25 Haziran 2021 Cuma

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Temmuz 2021, Sayı:9

Sol Sütundaki "ÇOK OKUNAN YAYIN SIRALAMASI" ndan veya "MENÜDEKİ KIRMIZI KUTUCUKLARDAN" derginin tüm sayılarına ulaşabilirsiniz. 
Şiir Sarnıcı (e-dergi)
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Temmuz 2021, Sayı:9 Yaşar Özmen

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Temmuz 2021, Sayı:9 Yaşar Özmen


Şiir sarnıcı (e-dergi) Temmuz 2021, Sayı:9 Yaşar Özmen


 Temmuz 1993 Sivas Katliamı, Madımak Yangını Şiir sarnıcı e-dergi

Başbağlar Katliamı











































































ŞİİR SARNICI’NDAN

 Bilgi sunar ve sayısal teknoloji olanaklarıyla yayımladığımız Şiir Sarnıcı (e-dergi), dokuzuncu sayıya ulaştı. Sanat dünyasıyla ilgisi olan pek çok kişiye ulaşabilen bir dergi olmaktan onur duyuyoruz. Yapıtlarıyla dergimizi onurlandıran tüm yazar-şair dostlarımıza teşekkür ederiz. Bir tuşla bütün dünyada dolaşımda olan, yüz dört dilde ve yıllarca sayısal teknoloji ortamında okunabilen bir dergi olmaktan kıvanç duyuyoruz.

Edebiyatın içinde var olan güzelliği okurlarla ortak kılmak dışında; kişisel, sosyal, ekonomik ve ticari bir beklentimiz yoktur. Temsilcilerimiz dahil emeği geçen herkes, gönüllüdür ve sanat kaygısı dışında beklentileri yoktur.  İşte bu yüzden biz, tarafsız ve olabildiğince adil bir yaklaşımla, daha temiz bir dünyanın kapılarını aralayabilmek için, Şiir Sarnıcı’nı okurlara ulaştırmak istiyoruz. Sizler de bu tasarımızda yer almak isterseniz zorlu yolculuğumuza eşlik edebilir, yapıtlarınızla katkı verebilir, dışarıdan destekleyebilir veya izleyebilirsiniz.

Salgın ve ekonomik koşullar, zor günler olarak tarihe kaydedilecektir. Gerçekten sabır gerektiren bir durumla karşı karşıyayız. Kısa zamanda üstesinden gelmeyi dilemek dışında yapacak bir şeyimiz yok. İnsanlığa sabır ve başarılar diliyoruz. “Edebiyat, zor koşullardan beslenen bir sanat dalıdır” derler. Biz buna katılmıyoruz.  Güzelliklerin ve güzel yaşamların olduğu yerde de edebi yapıtlar ortaya konabilir. Umudumuz, toplumumuz ve insanlık, zor anlar ve durumlar yaşamasın. Edebiyatı güzelliklerden esinlenerek yapmak daha güzel olmalıdır. İyi ve özgür yaşamların olduğu yerde edebi yapıtlar nasıl olur, henüz bilmiyoruz. Bir gün tadarız umuduyla…

“Türk Yazını Geleceğe Nasıl Hazırlanmalıdır” konulu söyleşinin ilk bölümünü, yalnız çocuk yazınına ayırdık ve dergimizin 8. Sayısında yayımladık. Bu sayıda; şiir, öykü ve romana yönelik sorularımız oldu ve ilerleyen sayfalarda okuyacaksınız. Söyleşiyi, amacına uygun kullanmak bize göre gelişmişliğin bir göstergesidir. Dergimizin bir diğer amacı, genç okuru kazanmak ve onları sayfalarımızda görünür kılmaktır. Türk Yazını Geleceğe Nasıl Hazırlanmalıdır, konulu söyleşi genel bir tasarıdır. Amacı, geleceğe ve gençlere yönelik bir şeyler yapabilmektir. Asıl olan ise onlara; sağlam, bilimsel ve tutarlı sanatsal bilgi aktarabilmektir. Pek çok şair ve yazara söyleşi önerisi götürdük. Deneyim ve birikimini gençlerimizle paylaşmak isteyen yazar ve şairlerimize teşekkür ederiz. Daha çok yazar ve şair katılırsa iyi bir bilgi bankası oluşur düşüncesindeyiz. Ne var ki yazın dünyamızda çoğu alanda olduğu gibi ağır aksak giden yönler vardır. Geleceğe hazırlık ve gençlere bilgi aktarımı konusunda zayıf olduğumuzu üzülerek dile getirmek durumundayız. Çoğu yazımızda da değindiğimiz gibi Türk yazınının önde gelenleri ve dergi yöneticileri, şapkasını dizine koyup “Ben yazın adına, gelecek ve gençler için ne yaptım” diye sormalıdır diye düşünüyoruz. 

Şiir Sarnıcı (e-dergi), herkesin dergisidir. Olabildiğince bilimsel ve sanatsal bir rota izlemeye çalışıyoruz. Bu yolculuğumuza katkılarınızı bekliyoruz. Tebliğ, propaganda ve şiddet dili içermeyen, sanatsal değer taşıyan her tür yapıtınız, dergimizde yer alabilir. Şiirine/sanatına güvendiğimiz şairlerimizi dergimizde konuk ediyoruz. Bu nedenle Beş Şair Beş Kitap Beş Şiir sayfası oluşturduk ve her sayıda beş şairimizi tanıtıyoruz. Ayrıca dergimizde, Şiir Sarnıcı Şiir Kitabı Seçkisi bölümü oluşturduk ve her sayıda dokuz veya on sekiz şiir kitabının görselini yayımlıyoruz.

Şiir Sarnıcı (e-dergi), şiirle ilgilenen büyük bir çoğunluğun e-posta adresine gönderilmektedir. Ayrıca Blog ve sosyal medya sayfalarından paylaşılmaktadır. Bir parmak darbesi kadar yakınınızdayız. Beklentimiz şudur: Eleştirin bizi. Olumsuz şeyler de söyleseniz olumsuz yargılarınız, bir kazançtır bizim için. Yanlışlarımızı söyleyiniz ki bir dahaki sayıda düzeltelim. Yazın alanında verilen her yapıtın ve metnin, daha iyiye ulaşmak için eleştirilmeye gereksinimi vardır. Dergimizin de…

Dergimizde gönüllü görev almak isteyen yazar ve şairlerimizi, yurt dışı ve yurt içi dergi temsilcisi olarak bekliyoruz. Dergi temsilciliğine ilişkin açıklamaya Künye sekmesinden ulaşabilirsiniz.

Şiir Sarnıcı (e-dergi), sanat felsefesinin gerektirdiği nitelikte yayın ortamı sunmak ve sanata katkıda bulunmak için yola çıkmıştır. İşte insanlığın ve sanatseverlerin buluşabileceği sensiz ve bensiz bir yayın ortamı, elinizin altındadır. Katkı ve önerilerinizi bekliyoruz. 

Sağlıklı ve mutlu günler dileriz. İyi okumalar…

Derginin tüm sayılarını PDF dosyasını indirebileceğiniz bağlantılar aşağıdadır:

https://www.facebook.com/groups/2718478678431667/files

https://www.facebook.com/groups/1599953170100351/files

Not: Alıntıların, tırnak içine alınması ve dipnotla sayfa altında açıklama yapılması yazar sorumluluğudur. İntihal; çağdaş toplumlarda çok ciddi bir suçtur. Alıntı dize veya metinlerin editör gözünden kaçma olasılığı vardır.  Dergimizi bilinçli ya da bilinçsiz bu duruma konu etmemek yazar ve şairlerimizin sorumluluğudur. 

 

“TÜRK YAZINI GELECEĞE NASIL HAZIRLANMALIDIR” KONULU SÖYLEŞİ
 GENEL:

“Türk Yazını Geleceğe Nasıl Hazırlanmalıdır” konulu söyleşinin ilk bölümünü, yalnız çocuk yazınına ayırdık ve dergimizin 8. Sayısında yayımladık. Bu sayıda; şiir, öykü ve romana yönelik sorularımız oldu.

Şiir Sarnıcı olarak, Türk yazınının gelecekteki biçim ve biçemine katkısı olacak deneyimsel bilgileri gençlerin yararına sunmak, kuşağımızın en önemli ve değerli çabası olduğuna inanıyoruz. Söyleşimizin; biçim, kapsam ve amaç bakımından yazınımızdaki söyleşilerden farklı olmasını istiyoruz. Amacımız; yazar veya şairi tanıtmak, sanat görüşünü ortaya koymak değildir. Yazınımızın geleceğine yönelik alınması gereken önlem veya yönelimleri ortaya çıkarabilmektir. Şiir, roman ve öykü konusunda genç yazarların önüne deneyimsel bilgi koyabilmektir. Yazınımızı geleceğe taşıyacak ve genç yazarı yönlendirecek bilgi ve deneyimi, bu söyleşiyle bir parça olsun ortaya koyabilirsek verimli bir söyleşi yapmış olacağımıza inanıyoruz.

Söyleşiye; Hidayet Karakuş, Oğuz Tümbaş, Efdal Sevinçli, Mustafa Gökçek ve Gülce Başer katıldılar. Şiir Sarnıcı olarak bilgi ve deneyimlerini okurlarımızla paylaştıkları için teşekkür ederiz.

 

HİDAYET KARAKUŞ’LA
“TÜRK YAZINI GELECEĞE NASIL HAZIRLANMALIDIR” KONULU SÖYLEŞİ

 Şiir Sarnıcı: Hocam, Türk yazınına uzun yıllar emek verdiniz; deneyiminiz, birikiminiz ve öngörünüzle bize aktaracağınız bilgiler çok değerlidir. Öngörü ve birikiminizi, geleceğin kalemlerine ışık olması için aktarabilir misiniz? Öncelikle, okurların bilgi sahibi olması için, yaşam öykünüzden kısaca söz etmek ister misiniz?

Hidayet Karakuş: Eylül 1946’da Yalvaç’ın Kurusarı köyünde doğdum. Köyde ilkokulu bitirdikten sonra 1964’te Isparta Gönen İlköğretmen Okulu’nu, 1966’da Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nü bitirdim.


Adana’da, Manisa’da, İzmir’de Türkçe öğretmenliği yaptım. İlk şiirlerim, okul gazetesiyle Isparta gazetelerin çıktı. Daha sonra pek çok edebiyat dergisinde yayımlandı. Cumhuriyet gazetesinde öyküm, söyleşim, yazılarım çıktı.

Şiir ve romanlarımda toplumcu gerçekçi bir anlayışla insanı temel aldım. Yaşamın kendini heyecanlandıran konularını yalın bir dille, ince, derin bir duyarlıkla yazmaya çalıştım.

ŞİİR KİTAPLARIM: Günaydın Gül Yaprağı, Kemeraltı Şiirleri, Hangi Leylasın Sen (1982 Nevzat Üstün Şiir Başarı Ödülü), Sesini Bana Bırak (1993 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü), Ateş mektupları, Konuş Benimle, Sıcak Sancı, Çakıltaşı’dır

ROMANLARIM: Yağmurlar Nereye Yağar (1981 Mehmet Ali Yalçın Roman Ödülü 3. lüğü), Uykusu Derin Şehir- (1991 Ferit Oğuz Bayır Roman Ödülü), Yalnız Seninle (Gençlik Romanı), Mor Odanın Gizi (Gençlik Romanı), Şeytan Minareleri (2010 Orhan Kemal Roman Armağanı, 2010 Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Roman Ödülü), Anne Beni Bekleme

ANI, ANLATILARIM: Sılam Isparta, İzmir’in Kalbi Kemeraltı

ÇOCUK KİTAPLARIM: Can Dede’nin Eşeği, Küçük Yeşil Tırtıl, Atatürk Bizi Seviyor, Atasözlerine Öyküler gibi toplam 30 kadar çocuk kitabı yayımlandı.

Bilgisayara Giren Tırtıl adlı çocuk kitabı Hollanda’caya çevrilmiştir. 2003 İzmir Türkçe Günleri’nde Türkçeye Emek Ödüllerin’nde Özel Ödül aldı. Karşıyaka Belediyesi’nce 2004’te Homeros Şiir Emek Ödülü, 2015’te Homeros Edebiyat Ödülleri’nde Onur Ödülü verildi.

RADYO OYUNLARI VE ARKASI YARINLAR: Radyo Tiyatroları, arkası yarınlar TRT radyolarında yayımlandı. Radyo oyunlarından “Şeyh-i Sanan’ın Aşkı”, Almanya’nın Sesi Radyosu Türkçe Edebiyat Ödülü’nde birinciliğe layık görülmüş, Şeyh-i Sanan’ın Aşkı, Almanya’nın Sesi Radyosu’nda Türkçe-Almanca seslendirilmiş ve sanal ortamda yayınlanırken aynı oyun 1999’da WDR’de de yayımlandı.

Şiir Sarnıcı: Öykü yazmak isteyen bir genç sanatseverimiz; nasıl bir yol izlemelidir ve kendisini neyle donatmalıdır ki kalıcı bir öykü kültürü oluşturabilsin çağına? Bugünün ve geleceğin yazınına katkı sağlamak için, bunca yıllık deneyimleriniz ışığında öykü ve öykü yazarı için neler söylemek istersiniz? Özellikle sizin ölçüt olarak ele aldığınız konular nelerdir? Bir öykücüye başka neler önerirsiniz? Öykü yazarı, gelecekte nasıl bir öykü anlayışıyla karşılaşacak? Değişime, dönüşüme ve gelişime uyum için ne yapmalıdır? Bu konuda öngörünüz nedir?

Hidayet Karakuş: Öncelikle sağ olun. Bu tür söyleşiler meraklısı için gerçekten yol açıcı olabilir. Benim söyleyeceklerim yalnız bana göre olanlardır doğal ki. O nedenle okuyan arkadaşlarımız sanatın sürekli kendini aşan, aşması gereken büyülü bir iş olduğunu akıldan çıkarmamalıdırlar. Benim ya da başka arkadaşların söyleyecekleri yalnızca bugün için söylenebilecek birikimlerden elde edilen sonuçlardır. Sanatın geleceğini yeni yapıtlar belirledi her zaman.  Burada söylediklerimizi ilke olarak benimsemeden kendi bildikleri, birikimleriyle yollarını bulmalılar.

Öyküye gelince Türk öykücülüğünün gelişimini, belli başlı öykücüleri bilmek, okumak, sindirmek gerekir. Bizden önce kimler neler yazmış, kimin yazdıkları yol açmış, öykücüler özgünlüğe nasıl varmışlar, bunları görmek, ona göre yazmak özgün olmanın başlıca yoludur.

Bunun için hem yaşamı gözlemek, hem Türkçenin anlatım olanaklarını her koşulda görmek, geliştirmek önemlidir.

Ölçüt olarak kısa öykü olsun, uzun öykü olsun başta ölçünlü dili iyi kullanmak gerekir. Bunun için Türkçenin verimlerini izlemek, çok okumak, çok yazmak, çok gözlem yapmak zorunludur.

Kişileri iyi gözlemek, insanların yüzlerinden neler düşündüklerini, nasıl insanlar olabileceklerini tasarlamak, yorumlamak yazarın karakterlerini yaratırken çok önemli bir yöntemdir.

Bu konuda Elias Canetti’nin 50 Karakter diye bir kitabı vardır. Bulurlarsa onu okusunlar. Elli karaktere kendileri de yeni karakterler eklesinler. Yaşam sürekli yeni kişilikler yaratıyor. İçinde yaşadığımız toplumsal düzen, üretim ilişkileri yeni insan tipleri çıkardı ortaya. Bunları yazarın görmesi gerekir.

Öykünün kurgusunu diledikleri gibi yapsınlar. İster klasik, ister durum öykülerindeki gibi özgür ya da daha başka kurgularla öykülerini yazsınlar. Dahası şimdiye değin bildikleri kurguların, anlatım biçimlerinin dışına çıktıkları, yeni biçemler yarattıkları ölçüde özgün olacaklarını bilsinler. Yalnız bunu yaparken okurda hem kurgularıyla, hem biçemleriyle, hem konularını işleyiş biçimiyle bir heyecan yaratmalıdırlar. Heyecanlandırmayan bir öykü etkilemez. Bu ilke, bütün sanat dalları için geçerlidir.

Şiir Sarnıcı: Roman yazmak isteyen bir genç sanatseverimiz; nasıl bir yol izlemelidir, nasıl bir ön hazırlık yapmalıdır ve kendisini neyle donatmalıdır? Örneğin siz ne gibi bir ön hazırlık yapıyorsunuz? Yazarken özellikle dikkat ettiğiniz konular nelerdir? Yazarlara anahtar bilgi olarak ne söylemek istersiniz? Roman sanatı gelecekte nasıl şekillenebilir ve buna katkımız neler olabilir? Roman yazarı, gelecekte nasıl bir roman anlayışıyla karşılaşacaktır? Kendisini nasıl hazırlamalıdır?

Hidayet Karakuş: Roman yazacak arkadaşlarımız kendilerini heyecanlandıran, yazılmadığını düşündükleri bir konu yakaladıklarında nasıl yazacaklarını, yazmadan neleri araştırmaları gerektiğini düşünsünler. Kendilerini heyecanlandıran konuların toplumun geleceğinde de aynı heyecanı yaratıp yaratmayacağını kestirmeye çalışsınlar. Bunu yaparken elbette hiç durmadan her alandan okumaları gerekir. Bu onların gelecekle ilgili öngörülerini güçlendirecek, romanlarında geleceğe seslenme olanaklarını arttıracaktır.

Ben yazmayı düşündüğüm konularda hem çevre, hem insan gözlemleri yapıyorum. Tarihsel konularda araştırmalara girişiyorum. Yazar bilimselden yola çıkar ama bilim yapmaz. Ne ki yazdıkları bilime de aykırı olamaz. Düşlerini bilimsel bulgularla geliştirebilirler. Bunun için de siyasal, ekonomik, tarih, coğrafya, hukuk, toplumbilim, ruh bilim… çok geniş alanlardan okumak gerekir.

Roman sanatının gelecekte nasıl biçimleneceğini kestirmek zordur ama bence yaşamın gerçekliği, ülkelerin içinde boğuştukları sorunlar sürdükçe yazarın sorumluluğu da düş kurmaktan öte gerçekleri anlatmaktan geçer. Gerçekçilik, toplumu, insanı önceleyen bir anlayış gelecekte de yazarların önemli yolu olacaktır. Romanın geleceğini de yazarların romanda yaratacakları yeni, değişik, farklı anlatım biçimleri kadar çarpıcı olaylar belirleyecektir. Günümüzde yaşadığımız olaylar yazarların düş güçlerini aşsa da yazar kullandığı dille okuru çarpacak yeni anlatım biçimleriyle konusunu işleyebilir. Sanatçının yaratma özgürlüğü sonsuzdur. Bunu doğru, iyi, insan için, toplum için kullanmayı ilke edinmelidir.

Şiir Sarnıcı: Bugünkü bilgi ve deneyimizle baktığınızda, Türk şiirinin gelecekte nasıl bir şiir anlayışına ulaşacağını öngörüyorsunuz? Sizce yönelim nasıl bir şiire doğru gidiyor? Şiir, varlık yapısıyla sanat alanlarının ekseninde bir yerde durur. Şiir sanatının, birikimsiz ve bir başkasının şiirine özenerek üstesinden gelinecek bir alan olmadığını, dil biliminden felsefeye kadar geniş bir bilgi ve kültür evrenine egemen olmak gerektiğini düşünüyoruz. Bu açıdan ele aldığımızda, gelecekte iyi bir şiir kültürü oluşturmak için şair kendisini nasıl hazırlamalıdır? Özellikle şiir yolculuğuna yeni çıkanlara ne önerirsiniz?

Hidayet Karakuş: Bence hiçbir konuda bir yazara, yazmak isteyene belli bir öneride bulunmak hoş değil ama deneyimlerimizi paylaşmak belki yararlı olur.

Şiir yazan insanın hem Türk hem Dünya şiirinden beslenmesi gerekir. Sonrası kendi yolunu bulacaktır. Şiirle ilgili kuramsal kitaplar, denemeler, incelemeler okuması da neyi nasıl yapacağı konusunda kendisine yol gösterecektir. Yalnız oralarda okuduklarına bağlı kalıp öğrendiği kurallara (!) göre yazmaya çalışması kendini bağlaması demektir. Yazarlık da şairlik de özgür bir ruh ister. Ruhunu özgür bırakırken beynini de, düşüncelerini de özgür bırakmalı, korkusuzca yazmalıdır. Her şiir ve öyküde olduğu gibi Türkçeyi iyi kullanmayı bilmeli, bunu geliştirmelidir.

Bulduğu bir imgenin coşkusuyla şiirini imgelere boğmamalı. Bu konuda öncelikle söylemek istediği, şimdiye değin okuduklarına benzemeyen bir düşüncesi, duygusu olmalıdır.

Ben kendi sesimi bulmak için uzun uğraşlar verdim Türk şiirini de, Dünya şiirini de özellikle dilimizde çıkan seçkilerden harmanladım. Bizden öncekilerin neler yazdığını, nasıl yazdığını bilmezsek özgünlüğü yakalamamız çok zor olur.

Şiir Sarnıcı: Bu söyleşide, Türk yazını geleceğe taşıyacak çok değerli bilgiler aktardınız. Şiir Sarnıcı ve dergi gönüllü temsilcileri adına çok teşekkür ederiz.

 

Yaşar Özmen

UMUT

(Güncel Sanat Dergisi 11. Kaygusuz Abdal Şiir Yarışması Seçici Kurul Özel Ödülü)  

 

Beklentimin ucunda umman, umut garım

Kaygımı diriltir sıska gül yapraklarında

Sağanak gölgeler her sabaha, kadim kalabalığım

Acılar tortusu kördüğüm, fren sesi raylarında

Puslandıkça uzaklıklar, kurnazca daralır ufkum

Benden yana ağmadı hiç, kantarın topuzu ne keder

Kaygı küpü, duvarı hunharca yıkılan her hücrem

Olsun yaşamak ince iştir, durduk yere ağlanmaz ki…

 

Ne kalelerdi devraldığımız burçları insan manzarası

Ne güzel çocuklardı toz dumanda oyunsuz büyümüş

Yüce sevdaydı o, adını özgürlük koyduğumuz

Tutkuydu o, başarmakla yaşamayı bir koştuğumuz

Çeşitliliğin birlikteliğinde coştuğumuz yağız tenler

Çokluğun tekliğinde buluştuğumuz kuşetli trenler

Demir alsa umut garından, başında kavak yelleri

Islak bir sabaha varır mı bahar mı bahar kokulu?

 

Nerede o çocuklar, kaleler, aşklar, beklentiler

Zamanı kurşuna dizen kusursuz kalabalıklar

Hımbıl sesiyle yüklenir, sürtünür, yıkılır belleğim

Savunamam bu utancı, dört yandan vuran tipi var

Tütsülü öykü, ağdalı inkâr, besleme sürüler

Ne insan ne yaşam ne ray ne gar ne de sen-ben

Değilse bir diğeri o değil; nedense ötekinin ötekisi

Tutulu yollar, her yol tek gişede son, kesik biletim

Halay çeker harman yerinde, uzanmış mendili ciğerime

Var gitsin, kepçe kepçe yemekle tükenmez memleketim

 

Onulmaz bir kere ölüm orucuna dadanmış aklım

Olsun aşktan öte ne yükümüz var da yolumuzdan kalalım

 

Hey bu gardan kalkan umut, ayaz mı kuru ayaza harman

Üzme, en dar zamanda bile sıkı aşklar yaşanır her zaman…                                                                                                                                    Ekim 2020

 

Seval Arslan
CÜMLE KAPISI

 -gün güne tutsak, insan insana tuzak-

sonsuz boşlukta göktaşları
evrenin yaratılışı kadar eski
ilk insandan yaşlı
 
zamanın çatlağında ışık, cılız
mabetlerinde tapınırken yezitler
ters döndü pusulanın oku
akbabalar kapladı yeri, göğü
 
hücrelerde çekiçlendi aydınlığı dokuyan sesler
dar geçitlerden taşındı ölüler
dağ yamaçlarında kül rengi sessizlik
 
yuvarlandı kayalar, ırmaklar kurudu
yıldız çiçekleri soldu bir bir…
 
çağın omzunda siyah şal
 
kuyunun derinliğinde bir resim puslu
kuşların yüzü yoktu, insanların…
 
cümle kapısının kırıldı mührü
üflendi yürek atışlarına kızgın toz
söz üşüdü
                   su üşüdü
                                     üşüdü yaz
 
ey tanrım kötüleri -yok- yaz
 
gür ışığın altında
dirilsin kemikleri ölülerin.

 
Elif Burcu Özkan
ALTIN DİŞLİ YAŞLI KADINLAR
 

Ben bir küçük umut kızı
Koşulsuz Polyanna
Ateşle oynamayı seven dağ keçisi
Sesine salınır nefesim
Süt giysili kara mizahçının
Gözlerimi kalın bir kuşakla sarıp
İterim sırtından
Zihnime nakışlı deneyimleri
El âlemin geçici bulutlarından
Neşeli gün toplarım saçılır yere
Omurgam bin yerinden kırılır
Demir kalpler soğutur çılgın aklımı
Coşkun eteklerim çekilir taşlarına
Toplayıp derslerimi göz göz topraktan
Vururum on ikiden yine alnımda
Ruhumdan başlar hep kopmalar
Dünden uzar gölgelenmeye
Ağırbaşlı meltemlere saklarım siluetimi
Böyle lokma lokma yuttuğumda tüm zamanlarımı
Çitilerim ceketime iliklediğim özverileri
Gurur pul pul dökülürken derimden
Uçuşan tembihlerimden yazılır aforizmalarım
Altın dişli yaşlı kadınlarım
Eritip onları sürerim kirpiklerime
Göz kapaklarım hatırlatsın diye
Her kanat çırpışında dünyaya
Dudaklarımı onlarla boyarım kor kızıl
Konuştukça işlesin içime, uyaran alevleri
Ben şekerli söze kanan küçük kadın
Özdeyişli, pembe bir çizgi film
Kendine gitmeler biriktirmiş
Yanlış savaşçı
Çocukluğum sevinsin diye
Zorluyorum hayatı


OĞUZ TÜMBAŞ’LA
“TÜRK YAZINI GELECEĞE NASIL HAZIRLANMALIDIR” KONULU SÖYLEŞİ

Şiir Sarnıcı: Hocam, Türk yazınına uzun yıllar emek verdiniz; deneyiminiz, birikiminiz ve öngörünüzle bize aktaracağınız bilgiler çok değerlidir. Öngörü ve birikiminizi, geleceğin kalemlerine ışık olması için aktarabilir misiniz? Öncelikle, okurların bilgi sahibi olması için, yaşam öykünüzden kısaca söz etmek ister misiniz?

Oğuz Tümbaş:

Gaziantep’in Oğuzeli ilçesinde 4 Ağustos 1946’da doğdum.


İlkokulu aynı ilçede, ortaokulu Ceyhan’da, liseyi Urfa’da okudum. Ankara’da Gazetecilik Yüksek Okulu’nu 1970 yılında bitirdim.

Devlet İstatistik Enstitüsü’nde (1966), Milli Eğitim Bakanlığı’nda (1968-1974), TRT Haber Merkezi’nde (1975-2008) toplam 41 yıl çalıştım.

İlk şiirim 1965 yılında   İstanbul’da “Sanat Dünyası” dergisinde çıktı. Aynı yıl Çele, Su, Defne, Ilgaz, Güney dergilerinde şiirlerim, yazılarım yayımlandı. Ankara’da Çele ve Meltem dergilerinin sorumluluğunu üstlendim.

Bugüne değin çok sayıda yazın sanat dergisinde şiiri ve yazılarım yayımlandı, yayımlanıyor.

Yayımlanmış şiir kitaplarım: Yürek Söylencesi (1998), Bellek Pazarı (2002), İnce Oda (2007), Küşüm Çınlaması (2011), Dingin Sözler Avlusu (2017), İyi Günler Terzisi (2020).

Ayrıca Oğuz’ca Yolculuk (2011), Yazının Gönlüyle (2016), Şiir Yolcusu Kalmasın (2020) deneme kitaplarım         

Birçok yerel gazetede yazdım. Halen İzmir’de yayımlanan 9 EYLÜL Gazetesinde sanat, edebiyat ve kitap üzerine yazılarımla gazetecilik yaşamımı sürdürüyorum.

İzmir Gazeteciler Cemiyeti, Ege Kültür Platformu Derneği, Türkiye Spor Yazarları Derneği, Dil Derneği, Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği, Cumalı-Seferis Gökyüzü Kültür ve Sanat Derneği, İzmir Araştırmaları Derneği   üyesiyim.

Şiir Sarnıcı: Bugünkü bilgi ve deneyimizle baktığınızda, Türk şiirinin gelecekte nasıl bir şiir anlayışına ulaşacağını öngörüyorsunuz? Sizce yönelim nasıl bir şiire doğru gidiyor?

Oğuz Tümbaş:

Türk şiirinin beslendiği kaynaklar hiç de yabana atılır gibi değil. Geçirdiği evreler, dönemler, devinimler unutulmaz. Divan Edebiyatı, Fecri Ati, Edebiyat-ı Cedide, Beş Hececiler, Garip, İkinci yeni, 60’lı,70’li, 80’li yıllar…

Şimdi 2000’li yıllar; teknoloji, dijital, iletişim çılgınlığını yaşarken, gelecekteki şiirin nasıl bir anlayışa yöneleceğini düşünmek çok da kolay değil. Ne ki şiir de bu gelişime, değişime koşut olarak kendi durumunu belirleyecektir.

Bence her dönem kendi şiirini oluşturuyor. Geçmişi yadsımak değil, geçmişin şiirini, gelişmelerini de bilerek, şiire yön vermek, geliştirmek, yeni bir şiir yaratmak, çağın gereksinimleri, toplumsal devinimleri içinde şiir yazmak gelecek kuşakların görevi olacak diye düşünüyorum.

Geçmişe bağımlı kalmak değil; özgür, işlevsel, savaşımcı bir şiiri öne çıkarmak önemli.

Bu hızlı teknoloji çağında, dijital çıkışta şiir de kendi yolunu bulacak, varlığını ortaya koyacak elbette.

Şiir Sarnıcı: Şiir, varlık yapısıyla sanat alanlarının ekseninde bir yerde durur. Şiir sanatının, birikimsiz ve bir başkasının şiirine özenerek üstesinden gelinecek bir alan olmadığını, dil biliminden felsefeye kadar geniş bir bilgi ve kültür evrenine egemen olmak gerektiğini düşünüyoruz. Bu açıdan ele aldığımızda, gelecekte iyi bir şiir kültürü oluşturmak için şair kendisini nasıl hazırlamalıdır? Özellikle şiir yolculuğuna yeni çıkanlara ne önerirsiniz?

Oğuz Tümbaş: Şiir sanatını birikimsiz düşünmek olası değil. Bir başkasının şiirine dayanarak, özenerek, öykünerek de şair olunamayacağını biliyoruz. Dili, sesi, biçemi, kültürel dayanağı olmadan iyi şiirin üstesinden gelmek olası değil. 

Şiirimiz yeniden belli bir düşünsel, toplumsal derinliğe, devinime hazırlanmaya yöneliyor. Biz şiir okurları, şiire gönül verenler olarak derinlikli bir şiiri özlüyoruz elbette.  

Bilgi, birikim, deneyim… Kültüre, dil bilimine, felsefeye inanma, sağlam bir şiir yapısının oluşumuna büyük katkı sağlar. Şiir alt yapısı sağlam olan bir şair adayı, şiir yolcusu bunu başarır, verimli olur, geleceğe sağlıklı biçimde güvenle yürür.

Şair, yapısına, doğasına, edindiği kültüre, bulunduğu coğrafyaya, insana, toplumsal duyarlığa açık oldukça, bağlı kaldıkça, kendini var eder.

Şiir, yapısı, doğası gereği şimdiki zamandan çok, geniş zamanlara, gelecek zamanlara aittir. Bunu da akıldan çıkarmamalı şiir yolcusu genç arkadaşlar.

Okumak, özümsemek, biriktirmek, çağdaş düşünceye açık olmak, imgeyi sevmek ama şiiri imgeye boğmamak, düş gücünü, anlatım olanaklarını doğru ve yerinde kullanmak şiire gönül veren genç arkadaşların yöntemi, ilkesi olmalıdır.

Şair şiir dilini de iyi bilmek durumundadır. Şiirin akışı, etkisi, yansıması açısından seçtiği sözcükleri önemsemeli, yerinde kullanmaya özen göstermelidir.

Şiir; sözcükleri, ezgisi, uyumu, akışı ile okuru bağlamalıdır kendine. Bu da şiirin kalıcı özelliği, özgünlüğüdür.

Şiir Sarnıcı: Her sistemin amacı, kendini bir adım daha öteye götürmek ve geleceğini garanti altına almaktır. Bu bağlamda düşündüğümüzde, şiirin de böyle bir amacı olmalıdır. Şiir kültürünün gelecek kuşaklara sağlıklı bir şekilde aktarımı için neler yapılmalıdır?

Oğuz Tümbaş: Şiirin amacının bir yönü de şairin kendini daha ileriye götürmektir. Şair bunu başarmak için ne yapmalı? Bu çağdaşlığın, toplumsal olgunluğun, deneyimlerden yararlanmanın, kurgunun, sorumluluk almanın, tutarlı ve düzeyli yönlenmenin, devingenliğin bir gereği ve zorunluluğudur bana göre.

Melih Cevdet Anday, şiirin amacının “Hiçbir zaman belirli bir şey anlatmak” olmadığı biçimindedir. Şiirin amacını bu bağlamda düşünürsek, şiir belirli bir şey anlatmaz ama şiir her şeyi anlatır, her şeyin içindedir. Yaşamın kendisidir.

Şiir kültürünü gelecek kuşaklara sağlıklı biçimde aktarmak için, şiiri yaşam biçimi durumuna getiren usta şairlere, yazın emekçilerine çok iş düşüyor. Onlar sorumlulukla, bilgi birikimiyle, kazanımları ve deneyimleriyle, düzeyli ve tutarlı çizgileriyle bu işlevselliği, devingenliği gelecek kuşaklara da iletmek, aktarmak, paylaşmak zorundadırlar derim.

Şiir Sarnıcı: Türk şiiri geleceğe hazırlanırken, şairin üzerine düşen görevler nedir? Bu konuda siz nelerin yapılmasını önerirsiniz?

Oğuz Tümbaş: 2000’li yılları yaşıyoruz. Tam anlamıyla 21. yüzyılın konumu, koşulları, ekonomik ve sosyal durumu; dünya insanlarının yaşadığı coğrafyalardaki sorunları; kapitalist, emperyalist sistemin dayatmacılığındaki yeni görüntüler; gelecek zaman içinde nasıl bir ivme kazanacak? Kuşkusuz tüm bu gelişimlerin şiire de yansımaları olacaktır.

Bu oluşumlar, yaşanmışlıklar, değişimler içinde elbette şairin de yükleneceği görevler, sorumluluklar bulunacaktır. Şairin kendisini bunlardan soyutlaması olası değildir.

Öncelikle şairin bir dünya görüşüne sahip olması kaçınılmazdır. Toplumdan, toplumcu gerçeklikten, insandan beslenen, çağdaşlığı öngören, aydınlanma savaşımında işlevsel olan sanat emekçisi şairdir.

Şairlerin insani açıdan, slogana dayanmadan bir dünya görüşünden yoksun olmaları, sınıfsal açmazları, uzlaşmaz çelişkileri görmemeleri şiirlerini yalnızlaştırır, durağanlığa, verimsizliğe yol açabilir. Şiirini geleceğe hazırlayan, kalıcı olmayı amaçlayan genç şairler, şiir yolcuları bunların ayrımında olmak zorundadırlar.

Şiir; duygudan, duyarlıktan, doğadan, aşktan, barıştan, sevgiden, hüzünden, sevgiden uzak değildir. Ancak tüm bu olguları şair kendi özgünlüğünü koruyarak, sağlıklı bir dünya görüşüyle, özenli dili ve anlatımıyla, estetik ölçütler işlerliğinde yapması daha doğrudur bana göre.

Şiir Sarnıcı: Roman, öykü veya şiir konusunda, önemli gördüğünüz ve okurlarımıza iletmek istediğiniz düşünceleriniz nelerdir?

Oğuz Tümbaş: Şiir konusunda genelde her şairin ama özelde geleceğe hazırlanan genç şairin, şiiri ciddiye alması, kolaycılığı değil zoru seçerek, engelleri aşarak, bilgi ve birikimiyle, deneyimiyle, toplumsal duyarlığıyla, şiirini sağlam temellere oturtması, okurla işlevsel bağlar kurması onun yararına olacaktır. Şair, yazdığı şiirlerle vardır, güçlüdür, kalıcıdır. Şair şiirleri kadardır.

Şiir Sarnıcı: Bu söyleşide, Türk yazını geleceğe taşıyacak çok değerli bilgiler aktardınız. Şiir Sarnıcı ve dergi gönüllü temsilcileri adına çok teşekkür ederiz.

Oğuz Tümbaş: Ben de teşekkür ederim sevgili Yaşar Özmen. Eğer sorularınıza yeterince aydınlatıcı yanıtlar verebildiysem, bundan kıvanç ve onur duyarım. 

Şiir Sarnıcı: Sağ olun Hocam.

 
Mehmet BÜYÜKÇELİK
AĞIT YÜKLÜ GÜNLER
 

Ağıt yüklü yatalak coğrafyamda
şafak kanlı, zaman bıçaklanıyor
uyku tedirgin, ayakta
sıradan düşlere kurşun dökülmüş
kanıyor nice aşk bıçakta.
 
Ağıt yüzlü ülkem yanan bir orman
gözlerinin bebeğinden yaşam dökülür
günlerin çığlığıyla kahrolur saatler
grevsiz ve hayatsız vuruşanlar
uykusunda baş eğer esirliğe.
 
Şiirler iyi edecek insanları
reçetesi şairin yüreğinden
dünya yine aynı yöne ıslık çalacak
duymayacak böcekler, insanlar, otlar
ölümden başka her şey değişecek.
 
Ağıt yüklü şu kara coğrafyada
Satılacak bir pazarda bir kadın
çocuklar koparılmış, yaşanmamış günden
o beklenen sabahın saatinde
hangi güneş vurur yüze kim bilir! 
                                 15 Kasım 2016

 

Ahmet Süreyya Aşkın
KARDELEN ÇİÇEĞİM

 
Bir kışın acımasız ayazı sardı etrafımızı 
Bir kışın cam kesen bakışlarıydı gelen. 
Tamda yeni başlamıştı
Gözbebeğinden yüreğime uzanan ince sızı.
Herkesin kendi tenhasına saklandığı kalbimde
En beyaz bulutlar kadar bahar getirdin bugün 
Ay misali büyüdükçe büyüdün gözlerimde
Sevdaya süzülen ilkbahar kızı 
Kimsesiz mevsimlerdeki kardelen çiçeğim. 
 
Bir sabah gözbebeğinde açıldı gözlerim 
Bir sabah bulutlar kadar özgür buldum kendimi 
Ne keder kaldı kalbimde ne buz kesen bir ayaz
Çünkü kolların gecenin ikinci yarısında
Sarıp sarmaladı tüm bedenimi. 
Yeryüzü giymişken bembeyaz kefenini
Rengarenk bakışların, gökkuşağı açıyor yüreğimde.
Senin şarkılarını söylerken en özgür rüzgâr
Nefesinle açtı nefesimdeki bendimi 
Kimsesiz mevsimlerde açan kardelen çiçeğim.
 
Eteklerin ne kadar da güzel uçuşuyor
Adını söylememin her seferinde
Yeni bir değer kazanıyor bak sözlerim. 
Uçurumdan süzülen her kar tanesi
Seni selamlamadan indiği yere nasıl dursun. 
Bir mumun alevi gibi aydınlattın virane gönlümü. 
Sen doğdun ya kardelen çiçeğim 
Hayat buldu tükenmişliklerde kalan gözlerim. 
Şalın ne güzelde dalgalandırıyor gözbebeğimi 
Bırak dudaklarım ezberlediği adını okusun. 
Sevdan rüzgâr gibi özgür bıraksın
Gönüllere korku salan ölümü
Kimsesiz mevsimlerin tek çiçeği
Kardelen çiçeğim.
                                       (Şiirin Ay'a Hitabı)

 

EFDAL SEVİNÇLİ İLE
“TÜRK YAZINI GELECEĞE NASIL HAZIRLANMALIDIR” KONULU SÖYLEŞİ

 

Şiir Sarnıcı: Hocam, Türk yazınına uzun yıllar emek verdiniz; deneyiminiz, birikiminiz ve öngörünüzle bize aktaracağınız bilgiler çok değerlidir. Öngörü ve birikiminizi, geleceğin kalemlerine ışık olması için aktarabilir misiniz? Öncelikle, okurların bilgi sahibi olması için, yaşam öykünüzden kısaca söz etmek ister misiniz?

Efdal Sevinçli

24 Haziran 1949, Turgutlu doğumluyum.

A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Türk Edebiyatı Kürsüsünden 1972 yılında, “Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın İlk On Romanında Dil ve Üslup” adlı lisans teziyle mezun oldum.


1972-1980 yıllarında Adana, Manisa, Menemen ve İzmir’de liselerde, 1978-1979 arasında İzmir Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü’nde çalıştım.1980-1998 yıllarında da Dokuzeylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları (Tiyatro) Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yaptım, yönetsel görevler üstlendim.

Yüksek lisans tezim, “Namık Kemal ve Tiyatro” (1985);

Doktora tezim ise, “Görüşleriyle, Uygulamalarıyla Bir Tiyatro Adamı Olarak Muhsin Ertuğrul” (1989).

Türk Tiyatrosu Tarihi, Türk Tiyatrosu Metinleri, Dramatik Yazarlık, Yazılı Anlatım Teknikleri, Yazınsal Metin Çözümlemesi, Temel Dilbilgisi vb. derslerinin yanında Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Tiyatro Eleştirisi, Cumhuriyet Döneminde Tiyatro Eleştirisi, Osmanlı Şenlikleri derslerini de yüksek lisans ve doktora programlarında okuttu.

Şubat 1998’de, 25 yıllık çalışmamın sonunda, kendi isteğimle emekli oldum.       

Nisan-Haziran / 1998 arasında Paris’te, Nationale Bibliotheque’de, “sûr-nâme” yazmalarımız üstüne bir araştırma yaptım. 1582, 1675, 1720 ve 1724 şenliklerine ilişkin sûr-nâme yazmaları üstünde inceleme çalışmalarını yaptı, yazmaları yayın aşamasına getirdim.

K.K.T.C. Lefke Avrupa Üniversitesi’nden gelen teklif üzerine, Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde, öğretim üyesi ve bölüm başkanı olarak (Ocak 1999-Ekim 2002) çalıştım. Yeni Türk Edebiyatı, Yazılı Anlatım Teknikleri ve Osmanlıca vb. derslerini verdim. Üniversite adına üç yıl Lefke Edebiyat Buluşması etkinliğini düzenleyip Lefke Türküsü adlı dergiyi yayına hazırladım.

2002-2007 yıllarında, Dokuzeylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde, Sahne Sanatları Bölümünde, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Tiyatro Eleştirisi, Cumhuriyet Döneminde Tiyatro Eleştirisi, Osmanlı Şenlikleri vb. dersleri, yüksek lisans ve doktora programlarında okuttum.

2005-2011 yılları arasında, İzmir/Yaşar Üniversitesi İletişim Fakültesi ile Sanat Tasarım Fakültesi’nde çalıştım, yönetsel görevler üstlendim. Senaryo Yazarlığı, Yazılı Anlatım Teknikleri, Metin Yazarlığı vb. dersleri okuttum.

1974 yılından beri çeşitli sanat ve edebiyat dergilerinde, edebiyat, halkbilimi, dil, tiyatro konularında araştırmalarım, incelemelerim, denemelerim yayımlandı. İzmir’de çıkan Dönemeç (1977-1981) ile Ünlem (2004-2007) adlı sanat dergilerinin yayın kurulu üyesiydim. İzmir Ansiklopedisi’nin yayın kurulunda görev aldım (2010) İzmir’de Kültür/Sanat cildinin editörlüğünü yaptım. İzmir’de Tiyatro Yaşamı ile İzmir Basın Tarihi bölümlerini yazdım.

2011’den günümüze, yazıevinde, daha doğru söylersek, “Ev Üniversitesi’nde, sürekli kadroda”, araştırmaya, yazmaya çalışıyorum…

Ege Çağdaş Eğitim Vakfı (EÇEV) ile Dil Derneği üyesiyim. İzmir’de Tiyatro adlı kitabımla Özdemir Hazar Yerel Tiyatro Ödülü’yle (İzmir-2001) yazın yaşamımın 40. yılında, Dil Derneği’nin İzmir Özel Ödülü (Eylül-2014) ve Yeni Tiyatro Dergisi’nin 2017 Emek Ödülü’yle onurlandırıldım.                                                                                          

Yapıtlarım:

1- Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Sinema’dan Tiyatro’ya Muhsin Ertuğrul,

2- Muhsin Ertuğrul, Benden Sonra Tufan Olmasın/Anılar, Yayına Hazırlayanlar: Prof Dr. Ö. Nutku, Doç. Dr. M. Tuncay, Dr. E. Sevinçli,

3- Görüşleriyle Uygulamalarıyla Muhsin Ertuğrul,

4- Hüseyin Rahmi Gürpınar / Yaşamı - Yapıtları – Sanatı,

5- Namık Kemal ve Tiyatro,

6- İzmir’de Tiyatro,

7- Eleştirmen Gözüyle-I- (Türk Tiyatrosu Eleştiri Seçkisi),

8- Bizans Söylenceleriyle Osmanlı Tarihi / Yusuf bin Abdullah - Târih-i Âl-i Osmân,  Haz. : Efdal Sevinçli,

9- Karagöz Evleniyor, Anonim, Haz. : E. Sevinçli,

10- Karagöz Mutfakta, Anonim, Haz. : E. Sevinçli,

11- II. Meşrutiyet’i Yeniden Düşünmek *(Ortak Kitap), “II. Meşrutiyet Döneminde Siyasal / Belgesel Tiyatro ve İlginç Bir Yazar Örneği: Doktor Kâmil Bey ve Oyunları”,

12- Şemikler… Şemikler,

13- Gölgedeki İzmir Yazıları,

14- Suat Taşer, Konuşma Eğitimi (Yayına Haz.: Efdal Sevinçli)

15- Celebration, Entertainment and Theatre in the Ottoman World, (Ortak Kitap),

16- Turgut Özakman’ın Romanları-Romancılığı, (Ortak Kitap),

17- Moralızade Vassaf Kadri Çakıcı’nın İlk Kurşunu (1909)-(Oyun), Yayına Hazırlayan: Efdal Sevinçli,

18- Leblebici Horhor Ağa Operetinin 140 Yıllık Serüveni,

19- İzmir Basın Tarihi / Gazeteler, Dergiler,

 

Şiir Sarnıcı: Öykü yazmak isteyen bir genç sanatseverimiz; nasıl bir yol izlemelidir ve kendisini neyle donatmalıdır ki kalıcı bir öykü kültürü oluşturabilsin çağına? Bugünün ve geleceğin yazınına katkı sağlamak için, bunca yıllık deneyimleriniz ışığında öykü ve öykü yazarı için neler söylemek istersiniz? Özellikle sizin ölçüt olarak ele aldığınız konular nelerdir? Bir öykücüye başka neler önerirsiniz? Öykü yazarı, gelecekte nasıl bir öykü anlayışıyla karşılaşacak? Değişime, dönüşüme ve gelişime uyum için ne yapmalıdır? Bu konuda öngörünüz nedir?

Efdal Sevinçli: Yazmak eylemi, okumak eylemiyle bütünlenir. İletişim olanaklarının her geçen gün arttığı günümüzde, yazma sorumluluğuyla yola bir yazar adayının türler arasında ayrım yapmadan Türk ve dünya edebiyatındaki “anlatı kahramanlarını” tanıyarak ilerlemesi gerektiğini bilmeli diye düşünüyorum. Şimdi bu “anlatı kahramanlarını” örnekleyin diye bekliyorsunuz, biliyorum.

Franz Kafka'nın Metamorfoz / Dönüşüm anlatısındaki kahramanı Gregor Samsa, bir sabah kendini dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulur. Böcek ve insan ikileminin sorunlarından uzaklaşıp Sait Faik’in “denizlerin kıralı” diye tanıttığı Sinağrit Baba’nın peşine takılalım… İnanıyorum ki genç arkadaşlarımız da gözlem gücüyle yazdıkları “anlatı denemeler”inde, yazım kurallarının katı bir uygulayıcısı olarak kendi kahramanlarını bulacaklardır.

Şiir Sarnıcı: Roman yazmak isteyen bir genç sanatseverimiz; nasıl bir yol izlemelidir, nasıl bir ön hazırlık yapmalıdır ve kendisini neyle donatmalıdır? Örneğin siz ne gibi bir ön hazırlık yapıyorsunuz? Yazarken özellikle dikkat ettiğiniz konular nelerdir? Yazarlara anahtar bilgi olarak ne söylemek istersiniz? Roman sanatı gelecekte nasıl şekillenebilir ve buna katkımız neler olabilir? Roman yazarı, gelecekte nasıl bir roman anlayışıyla karşılaşacaktır? Kendisini nasıl hazırlamalıdır?

Efdal Sevinçli: Ben bir roman yazarı değilim. Lise öğretmenliğimi bir hazırlık evresi sayıyorum, 1980’den 2011’e üniversite düzeyinde, 2019’a değin de aralıklarla yazarlık kurslarında, dramatik yazarlık / metin yazarlığı / yazılı anlatım teknikleri / yazınsal metin çözümleri başlıklarıyla dersler verdim. Düşüncelerim, “yazarlık eyleminin öğretimine ilişkin bilgilerim”, bu alanlardaki araştırmalarıma, deneyimlerime, eleştiri bilgisine dayanıyor. Bugün, onlarca öğrencim oyun yazarı, roman ve öykü yazarı, ozan olarak edebiyatımızda var oldular. Elbette varoluşlarında asal emek onların çalışmasında. Onlar bireysel yetenekleriyle, becerileriyle kendilerini var ettiler…Ancak sanat dünyasında varoluşlarını sürdürmeleri de tek başlarına onların ellerinde değil…Bunu hemen bütün yazarlar, yazmak eyleminin içinde olanlar iyi bilir!… Benim onlara ancak eleştirel açıdan katkım olmuşsa bundan büyük bir mutluluk duyarım.

Şu günlerde dünya, kâğıdın ölümünü tartışıyor. Sanal yayın dünyası artık bir gerçek. E-kitap yayınları, satışları sanal ağda satış egemenliğini sağlamak için her yolu deniyor. Ancak aşılamayan ilk engel kâğıt ve kalem… Biçim değiştirse de kâğıt ve kalem yazmak eyleminin en önemli aracı, gereci… İkinci engel ise insanın doğası, tinsel yapısı… Hangi ortamda, hangi koşulda olursak olalım yazar, insanı, insanın tinsel yapısını anlatmak zorunda. Örneğin bu insan Anayurt Oteli’ndeki Zebercet olmayacak ancak yazar adayımız bu “otel görevlisini” tanımalı, yarın uzay istasyonunda bedeni, tini değişime uğramış kahramanını yazarken atasını anımsamalı… Bugün dünyada hâlâ en çok satan romanların başında gelen Suç ve Ceza’nın kahramanı Raskolnikov’un tinsel kişiliğinin büyüsüne kapılan okurları düşünüp insan psikolojisini anlatmanın ne denli önemli ve zor olduğunu yazar adayımız bilmeli… Öyleyse yazar adayımız gözlem gücüne inansa da toplumbilim çalışmalı, psikoloji çalışmalı… Sözün kısası, roman yazmak için yazım kurallarını iyi bilmek yeterli değildir… Yaşam bilgisine çok çalışmak gereklidir!...

Şiir Sarnıcı: Bugünkü bilgi ve deneyimizle baktığınızda, Türk şiirinin gelecekte nasıl bir şiir anlayışına ulaşacağını öngörüyorsunuz? Sizce yönelim nasıl bir şiire doğru gidiyor?

Efdal Sevinçli: Böyle bir öngörüde bulunmak…benim işim, becerim değil!… Kültürel yapımızın göstereceği değişimler toplumumuzu, insanımızı yönlendirip etkilerken şiirimizin de yönelimlerini belirleyecektir. Dileğim çağdaş, özgürlükçü, bilime, bilgiye inanan, tutuculuktan uzak, Türkçemize sevgisi, saygısı olan bir kuşağın şiirimizi yönlendirmesi, geliştirmesi en güzel dilek olur. Dil işçisi olduğuna inandığımız ozanların elbette kendi şiirimizi, ozanlarımızı tanıyıp dünya şiirinden de esinler alması sanatçının sorumluluğu olacaktır diye düşünüyorum. 

Şiir Sarnıcı: Şiir, varlık yapısıyla sanat alanlarının ekseninde bir yerde durur. Şiir sanatının, birikimsiz ve bir başkasının şiirine özenerek üstesinden gelinecek bir alan olmadığını, dil biliminden felsefeye kadar geniş bir bilgi ve kültür evrenine egemen olmak gerektiğini düşünüyoruz. Bu açıdan ele aldığımızda, gelecekte iyi bir şiir kültürü oluşturmak için şair kendisini nasıl hazırlamalıdır? Özellikle şiir yolculuğuna yeni çıkanlara ne önerirsiniz?

Efdal Sevinçli: Buz nasıl suyun donmuş görünümüyse şiir de sözün büyülü görünümüdür. Bu benzetmede şiir ile büyücülüğü birleştirdiğimi kimse düşünmesin!... Evet, büyücülükte olduğunu düşündüğümüz gizlilik şiir için de düşünülebilir… Özünde şiir, ozanın sözcüklerle yaptığı bir işçilik sanatıdır. Ozanın dilini kullanma yeteneği, kültürel varsıllığıyla bağlantılıdır. Divan şiirini, halk şiirimizi iyi tanıyan, şiirimizin ustalarının sözcük işçiliklerini inceleyen gençler başarılı oluyorlar. Yalnız son dönemde genç ozanlarımızın “bir telaş halinde”, dergilerde arka arkaya şiirlerini ve kitaplarını yayımlama “hevesinde” olduklarını gözlemliyorum. Ben şiirdeki sözcüklerin dinlenmeye gereksinimleri olduğunu düşünüyorum. Bir ozanın acele etmeden, sözcüklerin dizelerdeki anlamını, gücünü düşünüp şiirlerini yeniden, yeniden okuyup işlemelerinin daha işlevsel olacağına inananlardanım.

Şiir Sarnıcı: Her sistemin amacı, kendini bir adım daha öteye götürmek ve geleceğini garanti altına almaktır. Bu bağlamda düşündüğümüzde, şiirin de böyle bir amacı olmalıdır. Şiir Kültürünün gelecek kuşaklara sağlıklı bir şekilde aktarımı için neler yapılmalıdır?

Efdal Sevinçli: Şiiri, şiir kültürünüzü var edenler ozanlardır. Ozanlara “akıl verecek” konumda değilim. Onlar her koşulda yollarını bulurlar.

Şiir Sarnıcı: Türk şiiri geleceğe hazırlanırken, şairin üzerine düşen görevler nedir? Bu konuda siz nelerin yapılmasını önerirsiniz?

Efdal Sevinçli: Ozanlar elbette toplumun birer ögesi olarak duygu dünyamıza, sanatlarıyla katkıda bulunurlar. Üretimleri ne denli bireysel olsa da şiirleri sonuçta bireylerin, toplumun duygu dünyalarını yansıtırlar. Günümüzün ozanları bütün sanat dallarına ilgi duyan sanatçılar olmak zorundadırlar. Olsa olsa eleştirilerimizle onlara destek olabiliriz.

Şiir Sarnıcı: Roman, öykü veya şiir konusunda, önemli gördüğünüz ve okurlarımıza iletmek istediğiniz düşünceleriniz nelerdir?

Efdal Sevinçli: Okumak, çok okumak zorundayız. Sanatıçıyı besleyen en önemli güç okumaktır. Bir de eleştiriden ürkmeyelim, eleştiriden yararlanalım.

Şiir Sarnıcı: Bu söyleşide, Türk yazını geleceğe taşıyacak çok değerli bilgiler aktardınız. Şiir Sarnıcı ve dergi gönüllü temsilcileri adına çok teşekkür ederiz.

Efdal Sevinçli: İlginize ben teşekkür ediyor Şiir Sarnıcı’na sanat yolunda başarılar diliyorum. Saygılarımla.

 

İbrahim Hakkı Gündoğdu
ÇINAR ÇOCUKLAR

 

Niçin uçurtmasını boyar çocuklar
gökyüzüne gelin vermek için mi
güneşi alarak koynuna uyuyanlar
rüyalarından kovarlar katran geceyi
kalplerine taşırlar yıldızlı mevsimi
mavi geleceği
sema artık oyuncaktır
gözlerinde çocukların
yumurcaktır zühresi salıncakların


 
Niçin kumlara banar saçlarını çocuklar
okyanusu boydan boya yüzmek için mi
yelkenlere yele olur da sonra
rüzgarları asarak dalgalara
enginlere dolmak için mi
gitsinler hayalleri zamandan büyük
umutları asırlardan öte
gitsinler ömürleri bitimsizcesine
 
Niçin seller gibi taşar çocuklar
yıkarlar düş vadilerini
tohum toprağını yarar
çınar olur
çocuklar yüreklerinde taşır eserlerini
cemredir her bakışı
çocukların
zirvedir
çocuklar zaferden başka nedir
 
Niçin gözleri siyah, ela, mavi de olsa
enginlere bakar çocuklar
hayatı asırlara taşımak için mi
yoksa sırlara taşımak için mi
derin ufuklara varmak mı yoksa
gelecek onlardır, gerçek onlarda
en yalın, en temiz onlar
çamurla oynasalar da…

 

Emine Çakır
İNCİR HİKAYESİ

 

ah doksan yaşına gelip alıp başını giden
aramıza sesli bir fasıl heyeti koyan
ince sazında türküsü kalan
ah babam, ah babam....
 
gazı severiz biz, gülü-verse bir kere anan
diyen adam, on üçünde derlediği gülü
doksanında hatırlayıp döktü diline
"gül" sevmedi sevilmeyi geç vakit
 
çarptık böldük çıkardık topladık anamı
artısını koyduk on çocukla koca bir gelecekti
tarlada buğday, damda buzağı, her öğüne
tencerede yemek, kendisine eksilen ekmek
evin darlığında gülen güller arayan anam
 
dişi sızlayan bir zamandı evde anam
tazeleyip süsledi teyzem çocukluğumuzu
necip emine'si unuttururdu şeytanı masallarında
takla atıp geçerdi gözlerimizin önünden melekler
yüreğimiz can eriği, tutardı sevincimiz gökleri
 
pişmiş nohut olur yuvarlanırdık yerlerde
mutluluk ateş kızıllığında gülerdi usumuza
gülmeyen yüzümüzün notalarını silerdik gecelerde
sadettin dayımın kulübemsi evi şiirce dillenirdi
happe ninenin esprileri oyun kurardı sınıfta
sarsıp geçerdi yüzümüzde açan mor çiçekleri
 
üretmeye aşıktı insanlar sade bir güzellikle
boş durulmaz derdi büyüklerimiz otururken
derlerdi de...  bizden alacaklı çıkardı dertler
diktiğimiz yediverenler dertlerimize gelindi
ama iyi yürekliler gül işlerdi kalbimize elleriyle
 
ah babam... ah babam
gülmek için anamdan gaz isteyen adam
soluğum, sıkı bir kilit vururdu göğsüme
korkuyla yediverenler gibi titrerken anamın gölgesi
içimde yaşattığım melekler bir incir çekirdeği küçülür
sana su bile vermezlerdi
kör tapınaklar yaratırdın yoktan, bize umut yoktu
kuşlar, öküzler, sıpalar dostumuz olurdu
yalnızlık yarattığın yerde, varlığımın nedeni çoktu
 
köyümüzün gürül gürül akan suyunda gezinirken
minik ellerim, durulanırdı dünya ve baştan sona aklım
şimdi, su bereketiyle bir incir ağacısın şiirimin içinde
aklım korkuları çoktan yitirdi, artık bana feminist diyorlar.
                                                                08.02.2016 İzmir

 

MUSTAFA GÖKÇEK’LE
“TÜRK YAZINI GELECEĞE NASIL HAZIRLANMALIDIR” KONULU SÖYLEŞİ

 

Şiir Sarnıcı: Mustafa Hocam, Türk yazınına uzun yıllar emek verdiniz; deneyiminiz, birikiminiz ve öngörünüzle bize aktaracağınız bilgiler çok değerlidir. Öngörü ve birikiminizi, geleceğin kalemlerine ışık olması için aktarabilir misiniz? Öncelikle, okurların bilgi sahibi olması için, yaşam öykünüzden kısaca söz etmek ister misiniz?

Mustafa Gökçek:1953 Gaziantep doğumluyum. Daha önceden yıllarca üniversitede (Türk Dili Edebiyatı Bölümünde Diksiyon ve Fonetik konularında hocalık görevi) öğretim üyesi


olarak görev yaptım. Bu görevden sonra emekliye ayrıldım. Burada olduğum süre içerisinde birçok ders kitabı hazırladım. Emekli olduktan sonra da edebi kitaplar yazdım. Yaklaşık 12, 13 yaşından itibaren yazdığım kitaplar (ders kitapları ve bazı senaryolar, sinopsisler de dâhil) elli adedi buldu. Hâlâ da yeni çalışmalar yapmaktayım. Hatta şu anda yeni bir roman çalışması yapıyorum (51. Kitap olarak). Şiir kitapları ve roman, öykü, tiyatro oyunları yazdım ve bir gazete de makale yazmaktayım. Türkiye’nin çeşitli kentlerinden gönderilen kitapları yorumlayıp, bilgi verdim. Halen aynı gazete de yazılarıma devam etmekteyim. Tabii edebi yazılarıma da
...

Şiir Sarnıcı: Roman yazmak isteyen bir genç sanatseverimiz; nasıl bir yol izlemelidir, nasıl bir ön hazırlık yapmalıdır ve kendisini neyle donatmalıdır? Örneğin siz ne gibi bir ön hazırlık yapıyorsunuz? Yazarken özellikle dikkat ettiğiniz konular nelerdir? Yazarlara anahtar bilgi olarak ne söylemek istersiniz? Roman sanatı gelecekte nasıl şekillenebilir ve buna katkımız neler olabilir? Roman yazarı, gelecekte nasıl bir roman anlayışıyla karşılaşacaktır? Kendisini nasıl hazırlamalıdır?

Mustafa Gökçek:Teşekkür ederim, güzel bir soru. Bu soru da küçük bir düzeltmem olacak, o da yazarlara değil de genç yazarlara diyelim. Çünkü yazara haddim olmaz.

Sevgili Yaşar, yaşamımda ilk aldığım hediye bir romandı. O günlerde henüz dokuz yaşındaydım. İlkokul öğretmenimin sınıf bitirme hediyesiydi. O bana, yaşamım boyunca yön gösterici oldu! Çünkü kitap okuma alışkanlığımı sağladığı gibi, bu sayede de sonraki yıllarda yazmaya yöneldim.

Burada, önemli olan çevrenizin ve ailenizin size destek olması. Şayet ilk gençlik çağlarında bir şeyler yazmaya karar verdiyseniz. Ebeveynlerinizin yanınızda olması gerekir. Yıllar önce şiir denemelerim çok oldu. Daha sonraki yıllarda çokça öykü yazıp bastıramadım ama okul dergilerinde ve yerel dergilerde yayımlanmasını sağladım. Gerçi daha sonra hem üniversite yaşamımda hem de özel yayınevlerinde, kitaplarımı yayımlatma imkânım oldu. Bunları yazarken düşüncemi özgür bıraktım. Ortalığın sakin olmasını bekleyip, özellikle sözsüz bir müzikle, yazacağım konusundaki düşüncelerime odaklanmaya çalıştım. Tabii bunun daha öncesi de var. Yani düşüncenin demlenme zamanı! Şayet aklınıza bir konu gelmişse ve siz bunu öyküye veya romana çevirmeden önce, fırsatını buldukça oturup bu konu hakkında detaylı düşünmeniz gerekecek. Çünkü hemen, o tutkuyla yazdığınız zaman, aktarmak istediğiniz konunun savrulmasına neden olursunuz. Yani sonucunda bütünleşme olmaz. Ve toparlayamazsınız.

Bir şeyler yazma düşüncesinde olanlar, öncelikle okumayı çok sevmeliler. Vakit ayıracakları bir şey olmamalı. Kitap okuma adeta bir tür yaşam biçimine dönüşmeli. Dağarcığında bir şeyler oluşmalı ki kendisi oluşacak düşüncelerine yoğunlaşsın… Ayrıca çok sıklıkla eskizlere önem vermeliler. Günde en azından bir makale yazsınlar. Günde iki-üç sayfa öykü yazsınlar. Bu onlara söyleyebileceğim anahtar bilgi… Çok okumak ve çok yazmak!

Kısaca roman sanatına katkı olacak düşüncelerime gelirsem; Yıllar önce, yani Osmanlı döneminde hayli yüksek olan kültür seviyemiz yönetimlerin olumsuz katkısıyla neredeyse düşük seviyelere indi! O devirlerde ayda ellinin üzerinde roman yayımı yapılırken, başka ülkelerde, örneğin Fransa’da beş-on kitap yayımlanabiliyordu. Sayının çok olması elbette ölçü değil ama nitelikli kitapların varlığından söz ediyorum. Sonraki yıllarda örnek verdiğim ülkede yüze yakın kitap yayımlanırken, biz de ise salt, otuz-kırklara düştü bu sayı ve tabii ki ayda!

Peki… Bu durumda yapılması gereken ne? Çok kitap yayımı, bizim veya onların kültürlü olduğunu mu gösterir. Hayır, önemli olan kitapların nitelikli olmalarıdır. Oysa bugün görüyorum ki çok yayım yapılıyor. Acaba bunların kaçı nitelikli! Şayet roman veya öykü kitaplarını çoğaltırken, nitelikli olmasını arzuluyorsak bu konuda bazı girişimler yapılmalı! Bunun çözümü ise salt akademik olmamalı! Çünkü her genç edebiyat fakültesinde okuma şansını elde edemiyor. Özel olarak, bu konuda yılları geçmiş usta isimlerin hem pratik, hem teorik, hatta bazı teknik bilgileri içeren kursların verilmesine destek vermeleri, bu desteği de belirli kurumların (örneğin belediyeler gibi) hazırlaması, bu tür düşüncelere açık ve girişimci olmaları gerekir.

Şiir Sarnıcı: Bugünkü bilgi ve deneyimizle baktığınızda, Türk şiirinin gelecekte nasıl bir şiir anlayışına ulaşacağını öngörüyorsunuz? Sizce yönelim nasıl bir şiire doğru gidiyor?

Mustafa Gökçek: Teşekkür ederim. Türk şiiri yıllar içinde durgunluk yaşadı. Çünkü yazılacak tüm dizeleri, yıllar önce bu topraklarda yaşayan nice şairler yazdı. Ondan sonra gelen kuşak hemen neredeyse aynı cümleleri aldı ve şiir diye bize sundu. Çünkü yaşanan siyasi çalkantılar, duygu yüklü şiirleri aktaramadı. Elbette her şair için bunu diyemem, fakat istisnalar pek kaideyi bozmaz. Böyle olmasının nedeni, kültür ve bu konuda eksikliğimizden oluştu. Nedeni de yıllarca çağdaşlığa adım atamadık ve özgürce kalem oynatamadık. Hatırlarsanız, bir ara bazı kitaplar ve şiirler yasaklandı! Toprağa gömülüp, sobalarda yakıldı! Bu, ülkemizin gerçeğiydi. Realist olmak ve öyle düşünmek gerekir. Bu konu çok derin yaralar bıraktı. Şimdi ise genç kuşak bu durumu çok iyi bertaraf etti. Artık yabancı ülkenin şairlerine yönelip şiirlerini okumayı ve paylaşmayı bildiler. Böylece o düzende ve o yörelerin şairlerinin yazdıkları kitapları edinip, durmadan onları okudular. Kimileri de kendileri çevirdi. Elbette ki bu yönde kitaplar okundukça, şiirin duygusallığını ve lirizm akışını kendilerince çok güzel algılayıp okura sunduklarında, yıllarca bu konuda yorum yapıp ve eleştiren olarak gördüğüm manzara adeta keyif verdi!

Siyasi yaşantılarımızda, çalkantılı dönemimizde apolitik olmayı dışlayan şairler, siyasi ağırlıklı şiirler yazdılar. Oysa yıllar sonra gelen kuşağın şairleri; şiirin bir kalbi olduğunu, ince, duygulu ve hassas bir kadın olduğunu, dokunsan incinecek gibi bir düşünüşle yazılan şiirlerle çoğalttıkları eskizler, kim bilir nice şairlere örnek oldu. Bence bu bağlamda şiir, olumlu yönleniyor… 

Şiir Sarnıcı: Şiir, varlık yapısıyla sanat alanlarının ekseninde bir yerde durur. Şiir sanatının, birikimsiz ve bir başkasının şiirine özenerek üstesinden gelinecek bir alan olmadığını, dil biliminden felsefeye kadar geniş bir bilgi ve kültür evrenine egemen olmak gerektiğini düşünüyoruz. Bu açıdan ele aldığımızda, gelecekte iyi bir şiir kültürü oluşturmak için şair kendisini nasıl hazırlamalıdır? Özellikle şiir yolculuğuna yeni çıkanlara ne önerirsiniz?

Mustafa Gökçek: Teşekkür ederim. Öncelikle şunu bilmemiz ve sorunun düşüncesini yadsımamız gerekiyor! Çünkü şiir sanat alanlarının ekseninde ve tam da ortasında durur. Yani merkezdir. Çünkü işin içinde bazı düşünceleri irdeliyorum. Örneğin yıllarca şiir yazmış biri, bir öykü veya roman yazıyor. O kitap bana öyle keyif veriyor ki… Yaşamında hiç şiir yazmamış biri, öykü veya roman çalışması yapıyor. İlk kitap… Elbette sevinç kaynağı! Oysa edebiyattan yoksun bir kitap. Nasıl değerlendireceksiniz. Yazarım diye ortaya çıkan bir arkadaş, aklına geldiği bir anekdotla hemen ve düşünmeden kaleme aldığı kitabını, sonucunu düşünmeden edebiyat dünyasına göstermeyi amaçlıyor!

Öyleyse ne yapması gerekir, hassasiyetin adeta doruk noktasını ancak şiir işçiliğinde bulmaya çalışacak. Ayrıca, hemen her türlü (felsefi, sanatsal, çokça şiir eskizleri, romanlar…) kitabı okuması, salt okuması da yetmez onlar hakkında düşünmesi, kendince felsefe yapabilmesi gerekir.

Kendimden örnekler vermek istiyorum. Eskiden daktilolar vardı. Şiiri yazıp, beğenmediğimizde kâğıdı yırtardım. Şimdi ise teknoloji sayesinde biraz daha rahatlar oldum. Yazdığını ve düzeltmek istediğini yapabiliyorsun. Anlatmak istediğim. Bir kez yazdığınız o an kayda geçmemeli! O şiir üzerinde hep düşünmeniz, mısralarla oynamanız gerekir. Kimi zaman kelimelerle adeta dans etmeniz gerekir. Kısaca şiir yolculuğu yüz metre koşusu değildir. Uzun süre bir maraton koşusu gibi ve kuyumcu işçiliği gibidir. Zamanla nasıl koruk üzüme dönüşüyorsa, sabır ve çokça şiir düşünmek, şiir yazmak metrelerce uzağa koşmamızı sağlar…

Şiir Sarnıcı: Her sistemin amacı, kendini bir adım daha öteye götürmek ve geleceğini garanti altına almaktır. Bu bağlamda düşündüğümüzde, şiirin de böyle bir amacı olmalıdır. Şiir Kültürünün gelecek kuşaklara sağlıklı bir şekilde aktarımı için neler yapılmalıdır?

Mustafa Gökçek: Bizim kuşağımız ve daha genç kuşak şanslı! Yıllar önce fakültede 1800’lü yıllarda yaşamış edebiyatçılara yönelik antoloji hazırlığı vardı. Yazmamız gereken bir şairin ne bir mektubu ne bir şiiri ne de bir fotoğrafı var! Nasıl yazacaksınız… Bugün teknoloji çok ileride, örneğin bilgisayara komut verdiğinizde birçok konuyu bünyesinde tutabiliyor. İnternet bize yardımcı olabiliyor. Bu örnekle sanırım yazdığımız hemen her şiiri aktarabiliriz.

Şiir Sarnıcı: Türk şiiri geleceğe hazırlanırken, şairin üzerine düşen görevler nedir? Bu konuda siz nelerin yapılmasını önerirsiniz?

Mustafa Gökçek: Şair, her zaman yeni şiirlerini üretmek zorundadır. Bunun yanında da ülkemizden veya başkaca ülkenin şairlerini çokça okumaları gerekir. O havayı teneffüs etmeleri, şiir işçiliğinin neredeyse mihenk taşıdır. Muhakkak şiiri çok iyi betimlemeleri gerekir.

Şiir Sarnıcı: Roman, öykü veya şiir konusunda, önemli gördüğünüz ve okurlarımıza iletmek istediğiniz düşünceleriniz nelerdir?

Mustafa Gökçek: Öncelikle konu bütünlüğünden ayrılmamaları gerekir. Yazdığınız roman veya şiir, ya da edebi ürün hiçbir şekilde mantık hatasını kabul etmez. Örneğin bir konuyu anlatırken, alakası olmayan bir şeyi aktarmanız hoş olmaz. Ama yatay bir geçişle ve konuya bağlantılıysa elbette olur, olmalıdır da! Başta da belirttiğim gibi, konu hakkında sıklıkla eskiz çalışması yapmaları gerekir. Ayrıca konu hakkında kendilerine düşünme payı vermeleri, yazacakları konu hakkında düşünmeleri iyi olur.

Edebi dallardan birini seçeceklerse o yöne tam bir konsantrasyon, tam bir katalize olmaları iyi olur. Şayet başkaca ürünler olacaksa dağarcıklarında o zaman hemen her türlü kitabı sıklıkla okumaları ve kitap hakkında kısa bir özet gibi düşünmeleri gerekir…

Şiir Sarnıcı: Bu söyleşide, Türk yazını geleceğe taşıyacak çok değerli bilgiler aktardınız. Şiir Sarnıcı ve dergi gönüllü temsilcileri adına çok teşekkür ederiz.

Mustafa Gökçek

Ben teşekkür ederim. Eminim ulusal anlamda olan derginize katılıp, davetinizle kişiliğime gösterdiğiniz nezaket beni onurlandırdı…

Şiir Sarnıcı: Sağ olun Hocam.

 

Uğur Olgar
DOSTUNA DOST, DÜŞMANINA DÜŞMAN
 
Terra rossa toprak denizle ne güzel birleşiyor
nereidler doğuyor kuzgun güneşin altında.
 
Ege köpüklü şarapların tadına bakıyoruz Okeanos'la, Poseidon'la


şiir yazan tanrılaşıyor biraz biraz
enginde süzülürken ölümsüzlüğün ateş rengi
hiç esrik olamıyoruz ne kadar ırzına geçsek de şarapların
zaten kafamız dumanlı, dağlardan yeni inmişiz
çıkmaya duruyoruz gökyüzlerine.
 
Dostuna dost, düşmanına düşman olmaksa racon,
hiç düşmanım yok öyleyse, azılı geçen zamandan başka…

 






































GÜLCE BAŞER’LE
“TÜRK YAZINI GELECEĞE NASIL HAZIRLANMALIDIR” KONULU SÖYLEŞİ

 Şiir Sarnıcı: Gülce Hanım, Türk yazınına uzun yıllar emek verdiniz; deneyiminiz, birikiminiz ve öngörünüzle bize aktaracağınız bilgiler çok değerlidir. Öngörü ve birikiminizi, geleceğin kalemlerine ışık olması için aktarabilir misiniz? Öncelikle, okurların bilgi sahibi olması için, yaşam öykünüzden kısaca söz etmek ister misiniz?

Gülce Başer: Bu en zor soru… Kendimi anlatmakla biraz sıkıntım var benim, yanlış


anlatıyorum. İyisi mi edebiyattan konuşalım.

Şiir Sarnıcı: Roman yazmak isteyen bir genç sanatseverimiz; nasıl bir yol izlemelidir, nasıl bir ön hazırlık yapmalıdır ve kendisini neyle donatmalıdır? Örneğin siz ne gibi bir ön hazırlık yapıyorsunuz? Yazarken özellikle dikkat ettiğiniz konular nelerdir? Yazarlara anahtar bilgi olarak ne söylemek istersiniz? Roman sanatı gelecekte nasıl şekillenebilir ve buna katkımız neler olabilir? Roman yazarı, gelecekte nasıl bir roman anlayışıyla karşılaşacaktır? Kendisini nasıl hazırlamalıdır?

Gülce Başer: Şiir biraz ergendir: Dili bozmayı, değiştirmeyi, yıkmayı sever. Romansa sistem kurma işidir, o yüzden roman yazarken kesinlikle sorumluluk sahibi bir yetişkin olunmalıdır. Bana göre… Önce tabii bilgi toplamak gerekiyor. Ben karakterleri de geniş hatlarıyla önden kuruyorum, yazarken birbirimizi daha iyi tanıyoruz.

Roman sanatı derken, Türkçe roman, Türk romanı nasıl olmalı, gibi düşünüyorum. Ahmet Mithat’tan Filibelili Ahmet Hilmi’ye uzanan bir meddah anlatısı benzeri bir çizgi fark ettim. İnce bir çizgi… Ama hayli verimli… Kemal Tahir ve İhsan Oktay Anar’ın, bence kafa patlatıp uzlaştıkları çizgi de budur: Zamansız, müstehzi, bol diyaloglu, bir çarşı ruhu…

Şimdi bunların ışığında ben ne yazıyorum? Mütevazı polisiye hikâyeler… Dilimi arıyorum romanda henüz, dilimi ve yolumu…

Şiir Sarnıcı: Bugünkü bilgi ve deneyimizle baktığınızda, Türk şiirinin gelecekte nasıl bir şiir anlayışına ulaşacağını öngörüyorsunuz? Sizce yönelim nasıl bir şiire doğru gidiyor?

Gülce Başer: Enteresan, gelecek odaklı sorular seçmişsiniz… Gelecekte ne olur, bilmemiz kolay değil. Ayrıca, nasıl ve ne kadar gelecekten söz etmeliyim? Şiir bitti, benzeri söylemlere katılamıyorum. Hem Hulki Aktunç’un dediği gibi hâlâ yan yana gelmeyen sözcükler var. Hem de her zaman dili ve dünyayı baştan kurmak isteyen bir şair olacaktır. Şu ara verimli bir dönem ama özel bir yere gitmiyor. Siyaset yükselişte, çünkü insanlar çok mutsuz. Hatta küresel siyasetleri görüyorum; bir kısmımız dünyayı kaybetmekte olduğumuzu gördük. Popüler kültüre bir yaklaşma var. Bir avangard arayışından söz edilebilir aslında… Ama avangarda gidecek ne cesaret var, ne de belki yerleşik denilebilecek bir kanon kaldı, ki itiraz edip avangard yapılsın. Teknik olarak bir yeniden umudu kesme döneminden söz edebiliriz. Yarın ne olur? Yarın her şey olabilir.

Şiir Sarnıcı: Şiir, varlık yapısıyla sanat alanlarının ekseninde bir yerde durur. Şiir sanatının, birikimsiz ve bir başkasının şiirine özenerek üstesinden gelinecek bir alan olmadığını, dil biliminden felsefeye kadar geniş bir bilgi ve kültür evrenine egemen olmak gerektiğini düşünüyoruz. Bu açıdan ele aldığımızda, gelecekte iyi bir şiir kültürü oluşturmak için şair kendisini nasıl hazırlamalıdır? Özellikle şiir yolculuğuna yeni çıkanlara ne önerirsiniz?

Gülce Başer: Yeni bir şey yaratabilmek için önce nelerin eski yeniler olduğunun bilinmesi gerekiyor, elbette… Literatüre, kişisel bakış açısı getirecek kadar hâkim olmak şart, bence…Başlangıçta ille birinin etkisi olacak. Ama zamanı geldiğinde ustalarla hesaplaşıp kendi rotasını da çizmesi gerekiyor şiir yazan kişinin…

Bizde olay biraz yanlış anlaşılıyor: Kuşaklar arası biçimsiz kavgalar çıkıyor. Buna karşılık karakteristik şiirler daha nadir görülüyor. Şaka gibi…

Gerçekte olması gereken şu: Birinin şiirine hayran olur ve önce onu taklit ederiz. O kadar çok o olmak isteriz ki, bir yerde katılır, onun şiirini kendimizce okumuşluğun şiirini yazarız. Orası kendi üslup umudumuzun başladığı yerdir. Kendi sesimizi seversek, bir sonraki şiirde, “Bunu ben nasıl yazarım?” diye düşünmeye başlarız.

Şiir Sarnıcı: Her sistemin amacı, kendini bir adım daha öteye götürmek ve geleceğini garanti altına almaktır. Bu bağlamda düşündüğümüzde, şiirin de böyle bir amacı olmalıdır. Şiir Kültürünün gelecek kuşaklara sağlıklı bir şekilde aktarımı için neler yapılmalıdır?

Gülce Başer: Yapabileceğimiz tek şey iyi incelemeleri teşvik etmek… Maalesef vasat çalışmalar daha hızlı ve çok yazılıyor.

Şiir Sarnıcı: Türk şiiri geleceğe hazırlanırken, şairin üzerine düşen görevler nedir? Bu konuda siz nelerin yapılmasını önerirsiniz?

Gülce Başer: Şairin tek işi var: Elinden geldiğince iyi şiir yazmak… Gerisini tarih yapar zaten…

Şiir Sarnıcı: Roman, öykü veya şiir konusunda, önemli gördüğünüz ve okurlarımıza iletmek istediğiniz düşünceleriniz nelerdir?

Gülce Başer: Önemli mi, bilmem ama kendimce düşüncelerim var: Özgün ve şık metinler kurabilmenin esas olduğu… Kullandığım yöntemleri sorularda anlattım zaten… Benim yolum bu. İnsan sayısı kadar yol vardır, bir yandan da…

Şiir Sarnıcı: Bu söyleşide, Türk yazını geleceğe taşıyacak çok değerli bilgiler aktardınız. Şiir Sarnıcı ve dergi gönüllü temsilcileri adına çok teşekkür ederiz.

Gülce Başer:

Umarım… Asıl ben teşekkür ederim…

 
Esra Dökmen
KÖLELİK İZİ
 
Sığınaktı af
Boşluktan kaçtığından beri Araf


Dönüşüm,
Kafka’nın tepelerinden
Sanı deltasına.
Akıyor su
Hafızasız havzaya
Her şey kemik tozu,
İnsan unu adına!
Çoğul kimliklerin
Sürrealist aynasında
Okşanıyor, okşanıyor
Yanılsamış ruhumuz
Büyük göz adına!
Eğildi ‘dün’
Geçmiş açtı eteklerini
Dünyaya haz duyan baronlar
İstediğini ele geçirdi
Ses etmedi insanlar
Menfaatleri gereği
Karıştı havaya arsızlığın nefesi
Özden bir sıçrama,
Sapma ile gıdıklanıyor ses telleri
Harita üzerinde açık ve aleni
Kölelik izi:
‘Evreka!’ dedi, unutma.
 

Neval Savak
ÇİZGİ DIŞI YÜRÜYENLER

 

Bırakın gerçekleri gelecek söylesin ve herkesi eserlerine ve başarılarına göre değerlendirsin. Bugün onların olsun; ama uğrunda çalıştığım gelecek benimdir.

NİKOLA TESLA

 

Bilinmezlik... Geldiğimiz yerin tam da başlangıcı. Neden hep bir boşluktan söz ederiz? Yeri dolmayan boşluk hissi... Hep bir arayış hissi... İnsanoğlu yaşamında olup bitenlere anlam yüklemekte başrolü ilk önce kendine biçendir. Dünyasındaki ve dünyadaki şeyleri gözleriyle ve aklıyla taradığında somut olarak var olduğuna inanmak için elle tutulur, gözle görülür olması noktasında genelde hemfikir olmuştur. Antropi ilkesi... Görebilmek. Düşünceleri, hisleri, içgüdüleri gözle göremez ve elle tutulamaz olsa da kendisiyle çelişerek, somut bir olgu gibi aslında tüm bunları bilinçdışı yasalaştırır. “Antropik İlke'nin de temel olarak hatası, neredeyse hiçbir bilimsel bilgiye dayanmadan, çok büyük çıkarımlarda bulunmak ve bunları test etme ihtiyacı duymamaktır. Ancak en ufak bir sorgulama silsilesi bile, bu ilkenin temellerini kolayca çürütmektedir. Hiçbir şey insan için var değildir ve insan, hiçbir şeyin merkezinde değildir. Ha, belki ego ve kibrin merkezinde olabiliriz; illa bir şeylerin merkezinde olacaksa insan...” İyi hâlden... Çelişki... İyi ki çelişiyor insan... Çelişikler bu çelişki dürtüsü ile düştükleri şüpheden zamanla belirli aralıklarla ortaya konulan tüm verileri çürüterek yeni keşiflerle hem kendilerinin hem de kendine inananların zamanda level atlamalarına neden olmuştur aslında. Zamanda, yaşamlarında duyu, öngörü ve deneyimlerini birleştirerek ortaya koydukları kuramlar ve eserlerle bilimde ve sanatta farkında olarak ya da farkında olmayarak yüzyıllarca sürecek aydınlanma ve gelişmelere damgalarını vuracaklardı.

Nietzsche, Cayce, Freud, Dostoyevski, Poe, Tolstoy, Tesla gibi... İnsanın, doğanın, var oluş ve yok oluşun arasındaki temele inmişlerdir. Hem bir başlangıç noktası aramış hem de ortaya konulan tüm kuramları inkâr ederek yeni veriler elde etmeye çalışmışlar. Sizden önce kabullenilen gerçeklikten şüphe etmezseniz mutlak gerçeğe açılan kapının yanına bile varamazsınız. Kendi deneyleriyle ve deneyimleriyle vardıkları gerçeklikte bile zaman zaman yanılgı yaşayan bu insanlardan bazıları gerçeğin göreceli olduğunu kendilerine ve insanlığa bir kez daha ispatlamışlardır. Bazıları boyutları zorlayıp görülerin peşinden gitmiştir. Evrenin sadece kendine tahsis edildiğini düşünen insanı sarsmışlardır. Bilimsel ve sanatsal her alanda gelişme, yığın kültürünü bir noktadan bir noktaya taşımaya yetkilidir. Her şey bir örgü ile birbirini tetikleyen zincirleme bir gelişim sürecine bağlıdır. Yeryüzünde olmayan birçok icat durduğu yere olmamıştır. Bellekte vardır; çünkü önlerinde ortaya çıkarabilecek yan bir model olmamasına rağmen ortaya çıkardıkları her aletin mantıklı birer işlevini görürüz. Birileri, diğerlerinde de olabilen yetilerini kullanmıştır sadece. Doğada ve insan ruhunda olmayan hiçbir şeyi ortaya koyamazsınız. İlk insanlar; Australopithecine... Homo sapiens, Neandertaller gibi... Bu ilk insanlardan başlayarak yazma çizme, alet icat etme, yaşamda kalma içgüdüleri ile modern çağdan uzak, bilimden uzak olarak var olduklarını düşündüğümüzde stratejileriyle hangi öngürü ile görmedikleri şeyi yaptıklarını düşünün. Farklı bir insan formu olan Neandertal insan türü 350 bin yıl yaşamıştır. Neandertal mağaralarında kemikten yapılmış bir flüt bile bulunmuştur. Çakmaktaşından mızrak, el baltası, kayadan sivri aletler yapmaları... Önlerinde bir model olmadan bu cisimlerin görüntülerini nereden bulmuşlardı acaba? Eski dönemlerde yaşayan insanların eşsiz mimari eserlerinin şölenlerini düşün ve şimdi etrafına bak. Gelinen noktada önceden var olan her şeyin üstüne bir şey koyup gelişmiş bir taklidini yaparak yeni olanı, varsayılan şey üzerinden yeryüzüne sunulmaktadır. Pamukkale’ye otuz üç yıl önce yaptığım tarih kokan bir gezide taş bir kemerin altında taştan oyulmuş tekli bir koltuğa rastlamış, üzerine oturup derin derin düşünmüştüm. Bizim evdeki koltuk takımının bir parçası olan tekli koltuğun aynısıydı tüm hatlarıyla. Otuz yıl önce talan edilmeden gördüğüm Bergama’daki baş döndüren sütunlar ve işlemeleri...

Biz her şeyin tekrarı gibi duruyoruz modern çağda. Modern dünyanın yığın kültürlerinde yeni diye bir şey yoktur. Yenilik içe dönüşle başlıyor, yeni bir model sunmakla başlıyor sonuçta. Tetikleyici duyular ile aklın birleşiminden doğmuştur yeni olan, bilinmeyen her şey. İnsanın doğasında yer alan hayal gücü eşsizdir. Sıçrama hareketi, insan duyuları ve öngörüleri ile gerçekleşir. Var olmayan bir şeyi icat edip keşfedemezsiniz. Evren bir bütün halinde hareket eder ve içinde her şey vardır. İnsan, duygusal ve doğası karmaşıktır. Kalp konuşur mu? Dürtünün dili mi var? Yoksa eli var da eli ile size bir şeyi işaret mi eder? Ya rüyalar... Bilinçaltının dışa vurumu diye bilimsel yorumlara konu olan ya rüyalar? İnsanoğlu aklıyla izah edemediğini reddetmeyi tercih etmiştir her zaman. Bana göre insan, bilmediği şeyin korkağıdır. Kendi kendini baskılayandır.

Dahiler, sanatçılar, bilim insanları, filozoflar... Ortak nokta sanat. Çoğunun yaşamında travmatik olaylarla başlayıp sanatla kesişen yollarında değişimin kapılarının açıldığı görülür. Bu travmatik olaylar bir şeyleri tetikler. Hepsi içsel dürtülerinin peşinden gitmiştir. Bazıları yoksulluk, zorluk, yığın kültüründe garip, başlarda çekinilmesi gereken kişiler olarak karşılansa da anlaşılmamanın verdiği yalnızlıkla karşılaşsalar da vazgeçmemişlerdir. İdeale giden yolda her biri bayraklarını er ya da geç dikmişlerdir. Gerçek sanat eserleri trajedilerden yükselir hep. “Tam uykuya dalmak üzere olduğunuz anı düşünün. Henüz tam dalmadan, yarı uyanık olduğunuz o en son an. Uykuya teslim olmadan, o son çizgide tuhaf düşler görürsünüz. Ama o sırada uyursanız, bu düşlerin tümünü unutursunuz. İşte ben, o son çizgiden geçip, uyanıyor ve orada gördüğüm garip düşleri yakalıyorum. Benim yazdıklarımın bir kısmı da bu düşlerdir.” demiş, kendini ve yazdıklarının kaynağını tanımlamak için Edgar Allan Poe. Pessoa inkâr yoluna giderek kendini ve dünyanın arasındaki perdeyi kaldırıp iki parçaya bölerek benlikte karşılaştırmalı analiz yoluyla hiççilikte bir anlam arama yolunu arayan cesur bir atlıdır.

Hayatın anahtarının tehlikeli yaşamak olduğunu düşünen Nietsche, kendi çalkantılı hayatının filozofu. Ona göre acı çekmek; iyi şeylere ulaşmanın bir parçasıdır ve bir insan acı çekmeyi bildiği ölçüde özgürdür. Doğu felsefesinden etkilenmiştir. Savaşın içinde acıyı tecrübe ederek içinde sarsıntıları başlatan ve sonrasında hayatında olan talihsizliklerin başrol oyuncusu... Frengi... Acıdan kurtuluşa sanat ve felsefe ile kapı açmıştır. Anlam bulma... İçgüdüsel duygular... Değiştirici duyguların gücünü arama duygusu ile çıktığı yolculukta kaygılarının yansıması onu yalnızlığa, derin sorgulamaya ve yazmaya itti belki de. Kendi içinizden, etrafınızı saran yığınlardan çıktığınızda asıl mutluluğa, asıl anlama çıkıldığının mesajını kendi deneyimleriyle vermiştir. Babasının hastalığının onu da yakalayacağı korkusu hayatının geri kalanını seyahat ederek aforizmalar yazmasına neden olmuştu. Acı... Elle tutulamayan soyut kavram. “Bizi öldürmeyen şey güçlendirir.” Nietzsche, sokakta bir at arabacısının ata şiddet uyguladığını gördüğünde hemen atın yanına giderek atın boynuna sarılmıştır. Acıyla öpüp hıçkırarak ağlarken birden yere yığılır. Bu onun duygusal tetiklenmesinin çöküşüyle aklını yitirmesine varacak sürece neden olmuştur. “Yaşamak, acı çekmektir. Hayatta kalmak ise, bu acıda bir anlam bulmaktır.”, “Doğrular ve yanlışlar yoktur, sadece yorumlar vardır.”

Dostoyevski... Nietzsche, Freud ve daha nice dâhileri etkisi altına alan, iç benliklerinde olağanüstü bakış açılarının kapılarını açan kristal kürenin hası. Nietzsche onun için şöyle bir cümle kurmuştur: “Öğrenebileceğim bir şeyler olan tek psikopat analist.” Alt benlik ile üst benlik çatışması yüzünden kendini sürekli eserlerinde cezalandıran Dostoyevski, dünya ile bağını koparacak ölüm uykusu gibi uykuya dalar her zaman. Dışarıdan bakıldığında öldüğüne inanılacak bir görüntüye sahiptir. Kardeşi Andrey’in açıkladığına göre küçük kağıtlara; “Öldüğümü düşündüğünüzde beni gömmeden beş gün bekleyin.” demiştir. Ölüm nöbetlerinin taşıdığı uykunun anlamı babasının ölümünde payının olduğunu düşünerek kendini cezalandırmak. Karamazov Kardeşler romanında baba katilini anlatırken bu ruhsal derinliğe denk gelinebilir. Dostoyevski Freud’a göre ruh hastasıdır. Ama ondan etkilenerek birçok araştırmaya kaynaklık ettiğini inkâr etmez. Dostoyevski’de gördüğü ahlak dışı davranışları ahlak savunucusu eserlerle ortaya koymak bunun göstergesidir. Önce ahlaksızlığı yapıp sonra pişman olup bağışlanmayı istemek; ahlaksızlığı bağışlanmayla örterek tekrarına yönlendirmektedir. Denildiğine göre Dostoyevski’nin de dahil olduğu doğu toplumlarının karakterlerinde yaygındır. Dostoyevski yarattığı hasta karakterleri ile gerçek yaşamında etrafına çabuk parlaması, sert davranışları, kumar tutkusu, sevdiklerine hoşgörüsüz davranarak sadist bir görünümün ardında alabildiğine yumuşak bir o kadar da yardımsever olması tutarsızlığı ile örtüşmektedir. Bu nevrozlu tutarsızlığını yaşadığı sara hastalığı ve çocukluğunda yaşadığı travmalara bağlamıştır Dostoyevski. “Işığın Peşinde” romanımda bunun bir küçük tahlilini de yapmıştım. Cinayet işleyen bir kadının yerde yatan adamdan, işlediği cinayetten değil de yere düşürdüğü “Suç ve Ceza” kitabından korkması... “Dünden bu yana gelişen olaylar ritmik bir şekilde kafasından akıp gidiyordu. Biraz daha hayal gücünü tetiklese, karşısındaki kaldırımdan tefeci kadını haklayan Dostoyevski ona doğru gelecek, Büyük Petro, gemisiyle Neva’dan, onu alıp götürecekti. İnandığı şeyleri reddedercesine kafasını sallayarak, tekrar kendi kendine konuşmaya başladı, “Daha neler! Dostoyevski değil, o, “Raskolnikov!”, “Sen öyle san! Kendinin karakterini yaratan kaç yazar vardır? O karakterin arkasında saklanan; arzularını, düşlerini, içindeki katili anlatan, yapmak isteyip de yapamadıklarını karakterlerine yaptıran... Sen nereden bileceksin ki ukala. Bal gibi Dostoyevski’ydi o. Onu tanısaydın bilirdin. Şimdi kes sesini!” Psikanalatik yönden kendi kendine verdiği cezalarla içindeki suçluluk duygusu eserlerinde gerek yaşamında kumar oynayıp borçlanarak eser yazarak bundan elde ettiği kazançla borcunu ödemesi bu suçluluk duygusundan geçici olarak kurtulmasına neden oluyordu. Dostoyevski dünya döndükçe yaşayacak, herkese yol gösterecek dâhilerin babası...  

Her şey içsel dönüşle başlıyordu aslında. Lev Nikolayeviç Tolstoy sahip olduğu zenginlik ile mutlu olabilecekken görünüşünden dolayı derin bir kedere düşerek içine dönmüştür. Bu dönüş olmasaydı belki de dünyanın en başarılı yazarlarının arasında yerini alamayacaktı. Bu kendinde yarattığı derin depremi şöyle ifade etmiştir Tolstoy: “Benimkiler gibi böylesine koca burunlu bu kadar kalın dudaklı böyle çipil ve küçük gözlü bir adamın dünyasında mutluluğu bulması hiç mümkün müdür?”

Freud, rüya analizcisi... Kimliğin özünü sorgulayan Freud... Elle tutulamayanı tutan adam, insanın içindeki cehenneme inen... Bizi güdüleyen, üstü örtülen dürtüler; bilinçaltı, bilinçdışı düşler... İnsanoğlunun davranışlarını araştırmasaydı, bilinçaltı olgusu üzerinde deneysel çalışmalara girişmeseydi bilinç ve bilinçsizlikte insanların yaşamına yön veren bilimsel veriler ortaya çıkmayacaktı. Freud, zihnin üç elementten oluştuğunu söylüyor: birinci parça idlik (altbilinç); tamamen bilinçdışı bir bölüm; ölüm güdümüz ve seks isteğimiz burada bulunuyor. Sonra ego (benlik); imkânsız idealari dayatacak ve acımasız eleştiriler getirebilecek bir içbilinç. Ve süperego (üst benlik); idin zevk ve ölüm arayan dürtüleriyle çatışma halinde olan. Zamanla ilerleyen histeri ve hipnotizma çalışmaları yüzünden tıp uzmanları tarafından, Beyin Anatomisi Enstitüsü’nden ihraç edilmişti. Vazgeçmedi... Psikanaliz. Teorileri ile rüyalara, bilinçsiz kuvvetlere anlam yüklemesi yapmıştır. İnsanoğlunun, zamanında yapılanlara şüpheyle yaklaşıp sırt dönmesi, karşı tarafı yalnızlaştırması, karşı tarafın belki de araştırmalara, deneylere, yazılan eserlere, içine dönerek inanıp o dürtüyle, kendi seslerini dinleyerek, yüzyıllar arasına damga vurup insanlığa yön vererek büyük hizmetler edecek kuramların ortaya çıkmalarına neden olmuştu bu durum kim bilir. Sanat ile bilimin birbirini tetiklemesiyle kurama giden bir yolda her zaman çizgi dışı yürüyecek birileri olacaktır.

“Uyuyan Kâhin” belgelenmiş psişik Edgar Cayce... Zihnini, evrensel bilince yöneltmiştir. Küçük yaşta ne olduğu anlaşılmayan bir anda komaya giren Cayce için doktorlar hiçbir şey yapamamış bir gün komadayken konuşmaya başlamasıyla annesine: “Enseme bir beyzbol topu çarptı. Özel bir yakı yapın ve enseme kuvvetlice basın. Acele edin, yoksa beyin zarının zarar görme ihtimali var.” Komadayken yakı için gerekli bitki isimlerini de söyler. Annesi çaresizlik içinde çocuğunun dediklerini yapar ve akşama doğru Cayce komadan çıkar. Uykuya yatarak (hipnoz) yaşayan herhangi bir insanın beyniyle iletişime geçerek bu beyinlerden aldığı bilgilerle kendisine gelen hastalara şifa verdiğini söyleyen kâhin. Sadece bu mu, geçmişten de haber almış, gelecek için de kehanetlerde bulunmuştur. Yalnız uyku sırasında olanların hiçbirini uyandığında hatırlayamaması yüzünden yanında bulundurduğu doktor ve yardımcısına trans sırasında söylediklerini kaydettirmektedir. Hekimler sendikası mahalli sekreteri John Blackburn bir komite ile bütün seansları izler ve sonunda Edgar Cayce'a resmi konsultasyon yapma izni verilir. Tıp dünyası, Cayce’in trans halinde yazdığı reçeteleri inceler ve yüksek hekimlerce doğruluğu tespit edilince onay verilir. Bir seans sırasında da "Codiron" adında bir ilaç yazdırmıştı ve ilacı yapan firmanın adresini vermişti. Telefon edildiğinde ilaç firması şaşırmıştı, "Nereden duydunuz? Formülü yeni bitirdik ve ismini yeni koyduk" diyorlardı. Ne olduğu belli olmayan tıp dünyasında bulunmayan hastalık ve ilaçları Cayce sayesinde birçok insana şifa olmuştur. Kendi çocuğunun bir patlamada bir gözü zarar görür ve görmez hâle gelir. Doktorların seferber olup artık gözün kurtarılamayacağını söylemeleri üzerine Cayce karşı çıkıp transa yatar. Bulduğu tedaviyi oğluna uygulayarak onun gözünü kurtarır. Hastaları gelmeden önce transta hastalığı ve ilacını görerek önceden bilgi verir. Birinci dünya savaşı bittiğinde kendisinin trans halinde yazdırdığı belgeleri toplayan, inceleyip yayımlayan Virginia’da çıkan ARI dergisinin kayıtlarına girmiştir. İkinci dünya savaşının Versay’ın başarısızlığı olasılığından çıkabileceğini öngörmüştür. 1934 yılında Hitler’in başa geçeceğini makamından indirilinceye kadar orada kalacağını söylemiştir. Elektrikli arabaların yapılacağını, Kennedy için görevinin sona ermeden öldürüleceğini, soğuk ve sıcak iklimin yer değiştireceğini, kendi ölüm zamanını söylemesi bu kehanetlerden bazıları ve ardında 43 yıl biriktirdiği 14.000 adet steno kaydı...

Buluşları, sürekli istismara uğrayarak başkalarının kendi isimleriyle patent aldığı mağdur adam... Radyo, x ışınları, otomobillerdeki ateşleme sistemi, mikrodalga fırını, radarın temelini, hızölçeri, elektron mikroskobu, neon ışınları... Başkalarının ismi ile anılır. Radyo ve televizyon yayınlarında kullanılan kablosuz iletişimin patenti Nicola Tesla’ya aittir. Yedi yüzün üzerinde patenti vardır. Floresan, MR cihazı, lazer teknolojisi, robot teknolojisi, deprem makinesi de Tesla’nin teorileri kaynak alınarak üretilmiştir. Elektriğin kablosuz taşınması ve bunu kanıtlaması günümüzdeki bilime ışık tutmuştur. Küçük yaşta abisinin ölümü ile travma yaşamış, asosyal hayatı depresyonlarla geçmiştir. Hayalindeki şeyleri çizerek denemelere girişiyordu. Bir gün hayalindeki şeyi toprağa çizerek günümüzde her şeyin temelinde bulunacak indüksiyon makinesini keşfetti. Düşünen makineler, Robot Bilimi 1880... Kablosuz uzaktan gemi icadı. Alternatif akım... “Bugün yaptığımız her şeyi gelecekte robotlar yapacak. Elle yapılan işlerin yerini makineler alacak.” diyerek öngörmüştür. Mars’tan ve Venüs’ten radyo sinyalleri aldığını söylediğinde basın, bu çalışmaların rezil olduğunu söyleyerek onunla dalga geçerek eğlenmiştir. Bugün işimizi kolaylaştıran, hayatımıza yön veren her ne kullanıyorsak bir otel odasında zor durumlar yaşayarak ölen Tesla’ya borçluyuz. “Paranın başkaları için taşıdığı anlam, benim için bir şey ifade etmiyor.” “Nefretiniz elektriğe dönüştürülebilseydi, bütün dünyayı aydınlatırdı.” Onun sonsuz öngörüsü ve hayal gücüne borçluyuz...

Evrende olmayan bir şey icat edilemez. Sadece bunu duyumsayabilip, öngörecek, bunun farkında olabilecek insanlara ihtiyacımız var. İnsan bir enerji topu, renk sarmalı aura içinde bulunan bir varlık. Her duygunun, her düşüncenin bir rengi vardır. Yüzyıllara damgasını vuranların da bir öyküsü... Zamanda sıçrama yaratan her kavram, insanın karmaşık iç yapısında öngörü, doğruya götürecek duygu sarmalından çıkarak masaya yatırılıp kuramdan deneyselcilik metoduyla vücut bulandır hep. Yüzyılları sarsacak eserler, hep büyük trajedilerden çıkar. Edebiyat, bizden önce yaşayan yazarların yapıtlarını okumak, adlarını bilmek değil bilim de sadece bilimsel alanlarda saklı olan değil alanının dışında olan her şey ile ilgilenip bilgi sahibi olarak deneyimlemektir. Çünkü deneyim ve bakış açısı, çok şeye kapı açar. Possea’nın kendini böldüğü iki dünya ve benliği ve oradan ortaya çıkardığı savlar ve muhteşem eserler gibi... Bir başka düşünceye, olaya kapalı olan kendinden başka bir yere çıkamaz. Bir araştırmamda, Türkiye’de daha yazılmayan bir konuya el atarak bazı şairlerin bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde kendi ölümlerini şiirlerinin bazı dizelerinin arasına kodlayarak sakladığını keşfedip iki serilik inceleme yazısı yazmıştım. Bir sabah öleceğini söyleyen, ölümünden ateş ile bahseden vs. Sabah ölen, yakılarak öldürülen kanıtlamalar gibi örneklerle bu alana dikkat çekmek istemiştim. Farklı bakış açısı ve çok yönlü algılama sizi düz bakanlardan ayıran bir dürtüdür. Peki şimdi şu soruyu kendimize ve başkalarına sorma zamanı geldi de geçmiyor mu? Bir zamanlar tüm dünya insanının kaderine yön veren gerek bilimsel gerek sanat alanlarında depremler yaratan psikopat, psişik dâhilerin ortaya koydukları ürünlerin bir adım ilerisine gidebilen kimlerdir günümüzde?

Duyuları ile hareket eden insandan duyuları kör edilen insana evrildik. Düşünülmez olanı düşünmekten neden kaçarız? Ortaya konmuş inançlara savaş açan yeni bir aydınlanmaya yelken açma cesareti gösteren Buda, insan yaşamının anlamını çözmek için, felsefi bir yolculuk yapmıştır. “Her şey değişime açıktır.” Diyerek bir kabulleniş değil yaşamda önümüze konulan şeylere karşı şüphecilikle yaklaşıp özüne inerek her şeyi kendi içinde sentezleyerek değerlendirmiştir. Ya Mevlâna ya Yunus Emre? Gerçeklik, sözcüklerin içine gizlenmiştir çoğu zaman. Gerçeklik görecelidir. Sizin algılarınızla ilgilidir. İşte Mevlâna ve Yunus Emre’den birer örnekle sona doğru gidelim.

“Dil söyler kulak dinler. Kalp söyler kainât dinler.” Yunus Emre

“Gönül ne tarafı işaret ederse, beş duyu da eteklerini toplayıp o tarafa gider.” Mevlâna

Doğruya giden en keskin yol inkârdan geçendir. Yeniden düşünen yeniden deneyenlerindir bir sonraki yüzyıl.

Tesla ile başladık Tesla ile bitirelim istedim.

“Şimdiki zaman onlara ait olabilir, ama gelecek, ki ben hep bunun için çalıştım, bana ait.”

 

Nüket Hürmeriç
ÜMİT

 
Ayaklarım akşam izleri
Dürüsttür adımları
Kırışıksız mı olsun gülmeler
Üşüsün dizi dizi kederler
 
Sular ölümsüz
Bir dere diriliğinde
                            direnişiyle
Sürdürmeli bu yürekle
Ümit var sezgileriyle
Eşlik etseydi bir kişi de
Daha da çoğalırdın yürümekle
Hep olmalı hep olmalı hep olmalı                     
                                               Mayıs 2021
 
Hızır İrfan Önder
DÜŞLERİME KAR YAĞIYOR!
 
 
hüzün işlemeli bir akşam
sarıyor kalbimi
dinmiyor sızım!..
 
içini çekiyor hilâl
yıldızlar endişeli
kadehimde keder!..
 
ellerimden kayıp gidiyor bakışların
bir yalnızlığım kaldı bende
bir de çaresizliğim!..
 
acıyla yaşıyorum artık
kronik bir acıyla!
ruhuma konmuyor kelebekler…
 
düşlerime kar yağıyor!..
 
Burçin Laçin Altay
KIR(I)K

 
Kırık vakitlerin ördüğü yürüdüğüm renkli yol
Kırk yıl geçmeyen bir yara
Kırk yıl değişmeyen bir ses kulağımda
Yüzün aynı çocuk gülüşünden yapılmış bir biblo
Bir santimini bile yitirmemiş aklımda 
Yarım kalan her söz gibi yaralı
Sessiz açan her çiçek gibi masum
Beklenmedik baharların armağanı
Karın altında gömülen
Baharın umutları
Ve hüzün, soğuk mezar taşları...
 
Kırık aynaların karanlık damarlarında biriken hüzün
Kırk yılın yerlermiş serüveni kırmızı dudaklarımda
Kırk umarsız gülüş dudağımın kıvrılmasında
Rengi aynı sesi aynı sözcükler kanar dilimde
Sözler sağır dilsiz yokluklarla
Tanrılar susturur evreni bazı gece yarılarında
Yalnızlığı anla diye bütün kılcal damarlarında
Sessizliği sensizliğin gök gürültülü yağışlarında bozan yüzünde
Bir bulut ezgisiyle toplanıp gider kara sevdalar
Derin sessizliğine gömülen biçare ruhu
Çarelerden öte sensizlikten öte
Öylesine bir serüvende
Öylesine sev diye
Sessizliği iyi dinle...
 
Kırık türkülerdir şimdi içimde ezilen karanfillerin ince nefesi
Kırk yama yapılmış yine de bir boşluk kalbin hazin öyküsünde
Kırk yalan bulaşan bir sağır söz dudağında
Yabancı her baharın armağanı kara hüzün
Gönül sergilerinde sunulmuş dile pelesenk olmuş sözler
Avutulmuş sanılan kalplerin yalnızlığının derin telaşı
Kaybolmaktan kurtulmamış bir deri gibi
Yalandan yılandan arınmış günlerin özlemi
Yüreğin gizlisinde aranan ferahlık denizi 
Bir ufuk ki baksam
Bir ufuk ki baksan
Kırık bir bakışla
Biliyorum kırk yıl
Güneş hiç batmayacak…

 

Yaşar Özmen

YAŞLI DÜŞÜNCE

 

Bu denemenin amacı, kimin ne yaptığını ya da ne yapmadığını sorgulamak değildir. Kişiler ya da uygulamaları, konumuzun odağı olarak düşünülmemelidir. Farklı bir açı ve yaklaşım altında şiir ve yazın konusunda aksayan yönleri panoramik bir bakış altında biraz olsun sorgulamaktır. Bunun yanında, inceleme ve araştırmalarım ışığında; şiire yaklaşım, şiir ödül sistemi ve şiir eleştirisi konularında; öngörebildiğim çözüm önerilerini sizlerle paylaşmaktır.   

Yaşlı düşüncenin balkonlarına yerleştirilmiş sanat ve şiir anlayışı, oldukça sıkıntılı bir şiir geleceğinin habercisidir, diye düşünenlerdenim. Günümüz şiir severi; kendini kanıtlamış yaşayan ya da yaşamayan şairlerimizin söylediklerine çok önem veriyorlar ve bunları ölçüt kabul ediyorlar. “Folklor şiire düşman”, “Şiirde anlam aranmaz” gibi… Bunlar; alınmalı, yorumlanmalı değerlendirilmelidir. Bu; tarihsel bilgi, bilgiler arası eşgüdüm ve metinler arası ilişki gereği böyle olmalıdır zaten. Ancak bugün olduğu gibi bunları anıtlaştırıp sorgulanamaz duruma getirmek, şiirdeki ayrıntıyı ve kapsamın genişliğini görmeyi zorlaştırıyor. İşin kötüsü ateşli şiir sever gençler de bu sıkıntılı sözde ölçütleri fazlasıyla önemsiyor. Öykünmeci bir yaklaşım içine giriyorlar. Klasikleşmiş bu ölçütleri kırıp şiire yeni açılardan bakmalarını ve daha uzağı görmelerini sağlamak için biraz çaba ve yenilik gerekiyor. Tabii bu iş, kolay değil. Bu durum, şiir dünyasının en sert ve kırılamaz kalıbıdır, diyebilirim. Türk yazınında öykünmeden şiir yazılabileceğini kavrayamamış ve kabul edemeyen büyük bir çoğunluk vardır. Yani şiir, şiirden ve şairden öğrenilir gibi önyargı, gerçeğin kendi gibi algılanır olmuştur. Öne çıkmış şiir yazılarını incelediğimizde böyle düşünüldüğü, bundan başka bir yolun olmadığı kanısının yaygın olduğu anlaşılıyor… 

Temiz ve sağlam bilgi, kendini delilsiz kanıtlama yeteneğine sahiptir. Değişim sürecini biraz daha hızlandırır; bu kesin. Ne var ki asıl sorun bu noktada öne çıkıyor. Edebiyat tarihçiliğiyle edebiyatı, miras alınmış söylemlerle sanatı, kulaktan dolma bilgiyle estetik bilimini anladığını varsayan yaşlı düşünce, sanat alanında temiz bilgiyi ayırt edecek yeteneğe sahip değildir, diye düşünüyorum. Türk şiiri, sanat bilimi açısından ele alınmıyor ne yazık ki. Usta çırak usulü ve derme çatma bilgilerle şiir, şiir olmanın ötesinde bir mantıkla şiir severlere aktarılıyor. Yanlış veya noksan bilgi, kabul edilmiş doğru olarak kulaktan kulağa aktarılıyor. “Şiirde anlam aranmaz. Şiir bilgi içermez” gibi…

Neden böyle düşünüyorum? Açıklaması oldukça basit. Bugüne kadar okuduğum şiir yazılarında ve sanat felsefesine yönelik yazılarda; ucundan tutulur, dikkate alınır ve referans vermeye değer çok ender metin ve yazarla karşılaştım. Örneğin, Özdemir İnce, Afşar Timuçin, İsmail Tunalı gibi yazarlar…  Belki çok daha değerli içeriğe sahip yazılar ve konusunda yetkin yazarlar vardır; görememiş ve ayırdına varamamış olabilirim. Sanat eğitimi içinde yetişmiş, konusunda uzman şair ve öğretim üyelerinin affına sığınıyorum. Şiir yazılarının büyük çoğunluğu, şiiri öyküleştirmek dışında sağlıklı bir içeriğe sahip değil, kanısındayım. Ortaya yeni bir şey koymuyorsanız referanslara yaslanarak şiir sanatı hakkında öykü anlatmak; bir kazanım değildir. Hele akademik düzeyde, değeri olan bir çalışma değildir bana göre. Artık şiir sanatı, sanat bilimi açısından ele alınmalı ve ilgili disiplinlerin eleğinden geçirilerek gençlere sunulmalıdır. 

Şiir sanatı, kavram kargaşası altında ele alınıyor ve bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Özellikle estetik bilimi ve felsefeyle ilgili kavramlar… Sanat kavramları arasındaki hiyerarşi ve anlamsal alanlar, tutarlılık ve bağlaşıklığı sağlamıyor çoğu yerde… Sanat felsefesine egemen değilseniz şiir sanatı gibi geniş bir alanda, kavram kargaşasından kurtulamazsınız. Bunlar arasında kargaşadan kurtulmak, polimat bir yaklaşım ve farkındalık gerektiren bir durumdur. Bana göre bunun temel bir nedeni vardır: Polimat olmayan beyinler; şiir gibi kapsamlı bir alanda değerlendirme ve çözümleme için bilimler arası eşgüdümü kullanamazlar. Belirli alanların dışına çıkamazlar. Şiir sanatına, yedi başlı dev muamelesi yaparlar. Bu yüzden yüzeysel çıkarımlarda bulunur geçerler. Yeni bir şey keşfetmiş gibi nesnel ve kavramsal karşılığı olmayan tümce kurup böbürlenirler. Örneğin, “Şiir de kendisinin ne olduğunu bilmez”, “Şiir yazmak sözcükleri savurma sanatıdır” gibi… Ayrıca şiiri, salt dil açısından ele alırlar. “Kurallar şiirden çıkar; kaç çeşit gerçek şair varsa o kadar da gerçek kural vardır” gibi genelleme söylemlere fazlaca yaslanırlar.  Şiir, ruhbiliminden geometriye kadar tüm bilimleri ilgilendiren geniş bir yelpazenin taranmasını gerektirir. İlgili disiplinlere egemen olmayı gerektirir. Neden?

Şiir bir düşünce sanatıdır. Düşünce sanatı olması demek doğrudan insanın bilinç dünyasıyla ilgili olması demektir. Onun, imgelem gücüyle doğru orantılıdır, demektir. Duygu, zekâ, bilinçaltı gibi bilincin üzerindeki etkenlerin ayrıntısına burada girmiyorum. Bilinci yapılandıran ve onun sağlıklı çalışmasını sağlayan şey; bilgi, bilgiler arası eşgüdüm ve yorum yeteneğidir. Bu demektir ki bilincin alanı, aklımızın sınırlarını zorlayan bir uzaydır. Bu uzay, şairin imgelem uzamıdır. İşte bu uzam ne kadar bilgiyle doluysa; bilgiler arası eşgüdüm yeteneği ne kadar güçlüyse; görme, sezme, duyma, duyumsama, ayırt etme ve yaratıcılık yeteneği o kadar yüksek demektir.

Yaşlı düşüncenin şiirle ilgili öyküleştirdiği ve ritüel haline dönüştürdüğü pek çok şeye karşı çıkmamın nedeni, bu uzamın anlaşılmamış olmasıdır. Şiir, her gün bir yeniye doğru evrilmelidir. Şiir, bir sanat alanı değil; yeteneğe bağlı söz söyleme etkinliği gibi düşünülmektedir. Genelleme tümcelerle övgüler sıralanmaktadır. Alaylı geleneğin yaptığı bu ve buna benzer şeyler, bilimsel donanıma sahip gençliği doyurmamaktadır. “Şiiri Şairden Korumak” başlıklı denemeyi bu tür sıkıntıları dile getirmek için yazdım. (Denemenin linki aşağıdadır, okuyabilirsiniz.DENEMELER-2) Çağımız bilgi çağıdır. Magazinsel söylemlerle, masalsı yakıştırmalarla şiir gibi bir sanat alanında çağa ayak uydurulamaz. Teknik ister; bilimlerin eşgüdümünü ister; sağlıklı ödül sistemi ister; iyi bir eleştiri ve eleştirinin eleştirisini ister.

Türk şiirinin sağlıklı bir ödül sisteminin olmadığını çoğunluk kabul etmektedir. Ödül sistemini, sağlıklı ve güvenilir duruma dönüştürmek için biraz özveri gerekiyor. Egoyu bırakıp bilgiye önem gerekiyor. Seçici kurullarda yer alan şairlerimizin açıklamalarından ve yazılarından anladığım kadarıyla çoğunluğunun estetik biliminden haberi yok. Sanat felsefesine vakıf olmayan insanlardan seçici kurul oluşturmak, havanda su döven insan topluluğu oluşturmak demektir. Bir kitaba/şiire hangi gerekçelere dayanılarak ödül verilir, bunu bilen çok kişi yok; ayrıca en önemlisi, bu işin elle tutulur bir yöntemi yok. Bir şiire neden ödül verilir sorusunun yanıtı; şiirin estetik değeriyle ilgilidir. Yapıtın ölçütü ve ölçüsü, estetik değerdir. Estetik değerden söz edilen bir ödül gerekçesi, hiçbir yerde görmedim, okumadım, duymadım. Yapıtın estetik ve sanat değerini açıklamak yerine sayısız ağdalı genel tümceler kuruluyor, ödül gerekçesi olarak. Üstelik sanat kavramlarını yerle bir ederek… 

Türk şiirinin eleştiri sistemi, bana göre ağır aksak yürüyen bir dedikodu dünyasıdır. Şiire yönelik, referans alalım diyebileceğimiz eleştirel denemeye rastlanmaz oldu. Şairlerin birbirlerinin bilgisine ve yapıtlarına saygısı yok. Bu ve buna benzer daha pek çok olumsuzluk sayabilirim. Haksızlık etmeyeyim olumlu yanları var elbette yazınımızın, şiirimizin. Dönüşüyor, gelişiyor, daha da gelişecek. Bu denemede söz ettiğim konu; aksayan, acilen önlem ve sistem geliştirilmesi gerekenlerdir.

Sorunları tespit ve şikâyette bulunmak, anlayışımız gereği oldukça gelişkindir. Dağ gibi sorunlar önümüzdeyken “Nasıl çözüm üretebiliriz” sorusundan çok “Kim ne söylemiş” dedikodusuna önem veriyoruz. Tanımadığımız bir başkasından çözüm üretmesini bekliyoruz. Adı duyulmuş ancak tanımadığımız yabancı ülke insanlarının çözüm önerilerine yüksek değer veriyoruz; doğru yanlış, bilimlerle uyumlu olup olmadığını sorgulamadan. İçimizden birinin ileri sürdüğü önerileri de nasıl çürütürüz diye yarış yapıyoruz. Öğreti ve dinsel yönelimleri gerekçe göstererek, iyi bilgiyi kurban ediyoruz. Görmezden geliyoruz, küçümsüyoruz. Bunlar şark zihniyetinden kurtulamamış olmanın zayıflıklarıdır. Demek ki öğreti ve dinsel koşullandırma, yeni bilgiyi göremeyecek kadar insanı körleştiriyor.

Özet yapacak olursam:

Birinci sorun, Türk şiirine sanat felsefesi açısından bakmıyoruz. Dil sorunuymuş gibi algılayıp buna göre çözüm arıyoruz. Değişik ortamlarda yayımlanan ve yayımlanmış şiir yazıları, böyle olduğu sonucuna götürüyor bizi. Şiir sanatı, karmaşık bir sanattır; bütün disiplinlerin eşgüdümünü gerektirir. Şiir, dille yapılır ama sadece dil değildir. Çünkü şiir insan düşüncesi ve düşünün, birebir aynasıdır. Bu da, sınırsız bir uzay demektir. 

İkinci sorun, yukarıda söz ettiğim gibi, şiir ödülleri ve seçici kurulların sağlıklı olmayışıdır. Bu konuya yönelik önerim vardır. “Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi” isimli kitabımda önerdiğim bazı kuram ve teknikler var. Örneğin ‘Şiir Çözümleme Tekniği’ adı altında ileri sürdüğüm teknik, ödül sistemine ve seçici kurulların yöntemlerine katkı sağlayabilecek ayrıntılar içeriyor. Şiirin ilgili disiplinlerini dayanak olarak ele alıyor ve bir şiirde olabilecek tüm organların gözden geçirilmesine olanak sağlıyor. Delilsiz yargıya yer bırakmıyor. Şiirin sanat ve estetik değeri hakkında bir kanıya varmayı sağlıyor. Bu özelliği nedeniyle, sanat felsefesi konusunda yetkin olmayan kişilerin seçici kurulda yer almasını engelliyor. Estetik bilimi, felsefe, ruh bilimi ve toplum bilimi gibi sanatı çok yakından ilgilendiren başat bilimlere uzak kimselerin, seçici kurullarda görev almamasını ve alırsa da bu işin üstesinden gelemeyeceğini söylüyor. Bu tekniğin tek sorunu vardır. O da, uzun zaman gerektiriyor olmasıdır.

Üçüncü sorun ise şiir eleştirisidir. Şiir eleştirisi adı altında bu işi yapan kimse veya topluluk var mı, kuşkuluyum. Çünkü sayısız çözümleme ve eleştirel deneme okumuş olmama karşın bu, gerçekten şiir eleştirisi diyebileceğim bir metinle ender karşılaştım. Çok sayıda eleştirel deneme adı altında metin var yazınımızda ama ben, çoğunluğunun eleştirinin işlevine uygun olduğunu düşünmüyorum. Neden böyle düşündüğümü, “Eleştiri ve Eleştirinin Eleştirisi” başlıklı denememde açıkladım. Okuduğunuzda bana hak vereceğinizi umuyorum. (Denemenin linki aşağıdadır; DENEMELER-3, okuyabilirsiniz.)

Eleştiri konusunda da bir önerim vardır. Aynı kitapta, “Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı” adı altında bir kuram ileri sürdüm. Bu kuram, Şiir Çözümleme Tekniğine yaslanıyor ve dil sanatlarının tamamı için uygulanabilir bir sistemdir. Hatta tüm sanatlar için kullanılabilir. Bu sistem, eleştirmene şunu diyor: Eleştireceğin yapıtın otopsisini yapacaksın, ilgili disiplinlerle açıklayacaksın ve estetik bilimine göre kanıtlar üzerinden yargıya varacaksın. Yapıtı; yazar, yapıt, okur ve ortam ilişkilerini dikkate alarak inceleyeceksin...  Yapıtın, etkinliği ve yetkinliğini ortaya koymak için kanıtları bir bir dökeceksin. Kanıtsız yargıdan uzak duracaksın… Bu kuram, bütünlüklü bir sistemi içeriyor ve bilimsel yöntemlerin dışında eleştirmene açık kapı bırakmıyor. Öznel yargı gerektiren yerlerde de bazı delilleri ön koşul olarak ileri sürüyor.

Kitaplarımda öne sürdüğüm kuram, teknik, sistem ve öneriler; akademik olarak ele alınmalıdır kanısındayım. Bunların hepsi, sanat biliminin öngördüğü temele dayandırılmaktadır. Geliştirilmesi gereken yanları mutlaka vardır. Bazı öneriler ile kuramlar, doktora tezi olacak konulardır; ayrıntılı araştırma gerektiriyorlar. Türk yazınında, özellikle şiir konusunda, daha dinamik davranılmalıdır. Salt edebiyat tarihçiliği ve dil bilgisiyle bu işin üstesinden gelinemeyeceği anlaşılmalıdır. Hayranlık ve öykünmeciliği birbirine karıştırıyoruz kanısındayım; bunlar ayrı şeylerdir. Biri, sanatın gelişimine katkı sağlar; diğeri ölümüne… Yazılmış şiirlere benzer şiir yazmak, özgün sanat anlayışını oluşturmanın önündeki en belirgin engeldir; benzemekle kendi şiirini kurmak arasındaki çizgiyi koruyamıyorsan. Keşif bekleyen geniş bir evren vardır şiir ve şiir emekçilerinin önünde… Donanımınızı güncellemenin zamanıdır.

Sararmış sayfalardan kopyalayıp aldığımız bilgi, güncel olmayabilir. Bugünün bilgisiyle uyumlu olmayabilir. Bu bilgilere; sanat felsefesi açısından baktığımızda önemli sorunları barındırdığı görülüyor. Pek çoğunun, güncel bilgiyle çeliştikleri çok açık. Öğreti ve din gibi koşullandırmaların altında yapılan yorum ve ortaya konan bilgiler; hepten sanat bilimiyle çelişiyor. Örneğin, “İdeolojiye hizmet etmeyen sanat, sanat değildir” diyebilen bir mantık, bugün kabul edilebilir mi? 25 Nisan 2021

 

KİTAPLARIMIN BLOG BAĞLANTILARI:

İmgelem-İmge-İmgelem; (Denemeler-1)

https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/2021/04/neden-saysal-kitap-kitapdosyam-herhangi.html

Şiir/Sanat Çözümlemesi (Denemeler-2)

https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/2020/05/siirsanat-cozumlemesi-denemeler-2.html

Sanatsal Denemeler (Denemeler-3)

https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/2021/04/sanatasal-denemeler-denemeler-3-yasar.html

Saf Sanattan İnsana Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi;

https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/2021/04/saf-sanattan-insan-siir-cozumleme.html

Bir Damla Suda Halkalar (Şiir)

https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/2021/04/bir-damla-suda-halkalar-siir-yasar-ozmen.html

Umut Bekler Bizi (Görsel-Sayısal Şiir Kitabı)

https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/2020/05/umut-bekler-bizi-gorsel-sayisal-siir.html

ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) BAĞLANTISI:

https://siirsarnici-e-dergi.blogspot.com/

PDF DOSYA İNDİRME BAĞLANTILARI:

BÜTÜN KİTAPLARIM VE ŞİİR SARNICI (E-DERGİ)’NIN BÜTÜN SAYILARI:

https://www.facebook.com/groups/1599953170100351/files

Face hesabınız üzerinden: ŞİİR SARNICI-Diğer­-Dosyalar

https://www.facebook.com/groups/2718478678431667/files

Face hesabınız üzerinden: PDF KİTAP VE YAYINLAR-Diğer­-Dosyalar

 

Mehmet Rayman
RUS TIRPANI

 nice yıllarımızı verdik
yüzümüzü teyelleyen rüzgâra
beklediğimiz göverme henüz görünmüyor
nadasa bıraktığımız bir evlek gece
geçti gitti koskoca bir sene
arpaların unu gelmiyor
sacın üstüne
 
bir yıldız doğduğu zaman
senden yana döndüğüm günler
kırmızı güllerden umduğum patlama
çıtlık mavisi seher hanımdan sonra
belki bu karanlığın biçimlenmesi başlar
ikimiz birden dönüşürüz aşka
 
çayır serini yılkıların nal izleri
gün doğar köyün yamacına


örtmelikte bekliyor belleme
ikindi güneşine yatırdığımız
on yedi numara rus tırpanı
 
babamla konuşmamız
hep okulların üzerinedir
tekil bir ağacın gölgesi
bir bütün gibi gelirdi bize
dönüşümüz
hep güneşin gidişine
 
o zaman dünyanın dönüşü
sanki daha yavaştı
çünkü biz hiç fark etmezdik
bizimle geçerdi geceler gündüze

o zaman tek konuştuğumuz
dedemin hiç dönmediği
çanakkale savaşı

 

Nilüfer Uçar
ÇITÇIT HANIM
 
minnacık mandalina kadardı
sesi balkonu yalıyordu
konuştukça hacmi büyüyor
o / küçük bir serçeydi
 
çıtçıt gagalı bir hanımefendiydi
şahsına münhasır kırık konuşurdu


dudak kıvrımlı dilbazın biriydi
kadınsı ötüp / dişice yuva kurardı
 
dilince inciler döktürür
albenisi  kendineydi
aklında küçük hayalleri dolaşırdı
kuşkonmaz saçımın telinde öpüp giderdi
 
gül dalını geçip balkona konardı
yuva kuran kınalı elleri vardı
moralini bozan yuva derdiydi
anne olası varmış / çiçek mevsimiymiş
 
bebek odası bende dedim kuş diliyle
anladı uçtu saçak eve
az gitti / tez gitti
çıtçıt hanım gelir  uz zamanda
                          16 Haziran 2021
 
Şahizer Senem Telli
AH BAVULUM VAH BAVULUM
 

Karanlık ve ıssızlık köyü yutmuş diyebilirdi eğer her penceresinden ışıklar saçan, sokak lambasının aydınlattığı o evi görmeseydi. Merdivenlerinden çekinerek çıktı, elindeki bavulu yere bırakmadan kapıyı tıklattı.

Kapıyı on yedi, on sekiz yaşlarında güler yüzlü bir genç kız açtı.” İyi akşamlar, Sıtkı Bey’in evi mi?” diye çekingen bir sesle sordu kısa boylu, etine dolgun sarışın kıza. “Hı hı aşağı katta kendisi” deyip, kapıyı kapattı hemen.

Sıtkı ile askerlik arkadaşıydılar. İlk on dokuz yaşında karşılaşmışlar, daha sonra askerlik bitince yirmi üç yaşındayken Afyon’da tekrar görüşmüşlerdi. “Neredeyse otuz yıldır görüşmüyoruz, beni tanır mı acaba?”  düşüncesiyle bahçeye indi. Çiy düşmüş çimenleri, süet ayakkabılarını ıslattı. Sokak lambasının ışığı, sundurma çatısının gölgesini ağacın yanına kadar uzatmıştı. Alt katın kapısını çalmadan yorgun kolunu dinlendirmek istedi, bavulunu yere koydu. Temiz havayı ciğerlerine çekerek gökyüzünün olağanüstülüğünü, yıldızları ve dolunayı hayranlıkla seyre daldı.

Dışarıda birinin beklediğini hissetmişçesine kapı kendiliğinden açıldı. Kapıda birbirine sıkıca sarılmış iki genç göründü. Öpüşerek dışarı çıkıyorlardı. Adam ne yapacağını şaşırdı, başını sağa doğru çevirdiğinde bir adım çekilmeyi de istedi. Geri çekilip yol vermekti ereği ama bavulunu unutmuştu. Ayağı takıldı önce, dengesini kaybetti ve düşmemek için tutunma isteği duydu. Hangisinin olduğunu bilmeden tutundu birisine. Delikanlı, kızı kendine doğru çekerken, onun kolunu karşıdakinin elinden kurtarmaya çabalıyordu. Sıkıca sarıldığı bileği bırakmadı yabancı. Bu çekişme iki takım arasındaki gücü kanıtlayacak urgan yarışmasına döndü. Tüm bunlar bir dakikadan uzun olmayan zaman diliminde gerçekleşmişti.

Terasın sert zeminine üst üste üç kişi yuvarlandı. Şaşkınlık, utanma ve korku duygularıyla karışık bakışlarını birbirlerine diktiler. “Siz de kimsiniz, özel mülke girdiğinizin farkında mısınız?” diye karşısındakine şarlayarak kalktı ayağa genç kız, ardından da genç adam.

“Şey... Üzgünüm, lütfen bağışlayın” diyebildi adam oturduğu yerden, çekingen. Canı çok yanmıştı, olduğu yerden kıpırdayamıyordu.

Derken, bu gürültü patırtıya içeridekilerin hepsi çıktı, merakla.  Yerdeki adam, yer yarılsa içine girmeyi yeğlerdi. Öpüşenler, yerdeki adamın tepesine dikilmiş, bakışlarıyla suçluyorlardı sanki onu. O da gelenlerin arasından bir kurtarıcı bulma umuduyla, eğilerek baktı kapıya doğru.

“Oh… Sıtkı!” diye bağırdı kurtarıcısına.

“Necati, ne bu hal!” diye heyecanla arkadaşına doğru seğirtti. “Tanıdı beni” diye acısına rağmen sevindi Necati. İşte, olanlar o zaman oldu. Sundurmada ortalık yerde duran bavula ayağı takıldı. Uçtu uçtu arkadaşının tepesine kondu, birlikte yuvarlandılar çimlere kadar.

Anne, oğul, büyük kız ve nişanlısı bağrışarak koşturdular. Yerden kaldırmak için yeltendiler hemen ama nerelerinden tutsalar, “Oy, oy, oyy…” diye tepki veriyorlardı. Hem canları acıyor hem de hoş beş ediyorlardı oldukları yerde.

Damat adayı; “112’yi arayalım. Belki kırık çıkık vardır. Biz yanlış bir şey yapabiliriz” dedi. Ardından telefonunu çıkardı ivedilikle cebinden.  Ararken, “Adamın tanıdık olması iyi olmadı, çok kötü yakalandık” diye aklından geçirip, kulaklarına kadar kızardı.

Asker arkadaşları düşmenin ilk şokunu atlattıktan sonra durumlarının komikliğinin ayrımına vardılar. Bastılar kahkahayı. Bir türlü kendilerini toparlayamıyorlardı. Gözlerinden yaşlar gelinceye kadar güldüler.

Ambulans, yeri göğü saran sesiyle bahçeye girdiğinde, tüm aile oradaydı. Görevliler hızlı hareket ediyordu. Bir yandan da sorular soruyordu çimlerin üzerinde yatanlara, bellekleri yerinde mi diye. Yolcularını alıp kapıları kapatınca görevliler, uykudan uyanmışçasına kendilerine geldi bahçedekiler.

“Ben sizi arkadan izleyeceğim” dedi damat şoföre. Koştururken birbirlerine defalarca çarpıyor, yön değiştiriyor, tekrar dönüyorlardı. Sonunda tüm aile doluştular arabaya ve hareket ettiler ambulansın peşinden.

Amaa… Bir sorunları vardı. Görevlilere, hangi hastaneye gideceklerini sormayı unutmuşlardı. Onları hemen arkalarından izlemeliydiler ama çok hızlıydı ambulans. Onları kaybetme kaygısıyla hız yapmak zorunda kalmışlardı. Sert frenler, hızlı kalkışlar, falsolu sollaşmalar, ani dönemeçler. Bunlar, damadın sınırlarını oldukça zorlayan hareketlerdi. Kendi istencinden çıkmış, kollarına ipler takılmış kukla gibi duyumsadı kendini. Kontrolden çıkmış gibiydi; başı döndü, midesi bulanmaya başladı. Ambulans, meydandan Narlıdere yönüne dönünce hangi hastaneye gideceklerini kestirebildiler ancak. Arabadakilerin hepsi de bu aşırı hızdan kötü etkilenince yavaşladılar. Bu nedenle geç kaldılar.

Yaklaşık yirmi dakika sonra ulaştılar hastaneye. Arabadan apar topar inenler çok perişan görünüyordu. Küçük kız, doğruca çöp kutusuna doğru koştu. İçinde ne varsa çıkardı. Annesi kızının peşinden koşup alnını tuttu. Kolay rahatlasın diye. Gençler de indiklerinde sendeleyerek birbirlerine çarpıyorlardı, sarhoş gibi. Renkleri de solgundu. Hem korkmuş hem de sarsılmışlardı.

Güvenlik görevlisi onlarla ilgilenip kollarına girdi. “Ne oldu size? Kayıt yaptırmanız için yardımcı olabilirim” dedi. Damat, elini iki yana sallayarak “Yok” diyebildi.

Az ilerde sohbet eden hastane polislerinin dikkatini çektiler. “Arkadaşım bu araba senin mi?” diye kapının yakınında park etmiş aracı işaret etti.

“Evet” dedi delikanlı. Bir taraftan da eliyle ağzını kapatıyordu çünkü çıkarmak üzeriydi.

“Burası ambulansların park alanı, sen ilerideki otoparka götür” diye uyardılar onu.

“Mümkün değil memur bey bu vaziyette kullanamam” dedi.

“Peki, buraya kadar kim kullandı?” diye sordu.

“Ben kullandım ama şimdi kullanacak durumda değilim” diye açıklamayı zor zahmet yaptı ve kendini çöp tenekesine doğru attı. Baldızı rahatlamış görünüyordu ona yol verdi.

Durumdan endişelenen polis, “Sarhoş musun yoksa?” diye çıkıştı ama delikanlının konuşacak durumu yoktu. Hemen karga tulumba koluna girip sürükleyerek polis aracının yanına götürdüler onu.

Küçük kız, “Heeyyy… Nereye götürüyorsunuz eniştemi?” diye bağırıyordu.

Arabalarının yanına götürüp hemen tutanaklarını çıkardılar. Diğeri de alkolmetreyi hazırladı. “Derin nefes al ve üfle” diye emir verdi delikanlıya.

Aleti aldı, derin bir nefes çekti. “Huuuuu…” derken ağzından başka şeyler de çıktı. Pantolonu, polisin pantolonu, arabanın açık kapısı her yer kirlendi. Ardından ayakta duramayıp dizlerinin üstüne çöktü delikanlı.

İki eli, iki yanına açılmış şekilde donup kaldı polis. Alkolmetreyi yerden almak istedi ama neresinden tutacağını bilemedi. Tutanaklara bir şeyler yazmaya çalışan polis, hemen işini bıraktı. Önce arkadaşına baktı sonra yerdekini kaldırmak için uğraştı.

“Yardım et Ömer!” diye bağırdı, üst üste arkadaşının adını söyledi.

Bu arada kızlar ve anneleri gelmişti polis arabasının yanına. Hepsi dehşet içindeydiler. “Bu nasıl bir gece?” diye kendi kendine defalarca soruyordu anneleri.

Bağırış çağırışlara kapı görevlileri de gelmişti. Hemen bir sedye alarak delikanlıyı üstüne koydular. Acilin kapısına doğru ittiler. Arkalarından kadınlar… Hızlı olalım derken sabitlemeyi unutmuşlardı onu. Sürgülü kapının demir rayına ön tekerleği takılan sedyenin üzerindeki hasta, aşağı düştü. Başı, demir raylara çarparak kan revan içinde kaldı. Onu kan içinde gören nişanlısı da bayıldı.

Hastanenin kapısında, gecenin bu saatinde bir koşuşturmadır başladı. Küçük kızla annesi dışarıda kaldılar. Karşılıklı ellerini tutup, birbirlerinden güç alıyorlardı ama bilinçli değillerdi. Her şeye bir sis perdesinin ardından bakıyorlardı sanki. Çevrelerinde neler olduğunun ayırımında olmadan boş boş bakıyorlardı. İlk konuşan kız oldu “Oturalım mı anne?” dedi ama yanıt alamadı. Bakışlarını kaldırdığında, annesinin yüzünün kıpkırmızı olduğunu gördü. “Anne, Anneeee!” diye bağırarak sarstı annesini.

Kapıdakiler, yeni gelen bu ailenin şaşırtılarına alışmışlardı artık. Hemen bir tekerlekli sandalyeye kadını oturtup içeriye götürdüler. Bu kez raylara dikkat ettiler. Evin küçük kızı, dışarıda tek başına kalmıştı. İçeri girmek için çok dil döktü ama isteğini kabul etmedi görevliler.

Gece, sıkıntılı ve uzundu. Ailesine neler olabileceği varsayımlarıyla boğuştu saatlerce. Olabilecek her duruma uygun bir davranış hazırladı kendince. Sonra kendiyle gurur duydu, “Bunları düşünebilmek bir yetenek işi” diyerek ödüllendirdi kendini. Derin bir nefes alıp arkasına yaslandı. Bir umutla hastanenin kapısına çevirdi bakışlarını.

“O da ne, şu tekerlekli sandalyede oturanlar babam ve arkadaşı değil mi?” dedi içinden. Elini ışıklara siper yaptı, iyi görmek için. “Evet, evet onlar!” deyip fırladı yerinden. Tekerlekli sandalyenin birini kendisi diğerini de görevli iteledi. Kantindeki masalardan birinin yanına getirdiler. Babasının sol ayağı, konuğun sol kolu alçıya alınmıştı.

“Geçmiş olsun, canınız çok yanıyor mu?” diye sordu bakışlarını ikisinin üzerinde gezdirerek.

Yanıt olarak, “Çok acıktık küçüğüm” dedi babası.

“Ben bugün çok büyüdüm. Neler başardığımı bir bilsen. Artık bana ‘Küçüğüm’ deme babacığım, e mi?” dedi nazlı nazlı biraz da şımarık baktı babasına. 

Biraz sonra tost ve ayranların olduğu bir tepsiyle geldi masaya. İki arkadaş iştahla yediler ve birer tane daha istediler. Onlar ikinci tostlarını yerken ”Anneee!” diye bağırarak kapıya doğru koştu kız. Annesi de tekerlekli sandalyedeydi. Olanlar yüzünden tansiyonu yirmilere kadar çıkmıştı. Görevliler, dilaltı haplarıyla ancak kendine getirmişlerdi kadını. Kaygılı soruları yanıtlarken, yutkunuyor ve gözünü tostlardan ayıramıyordu. Dayanamayıp, o da acıktığını söyledi.

Kız, onun için tekrar kantin gişesine gitti. Beklerken ablasını gördü kapıda, bu sefer. O da görevlinin ittirdiği bir tekerlekli sandalyedeydi. Koşarak gidip aldı ablasını, diğerlerinin yanına getirdi. Onu da kan tutuyormuş meğerse. Nişanlısını kanlar içinde gördüğü için değil, kan gördüğü için bayılmış. Kendine gelmesini sağlamışlar, bir de serum takmışlar.

“Eniştem nasıl, içeride gördünüz mü?” diye ortaya sordu. Kimse bir şey bilmiyordu. Danışmaya gidip “Bilgi almak istiyorum” dedi, eniştesinin adını verdi. Aldığı bilgilerle diğerlerinin yanına döndü. “Başına üç dikiş atmışlar. Ağrı kesici ve antibiyotikli serum bağlamışlar. Onlar bitince çıkaracaklarmış” diye bildiklerini aktardı. Kendiyle tekrar gurur duydu. “Ne kadar becerikliyim” diye geçirdi içinden.

“Desene sabaha kadar buradayız” dedi babaları.

Annesi,” Peki, bizi kim götürecek evimize” dedi. Herkes aynı anda dönüp evin küçük kızına baktı çünkü aralarındaki tek sağlam kişiydi. Mutlu ama kibirli” Ben ne güne duruyorum” dedi saçlarını arkaya doğru attırarak.

Yarım saat sonra damat da çıktı içeriden, tekerlekli sandalyede. Ona da tost ayran aldılar. Aralarında en çok o sarsılmış görünüyordu. Birdenbire gelişen bu karmaşık durumun hâlâ etkisindeydi. Çevresine boş bakıyor, elindeki yiyecekleri bilinçsizce tüketiyordu.

Becerikli küçük kız, üç taksi çağırdı. Her bir sürücüye adresleri söyleyerek, ikişer ikişer bindirdi hastaları, arabalara. Kendi de annesiyle birlikteydi.

Peş peşe evlerinin bahçesine geldiklerinde yine bir şaşırtı karşıladı onları. Köyün ne kadar kedisi köpeği varsa sundurmadaydılar. Hep birlikte bir şeyleri çekiştiriyorlardı dört bir yanından. Kız, seğirtti hemen sundurmaya doğru. “Heeeey… Hoşt, hoşt! Pist, pist!” diye bağırıyordu. Onların bu azarları duyduğu yoktu. Eline geçirdiği en yakınındaki şeyi aldı. Bu bahçe sulama hortumuydu. Davetsiz konukları kovalamaya başladı.

“Bu benim bavulum, çekilin oradan pis hırsızlar!” diye heyecanla bağırdı Konuk Necati.

Arabadan indi, sağına soluna bakındı. Hortumun ucunun bağlandığı çeşmeyi gördü. Hemen sonuna kadar açtı vanayı. Tazyikli suyla her biri bir tarafa dağıldı hayvancıkların. Koşarken kolunu tutarak bavulunun yanına vardı. “Allahtan içini açamamışlar ama parçalamışlar” diye söylenerek sağlam eliyle yerden aldı. Sundurmanın altına koydu ve üstüne oturdu.

Durup durup sağlam eliyle üstünde oturduğu bavulunu okşuyor; “Ah bavulum, vah bavulum!” diye onun yırtıklarını düzeltmeye çalışıyordu.

Küçük Kız, su fışkırtarak bahçenin dışına kovalıyordu hırsızları. “Defolun, defolun!” diye de bağırıyordu. Sürücülerin yardımıyla arabadan inen hastalar, konuğun o durumuna kahkahalarla gülmeye başladılar. Onlara içerleyerek bakan konuklarına aldırış etmeden.

“İçinde ne vardı bavulunun, devrem?” diye zor zahmet sordu Sıtkı çünkü gülmekten konuşamıyordu. Bir yandan da sol bacağını, ellerinin yardımıyla havaya kaldırıyordu. Belli ki ağrısı vardı ama kimin umurundaydı!

“Afyondan size meşhur Cumhuriyet Sucuğu getirmiştim” dedi. Bavulun üstünde oturuş şekliyle kendi kendine komik geldi. Daha fazla dayanamayıp, attı kahkahasını uzun uzun. Urla, 31 Mart 2021

 
Yusuf Özdemir
ÜRYAN
 
Üryan bir çığlığım ben
senin gökyüzünde asılı
duran.
 
Üryan bir sessizliğim ben


senin yüreğinde
Gömülen.
 
Üryan bir üşümeyim ben
senin baharında
donan.
 
Üryan bir sızıyım ben
senin ruhunda izler
bırakan.
 
Ahmet Yılmaz TUNCER
SONRADAN
 
İkimize gerekli olan ılık meltemler
Sonradan koyarsın rüzgârını
Gözlerimizden geçen bir hayatın
Koparılmış sayfaları
Sonradan koyarsın fırtınalarını
Bir deniz kıyısı belki gecesinde
Bir mehtap özlediğimiz seninle
Sonradan koyarsın ayrılıkları
İkimize gerekli bir aldanış
Belki de bir gülüş
Sonradan koyarsın unutuluşları
 
Erhan Tığlı
BÜYÜ  
 
Büyü çocuğum büyü
Çek yalanın üstünden
Aldatıcı kara örtüyü
Büyü çocuğum büyü
Kur güzelliğe köprüyü
Çözülsün karanlık büyü
Yaşa gönlünce
Yaşamak adlı öyküyü
           
Büyü çocuğum büyü
Uyandır bilinçsiz uykuyu
Yırt at kuşkuyu
Göm mezara korkuyu
Çekmesin derinliğine seni
Karamsarlık adlı kör kuyu
           
Büyü çocuğum büyü
Korkma dokuz köyden kovulmaktan
Unutma onuncu köyü.
 
Gülsüm Işıldar
DİŞ FIRÇASI
 

Düğmesi kapanmış televizyon gibiyim. Dokunuversem bıraktığım yerden akmaya başlayacak hayat, ama dokunmak istemiyorum.  Menfaat kokan maskeli ilişkiler, yalanlar, ihanetlerle dolu bir hayatın içime dolması yerine, yalnızlığın onaran dinginliğini yeğlerim, desem de buna kendim bile inanmam; çünkü sevgisizlik ölmekten de beter…

Ruhumu, bütün acılardan temizlemek ister gibi içimin ıssızlığında gezdiriyorum ama boşuna.  Attila İlhan’ın dediği gibi: Ayrılıklar da sevdaya dahil. Bu kaçıncı ayrılık? Kendimi acımasızca eleştirdikten sonra, arızanın bende olmadığı soncunu çıkarıyorum. Boyutu ne olursa olsun, karşınızdakinin hassasiyetlerine değer vermediğiniz zaman, ilişkinin zedeleneceğini anlamak zor değil…

İçimden, ona kızmak, öfkelenmek, bile gelmiyor. Bu ilk değil, son da olmayacak.

Artık eskisi gibi hiçbir şeyi bütün varlığımla istemiyorum. Biliyorum ki çok istediğim şeyi kaybettiğim zaman, duyduğum acı, daha da büyük olacak. İlk kez hayatı da ölüm kadar küçümsediğimi fark ediyorum…

Hayat, biz ölünce kapanacak bir perde, bir oyun. Çoğumuzun rol yapmayı sevimlilik saydığı ilişkilerde, gerçeklerin söylemesinden daha sevimsiz ne olabilir ki? 

Yabancı filmlerde, birbirini acımasızca, eleştiren, dalga geçen, hatta küfreden, sonra da hiçbir şey olmamış gibi dostluklarını sürdüren tipler görürüz. Aslında gerçek dostluk da bu değil mi? Bizde eleştiri yapmayı, düşünce özgürlüğü olarak bile algılayan yok. Modernite ile feodalite arasında gidip geliyoruz.

Toplumumuzda, eleştiri kültürünün oluşamamasının sebebi, öteden beri, ağalara, beylere, zenginlere, siyasilere, âmirlere, kısacası güçlülere, biat etmekten olmasın?

Bu kadar büyük lâflar ettikten sonra, benim gibi, dürüst olmak adına itici olduğunu fark ederek, bundan sonra asla doğru söylemeyeceğim, diye yeminler edip, sonra da doğrucu davutluğu sürdürenlere ne demeli?

Gözlerimi tozlu yoldan ayırmadan, kavgamıza sebep olan olayları yeniden anımsıyorum. Öfkesine yenik düşen insanın, zayıflığını ve çaresizliğini nasıl olup da korkusuzluğa, meydan okumaya ve intikama dönüştürdüğünü anlamaya çalışıyorum.

O, müthiş patlamayı ateşleyen fitilden çok, patlamanın ardından çorap söküğü gibi sıraladığı incitici sözler ve söyleyiş tarzındaki alaycı aşağılamaları yakıyor içimi. Demek ki, beni yıllardır takıntılı bir ruh hastası olarak görüyormuş da haberim yokmuş…

Bir diş hekimi olarak, dişlerimin sağlığına ne kadar önem verdiğimi, bildiği ve her şeyimi paylaştığım kişiyle bile asla diş fırçamı paylaşmayacağımı defalarca söylemiş olmama rağmen; banyoda iki ayrı bardakta yan yana duran fırçalarımızı karıştırmasını önlemek için, farklı renklerdeki bardaklara koymama rağmen, hâlâ benim fırçalarımı yanlışlıkla kullanıyor olması hiç inandırıcı değil. Belli ki, beni kızdırmak için yapıyor. Hele diş macununu tam ortasından sıkmasına ne demeli? Neyse canım, bahaneyle benim için hissettiklerini öğrenmiş oldum, bunları düşünen birini, düşünmek bile ziyan…

Neredeyse sabahtan beri direksiyon sallıyorum. Küçücük bir çantayı nasıl hazırlayıp, kendimi yollara nasıl attığımın farkında bile değilim. Böyle durumlarda, beni ancak yollar paklar: Sebahattin Ali, doğru söylemiş. “Benim meskenim dağlardır dağlaaaar” Biraz içim açılsın diye radyonun düğmesini çeviriyorum.

Spiker: Kırsaldaki silahlı çatışmalarda on bir adet teröristin öldürüldüğünü; Diyarbakır, Sur, Nusaybin ve Siirt’te sokağa çıkma yasağının devam ettiğini, öte yandan, önceki gün, karakol baskınında ağır yaralanan askerlerden birinin daha şehit olduğunu bildiriyor.

İnsanlık rakamlarla ifade ediliyor.  Şu kadar ölü, şu kadar yaralı, şu kadar rehine, bilmem kaç sorti, bilmem kaç sığınmacı. Utanç verici sayılar…

Teknoloji kanlı çığlığıyla haykırıyor: Düşman çok, herkes düşman, bunun için daha fazla silahlanmalıyız. Oysa, bir tek uçak gemisine yapılan masrafla, dört yüz bin kişi, bir yıl beslenebilir, bir ülkenin sadece on haftalık askeri harcamasıyla dünyadaki açlık sona erdirilebilirmiş. Ölenleri ve onların yakınlarını düşünüyorum. Hiçbir gerekçe insan hayatından daha önemli değil. Ayağımızın altından zemini çeken acıların yaşandığı bir ülkede, az önce düşündüklerim ne kadar basit ve anlamsız…

Bizi, hayata bağlayan her şey, hepimiz, kaçınılmaz bir şekilde ölüme bu kadar yakınken, neden, neden, yaşanan acıları sağaltacak sözcükleri çoğaltmıyoruz? Sevdiğimiz, ayrıldığımız, ihanet ettiğimiz ya da kaybettiğimiz dostlara, bu sözcüklerle seslenmiyoruz?

Önem verdiğim, üzüldüğüm, kızdığım, öfkelendiğim, hatta sevindiğim, ne varsa her şeyin, evet her şeyin, ne kadar boş, hatta komik olduğunu düşünüyorum…

Marmaris’ i geçeli epey olduğuna göre yakında Pelin’in sözünü ettiği, o kıyı köyündeki ev pansiyonlarından birine kendimi atmış olurum….

Köylü kadın, ağırbaşlı bir saygıyla, afiyet olsun diyor. Bakır siniyi tutan, güneşten marsık olmuş, mor damarları örümceği andıran, çilekeş ellerine; ojeli tırnaklarımdan utanarak bakıyorum. Sanki o ellerin üzerindeki her çizgi: 

“Bu sütü ben sağdım, bu peyniri, bu yoğurdu ben mayaladım, bu tarhanayı ben yoğurdum, bu domatesi biberi ben büyüttüm, bu salçayı, turşuları ben yaptım, bu bulguru ben ayıkladım ben öğüttüm, bu ekmeği ben pişirdim, şu sakız gibi çarşafları ben yıkadım”, diye bas bas bağırıyor.

Ellerine sağlık diyorum. Hepsi de çok lezzetli olmuş. Sonra biraz sıkılarak, yola acele çıktım da diş fırçamı almayı unutmuşum, alabileceğim bir yer var mı yakınlarda? Başını sallayarak, “He var” diyor: “Köyün tek bakkalı şuracıkta, onda her şey bulunur.”

Bakkal, belli etmemeye çalıştığı bir ilgiyle beni süzerken, uzun süredir satılmayı bekleyen diş fırçalarına müşteri bulmaktan memnun, ciddi bir akademisyen edasıyla açıklamalar yapıyor. Elinde tuttuğu fırçaları göstererek: Bu yumuşak olanı çok kalitelidir. Fiyatı yirmi lira, diğeri daha serttir, onun fiyatı da on lira. Ucuzu olsun diyorum, nasılsa evde bir orduya yetecek kadar diş fırçası var. Birkaç gün için fazla ödemeye değmez.

Ertesi sabah ilk iş olarak, akşam aldığım fırça elimde, bakkalın kapısını çalıyorum.

Bunca zamandır hekimim, hiç bu kadar sert diş fırçası görmedim. Diş etlerim bile kanadı. Lütfen yumuşak olanla değiştirir misiniz?

Adam, fırçayı alırken, başını sallayarak söyleniyor: “Ben size söylemiştim sert olduğunu, bu fırçayı sert olduğu için iade eden, yedinci kişisiniz.”

 

Feyyaz Kadri Gül
IŞIMAK

 

Araladığında kendini ateş
içtenliğin terazisinde
tartabilir misin sözcükleri
 
Yürekli aydınlığınla
çocuk gözlerdeki umudu
taşıyabilir misin geleceğe
 
Doğuma uç verir yaşam
işini bitirir kötü zihniyetin
 

Muhammed Safa Kaya
HOŞÇA KALMA

 
Hoşça kalma boşça kal ki hatırlayasın beni
Kızılırmak’ta yeşilin suyla buluştuğu anı
Üstümüzün ıslaklığını yüreğimizle kuruttuğumuz zamanı
Ve bir de yaprakların bizimle dans ettiği baharı
Hatırla…
 
Kamelyada oturan zehirli dili
Aşk zehri şerbet diye içebilmekte öyle mi?
O gün ki zehir apaçık sevgisizliktir
Bir sevda ki zehirsiz olsa olmaz mı?
Neyse unut eğrilen zamanımızı…
 
Unutayaz seninle geçirdiğimiz yazı
Tükenmez kalemleri tüket, üstünü öfkeyle kazı
Bağır ve öldür şehrin getirdiği dar boğazı
Mektubu, kalemi, geceyi ve şiirleri yırt at
Unut/ma.
 
Kılı kırk yarıp son durakta akıtalım aşkımızı
Sabahın körüne göz olmayı bırakalım artık
Bu şehir ıssız, bu şehir köhne, bu şehir karanlık
Acıyı, ıstırabı; aşkı ve sevgiyi unuttur
Çal kalbimi ve git başkasının Mekke’sine
Eline sağlık…
 

Duran Er 
DEĞERLER DERECELER

 
Derecesi çok değişti
Ahlakın mertliğin arın
Yok ekmeğin tadı tuzu
Akortsuz değirmen fırın

 
Karanlıkta dede torun
Arıyor kayıp babayı
Delirdi harfler rakamlar
Yazı bozuk çarpık sayı
 
Çekmek gerekmez kafayı
Köy kent ülke sarhoş zaten
Ruhlar duyarsız tutarsız
İskeletsiz şimdi beden
 
        Derecesi çok değişti
        Ahlakın mertliğin arın
 

Melisa Katırcıoğlu

ELLERİN

 

Senle güzel olan her şey gitmiş

Damağındaki; güzel sözlerin gitmiş...

Bak şehlaya çalan o güzel ellerine şimdi 

Tutmuyorlar ellerimi 

Üç parmağının üstündeki altı çizgin, ardı ardına iki parmağında dört çizgini sayıp aklıma kazıyacak kadar sevdim seni 

Göz bebeğin deki karanlıkta her kaybolduğum da ayrı bir sevdim seni 

Bir kiraz çiçeğinin rengini sever gibi 

Bir nehir kenarında kana kana su içercesine 

Kibar ve fahişe sıfatlarına yüklediğim anlamlarda sevdim seni 

Tütünümü acıyla değiştiği o günlere gam vurarak sardım seni

Şimdi saatim yağmuru gösteriyor

Gözyaşlarımı ayıklama zamanın şimdi yeryüzünde 

Sallanır dururum her aklına geldiğim gecende 

Rast gele soruyorum seni kimselere

Ay’ım kana kana batıyor aldığım her nefeste 

Sen el kadar zalimsin şimdi bana 

Merhamet yoksunusun 

Tıkandım kaldım şimdi can kafesimde 

Kaburgalarım çatırdıyor her aklıma geldiğinde 

İki kalp arasında yaşam 

Rüzgâr doğru esmiyor bu günlerde 

Sen yaz diyorsun yaz 

Yazamadan geliyorum gene son kadehime

 

Hülya Lebibe Başağaç
KUŞ UÇUMU

 

Yatağımda uzanıyorum. Göz alıcı ışığın içinden bana doğru gelen genç, uzun boylu kadın; başucumda duruyor. Üzerime eğilerek derin bir sevecenlikle saçlarımı okşuyor. İğne oyalı, ak başörtüsünden görünen iki örgülü sarı saçlarına dokunmak istiyorum. Ulaşamıyorum. Benden uzaklaşıyor yavaş yavaş. Ellerinden yayılan sıcaklığı yanağımda duyumsuyorum oysa. Her hücreme mutluluk yayan bir sıcaklık…

Gözlerimi açıyorum, fısıldıyorum: “Ah, anacığım!”

Başucumda duran yıllanmış çerçeveye uzanıyorum. Yanağıma dokunup geçen sabah güneşi elimde tuttuğum fotoğrafı aydınlatıyor. Ahşaptan oyulmuş tomurcuklarla bezeli çerçevenin içindeki çocuk bana gülümsüyor. Sırmalarla işli bir duvar süsünün önündeki sedire, dantelli beyaz giysisiyle oturtulmuş bir bebek. Siyah saçları yandan ayrılmış, ela gözleri ışıl ışıl, omzuna mavi kurdeleyle iliştirilmiş “Maşallah”, onu tüm kötülüklerden korurmuş gibi mutlu bakıyor geleceğine…

Fotoğraftaki çocuk; ben 1910 doğumlu Hakkı. Manastırlı, varsıl ve saygın Koçburun Mehmet Efendi oğlu. Güzeller güzeli Üsküplü Altun’un değerlisi…

Bu fotoğrafın çekimi üzerinden bir yıl geçmeden yaşamımın alt üst olacağını kim bilebilirdi ki?

Birkaç ay sonra büyük dayım, Manastır’ın çevre illerle bağlantısını kesmek amacıyla demiryollarına ve telgraf tellerine saldıran Bulgar çeteciler tarafından acımasızca öldürüldü.

Üç hafta sonra İstanbul’dan bir mektup aldık. Meşrutiyetin ilk günlerinde oğlu ve bekâr kızlarıyla Üsküp’ten İstanbul’a göç eden dedem, bizi uyarıyordu. Saraydan edindiği bilgilere göre; bir savaşın eşiğindeydik ve Manastır’dan hemen uzaklaşmamız gerekiyordu. Babam bu öneriyi umursamadı, her zamanki gibi. Annem ise gizli ve sessizce İstanbul’a gitme hazırlıkları yaparken Resneli Niyazi’yi örnek alan bazı subayların Manastır’da dağa çıktıkları bilgisi yayıldı. Komşularıyla söyleşirken onların da göç hazırlığı yaptığını öğrenen annem, elini çabuk tutması gerektiğini anlamıştı.

Babamın Manastır’dan ayrılmamakta ayak diremesi annemi yolundan geri çeviremedi. Kararını vermişti, o İstanbul’a gidecekti.

Bir Mayıs sabahı ezanda uyanan annem, önce benim karnımı doyurdu. Yolculuk heyecanıyla boğazından geçmeyen birkaç lokmayı bir bardak çayla yutmaya çalıştı. Küçük oğluna birkaç kat giysiyi üst üste giydirdi. 

Kara çarşaflı genç annem, kucağında çocuğuyla şafak sökerken evden çıktı. İki katlı evinin geniş bahçesini hızlı adımlarla geçerken elleriyle yetiştirdiği elma ağacına uzanıp dört elma kopardı. Birkaç adımda ulaştığı bahçe kapısını sessizce açtı. Dönüp evine son kez baktı, belleğine her ayrıntısını işlercesine. Pencereyi süsleyen elleriyle işlediği kanaviçeli ve bir karış genişliğinde dantellerle süslü perdesiyle, pencere önünde dizili saksılardaki kırmızı karanfilleri ve sardunyalarıyla, doğduğumda bahçemize diktiği gülle, bahçemizin köşesindeki kulübede uyuyan köpeğiyle, belki de üst kattaki odada mışıl mışıl uyuyan adamla vedalaştı.

Sokağa çıktı. Yanında çalışan yardımcı kadına önceden hazırlattığı at arabası onu sokağın köşesinde bekliyordu. Çevik bir atlayışla arabaya bindi. Araba şimşek gibi mezarlığın yanından geçerken ağabeyine son bir dua yolladı.

Kısa bir süre sonra istasyona vardı. Yanına, bana ve kendine gerekli olan çok az eşya almıştı. Giysi bohçası dışında, bir yiyecek torbası vardı yanında. Elindeki elmaları torbaya koydu. Akşamdan kadının yardımlarıyla yaptığı börek, birkaç kuru yemiş ve su dolu matarayı koymuştu torbaya. Varsıl ama cimri kocasının verdiği kısıtlı mutfak giderlerinden arttırabildiği birkaç kuruşu da çarşafının içine dikmişti. Altın küpelerini ve reşat altınlı kolyesini de içine koyduğu mendili küçük bir çıkın yaparak koynuna saklamıştı. Babasının gönderdiği İstanbul adresini değerli bir hazine şifresi gibi avucuna yazmıştı.

Annem, trene yerleşmesine yardım eden kadına gönül borcuyla baktı ve sıkı sıkı sarıldı. Kadın, Altun’u dualar ve iyi dileklerle uğurladı. Yaşlı gözlerle benim saçlarımı kaldırdı ve alnıma bir öpücük kondurdu. Dönerek hızla trenden indi.

Tren, acı bir düdük sesiyle yaşlı bir adam gibi inildeyerek istasyondan ayrıldı. Bir süre yavaş giden lokomotif gittikçe hızını arttırdı. Gökyüzüne gri dumanlarını salarak raylar boyunca kilometreleri yutmaya başladı.

Annem, kucağında uyuyan oğluna sarılıp başını pencereye dayadı. Yaşlı gözlerle hızla akıp giden ovaları, gittikçe küçülen camileri ve çiftlikleri izlemeye koyuldu. Bir daha bu manzarayı seyredebilecek miyim, diye geçirdi usundan.

Güneş batıncaya kadar hiç durmadan yol alan tren, birden durdu. Erkekler, kaygıyla yerlerinden kalkıp nedenini görmek için pencerelere koştular. Kadın yolcular, huzursuzca yerlerinde biraz daha büzüldüler. Bir süre sonra, yolculardan biri “Korkmayın!” dedi.” Bulgar çeteciler rayların üzerine taşlar yığmışlar. Makinistler zamanında görüp taşları temizlediler.”

Gergin bekleyişin ardından yeniden yola koyuldular ama tüm yolcular tetikte idi. Yan tarafta oturan adamın yavaşça arka cebinden tabancasını çıkarıp ön cebine sakladığını gördü, Altun. Vagonun huzursuzluğu beni de etkilemişti. Ben, sesimi gittikçe yükselterek ağlamaya başlayınca annem birkaç yemiş vererek mırıldandığı ninnilerle susturmaya çalıştı. Torbasına meyve ayıklamak için koyduğu küçük çakıyı çarşafının altında tutarak gözlerini yumdu. Ve bildiği tüm duaları okumaya başladı.

Sabaha az kaldı diye düşünürken silâh sesleriyle yerlerimizden sıçradık. Altun’un sağ yanında oturan adam eşine ve Altun’a “sus” işareti yaparak tabancasını çekti. Dışarıdan boğuşma ve vızıldayan kurşun sesleri geldi. Vagonun sonundaki koltukta oturan bir adam, çantasından çıkardığı uzun bir ekmek bıçağını iki eliyle sıkı sıkı tutarak yukarı kaldırdı.

Annem de beni dizine oturtup sol eliyle tutarken sağ eliyle çakısını eklemleri ağrıyacak kadar sıkıca kavradı. Tüm gözler vagonun kapısına dikildi. Asırlar gibi gelen korkulu bir bekleyiş sürerken kapı açıldı ve kondüktör göründü. Kolundan kanlar akıyordu. Vurulmuştu. Yardımına koşan erkekler, adamı koltuğa oturttular. Çantalarındaki peşkirleri kullanarak kolunu sardılar. Biraz su içirdiler. Olanları anlatması için sabırla beklediler. Neden sonra derin bir soluk alan yaşlıca adam anlatmaya başladı: “Bulgar çeteciler soygun amaçlı treni durdurdular. İki yolcumuzu yaraladılar. En arka vagondaki bir yolcumuzu ne yazık ki kaybettik. Yolcunun para ve eşyalarını ele geçirdiler. Ama karşı koyan korucularımız ve ben onları etkisiz duruma getirebildik sonunda. Endişelenmeyin! Bundan sonra bir şey yapamazlar. Gün ağardı artık.”

Duraklamalarla uzayan yolculuk nedeniyle su matarası boşalmak üzereydi. Saldırı korkusu yüzünden trenden inip su doldurma olanağı da yoktu. Annem, bana mataranın dibindeki son birkaç yudumu içirdi. Birkaç saat önce bana yedirdiği elmanın yarısını torbadan çıkarıp suyunu emmeye koyuldu.

O susuzluğu şu an hissetmiş gibi yatağımdan kalkıyorum. Bir bardak su içip fotoğrafın yanına dönüyorum.

Sonu belirsiz, açlık, susuzluk, saldırı korkusu dolu günlerce süren yolculuk sonrası İstanbul’a varıp çamurlara bata çıka yürüyen kara çarşaflı annemin kucağında dedemin evine ulaşabilen iki yaşındaki ben… Yürek çarpıntılarıyla beklediklerinin çevresinde sevgi yumağı oluşturan dedem, dayım ve teyzelerimle özlem dolu kucaklaşmalarımız…

Bir ay kadar sonra babamdan “geri dön” çağrısı alan annemin “Sen İstanbul’a gel!” yanıtıyla Balkan Savaşı’nın en yoğun günlerinde kopan Manastır bağlantımız…

Osmanlı’nın yenilgi üzerine yenilgi yaşadığı o acılı günlerde bile anılarımda hep neşeli bir topluluk olarak yer eden annemin ailesi… Ney üfleyen dedem, ud çalan büyük teyzem ve dayım, vurmalı çalgılarda usta iki teyzem ve en küçük teyzemle birlikte özlem kokulu Balkan ezgilerini dile getiren annem… Evine, eşine, kentine özlemini Manastır türküsüne yükleyip gözyaşlarını içine akıtan anneciğim… Ve sonraki yıllarda, küçük yaşında tempo tutan ellerinin minik parmaklarına takılan zillerle ritmi yakalamaya çalışan ben…

Elimdeki fotoğrafa bakıyorum da o gözlerdeki mutlu ışıltıyı bir daha ne zaman    yakalayabildim?

Evet, anımsadım.

Sultan Reşat’ın çocukları için düzenlettiği görkemli bir düğünle, her sınıftan halk çocuğuyla sünnet edildiğim gündü. Tatlısu Vadisi’ndeki Kâğıthane deresi kıyısında tüm sünnet çocuklarını alacak büyüklükte bir baraka kurulmuştu. Yapının içi kalın perdeler ve rahat minderlerle döşenmişti. Hepimizin, yoksul halk çocuklarının, padişah armağanı bir örnek giysileri vardı. Paşa çocuklarının giysilerindeki değerli taşlar, ağaçlara asılı renkli fenerler ve kandiller altında ışıl ışıl parlıyordu. Hokkabaz ve kukla gösterilerini hayran bakışlarla izliyorduk.

Dayım, annemi ve teyzelerimi kadınlar için yamaçtaki çınarların altına kurulmuş çadırların önüne kadar getirip erkeklerin bölümüne gitmişti. Meydan, İstanbul’un dört bir yanından gelen hafızlarla dolmuştu. Ortadaki alanda Bulgar çalgıcılar neşeli parçalar çalıyor, macun ve şerbet satıcılarının sesleri bunlara karışıyordu. Renk renk havai fişekler ortalığı gündüz gibi aydınlatınca solgun benizli çocuklar coşkuyla haykırıyorlardı. Halk, ilerdeki çadır önünde güreşen pehlivanları ve alanın üstüne gerili ipte gösteri yapan ip cambazlarını ilgiyle izliyordu. Böyle özel günler dışında sokağa çıkamayan teyzelerim; çimenlere serili hasırlarda oturmuş, biraz şaşkın biraz hayranlıkla çevrelerine bakarak benden çok eğleniyorlardı. Akşamın geç saatlerinde, kandil ve meşalelerin aydınlattığı suyun yüzeyinde kuğular gibi kayan süslü paşa kayıklarını yakından görmeye çalışan yoksul halk, birbirleriyle yarışıyordu.

O gece, yıllarca sürecek bir savaştan habersiz İstanbul gönlünce eğlendi. Ve ben; babasız Hakkı, yakama takılan bir Reşat altını ile o ilk günlerimdeki ışıltıyı yakaladım. Doyasıya yediğim çeşit çeşit yemeğin de etkisiyle solgun yüzüme, ilk kez o gün renk geldi.

Kısa süren bir mutluluktu bu. Birinci Dünya Savaşı’nın zorlu açlık ve kaygı dolu günleri geldi yine. Tüm ülkeyi kasıp kavuran hastalıklara yenilen dedem ve iki teyzemin yitirilmesiyle küçülen ailemiz… Dedemin yokluğuyla duyulan çaresizlik ve yoksulluğun dayanılmaz acısı…

Yükselen güneş, yapraklardan süzülerek fotoğrafa ulaşan ışıklarıyla çocuğun ayaklarını okşuyor usul usul… Güneşin sihirli dokunuşlarıyla çocuk büyüyor, büyüyor…

Ben, eski nalınlar ve yırtık bir pantolonla mahalle mektebine gittim. Yarı aç gittiğim okulumdan hocalarımdan aldığım yaldızlı “Aferin” kartlarıyla doymuş döndüm, evime. O evde; tek yetişkin erkeğin, dayımın ellerine bakan kadınlara bir çocuk daha katıldı, benden başka. Bulgarların öldürdüğü dayımın oğlu… Kız kardeşlerden biri, paşa kızlarına çeyizlik olarak kasnakta sırmalı nakışlar işledi durmadan. Küçük teyzem, iğne oyalı yazmalar ve dantellerle bütçeye katkı sağladı. Ama gerçek yük dayımın omuzlarındaydı. Gece gündüz demeden çalışan dayım, omuzlarındaki yükün ağırlığını kimi zaman ustaca çaldığı udunun tellerinde, kimi zaman da Rum dilberlerin kollarında unutmaya çalışırken vereme yakalandı.

Korku dolu işgal günlerinde Kınalıada’nın dinginliğine sığındık, ailecek. Annem, Ohri’nin kıyısındaki yazlık evimizi özledikçe sahile gider, içindeki yangını Ada’nın serin sularına ayaklarını sokarak söndürmeye uğraşırdı.

İstanbul kara günlerini yaşarken dayımın ölümüyle aile tümden yasa boğuldu.

“Alişim’in kaşları kâre / Sen açtın sineme yâre…”

Bu türkü kanayan yüreklerinin sözcüsü oldu, kız kardeşlerin. Annem ve teyzelerim unutamadılar onun acısını.

Yaşımız küçük de olsa iki kuzen, aileye katkı sunmak zorundaydık. Yahudi çocuklarının yaptığı gibi sahilde su satarak para kazanmaya çalıştık. Sermayemiz bakır bir bardak ve bir testi su idi. Pazar torbası taşıyarak veya mahallemizin esnafına çıraklık yaparak birkaç kuruş kazanabiliyor, sevinçle eve koşuyorduk.

Derslerimde çok başarılı olsam da öğrenimimi sürdürmem olanaksızdı. Oysa pilot olmayı çok istiyordum. Anneciğim, onca varlık içinde yıllardır bizi arayıp sormayan babamın üzüntüsü ve yetersiz beslenme nedeniyle sağlığını yitirmişti. Üzerimizdeki eskiyen giysileri yenileyecek gücümüz yoktu. Çalışmaya giderken dayımdan kalan bir sağlam pantolonu dönüşümlü olarak kuzenimle giyerek sokağa çıkabiliyorduk.

Kurtuluş Savaşı kazanılıp İstanbul işgalden kurtulunca ulusça bayram ettik. Artık güzel günler bizi bekliyordu.

Gerçekten de Cumhuriyet, ailemize mutluluk getirdi. Evlenmemiş olan teyzelerime dedemden maaş bağlandı. Dayımın oğlu, Priştine’de bitirdiği ortaokul nedeniyle küçük bir memurluk işi buldu. Ben de Kapalıçarşı’da bir dükkânda satış elemanı olarak işe başladım. Anneciğimi rahat ettirmeye çalıştım ama sağlığı gittikçe bozuldu.

Fotoğraftaki çocuk, kulağıma bir anısını fısıldıyor:

Fasıl akşamlarının birisinde soru yağmuruna tutuyorum anacığımı: “Manastır’ın ortasında çeşme mi var? Manastır çok uzak mı, anne?” Altun, boğazında düğümlenen yumruyu yutkunarak geri iterken yanıtlıyor oğlanı: “Manastır bir kuş uçumu, canım!” Sonra pencereden görünen ağacın dalına konan güvercini gösteriyor. “Bak, bu güvercin oradaki çeşmeden su içip buralara gelmiş!”

Ve ben; yıllardır gördüğüm her güvercini, her leylek yuvasını, gökyüzünde şaşmaz bir düzenle uçuşan kırlangıçları ilgiyle izlememin ve işimden her çıkışımda Yeni Cami önünde durup dakikalarca güvercinleri beslememin nedenini kavrıyorum birden.

İki yaşımdan beri beklediğim haberi, on altı yaşıma geldiğimde getirdi güvercinlerim.

Balkanlardaki tüm topraklarını yitirmiş Osmanlı İmparatorluğu’nun beli bükülmüş, yaşlı bir kulu olarak İstanbul’a gelmişti babam. Cebinde altın dolu bir kese ile dört dükkân, iki ev ve bir hanının tapusu vardı. Yeniden bir arada olmamızı istiyordu. Annem, bunca yıldır arayıp sormayan, asık yüzlü ve cimri kocasına dönmekte kararsızdı. Sanırım, beni düşünerek sonunda onayladı bu öneriyi.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinin atıldığı günlerde çekirdek ailem de yeniden oluştu. Amcam, yıllar önce iki kızıyla Denizli’ye göç etmişti. Ortaokulda müdürdü. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, bizi de Denizli’ye yerleştirdi. Hacıkaplan Mahallesi’nin birer bireyi olduk. Denizli, o yıllarda sokaklarından sıcak sular akan bir kentti.

 Yokluk içindeki yıllarda yitirdiği sağlığı nedeniyle ev işlerini yapmakta zorlanan annem, kocasının bitip tükenmez istekleriyle günden güne kötüleşti.  Kese dolu altınları vardı ama bize yararı yoktu. Leğen dolusu çamaşır yıkadığı gün bayılan anneme bir yardımcı tutma isteğimi, babam umursamadı bile. İyi beslenmesi gereken annem, bir tas çorba ile günlerini geçiriyordu yine.

Anneciğimin gözümün önünde eriyip gitmesine dayanamadım. Bir gün, babamın kesesinden avuçladığım altınları yargıcın önüne döküverdim. Babamın bunca parası varken bize bakmadığını, hasta anneme çile çektirdiğini bir çırpıda sıraladım. Az sonra babam “Oğlum altınlarımı çaldı!” diye yakınarak yargıca geldi. Yargıç, altınları göstererek bir güzel payladı onu. Bu olaydan kısa süre sonra, annem benim çabamla babamdan boşandı. İstanbul’a götürdüm anacığımı. Fatih’deki evde yeniden buluştuk teyzelerimle.

Birbirlerine aşırı düşkünlükleri nedeniyle teyzelerim evlenememişlerdi. Büyük teyzem, kız sanat okulunda usta öğretici olarak göreve başlamıştı. Dedemden aldıkları aylık, bu gelire eklenince geçinip gidiyorlardı. Dayımın oğlu, Selaniklilerin okulunda yönetici oldu. Ben, Babıâli’de bir matbaada çalışmaya başladım.

Tüm uğraşlarıma karşın annemi fazla yaşatamadım. İstanbul Belediyesi’nde zabıta memuru olarak göreve başladığım günlerde onu yitirdim. Ne doğduğu Üsküp’ü ne de gelin geldiği Manastır’ı bir kez daha göremeden ayrıldı aramızdan.

“Seni güllerin açtığı ayda dünyaya getirdim, oğlum!” diyen o sesi hiç unutmadım. Her mayısta bir kırmızı gül demetiyle gittim mezarına ve kokularını, onun kokusunu içime çeker gibi ciğerlerime doldurup bıraktım mezarına.

Yıllarca iki teyzemle yaşadım. Yitirdikleri onca kardeşin ardından beni değerli bir mücevher gibi el üstünde tuttular. Teyzelikten çok annelik ettiler bana. Balkan devletlerinin aralarında anlaşmalar imzaladığı dönemde, Çatalca’da askerliğimi yaptım. Kadınlarımıza oy hakkının verildiği gün; nakış öğretmeni olan teyzem, memur emeklisi bir beyle evlendi. Kısa süren evliliğin ardından da aramıza döndü.

Babamdan yıllarca bir daha haber almadım.

Fotoğraftaki o küçük, iki padişah ve iki dünya savaşı gören Manastırlı çocuk; bugün, doğduğu toprakları yitirmiş ama kendisine kucak açan güçlü Türkiye’nin gururla yükselen kurumlarında görev yapan, evli ve bir kız babası…

Ve dün kapımı bir kadın çaldı. Tanıyamadım. Denizli’deki amcanın kızıyım, diyerek kendini tanıttı. Bunca zaman sonra ne istiyordu benden?

Babam; amcamın yanında ölmüş, tüm parası ve tapuları onlara kalmış. Babamın bıraktığı altınlarla Kuzguncuk’ta altında dükkânları olan büyük bir ev almışlar. Devletimiz, Balkanlardaki mallarımız için girişimde bulununca benim imzam gerekmiş. Eğer onay verirsem işlemler başlayacakmış.

İstemiyorum, dedim. Ben Hakkı, hakkım olsa da bana yıllarca yararı olmayan ve anneciğime kan kusturan bir adamın hiçbir şeyini istemiyordum. Amcamın kızı üzgün ayrıldı evden.

Birkaç gün sonra, ben işteyken yeniden gelen amcamın kızı çok yalvarmış eşime. Eşimin direnmesiyle imza verdim ve notere gittik. Tapuların onaylı örneğini aldım. Ama taşınmaz mallarım için hiçbir girişimde bulunmadım.

Yitirdiğimiz topraklardan kalan yedi tapuyu, birkaç renkli Manastır kartpostalıyla anı olarak kızıma bırakıyorum.

Belki bir gün kızım, kuş uçumu doğduğum kenti ve evimi görecek. Evimizin yakınındaki Mustafa Kemal’in Askerî İdadîsi’nin merdivenlerinden çıkacak. Babasının toprağında ve Ata’sının izinde olmanın coşkusuyla anı defterine duygularını aktaracak. Gözleri yaşlı, elleri titreyerek imzalayacak o defteri. Kim bilir, belki Osmanlı çarşısının sokaklarında gezinip dükkânlarımızın birinden alışveriş de edecek. Sonra yorgunluğunu gidermek için Manastır’ın ortasındaki o canım çeşmede yüzünü yıkayacak, avuçlarına doldurduğu suyundan içecek. 

Manastır’da geçirdiğim günlerin tek kanıtı olan fotoğraftaki çocuğun gözleri nasıl parlıyor, görüyor musunuz? 13.02.2021

 

Serkan Akça
BUGÜN ÇOK SİZDİM SENSİZ

 

Merhaba Şiir Sarnıcı. Ben Serkan Akça. Yirmi iki yaşındayım ve Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi‘nde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencisiyim. Daha önce, Sincan İstasyonu, Akatalpa, Matkap ve Baştankara adlı dergilerde şiirlerim yayımlandı. Saygılarımla.

 
Bugün çok sizdim sensiz


Bir kendimi düşündüm
 
Üzüler öbür seslerinizdi
Ben hep neşenizi çaldım
 
Çiçekler duruyordu öyle soluyordu
Sümbül adını kuşlara yakıştırdım
 
Yalnız bakmanızla dinlenirdim
Sayılsın şöylenize uzandıklarım
 
Bugün çok sizdim sensiz
Bir kendimi düşündüm
 

Ali Tacar
İHANET VE BİR RENK

 
Seni düşünürken hep büyük harfle başlıyorum cümleme
Geceleri seviyorum, şairleri de, o günlerin anıları ceplerimde
Ellerimde, ellerimde yazılmamış intihar mektupları
Çıkıp sana gelesim var ama o otobüsler yok mu işte
 
Ben kendimi çok anlatamıyorum kendime
Dinlemiyor
İçimde beni sevmeyen biri var
Sen sevsene
 
Çok güzel uyurdun yanımda, yalancıyım ama
Sen sevsene, inansana bana
Benim kurduğum cümleler hep yıkık dökük
Hadi gel seni düşünürken dünyanın haline bakalım
İçinde ikimizin de geçtiği cümleler kurup
Turgut Uyar okuyalım

 

Canan Gürtunca Sanlı

CEMAL SÜREYA

‘’Şair bir tavırdır ve şiirinin de üstünde bir yerdedir.’’

        

Yalnızlığıyla arasında eller, gözlerle birden açılıverdi kapılar, yürüdü evrenin gizlerini arkaya alarak farklı, anlamlı, coşkulu duyguları herkesin belleğine serpiştirerek, yol boyunca dizelerinden izler bırakarak ince dokunuşlarla bu dünyadan hızlı adımlarla bir Cemal Süreya geçti.

İlk kitabıyla birlikte otuz yılda şiirle yoğrulan yaşamında 6 şiir kitabı olan, genelde az şiir yazmış gibi görünen ancak dolu dolu bir sanat yaşamı olan bir şairdir Cemal Süreya. Söylencelerden, destanlara, kutsal kitaplardan halk şiirine, divan şiirinden Fransız şiirine kadar tüm kaynakların yatağında, biçim ve kurgu ustalığıyla kendine özgü şiir yatağını yaratan öncü bir şair.

‘’... Kırmızı bir at soluğum /Yüzümün yanmasından anlıyorum/Yoksuluz gecelerimiz çok kısa/Dörtnala sevişmek lazım’’   diyen bir sevişme güzellemesinin mimarı bir şairlikle...

‘’Gizlidir aşk, yine de dünyaya ilan edilmek ister/Yasadışıdır, yine de yasallık peşindedir’’ diyen bir aşk şairliğini.

‘’Uzat saçlarını Frigya/Yarimsen, Yurdumsan/Söz ver Anadolu’’ diyen bir yurt sevgisini şairliğiyle bütünleştiren bir şairdir Cemal Süreya.

Şiirlerindeki en önemli izlek olan insan soyunun cinselliğinden, aşktan, kadından, insanlığın ve toplumun sorunlarına, acılarına, duyguların en yoğunu olan hüzne ve insanın en kaçınılmaz gerçekliği olan ölüme ‘’lacivert bir çıngıraktır ölüm’’ dizesi örneğinde olduğu gibi   ironiyle ve coşkuyla dolu bir şiir kuran İkinci Yeni’nin önemli bir şairi ve Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin kurucularındandır.

‘’Şair olmak şiiri kapsar, ama ondan öte bir şeydir...Şair bir tavırdır ve şiirinin de üstünde bir yerdedir’’diyen bir şairdir. Ve öyledir de kendisiyle ilgili değişikleri de kendine has biçemiyle değiştirir. Şiirlerinde fazlalıkları attığı gibi soyadında da aynı tavrı gösterir. Cemal Süreya’nın asıl adı, soyadı Cemalettin Seber’dir. Önce Cemal Süreya ile adını duyurur. Daha sonra da Süreyya’nın bir ‘y’ sini atarak, rahatlar. Bu soyad değişikliği ile ilgili türlü rivayetler vardır. Ancak Cemal Süreya ''Elma’’ (s.33) şiirinde bu rivayetlere son noktayı koymuştur.’’Elma’’ şiirinin son dizesinde ‘’...Adımın bir harfini atıyorum’’ der.

Şiiri aşkla, yaşamla, toplumun sorunlarıyla yoğuran öncü şair kimliğiyle, ‘’Dergiler edebiyatın laboratuvarıdır’’ diyen bir anlayışa sahip, dergicilikle iç içe olan bir edebiyatçı kimliğiyle, edebiyat sevgisiyle dolu bir çevirmen kimliğiyle, edebiyatı toplumsal görevleriyle ele alan bir düşünce adamı, ‘’Türkçe bilenin işi rast gider’’ diyen bir dil ustası,  ‘’Yabancı Dil’(s.316)şiirinde; ’’Beş dil biliyormuş ünlü kişi/Ünlü ve saygıdeğer/Bir de Türkçe öğrense’’ aydın kimliğiyle, Türkçeyi kullanmadaki titizliğiyle ’’Şiir dil işidir. Dilde yangınlar yaratmak sanatı’’ diyen dil sevdalısı olan Cemal Süreya değerli bir edebiyat adamı, öncü bir şairdir. Ceyhun Atuf Kansu güzel bir dizesinden Cemal Süreya’ya bir atıfta; ‘’Cemal Süreya ve Yunus Emre/Ne güzel yağıyorlar Türkçe’’ye, der.

İlk şiirlerini bir araya getirdiği kitabı ‘’Güvercin Kanadı’’ tamlamasından; baştan bir harf, sondan da iki hece atılınca ‘’Üvercinka’’ şeklini almış. Cemal Süreya ‘üvercinka’ sözcüğünü şöyle açıklar; ’’Üvercinka anılması güvercinle karışık bir ad. Bir kadın adı. Barışa, aşka, dayatmaya dönük bir kavram, Üvercinka’(s.59) İkinci yeninin sembolü olmuştur. ‘’...Lale’liden dünyaya doğru giden bir tramvaydayız/Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun/Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez/sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor/Bütün kara parçalarında/Afrika dahil’’ Şair sevgilisiyle çıktığı bu yolculukta güzergahı üzerindeki menzillere uğramadan doğruca dünyaya açılır. Şairin sevgilisine duyduğu aşkla birlikte, kadın bütün dünyaya açılmanın odağı olmuştur. Aşkını bütün dünyaya haykırır ‘’...Birçok çiçek adları gibi güzel/En tanınmış kırmızılarla açan/Bütün kara parçalarında/Afrika dahil” Aşkı ve tutkuyu simgeleyen kırmızı rengini dizesine yansıtır.

Cemal Süreya şiirlerinde yansıttığı cinsellikle yalnızlık ve umutsuzluktan sıyrılır gibidir sanki. ‘’San’’ (s.9) şiirinde; ‘’Kırmızı bir kuştur soluğum/Kumral göklerinde saçlarının/ Seni kucağıma alıyorum/Tarifsiz uzuyor bacakların’’ alışılmamış imgelerle değişik yeni görüntülerin ve duyguların oluşulmasını sağlayarak kumral saçlı, uzun bacaklı sevgilisiyle konuşur, ona aşkını farklı bir şekilde dile getirir ‘’... Kırmızı bir at oluyor soluğum/Yüzümün yansımasından anlıyorum/Yoksuluz gecelerimiz çok kısa/Dört nala sevişmek lazım.’’ Erotizim, Cemal Süreya şiirinin temel taşlarını oluşturur.

‘’Gül’’ (s.10,11) şiirinde daha farklı...kadına şefkatli bir üslup kullanır. Sevdiği kadını gül sembolüyle anlatır. ‘’... Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum/Her nasılsa sokağa düşmüş/Kolumu kanadımı kırıyorum/Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı/ ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene’’

Cemal Süreya Türk şiirine yeni bir söyleyiş tarzı getiren; ele aldığı hayat, aşk, umutsuzluk, yalnızlık, medeniyet gibi konuları geleneksel şiirden de mitolojik, tarihsel verilerden de yararlanarak alışılmamış bağdaştırmalarla kurgulayan şiirini alışılmışın dışında yaşama geçiren, ironik bir dili de şiirlerinde yer yer kullanan özgün bir şair. ‘’Dalga’’ (s.19,20) şiirinden bir örnekle; ‘’... İki gemiciynen Van Gogh’dan aşırılmış/Bir kadının yüzü kaçıyordu yetişemedim/Ben ömrümde aşk nedir bilmedim/ Süheyla’yı saymazsak ha ha ha.

 Ülkü Tamer bir dizesinde Cemal Süreya’ya gönderdiği bir atıfta; “Cemal;/Atlas Okyanus’unda Fırat’ın Salı/Zap suyunda Alp çiçeği” olan bir şair. Şiirlerinde özgünlükten ödün vermeyen, gerçek bir şiirin şairidir Cemal Süreya. İkinci Yeni akımının içinde yer almasına karşın, şiirinde konuşma dilini kullanmasıyla, İkinci Yeni şiirinden ayrı düşerek, İkinci Yeninin sert kurallarını yumuşatarak kendi akımını, kendine özgü şiir dilini yaratmıştır. Behçet Necatigil onun için; ‘’Buluşları ve söyleyiş biçimiyle İkinci Yeni şiirinin karanlığını giderdi: gelenekten yenilik yarattı; zarif, parıltılı şiirler yazdı’’ demiştir.

‘’Yazmam Daha Aşk Şiiri’’ (s.62,63) şiirinde; ‘’... Dünyanın en güzel kadını bu oydu/Saçlarını tarasa baştan başa Rumeli ...//Ne çok neresi mi elbet/Bütün duyarlılıklara ayarlı/Öpüşlerin türlüsünden elhamra’’ Rumeli ve elhamra sözcükleriyle anlatmak isteğini vurgular. Rumeli tarihin derinliklerinden kopan gelen göçlerle ilişkilidir. Balkanlardan milyonlarca insanın topraklarından ayrılışıdır. “Saçlarını tarasa baştan başa Rumelidir” Bir aşk olarak kalmıştır belleklerde. ‘Elhamra’ sözcüğü kırmızı-turuncu tonları arasına olan İspanya’da Granada tepesi yakınlarında bulunan muhteşem bir saraya göndermedir. Hikâyeye göre muhteşem bahçeleri olan ve sarayın en güzel avlusunda bulunan havuzun kenarında kral ziyaretçilerini ağırlarmış. Havuzun diğer kenarı ise haremmiş. Ziyaretçiler harem kadınlarının suya yansıyan güzelliklerini izlerlermiş. Zira o zamanlar kadınlara direk bakmak ayıpmış. Elhamra Sarayına gizlenir dizede anlatılmak istenen. Yine aşk ve erotizimi gizemli olarak dizelerine yansıtır Cemal Süreya.

Çocukluk yıllarında 6 yaşında annesini kaybeder. Annesini sadece bazı tavırlarıyla hatırlar. Bir söyleşisinde; “Belki beni edebiyata götüren birçok neden var ancak bir keskin neden ararsam, bunu annemde bulduğumu söyleyebilim’’der. Annesine olan bağlılığı, ona duyduğu gizli aşk şiirinde dizelerine yansır. Cemal Süreya her kadında annesini bulur, hayatındaki bütün kadınlarda annesi vardır. “Beni Öp Sonra Doğur Anne” şiirinde; ‘’... Kan görüyorum taş görüyorum/Bütün heykeller arasında/Karabasan ılık acemi/Uykusuzluğun sütlü inciri/kovanlara sızmıyor/Annem çok küçükken öldü/Beni öp sonra doğur beni’’. Çocukluğunun izlerini, içinde kalan sıkışık duyguları, anne özlemini şiirinde yaşamına geçirir.

Cemal Süreya’yı Ülkü Tamer şöyle tanımlar: “Tanrı bin birinci gece şairi yarattı, bin ikinci gece Cemal’i/Bin üçüncü gece şiir okudu Tanrı, başa döndü sonra, Kadını yeniden yarattı.”

Yakın arkadaşlarından Turgut Uyar’ın ve Edip Cansever’in erken yaşta ölümleri yalnızlık hissini, ölüm korkusunu güçlendirdir. ‘’Edip Cansever’’ adlı şiirinde; “Yeşil ipek gömleğinin yakası/Büyük zamana düşer/Her şeyin fazlası zararlıdır ya/Fazla şiirden öldü Edip Cansever’’ ironi bir dil kullanarak dizeleri aracılığıyla içini dökmüş.

Her koşulda gülümsemekten vaz geçmeyen, tutkulu ve aşk dünyasından 9 Ocak 1990’da şeker koması, akciğer ödemi, kalp yetmezliği tanısıyla yaşama veda eder. Ondan geriye ‘Sevda Sözleri’ kalır. ‘Üstü Kalsın’ “Ölüyorum Tanrım/ Bu da oldu işte /Her ölüm erken ölümdür/Biliyorum Tanrım/Ama ayrıca aldığın şu hayat/Fena değildir.../ Üstü kalsın’’ Ölmeden önce ironi bir dille yazmış olduğu bu şiir ölümü bile alaycı üslubuyla karşılar. Tanrı ile arasında bir anlaşma yapar gibi.

’Bir insan ne zaman ölür?’’ sorusuna Romalılar eski bir taş yazıtta şöyle yanıt vermişler.  ‘’Onu en son anan insan öldüğü zaman.’’ Anısına Saygıyla...   07.01. 2020 

Kaynaklar:
*Cemal Süreya, Üvercinka, Bütün Yapıtları, Şiirler, YKY
1.’Elma’, s.33
2.’Üvercinka’, s.59
3.’San,s.9
4.’Gül’, s.10,11
5.’Dalga’, s.19,20
6.’Yazmam Bir Daha Aşk Şiiri’, s.62,63
*Cemal Süreya, Sevda Sözleri, YKY
7.’Yabancı Dil’ s.316
8.’Beni Öp Sonra Doğur Anne’ s.84
9.’Edip Cansever’ s.204
10.’Üstü Kalsın’ s.299
*Kar Yazın Sanat Kültür Dergisi (Ocak, Şubat 2011) Dosya Konusu Cemal Süreya.

 
Füsun Uğur
MEVSİM GÜZELİ
 
dört mevsimdik güncenin köşesinde
bir güne sığdırmışız aşkı.
kış tutkunlarına, yaz kaçaklarına
ilkyaz kapısını aralar mı?
bir saatin sarkacında duyguyuz
kimiz, neredeyiz, savruluruz.
ilkçağ resimlerinden belirsiz,
terk edilmiş suçlarla zamansız.

aşk surete bürünse tanır mı?
biz olmayanla süslensek
giyerek, çözerek dize gelsek
geçmişten sır dökülsek
düşlerimizi sersek önüne
sevinir aldanır mı?
masalı başa, sözü boşa koşarak
korkuyu dilimizden boynumuza dolasak
bilinmeden sarıldığımız döşeklerde.
son yazsa mevsim güzeli
ılığında sıcağında uyanır mı?
bilincin ışıdığı yerde
 
Emine Çobanoğlu
ŞARKIMIZ
 
İşte başladı
Hayatım çalıyor
ilk dans ettiğimiz
O şarkı çalıyor
Seni delice sevdiğim o güzel günler
Anıların hatırına geri gel
Ne olur yalvarırım, yeniden yeniden
Alevlensin aşkımız dillere destan olsun
Tamam öyle olsun, gelmezsen gelme
Unuturum seni, bir umut tabi
Ama sen beni unutama
Her açtığın kapıda, her soluduğun havada


Her esen rüzgârda beni hatırla
Ama ağlama dayanamam 
Akmasın göz yaşların, boğulurum
Düşünmekten ağrımasın başın
Yüreğimde deprem olur fırtına kopar
Bir şey istedim hep yanımda ol
Güneşin doğuşundan batışına kadar
Beraber takip edelim,izleyelim
Gece gündüz dans edelim
Bizim şarkımızda yakamozlarda
Her notasında, sesinde, melodisinde
Sen ol yanımda hepsinde
Umarım bu son ayrılışımızdır
Şarkımız yeniden başlar bitse de
Ömrüm çaresizce yitip gitse de
Seni bekleyeceğim son nefesimde
 
Abdullah Şanal
CİNLERİN BATAKLIĞI
 

     Uykusuz, yarı mutlu gecelerde bulabildiğim ‘Kan Kalesi’, ‘Hayber Kalesi’, ‘Hz. Ali Devler Diyarında’ ve ‘Muhammet Hanefi Cenkleri’ türünden eserler, abartılı anlatılarıyla çocuk yazınımın birer parçası oldular. Bunlara ‘Mevlid’i, Hikâye-i Kesikbaş’ı, Battal Gazi’ yi, Güvercin Hikâyesi’ni de eklemeliyim. Bu kaçak okumaların tanımsız gizemine opera, operet, arya vs. olduklarını sonradan, üniversite yıllarımda, daha bilinçli öğreneceğim ayrıksı sesler de karıştı... “Köyde operanın işi ne?” demeyin. 1955’li yıllar. Ülke yoksul, üretim kıt, halk bilisiz; ‘eski köye yeni âdet getirmek’ zor ama, paraya kıyan babam uzak görüşlüymüş ki; o zamanlar az bulunan ve çok değerli sayılan, köyde ancak üç-beş eve nasılsa girebilen o, lambalı, külüstür radyolardan birini satın almış!..

    Küçük bir tahta valizi andıran bugün görmüş radyo da elimden kurtulamamış; kulağını burktukça, gece yarısıdır demeyip, bağıran ‘aryalar’ söyler olmuştu... Radyonun içindeki, dilini bilmediğim ‘cin’ ile ilerleyen ahbaplığımız, çizmeyi aşmış olacak ki, iki katlı evimizin üst katından mahalleyi zangırdattığımız kimi gecelerde, alt kattaki babam; “Elin gâvurlarını rahat bırak ulan gâvur oğlu gâvur! Yarın, dağdan tomruk gelecek, uyusana artık!” ...diye azarlar; sihirli kutumdan ayrılmaya kıyamayıp ters bir yanıt vermeye kalkışırsam da yatağının başucunda sakladığı uzunca bir sopayı, odamın tahta döşemesine, alttan, ilginç(!) sövgülerle “tak, takk, taak!” vururdu...

     İşin garibi ben bitirsem bile ‘konserimiz!’ bitmez, bu kez de anam; babamla çekişmeye başlardı benim yüzümden!.. İşte böyle düşe kalka büyürken, babama alıştım gitti. Olduğu gibi kabul etmeyi öğrenmiş, neşeli, şakacı, esprili kimliğimin bir kısmına yeniden dönmüştüm. Ahmet Ağa işkolikti, sinirliydi, ağır söylerdi ama, elini kaldırmazdı hiçbirimize... Neyi varsa dilindeydi!.. Korkutmayı, töre mi bellemişti ne? Sevgisini de saklardı, övgüsünü de…Tek bir kere, o da ben uyurken, güzel sözlerle yorganımı aralayıp bana sarıldığını hatırlarım. Oramı buramı mıncıklamış, öpüp koklamıştı da uyurluğa vurdurup ne güzel çıkarmıştım bu mucize anın tadını! Nasıl da mutluydum, anlatamam!...

     Kitaplarım çoğalmaya başlamıştı bu karmaşada. Mevlîd, Falaka, Sürmeli Bey, Billur Köşk, Eba Müslim Horasanî vb. bir film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden. Bunlara, sevgili dayılarımın verdiği ‘tarih kitapları’ da eklendi. Palabıyık yeniçerilerin, kavuklu sadrazamların, atlı sipahilerin, denizci leventlerin dünyalarına girdim. Kafam, karmaşık serüvenler ve sorularla doldu. Örneğin Hz. Ali, altında Düldül, elinde Zülfikâr ile binlerce düşmanın üstüne atılır, kâfirler kanlar içinde yere serilir -ya da imana gelir- di. Hz. Ali; yaralanmaz, en ufak bir sıyrık bile almazdı niyeyse (!). Din uğruna kitleleri cinayet işlemeye koşullandıran ve nitekim günümüzde, kitle kıyımları şeklinde gelişip sürdüğünü de gördüğümüz bu vb. eserlerin, çocuğu hangi çıkmazlara, korkulara, saptırımlara yönelttiğini ve barışı birlikte yaşama gerçekliğine ters düştüğünü geç anlayacaktım... (Menemen, Sivas, Hizbullah, PKK, Taliban, IŞID katliamları vb hatırlanırsa).

    Bu, Gullıver’in devlerini aratmayan gulyabanili, şeytan ve ecinni tayfalı eserler elimde, ocaktaki sönmüş çıranın ardından bastıran zifiri karanlıkta uyuyakalırdım. Böylesi gecelerden birinde, beni, tatlı, çekici bir sesin çağırarak uyandırdığını; yüksek pencereden başımı uzatıp belime dek sarkarak, ‘dibek döven cin taifesi’ ni merakla seyrettiğimi hatırlıyorum. Yirmi kadar irili ufaklı cin, uzun saplı tokmaklarla dibek dövüyor, çevrelerinde halka olup dönen bir kesimi ise –trencilik oynar gibi- ‘Düm tek, Düm tek. Çuh çuh Düm tek’ sesleriyle ritim tutarak, çalışanları kızıştırıyordu sanki! Çoğun, uzun külahlıydılar. Abdullah Dedemin evinden izlerken bir ara niyeyse ağlamaya başladığım, dedemin, beni telaşla kucaklayıp; suçlu oymuş gibi Gülizar Ninemi azarladığı ve dualar okuyarak içeri götürdüğü bu olay, Hüseyin Dedemin ahırı duldasında geçiyordu...Pencereyle, ahırın arası 20 metre kadardı. Sabah, ailecek inip gübreliği inceledik. İzi tozu bulunamadı cinlerin! Aradan yıllar geçti. Usumdan, en ufak ayrıntıları bile silinmemiş! Yanılsamadır diyelim, ama nasıl iştir bu?!...

     Çıralı ocak başında ‘Alamut Kalesi’ / ‘Hz. Ali Devler Diyarında’ gibi resimli kitaplara dalıp uyuyakalınca; ‘ne yangın tehlikeleri atlattı baba evimiz.’ demeyeceğim. Zaten ocağın bulunduğu sofa taşlık gibi, tabanı, dövülmüş samanlı çamurdan lök. Kenarda tek bir hasır. Divan, sedir hatırlamıyorum. Çıplak, kil sıvalı duvarlarından birinde Dünya Güzeli Fatma’nın (nereden bulunmuşsa!), bir de; “Veresiye veremem, ardın sıra gelemem /Gelirsem de bulamam, bulursam da alamam” yazılı, karmakarışık saçlarını adeta yolan perişan bir adamla, farelerin kol gezdiği, rafları bomboş bir bakkal dükkânı resmi...Babam, sonradan açacağı bakkal dükkânından önce bu resmi evimizin duvarına asıp nice düşler kurup bozdu kim bilir?

    Alaca şafakta dağlara vuran kütük tekerlekli kağnı seslerini, devlerin saldırısı sanarak sıçrayıp uyanmalarım. Merdiven altlarından, bulaşık suyu dökülen süprüntülüklerden, ahır gübreliklerinin yanından ve duldalıklardan geçerken -çarpılmayayım diye- ‘tuu, tuu, destur(!)’ deyişlerim, kırda-bayırda bazı ulu ağaçlara çaput-bez bağlayışlarım; kırsal kesim insanının batıl inançlarla beslenen alışkanlığı içinden yansıyan şeylerdi... Belki biraz Şamanisttim!..Takılıp kalmadım ama, köyümüzde hâlâ sürer bu eski Türk dininin izleri... 

    Yazdıkça anılar sökün ediyor. Anılar, çerilerle kuşatmış beni. Hangisini yeğlemeli? Hele biri var ki tam tamına Şamanlık!

    Harman hasat zamanıydı. Harman yerimiz de Cemeller Mezarlığı koyağındaki çayırlık. Rahmetli kara yağız, ince uzun boylu, sarı poşusu püsküllü Hüseyin Dedemle, üç geceyi, Cemeller Mezarlığı’nda geçirdiğimizi unutmadım. Belki benim, korkusuz birisi olarak yetişmemi hazırlıyordu. Belki düşmanı vardı da iz yitirmek için pusudaydı? Belki sivrisinek için önlemdi? Çok küçüğüm, çıkaramıyorum...Yanında o müthiş mavzeri vardı!

    Gündüz, döven sürülmüş; akşam olunca koşumlarından çözülen atlar, camız öküzleri köye yollanmıştı. Herkes gitmiş, ikimiz harmanda yatıya kalmıştık. Dedem, altı yüz metre kadar ötemizdeki Kocabağ’dan meyve (erik, kiraz, vişne) toplayıp geldi. Harmanın serenli taş kuyusundan su çekip soğuttuk. Yedik içtik, konuştuk. Uyku vakti gelince de mezarlığa bitişik dağ gibi harmanımızın çeçleri yerine, yatmak için mezarlığın ta ortasını seçtik! Üstelik, iki mezar arası boşluğuna değil; geniş bir tek mezarın üstüne serdi yörük kilimlerini dedem. Sebebini sorduğumda: “Biz misafiriz. Ortaya yatarsak, ölüler, biz değerli misafirlerini paylaşamaz; benim konuğumdu, senin misafirindi diye tartışıp huzursuz olurlar. Bunların ruhları böyle tartışırsa biz de rahat uyuyamayız. Sadece birinin evini seçer de Tanrı misafiri olursak mis gibi uyuruz, anladın mı küçük paşa!” demişti...

     Hey koca Türkmen beyi Hüseyin Ağa hey. Şaman mıydın ne? Evinde, çadırında, yaylağında   konuklara sofranı sebil ederdin. Soyadına lâyık destansı bir erendin, çokça üretir ve paylaşırdın soylu varsıllığını. Bana verdiğin dersi, karşı Çay Mezarlığı’ndaki (meşhur Leylekler Vadisi) leyleklerden öğrendim!.. Ölülerden korkulmazdı ve cesaret, bütün silahlardan üstündü!.. Yiğit dedem, sana nasıl benzemeli bu çağda?!....

    Babam; baktı, kızdı, söylendi ve gördü ki bende ‘rençper’ olacak göz yok. Beceriksizim, ‘zelve’ yi kırıyor, boyunduruk ‘kayışı’ nı köpeğe yediriyorum. Öküzleri de pek kolladığım yok. İkisi de cılız, bakımsız... ‘Bari oku da hafız ol başımın belası’ dedi... ve saldı hocaya!

    Meydan Mahallesi’nin, Bilal Kuyusu’na uzanan sokağındaki köy odası. İzbe, küf ve gübre kokan ahırdan bozma bir bodrum katı. Altmış kadar çocuğuz -ilkokulun yarısı demek bu- kız, erkek karışık oturmuş sallanıp duruyoruz. “Elif, be, cim, ha, dal, zel, ayın, gayın” ...

    Hocayla aram iyi değil. Nasrettin Hoca resimlerine benzeyen ve ama ona hiç benzemeyen sarsak, geğirtili, asık suratlı bir ihtiyar. İnce, uzun, şıvgın kiraz değneği başıma sıkça iniyor!.. İki gözüm iki çeşme...Nihayet, ‘Elemtere’ bitti. Hoca; helva, kaz ister. Nerden bulmalı? Tanrı’dan, bu hediye(!) leri bizimkiler hocaya sunmayınca; hocada beni okutacak hız, bizimkilerde ise gönderecek yüz kalmadı da çıktım cinlerin batağından.

 

ALLI TURNAM

“Nice bir beklersin gurbet illerde
Hiçbir bilir yok mu halinden turnam?”
                 (Pir Sultan Abdal)
 
insanım ya kardeşim ya dostum ya
promete’lerden kıvılcımım ya
var beni sen yine ağaç bil turnam.
süzül kon dalıma az konuşalım
yâre selam ilet tez kavuşalım
üç eti tanrısı üçüz göbek/tek yumruk
kıskanıp elbirliği mavi sürgünlerimi
bu taş çıkmazında koydular beni
taş çağı ordularıyla
küflenmiş yargılarıyla
zincirlediler beni bağlayıp ellerimi
işte gör turnam.
 
öldürümlere inat kök saldım taşlara da
direndim utkularda oldum bir acı badem
yoka saydılar onlar iflâh olmaz bellenen
acımız onurdandır, yaralıyım taşlardan
ayrılık arsız yosun gecesi yeşil,
bilmem öldürmeye fermanı mı var
gövdemi kanatır hal bilmez rezil
her yaprağım bir yangında vay kurban!
 
kayanın altı toprak
toprağın altı deniz
devinirim yekinirim boş durmam
can suyumdan kana kana iç turnam.
 
allı turnam bizim ile uçarsan
dağlar aşıp düzlüklerden geçersen
tanı ha düşmanı baltalarından,
sakın ellerine sen düşme turnam.
insan mısın, kardeş misin, can mısın
salarlar üstüne ordularını
sorarlar; katır mı/satır mı diye
derisini yüzüp nesîmî’lerin
pasına yüz sürüp said-i nursî’lerin
iplere çekerler pir sultan’ları
zavallı halkıma taşlatıp şeytanları (!)
destursuz bostanda gezerler turnam!
cadı fırtnası düzerler turnam
kanadını kırıp ezerler turnam...
 
turnam
düşlerime girmiş senin hayâlin
ötmüşsün bin nazla seher yeline
ve silkinip kız olmuşsun periden
taş çatlamış
ayağımız suya değmiş yeniden!
 
zeytin gözlerin gülsün, artık eyleme ağıt
çırpma kanadını yüzüme bakıp
çiçekler açar dalım
gövdemse kabuk bağlar
yörem yeşilırmaktır-troya atları’dır
katar katar bulutları uç turnam
düşmanın içinden sessiz geç turnam
kanadını nazlı nazlı aç turnam...
 
Güler Özçelik
BEKLE
 
geçiyor ömrümüz beklemekle
kimi yorgun kimi üzgün
düşmüşüz yollara
ayaklar nasırlı
farkında bile olmadan


günün telaşına
kapılıp gidiyoruz
arada neler unutuluyor
tanrıçaların peşine düşüp
er dişil
yalnızlığa sürgün olup
kıvranıyoruz uykularda
eğik düzlem üzerinde
 
Sabri Erik
KELEBEK KAYBOLDUĞUNDA
 
Bu kâinat ki bilirdim sonu yoktu hani
Bilirim ki sonu vardır her gün büyüyen
Dehlizler ki kapkara
Yarına umut dedikleri kadar
 
Her şey benziyor diğer şeye
Sana, bana, ona
Hücremde saklı kâinat ki
Her yıkık hayat orda bir define
 
Gördüm kelebeğin su içtiğini
Kırılan kırılıyor su bu ya
Kırığı batar sonra
Kelebek kaybolduğunda
 
Geçmiş şimdiki zamanda
Her gün yeni bir geçmiş yazılır ya
Çiçekler koşar mı ki arıya
Ben ağlayan gülü gördüm yanımda
 
Kalır kendine insan sonunda
Herkes kaybolduğunda sende
Sonra arı koybolur
Kelebeğin resmindeki suda
 
Mehmet BÜYÜKÇELİK
ÇEVİRİ ÜZERİNE NOTLAR
 

Dünya yazarlarının kitaplarının dilimize çevrilmesinin, edebiyat ve kültür alanımızdaki yeri son derece önemlidir. Tüm dillerin yeryüzü uygarlığında ortak bir emeği vardır. Gelişmiş toplumların yazılı değerlerinin başka ülkelere ulaştırılmasının önemi, çevirmenlerin yaptıkları işte oldukça bilgili olmalarını zorunlu kılıyor. 

Cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki “aydınlanma” çabasının dünya klasiklerinin dilimize çevrilmesiyle başlatıldığını ve Köy Enstitüleri ile köylerimize kadar ulaştırıldığını biliyoruz. 

Çevirinin, bir dilin başka bir dildeki anlamı olmaktan öte, kapsamlı bir içeriği olduğu anlaşılmalıdır. Öncelikle belirtmek gerekirse; çevirmen, yapıtın aslı ile çeviriyi okuyanlar arasında akılcı bir köprü olarak asıl metnin yazarından daha büyük bir çaba ve bilgi ile yola çıkmalıdır. Yoksa asıl metne de okuyucusuna da haksızlık etmiş olur. 

Çevrilen bir tümcede anlam, çok yönlü bir görünüm verebilir. Okurun işini kolaylaştırmak için, çevirmen anlamı “belirteç” bir sözcükle ortaya çıkarmalı; “asıl yazarın” söylemek istediğini yazmalıdır. Ancak, çevirmen politik iklime kapılmamalı, esas metne saygılı ve bağlı kalmalıdır. Ayrıca dilimizin yedi yüzyıl yaşadığı “yabancı sözcük işgalinden” kurtarılması çabalarına da uygun davranması büyük önem taşır. 

Çeşitli anlayışta çevirmenlere rastlanmıştır. Ancak en güzel ve doğru çeviriler, okuru yazara doğrudan götüren ve onu zorlayıp yabancı kalmasına neden olan değil; esas yazarın okura götürüldüğü, anlamı sıcaklaşan ve kolay sindirilen çeviriler olmuştur.  Başarılı çevirmen sanatsal bir üretkenlik sergiler. Oysa kötü bir çeviri, basit bir aracılık işinden öteye gitmez, yalınkat, sıradan ve anlaşılmazdır. 

Her toplum, kültürünü çevirilerle beslemiş, zenginleştirmiştir. Yeryüzü kültürü, uluslararası iletişimle gelişmektedir. İnsanlığın ulaştığı üst düzey bilgiler, böylece dünyaya yayılabilmektedir. Ancak Osmanlı döneminde imparatorluk anlayışından olacak, çeviri konusu yeterince önemsenmemiş, çağdaş uygarlığın gerisine düşülmüştür. Rum asıllı çevirmenlerin kendi öznel yorumlarıyla yaptıkları çeviriler ise toplumda ilgi görmemiştir. 

Çevrilecek bir yapıtın konusu iyice bilinmeden çeviri işine girişilmemelidir. Tıp, ekonomi, edebiyat ya da şiir gibi alanlarda yapılacak çeviriler özel bir dil ve bilgi gerektirir. Çeviride ilk gözetilen noktalardan biri de çevirinin sözcük esaslı değil, tümce ve metin esaslı olması gerektiğidir.  Çevirmen her iki dilin “dilbilgisini ve deyimlerini” iyi bilmelidir.

 

***                                           

Şiir çevirisi, her çevirmenin girişebileceği kadar kolay iş değildir. Şiirin önemli bir özelliği dilinin farklı oluşu yanında, yazıldığı dile bile çevrilemeyeceği ve ikinci kez yazılamayacağıdır. Öyleyse çevirmen ne yapacaktır? Ya şair olması ya da asıl şairi incelemiş iyi bir şairle iş birliği yapması gerekecektir.  

Şiir dilinde sözcükler anlamı iter, şaşırtır ve zorlarlar. Sözcükler asıl anlamında kullanılmayabilir. Üstelik, çok anlamlı (çağrışımlı) bir dizeyi çevirirken “belirgin anlama taşıma” kuralını işletmek de yetmez. Şiir, budanıp doku kaybına uğramış ya da sözcük artırımıyla bozulmuş olabilir. Diller arasındaki (demek istenen) yan ve yarım anlam benzerliği de söz konusu olabilir. Şiir, iyice aslından kopup çoraklaşır; ortaya başka bir şiir çıkmış olur.  Ayrıca esas şiirdeki sesler zorunlu olarak değişir, uyaklar kaybolur, ritim başkalaşır. Geriye fiziksel bir görünüm kalır. Düzyazıda bile yanlış yöntem sayılan sözcük sözcük çeviri ise hiç mi hiç düşünülemez. 

Çeşitli güçlüklere rağmen şiirler, başka dillere çevriliyor. Bazı çevirmenler uyak odaklı, bazıları anlam odaklı, bazıları da duygu odaklı çeviri yapmayı önde tutuyorlar. İyi bir şiir çevirisi öncelikle, sanki okuduğumuz dilde yazılmış gibi olabilmeli, o tadı vermelidir. (Sabahattin Eyüboğlu’nun Ö. Hayyam’dan uyaklı çevirileri örnektir.)  Yoksa çevrilmemeli, demek gerekiyor. Çevirmen şiirden ve şiir bilgisinden (poetika) uzaksa bu işe hiç girişmemeli; ya da yetkin bir şairle ortaklaşa çalışmalıdır. 

Manzume dilinde yazılan bir dönemin kolay şiirlerini çevirmek de kolaydı. Ancak gelişen edebiyat ve şiir dünyasında söz sanatları ile zenginleşen şiirlerin çevirisi kolay olamaz. Bu güçlüğü aşmak isteyen çevirmenlerin çeviri esasları bilgisi yanında poetik birikimi ve donanımlı olması gerekmektedir.                4 Ocak 2010

 
Cemal Karsavran
MAVİDİR DÜŞLERİM SENİNLE
 
gidişini düşünemiyorum
cam kırığı kalır gözlerimde
bulunmayan cevher oldun
sana çıkar tüm yollarım
 
ikrar ediyorum ateşlerdeyim
merkezimde dolanırsın yüreğimin
çiçek açar filiz verir
dikenleşir yeşermişlerim
 
sensizliğim durgunsu sulardır
imgelerim kaybolur
duman kaplar her yanı
boğulurum karanlığında
 
esir zamanların kıskacında kalırım
kelepçeler vurulur kalemime
dört yanım sarmaşık duvar
sıkılı kalır parmaklarım
 
mesken tutar gözlerin gözlerimi
masum akşamüstüdür bakışların
şiirlerim seni yazar kirpiğinle
mavidir düşlerim seninle
 
İsmail Esiner
İSTER İSEN SEN BİR DE BAŞKA TÜRLÜ DÜŞÜN BENİ
 
Sen kirpiklerin ile tuz toplayacaksan bu dünyada
Ağla ağla her zaman damlalarda görürüm seni
Rıhtımların içinde tuzlu mevsim kokusu gizli
İster isen sen bir de başka türlü düşün beni
 
Öpmelerin tadı tuzu kalmadı şimdi şimdi
Boşluklarla sevişmelerin adı özlemmiş şimdi
Kokusunu bir meltem rüzgârında saklamak neyin nesi
İster isen sen bir de başka türlü düşün beni
 
Oturdum liman kenarında düşünüyorum her şeyi
Bizim buralarda deniz yok dersin
Sen hiç denizsiz liman görmediysen bir de bana bak şimdi
Adım deniz soyadım liman oturuyorum kendimce
İster isen sen bir de başka türlü düşün beni
 
Sinem Kurban
KEFEN BEYAZI
 
Hangi tende bulurum seni
Hangi öpüş senin gibi
Her son bir başlangıçtır derdin


Gidişin çağ kapattı oysaki
 
Hangi dokunuş ısıtır içimi
Hangi tren buluşturur bizi
Gazellerde saklıyım derdin
Hangi şiirdesin şimdi
 
Hangi dudak sana ait
Hangi renkte bulurum seni
Beyaza hasretim derdin
Kefenin beyaz olduğunu yeni öğrendim
 
Hangi bahar geleceksin
Hangi çiçekte saklı bedenin
Ben bir tek senden gitmem derdin
Bazı gidişlerin dönüşleri olmuyor oysa ki
 
Esat Yavuztürk
KADININ GÜCÜ
      

Kadın haklarının eskiden beri nasıl gasp edildiğini birçok okur bilir. Olayın geçmişini ve gelişimini göz önüne getirirsek konuyu daha iyi anlayabiliriz. Tüm canlılar nesillerinin devamı için eşleşmek zorundadırlar. Bu canlılar arasında en akıllı ve en vahşisi olan insan da eşleşmek zorundaydı. İlkel dönemde de olsa hamile kalan dişinin avlanması, hatta kendini koruması bile zorlaşır. Doğumdan sonra da biricik yavrusunu korumak zorunda kalan dişi, fizikçe daha güçlü olan erkeğinin yardımına muhtaçtır. Bu yardımdan dolayı da bir minnet borcu olarak saygılı olması kendiliğinden oluşur. Eşine yardım eden erkek de, dolaylı olarak bir üstünlük duygusuna kapılarak egemenlik kurmuş. Bu girişten sonra geri dönüp ilkel dönemin oluşuna bir bakalım.

İlkel dönemdeki insanlar da diğer canlılar gibi sürüler halinde yaşarlarmış. O dönemde insanlar akıllarının ermediği doğal olaylar nedeniyle çeşitli tanrıların olduğunu kabul etmişler. Hatta yapma tanrılara da tapmaya başlamışlar. Dolayısıyla bu döneme çok tanrılı dönem deniyor. Zaman ilerledikçe insanlar kabileler halinde toplanıp, reis seçmişler (her sürüde olduğu gibi). Seçilen reis, genellikle güçlü olan erkekten olurmuş. Yerleşik düzene geçen insan topluluğunda, yönetim şekli de oluşmuş. İnsanlar gelişince böyle yapma tanrı olmaz demeye başlamışlar. Çok tanrılı dönemden sonra, tek tanrılı dönem başlamış.

Tek tanrılı dönemdeki din kurucuları (Peygamberler) aslında bir ahlak öğretmenidir. Dinsel yönetimde fiziksel güç yeterli olmayınca ruhlara el atarak inanç gücünü devreye sokup, “korku” kılıcını kullanmışlar. Bu tek tanrılı dinler döneminde de kadına eşitlik hakkı tanımamışlar. Kutsal kitaplarda yer göstererek, “Bu tanrı buyruğudur” diyerek baskı kurmuşlar.  Basit bir örnek; zina yapan erkeğe sade kınama cezası verilirken; kadına “Recim” (taşlanarak öldürme) uygulanmış. Ne yazık ki, bu haksızlık yüzyıllardır devam etmiş, halen de devam etmektedir. Kutsal buyruk olan “inancı” yozlaştırarak, beyinleri tutsak edip, özellikle kadınları kula kulluk ettirmişler. Bu durumdan yararlanan becerikli bazı yöneticiler (inançlı olsalar da) edindikleri mevki, servet ve özel çıkarları uğruna vicdanlarını çengele asıp, bir lokma fazlalık için her şeyi yapmışlar ve yapıyorlar.

Geçmişe bir nokta koyup günümüze bakalım. Böyle çıkarcı ve bozuk düzende evin erkeği her ne kadar maddi imkânı sağlasa da güncel işiyle meşgul olduğu için ki çocuğuyla anne kadar ilgilenemiyor. Çocuğu yetiştiren, yönlendiren genellikle anne oluyor. Anne bilinçliyse çocuk da bilinçli yetişiyor. Herkes bilir ki okuyup yazması olmayan anne de çocuğuna: “Yavrum, oku da adam ol” der, der ama fikirsel ve bilimsel bir katkıda bulunamaz. Çünkü kendinde yok ki çocuğuna da versin. Tekrar ediyorum. Aslında akıllı ve mantıklı anneleri gelenek, görenek deyip, ayrıca “inanç” şartlanması ile susturup; hatta kara çarşafa sokarak gönüllü tutsak yapıp, yaşamını kısıtlayıp, üretimden uzaklaştırıp, bir lokmaya muhtaç hale getirip, köle gibi hizmet etmeye zorluyorlar. Hatta zamanımızda bile “Çok çocuk doğur da kocana tutsak ol” diyenler bile var. Böyle saf ve temiz anneleri suçlamıyorum. Hanımları bu duruma getirenleri kınıyorum! Herkes bilir ki bir ülkenin kalkınması, gelişmesi ancak bilinçli ve kültürlü insanlarla sağlanır. İşte bunun için ki bilinç ve kültüre sahip çıkmak gerekiyor. Bu da ancak mevcut olan çarpık yönetime dur demekle olur.

Ülkenin nüfusunun yarıdan çoğunun kadın olduğu biliniyor. Değerli hanımlar, lütfen beni hoş karşılasın. Bu fedakâr anaların çoğu erozyona uğrayıp (susturulup), kişiliğini kaybedip, dünyalı olduğunun farkına bile varmadan ömrünü tüketiyor. Özlenen bilgi ve genel kültür öğrenimi evvela yuvada başlar; okullarda devam eder. Ne yazık ki, bizim okullarda ise genellikle öğrenim değil; ezbercilik ağırlıkta. “O da ayrı bir sorun?” Kanımca verimsiz çekişme ve yanıltıcı öğretilerden ziyade; beyinleri tutsak eden ‘yozlaşmış inanç çemberini’ kırıp, kişinin mantıksal yapısını özgürlüğe kavuşturduktan sonra beklenen gelişme olabilir. Bunun için de öncelikle kültürlü annelere ihtiyaç var. Annenin kültürlü olabilmesi için de tüm kızlarımızı okutup (gerekirse yasal olarak) kültürlü anneler yetiştirmeliyiz. İşte o zaman “Kadının Gücü” kendiliğinden ortaya çıkacaktır. O kültürlü ve korkuyu yenmiş anneler bir medeni insan olarak özgürlüğüne kavuşacak, çocuklarını da ‘çıkarcı yöneticilere rağmen’ kültürlü yetiştirecektir. Aydın olarak yetişen insanın önünü kimse kesemez. Gene tekrar ediyorum. Bir ülkeyi de ancak bilinçli, kültürlü ve aydın insanlar kalkındırır. Beklenen hakça bölüşüm de kendiliğinden gelir diye düşünüyorum. Öyleyse tüm kızlar okulaaaaa!...

 

Gökhan Gurbetoğlu

ELLEME YÜRÜYELİM BÖYLE

 

Aynı sözcükler sabaha da geceye de yetiyor

gözlerindeki çiçekleri görünce anlıyorum

başka sözcükler de olmalı

bilmediğim

duymadığım

bir başlasan konuşmaya

ağaçlar gibi özgür olacağız

göğe dokunmaktır aslında

sana dokunmak

üşüyorum çok sıcak.

 

Özlemi kandırıyorum örtünmüş imgelerle

denizin dalgası konuyor yüreğime sen değince

değince ellerin kağıdıma kalemime

ilham çöküyor hücrelerime

kırmızı bir gül oluyor gün

bilmediğim

duymadığım

bir açsam yaprak yaprak

söyleyeceğim sana gözyaşlarının adını

elleme yürüyelim böyle.

 

Böyle böyle alışacak dudaklarımız

eskiyen evlerin havasız kokusuna

 

Ümit Zeki Soyuduru

AŞKI SATIN ALAMAZSIN!

 

Ne yazarım ne derim bilmem nasıl ederim.

Kara Sevdalardayım sen gözlerime fersin!

Sakın kovma gönlünden nerelere giderim,

Sabahları olmayan her geceme sehersin!

 

Gönlünde açan gülün kokusunu özledim,

Aşkımın ateşini sevdan ile közledim,

Ben seni yıllar yılı yüreğimde gizledim,


Söyle ela gözlerin artık beni de görsün!

 

Tüm meylerin lezzeti dudağının harından,

Yüzünü gören güller kızardı şiarından.

Kışlarında üşüdüm hazlandım baharından,

Zamandır aşka çare belki bir gün seversin!

 

 Aşk-ı Hakiki ile yanmak isteyen kulum,

Her nereye yönelsem sana çıkıyor yolum.

Sevdanın özelini bir gün tadacak solum.

Mevla’ya giden yolda en değerli gühersin!

 

Aşkı satın alamaz hiç kimse parasıyla.

Gönül dağı geçilmez bu yürek yarasıyla,

Bilinen bilinmeze gideriz sırasıyla,

Hakikat bahçesinde buluşmaya ne dersin!

 Ankara- 25.03.2021

 

Filiz Kalkışım Çolak
AŞK ETKİSİ


Aşk, sürmelerinde bahara diplenmiş sızısıdır şafağın. Kucağına sancıdığı kumsalların göğsünden öptüğü ıslaklığıdır. Büluğ bir ışıyıştır, ahh ince bel tütüşünde salınan nefesin şulesidir. Buz mavisi derinliklerin gözesinden içer yalnızlığı. Masmavi şafakların kızaran uçlarından gelinciğin ürpertisine taşar. Ardında acıyı gördüğün rengin şeffaflığı hep kızıla çağlar. Cayır cayır kökleri yanarken o kırmızının en nadide rengini sunar yüreğinize. Kokusu derinlerden gelen bir tadımlık sarhoşluğudur yüreğin. Ah aşk…

Aşk, derinlerden duyulan kokusunda saklıdır gelinciğin. Bir tadımlık doyumsuzluğu ömre bağışlanmış sonsuz hakikatidir sevdanın. El değmemiş sabah güneşlerinin denizlere doğan sancısından alan o kokuyu bir kez almaya tatmaya görsün insan. Ömrünce o sızının gözesinde kaynar, uçsuz bucaksız denizlere kavuşma arzusuyla taşar, kendini aşar. Her kendini aşan hiçliğinde yeniden en başa, yeniden sevmelere döner. Kaç kez sever ki insan. Kaç sonsuza akar ki! Ah aşk… Aşk, insan eli değmeyen o canım ürpertinin renginde yakamozlara kanayan çırpınışıdır zerrenin, avuçlarınızda kalan gidişidir. Son bir iz bırakırcasına, yatışmış denizlerin dingin dalgalarına içini yakan güneşten damlayan fizahıdır. Ah el değmeye görsün, bir daha hiç titremez derinlere, susar sancısını. Çekirdeği sütlenen sabahların zarından kalkar çığlık çığlığa; kuşların göğsünden yağar, yağar da bir daha hiç titremez yüreğe. Güneş görür bir daha alır sevdayı renginden; çırılçıplak kalır diye bir daha titremez. Her göz kırpışınıza saklar yüreğinize dayanamadığı o anları, her göz kırpışınızda yeni yavrulayan serçelerin aşka sevdaya yeniden kanatlanışıyla titrer, için için yanan yüreğin kıpırtılarına. Sonra susar, ara ara gelir değer o canım kokusu ruhunuza. Bir şeyler çırpınır içinizde o an anlayamazsınız, dile getiremezsiniz ama bilirsiniz titrediğini, geldiğini aşkın eşiğinizden içeri baktığını. Bir an bakacak gibi olursunuz; göz göze gelmenin ürkekliğiyle kaçar değgilerinizden, delinir kirpiklerinizin şuranızda yumuşayan simsiyah dokunuşlarıyla. Kanar kan kırmızısı, kanar aşk. Ah aşk…

Aşk, gelinciğin çekirdeğinde filizlenen simsiyah epifitlerin titrekliğinde göğe filizlenen hayalidir sevdanın. Düştüğü yerden şafağın gerisin geri yana yakıla dönen çığlığıdır. Kan kırmızısı dudaklarında bir güzelin yanan ince belli nehirlerin sarhoşluğudur. Ahh aşk…

Aşk, lohusa güvercinlerin sabahında sütlenen ağzıdır yakamozların. Ay ışığında koşturan deli tayların rüzgâra kavuşma arzusuyla coşarak köpük köpük çağlayanların derin denizlere boşaldığı yanılgısıdır, düşüğüdür ana rahminde hasretlerin… Ah aşk…

 Aşk, titreyişlerini çoktan kokusunu bildiğin; açılışlarına, bir sana kapanışlarına kaptırdığın yalancı baharın çiçeğidir. Hep o çiçeği ararsın konduğun, tattığın, bütün polenlerin balında; o minicik tadı bir nefeslik ölümsüzlüğü ararsın. Bulamazsın bir daha o nefesi bulamazsın hiç. Artık o tat bulaşarak akar gider yeni başlangıçlara. Ve hiçbir başlangıç ilk günlü gibi o ilk nefesin titreyişi gibi başlamaz. Her çiçeğe bir parça bulaşmış eşsiz kokuyu tam anlamıyla hiçbirinde alamaz ve ölümsüz suyuna kavuşamazsın. Yaşanan ve biten bir sürü başlangıç yanı başında solarken sen yalnızlığına çekilirsin. Güneş başından aşağı, akşam ağlarken o haline gölgede karnına çekilen iki büklüm o halinde susarsın.

Ah aşk, sonsuz yalnızlığıdır insanın ve o an hiç başlamayan yeni bir başlangıç başlar. Yokluğunda seversin hayalde hasretiyle yana yana gelinciği. Renk vermeye başlar yalnızlığın derinleşen gölgelere. Yaralanır maviler ve en güzel tonunu almaya başlar derinliklerinden sevdanın. Olgunlaşan sızı bir zaman sonra yağmaya başlar dağlandığı kirpiklerin kıpırtısından. Düştüğü yerlerde bahar bahçe denizler yaratılır aşka. O açılan derinliklerin sızlayan denizlerinden öylesi bakar içinize içinize. Baktıkça için için yanar güneşe bağışlar mavilerinizi. Hep için için buğusunda tütsünler diye titreyişlerinize derinden. Sığlar kapanır derinleştikçe derinleşir çırpınışlar safir gölgeler. Diplerinde lazeha sürüleri yıkanır en diplerinde arınan şavkına.

Şavkında kamaşır, güneş kamaştıkça ışır yüzeylere. Üzerinden kalkan hayalin kanadında vurulur aşk. Anlarsın düşen her yaprağında gelinciğin sona biraz daha yaklaştığını. Ve kavuşmak için sona günahlarından bir bir arınman gerektiğini. Gelincik sonsuzluğun huşusunda o gün gelinceye değin yeniden yeşermeyi bekler, yeniden sevmeyi çekirdeğinde sütüyle. Hiç dokunmadığı hiç koklamadığı hiç yürek yüreğe coşmadığı sevdiğini, yaprakları ardında derinleşen o sonsuz gölgenin masmavi derinliğinde bekler. Sütünde dahi titrer; kimseler görmez, kimseler bilmez. Bir tek seven bilir. Artık her çiçeğe bir parça bulaşan o gerçeğin sırrındaki hikmeti bilmeden. Bu sebeple arayış sonsuzdur. Etkinin rengini kaybedip nur saçtığı gelinciğin ürpertisiyle…

 
Salih Sarısoy
KAPI
 
Kaç ele değdin
Kim bilir...
Kim bilir kaç dil
Selam verdi sana.
 
Ne sen anlatırsın
Ne de ben tanırım
Kimleri sakladın ardında
Heyecanları, telaşları
Belki hüzünleri karşıladın
Zamanında.
Belki de sevdiğini bekleyen gözler


Saklandı aralığında.
 
Sözler sözlere katılmıştır
Eminim,
Önünde de
Hepsi sendedir,
Sır diye sakladığın.
Hey kapı!
Anlat bir şeyler, susma...
 
Hadi de bari
Hiç mi selam söyleyen
Olmadı bugüne…
 
Ümit Acarer
ÜSTÜME SEN YAĞIYORSUN
 
 
Şimdi bütün gün üstüme sen yağıyorsun
İçime de kar
Ben bensizliğin tam ortasındayım
Sensizlik kadar.
 
Şimdi bütün gün üstüme sen yağıyorsun
Kirpiklerime de har
Sen bensizliğin tam ortasındasın
Bensizlik kadar.
 
Şimdi bütün gün üstüme sen yağıyorsun
Düşlerime de yar
Ben yalnızlığın tam ortasındayım
Yalnızlık kadar. 
 
Ömer Balbal
DEĞERLİ ŞİİR SARNICI YAZAR VE OKURLARI
 

16 Ocak 2000 yılında Van’da doğdum. İlk ve orta öğrenimimi Bursa Ahmet Uyar İlkokulu’nda lise öğrenimimi ise Ankara Tuzluçayır Anadolu Lisesi’nde tamamladım. Şu anda


Çukurova Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümünde eğitim görüyorum ve Ankara’da ikamet etmekteyim. Birçok kişi tarafından bir mühendisin veya bir bilim insanının şiire ilgisinin olamayacağı ve güzel şiir yazmak için yeterli eğitimin ve edebi akımların takibinde olması gerektiği düşünülür. Halbuki şiir sadece kelimelerin ahengi değildir. Yörüngeler, fizik kanunları, elektrik alanları, ailemizin kutlu öğütleri birer şiirdir. Kısacası şiir hayattır. Şiir maddi dünyada en insani perspektifi sunabilen ruhtur ve bu ruha sahip olmak için yeteneğe değil hevese ve gayrete ihtiyaç olduğunu düşünerek şiir yazmaya karar verdim. Kimisi için müzik, kimisi için film huzur kaynağıyken benim için şiir başta olmak bunların hepsidir. Önceleri sadece yazdım ama sonradan yazdığım şiirlerimi paylaşmaya karar verdim. Çünkü heves duyulan işler başarı getirir ve ilk adımlarımdan birisi de şiirlerimi Şiir Sarnıcı Dergisi’nde yayınlanması için başvurmak oldu. Umarım bu adım, şiire gönül veren her bireyin heveslerinin ve hayallerinin peşinden koşması için bir ilham ve cesaret kaynağı olur. Unutulmamalıdır ki hayatta ancak ve ancak cesurlar mutluluğu ve başarıyı en çok hak ederler. Mektubuma son vermeden önce Şiir Sarnıcı Dergisi’ne ve siz değerli okurlara teşekkürü bir borç bilirim. Şiirle kalın…              

 Ömer BALBAL

 Saygılarımla

Sevgili Ömer

Mektubun için teşekkür ederim. Bu yaşlarda yapılabilecek o kadar çok şey varken, şiire daha genel söylersek sanata eğilmen çok değerli bir çabadır. Kutluyorum seni. Mektubunda “Bir mühendisin veya bir bilim insanının şiire ilgisinin olamayacağı ve güzel şiir yazmak için yeterli eğitim ve edebi akımların takibinde olması gerektiği düşünülür” diyorsun. Bu düşünce kime aitse veya kim böyle düşünüyorsa baştan sona yanlış düşünüyor kanısındayım. Mühendis, düş gücü ve bilginin teknolojiye dönüştürülmesinde uzman olan kişidir. Tıpkı şair gibi. Şiir de bir mühendislik işidir. Adına dil mühendisliği de diyebiliriz. Mühendis, elde edebildiği tüm hareket türlerinden amacına göre kendine yarar en verimli hareket düzeneğini kuruyorsa şair de; dil, duygu ve bilgiyi kullanarak imgelemine uygun şiiri yazar.  Ben de bir makine mühendisi olarak bu tümceleri rahatlıkla kurabiliyorum. Şair, mühendis gibi toplam düş gücünü ve toplam bilgisini kullanarak şiir yazar. Sanat/şiir, insan birikiminin dışa vurulan toplam sonucu değil midir?

Şiir, zor bir sanat alanıdır ve gönül vermek ister. Ayrıca şiir yolculuğuna çıkacaksan sağlam gerekçelerin ve yeterince azığın (birikimin) olmalıdır. Her insanın içinde yatan “kendisini gerçekleştirme duygusu” veya salt “şiir yazma isteği” uzun bir şiir yolculuğu için yeterli değildir. Bu yüzden; sanat felsefesi, sanat psikolojisi, sanat sosyolojisi ve estetik bilimi konusuna eğilmen gerekir. Bunlara ilkeler bazında egemen olduğunda şiire yönelme gerekçeni kendine inandırabilirsin.  

Şiir; donanımsal, düşünsel, sezgisel, tasarımsal ve duygusal altyapı gerektirir. Bunların yanında yetenek ve farkındalık gerektirdiğini söylemeliyiz. Dil sanatları içinde gerçekten karmaşık, çok boyutlu bir sanat alanıdır. Olay, olgu, duygu, bilgi, kültür gibi somut, soyut her şey şiirin gerecidir. Öyleyse şairin; sınırsız bir bilgi evrenine, duygu yoğunluğuna, imgelem gücüne ve onu çözümleyecek, açıklayacak zihin gücüne sahip olması gerekir. Yani şair, gerçekten şiir yazmak istiyorum diyorsa değişik disiplinlere ilkeler bazında egemen olmalıdır. Kısaca, donanımlı olmalıdır.

Şiire gönül veren herkes, dil bilgisine ve şiir bilgisine yeterince eğilmelidir. Dili herkes kullanabilir ama şiir bilgisine sahip değilsen dili, şiire dönüştüremezsin. Şiirin de teknik ayrıntıları vardır; buna, genellikle söz sanatları deniyor. Şiirin kavram ve terimlerine yoğunlaşıp aralarındaki anlamsal bağıntıyı çözmelisin. Örneğin, imge ve alışılmamış bağdaştırma arasındaki ilişkiyi kafanda çözümlemelisin. Düşlediğini dizeye dökmek ve kurduğun dizenin nereye vardığını görmek, şiir ve dil bilincine bağlıdır.

Bitirirken, şiirlerin ve mektubunda gördüğüm bir konuyu anımsatma gereği duydum: Dilimiz özen isteyen bir konudur; şiir yazıyorsak daha da fazla dikkat gerektirir. Temiz dil diyelim buna. Yeni ve oturmuş sözcükler varken eski sözcükleri kullanmak dili ağırlaştırıyor kanısındayım. Örneğin “Manasız” yerine “anlamsız” demek daha yerindedir diye düşünüyorum. 25 Mart 2021

Şiir yolculuğuna hoş geldin. Yolun sevgi dolu olsun.  Şiirle güzelliklere… Şiir Sarnıcı adına Yaşar Özmen

 

KORKUYORUM


Baharın, sıcağa karşı serin esintisinde
Savruluyorum, Ankara’nın boğuk ve bozuk taşlarında
Soluk güneş, kızgın yollar, maskeli yüzler eşliğinde.

Bir dolmuş çığlığı hatırlatıyor varlığımı
Yalnızlığıma tek ortak
Eldeki buruk, bayat çay
Manasız kalabalıklar; karıncalı, kesik konuşmalar



Varoş ve züppe kokularını birbirine katmışlar.
Korkuyorum… Üşüyorum…
Alnımdan, gözümden dökülen yaşlara inat
Sönmemeli; harlanan aşk, heves, eda
Bu buzdan insanlar arasında.

 

YAZMAK

Kuru kuru da ağlayabilirmiş insan
Hiçbir yeri ıslatmadan, hiçbir ses çıkarmadan
yüreğindeki ateşe damlar gözyaşların
Söndükçe yok olur parçalar ruhundan
Bağıramazsın, isyan edemezsin
çaresi yok, dinmez acısı kusmadan
yapman gereken yazarak kusmak
ya da sönerek yazmak.

 

ÖLÜ SEVGİLİ

Bir zamanlar kalbimle gördüğüm sevgili,
Ne acıymış, gözlerle bakmak sana.
Duygusuz düşüncelere katmak seni
Bir fahişeye parasını vermek gibi.
Aşkın büyüsü bozuldu, duygusu dağıldı
İçilen rakı ıslatmıyor ruhun camlarını
aramaya, bulmaya, hatırlamaya kalksam seni
elimde kalan, boş ve acı bir yakarış
anladım artık; ölsem de yaşasam da fark etmez
Sevgin kopmuşsa kalbimden, ruhun bedenime bir daha gelmez.

 

 

 






























Hatice Altunay

Selami Karabulut

Esra Dökmen

Rıdvan Yıldız

Gamze Gürel

ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) ŞİİR KİTABI SEÇKİSİ

























































































































































Müslüm Kabadayı

‘FARKLI COĞRAFYALARDA ÜRETENLER’ YAYIMLANDI 

Yazar Müslüm Kabadayı’nın, yurtdışında yaşayan ve eğitim, bilim, sanat, edebiyat alanlarında başarılı çalışmalar yapan 20 Türkiyeliyle yaptığı söyleşi kitabı “Farklı


Coğrafyalarda Üretenler” Klaros Yayınları tarafından Mart 2021’de yayımlandı.

Çoğunluğu zorunlu nedenle yurtdışına giden Türkiyelilerden Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, İsviçre, Belçika, İsveç, Norveç, Rusya ve Avustralya’da tutunma mücadelesi veren yaratıcı-üretici 20 kişi, kitaptaki sıralamaya göre şunlardır: Şair-çevirmen Özkan Mert, yazar-çevirmen Fırat Ceweri, müzisyen Selahattin Yılmaz, yazılım mühendisi Aysima Karcaaltıncaba, masal bilimci ve eğitimci Yücel Feyzioğlu, şair-gazeteci Murat Altunöz, yazar-senarist Dursaliye Şahan, yazar Nimet Çetiner, şair-çevirmen Aytekin Karaçoban, gazeteci Doğan Özgüden, şair ve eğitimci İbrahim Eroğlu, yazar ve eğitimci Murat Tuncel, doktor ve şair İsmet Özer, ressam ve eğitimci Sabahattin Şen, gazeteci ve çevirmen Ahmed Arpad, yazar Muhittin Çoban, gazeteci ve yazar Özgür Topsakal, yazar ve ressam Muzaffer Oruçoğlu, yazar M. Hakkı Yazıcı, mineralog ve dilci Musa Güner.

İlk kez 1959’da İsveç’e giden Musa Güner’den 2017’de Norveç’e yerleşen Aysima Karcaaltıncaba’ya kadar yaklaşık 60 yıllık “göç(ert)me” olgusunun çok değişik boyutlarının, dramatik hikayelerinin dile getirildiği “Farklı Coğrafyalarda Üretenler”,  göç ve sürgün konusunda çalışma yapanlara oldukça zengin malzeme sunmaktadır. Ayrıca, öykülere, romanlara ve film senaryolarına dönüştürülecek olay ve durumlar anlatılmaktadır.

Yazar Müslüm Kabadayı, söyleşilerden hareketle “Nasıl ki tarihin değişik dönemlerinde Fergana Vadisi’ndeki, Sogdlardaki, Mezopotamya’daki, Fenikelilerdeki, Maya’daki gelişkin kültür ortamını o dönemin göçmen kavimlerinin kaynaşması gerçekleştirdiyse, geleceğin ortak yaşam kültürünü de yaratıcı-üretici göçmenler hayata geçirebilir.” tezini ileri sürmektedir. Ülke ve Dünya sorunlarına duyarlı okurun, geleceğin barış kültürünün nasıl oluşturulabileceğine dair dinamikleri de keşfedeceği bir kitaptır “Farklı Coğrafyalarda Üretenler.”

318 sayfalık kitap, Klaros Yayınları’nın röportaj-söyleşi türündeki ilk yayını olarak raflarda yerini aldı.

   

Ergül Yılmaz

AKROSTİŞ AFORİZMA

 

Kitabın adı ve içeriğinden de anlaşılacağı gibi Akrostiş, her dizenin ilk harfi yukarıdan aşağıya doğru okunduğunda ortaya bir söz çıkacak bir biçimde düzenlenmiş manzume, muvaşşah, tevşih biçiminde yazılmış bölüm


Aforizma TDK açısından ‘özdeyiş’ ya da ‘özlü söz’ şeklinde ifade edilmektedir.

Kim tarafından söylendiği bilinen kısa ve özlü sözler olarak dile getirmek mümkün.

Yazar ve Şair Ergül YILMAZ’ın üçüncü Kitabı olan Akrostiş Aforizma, Türkiye’de ilk olan farklı bir Kitap çalışması; Aforizmaları farklı bir bakış açısı ile dile getirmek için ilkleri deneyimlemiş ve Akrostiş formunda Aforizmaları bir kitap altında toplamıştır.  Örneğiniz yazının devamında da göreceksiniz. Keyifli okumalar dileriz

 

AFORİZMA

Aslında yapayalnızdır insanoğlu, doğarken hatırlamayız ölüm kapımızı çalarken anlarız.

Farkımızı belli edemeyişimizdendir, herkes bizi herkes gibi görür.

Olmayınca kırılıp dökülürüz, silkindiğimiz vakit oluruz aslında taşlar o zaman yerli yerine oturur.

Razıyım artık yapa yalnız o kocaman ıssızlığa.

İstikametini kaybedince her yol çıkmaz sokaktır.

Zaman zaman, zamana bırakırız her şeyi, zamanı gelmeyen zamanlara mahkûmuz aslında.

Menzile varmak için asla pes etmeyiniz, engelleri aşmalısınız, yılmadan yıkılmadan.

Amaç yaşamaksa, adam gibi dimdik onurlu yaşamaktır. Yoksa yaşamak değildir o; Amaçsız, yalanca ve kahpece.