinde bir taş aldım ve ’Bu taş’ dedim. Hepsi de ‘Bu taş’ dedi.”
Dövende tahta yapar. Okuma yazmayı öğretir, getirdiği sazıyla müzik derslerini
yapar. Yarıyılda askere çağrılınca öğrencilerinden ayrılmak zorunda kalır. Bir
öğretmenin koşullar ne olursa olsun çözüm üretebildiğini görünür kılar.
Doksancık Kuşu kitabına isminin veren
öyküdür. Doksancık kuşu, her gün yuvasına bir taş getirir. Doksan taş
tamamlanınca, her gün bir taş atar yuvadan. Belki söylence belki gerçek her ne
olursa olsun ilginç bir öykü. Kurgulanan olay hoş sohbetlerle anlatılır. “….
Albenili sıcaklığı ve baharın rüzgârla serpelediği türüm türüm çiçek kokuları…
/ Gemrik Sadık ortaya dikilir. ’Ben dün davar yayarken bir doksancık yuvası
buldum.’ diye bir söz attı ortaya.” Kitap; Sürmeli Koyun, Tahta Beşik, Afyon,
Ekmek Katığı ve diğer öykülerle devam eder.
“Karaca Kavurgası” kitabın ismi yöresel
bir isim. İlk etapta anlamak zor. Karaca kavurgası; olgun ekin demetini ateşten
üterek (kızartarak) pişirilmesi. Öykü 1942’deki kıtlık zamanında geçer. Fakir
bir aile iş bulmak amacıyla Ceyhan’a gelir. Bakımsız bir ev bulup yerleşirler.
Çocuklar geçici işlerden çalışır. Ev sahibinin tarlasında çalışan Ali ve
ağabeyi bir gün karaca kavurgası yapıp yerler. Ertesi gün tekrar yapmak
isterlerken anızlar tutuşur. Ateş hızla ilerler. Şılın yığını (derilmiş ekin
yığını) tutuşmaması için çabalayışları anlatılır. Kitaptaki öyküler; Antika
Susunca, Kaçak Yolcu, Kınalı Kızlar, Sülo Dayı, Kasım Çavuş, Kadın Kaymakam’la
devam eder öykü anlatımı. 60 sayfa olan kitapta on sekiz öykü yer alır.
Öyküler bütüncül incelendiğinde; yazım
teknikleri, tema, kahramanlar, zaman-mekân uyumu, olay örgüsü, temaya uygun
karakterlerin seçime (karakterlerin isimleri köyde nasıl hitap
ediliyorsa/lakaplarıyla) dikkatte alındığını görebiliyoruz. Konular basit gibi
algılansa da anlatımdaki derinlik ve farklı yaşam kesitleri mercek altına
alınışı güzel öykülerin oluşumunu sağlamış. Tekrarlardan ve aynı
örneklemelerden arınıktır.
Harman Zamanı öyküde; “Tarlalar ekin
hışırtısından ve ellik şıkırtısından başka bir şey duyulmuyordu. / Cabbar, çam
yarması gövdesi ile ekinle kavga eder gibi sallıyordu kalıcını. / … kadın meşe dallarıyla hazırlanmış huyma
gölgeliğe girdi. / … naaşı rahat yatağına aldılar. ….elbisenin düğmeleri
çözülmeden makasla çentik açıldıktan sonra yırtarak çıkarıldı.”
Köydekilerin dahi unuttuğu kalıç, ellik,
döven, tırpan, masta, dirgen, örken, kelek (çan) ve benzeri sözcüklere yer
verir. Artık kullanılmayan bu araçlar unutulsun istemez.
İlgi çeken bazı cümleler, tanımlar,
söylenceler, deyimleri aydınlatıcı olur sanırım; “…günün yağı kaybolmadan, gözlerin
deliğe düşmüş, halısını hacizci tepelemiş gibi yıkkınsın, bizim tenceremiz
ucuzu kaynatmakta inatçıdır, it yitiği oldu namussuz, herif budaklı çalıya
benziyor. Sırtlasan omuzuna, koltuk altına alsan böğrüne batar, sanki karnımı
kıymık kıymık kesiyorlar, sapa samana belenmek, çarık çıkartmaz hastalığı
(kolera), el gövdenin kaşındığı yeri bilir.” Dikkat çeken pek çok cümleye
rastlanır.
Zeynel Güney’in öyküleri için şu
söylenebilir; zengin ve derinlikli anlatım, doğal ortam, karakterler, olay, yer
ve zamanla uyumu, duru ve yumuşak bir dil… Her öykü kendi mecrasında vücut
bulur. Anadolu’nun yaşanmışlığını yansıtır her biri. Orada boy verir geçmişin
unutulan, unutulmaya bırakılan belleği. İşte bu bellek unutulmasın der yazar.
Okunası elli bir güzel öykü buram buram Anadolu kokar. Belgesel tadında
öyküler. 12 Haziran 2025
Kaynaklar: Zeynel Güney;
Karaca Kavurgası, Ürün Yayınları-2020,
60 sayfa
Doksancık Kuşu, Ürün Yayınları-2021, 86
sayfa
Sevgi Anne, Ürün Yayınları-2025,80
sayfa
Güner
Süllü
GİT
ARTIK YÜREĞİMDEN
Bilseydim böylesine bağlanmazdım sana
Aşkımı içime gömer susardım
Gönül sayfanda yerim yokmuş anlaşılan
Git artık yüreğimden unut beni.
Hadi git bırak beni,
Yalanların avutmuyor sızlayan kalbimi
Bu kaçıncı söz verişin sevgili
Git artık yüreğimden unut beni.
Kırılan kalp hiç yerine gelir mi
Bu sevdadan hayır yok sana sevgili
Yıllar oldu seni görmeyeli
Git artık yüreğimden unut beni.
Merak etme kapattım gönül sayfamı
Bundan böyle aşka kapalı kalbim
Kimselere söyleyemem gönül şarkımı
Git artık yüreğimden unut beni..
Yıldızlarda kayar durmaz yerinde
Sende gönlümden kayıp gittin sessizce
Ağlamıyorum yaş kalmadı artık gözlerimde
Git artık yüreğimden unut beni.
İçimdeki aşkın yandı küle döndü
Yaktığın ateş yanmaz ebediyen söndü
Unutanlar hesap verecek yıllara bir gün
Git artık yüreğimden unut beni.
10.01.2025
Cihangir
Nomozov
SEVGİ,
BU HAYATTIR
Dünyada hayatın bir tek anlamı varsa, o
da sevmektir.
Her an, her nefeste sevmenin kutsal bir
görev olduğunu fark etmek, insanın ruhunu derinlere çeker. Sevgi, sadece bir
duygu değil, aynı zamanda bir yaşam biçimidir. Hayatın özü, sevgiyle
yoğrulmuştur; sevgi, bizi birbirimize bağlayan görünmeyen bir iptir. O ipi
hissetmeyenler, hayatı tam anlamıyla yaşamış sayılmazlar.
Çünkü sevgi, hayatın ta kendisidir; onu
hissedenler, hayatın derinliklerine iner, en saf halini keşfeder.
Bir zamanlar, bu gerçeği fark ettiğimde,
gözlerimde bir parıltı belirdi. Sevgi, hayatın anlamını çözmek için açılacak
olan en güzel kapıydı. Her bakış, her gülümseme, her dokunuş, bir başka dünya
yaratıyordu. Sevgi, sadece kalbin hissettiklerini dışarıya yansıtmıyor, aynı
zamanda evrenin en derin sırlarını da fısıldıyordu. İçimde, sevmenin gücüyle
her şeyin daha anlamlı olduğunu keşfettim.
Sevgi, bir çiçeğin açışıdır. İlkbaharın
rüzgarında savrulmuş bir yaprağın, toprağa düşüp yeniden filizlenmesidir.
Sevgi, bir yıldızın gecenin karanlığında parlayıp tüm karanlıkları
aydınlatmasıdır. O parıltıyı göremeyenler, karanlıkta kaybolurlar. Oysa sevgiyle
bakabilenler, her şeyi aydınlık görürler. Bir çiçeğin solgun yaprağında bile
sevgiyle bir güzellik bulurlar. Bir gülüşte, bir gözde, bir sözde bile sevginin
izlerini ararlar.
Hayat, sevgiyle anlam bulur. Sevmeden
yaşamak, bir gövdeyi biçimsiz bir heykel gibi düşünün; içi dolu ama dışı solgun
ve renksiz. Sevgi, bu heykeli ruhla şekillendirir, ona canlılık katar. Sevgi,
her şeyin birbiriyle bağlandığı, birbirine yaklaştığı, bir olduğu bir dünyadır.
O dünyada her şeyin bir amacı vardır ve her şeyin birbiriyle uyum içinde
hareket etmesi sağlanır.
Düşüncelerim, sevginin derinliklerinde
kaybolduğunda, bir anda her şeyin birbiriyle ne kadar uyumlu olduğunu fark
ettim. O zaman anladım ki, sevgi, sadece insanı değil, evreni de birleştiren
bir güçtür. Sevgiyle bakıldığında, her şey mükemmel ve anlamlıdır. Sadece insan
değil, her bir varlık birbiriyle sevgi yolunda ilerler. Sevgi, evrenin
dansıdır; bir melodidir, bir rüzgârın zarif hareketi gibi, her şey ona göre
akar.
İşte sevgi bu kadar büyülü bir şeydir.
Onu hissedenler, hayatı tüm incelikleriyle görür. Her anın güzelliğini fark
eder, her yudumda yaşamı hisseder. Sevmeyenler, bu dünyada sadece varlıklarını
sürdürürler, ama asıl hayatı yaşayanlar, her anı sevgiyle doldurur. Çünkü
sevgi, içimizdeki en saf ve en güçlü duygu olmanın ötesinde, bizi hakikatle
buluşturan bir ışık, bir rehberdir.
Ve şimdi, sevginin her anını içimde
hissettikçe, ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum. Çünkü sevgi, sadece bir
duygu değil, aynı zamanda bir farkındalıktır. Her adımda, her nefeste sevgiyle
var olmanın huzurunu yaşıyorum. O huzur ki, her şeyi anlamama, her şeyin bir
parçası olma hissini bana veriyor. Ve sevginin yolunda ilerlerken, her şeyin ne
kadar zarif ve değerli olduğunu bir kez daha fark ediyorum.
Sevgi, bu hayattır; hayat ise sevgidir.
Bahri
Loş
UZAY
ÇAĞI
Çığlık seslerinden elde edilmiş zaferler
Soğuk demirden gölgeler, kandan kuleler
Ölüm içirilmiş düşünceler, şanlı
resmigeçitler
Acının şenlendirdiği ileri uygar ülkeler
Kurşun sermayeli eğlenceler, renkli
vitrinler
Söylev düşkünü görkemli yalancı
düşünürler
Çocuk ölülerinden ego ve arzular
düşlerine
Çağ tuzağı parıltılar zengin ateşler
iklimi
Şaha kalkmış övünç kaynağı utanç
İşlevsiz icatlar sarmalındaki rekabet
Parmak uçlarından acıyı çoğaltma erdemi
Modern uçurumlar bilge tavırlar ikilemi
İç çürümeli şöhretli çağ güzellemeleri
Bir aha yenilmiş güçlü uzay seferleri
Süngü ucunda yaşam düzenlemeleri
Merhaba Şiir Sarnıcı Ekibi
Ben Ela Su Çetinkaya, 15 yaşında
ve Güzel Sanatlar Lisesi Müzik bölümü öğrencisiyim. Yazmak benim için bir
itiraf. Yazdıkça daha çok kendimi buluyorum. … Bu bizim gerçekliğimiz.
İstemediklerimize adamayalım, ruhumuzu, kalbimizi, bedenimizi…
Ela Su Çetinkaya
KENDİME
Şu
hayatta kime bağlandıysam soydu beni
Sırayla
taciz ettiler çocuk bedenimi
Belki
hiçbirine duyuramadım sesimi
Ama
bana kimse öğretmedi nasıl baş edeceğimi.
Hangi
erkek istediyse girdim yatağına
Babam
her sustuğunda inandım aşkına
Hiç
yılmadan umdum mutlu olacağımı.
İnandım
bir gün beni seveceklerine
İstemesem
de yaptım utana sıkıla
Muhtaç
kaldım beni sevmeyen adamlıklara
Değersiz
olduğumu söylediler bana.
Yapmak
zorundaymış gibi hissettim hep
Bir
anda olup bitecek diye bekledim
Sanki
her sabah yeniden oluyor gibiydi
Geceleri
ise boğarak uyandırıyorlardı beni…
Hiç
istemediğim çocukları öldürdüm ben
Daha
sevişmeden denize attılar bedenimi
Hayatı
bilmiyorken kurtarmaya çalıştım kendimi.
Ne
yapsam da sonunda bir adam çıktı karşıma
Soyup
gitti öylece beni
Üşüdüm,
hepsi sormadan suçladı beni
Özür
diledim, yine istemediklerime adadım her şeyimi.
Şehnaz
İşeri
İÇİMDE
ÇALAN ŞARKI: RE MAJOR KANON
“Güneş batmadan herkes yuvada olmalı.
Karanlık bastırmadan yataklarında uyumaya hazırlanmalı.” Bu kuralları sanırım
coccinella septempunchtata anneleri değil gündüzleri avlanan başka bir deyişle
geceleri avlanmayan tüm anne hayvanlar çocuklarına dikte ediyor. Coccinella
Septempunchtata yedi noktalı uğur böceği demek. Halk arasında uçuç böceği de
deniyor gelin böceği de. Gelin Böceği adlandırması feminen. Ben kız böceğim,
erkekler de komik duruyor. Gerçi ben gelin melin falan da olmak istiyorum ha.
Benim çoluk çocukla uğraşacak vaktim yok. Dünyayı gezeceğim ömrüm yettiğince.
Eh üç sene de fena sayılmaz hani. Kış uykusuna da yatmama gerek kalmayacak. Kış
aylarını sıcak iklimli yerlerde geçireceğim. Belki leylekler gibi Mısır’a
giderim. Avustralya’yı daha çok merak ediyorum, biliyorum çok uzak ama.
Saniyede seksen beş kez kanat çırpabiliyorum. Daha çok böcek yumurtası yiyip
antrenman yapsam kanat çalışsam yüze çıkarabilirim.
Elbette bana zarar vermek isteyecek
canlılar olacaktır. Ben hümanistim, onlara düşman demiyorum. Beni öldürmek
istiyor sevmediğinden, nefret ettiğinden, düşmanlığından değil; ihtiyacını
karşılamak karnını doyurmak için. Ben aposematik bir canlıyım. Yani parlak
canlı kırmızı rengim sahip olduğum zehri ve beni yem olarak gören avcı için
yaratacağım tehlikeyi doğada açık bir şekilde ilan etmemin renkli bir yolu.
Karşı karşıya gelirsek de bacaklarımın birleşim kısımlarından sahte tadı olan
sıvı bırakır ya da ölü taklidi yaparım. Önce nereye ne zaman uçacağımı
planlamalıyım. Yumurtadan yetişkin bir uğur böceği olarak ortaya çıkmama kadar
geçen süre kırk gündü. Şimdi temmuz ayındayız. Bir aydır bu göç yolculuğunu
kafamda evirip çeviriyorum, gece gündüz. Uyku tutmuyor. Aslında ben bu
yolculuğa karar vermeden önceki bir ayda da aram yoktu uykuyla. Gece yaşayan
daha doğrusu avlanan hayvanları merak ederdim. Gecenin gizemi heyecanlandırırdı
beni ama korkutmazdı. Bir de insanlar, insanların evleri, evlerinin içi meraklandırırdı
beni. O yukarıdaki ışık, söylendiği kadar parlak ve sıcak mıydı acaba? Gece
kelebeklerinden dinlerdik içeride yukarıdaki parlak sıcak sarı ışığı. Pek azı
çıkardı içeriden. Işığın çevresinde durmamacasına döner döner dönerlermiş.
“Kanatlarınız yanmıyor mu, canınız acımıyor mu” diye sorduğumda “Gülün dikenine
hafifçe değmek gibi” diyorlardı. En son peygamber devesi bu kelebek
koleksiyoncusu kadının evinden bir bacağı sakatlanmış olarak çıktı. Hiç kadının
yakaladığı onlarca kelebeği öldürüp camla çerçeveleyip duvara astığını bilse o
eve girer miydi? Kayısı ağacına konmuş kara tavuk açık pencereden kadının
odasının duvarında görmüş zavallıcıkları. Çok korkmuş kadın çığlıklar atmış
peygamber devesini görünce. Babası da dürüp büktüğü rulo yaptığı kalın gazeteyi
birkaç kez indirmiş zavallı hayvanın sırtına. Iskalamış çoğunu ama birisinde
bacağına denk gelmiş rulo yapılmış gazete. Yere düşmüş. Daha terlikli ayağıyla
üstüne de basacakmış da kız bağırmış “Yapma, terlik kirlenir” diye o zaman adam
gazeteyle ittire ittire zavallımı, açmış sineklik kapısını verandaya atmış.
Ayağı aksıyor acıyordur da. O “Önemli değil, uçamayacağım işte o kötü oldu”
demişti. Herkes yemek götürecek. “O bu halde ortalarda görünmemeli” demişti
annem “Şimdi dost düşman herkesin gözü üstünde, işi zor kolay av”
Çok sessiz bir gece. Cır cır böcekleri
ötmüyor, yakınlardaki kurbağaların canhıraş feryatları duyulmuyor, bu gece
köpekler de havlamıyor, sadece gülün üst dallarında sevişen annemle cici
babamın hışırtıları. İleride, kelebek koleksiyoncusu kadının bahçesinde parlak
yeşil ışıklar görüyorum yanıp sönüyorlar. Bahçesine uzay aracı indiğini
söyleyen insanlara benzedim. Fosforlu yeşil ışıklardan biri bana yakın bir
mesafede yanıp sönmeye başlıyor çok geçmeden. O kısa aralıklarla yanıp sönerken
içimde Pachelbel’in Canon D Major’ü çalıyor. Işığa gitmek istiyorum. Annem beni
fark etmez. Birkaç gün önce de teyzemle eniştem hava kararmadan odalarına
çekildiler. Ertesi gün öğleni buldu yanımıza gelmeleri. Kalbim çok hızlı
atıyor. Korkmuyorum heyecanlıyım ama, ışık çok uzakta değil karanlığı
aydınlatıyor. Başarabilirim.
Şimdiye kadar gördüğüm en güzel şeydi.
Parlak kırmızı küçücük kanatlarını kapattığında muhteşem yuvarlak hatları
ortaya çıktı. Benim yirmi milimlik sıkıcı siyah uzun gövdeme tam bir tezat
oluşturuyordu. Beni cazip kılabilecek tek şey karın bölümümden verdiğim üç
saate varabilecek yeşil ışığımdı. Halk arasında “Yıldız Kurdu” diye de
adlandırılırız. Isırarak zehirlediğimiz salyangoz ve larvalarla besleniriz.
Enerjinin tamamını ışığa dönüştürmek dünyadaki diğer enerji kaynaklarıyla
karşılaştırıldığında yalnız bize has. Haberleşmek, tehlike anında birbirimizi
uyarabilmek yani düşmanlarımızdan korunmak, eş bulmak için ışıklarımızı
kullanıyoruz. Parlak ışıklar vermemizin nedeni kimyasal maddeler. Bizi yiyen
canlıların kusmasına neden olabiliyoruz. Hatta arkadaşlarımızı yiyen bazı
kurbağalar zıplarken ışıklar saçıyor. Bu çocukların ışıklı oyuncak hayvanlarını
çağrıştırıyor. Büyük büyük büyük dedem 1898 yılında İspanya Amerika savaşı
sırasında yaralanan bir askeri ameliyat eden doktor William C. Gorgas’ın
ışıklar sönünce aydınlatmada kullandığı bir kavanoz ateş böceğinden biriymiş.
Benim de hayalim Yeryüzü Doktorlarıyla dünyayı gezmek. Daha doğrusu ben ve
ekibim ışığımızla en ücra teknolojinin olmadığı yerlerde karanlığı aydınlatacağız.
Ateş böcekleri göç etmez. Taşıma araçlarıyla topluca yer değiştirmiş olacağız.
İlkbaharda pupa oluşmadan önce birkaç yıl larva aşamasında kalabiliyoruz. Ama
larva aşamasında yıllarca kalmayıp hızla pupa aşamasına geçeceğiz. On gün
içinde de pupalardan yetişkinler çıkabiliyor.
Ah Yüce Tanrım şimdi tüm bunları ben
sesli mi düşündüm? Yani içimden geçirdiklerimi siz duydunuz mu? Hay Allah
dilimi eşek arısı soksun. Kim bilir boşboğazımla nasıl sıktım sizi. Çok özür
dilerim küçük hanım. Kendimi de tanıtmadım:
“Ben Fosforlu. Emrinizdeyim efendim.”
“Benim adım da Kırmızı. Uçarken de ışık
saçabiliyor musunuz?”
Mehmet
ümit Kılınç
GEÇMİŞ
KOKULU SİNELER
Bir kuşku; eşref vakti uzadıkça fani
sinelerin içine
karmakarışık sevgi, olağan bir acıyla
gelirdi.
Kaçamayan, gözü pek!
Denilmeli bana
Ama
bir umut tüm varlığıyla
Geçmişe bir telgraf çekiyor.
Umudu süsler diye bilirdik biz bakışmayı
Sinelerden enlem farkı ile geçti...
Diğeri, diğeri diyerek.
Anlam verilirdi de vakit bizim
telaşımızdaydı...
Bir Yusuf masalı okumaya zamanımız yoktu
ya da vardıysa da biz okumadık.
Ya ne yaptık?
Kimseye, kimsesizliklerini sevmelerini
söyleyemedik
Bir kaya ağırlığıyla kasıklarımız sadece
sızlandı.
Ne demeliydi? 'Bir isimden doğma, bir
isimden olma'
Ancak bu kadar kısa okunabilir Kişinin
ayrıcalığı.
Belden bir yasak konulmuştu,
Biz onu elbet bildik Ama asıl
bildiğimizi...
Onu da hep birbirimizin yüzüne çarptık.
Ya konulmasaydı vakitler Laleli'deki
gerilmiş halatların üstüne...
Yayılmasaydı mazot kokusu
İstanbul ve cesur takım elbiseler ıslık çalabilir miydi?
Yerde üç beş izmarit önemsizdir, hangi
gece olursa olsun..
Issız bir ara sokak, sokak lambasına
Olağanüstü gecelerde yalanlarımızı
Dinlerken buz gibi olurdu gözlerimiz.
Evet, sormayın bize
En kararsız gecede
Dahi imrenmiş birer meyve tohumu
bıraktık ruhlarımıza.
Ya şimdidendi söylediklerimiz Ya da daha
önce söylemiştik.
Hep biz dedik, dedik de kavuşmaya ne
kadar dayanıklıyız onu hiç bilemedik
Eray
Korkmazer
HEDEF
ben sevdayı ilk önce senin yüreğinde
gördüm
ağlamasın diye çocuklar hiç kimseye
söylemedim
parçalandı kayalar denizler kurudu bir
yudum suya hasret kaldı okyanuslar
yine de kenetledim dişlerimi hırsla
vurdum yumruğumu toprağa sabrettim
elimden bir tek paylaşmak geldi
kâğıtlarla acılarımı
yürüdüm sevdanın üzerine üzerine kâh
yendim kâh yenildim ama hiç pes etmedim
ben sevdayı ilk önce senin alın terinde
gördüm
yokluğun anadolu akşamları gibi soğuk ve
sessiz
yoğuruyordun sabrınla çeliği ve suyu
beklerken beni çaresiz
kavuşursam sana diyordun akşam sofrada
emek var sevda var ateş var
yangınlar ortasında kaldım alevleri
çiğnedim fırtınalar yuttum yıldırımlar kustum
yine de sen dedim sevda dedim aşk dedim
emek dedim
ki açıldı yüreğimde devasa bir acılar
krateri ve yaralar yaralar yaralar
ben sevdayı ilk önce senin gözlerinde
gördüm
gözbebeğim seni görünce küçüldü ufacık
kaldı güneşi gördüm
bakamıyordum sana kamaşıyordu yüreğim
senin yörüngende dönüp duruyor ama sana
uzatınca elimi kerem oluyordum
ne ferhat ne tahir ne de kerem benim
sevdamın sonu
sen de ne şirin ne zühre ne de aslı
leyla’ysa hiç olmamalısın
kıskandırmalıyız onları olsa olsa bizim
sevdamız allah’a ulaşmalı
Bedriye
Korkankorkmaz
KENDİMİ
KAZDIĞIM DERİN
Ben bir mezar değilim
ama her gece içime gömüyorum kendimi
sözcüklerim sustukça
kanıyor geçmişin yerini bilmeyen
yaraları.
Çocukluğum bir çukurun dibinde
ağlamayı unuttuğum yerde kaldı
bir kadının gülüşünden iğrilmiş
duvarlara
adımı yazdım, harf harf kazıya kazıya.
Korkmadım karanlıktan
karanlık benim evimdi
üzerine güneş doğmayan her sabah
biraz daha öğrendim yaşamayı terk
edişten.
Ben toprağı kazmadım dostum
kendimi kazdım
tırnaklarım kana bulandı
ama hâlâ diri bir haykırıştım
gömülmeye hazır olmayan.
Dilimi kanla yıkadım
sustuğum her şeyi konuşmasın diye
merhameti bir ceket gibi giydim
ve soyunamadım yıllarca.
Gece çöktükçe
kendimle biraz daha tanıştım
benliğimin isimsiz odalarında
annemin bakmadığı aynalara baktım.
Bir kuyuya düşmek değildi derinlik
ben kuyuyu kendimde oydum
kendi mezar taşımı yazdım:
yaşarken kendini gömenler için.
Şimdi sor bana:
kim öldü bu şiirde
ben mi, geçmişim mi?
yoksa hiç doğmamış halim mi
Yaşar Özmen
KATMAN
EDEBİYAT ELEŞTİRİ SİSTEMİ
Yazın ve sanat tarihinin derinliklerine
eleştirel gözle baktığımızda yıllanmış sorunlar içinde buluruz kendimizi.
Modern sanat öncesini saymazsak 19. yüzyıl ortalarından beri evrensel ve
evrimsel bir sanata doğru yol aldığımızı delil göstermeksizin söyleyebiliriz.
Bugün ise bilgi ve teknolojik altyapıya sahip toplam aklın, düş olanakları ve imgelem
zenginliği oranında sanat eseri ürettiğini görüyoruz. Bu arada pek çok sanat
dalının da örgün eğitimi olduğunu ülkemiz ve dünyadaki eğitim kurumlarından
biliyoruz. Eğitim kurumlarını, bireysel ve topluluk çalışmalarını, belediye,
vakıf ve dernek gibi tüzel kuruluşlar bünyesinde yapılan sanatsal etkinlikleri
de dikkate aldığımızda, aslında sanatsal ve kültürel olarak büyük bir sistemin
içinde olduğumuzu söyleyebiliriz.
Sanatsal ve kültürel etkinlikler dünya genelinde pastada yüksek payı
olan teknolojik sektörler yaratmıştır. Bunlar aynı zamanda ekonomi ve toplum
davranışları ile karar süreçlerini yöneten sistemlerin ilk sıralarında
gelmektedir. Yani sanat, yeniden yapılandırmaya hatırı sayılır oranda katkı
sağlayan bir sistemler bütünüdür.
Böylesi etkin bir sistemin kendi özel alanları ve özel alanlarının da
kendi içinde eğitim, gelişim, dönüşüm ve geri bildirim (eleştiri) gibi çabaları
olmalıdır. Kültürel ve sanatsal etkinliklerin gelişmesi, dönüşmesi ve çağ ile
insanı şekillendirici özellik kazanması, uygulama ve geri bildirimle kendi
kendini yenileyebilme yeteneğine bağlıdır. Daha fazla konuyu dağıtmadan, dünya
ve ülkemizdeki genel sanat etkinliklerini bir kenara koyup, bu sürecin bir
parçası olan şiir ve şiir eleştirisine gelelim. Şiir eleştirisi, diğer dil
sanatlarında olduğu gibi edebiyat eleştirisi bağlamında ele alınabilir; çünkü
şiir dil ve yazının temel kuramlarına göre hareket eden bir etkinliktir. Ancak
şiir, roman, öykü, oyun, masal gibi diğer dallara göre daha ayrıcalıklıdır; sanatsal
yaratıcılık, dil kullanım kıvraklığı, daha kolay soyutlama özelliği, imgelem
sınırsızlığı, az söz çabası ve kural kırıcılığı açısından daha esnektir. Bir
anlamda düşüncenin ve imgelemin sınırsızlığına koşut olarak, şiir her biçimde
yoğurulmaya ve biçimlendirmeye karşı olumlu yanıt verir. Çağdaş sanatın en
temel özelliklerinden olan ve estetik biliminin de ön sıralara koyduğu,
‘sanatın algıyı sarsıntıya uğratma işlevi’ diğer sanatlara göre şiirde daha
kolaydır, daha vurucudur.
Şiir sanatının kendi disiplini altında örgün bir eğitiminin ve ayağı
yere basan bir eleştiri sisteminin olmadığını biliyoruz. Lise ve yazın
fakülteleri gibi örgün eğitim kurumlarındaki şiir sanatına ilişkin eğitim
kapsamı ve düzeyini açmaya hiç gerek yoktur. O yüzden şiir sanatı ve eleştirisi
konusunda bugün uygulama ne aşamadadır ve biz bu işin neresindeyiz, diye
sormalıyız. Şöyle genel görünüme baktığımızda hiç iyi bir yerde durmadığımızı
kötümser olmamakla birlikte söyleyebiliriz. Bu neden böyle? Çünkü şiir sanatı, bununla birlikte eleştiri
sistemi, çok parametreli ve çok boyutlu bir etkinliktir. Donanım gerektirir,
yaratıcılık gerektirir, olgu ve olayları daha farkındalıklı okumak gerektirir;
polimat olmayı zorunlu kılar. Sadece yazın kuramları, eleştiri kuramları ve dil
kuramları veya usta çırak yöntemi uygulamalarla şiir eleştirisinde iyi
sonuçlara ulaşmak zordur.
Tespit yapmak, sorunlar hakkında şikâyet etmek veya uygulamaların
kötülüğünden, yanlışlığından dem vurmak bizi bir sonuca götürmemiştir ve hiçbir
zaman götürmeyecektir. Eğer çözüm üretmek istiyorsak, gemileri yakıp sanat
bilimine, bilgiye sarılmalıyız ve sanatsal bilgi üretmeliyiz. İnsan düşünü aşan
şiir yazmalıyız; aklı evrimleştiren sanat üretmeliyiz. Neyse daha fazla
uzatmadan, sanattaki bunca sorunlara karşın ben burada şiir eleştirisi
konusunda bazı savlar ileri süreceğim ve bu savlara karşı çözüm üretmeye
çalışacağım.
Çoğu eleştirmenin söylediği gibi, “Şiiri okuduğunda bir şeyler
uyandırıyorsa ve biraz imge, biraz bağdaştırma, biraz da benzetme cinsleri
içeriyorsa şiir güzeldir diyebiliriz” demek bir değer taşımaz. Şiir bir sanat
eseridir; karmaşık bir yapıya sahiptir. Her şeyden önce şiir, insanın
okuyabildiği, duyabildiği ve sezebildiği dünyanın, yani insan imgelem gücünün
nesnel halidir. Şöyle söyleyelim; şiir bir sanat eseri ise önce şair, sonra
şiirin kendisi, daha sonra sırasıyla okur imgelem uzamı, ortam, zaman, okur
estetik algısı, dil ve düşünce gibi kendi disiplinlerini taşıyan olmaz ise
olmazlar vardır. Ancak şunu söyleyebiliriz; ortam ne kadar şiir üzerinde
etkiliyse zaman da benzer oranda etkilidir. Öyleyse bugün bildiğimiz okur, eser
veya sanatçı odaklı eleştiri kuramları ile diğer parça bölük eleştiri kuramları
veya deneyime dayanan pratik eleştiri yöntemleriyle, şiir gibi devasa bir sanat
eserini eleştirmek verimli sonuç üretebilir mi, bunu kendimize sormalıyız.
Mevcut yaklaşımlar ile, şiirin örtük alanlarının açığa çıkarılması, şairi ve
okuru geliştirici değer yaratması, eserin etkisinin belirlenmesi, şiirin
estetik değeri, coşum değeri, ses değeri ve anlam ve anlatım gücünün ortaya
konması teknik olarak olası mıdır? Bu konunun ayrıntılarıyla tartışılması şiir
açısından önemli bir başlangıç olmalıdır.
Eleştirinin eğitim anlamında bir işe yaramasını, sanatta
düzeltici/geliştirici geri bildirimler sağlamasını, şairin sezemediği,
göremediği dilsel ve sanatsal alanları ortaya koymasını istiyorsak, deneyime
dayalı öznel eleştiriyle, kişinin algı
ve yargısına bağımlı parça bölük değerlendirmelerle olacak bir iş değildir bu
dostlar. Ne yaparsak yapalım ama konuya biraz bilimsel bakalım ve eleştirinin
daha nesnel yapılabilmesi için sistem geliştirelim. Çünkü modern üretim ve
tüketim sistemlerinin tamamında geri bildirim ve düzeltici önlemler olmaz ise
olmazlar arasındadır; önceliklidir, gelişime ve beğeniye yöneliktir. Kaldı ki
söz ettiğimiz konu estetik değer taşıması ve estetik kaygı uyandırması gereken
şiirdir; hedef insandır, maksat duyarlılık ve sevgi yaratmaktır. Niteliğe,
beğeniye, kalıcılığa, sanata, şiirselliğe ve çağdaş şiire varmanın
ölçütlerinden birisi de güçlü ve bilimsel eleştiri ile eleştirinin
eleştirisidir. Eğer biz eleştiriye daha sanatsal ve bilimsel gözle bakmazsak
bugün olduğu gibi ‘ahbap çavuş’ ilişkisini aratmayan kitap kutlama ayinlerini,
şiir ödülü görünümünde taraftarlara gülücük dağıtma törenleri alır başını
gider. Dilsel, sessel, şiirsel ve sanatsal nitelik taşımayan dizecikler, şiir
diye eleştirmenlerimizin terkisinde serseri mayın gibi dolaşır.
Şiire güzel demenin bir ölçütü yoktur; güzel değil demenin de bir ölçütü
yoktur; şiire güzel demek, deneyimden doğan sezgiye dayalı bir iştir derseniz,
bağışlayın ben buna inanmam. Yeterli imge, bağdaştırma, sapma, benzetme vs.
gibi şiir sanatının olanaklarını içinde barındıran bir şiire de güzel ya da şu
şiirden daha iyi diyebilmek öznel bir sonuçtur. Sağlıklı bir eleştiriden söz
edeceksek, şiirdeki etkinliği, yetkinliği ve estetik değeri sanatın öngördüğü
ölçütlerle tartmak zorundayız. Şairin
imgeleminin anlamlı bir olguya, oradan dille imgeye dönüşmesi, daha sonra
imgelerin okurda algılanıp tekrar imgelemle estetik kaygıyı uyandırması önemli
bir süreçtir. Bu süreç kendi disiplinleri altında incelenebilir ve ondan
sonra yararlı bilgi olarak geri bildirim sağlayabilir. Tabii ki şiir
eleştirisine bu açıdan bakmak, şiirin sanat ve insan yaşamında ne anlama
geldiğini duymak ve görmekle ilgilidir. Duyguların anlatıldığı bir söz yumağı
olarak bakarsak şiire, eleştiriye gerek yoktur. Eleştiriyi, sanatların temeli olan
şiir sanatı açısından ele alırsak, durum bugün yaptığımızdan daha fazla ciddiye
alınmak zorundadır.
Yıllarını şiir ve eleştiriye adamış ustaların da şiire ve
eleştiriye katkılarını görmezden gelme lüksüne sahip değiliz. İyi şairlerimiz,
eleştirmen ve sanat biliminin çeşitli alt dalları üzerinde çalışan
düşünürlerimiz vardır. Tarihte yerini alanlar da… Şiir, daha doğrusu sanat öyle
bir şeydir ki kimse kimsenin yerini alamaz ve kimse kimsenin yerini dolduramaz.
Akademisyeni, şairi, yazarı, eleştirmeni ve düşünürü aynı hamurdan
müteşekkildir; bireysel yönü ağırdır, yaratıcılık seviyesi daha iyi olabilir ancak
birbirinden çok farkı yoktur. Eleştiriyi ciddi bir iş olarak görüyorsak, şiir
sanatının olmaz ise olmazları arasında görüyorsak daha yetkin, altı dolu ve
bilimsel çözümler ileri sürmeliyiz. Şiir eğlence için yazılan bir sanat
etkinliği değildir. Şiir, bütün
sanatların temel değerlerini taşıyan kocaman bir sanat evrenidir; insan
dünyasını ve estetik kaygısını müzikten sonra en kolay ele geçiren düşünce-dil
sanatıdır.
Neyse konuyu çok uzatmayalım. Ben bu konu üzerinde uzun zamandan
beri çalışıyorum. İleri sürdüğüm çözüm önerisini kısa ve anlaşılır biçimde
sizlerin bilgisine sunmak istiyorum. Bu
yazıda ileri süreceğim öneri zor ve uygulaması oldukça ayrıntı gerektiren bir
bütündür.
“Katman Edebiyat
Eleştirisi”den söz edeceğim. Katman
Edebiyat Eleştiri Sistemi, Şiir Çözümleme Tekniği diye yine benim önerdiğim
kapsamlı bir sistemin üzerinde uygulanabilir, izlenebilir ve genellenebilir
sonuçlara yönelmektedir. Katman Edebiyat Eleştiri Sisteminin ayrıntılarını
ortaya çıkarabilmek için, özellikle şiir sanatı ele alınmıştır; çünkü şiir
duyusal ve nesnel yapısı bakımından, sanat eserlerinde olması gereken tüm
katmanları görünür biçimde içinde taşır ve bunlar şiir sanatı ile daha kolay
açıklanabilir. Sanat eserlerinin tamamında, nesnel ve duyusal olarak var olan
içsel ve dışsal varlık katmanlarını şiir çözümleme tekniğine dayanarak sanat
bilimi, sosyal ve insani bilim veriler ışığında görünür kılmaya çalışır.
Şiir/Sanat Çözümleme
Tekniği, şiiri katmanlara ayırır, katmanları da tabaka veya eksenlere ayırarak
ilgili tabakaları kendi disiplini içerisinde şair, okur, eser, zaman ve ortam
çarpanlarını dikkate alarak çözümlemeye yönelir. Bu teknik, aynı zamanda tüm
sanat dallarının çözümlenmesi için kullanılabilir. İşte Katman Edebiyat
Eleştirisi, Şiir/Sanat Çözümleme Tekniği ile daha nesnel, daha tarafsız,
bilimsel ve sanatsal eleştiri biçimidir. Aslında bu teknik şiir için
tasarlanmıştır; ancak yazın evreninin her alanına uygulanabilir ve diğer tüm
sanat türlerine de uygulanabilme yeteneğine sahiptir.
Bu sistem, özellikle eleştiri
konusunda geçmişten günümüze kadar ortaya atılan eleştiri yaklaşımlarının
tamamına bütüncül bir yanıt olması açısından önemlidir. Daha açık söylersek bu
sistem; yapıtı, yazarı, okuru, ortam ve zaman etkenlerini, estetik beğeni
ve çağın tüm sanat yaklaşımlarını ilgili
bilim alanlarının verilerine göre ele almaktadır. Eleştiri tarihinde
gördüğümüz, özellikle akademik çevrenin önümüze kuram diye öne sürdükleri
eleştiri yöntem veya tekniklerinin tamamını içine alan bir sistemdir bu. Edebiyat
tarihinde yer almış eleştiri yöntemlerinde olduğu gibi yapıta olası bir açıdan
bakmak yerine yapıtın her katmanını, her açıdan incelemeyi ve ilgili bilim
verilerine göre daha nesnel bir değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Diğer bir
söyleyişle, yapıt üzerinde etkisi olan her durumu bütüncül bir biçimde ele
alır. Eleştirmenin öznel tutum
takınacağı durumlar olsa bile, çözümleme sonuçlarına bağlı kalmak, delilsiz
yargıyı en aza indirmek; sistemin önceliğidir. Sanat çözümlemesi ve eleştiride
kullanabileceğimiz iş akış durumu aşağıdadır. Bu akış içerisinde sanatın türü
ve yapıtın özelliğine göre yeni katmanlar ilave edilebilir. Örneğin roman
çözümlemesi/eleştirisinde karakter yaratma katmanı veya resim sanatında
perspektif katmanı gibi…
1. Biçim Katmanı
2. Anlam Katmanı
a. Gerçek Anlam Tabakası
b. Rastlantısal Anlam Tabakası
c. Üst Anlam Tabakası
3. Anlatım Katmanı
4. Ses Katmanı
a. Tonlama Ekseni
b. Ezgi Ekseni
c. Şiirsel (Yapıtın) Ezgi Ekseni
5. Çağrışım Katmanı
a. Çağrıştırma Tabakası
b. Çağrışımsal İmgelem Tabakası
c. Rastlantısal İmgelem Tabakası
6. Coşum Katmanı
7. Estetik Katmanı
a. Yapıttaki Estetik Değer Tabakası
b. Okurdaki Estetik Algı Tabakası
c. Durumsal Estetik Değer Tabakası
8.
Sonuç
Katman, herhangi bir sanat eseri veya şiirin varlık alanlarını kendi
kapsamında ve ilgili disiplinlerle incelemek için sınıflandırmadır. Şiiri
oluşturan duyusal, nesnel, içsel ve dışşal tüm varlık alanları ile
özelliklerinin belirlenebilmesi için kullanılan bir terimdir. Tabaka ve eksen
ise, katman iç yapısını daha özelleştirebilir birliktelikler olarak düşünmek
gerekir. Tabaka ve eksenler katmanı, katmanlar bir bütün sanat eserini var
ederler. Tıpkı insan yaşamının belirli ruhsal ve fiziksel katmanlardan oluştuğu
gibi. Katmanlar, aynı zamanda birbirinden ayrıştırılabilir, belli disiplinler
altında ele alınabilir ve kendi içinde tanımlanabilir özellikler
barındırmaktadır. Örneğin ses katmanının ses bilimi ile incelenebileceği gibi.
Ancak katmanların birbirinden bağımsız tek başlarına işlevleri şiirsel ya da
sanatsal bir sonucu doğurmazlar.
Yapıtı varlıksal bir bütün kabul edersek, nesnel ve duyusal varlıklarını
oluşturan katmanları tek tek özelikleriyle birlikte çözümlemek durumundayız.
Öznel inceleme, eleştirmenin sanatsal deneyimi, dünya algısı, inanç ve değer
yargılarına bağlıdır. Oysa nesnel yapıt incelemesi, bilgi disiplini durumuna
dönüşmüş kuramsal sanat bilgisini, dil özelliklerini, sanat felsefesinin
öngördüğü sanatsal verileri, estetik biliminin öngördüğü bakış açısını
gerektirir. Yani sanat bilimi açısından tarafsız bakış gerektirir. İster
istemez yapıtı bu değerlerle incelediğimizde, eleştirmenin öznel yargılarını
bir anlamda daha kanıtlanabilir noktaya taşıyacağız demektir. Bir yapıtı
değerlendirirken deneyim ve dünya algısına bağlı öznel yargı olmak zorundadır;
ancak nesnel yargı ile ayırt edilebilir konuma taşımak daha analitik bir
yaklaşım olur. Aslında şiir/sanat çözümlemesinde yöntem ve uygulama alanı
olarak en somut getirilerinden birisi, şiir/sanat eleştirisinde bir adım daha
ilerlemek ve eleştiriyi daha bilgi bazlı duruma dönüştürebilmektir.
Özet olarak, bir şiir ya da sanat eserini oluşturan ve olması gereken
bütün özellikler katmanların bünyesinde saklıdır. Bu teknik şiirin/yapıtın;
sanatsal, duyusal, nesnel tüm varlıklarını ortaya çıkarmaya, tanımlamaya,
incelemeye ve kullanılabilir hale dönüştürmeye yöneliktir.
Bilindiği gibi şiir veya bir yapıt, üç ana sütun (katman) üzerine
kurulur, bunlar; ‘anlam, anlatım ve ses’tir. Bu sütunlar, nesnel ve fiziksel
katmanlardır. Bir yapıtta aynı zamanda duyusal katmanlar vardır ve bunlar
birbiri içinde ve birbirini ivmeleyerek toplam sinerjiden sanatsal anlatımı
doğururlar. İşte yapıttaki hem duyusal hem nesnel hem de biçimsel katmanları
bir bütün ve birbirine etkileri açısından incelemek ayrı bir sanat çözümleme
tekniği gerektirir. Yani yukarıda söz ettiğim ‘şiir/sanat çözümleme tekniğini
gerektirir. Şiir çözümleme tekniği ise bir şiiri/yapıtı her açıdan inceleme
esasına dayanır. Bu esaslar çerçevesinde yapıtın etkisini, yetkinliğini, anlam,
anlatım, çağrışım, ses, coşum değerlerini insan bilimleri ve estetik bilimi
açısından bir bütün olarak ele alır. Sonuç olarak bir yapıtın estetik değerini,
sanat değerini ve kalıcılık değerini ortaya koymaya çalışır. Dinamiktir
(devimsel); her akım, her ekol ve her yaklaşım biçimine karşı sınırlamaksızın
yanıt verebilme yeteneğine sahiptir.
Sonuç olarak, ‘Katman Edebiyat
Eleştiri Sistemi’; bir yapıtın
biçim katmanından estetik katmanına kadar her bir niteliğini ayrı ayrı bilimsel
verilerle ele almak üzere kurgulanmıştır. Bu yaklaşım ve inceleme biçimi;
en az hata, en geniş uzagörüm ve ‘en az delilsiz yargı’ esasına dayanır.
Eleştirmenin hem sanatsal hem şiirsel hem de diğer sosyal ve insan bilimlerinin
disiplinlerine başvurusunu gerektirir. Bu sistemde öne çıkan konu şudur: Örneğin
estetik bilimini bilmeyen eleştirmen bu tabakaları istenen ve inandırıcı bir
biçimde çözümleyemez. Sonuç olarak, bu eleştiri yaklaşımı, ahbap çavuş
ilişkisini, ben bilirim yargısını, bizim köydendir ayrıcalığını, öznel eleştiri
hatalarını çoğunlukla bertaraf edebilme yeteneğine sahiptir; güçlü deneyim
gerektirir.
Oscar Wilde ve Mehmet Fuat “Eleştiri bir sanattır.” der. Doğrudur
katılıyorum; ancak eleştirinin sanat niteliği kazanabilmesi için eleştirel
süreçte sanatsal bilgi, bilim ve deneyime gereksinim vardır. Eleştiriyi
taraftarlıktan, alaylı gelenekten, aidiyet kayırmacılığından ve dedikodu
mantığından kurtarmak gerekir. Rüzgârın yönüne göre şekillenmeyen bilinçli ve
deneyim sahibi eleştirmen yetiştirmek gerekir. Eleştirmenin görme, duyma,
yaratıcılık ve sezgi yetileri ile sonuçlarını sanatçıya aktarması için geri
bildirim kanallarını daha işlevsel kılmak gerekir. Eleştirmene karşı olumlu
algı yaratmak, güvenirliğini (bilgi, deneyim, eleştiri sistemi, tarafsızlık,
yeterlilik kapsamında) pekiştirmek üzerinde durulması gereken öncelikli
konulardır. Daha açık söyleyişle, eleştiriyi bir okul veya sanat eğitim kültürü
olarak düşünmek ve konuya bu açıdan yaklaşmak demek, sanata yeniden dönmek ve
aydınlanmanın yoluna koyulmak demektir. Mayıs 2018
Yaşar
Özmen
YEDİ
TEPE
Kültür gürültüsünü eteğine eleyen şehir
Yedi tepe, aşiyan, akıl sevdası
Ne neşeli yüzerdin ahşap evlerinle iki
deniz arası
Ne güzel töze vardırırdın sana değen
elleri
Ne istekli bakardın örtüsü saydam günlere
Sipersiz kasketlerin, altın boynuzun,
boğazın
Göğe değen parmakların, dünyaya el eden
bakışın
Ne ağırbaşlı bir sevdaydı o göz
alabildiğine
Perçem ayrımından sırtlan dünyaya
Kulak ardı edilemez ezgili fısıldayışın.
Maçka’sı, Şile’si, Çamlıca’sı, Moda’sı
Üsküdar’a çıkarken yolum üstü tutku
havrası
Usta bir marangoz gibi yontar belleğimi
Gözümde eriyor yırtık bir ünlem gölgesi
Mistik gürültünde darlanıyorum şimdi
Neftli düşünceler, şuh elbiseler, ebabil
uyarısı
Kirinde kalpazan becerisi gizli
Kâgir binalarında bencillik virüsü
Salındıkça bulvarlar, dağlıyor çağsıl
derini.
Boğazın ülkülere çalımlı akıntısı
Şer dünyaya yüzen ince belli şilebe
Sarıyor içimden bir şeyini, bir şeyini
İrileştikçe kırmızı yaşamalar keşmekeşi
Haliç'ten Basra’ya doğru saplıyor
mihverini
Salaş sokakların bunalımlı yolcusu
Sinan'ın minarelerine asıyor kaderini
Kiliseler, sinagoglar, camiler erk
peşinde
Terk ediyorlar dünden doğma yerlerini
Ve karanlık boyadıkça göğün açı ortayını
Sırlı korkuluklar uygun adım üçer beşer
Merdiven altında besliyor minarelerini.
Yadsıyamam, Yeditepe, sırtlan sahası,
aşiyan
Hâlâ bir tasarımda kanıyor ellerin
Ayırdına varmadığımı düşünme derinliğini
İsminde bile ne çok şey gizli ötesini geç
Her güzellik diri kalabildiği kadar
bilirsin
Uyma egemen dillerin sersem vargılarına
Temelin bile koca devin entelektüel
zemini
Zemin sarsılıyor, kirli düşün lekesi
belli
Çıkar artık cebinden fildişi ellerini
Bak aşklar aşkı deşeliyor, metelik tarih
kefeni.
Yıldızlarından düşsel önyargıyı çekiyorum
Sense iki nokta arası bir çizgide
eğleniyorsun
Eski bir akımın sanrısı sızıyor
gülüşlerine
Pisagor senden önce yoktu İstanbul
Fatih de yoktu, Hezarfen’den önce uçan da
Antik ekinin otantik yanında komşuluk
ilişkisi
Taşın toprağın altında boynuz, bu ikilem
Geni eskitilmiş çekirdekler çimleniyor
göbeğinde
Doğmamış yerlerinde yenilikçi kösnül
düşler
Kalpazan kusurları Ortaköy'de bulvar
Bundandır göğe yürüyen parmaklarına dil
sürmem
Gök mavisindeki yerinde kulampara gözler
var.
Nisan 2014

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder