YAYIMCIDAN
Sessiz sedasız bir yolculukla on
sekizinci sayıya ulaştı Şiir Sarnıcı (e-dergi). Ne bir yardım aldı şiirin
ustalarından ne destek aldı edebiyatın önde gelenlerinden ne de bir gazete
köşesine konu olup deşelendi sağı solu. Olsun, sessiz ve derinden hedefine
ilerleyen şirin bir yolculuk bizimkisi. Emeğin yem olmasını engellemek ve
yazınsal sanatları popülizmden uzak tutmak uğruna başlattığım bu yolculuk,
estetik biliminin verilerini ve sanatın temel değerlerini esas aldığı için çoğu
bilindik edebiyatçının aynı kulvarda kesişmesini engelledi. İsterdim ki
bilindik edebiyatçılarımız en azından şöyle bir kafasını kaldırıp bakmalıydı,
ne oluyor diye. Hak vermeliyim elbette, dergimizde maddiyat, popülarite,
taraftarlık gibi kavram ve türevleri barınacak yer bulamadığı için çoğunluğu
amatör dostlarla kendi kendimize yetiyoruz. Her ne olursa olsun amacı
aydınlanma, yolu aydınlık, estetik tavrı gelişkin, çevresine ışık yayma
yeteneği olan herkese kapımız açıktır. Biliyoruz ki ayakları sağlam yere basan
her dergi, bir gün olgunlaşıp edebiyat tarihine derin bir çentik attırmayı
başarır; bu, olağan bir sonuçtur. Yakınma, yakınlaşmayı değil uzaklaşmayı getirir.
Kimseye bir yararının olmadığının da ayırdındayım. Bu tür eleştirilerin,
edebiyat dünyamızda olması gerektiği gibi anlaşılmadığından doğuracağı sonucu
da kestirebiliyorum. Diğer taraftan olgu ve olayları açıkça belirtmek gerekir
ki içinde bulunduğumuz çağın sosyolojisini ve psikolojisini doğru okuyabilsin
edebiyat tarihçileri… Günümüz yazar-şairi de, edebiyat dünyasındaki görünmez
katı çizgileri belleklerine kazısınlar ki zamanı geldiğinde çıkarıp üstüne
hayıflanarak bir çizik atabilsinler.
Her ne kadar ideal bir dergi yayın
ortamı oluşturmaya çalışsam da zaman zaman sıkıntılarla karşılaşıyorum.
Okumanın yük algılandığı, yazı ve şiiriyle katkının ödün verme görüldüğü bir
anlayışın içinden geçiyoruz. Dahası ne, neden ve kim için sanat ürettiğini henüz
tanımlayamamış bir ortamla karşı karşıyayız. Sanatı, kazanç kapısına dönüştürme
çabasında olan büyük bir çoğunluk var. Bulunduğumuz yer neresi, varmak
istediğimiz yer neresi, bizim bu işin içinde işlevimiz ne; edebiyat dünyasında
henüz karmaşık duran, aydınlanmayı bekleyen sorular dizgesi… Aydınlandıkça,
kültür birikimi olgunlaştıkça, toplumsal bilinç kendi düzeyini buldukça bazı
taşlar yerine oturacaktır elbet. Bugün sabırlı olmak zorundayız. Çağı, insan
odaklı okuyan bir kuşak geliyor; benim rahatlığım bundan kaynaklanıyor.
Eleştiriden kaçınmayışım, derginin okunup okunmaması kaygısından uzak duruşum,
çekinmeden olayları açıkça belirtmem; bir yerlere ya da bir şeylere bağımlı
olmadığımdandır. Derginin maddi yanıyla ilgili sıkıntım olsaydı ya da bir öğretinin
kurgu sarmalında olsaydım yukarıdaki tümceleri kurabilmem olası mıydı? Tabii ki
deli cesareti değil benimkisi. Cesaret, bilgiden doğar veya doğru iş yaptığına
inanmış olmaktan. Ayırdındayım bu tür yazılar; sıkıcıdır, bazılarının canını
sıkarken bazılarını, duygularına rehberlik ettiği için sevindirir. Her ne
olursa olsun, bu sayıdan sonra dergimde yakınmaya, eleştiriye ve sızlanmaya
dönük tümceler çok elzem olmadıkça kaleme almayacağım; en azından dergi giriş
yazısında şık durmuyor. Ne var ki herkesin görüp dile getirmediği sosyolojik
durumu da gözler önüne sermek gerekir, eğer dürüst iş yapacaksak; daha doğrusu
yaltaklık kavramını, bu ortamdan söküp atacaksak. En doğru tutum, kendi işini
olması gerektiği gibi yapmaktır. Ötesi, bizim ve bireyin yönlendiremeyeceği
konulardır. Bireysel bilinç, özel durumlar dışında toplumsal bilincin çok
uzağında olmaz. Bu yüzden eleştirirken de, yakınırken de kefenin diğer gözüne
kendimizi de koymamız gerekir.
Dostlar, yeni bir çağ başladı ve
gereklerini, siz isteseniz de istemeseniz de harfi harfine uygulatıyor. Sayısal
uygulamalar, yapay zekâ ve öğrenen makinalar gibi sayısız teknik içeren bir
bilgi kullanımı son hızla ilerliyor… Yapay zekâ, içinde olmayanlar için
tasavvur edilemeyecek kadar değişik ve karmaşık bir dünya… Bilgisayarlar, sizin
izin verdiğiniz sınırlar içinde işlem yaparken yapay zekâ bu sınırların dışına
taşıp aşamaları öğrenen ve kendiliğinden işlem yapabilen hızlı bir tekniktir.
Çok alana el atabilecek gizilgüce sahip bir bilgi kullanım yöntemidir bu. Dünya
genelindeki internette yayımı olan tüm bilgileri tarayıp verileri önünüze
anında koyabilecek kadar hızlı. Şu anda okuduğunuz dergi, blok ortamında yüz
dört dilde okunabiliyor. Bu konu, yapay zekâ alanına girmese bile çok basit bir
uygulama ve bunun gibi binlerce kolaylık sağlayan şanslı bir çağdayız. Sanatın
ortak değerlerinde buluşmamıza engel değil, kolaylık sağlayan pek çok görüngü
önümüzde yaşanmayı bekliyor. Şiir yazabilen, ressamdan daha iyi çizim
yapabilen, oyun yazabilen hatta bunları oynayıp görüntüleyebilen bir teknikle
karşı karşıyayız. Her ne kadar sanat tanımına uymasa da “Sayısal Sanatlar” diye
isimlendirebileceğimiz yeni bir sanat alanı geliyor… Bizler, bugün bile “Dergi
basılı mı olsun sayısal mı olsun” tartışması içindeyiz. Tepemize indirilmek
üzere olan bir balyozun altında uyur uyanık sayıklıyoruz. Bizi etkisi altına
almış eski söylencelerin kapsama alanından kurtulmak gerek… Yeni bir bakışa,
yeni bir dünya akışına doğru yol almak için gecikiyoruz. Hâlâ şiiri, şiir
tanımlanamaz gibi bir mantığa hapsederken çağ almış başını gidiyor, makinalar
şiir yazabiliyor, resim çizebiliyor… Şöyle tekniğin gelişim ve dönüşüm hızını
düşündükçe, edebiyat fakültelerinde işlenen konu ve kapsamlarının, şiir
hakkındaki ahkâmların; geçerliliğini yitirdiğini görür gibi oluyorum, umarım
yanılırım.
Eleştiri, edebiyat dünyasında önemli bir
konudur. Kişisel yorumlar da aynı değerdedir. Özellikle gelişim ve dönüşüm için
çok değerlidir. Ne var ki eleştiriden toplum olarak anladığımız şey, övgü ya da
yergiden ibarettir. Çoğu denememde belirtmişimdir; eleştiri en ucuz ve en
değerli eğitim yöntemidir. Ayrıca en hızlı bilgi aktarım biçimidir. Pek çok adı
belli kişi, biliyor ki her önüne geleni eleştirirse kolay erişebilirliğe alan
açacak. Gözden kaçan bir şey var; deneyim ve bilginizi ne kadar kendinize,
maddiyat uğruna ya da uygun makamlara saklarsanız, işte o kadar edebiyattın
sanat yönünden uzaktasınız demektir. Deneyimlediğim için yazıyorum, ayrıca
edebiyat tarihine geçsin diye özellikle belirtiyorum: Şiir Sarnıcı (e-dergi)
18. Sayıya ulaştı. Şiir hakkında büyük laflar eden, bienallerde ve uluslararası
ortamlarda şiiri temsil eden şairlerin; dergi hakkında bir yorumunu, sözünü
duymadım, e-postalarına gönderiliyor olmasına karşın. Hatta okuduğunu belirtir
bir notunu… Acaba bunlar; neyi, niye temsil ettikleri konusunda kendilerini
sorguluyorlar mı? Kaldı ki Şiir Sarnıcı, magazinsel ve sıradan bilgilerin
aktarıldığı bir yayın ortamı değil. Bu nasıl bir duyarsızlıktır bilmiyorum ama
sanırım sosyolojik olarak okunması gereken, üzerinde ayrıntılı çalışılması
gereken önemli bir görüngüyle karşı karşıyayız. Ayrılmışlık, bölünmüşlük, ego
bir yana ama sanatın ortak değerlerinin vurgulanmaya çalışıldığı bir ortamda
buluşmak zor olmasa gerek. Tabii ki derdimiz sanatsa!? Elbette bu; şiirden,
edebiyattan ve sanattan ne anladığımızla, neyi amaçladığımızla ilgili bir
durumdur. Sanırım bu konuyla ilgili kendi düşüncemi iletmekte sakınca yoktur:
‘Sanatın ortak değerlerinde buluşmak için şairi-yazarı-çizeri-oyuncusu olarak
yeterince olgunlaşamadık…’
Estetik tavır geliştirmeye dönük çabam
dışında, ne okurun düşüncesini değiştirmek ne bana dikte edilmiş bir öğretinin
saçaklarına okuru iliştirmek ne de görünür olmak için makam mevki ele
geçirmektir derdim. Bir sanat tutkusudur benimkisi, belki de salt yaşanırlığı
diri tutmak için… Yazmak, yazdıklarının bir yerlere dokunmasını bilmek, hiç
görmediğiniz yaşamların içinde düşlerine ait olan bir duygudaş yaratmak ne
büyük keyiftir, duyabilir misiniz? 2019’dan beri Şiir Sarnıcı yayımlanmaktadır;
geçen bu sürede gördüm ki edebiyat dünyası gerçekten yoz bir alan.
Evcilleşmesine acilen gereksinim vardır. Hak verirsiniz vermezsiniz ama bu
benim saptamamdır. Yozlaşmış bir bilincin gelişmiş bir edebiyat dünyası
olamayacağını bilecek kadar ortamı hassas bir tartıya çekebiliriz elbet. Böyle
bir bilgi ortamında bu kadar sığ bilgilere yaslanan bir ülke koşullarına
bağımlı olmak kabul edilebilir değil gerçekten… Siyasetten sanata kadar her
alanda tersine işleyen bir gerçekliğin farkına varmamak, uyuyor olmakla eşdeğer
geliyor bana… Bugün elimizi attığımız her bir yerden çapanoğlu çıkıyor, ilginç
değil mi? Evrensel insana doğru uzanan bir yolculuk, sözde iyi ahlâklı kula
doğru adım adım tersinden ilerliyor. Şaşırdık mı? Hayır. Aynı oyun yarım asır
önce de sahneye konmuştu. Aynı oyunda ayrı bir dünya kurgusunu beklemek, ütopik
bir özlemdir; zaten tersi, fizik kurallarına aykırı… Dileyelim ki bu bilgi
dünyasında gerçeği ve gerçekliğin ne olduğunu tez zamanda anlayıp önlem
alırız…
Dergi olarak amacımız; sanatı sanat
değerlerine, sanatçının sanatçı etiğine uygun bir yazın ortamı oluşturmaktır.
Hem kişisel hem de ekip olarak hiçbir çıkar gözetmeksizin bu iş için zaman ve
emek harcıyoruz. Şiir efsanelerinden, yapay retoriklerden ve uydurulmuş sanat
öykülerinden uzak, nesnel ölçütlere dayalı sensiz bensiz bir yazın yayın
ortamı… Ekibimize katılmak ve katkı vermek isteyen herkesin, çağdaş değerlere
sahip olduğu ve ürünü sanat değerlerini taşıdığı sürece dergimizde yeri vardır.
Çalakalem ürünlerle de dergiye yük yapmanın anlamı yoktur. Yazın yaşamında bana
göre gözetilmesi gereken en önemli ölçüt, okura saygı duymak ve içeriği boş
metinlerle okurun zaman kaybına neden olmamaktır.
Yeterince metin ve şiir geliyor
dergimize yayımlanmak üzere. Okunurluk durumuna sözüm yoktur. Derginin ücretsiz
olmasını yadırgayan bazı esnaf dostlar olmasına karşın bu yolculuğa çıktık ki
sonuna kadar sürdüreceğiz; elbet çağımızda edebiyatın kolay ulaşılabilir bir
şey olduğunu bir gün kabullenecek herkes. E-Dergi (Sayısal Dergi) isimli
denememde şöyle demiştim: Sayısal yayınlar, “Edebiyatı tüccarın elinden
kurtarmaya adaydır.”
Ne zaman ve nerede olursak olalım her düşülen yol gelişim ve dönüşüm için bir başlangıçtır.
Estetik tavrın gelişimine az da olsa bir katkımız olursa ne mutlu bize…
Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın, edebiyata ve
dünyaya ayrıksı bir bakış açısı vardır. Alışıldık şair-yazar-sanatçı
ritüellerinden, söylem ve moda çıkarımlarından uzak; ayrıksılığı, yaratıcılığı,
gelecek olgularını, bilimi ve tekniği önceleyen bir bakış bu… Ne var ki böyle
bir hedef koymakla iş bitmiyor; yazar-şair ve toplum bilincinin de bu ortama
hazır olması gerekiyor. Bilgi, çok hızlı çoğalıyor ve yayılıyor. Çok zaman
beklemek zorunda değiliz; sağlıklı bir sanat-yazın ortamının kurulması için…
Dileriz ki etik ve felsefesine uygun bir yazın-sanat ortamı kurmayı en kısa
sürede başarırız…
Mutlu ve esenlikli günlerde okumak, okunmak
dileğiyle…
(1) Ç. Türk Dili Dergisi Nisan 2022, Sayı 410’da yayımlanmıştır.
Mehmet Rayman
KAMÇI SESİ
yağmuru
gördüm yolda
büyük bir
hızla geçti yanımdan
acaba kime
kızgındı böyle
anasının
eteğini çekiştiren çocuklar
hep sakınıyor
yüzünü
renklerin
üstüne yatan adamın
kirlendiğini
söylemek boşuna
en yakın
dokunuşlar bile
hep içkin
davranıyor türkülere
göğsüme
vurmuş çakıl suları
ondan her
tarafım yara
nereden
karıştım bu nehire
onu hiç
bilmiyorum hayatta
dağın ucundan
kestiğim meşe
elimdeki kazmamın
sapı
kaburga
kemiklerim çatlamış iyice
toprağını
tepiyor kör köstü
anasından
emdiği süt tutuyor
hep çıkışıyor
babasına
çıtır çıtır
kırılan dalları sokmuş suya
bu
dalgınlığın içinde büyütmüş
yedeğimdeki
gökyüzünü
atımızı
saldık yılkıya
akşam olunca
tekme atıyor
ahırın
kapısına
kenger sakızı
dikenlerin
iç evresi
lacivert kirpikler bütünleme
gölgesini
yadırgıyor dikili taşlar
soğumuş bir
ölüme göçüyoruz
sayıkladığımız
yanıtlar soruların içinde
gün kaldıran
kuşların
yuvası boş hâlâ
acımız
sokaktan geçiyor
boşluğuna
tutunmuş çiçek tozu
oradan
döllüyor hayatın suyunu
herkes birini
yansıtacak karşı duvara
kamçı sesine
dönüyor arabanın tekeri
Hikmet Dönmez
AFRODİT
Teslimiyet kol geziyor
Kentin meydanlarında
Bu benim aklım değil
Sessiz kalabalıkların aklı
Söyle bana Afrodit
Bugün bulutlar neden ağlamaklı
Ben hiç ağlamadım ki
Aklımdan bile geçmedi ağlamak
Söyle o zaman
Topraklar neden ıslak
Tutsaklığımızı silip aklımızdan
Ne olur ha deyince kurtulsak
Bak yemişler dalında olgunlaşmış
Kulakları burulmak ister
Zeytinler inadına yeşil
Aşk diyorum Afrodit’im aşk
Varım diyorsan aşka
Yüzünü göster
Canan Gürtunca Sanlı
DURMUŞ TAŞDEMİR ŞİİRİNİN DİLİYLE…
Edebiyat ve şiir dünyasında çalışmalarıyla var olan, Acemi
Şair, (Dikili Ekin Yayınevi, 2001)
Yaban Armudu, (Nisan 2013, Kanguru Yayınları), Beni
Topla Anılardan, (Kasım 2019, Artshop Yayınları) isimli şiir
kitaplarıyla yolunu aydınlatmaya devam eden şair Durmuş Taşdemir; edebiyat ve
şiir dünyasını selamlayarak şiirden, edebiyattan payını almış bireylerle
buluşuyor, söyleşiyor.
Bizim Ece, Kadı Burhanettin’den Günümüze Hukukçu Şairler,
İzmir Karşıyaka Sevgi Şairleri Antolojisi, İç’ten Şiir
Seçkisinde yer alan Taşdemir; değerli bir insan, değerli bir Cumhuriyet
Savcısı, şiir işçiliğinden asla
vazgeçmeyen üretken bir şair.
Durmuş Taşdemir, Niğde’nin Altunhisar ilçesi Yeşilyurt kasabasında
doğdu. İlkokulu Yeşilyurt kasabasında, ortaöğrenimini devlet parasız yatılı
okul öğrencisi olarak; Bor, Bandırma ve Balıkesir’de okudu. 1987’de Ankara
Hukuk Fakültesini bitirdi. Halen Cumhuriyet Savcısı olarak görev yapmaktadır.
Şiir ile tanışması,
arkadaşlığı ilkokul yıllarında başlar. Bu yıllarda ilk şiirleri “Çocuk ve Yuva” dergisinde yayımlanır. Lise yıllarında şiir
okuma yarışmasında kendi yazdığı “Mustafa
Kemal’in İzinden” isimli şiiri
ile birincilik, turizm konulu kompozisyon yarışmasında birincilik, kitap
okumanın önemini konu alan kompozisyon yarışmasında ikincilik ödülleri
almıştır.
Durmuş Taşdemir, Karşıyaka Belediyesi Veysel Çolak Şiir
Atölyesinde tanımış olduğum, önce insan sonra şairdir. Alçak gönüllü, insani
davranışlarıyla çevresinde çok sevilen sayılan bir dosttur, arkadaştır. İnsani
duruşu, alçak gönüllü oluşu şair duruşuna, şiirlerine de yansıyor Taşdemir’in.
Şiir dilini; yalın, duygusal yoğunlukla içselleştiren şair, herkesin
duygularına tercüman olan işlerlikte lirik şiirlerini okurlarla buluşturuyor.
Genellikle ben adılıyla yazdığı şiirlerini bireysellikten toplumsallığa akan
bir işleyişle kurguluyor. Kimi de yaşamın içinden ele aldığı nesneleri şiirin
götürdüğü yerde imliyor.
Sessizliği ile sarmaş dolaş bir yaban armudunu kişiselleştirerek
şiirin büyüsüne katıyor. “Pır pır eder rüzgâra karşı/ Badem yeşili yaprakları/
Söyleşirler uğultuyla” (Yaban
Armudu, “Yaban Armudu” s.8)
Yaşamdan, insandan, doğadan esinlendiği şiiri eşzamanlı olaylar
eşliğinde sanki bir filmin karelerinde görüntüler. Şiir diline, şiir sanatına
özen gösteren duyarlı şair duruşuyla...
Yıllardır kovaladığı şiiri “haylaz
çocuk” benzetmesiyle kişiselleştirir. “Ben acemi şair/ delicesine şiir tutkunu/
Yıllardır kovalıyorum haylaz çocuğu”
‘Kimi zaman kuşlarla kanat çırparken, kimi zaman simitçinin yanık sesinde, kimi
mağdurun öfkesinde, kimi gün batımında, kimi anasının şefkatinde, kimi dostunun
sıcaklığında, kimi zamanda acıda, sevinçte’ karşılaşır, yakalar, kaçırır. Ancak
pes etmez, şiirin kanatlarına tutunur daima. “Hiçbir zaman benim olmadı şiir/ Delicesine şiir tutkunuyum/ Ben acemi
şair” (Yaban Armudu, Acemi Şair,s.25)
İnsani sıkıntılarını da şiirlere yansıtan şair, zaman zaman
mesleğinde yaşadığı açmazlarda bir ikilem yaşar. Sözcüklere sığınır, içini
döker mısralara yalın, samimi bir dille, ben adılıyla. ”Gündüzleri savcıyım/ Geceleri
şair/ Gündüzleri başkalarını sorgularım/ Geceleri kendimi” (Yaban Armudu, İkilem s.28)
Vefalı, duyarlı yüreği; şiire adlarını altın harflerle yazdıran
şairlere değer bu defa da. Onları şiirinde anımsar, anıştırır. Nazım Hikmet’i
mavi mavi ışığıyla şiirin doruğuna yerleştirir. Kır çiçekleriyle Cahit Külebi’yi
özdeşleştirir. Kasırga benzetmesiyle Necip Fazıl Kısakürek’e gönderir okuru.
Deli, coşkun ırmağa benzetir Hasan Hüseyin Korkmaz’ı. Göğsünde nice isyanları
barındıran Ahmet Arif’i anıştırır. Geçmişi ve doğayı şiir ve müzikle dokuyan
Yahya Kemal’e güzelleme yapar. Yalnızlığıyla erişilmez güzelliklerde hülyalara
dalan Ahmet Haşim’i anar. Otuz beşinde yaşamını sorgulayan, ölümüyle söyleşen
Cahit Sıtkı Tarancı’ya gönderme yapar. Kucağında şiiriyle hayran çocuk olarak
tanımlar Orhan Veli’yi. Kentin ışıklarını herkesin içinde yakan Attila İlhan’ı,
Türkçenin eleğinden süzülen pırıl pırıl dizeleriyle Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı
anarken “Daha niceleri var/ Aşkı, yaşamı, insanı dert eden/ Bense cılız bir
dere/ Yangınıyla yatağını kurutan”
(Yaban Armudu, Şairler Geçidi, s.54) şiirsel tümcelerle duygularını yaşama
aktarır.
Yaşanmışlıklara, anılara önem veren şair, şiirlerini bu
duyarlılıkla işlemeye devam eder. Dağılan anılarını yaşadığı şehirlerden,
mekânlardan, yaşamın içinden, ilişkili olan her yerden toplamaya, onları
biriktirmeye özen gösterir, duygularını
dizelerde çoğaltır. “gölge gibi değil ışık gibi de değil/ yanık bir türkü gibi
geçtiğim/şehirlere gidiyorsun/dağılan anılarımı toplamaya// sokaklarında
dolaşırken/ kaşık bardak sesini duyardım evlerden/ yitirilmiş sıcaklığın
özlemiyle/ solgun yatılılık yıllarında/sürgünü yüreğimin” yalın bir
dille değişmeceli anlatımla yaşanmış öyküsünü,
anlamı kendinde çok değerli yıllarını,
çocukluktan, gençlikten bu yana derinlerde kalmış izleri dizelere
yansıtır. Anılarına gönderme yapan şair; ne ışık ne de gölge görür kendini. Yanık
bir türkü olarak tanımlar, mütevazı kişiliğinin verdiği anlayışıyla, geçmişte
yaşadığı yıllarda toplumsal, bireysel olayların izlerini duyarlı yüreğiyle
içselleştirerek yaşama aktarır. “İsyanlarımı topla ki hâlâ ayakta/
sorularımı, sorgulamalarımı topla/ burkulmalarımı kırılmalarımı/umutlarımı
direncimi topla/ Beni topla anılardan.”(Beni Topla Anılardan, Beni Topla Anılardan, s.6)
Kişisel sorunlarını, yaşam özgürlüklerini içinde halleder dimdik
duruşu, sağlam yüreğiyle, dışarıdan, içerden gelen etkilerden arınarak,
zincirlerinden çözülerek, ruhunu özgür kılar.
‘Ada’ motifini imleyerek, ben
adılıyla dizelerini anlamsal boyuta taşır. “O günden sonra ada olmaya karar verdim/
hiçbir karaya bağlanmamaya/yaşatmaya vahşi ormanımda/ tazeliğin yayan otları/
rengini saçan çiçekleri/ yalçın kayalıklarda” yaşamın içinde yaşanan
olumsuzluklardan etkilenip üzülse de, bazı olaylar kendini kötü hissettirse de,
anlaşılamamanın sıkıntılarını yaşasa da; yine yaşamın güzel taraflarıyla
umutlanır. “Soğuk vurdu ayaza kestim/fırtınada kırıldı dalım, budağım/ sustum
karardım/ çılgın baharlara uyandım.” Temiz Türkçeyle yalın anlatımla
sözcüklere imgesel anlam yükleyerek ‘çılgın
baharlara’ uyanır, yaşama sarılır umutla. (Beni Topla Anılardan, Ada, s.12)
Şiirlerinde, anılar, bireysel olgular yer alsa da, toplumsal
konular, doğadan izler, ayrılıklar, insan ilişkileri, insani duygular, aşk,
tema olarak işlerliktedir. Duyguların yoğunluğu şiirlerine lirizm katar. “hasret şiire sığar mı”...”acı ütü
tutar mı’’ dizelerinde ayrılık
acısını duygu yoğunluğu ile vurgularken,
“acı ütü tutar mı” özgün alışılmamış bağdaştırma ile çağrışımı
güçlendirir, şiir sanatına özgü bir anlatımla. (Beni Topla Anılardan, Acı Ütü Tutar mı, s.17)
Toplumsal duyarlığı ile insanların çektikleri acılara derman olmak
ister, çaresizliğin verdiği sıkıntı ile dizelere söz olur şiirin öznesi; “ne
çok yara var, ne çok yaralı/kanla karışık hava// tabutlara sığmıyor ölümler/
yaşam olağan akıyor ekranlarda// sorular hep askıda” (Beni Topla Anılardan, Ne
Çok Yara, s.37)
Karanlıkların izlerinin kolay kolay silinmeyeceğini de şiirinde
imgesel çağrışımla vurgular. “dokundum parmağımla karanlığa/simsiyah bir
iz kaldı/yıkadım/sabunladım/bezle sildim/ sürttüm taşa duvara/çıkmadı/tutum
parmağımı kestim.” Toplumsal kargaşalar, çekilen acılar, savaşlar
geçmişten bu yana sürer gider. Öz hep aynı kalır. “tutum parmağımı kestim” dizesi bütünüyle imgedir.
Karanlıklarla başedemenin sıkıntısını içsel özgürlüğü ile dile getirir. (Beni Topla Anılardan, Karanlık, s.43)
Yaşanan sosyolojik toplumsal bir sorun olan şehirlerin hızla
betonlaşması, ağaçların yok olması, denizlerin kirlenmesi; yaşamı zorlaştıran,
insanların nefes almasını engelleyen unsurlardır. Şair, içinden taşan
duygularla şiir sanatına özgü, teşhis (kişiselleştirme) sanatını imgesel
çağrışımlarla yaşama geçirir. Şiiriyle bu olumsuzluklara seslenir.
“koskoca bir kenti bıçakladılar/gün ortasında/ben gördüm/sen gördün/hepimiz
gördük/sürekli kanayan açık yara//yorgun sabahlara uyanıyoruz/hızla tükeniyor
anılar// herkesin gözü önünde/oydular kentin gözünü/adımlarımız kör/ zift ve
beton kalbimiz.” (Beni Topla
Anılardan, Zift ve Beton, s.77)
İzmir’e olan sevdasını, bağlılığını, İzmir’le bütünleşmesini (Beni
Topla Anılardan, İzmir’im, s.81) şiirinde coşkulu bir dille sözcüklerini
sesin büyüsü eşliğinde dizelerine yansıtan şair, önceki yıllarda sadece kartpostallarda
görmüş, çocukluğunun rüya şehri olarak belleğinde kalmış, yüreğine düşmüş
mavisi, sevinci, umudu, kanatları olmuş İzmir. Sözcüklere değişmeceli anlam
yükleyerek, dizelerinde ses uyumuyla, müziksel bir anlatımla dizelerini yaşama
geçirir; İzmir’le bütünleşerek: “hele kadınları/ savrulan saçlarında
özgürlük/ gülüşlerinde kelebekler uçuşur/ yaşama ısındırır
güzellikleri/dalgalanır denizlerim//sevişen bir şehir terli ıslak//gün batarken
bostanlı sahilinde/kıbrıs şehitleri uyanır uzun bir geceye//kemeraltı insan
şöleni/kızlarağası’nda yaslanıp tarihe/içilir keyif kahvesi//izmir’in
dolunayı/karşıyaka çarşısı// barışık bir şehir camisi kilisesi meyhanesiyle/
söylerler kardeşliğin özgürlüğün türküsünü birlikte.”
Güçlü yüreğinin, sağlam duruşunun verdiği güvenle, yaşam yolunda
tüm olumsuzluklara başkaldırır, şair tavrıyla seslenişini sürdürür, umudunu
yitirmeden, yüreğinden taşan duygularla, her biriminde anlam yüklü dizelerle… ‘’yürürsem
sarsılır yeryüzü/volkanlar fışkırır denizler taşar/ırmaklar yeni yataklar
arar//yürürsem çözülür dilim/sözcükler örgütlenir/başkaldırır dizeler/dağ dağ
oba oba yankılanır sesimiz//yürürsem karanlık giysisini çıkarır korku/ yeni
baştan kurulur gelecek.” (Beni
Topla Anılardan, Yürürsem, s.87)
Durmuş Taşdemir; insani duruşuyla, savcı-şair kimliğiyle, şiire
sevdalı, kendini şiirle onaran, şiir işçiliğini başarıyla yürüten, üretken,
çalışkan bir şiir emekçisidir. Nice yapıtlarıyla yolu açık olsun daima… 07.04.2022/Karşıyaka
Bahri Loş
ÇAĞCIL
Durulmamış
düşünceler beşiği us
Kaypak
heveslere yitirilen olgun ağırlık
Bahtsız,
gözde aşklar serüveni
Kendini
yürüyemeyen yanlış koşular
Niceliğin
elinde hırpalanma mutluluğu
Aklın
aritmetiğinde unutulan gönül
Arsız
duvarlara dökülen dil
Boşluğu
döven kimsesiz anlam
Çağcıl
kusursuzluğun ardındaki arayış
Keşfedilmeyi
bekleyen açık aydınlık
Toz
zerresinin sarstığı sermaye
Banknot
kesiği aymaz sevinç
Hedefe
kilitli sorgusuz düşünce
Harfleri
birbirini bulmayan adsız coşku
Çoğalmakla
tükenen bir sahte varlık
Arsalara
eşdeğer anlam kazanma
Piyasa
değeri yüksek acılar övüncü
Emeğin
manşetlerdeki yıpranma payı
Sahipliğin
zamanla yarışma becerisi
Ve
sınırsız sayılar ardındaki büyük çöküş
Yaşar
Özmen
ŞİİRE
YENİ BAKIŞ AÇISI
Ortaya koyduğum
şeyler; elbette gün yüzüne çıkacak, aranan ölçütler olacak, tez konuları ve
kitapların referansı olacak ancak şu anda, sanat ve eğitiminde gecikiyoruz;
benim kaygım bundandır… Var olan yapıtı bir diğeriyle karşılaştırmayla, var
olanı değişik açılardan incelemeyle sanat eğitimi olmaz eğitimci dostlar. Bu
tür yaklaşım, tarihsel bilgiyi didiklemekten hatta yinelemekten başka bir işe
yaramaz. Öğrenciyi öykünmeye, eğitimciyi de tembelliğe ve alışılmışlığa iter.
Edebiyat tarihçiliğini ve sanat tarihçiliğini bırakıp bu işin felsefesine
girmek, bilgi ithal etmek yerine kendimiz sanatsal bilgi üretmek zorundayız?
Örneğin, birazcık ayrıntıya girdiğinizde göreceksiniz ki şiir sanatı,
söylenceler üzerine kurulu bilgi kirliliğine zorunlu bırakılmıştır. Genelleme
ve şişirme tümcelerle sayısız metin yazılmıştır.
Bilgi
evrenseldir; ne var ki sanat özelden/yerelden evrensele gelişen bir olgudur.
Yeni bilgi üretilmedikçe dış ülke düşünürlerinin söylediklerine bağımlılık
ayyuka çıkar. Bugün Türk şiirinde olduğu gibi… Diğer bir söyleyişle, yeni ve
farkındalıklı sanatsal bilgi üretilmedikçe bir adım daha ileri gidilemez.
Bırakınız yazar-şair yaşam öykü ve ritüellerini; neyi, niçin ve nasıl
yaptıklarını; bunlardan bir sonuca varılmaz. Bunlar, edebiyat dünyasının
çerezleridir. O değerleri yetiştiren ortam ile düşüncenin derinliğine ve
zenginliğine dönülmelidir. Yapıtı var eden ögelerin dayandığı temellere gidilip
incelenmelidir. Bu temele gidince görülecektir ki keşif bekleyen, doldurulması
gereken pek çok açık alan ortaya çıkacaktır. Bu kadar bilginin ortasında
“Şiirdeki boşluklara neden çözüm üretilememiştir” sorusunun yanıtı, her sanatçı
ve sanat eğitimcisi sorumluğudur kanımca. Örneğin şiirin ses ve çağrışımı
konusunda neredeyse hiç çalışma yoktur Türk yazınında.
Şiir, yaşamsal
ilişkilerin derindeki ayrıntılarını saptayıp öz ve sindirilmiş söz biçimleriyle
anlatabilme sanatıdır. Üretilebilecek pek çok tanımdan biridir elbet bu tümce…
En azından genelleme bir tümce olmadığını söyleyebilirim. Bu kısa tanımdan yola
çıkarsak, şiirle ilgili bugüne dek yazılmış çoğu metin sahibi, kendini
sorgulamalıdır. Nükte veya mizah dışında, şiiriniz bir başkasını/başkalarını
aşağılıyorsa, karalıyorsa, rencide ediyorsa, bağırıp çağırıyorsa anlamalısınız
ki siz şiiri estetik değer üretmek için değil; yalan yanlış edinilmiş
hırs, inanç ve öğretilerinizi okura
dayatmak için kullanıyorsunuz demektir. Kısa bir soru soralım mı? Bu amaç
dışında şiir yazan kaç şair vardır sizce? Şairin, toplumumuzda sanatçı
kimliğinden önce politik kimliği ön planda tutuluyorsa elbette burada sanat
felsefesine göre sorgulanması gereken önemli bir yan vardır. Bu durumda şiir ve
diğer yazın dallarında keşif olmaz, açılım ve yenilik olmaz. Siz, şiirinizde
gerçekliği tüm çıplaklığıyla dayatmalardan arındırılmış biçimde ortaya
koyuyorsanız o şiir, zaten politik bir şiirdir. Gerçekliğin dile getirilmesi,
politik davranışla özdeştir. Ürettiğiniz yapıt da… Öncelik sanatın temel
ilkelerine verilmeli ki ilkelerden şaşıldığında nerede yanlış yapıldığı
görülebilmeli. Özellikle şiirdeki çoğu yanlışlıklar, şiirin temel doğruları
haline dönüşmüştür.
Şairi
olumsuzlukların beslediğine dair bir kanı vardır Türk şiirinde. Şairin besin ve
esin kaynakları olumsuzluklar değil; yoğun duygu, bilgi ve içselleşmiş kültür
birikimidir. Ancak bu kanı, normal bir çıkarımdır, hak verilebilir; ne var ki
savaş ve yokluk görmemiş bir kuşağa da olumsuzluklardan derlenmiş bir şiiri
haklı gösterecek bir gereciniz bugün için yoktur. Çünkü onların duygularını
sarsan şey, gerçekliğin insan ilişkileriyle doğru yönde mantık ötesi
kullanılmasıdır. Değişik şekilde söylersek, onların duygularını ele geçirmenin
yolu, yaratıcı zekâ gösterisi ve var olanı kendi gerçekliği içerisinde sarsıcı,
duyarlı bir şekilde öne çıkarabilmektir. Zaten çağdaş sanatın temel yönelimi de
bunu göstermiyor mu? Bu kuşak; derlenmiş öykülere, kulaktan kulağa aktarılmış
ritüellere, gerçekliği kanıtlanmamış ön kabullere inanmayacak kadar dayatılan
oyunlardan haberdardır ve bilgilidir. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt
edebilen, bilgiye kolay ulaşabilen bir hedefle karşı karşıyayız. Kabulleriniz,
öğretileriniz ve inançlarınız, siz yazar şairlerle ilgilidir. Sanat üretim
süreci bunlardan tam anlamıyla soyutlanamaz ama en azından bilimsel davranıp
daha mantıklı yollar bulunabilir. Geriden gelen kuşağı anlamaya çalışıp biraz
kendimizi güncellememiz gerek, değil mi? Bunca yıl yaşamsal olgu ve olaylardan
deneyimledik ki dayatılan hiçbir şey, kalıcı ve çözümsel değildir; dayatma
sanat yoluyla olsa bile…
Gözlemlediğim
kadarıyla, sanatın bilimsel yönüne ve felsefi temeline kimse yaklaşmak
istemiyor. Özellikle sanatın tam ortasında durduğu felsefe ve estetik bilimine.
Sanat, bilimlerle ilişkili olmasa yüzlerce fakülte düzeyinde eğitim kurumu
neden kurulur ve binlerce öğrenci buralardan neden mezun edilir? Lisansüstü
eğitimine bile gerek var ki binlerce öğrenci buralarda dirsek çürütüyor. Tiyatro, heykel, müzik ve sinema dallarını
geçiyorum, bunlar güzel sonuçlar üretiyorlar. Zaten bu alanların örgün eğitimi
var. Örneğin yazın dünyasında, ortaya konmuş yeni ve bilmediğimiz bilgi üreten
var mı, bunu sorgulamak gerekmez mi? Aslında bu alanın da Edebiyat Fakültesi
adı altında örgün eğitimi vardır. Hatta ben, şu anda Türk Dili ve Edebiyatı
öğrencisiyim. Dört yıllık ders programını incelediğimde, Türkçenin Ses Bilgisi
ve Biçim Bilgisi derslerinden başka yazar ya da şairi eğitmeye yönelik
neredeyse ders yok. Derslerin büyük kısmı edebiyat tarihi… Edebiyat, bir sanat
dalı kabul ediliyorsa ki öyle, bu lisans programı içerisinde estetik bilimi ya
da sanat felsefesi yer almadan edebiyat öğrencisine öğrettiğiniz konular bir
temele oturur mu? Kanımca bu yüzdendir
ki Türk yazınında dolaşan, kulaklarda yer etmiş felsefi yorumların büyük bir
kısmı, dışarıdan ithal edilmiş bilgilerdir. Avrupa sanat literatürünü
taradığımda, bizim usta bildiğimiz bazı şairlerimiz kendine yakın hissettiği
yabancı şairlerden el almış izlenimi taşıdığını görürüz. Söylemleri bunu
gösteriyor. Sanatta biriciklik en temel kuraldır. Üretilmiş her bilgi,
değerlidir ve evrenseldir. Yadsıyamayız. Sormak gerekmez mi, bu yeni bilgiler,
niye Türkçe konuşan birinin kaleminden değil de çoğu bir başka kültürden
ödünçtür? Bizler, şiire dahası sanata neresinden nasıl bakıyoruz, sorgulamak
gerekmez mi?
Sanatın hangi
dalı olursa olsun, tarafsız ve bilimsel gözle bakmak ve bu çerçevede
değerlendirmek, sanatçı ve eğitimci sorumluluğudur. Şiiri; yeni şiir, uyaklı
şiir, garip şiiri, ikinci yeni ya da A-kuşağı, B-kuşağı şiiri gibi bir takım
sınıflandırmaların çok da önemi yok bence. Bunları, bir kenara bırakalım. Daha
doğrusu şiir sanatının magazinsel ve ritüel kısmını bir köşeye atalım. Onlar
cebimizde bilgi olarak kalsın. Şiir, bir sanat dalıdır; bütünlüklü bir sanat
dalı. İyi bir kazanç kapısı olmadığı için sığ kalmış bir alan. Öğreti ve
inançlardan arınmış bir şiirle varılmak istenen sonuçları, inanç ya da öğreti
dayatmaları üzerine kurulu şiirin yaratacağı sonuçlarla karşılaştıralım. Şiirde
amaç, estetik değer yaratarak okur duyarlığını güçlendirmektir. Okurun inanç ya
da öğretisine yoldaşlık etmek değildir. Daha doğrusu sanatın temel ilkesi,
estetik değer ya da sanat değeri yaratmaktır. İşte biz burada estetik değer ya
da sanat değeri kavramını öne çıkarmamız gerekirken her yer ve her koşulda
geçerli genel kavramları şiir sanatına yamayıp geçiyoruz. Hatta ödülde, eleştiride ve incelemede…
Gülünç şiir ödülü gerekçeli kararlarına, kavramları yalan yanlış tercüme
incelemelere ya da eleştiri övgülerine çok sık rastlıyoruz; çoğunluk da bunları
bağıra bağıra dile getiriyor.
Türk Sanatı,
özelde Türk şiiri hakkında yukardakiler gibi daha pek çok sorun sıralanabilir.
Ayrıca bunlara çözüm önerisi de sunulabilir. Ne var ki ülkemizde bu sorunları
ciddiye alıp değerlendirecek eğitimcinin ya da sanatçının/şairin olduğuna
inanasım gelmiyor. Öyleyse uzatmadan bu denemeyi birkaç soruyla bitirelim
isterim: Onlarca şair ve yazarın üzerinde çalıştığı bir sanat dalında; bugüne
dek neden güvenilir, bilimsel normlara dayalı, tarafsız ve yapıtın sanat
değerini daha nesnel ölçümlemeye yönelik bir ödül sistemi kurulamamıştır? Neden
sağlıklı, güvenilir bir eleştiri yöntemi ya da sanat çözümleme tekniği ortaya
konulamamıştır? Daha kapsamlı bir soru daha soralım: Türkçe gibi birikimi ve
tarihsel kökü yüksek bir dile sahip yazar-şair, neden sanat üzerine felsefi ve
kapsamlı araştırma/inceleme ortaya koyamamıştır? Son soruya kısa bir yanıt:
Kendi kültür ve birikimine güvensizlik… Diğer bir anlamda, şark ve garp kültürü arasına sıkışmak da diyebiliriz
buna… Tutuculuğun çok yüksek olduğu bir yerde, özellikle sanatta gelişim,
dönüşüm ve yenilik çok zordur. Çünkü
sanat; tarihi bilgi, öykü ve ritüellerden beslenmez; yaratıcı zekâdan güç alır.
Yaratıcı zekânın da kaynağı, bilgi ve özgüvendir. Eylül 2023,
Narlıdere
Seçkin Zengin
YAS
memleketimin
uzun yasları...
ARABA
kınanmış araba...
KALEM
kalemin
alışkanlığı...
YAZ
bana yaz getir...
BIÇAK
uçurum bıçağında
uzadı
sevdiklerim...
Canan
Gürtunca Sanlı
ALDIRMA YAŞAMIN
BÜYÜSÜNE
Güne başlamanın uzamında
rüyam uyandırır isteksiz
çözülmeyen simgelerle...
Yine gün, yine sabah, yine akşam
yaşamın gelgitleriyle geçen zaman.
Günün iyisi balkona gelen kumrular
begonya gülümser annemin gözlerinde
yıkık duvarlar hüzünlü/ geçmişin perdesinde
öyle ya da böyle kanıksıyor hava soğuk düşleri
bugünü, dünle yaşamanın ayrılmazlığı/bütünsel.
Sıcağı sıcağına haberlerle
soğuk rüzgâr esiyor odanın dört bir yanında
kavuruyor ortalığı, elim ayağım buz
ölüm / koşup gelir dinlenmeden
kendi ışığında karartır yaşamı.
Gel de güne başla uyandıran imgeden
ne getirir, ne götürür günün tortusu
dün, bugün, gelecek / belirsiz zaman
yazılmış yazılar kara deftere/ ne yapsan nafile
çizilmiş yolun doğrusunda eğri büğrü uzam.
Akşamsefaları alaylı gülümser güne
mahalle gülüşünün karanlığında
yaşamın dağınıklığı örgütlenir
düğüm düğüm çözümsüzlükle...
Efkâr bulutları sarar havayı
dumanlanır sahillere
sevda türkülerinde yalancı duygular
doğrulanır Ferhat'ın yürek cehenneminde.
Aldırma yaşamın büyüsüne
gülün dikeninde kanayan dünyada
çözülmeyen gizler saklanır/ kuytu köşelerde.
Zaman sözcüklerin kanatlarında
çizgiyi doğru oku/ düz yansısın yaşama.
Ağustos 2022, Ayvalık
Heybet
Akdoğan
SANA GELDİM BEDRANA
sırlanan günlerin
simli anlarından
ruhuna soyunan şiirlerle
sana geldim bedrana
son saatlerimizdir
bitti sevdalar
zamanın busesinden
ihanetler gülümsüyor bedrana
artık kalmadı kırlangıç muştuları
hüzün sedasının aksidir
derin sesimizle
imsiz anılardan
davetsiz bir misafir gibi
sana geldim bedrana
aşkın aşka özlemiyim
yüzümde çıplak acılar
buz tutmuş yüreğimin yangını
erimemiş kar taneleriyle
vuslatı gergefleyip
üşümüş bir çocuk gibi
sana geldim bedrana
Filiz
Kalkışım Çolak
RESSAM
ERGÜN BİLGİ İLE SÖYLEŞİ.
Resim:
Mavi Hüzündür.
Filiz
Kalkışım Çolak (FKÇ): Sürgün tarihine baktığımızda, sürgüne maruz kalan
insanların millet olarak sadece; sosyolojik, tarihi, siyasi vb. alanlarda
etkilenmediklerini, sanatsal alanda da etkilendiklerini görüyoruz. Köklerinizin
Kafkasya’ya dayandığını ele alırsak atalarınızın 1864 büyük Kafkasya sürgünü
eserlerinizde içtenlikle yansıttığınızı görüyoruz. Bizlere Kafkasyalı sürgün
ressamını nasıl anlatırdınız?
Ergün
Bilgi (EB): Ata toprakları ve ana
toprakları olan bir insan olarak aslında vatan ve toprağın kıymetini katmerli
olarak yaşıyorum. Kafkaslar ata topraklarımız. Türkiye Ana toprağım. Orada da
atalarımın mezarları var, burada da atalarımın mezarları var. Sürgün edildiğimizde
bu toraklarda doğduk, bu topraklarda öldük. Acılarımızı, hüznümüzü beraber
taşıdık. Büyük Sürgün öncesi üç asır Rusya’nın yayılımcı politikasına karşı
mücadele eden atalarımız 1864 yılındaki en büyük sürgünle Anadolu topraklarını
vatan bildi ve ben de her sanatçının geçmişi ile bağını sevinci ve hüznüyle
yaşatmaya çalışıyorum.
Sürgün ressamın galiba eserlerine de
önce sürgünün izlerini yansıtması gerekirdi, ben de öyle yaptım. Resme farklı
temalarla başlasam da çoğunlukla sürgünü konu edindim. Tarih; yaşanılanlar,
acılar, hüzünler, sevinçler, özlemler, ölümler, ayrılıklar, savaşlar, seller,
kuraklık, soykırım, göç… vb doğal ya da beşeri toplumları derinden etkileyen
konularla doludur. Bunlar, her zaman sanatın yüreğinden seslenmişlerdir
dünyaya. Sözlü gelenekler biraz değişken ve geçici olabiliyor fakat kalem ve
fırça ile seslenilmesi tarihi sayfalarda kalıcılık oluşturuyor. Ben de he
kalemimi hem fırçamı kalıcılık üzerine kullanmaya çalıştım. Onlarca tabloda
yansıttım, birçok sergi açtım, 2020 yılında da Rusya’ya giderek Kafkaslarda
sergimi açtım. Orada yaşayan insanlarla resimlerimi paylaştım. Sürgün ressamı
her şeyden önce savaşlara, ölümlere, sürgünlere karşı her zaman mazlum ve
mağdurların yanında onlara ses olmaya çalışmıştır.
FKÇ:
Eserlerinizi incelediğimizde kadın ve çocuk figürünün daha ön planda olduğunu
görüyoruz. Soykırıma maruz kalan milletlere baktığımızda kadının çocuğun daha
masum taraf olduğuna şahit oluyoruz. Sürgünle mücadelede kadın ve çocuk figürü
ile ilgili neler söylemek isterdiniz?
EB: Dediğim gibi, mazlum ve mağdurun sesi olmaya
çalışırken o masumiyetin merkezine daha özel dairede çocuklarla kadınları
koydum. Onlar her zaman korunmaya ve kollanmaya muhtaç, onların acısı insanları
daha derinden etkiliyor. Kadınlarımız kahramanlıklarıyla büyük katkılar
sağlamıştır; fakat mecbur kalmadıkça kadınlar savaşın içinde değil, sevginin ve
saygının ikliminde varlıklarını devam ettirmeli. Hatta o topraklarda kamalar
kınından çekilecek seviyede bir kavga ortamı olsa, herhangi bir kadın, öfkesine
yenilen iki kişinin arasına bir başörtüsü, bir yaşmak atsa bıçakla kesilmiş
gibi o kimsenin ayıramadığı kavga biter, kadına o kadar büyük bir saygı vardır.
Kadınlar ağlamasın, analar feryat figan etmesin, karalar bağlamasın, bir
savaşta asıl bomba bir askerin üzerinde değil; bir annenin yüreğinde patlar.
Çocuklar ise çok ayrı bir masumiyet ve gelecek bir nesil. Onların sesinin daha
gür olduğunu düşünüyorum. Onların sesi resim ve yazı diliyle dünyanın öbür
ucunu inletir.
FKÇ:
1877 yılı Rus tarihçi Adolf Berge, katliamı şu sözleriyle açıklayarak Rusların
soykırımcı olduğunu dünya kamuoyuna duyuruyordu!
‘’Novorossiisk
limanında gördüklerimi asla unutmayacağım, on yedi bin dağlı kıyıda toplanmış,
yılın geç, sert ve soğuk zamanı, evsiz, yiyeceksiz ve doğru dürüst giyecek
giysisi olmayan bu insanlar tifüs ve çiçek hastalığının pençesindeydiler. Zayıf
bir kadın cesedi çöplüğe iki bebeğiyle beraber atılmış, birisi hayat mücadelesi
içinde, diğeri annesinin göğsünde besin arıyor. Kim bunu görür de etkilenmez
ki? Böyle sahneler hiç de nadir değildi.’’ Ivan Drazdov ise “Poslandniaia
Bar’bas Gortsami na Zapadnom Kavkazer” isimli makalesinde Rusya’yı şu sözleriyle
soykırımcı ilan ediyordu. “Yolda gözlerimiz insanı şok eden bir görüntüyle
karşılaştı. Köpeklerin kısmen parçalayıp yedikleri kadın, çocuk, yaşlı
cesetleri; açlıktan ve hastalıktan bir deri bir kemik kalmış, neredeyse
ayakları üzerinde duramayacak kadar güçsüz, bitap düşmüş ve daha canlıyken
köpeklere yem olan sürgünler.”
Akla
gelmeyecek işkenceler maruz kalmış milletlerden birini, eserlerinize konu
ederken tüm mazlumların haklarını da gözeten onlara ses olan bir sanatçı olarak
sürgüne maruz kalmış milletlere insanlara ayrıca ne söylemek isterdiniz?
EB: Mesela karikatürlerin çoğuna balonla yazı yazmaya
gerek yok. Çünkü o çizgilerin dili ortaktır. Alman’ı da İngiliz’i de Macar’ı da
aynı şeyi anlar; dili evrenseldir ve ortaktır. Toplumların yaşadığı acıların,
soykırımların da dili ortak ve evrenseldir. Doğu Türkistan’da, Arakanda,
Afrika’da, Amerika’da, Ortadoğu’da, Kafkaslar’da… Dünyanın neresinde olursa
olsun acıların dini, dili, rengi yoktur. Acılar ortak duygulardır. Doğar doğmaz
ağzı kapanan Kızılderili bebekleri, kıyıya vuran Aylan bebekleri, ölmüş
annesinin göğsünde süt arayan Kafkas bebeklerini kim anlamaz, kim unutabilir?
Ondan dolayıdır ki soykırım toplumları ve o toplumun emzirdiği sanatçıları bu
acılarını en gür şekilde kalem ve fırçalarıyla tüm dünyaya anlatmalıdır. Aynı
acıların başka toplumlar tarafından yaşanmasının da önüne geçmeye çalışmalıdır.
Çünkü barış içinde yaşamak ve güzel bir dünya için, siyasetçilerin sesinden çok
sanatçıların sesi daha güçlü olmalıdır. Sözler geçici ama eserler kalıcıdır.
FKÇ:
Eserleriniz Kafkas sürgünü münasebetiyle Karadeniz’de geçiyor. İnsanların bir
zamanlar kıyılarında mutlu olduğu Karadeniz’in sürgünle birlikte yüzbinlerce
insana cana mezar olduğunu ele alacak olursak Karadeniz’in sizdeki iç
dünyanızdaki yerini nasıl anlatırdınız.
EB: Dünya coğrafyasının her bir bölümü benim için
cennettir. Karadeniz veya Brezilya'nın Yılan adası fark etmez. Lakin bazı
coğrafyalar da insanlar gibi hüzünlüdür. Kara deniz benim için daha da katmerli
bir Karadeniz’dir. Yüzbinlerce insanımızın kafatasının kıyılara vurduğu, saç ve
sakallardan kuşların yuva yaptığı hüzünlü bir deniz. Yüzbinlerce insanı yutan
hırçın bir deniz. Karadeniz kıyılarına geldiğimde ve o hırçın dalgaların
korkunç sesini ve görünüşünü izlediğimde Karadeniz’in öfkesini ve hüznünü
duymuş gibi hissettim. Yüzbinlerce insanın çığlıklarını duyar gibi ve suyun
dışına uzanan incecik parmakları görür gibi oldum. Evet Karadeniz benim için
bir başka kara, bu anlatılmaz.
FKÇ:
Sürgün şüphesizdir ki çaresizliktir! Soykırıma uğramış milletlerin arşa
sığmayan çığlığıdır. ‘’Beş Yaşındaydım’’ isimli tablonuzla bunu derinden
hissediyoruz. Bize bu tablonuzu tuvale aktarırken ki ruh halinizi nasıl
anlatırdınız?
EB: Beş yaşındaydım şiirimden yola çıktım. Tabiki oradaki
tarihi ve imgeleri tümüyle tabloya yansıtmak olanaksız. Tabloda beş yaşındaki
kız çocuğunun yüz ifadesinde sürgünün, ölümün, cehennemin izlerini
hissettirmeye çalıştım ama masumiyetini ve melek yönünü de aksatmadan. Kanımca
acıların en katmerlisi o yaştaki çocuğun yüzünde daha bir dokunaklı
okunuyordur.
FKÇ:
’’Mavi Hüzün’’ isimli tablonuzda acının gözyaşının yanı sıra insanların yeniden
yaşama tutunabilmeleri için yanlarında getirmeye çalıştıkları değerli
eşyalarını görüyoruz. Bir torba içinde belki biraz mücevher altın para vb.
eşyalar. Sürgün insanları sadece manevi yönden sömürmediğini onları maddi
yönden de sömürdüğünü ele alırsak Mustafa Kemal’in ülkesine göç edebilen
canlarımıza Anadolu’muz yurt olabildi mi, onları bağrına basabildi mi?
EB: Mavi Hüzün… Her ne kadar da mavi, mutluluğu ve
sonsuzluğu temsil etse de bu tabloda, renklerin dilini değiştirerek yas ve
deniz hüznünü yükledim. Ekmek ve su ile yola çıkabilen o insanlardan bazıları
çocukları için ihtiyaç duyabileceği birkaç parça eşya ve ulaşım için
kullanabileceği değerleri de alma imkânına belki sahip olmuşlardı.

Her ne kadar da 21 Mayıs 1864 yılında
büyük sürgün yaşandıysa da atalarımız o tarihten önce ve sonra da peyder pey
geldi yeni anavatanlarının farklı coğrafyalarına. Osmanlının son zamanı ve
Atatürk Türkiye’sinde özellikle savaşçı yapılarından dolayı askeri ve istihbari
alanda büyük görevler üstlendiler. Balkanlardaki isyanları bastırma da önemli
bir görevi yerine getirirlerken maalesef Rusya’nın baskısıyla Balkanlardan bir
sürgün daha yediler. Atatürk Türkiye’si kurulurken Atatürk'ün en yakınında yer
aldılar. Refet Bele'den Rauf Orbay'a, Kuşçu Eşref Sencer'den, Ethem Bey'e kadar
dönem dönem bu vatan için kahramanlıklar sergilediler. Cepheden cepheye
koştular. Havza'da, Amasya'da, Sivas Kongresinde Atatürk'ün yanında yer
aldılar. Samsun, Tokat, Yozgat, Kayseri, Maraş, Reyhanlı'dan, Ürdün ve israil'e
kadar doğu ve batı arasında bir tampon gibi iskân edilen atalarımız yurdumuzu
anayurt olarak kabul edip Atatürk'ün “Hattı müdafaa yoktur, Sath-ı müdafa
vardır, o satıh bütün bir vatandır.” Sözünü harfiyyen uygulamışlardır. Ve
yüzyıllardan beri Anadolu'yu kendi özvatanları, anavatanları bilip orada
yaşayıp orada ölmüşlerdir. Türkiye Cumhuriyetinin varlığına birliğine
kastedecek düşmanlara karşı her zaman olduğu gibi en önde savunmaya gidecek bir
sahiplenme bilincini iliklerine kadar yaşayan evlatlarına sahiptir.
FKÇ:
İnsanın doğduğu yer değil doyduğu yermiş ya vatanı? Elbette doğru ancak göçe
maruz kalan yüzbinlerce insanın ülkesinden yurdundan zorla koparıldığını
düşünecek olursak arkanıza, yurdunuza bakacak olursak neler söylemek
isterdiniz.
EB: Keşke yaşanmasaydı. Ama bunu yaşayan sadece biz
değiliz. Binlerce yıldan beri yaşadığınız topraklardan koparılmak çok acı. Bir
milletin yok oluşu. Sadece insanın ölümü mü hayır tabii ki. Coğrafyanın ölümü,
neslin ölümü, dilin ölümü, örf adet ve geleneklerin ölümü, kültürün, folklorün
ölümü… Kısaca kısmi bir coğrafyanın ve insanın her şeyiyle ölümü.
FKÇ:
Eserlerinizin teatral dramadan uzak gerçeğe oldukça yakın olduğunu görüyoruz.
Sürgünün toplumsal bir sorun yara olduğunu ele aldığımızda gerçeği en
etkileyici şekilde yansıtırken renklerin daha canlı daha parlak ya da koyu
olduğunu görüyoruz. Bizlere bu konuyla ilgili neler söylemek isterdiniz.
EB: Aslında renklerin canlılığı ve parlaklığı konusunda
özeleştiri yapıyorum. Hüznün rengi biraz kara, biraz gri biraz Flu olmalı
belki. Pablo Picasso'nun Guernica Tablosu geldi şimdi aklıma. İspanya iç
savaşında Nazi Almanya’sının bombardıman uçaklarının 1937’de Guernica şehrini
bombalamasından sonra yaptığı o tablo. O da acıyı, hüznü anlatıyordu eserinde.
Hatta sergiye koyduğu zaman sergiyi gezen bir Alman Subayının “Bu sizin
eseriniz mi?” sorusuna karşı anlamlı ve ince cevap verdiği: “Hayır efendim bu
sizin eseriniz” işte bu tabloda Piacasso siyah beyaz ve mat renkleri tercih
ederek kül rengiyle dile getiriyordu isyanını ve duyarlılığını. Oysa galiba
benim kişiliğimin dünyaya bakışımın dili yansıdı biraz renklerime. Çünkü
gerçekte hep bahardan, canlılıktan, yaşamaktan heyecandan yanayım. Her ne kadar
resmin teması ile renkler arasında uyum olması gerekirse de hüznü anlatsam da
umudu ve canlılığı bir yönüyle hep korumak isteyişimden galiba.
Sabri
Erik
BEKLER
Mİ MOSKOVA
Miras fırçalarla dokunmuş ressam
Bu başkentin tuvaline
Son rütuşlar
Kaldırımlardan akıyor yollara
Geçmişiyle barışmış
Kremlin sarayının kızıllığında
Meydanda
Kenarındaki mozolede
Sığınmış,
Kovduğu Ortodoskların mabedine.
Meçhul askerin nefesi
Sönmeyen ateşin alevi
Spitamanın ateşgâhı
Güneşin gölgesindeki nöbet
Uzanır gider moskova nehir sularına
Sürüyor işgali Napolyon'un
Müzenin koridorlarındaki orduyla
Düşmana verilen değerin
İnanılmaz güzelliğinin hissi burada
Caz Festivali bir tepe arenada
Moskova nehri yakasında
Saksafonun kutsal sesi
Dokunur durmaz şehir sularında
Genis caddeleri sahibleyen heykel
Şair Vladimir Mayakovski
Yine "pantolon giydirmişti
bulutlara"
Ben kayboldum burada
İki bulut arasında
Kadim dost
Mihmandar Ahmedi
Kalmış çocukluğumuzun sokaklarında
Kahkaha dolu ağzımızda
Günün şafağı hemen gece yarısından sonra
Kırık bir kalble
Güneş çabuk doğuyor buralarda
Nerde bir nehir görsem medeniyet
Uzadıkça büyüyor başkent
Bindiğim son tekneyle,
Ulaşamadım Volga kenarı sularına
Duvarları nakış nakış taş
Metro istasyonlarının
Gizliydi ihtişamlığı esir düşmenin
Herkesin gördüğü yoktu tavanlarda
Vladimir Ilyic Lenin,
Kalan son kabartması istasyon duvarında
Ömrümün ögrenciliğinden
Kalmamış
bir aşkla
baktım fotoğrafa
Nazım'a uğradım bugün
Vatansız ölenlerin şairi Nazım Hikmet'e
Sevgili Vera da orda, kucağında
Komşularıyla selamlaştık
Bazılarıyla fotoğraf çektik
Sevgili eşim, oğlum, kızım ve dostlarla
Ceviz ağacını özlemiş gibiydi Nazım
Kucaklaştık, karşı mabet tadilatta
Rastlantı bu ya
Fyodor Dostoyevski'nin kimsesiz heykeli
Ve muhteşem Lenin kütüphanesi
Evrenin hafızası
Şimdi karşımda
Arbat'tan trampet vurmalarında
Gürcü
meyi değdi dudaklarıma
peynirli pidesiyle
Bir çarşı restaurantında
Ararattan içtiğim tad gibi
Aryan halkları tanır beni burada
Dedim ki;
Bekle beni her daim sen Moskova
Bekle Çariçe Moskova
Heybet Akdoğan
SANATTA İMGE
Sanatta imge, duyularımızın bilinçteki
izlenimlerinin yansımasıdır. İmge zihnimizde gerçekleşmesine özlem duyulan
şeyler, bir uyarıcı söz konusu olmaksızın bilincimizde beliren nesneler,
hayaller, imajlar ve olaylar bütünüdür.
Duyularımız kendi yapımıza göre soyut ve
somut bir şekilde iç ve dış dünyamızda olan her şeyi algılarlar. Algıladığımız
her şey duyularımızla birlikte, bilincimiz aracılığıyla belleğe aktarılır.
Böylelikle belleğimizde oluşan izler, algılanan tüm şeylerin aynısı değildir.
Az veya çok ona en yakın olan; aslının yerini alan imgelerdir.
Belleğimizdeki imgeler içten ve dıştan
gelen uyarılarla harekete geçer ve bellekte iz oluşturan şeyleri çağrışımlarla
dile getirirler.
İmgeler varoluş tarihimizle eş
zamanlıdır. Sanatın ilkel insanlığımızın korkularından türediğini söylediğini
söylemek yanlış olmaz. İlk insanlar doğa olaylarını ve doğal afetlerin anlamını
çözmede zorlanmışlardır. İlk insanlığımızın bu tehlikeler karşısında vereceği
tepkiler korkma, ürkme ve muazzam olarak gördüğü güçlere karşı hayranlık duyma
biçiminde olmuştur.
Doğayla arasına mesafe koymamış
insanoğlu, ilkel tapınma sürecinde doğayı kontrol etmek için ilk önce onu
taklit etmeyi denemiştir. Daha sonra doğayı kendisine uygun hâle getirme
düşüncesiyle büyü olgusunu ortaya çıkarmıştır. Görünmez doğaüstü varlıkları
görünür kılmak ve sunacağı kurbanları doğrudan onunla paylaşmak için put
yapımına ihtiyaç duymuştur. Kabilenin en çok saygı gören üyesi tarafından
yapılan totemler basit bir varlığı değil, görünmez üstün varlığın temsili
imgesiydi. Bu imgeyi ilkel insanlığımız ağaca taşa kazıyarak, kaya üzerine
resmederek, tören ve danslar esnasında yüzlerini üstün gördüğü varlığı memnun
edecek şekilde boyayarak, dans ederek yaparlardı. İlkel insanlığımızın tüm bu
eylem ve davranışları günümüz sanatının kökleridir.
Birçok sanat araştırmacısı, ilkel
insanlığın ortaya çıkardığı büyünün, sanatın başlangıcı olduğunu iddia ederler.
Büyü ve tapınma eylemlerinde sanatı önemli bir olgu durumuna getiren ve çağlar
boyunca önemli kılan bu ayinlerde kullanılan imgelerdir. Örneğin hemen her
kültürde yaygın olarak görülen imgeler kedigiller ailesidir. Güney Amerika'da
jaguar ve puma, Asya'da kaplan, Afrika'da Aslan olarak evrimleşen bu hayvan,
gücü sayesinde hem korkulan hem de saygı duyulan doğaüstü bir konuma
yerleşmiştir. Aslan imgesi hemen her kültürde yaygın bir biçimde karşımıza
çıkıyor. Aslan imgesinin ilkel insanlarca taklit edilmesi ve resminin
yapılması, ilkel insanlığımızın aslanın gücüne ulaşmak istediğinin
dışavurumudur. Aynı mantıkla gökyüzünün temsili niteliğinde olan kartalın resmi
de çizilmiştir ve gökyüzünün egemenliği temsil edilmiştir.
Tarım devrimiyle birlikte yerleşik
yaşamı başlatan, kentler kuran insanlığımız bu hayvanların betimlemelerini
şehrin surlarla çevrili giriş kapılarında, tapınak ve meydanlarda koruyucu
unsur olarak resmetmişlerdir. Bu bakımdan Yunan Tanrısı Zeus'un atribürlerinden
birinin kartal olması tesadüf değildir.
Günümüzde anlamı ve işlevi bakımından
anlaşılmaya çalışan mitolojik varlıklar bazen doğa dışı fiziksel özellikleriyle
de eski medeniyet sanatlarında sfenks ve grifon gibi adlandırmalarla da
karşımıza çıkıyorlar.
Uygarlığın geliştiği, yazının
kullanılmaya başlandığı, daha karmaşık sosyal sistemlerin doğduğu çağlarda;
sanatın soyut temsil gücünü daha etkin görüyoruz. Antik mirası bakımından Mısır
bu konuda bizlere daha fazla örnekler sunuyor. Mısır'daki ölü mumyaları önemli
örnektir.
Tarihsel süreç içerisinde ilkelden
modern bütün toplumlara kadar imgenin işlevi, değişen şartlara göre farklılaşsa
da imgenin varlığı ve temsil gücü günümüze kadar kendini korumuştur. Ancak
küreselleşmeyle birlikte neoliberal politikaların dünyada yaygınlık kazanması,
iletişim araçlarının gelişmesi; kültürler arası farklılıkları giderek azaltarak
ortak beğenileri ve davranışları toplumlarda hâkim kıldı. Yeni sistem
tarafından toplumdaki doğal ve tarihi imajlar yerini temsiliyete bırakıp,
sistem tarafından yaratılan imaj ve modeller kitlelere ideal olarak lanse
edildi. Ama sevinerek belirtmemiz gereken bir husus; kapitalist sistemin
toplumdaki imgenin kadim köklerini henüz yok etmediğidir.
İnsanlığın arayışı ve derin kökleri
sanattaki imgelerin orijinalliğini canlı tutmaya devam ediyor. Bilincimizin
sürekli arayış içinde olması ve bizlerin arayış tutkusunu köklerimizi inerek
sürdürmemiz, tarihten günümüze gördüğümüz ve şahit olduğumuz hemen her şeyde
imgelerin yeniden yaratılmasına katkı sağlıyor.
İmgeler insanlık sürecimizin başından
beri var olagelen bir olgusudur. İnsanın ilk kez gördüğü şeyi ikinci
deneyimlemesinde hatırlaması, imgesel çağrışımların bir sonucudur. İmgeler
insanlar için yaratıcı olmanın ilk basamağıdır. Zihnimizde ürettiğimiz imgeler,
her an kullanılmak için belleğimizde depolanır. Özellikle sanatçılar için
imgeler sanat eserlerinin yaratılmasında ilk koşuldur. Bu nedenle sanata
imgelerin temsili diyebiliriz.
Doğal olarak geçmişin sanatının
anlaşılması için imgelerin çözümlenmesi bir zorunluluktur. Bu bağlamda ister
geçmişin sanatı ister şimdinin sanatında sanatsal eserler imge ile yaşatılır.
Çünkü sanatta varlığın kendisi imge ile hayat bulur. Yüzyıllar boyunca tarihi
kişilerin resimleri, heykelleri ve anıtları bu gayeyle yapılagelmiştir.
Varlığın kaybolması bir anlamda zihnindeki imgenin kaybolması demek olduğu için
tarihte yapılan çizim ve anıt eserleri bu yüzden oldukça öğreticidir.
İmge, aynı zamanda modern çağımızın
sanattaki iletişim dilidir. Sanatta yer alan imgelerle kültürümüzü, çevremizi
algılama ve anlama gücümüz artar. Toplumsal kültürel yapıyı anlamamıza yardımcı
olan imgeler, bir toplumun görsel yapısını tarif etmekle birlikte o toplumun,
politik, ekonomik ve kimliksel yapısı hakkında da sanata yansıyarak bilgiler
sunar.
Bilinçteki izlenimlerimizin yansımaları
olan imgeler, içinde bulunduğumuz hayatı yorumlayan sanatın her alanında bir
tercüman niteliğindedir.
Hangi çağda yaşanırsa yaşansın sanat
imgenin aktarımında en önemli araçtır.
Sevgi Erol Öçal
BİR YANIM
Bir yanım günedir çayır çimen ot
Gelincik tarlası buluta inat
Dönüktür güneşe gölgelensem de
Yüzüm hep güleçtir aydınlık umut
Aşkadır bir yanım dönük hep sana
Uzaklık mühimsiz yokluğun çiçek
Yoldadır gözlerim şafak ufukta
Yoladır bakışım gün batımında
Sazlıktır yüreğim debisi yüksek
Akarsuyum sessiz derinliğim kum
Rayları trenin birlikte ayrı
Hasrettir kalanım gurbet yoldaşı
Sıla uzakta hep içimin közü
Bitmeyen yangınım
Ciğerim alev
Uzayan hiçliğin kekremsi tadı
Kulaklarım çın çın
Akşam kuşları
Geceden karanlık
Kayıp zamanlar
Arayış bütünüm yorgun savaşçı
Kayboluş yollarda dar sokaklarda
Nefessiz çıkışsız lâl kâr isyankâr
Gölgeler çevirmiş yollarım ağıt
Ölüm köşe başım
Düz gitsem kuytu
Kifayetsiz ruhum
Bedenim soğuk
Ah kahpe hayat
Kahpe yaşayış
Gölgem benden önde
Ben de düşlerin bulutsuz düş bazı...
5 Temmuz 2022
Kerim Birlik
DERT LİMANI
Oysa baharaydı her
uyanışım
Gözlerimi açışım, her
haykırışım
Âşıklar martılara simit
atardı
Kumrular öpüşürdü
güvertelerde
Deniz mavi mavi sevda
kokardı
Gemiler geliyor ağır
tonajlı gemiler
Kalp duvarlarımı döver
dalgalar
Limanıyım şimdi bitmez
dertlerin
Yükünü boşaltıp giden
gidene
Hüzün yuva kurmuş
iskeleme
03 Ağustos2023, Ankara
Nurkan Gökdemir
NEDENDİ
Unutma!..
Unutturma hiç!
ve hep sor/ hatırlat
sana bana biz’e
‘onlar’a
bun acı yiti yıkım
nedendi?
uslar çabuk unutur
gerçekleri
ki unutturursak da
‘onlar’a eğer
kara tarihler(i) hep
tekerrür eder!
nice sinsice
yakılan/ yabanıl ateşler
ardı aç açık viran
ayaz sancılı günler
ardı ‘perişan ol ve
sürün öl’ geceleri
ve nihayetsiz kurgu
sayrılar korkular
ve nihayetsiz yeni
yangınlar yıkımlar…
………………………………………………………
Bedriye Korkankorkmaz
ÜRETMENİN YAZARI VE OZANI : HASAN AKARSU
Ozan, yazar ve eğitimci Hasan Akarsu;
1952 doğumlu olup şiirleri, deneme ve
kitap tanıtma yazılarıyla tanınır. Yeni çıkan iki kitabından biri “Şenliklerin İçinden” diğeriyse “Asker ve Arkadaş Günlüğü” dür.
ŞENLİKLERİN
İÇİNDEN
Yazar ve Ozan Akarsu, Şenliklerin
İçinden adlı yapıtını iki bölüme ayırmış.
Birinci bölümde hem katılımcı hem de yazar olarak katıldığı İstanbul
Tüyap Kitap Fuarı’na dair gözlem ve anılarını anlatmış; ikinci bölümde ise Saray Bahar Ve Kültür Şenliği/ Tekirdağ
Etkinlikleri ve Şarköy’de Etkinlikler” başlığı altında toplamış katıldığı
tüm etkinlikleri.
İstanbul Tüyap Kitap Fuarlarında, hem
kitaplarını imzalar hem de katılımcısı olarak tüm panellerde konuşan şair ve
yazarların konuştukları konu hakkındaki görüşlerini okurla paylaşır.
Örneğin, 08 Kasım 1993’te İstanbul Tüyap
Kitap Fuarı’nda yapılan bir açık oturuma katılır. Konu: Edebiyatın Halkların Yakınlaşmasındaki
Rolü’dür. Konuşmacılar, Panoyat
Abacı, Oktay Akbal ve Yunanistan Edebiyatçılar Birliği Başkanı Valtinos’tur.
Valtinos, konuşmasında, “Edebiyat, bir ruhun aynası olduğu için halkı tanımaya
ve tanıtmaya yarar,” der; Helen diline girmiş Türkçe sözcüklerin çoğunluğunu
belirtir, doğduğu köyünün adının bile bugün Türkçe olduğunu açıklar: “Karatu(g)la” (S. 18)
Birçok yazar ve şairin, katılımcı olarak
katıldıkları panellerde konuşan şair ve yazarların düşüncelerini kayıt altına
almak gelmemiştir. Akarsu, bu yönüyle inceliklerin ve sorumlulukların yazarı
olduğunu gösterir ki bu tartışılmaz.
Katıldığı İstanbul Tüyap Kitap Fuarlarında;
Yaşar Kemal, İlhan Selçuk, Cengiz Gündoğdu, Berrin Taş, Ayten Mutlu, Arif
Damar, Güngör Gençay, İbrahim Yıldız, Bedrettin Aykın, Ece Aykız, Suat Vardal,
Mehmet Başaran, Oktay Akbal, Ruşen Hakkı, Zihni Anadol, Abbas Cılga, Faik Baysal, Konur Taşköprü… gibi birçok yazar
ve şairle tanışır. Yazınımızın yüz akı olan ve birçoğu hayatta olmayan şair ve
yazarlarla anılar biriktirir ve
onları da bizimle paylaşır.
Takvimler, 04 Kasım 2009 Çarşamba günü
göstermektedir. Akarsu, İstanbul 28. Tüyap Kitap Fuarı’ndadır. Fuarın onur
konuğu usta çevirmen Cevat Çapan’dır. Çapan’ın konuşmasındaki: “Genelde sanat
ve özelde edebiyat kocaman bir aile yaratıyor. Bu aileyi de çeviri yaratıyor.
Çevirinin gücü, bir araya getiriciliğinde yaşar…” sözünün ustayı tanımak için
yeterli olduğunu söyler ki son derece yerinde bir tespittir. Hakikaten Çapan’ın
bütün çalışmalarında bu bütünleştiricilik görülür.
Akarsu, bütün kitap dostlarını ve
aydınları derinden yaralayan, okurun yazarını ve şairini yakından tanımasına ve
seçmesine olanak tanıyan kitap fuarları ile düzenlenen panellere gerekli
ilginin gösterilmemesi gerçeğine duyduğu üzüntüyü çok yalın bir şekilde ifade
eder.
Yazar, ikinci bölümde de aynı yöntemi
izler. “Saray Bahar ve Kültür Şenlikleri” / Tekirdağ Etkinlikleri” ve Şarköy’de
Etkinlikler” başlıkları altında toplar katılımcı olarak katıldığı tüm
etkinlikleri.
Saray, Tekirdağ ve Şarköy’ün
sosyo-ekonomik sorunları ile düzenlenen kültürel şenliklerde konuşan
konuşmacıların görüşlerini bizimle paylaşır. Etkinliklerde konuşmacı olarak
görüşlerini belirtenlerin hepsi de alanlarında uzmanlaşmış kişilerden oluşuyor.
“Sanat ve Sanatçı” başlıklı metinde,
eğitim ile sanat arasındaki ilişkinin derinliğinden başlayarak sanatın insan
ruhu üzerindeki yansımalarına dair duygu ve düşüncelerinin özünü şöyle özetler:
“Sanat, insanla nesnel gerçeklikler arasındaki estetiksel ilişki olarak
tanımlanabilir. Sanatçı ise, gerçeği
yansıtan kişidir.” ( S. 89)
Bir sanatçının çağının tanığı olması
nasıl bir gerçekse, çağının sorun ve sorunsallığının bilincinde olması
gerektiği de bir o kadar gerçektir. Metnin özünde gerçek bir sanatçının kolay
yetişmediği hakikatinin altının çizilmiş olması yerinde bir saptamadır.
“Çağlar Boyunca Yazın ve Savaşım” başlıklı metne ise şöyle giriş yapar yazar: “Yazın
(edebiyat), kişilerin duygu ve düşüncelerini kendine özgü bir dil kullanarak
estetik kurallar içinde, yazılı ve sözlü olarak dile getirmesidir. Amacı ise
estetik değerdir.”(s. 91)
İnsanlık, tarih boyunca insanca yaşamı
yaşanılır kılmak adına savaş vermiştir. Edebiyat ve sanatın da aslolan amacı
hiç kuşkusuz ki insanca yaşamı tüm dünyada yaşanılır kılma düşünde ısrarcı
olmasıdır. Onun eğitimci yanının şairliği ve yazarlığıyla eşit düzlemde
ağırlığını koruduğunu gördükçe toplumun kendisi gibi eğitimcilere ne kadar çok
ihtiyacı olduğunu düşünmeden geçemiyor insan özellikle de bu günlerde.
ASKER
VE ARKADAŞ GÜNLÜĞÜ
“Ayrılıklara / mezar taşları diktim/
Yıldız derinliklerinde/ Yalnızlığı çekerken/İnsanoğlu”… H.Akarsu.
Ne zaman okumak için elime bir günlük
alsam, farkında olmadan kendime şu soruları sorarım: İnsan, kendi gerçeğini anlatırken ne kadar samimi
olabilir ya da yazarın samimiyet anlayışı, benim samimiyet anlayışımla ne kadar
örtüşüyor? Günlük yazmanın ciddi bir yaşamsal birikim gerektirdiğine inanırım
oldum olası. Günlükte kurgu yoktur, insanın kendi gerçeğine ne kadar içten ve
ne kadar dürüst davrandığı vardır sadece. Ciddi bir yaşamsal birikimi olmayan
bir insanın, kendi gerçeğine bir başka kişiymiş gibi bakabilmesi; insanın, kendisine karşı verebileceği en zor
sınavlardan biridir, diye düşünüyorum.
André Gide de: “Yazı yazarken en güç olanı içten olmaktır. Asla sözcük
düşüncenin önüne geçmemeli. Sanatçı yaşamı boyunca içgüdüsüne dayanmalı,
yazmamazlık edememeli.” diyor. Bu duygularla yazarın yapıtının sayfalarını
çeviriyorum. Askerlik Günlükleri’ni okurken hem askerliğin ne kadar zor
koşullar altında yapıldığını hem de sevdiklerinden uzak kalmanın ne denli zor
olduğunu hissettim. Bir Türk vatandaşı olarak
sınırda askerlik yapan ve vatanı uğruna hayatlarını feda edenlere olan gönül
borcumuzu ömrümüzün sonuna kadar ödeyemeyeceğimizin farkındayım. Kaldı ki
yazar, askerliğini sınır ötesinde yapmadığı halde, hiçbirimizin o koşullarda
tek bir günümüzü bile geçirmek
istemeyeceğimizi düşünüyorum.
Atalarımız askerliğin olgunluk ocağı
olduğunu söylerler. Açlık, uykusuzluk, parasızlık, özgürlüksüzlük ve hasret…
İnsan bu zor koşulların hangisine sesini çıkarmadan direnebilir? İnsanın direncinin vatan söz konusu olduğunda
sınır tanımadığını “Kurtuluş Savaşı”ndan biliyorum. Ya Çanakkale Savaşı!.. Ozan
da o naif yüreğiyle tüm o zor koşullara vatan aşkıyla dayanırken en büyük
desteği ailesine duyumsadığı sevgiden ve yazına olan aşkından alır. O
koşullarda bile beynini nitelikli yapıtlar okuyarak besler. Okuduğu kitaplar üzerine düşünerek, onlar hakkında saptamalar
yaparak kendisini geliştirmeye devam eder ki öylesi koşullarda kendini
geliştirmeye devam etmesi gerçekten taktire şayandır diye düşünüyorum.
Yapıtın bir diğer konu başlığı olan “Mehmet
Sağlıklı’ya Arkadaş Günlükleri” beni çok daha derinden sarstı. Karşılıklı
çocukluluğunun bahçesini yeşertmiş ve birbirlerinin çocukluluğunda büyümüş iki
dostun iç acıtıcı vedası…
Mehmet Sağlıklı ile Akarsu, yılların
kadim dostudur. Sağlıklı, akciğer
kanserine yakalanınca dostu Akarsu bir an bile yalnız bırakmaz onu. Dostuna
gösterdiği vefada, insanın farkında olmadan kendisine “Bu türden derinlikli
dostluklar gerçekten yaşanmış mı?” sorusunu sorduruyor. Kadim dost, insanın belleği ve yaşam dayanağıdır. İnsan,
hayatında bir tek dostunun karşısına hiçbir savunma mekanizmasının ve
yalanın arkasına sığınmadan çırılçıplak çıkar. Akarsu ile Sağlıklı’nın dostluğu
yılların değil, çırılçıplaklığın dostluğudur. Dostlukları Sağlıklı’nın hayatını
kaybetmesiyle Akarsu’yun yüreğinde ölümsüzleşir.
Eserinde farklı bir yöntem de dener
ozan. Her sayfanın başına beğendiği
şairlerin şiiri ile kendi şiirlerinden birer dörtlük yazar. Bu sayede de
Akarsu’yun derinliklerin ve inceliklerin şairi olduğu okuyucu tarafından açıkça
görülür.
Yazarın, “Şenliklerin İçinden” ile “Asker Ve Arkadaş Günlüğü” yapıtını; okurun kendisine
benzeyen başka birine dönüşmesini değil, insanlığın bir parçası olarak kendi
gerçeğine dönmesini öncellediği için her kitap dostunun okumasını çok isterim.
Hasan
Akarsu, Asker Ve
Arkadaş Günlüğü, Barış Kitap, 98 s.
Hasan
Akarsu, Şenliklerin İçinden, Barış Kitap, 148 s.
Nurullah Özdemir
ADIM ANADOLU
Masumun mazlumun dilekçesiyim
Onun için acı sözlerim benim
Hatay'ın Maraş'ın yürekçesiyim
Silindi kayboldu izlerim benim
Yırtık umudumda hicran yaması
Merhem ne, benimki can kanaması
Aynada anasız çocuk siması
Boynu bükük çıkar pozlarım benim
Gurbet türküleri bir baştanbaşa
Toprağı toz eder dokunur taşa
Yanık sesli ozan gelir de coşa
Dertli dertli çalar sazlarım benim
Ağrı'da Berivan Cudi'de Zozan
Erciyes'te Ezel Süphan'da Hazan
Uludağ'da Elif Kaçkar'da Nazan
Başları duvaklı kızlarım benim
İsmi; Dicle, Fırat, iki oğlum var
Gözleri fizanda göğsüm gelir dar
"Han Aras" derimin altından sızar
Kızıl, Yeşil, renkli gözlerim benim
Adım "Anadolu" adımda mürvet
Her taşım yakut dengi yok servet
Ezel Yaratan’dan almışım kuvvet
Secdesiz eğilmez dizlerim benim
Erzurum'un karı erir Harran'da
İstanbul lâlesi açtığı anda
Narmânî tek mevsim hep sıcak kanda
Mihricanı bilmez yazlarım benim.
30 Ağustos 2023, Erzurum
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder