İÇİNDEKİLER
|
|
Şiir Sarnıcı
(e-dergi) Yurtdışı ve Yurtiçi Temsilcileri
|
|
Şiir Sarnıcı
(e-dergi) Kimliği
|
|
Şiir
Sarnıcı’ndan
|
|
Dosya
Konusu: Genç Şairlerden Mektup
|
|
Ahu Neda Olsoy
|
Şiir Sarnıcı’na Mektup
|
Selma Güzeltepe Sağlamtaş
|
Şiir Sarnıcı’na Mektup
|
Fatma Aras
|
Emrah Sönmezışık’a Mektup
|
Yaşar Özmen
|
Geleceğe Mektup (Genç Şair’e)
|
Faruk Habiboğlu
|
Şiir Sorunsalı
|
Handan Tan
|
Aksak, Adem ve Kesik
|
Mehmet Kuvvet
|
Kartvizit
|
Asuman Karaduman
|
Pembe
|
Necdet Arslan
|
Değinmeler (Kitap Tanıtımı)
|
Gamze Gürel
|
Türkiye’nin En iyi Eğitim
Sistemi
|
Yaşar Özmen
|
Issız Şiir
|
Şiirler
|
|
Nevzat Çelik
|
Şafak Türküsü
|
Hidayet Karakuş
|
Ölüler Bizi Görür
|
Yorgos Seferis
|
Andromeda
|
Aleksandr
Sergeyeviç Puşkin
|
Bir Anıt Diktim
|
Ayhan Arıtürk
|
Bu Tarafta
|
Dizdar Karaduman
|
Sığlaşma
|
Hüseyin Çağırgan
|
Her Şeye Rağmen
|
Faik Güçlü
|
Zamansız
|
Fatma Aras
|
Ölü Bir Dağın Kızı
|
Filiz Kalkışım Çolak
|
Perla
|
Mehmet Kuvvet
|
Biriken Öyküler
|
Mehmet Rayman
|
Püsküllü Mısır
|
Musa Serin
|
Derler Ki Yiğide Bir Güzel Gerek
|
Moris Karmona
|
Kahverengi Hüzünler
|
Neslihan Dağlı
|
Burkalı Kadın Yüzü
|
Nilüfer Uçar
|
Bir Kadın
|
Oğuz Batın
|
Söyleyin Nerede Evladım
|
Sabri Erik
|
Aralık Ayı İzmir’i
|
Savaş Karaduman
|
Ateşi İlk Ben
Keşfettim: İ-ÇİM-DE
|
Süleyman Sırrı
|
Her Sabah
|
Tan Doğan
|
Üçübirarada
|
Tuğçe Kantaroğlu
|
Şiir ve İstanbul
|
Uğur Olgar
|
Olmaz Düşler Tufanı
|
Vildan Çalışkan
| Bir Varmış Bir Yokmuş |
Yaşar Özmen
|
Masal Dağı, Salgın
|
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) TEMSİLCİLERİ
KURUCU VE YÖNETİCİ: YAŞAR ÖZMEN
YURTDIŞI TEMSİLCİLİKLERİ
ŞİİR
SARNICI (E-DERGİ) MOĞOLİSTAN
TEMSİLCİSİ; TULPAR JANİBYEK
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) IRAK TEMSİLCİSİ; TÜRKEŞ
MEHMET TUZLU
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) BULGARİSTAN TEMSİLCİSİ;
NESRİN SİPAHİ KIRATLI
İL
TEMSİLCİLİKLERİ:
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) İSTANBUL TEMSİLCİSİ;
MEHMET FARUK HABİBOĞLU
ŞİİR SARNICI (E-DERGI) İZMİR TEMSİLCİSİ; DİZDAR
KARADUMAN
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) ESKİŞEHİR TEMSİLCİSİ;
VİLDAN ÇALIŞKAN
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) TRABZON TEMSİLCİSİ; FİLİZ
ÇOLAK
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) MANİSA TEMSİLCİSİ; SEVAL
ARSLAN
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) ANKARA TEMSİLCİSİ; NERMİN AKKAN
ŞİİR SARNICI
(E-DERGİ) AKSARAY
TEMSİLCİSİ; SEÇKİN ZENGİN
Dergi
Temsilcilerinin yaşam öyküleri aşağıdaki linktedir
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) KİMLİĞİ
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ)
ÜÇ AYLIK SANAT VE
YAZIN DERGİSİ
KURUCU VE YÖNETİCİ: YAŞAR ÖZMEN
İletişim Adresi: siirsarnici@gmail.com
Bilgisunar Adresi: https://siirsarnici-e-dergi.blogspot.com/
Ayrıca
Dergi PDF olarak saklanır ve isteyenlere e-postayla gönderilir.
Yayımlananlar:
01 Kasım 2019, Sayı:1
01 Aralık 2019, Sayı:2
PLANLANAN SAYILAR:
01 Temmuz 2020, Sayı:5, Dosya Konusu; Şiir/Sanat Çözümlemesi ve Eleştiri Sorunları.
1 Ekim 2020, Sayı:6 Dosya Konusu; Önerilere Göre Belirlenecek
01 Ocak 2021 Sayı:7 Dosya Konusu; Önerilere Göre Belirlenecek
YAYIN İLKELERİMİZ:
Ayrıştırılmış, öğretilmiş ve sınıflandırılmış kalıpları
yırtarak; sınırsız, çağdaş ve nitelikli şiir/sanat evrenine eşlik etmek
amacıyla;
Yazarın/şairin;
kimliği, aidiyeti, deneyimi, anlayışı ve görüşü ne olursa olsun; terör, şiddet, bildiri ve propaganda ile dinsel tebliğ içermeyen şiiri, yazısı ve yorumu e-dergide yer
alabilir.
Sanat bilimi
ölçütlerine göre sanatsal ve estetik değer taşıyan her eser; tutarlılık,
bağdaşıklık ve bütünlük sağlayan her yazı dergide yer alabilir.
Yazı ve şiirler;
dergi, gazete veya bilgi sunar ortamında daha önce yayınlanmış olabilir; iyi,
temiz ve geliştirici bilgi/yorum veya estetik değere sahipse e-dergide yeniden
yayınlanabilir. Ancak;
-Dilsel şiddet,
ideolojik ve dinsel dayatma-tebliğ içeren; misyonerlik, terör ve şiddet
yönelimli; kişiyi hedef alarak yazınsal eleştiri mantığını aşan
yazı-şiir-yorumlar,
-Değinmece,
değişmece, sapma, bağdaştırma… gibi şiir tekniğini içermeyen-şiir niteliği
taşımayan betikler; bunlar yanında, imge içermeyen ve okurda imgelem yaratma
yeteneği olmayan sığ şiirler,
-Estetik değer, dolayısıyla sanat
değeri taşıdığına kanaat getiremediğimiz betikler. Şiir ve yazın dilinin
gerektirdiği ayrıntıları karşılamayan betikler,
-Özgün ve gönderen
yazara ait olmayan şiir, inceleme ve yazılar,
-Sanatsal görünüşü
dışında bilimsel gerçeklikle uyuşmayan düşünce yazıları
YAYINLANMAZ.
İyi
eser ve yazılar diğerlerine göre yayın önceliğine sahiptir.
Metinler
konuya göre, şiirler “ad abece” sırasına göre yer alır.
Anlatım
ve noktalama yanlışlıkları editör tarafından düzeltilebilir.
Dergi
İl temsilcilikleri;
Maksadımız,
derginin daha fazla okura ulaşması ve yetkin, güvenilir sanatsal bir yazın
ortamının oluşturulmasıdır. Bu maksatla il temsilciliklerimiz aşağıdaki
konuları göz önünde bulundurarak çalışmalarını yürütürler.
İl bazında
sanatçılara (yazar ve şairler) ulaşarak derginin tanıtımı,
İlde bulunan yazar
ve şairlere özel iletişim kanallarından derginin gönderilmesi,
İldeki yazar ve
şairlerin eserlerinin dergide yer alması için teşvik ve iş birliği yaparak
yönlendirilmesi,
Değer olduğu ancak
eserlerini kamuoyuna ulaştıramayan genç yazar ve şairlerin tanıtımı için
dergide yer almasının koordinesi,
Daha fazla okura
ulaşması ve nitelikli bir dergi olması için çalışma ve teklifte bulunmaları
beklentimizdir. Saygılarımla…
Dergi
Yurt dışı Temsilcilikleri;
“Sanat; barış ve kardeşliğe
giden yolda en etkin rehberdir.” düşüncesinden hareketle, ülke sanatçılarının
eserlerini uluslararası dolaşıma sokmak, birbirleriyle tanıştırmak ve insanlık
bazında ilişkileri geliştirmek maksadıyla, ülke dergi temsilciliklerinden;
-Derginin internet ortamında tanıtımını ve dağıtımını
-Ülkesine ait yayınlanacak eserler hakkında yetkinlik
ve uygunluk kontrolünü
-Dergi ve sanatçılar arasında iletişim, iş birliği ve
koordineyi sağlamasını
-Diller arası çevirilerde danışmanlık yapmasını
-Daha fazla okura ulaşma çalışmalarına katılmasını
-Ülkesinin yazar ve şairlerini dünya yazar ve şairleri
ile tanıştırmak için çalışmasını
-Ülkesinin yazar ve şairlerinin eserlerinin
yayınlanması için teşvik ve kolaylık sağlamasını bekliyoruz.
-Bu konularda katkı sağlamak isteyen sanatseverlerin
başvurusunu bekliyoruz. Saygılarla…
Yaşar ÖZMEN,
Şiir Sarnıcı Yöneticisi
ŞİİR SARNICI’NDAN
![]() |
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Yaşar Özmen |
Sanat
görüşümüz; ortalarda dolaşan, ayrıştırılmış, onun bunun öğretisinin tutuklusu
olmuş ve sanat biliminden soyutlanmış bir anlayış değildir. Çağdaş sanat veya
evrimsel sanat kavramlarıyla tanımladığımız; akla, bilgiye, bilime,
sınırsızlığa, sonsuzluğa ve yaratıcılığa dayalı bir sanat anlayışıdır; ögesi
insan olan, sevgiyi temel alan, insanda yaşam sevinci yaratarak aklın evrimini
hızlandıran nitelikli sanattır.
Sanat
kavram ve terimleri konusunda toplum olarak ciddi anlamda sıkıntılarımız
vardır. Sanatın varoluş ruhuyla uyuşmayan uydurma kavram ve terimler kol
gezmektedir. Bunlar, algı-anlama biçimi
dönüştürülmüş sözde öncü olduğu düşünülen kişiler tarafından sürekli
sanatseverlere pompalamaktadırlar. Sanat bilimi ve diğer bilimlerin gözünden
yeniden ele alınıp incelenmesi gereken önemli bir açığımızdır bunlar. Örneğin ideoloji,
estetik, sanat ilişkisi.
Bu
sayıda da yineliyorum: Algılarımız; hiçbir amacın, düşüncenin ya da sözde
görüşlerin etkisinde değildir. İnsana ve sanata dönüktür; yapacağımız her şey
insanda yaşam sevincini yüceltmek içindir. Bilimsel verilerin dışında hiçbir
yaklaşım ve tutum bizim için öncelikli olamaz. Sanatta ön kabullerin, ilgili
verilerle incelenmeden doğru kabul edilip sayfalarımızda yer alamamasına
çalışıyoruz. Biliyoruz ki, her taraf virüs salgını gibi torba kavramlarla
doludur. Doğru ve yararlı kabul ettiğimiz pek çok düşünce, tutum ve yaklaşım; incelendiğinde
geçerliliğini yitirdiğini somut olarak görebiliyoruz. Ne yazık ki bu somut
gerekçeleri öne çıkmış kişilerin önüne koyduğumuzda bile koşullu tutum ve
yaklaşımlarından vaz geçemeyen sayısız sözde sanatçının olduğunu bilmem
söylemeye gerek var mıdır? Özellikle sanat alanında, bilimsel verilerle
desteklenmediği sürece, doğruluğu, uygulanabilirliği ve geçerliliği dikkate
almayan bir tutum içinde olduğumuzu bir kez daha anımsatırız.
Hedefimiz,
gençlerimizi nitelikli sanatsal bilgiyle donatmak ve onları sanat dünyasında
görünür kılmaktır. Bu konuda başarılı olabilmenin koşulu, yetkin ve sanat
bilgisi güçlü akademisyen, yazar ve şairlerimizin deneyimlerini bizimle
paylaşmalarıdır. Taşın altına elimizi koyup hep birlikte bir şeyler yapma
çabası içinde olmalıyız. Çünkü; insanı, tam insan yapmanın en kolay yolu
sanattır; sanatın işlevini uygun yönetmek; onları, çocukluk yıllarından
başlayarak düşük yoğunluklu sanat ortamından yüksek yoğunluklu sanat ortamına
taşımaktır. Savaşım için nerede ve kimin
yanında bulunduğumuzun bir öneminin olmadığını, her düşüncenin saygın ama
geçerli olması gerekmediğini biliyoruz. Bu yüzden her kim olursa olsun herkesi,
yapıtlarıyla sayfalarımızda görmek istiyoruz.
Çabamız
içinde olmak isterseniz, dünyanın neresinde olursanız olun bir tuş sesi kadar
yakınınızdayız. Mahalle ya da yerel dergicilik, hız çağına yakışmaz artık. Ulaşım
ve iletişimin hızı anlıktır. Sayısal teknoloji uygulamaları sayesinde dünya
insanlığı arasında dil sorunu da kısmen ortadan kalkmıştır. Her ne kadar
sayısal uygulamaları yok sayarsanız sayın, geleceğin teknolojisidir ve er geç
bu yönteme geçilecektir; bir an önce katılmalısınız bu katara…
Dünyadaki
tüm yazar ve şairler ile bizi kuşkuyla izlemekte olan sanatsal yetkinliğe sahip
ülkemin yazar/şairlerine sesleniyorum: Çevreye, insana, insanca yaşama ve
sanatın itici gücüne karşı duyarlılığınız varsa ve insanlığın içini acıtan
olaylara karşı bir şeyler yapmak istiyorsanız, işte bütün dünya
yazar/şairlerinin buluşabileceği; uçsuz bucaksız, özgür ve sensiz-bensiz bir
ortam. Hiçbir kaygı ve çıkar çatışmasına aldırmadan sizlerle büyümek için
oluşturulmuş özgür ve özgün bir yazın evreni. Hep birlikte ele alıp elden ele
büyütelim. Saygılarımla…
DOSYA KONUSU: Genç Şairlerden Mektup
Ahu Neda Olsoy
Şiir Sarnıcına
Genç şair Ahu Neda Olsoy’dan sana merhaba getirdim.
Genç şair
deyişinden rahatsız olan da var seven de var. Şairin genci, yaşlısı da olmaz.
Bu bir ayrım değil, değerdir benim gözümde. Bu ülkede kısıtlı zamanını sanata
vermiş herkes benim için değerlidir ama bir genç olarak neler yaşadığımızı
neler çektiğimizi bildiğim için genç şair denmesini seviyorum. Genç şair
deyişinin altında bir geleceğin kurucusu, geleceğin koruyucusu yatıyor diye
düşünüyorum. Şimdi büyümüş ve yaşlanmış olan şairler de bir zamanlar şiirin
genç koruyucuları, şiirin araçlarıydı. İyisiyle kötüsüyle şiiri bugüne
getirdiler. Şiiri bir yüzyıl daha kaybolmaktan kurtardılar. Genç şairler çok
şey öğrendi şairlerden. Kötülüğü de iyiliği de öğrendiler. Şahsen ben çok şeye
tanık oldum, çok şeyin içinde tedirgin kaldım. Hepimizin bir şiiri var. Bizi
birleştiren budur. Ne yaşımız ne de mesleğimiz bizi birleştirir.
Sanat eğitimini düşündüğümde aklıma ilk olarak şiir
okumak geldi. Kendi şiirini okuyabilen şair çok az. Ben tiyatro, diksiyon ve
sahne eğitimi aldığım için kimseyi kendimle bir tutmaya çalışmıyor, kimseyi
böyle yargılamıyorum. Ben kişinin kendi şiirini yazarken bulduğu o sesi yeniden
bulup öyle okumasını savunuyorum. Şiire aktarılan o hüzün, okunurken niçin
sahte bir kedere dönüşsün? Bunu koruyan, hüznüyle, sevinciyle okuyabilen çok az
şair var. Nedenleri çok, hayal gücü eksikliği, sesli kitap okumamak, okuduğunu
anlayamamak, alışmışlık ve daha niceleri. En güzel örneği Shakespeare
verebilir. Shakespeare’in dediğini anlamadan, üstüne düşünmeden ne şiirini ne
oyunlarını okuyabilirsiniz. Diyor ki Juliet, “Biliyorsun, gecenin maskesi var
yüzümde, olmasaydı eğer, duyduğun için demin söylediklerimi, nasıl kızardığını
görürdün yanaklarımın.” Gecenin karanlığının insanı nasıl sakladığını bilmeyen,
hayal etmeyen biri ne Juliet’i oynayabilir ne de onun söylediği ve
Shakespeare’in yazdığı bu güzel sözleri olması gerektiği gibi okuyabilir.
Şairlerimizde sanat eğitimi eksikliği burada başlıyor. Kendi üstüne düşmemek
diyorum ben buna. Aramamak, sevmemek, sanata dört kolla sarılmamaktan geliyor
bu. Örneğin Küçük İskender benim hayranlıkla baktığım biriydi. Yalnızca
şiirinden ibaret değildi. Şiir okuyabiliyordu, performansı vardı ve konuşmayı
biliyordu. Kendi diline hakimdi, karşımıza geçip konuştuğunda bir kere
teklemez, yorulmazdı. Tiyatroyu biliyordu, arabeski, operayı, dansı biliyordu.
Sahte bir telaşla şiir yazmak için yaşamıyordu o, yaşamak için şiir yazıyordu.
Acı çekmişe hayranlık duyduğumdan sevmiyorum Küçük İskender’i, cesur olduğu
için seviyorum. Ben korkuyorum çıkıp kendi şiirimi okumaktan bazı zamanlar
çünkü çok zor ve ince bir iş. Bunun sorumluluğunu taşıdığım noktaya gelmek için
de kendimi eğittim. Şiir yazabilmek için okumadım, tanımak için okudum.
Hissetmek için yaşamak kimlere tanıdık gelecek merak ediyorum. Eğer ortada bir
sanat eğitimi varsa bu insanın kendini yontmasıyla biçmesiyle, yeri geldiğinde
yakıp yeniden doğurmasıyla olacaktır. Her edebiyat mezunu şair olamaz, her
konservatuar mezunu müzik ya da tiyatro sanatçısı olamaz. Bize kalan
sanatçıların nerelerden geldikleri değil, nasıl geldikleri ve birikimleridir.
Öyle şeffaf bir sızıntı olur ki iyi sanatçıda, bir çiçeğe nasıl davrandığından
bile anlayabiliriz. İçimizde kalır koparırsa o çiçeği. İsterse konferanslarda
ayakkabı eskitsin, yarışmalar kazansın, mezun olsun her üniversiteden. Bu benim
mektubum ve ben de diyorum ki, şahidimsiniz ben bunlara kanmam.
“Gömleğim
Pantolonum
Kunduralarım
Ve artık benim için düşman tanıktan başka bir şey
olmayan
[sarı
basın kartım
Çok pahalı arabalar
Çok zengin çöp kutuları
Çok besili itler kediler
Ve otobüs bekleyen aç yüzlü emekçilerim
Ne güzel
Ne güzel”
Hasan Hüseyin Korkmazgil (Ne Güzel Ne Güzel)
Sanat eğitimi ne olabilir Hasan Hüseyin’in? Okumak,
yaşamak, yazmak olabilir eğitimi. Ben de sizlere okuyarak çıkardım bu sonucu.
Ve tanığıyım, uyguluyorum, yaşıyorum. Gerçek şair bunu öğretiyor bana.
Ödül alan şair, ödül veren
kurul, ödül törenleri.
Üç sene üst üste ödül aldım diye hatırlıyorum. İlk
kitap ödülü, barış şiiri ödülü ve Ali Rıza Ertan adına verilen ödülde bir dosya
ödülü aldım. Ödüllere şiir ve dosya gönderirken başarılı olacağım,
kıskansınlar, para kazanayım niyetiyle göndermedim. Okunmak için, desteklenmek
için bir kavga verdim zaten başından beri. Ödüller benim ismimi karalamadı,
benim yoluma engel koymadı. Tolstoy ödül almamış, Shakespeare ödül almamış laflarını
çokça duydum. Bunlar bana bahane geldi. Gülüp geçtim. Tüm yazarlar, şairler
benimle aynı kavgayı vermedi mi sanıyorlar? Herkes okunmak için didinip durdu.
Ben de okunmak için ödül yolunu seçtim. Kitaplarımı senelerce parayla
bastırdım. Köy okullarına götürdüm. Kendi ellerimle de verdim ücretsiz,
başkalarına da dağıttırdım kitaplarımı. Ödül aldım, tanıştım insanlarla. Odama
çekilip, şair bekler yolunu seçmedim. Şair kendini gösterir, kendi için değil
başkalarına ulaşmak için savaşır dedim. Şimdi el kadar çocuklar beni okuyor,
devletin yine yıkacağı kütüphanelerde duruyorsam az da olsa aldığım ödülün payı
vardır. Bana desteği de şudur, örnek olmamın yolunu açtı ismimin bir kâğıt
parçasında kalması. Ne denli basit biriyim öyle değil mi? Burası benimle ilgiliydi.
Bir sorun var dersek, evet bir sorun var. İnsanların
boğazlarından kesip biriktirdikleri parayla dosya bastırıp sonra da ödülün ünlü
şairin sevgilisine veya arkadaşına gittiğini gördüm. İnsanın olduğu her yerde
kötülük var. Kimin hak edip hak etmediğini zaten bilemeyiz. Fakat öyle bir ince çizgi var ki
desteklenmesi gereken birini okuduğunuzda, o size benim yolum bu beni yolumdan
ayırma diyebiliyor. Kimsenin de hata yapmış; bile isteye dostuna sevgilisine ödül
vermiş olanlara suskun kalacağını düşünmüyorum. Er geç yapılmış kötülük ortaya
çıkıyor. Ben ödüllerin destek amaçlı kullanılmasını isterim. Ödül aldın niye
aldın diyen olursa da bunu söylerim. Ödül kimseye engel olmaz, genç şairin
desteğe ihtiyacı vardır. O iyi bir şair değil ki niye jüride dediğim anlar da
oluyor. Tartacak gücü, anlayacak kadar gelişmemiş olduğunu hissedebiliyorum.
Böyle bir şüphem olduğunda da o yarışmaya dosya göndermiyorum. Kazanan
olduğunda da açıp okuyorum. Fakat fark ediyorum ki hata yapıyorum. Ödül
yargılamak anlamına da geliyor ama yargılamak ne kadar kötü bir şey. Kim kimin
sanatçılığına, sanatının doğruluğuna karar verebilir bilmiyorum. Belki de
yalnızca zaman karar verecek bizim hakkımızda. Ödülü yargılamak anlamında
kullanmasınlar artık; destek için kullansınlar. Bol bol kitap bassınlar,
gençleri bir araya getirip şarap ısmarlasınlar. Şiire emek vermiş insanların
adına ödül versinler. Genci de yaşlıyı da bir araya getirsinler. Bir eylemi
kötü yapan zihniyettir. İsteyen iyiye yorar her şeyi. İstemeyen de söylenir durur.
Birbirimizi sevemedik, kimse inkâr etmesin. Kalleşlik
çoğaldı, yorgunluk sürdü. Bu ortamın yorgunu gençlerdir, hakları ödenmez. Şair
şaire tecavüz etti, şair şairi susturdu, şair şairden neyi varsa aldı. Ben
olanları unutmadım. Nice güzellikler arkasında kaldı bu kötülüklerin. Ortaya
çıkaralım isterim, son olsun ne olduysa.
Şiiri korumak, şiiri
kurtarmak, yüksek rütbeden şiiri indirmek.
Şiirin doğasında ve doğuşunda Tanrı vardır. Yakarış ve
dua vardır. Hikayeler, efsaneler, derdini döküş, sızlanışlar vardır. Olacaksa
bir kuralı o da dil olmalıdır. Mecazlarını, deyimlerini, atasözlerini,
şairlerini iyi tanıyanlar ve bilenler yeni baştan kırıp dökerek ya da olduğu
gibi şiirini kurabilir. Bir Bedri Rahmi Eyüboğlu dizesi, “Unutmak, unutmak,
yağdan kıl çeker gibi.” Bedri Rahmi
Eyüboğlu benim dilini en sevdiğim, okurken ne dediyse onun tadını alabildiğim
nadir şairlerden. Şimdi kimseye şiirin dilinin nasıl kullanılacağına dair öğüt
verecek değilim. Ben yazılarımda akademisyen dilini, entelektüel dilini kullanarak
yazacak bir şair değilim. Kullandığım, yanıbaşımdan ayırmadığım sesleri
söylerim yalnızca. Fakat şiir, dilimizden öteye gidemez. Bu en hassas noktadır.
Sokak dili ve yazı dili artık ayrı araçlar değil benim gözümde. Kullanabilen
yetenekli şair, sokak dilini öyle bir estetiğe sokar ki kimsenin ruhu duymaz.
Yani dilini bilen sorun yaşamaz. Can Yücel en güzel örneğimdir. Şimdi
diyebilirsiniz, küfür mü yalnızca sokak dili. Asla, asla küfür değildir
yalnızca sokak dili. Kadın argosu, erkek argosu ayrıştırılsa da hepsi bize
aittir. Türkiye’nin sokak dili şiirimizde zaten vardır. Burada işin içine
sosyoloji girsin, ben çekilebilirim. Yanlış olduysa affedin.
Batmaz
gözümüze kısaca. Eril ve dişil dil kavgası değil, bu kavga sürmeli farklı
mecralarda. Kavgalar başkadır. Şiirin sokak dili ve yazı dili diye ayrılmasına
kesinlikle karşıyım. Ben yazı dili diye bir şey öğrenmedim. Ben her insan gibi
gündeliğimden geldim, ilk şiirimi yazdığım kâğıda. İşin içine çalışmamı da
katınca, bir sokak dili nasıl lirik ya da nasıl sert vb olurmuş gösterdim diye
düşünüyorum. Yazdığım hiçbir şiirde bir
şeyleri nasıl ayrıştırırım diye düşünmedim. Erkek dilimi de kadın dilimi de
birleştirip dilimin akademik dil dışında her çevresinden faydalandım. Akademik
dilin sanatta zararlı olduğunu düşünüyorum gerekmediği sürece. Sanıldığının
aksine uzun ve bol açıklamalı değil; sade ve net olur bu akademik dil. Nasıl
oluyor da şiirde bir akademik dil kullanıyorlar ve uzun uzun anlatıp imgeden
boğuyorlar bizi. Bunu nasıl yükseğe çıkarıp bir de tapıyorlar? Aşık Veysel’i
seven, sonrasında gidip ders anlatır gibi terimlerle şiir yazıyor. Buna halktan
kopuş dönemi demekten başka çarem yok. Meslekleri ne kadar umrumda olmasa da
kendilerinin çok umrunda diye düşünüyorum. Aldığı sıfattan, üniversitesinden
öteye gidemeyen şairler doluştu ve işte nasıl oluyorsa şiire bir akademik dil
soktular. Terim, bilinmeyen yalnızca entelektüel denilen bir avuç hayalete ait
kelimeler, anlam gerekli olmasa da şiire uyumsuz bir his, şiire uymayan bir
estetik var onların şiirlerinde. Ben deli gibi okuyan biri değilim. Hazmede
hazmede gidiyorum kitap okuma yolunda ama biri bana bir gün cevap versin
isterim. Şiiri yıkmak istiyorsalar ona da tamam ama yerine ne gelecek,
entelektüel sergisi mi?
Onların dili
bilmek altında yazdıkları çarpık anlamsız şiirleri sevmedim. Dille oynama
çalışması değildir diye düşünüyorum şiir hakkında. Dil kendine ait bir
sanattır. Onun sanatçısı olmak da zordur. Ben böyle bir mektup yazdım. Başkası
otursaydı makale yazardı. Bana gülünç geliyor kullanılan terimler, ders verme
amacı taşımış gibi görünen yazılar. Bildiklerimizi, bak biliyorum diye sermeye
gerek yok diye düşünüyorum. Düşünceler üretmemiz gerekiyor. Olanı konuşmamız
gerekiyor. Bilmeyen bile düşünce üretir. Çocuklara verelim dünyayı diye siz
demediniz mi? Arkasında duralım bari.
Keşke sürekli laf atan biri gibi görünmesem. İnanın
ben de isterdim yalnızca şiirden bahsetmeyi. Fakat insanların şiiri taht olarak
kullanmalarına sessiz kalacak biri değilim. Sanat yalnızca sanatçı kesime ait
değildir. Yüksek rütbe burada başlıyor. Şiir on yıldır yüksek rütbede duruyor.
Sanatçıların çoğu kendilerine çalışmaktan, bulundukları arkadaş ortamında şiir
okumaktan öteye gidemiyor. Kimseye de hadi kalkın gidiyoruz demiyorum fakat bir
şair hiç mi insanlara ortak olmaz, sormak hakkım diye düşünüyorum. Bu dönem o
değil. Tüm şairlere söylüyorum, gencine, yaşlısına. Bu dönem oturup
masalarımızda şiir yazıp biz direndik diyeceğimiz dönem değil. Şiiri korumak
için herkese ulaşmalıyız. Sanatçısından çıksın artık sanat. Varsa yoksa sokak
olmalı, insan nereye biz oraya gitmeliyiz.
Şiir güzel
kardeşlerim, arkadaşlarım. Yeter ki dost kalalım. Birbirimize öğretmek yerine,
birbirimizle yarışmak yerine birbirimize dayanalım. Bir gün birisi aşık
olduğunda şiirlerimizi okusun, bir gün birisi öldüğünde geride kalanlar onu
bizim şiirimizle hatırlasın. Biz şairler insanların anısı, insanların sesi
olmaktan öteye de gideriz ama ilk önce insanların dağları olmalıyız. Dönemimiz
budur benim için. Ben bilmem ne kuşağı şairi değil, insanın şairi olacağım.
“Yalan söyleyene sövdüm radyoda
Gazetede tükürdüm suratına itin birinin
Bu kadar da olmaz ki
Biryerde biter bu namussuzluk
Ben hep onlar için söyledim şiirlerimi
Onlar için yazdım bütün yazdıklarımı
Ne çektimse bunca yıl, onlar uğruna
İstedim ki duyar gibi yağmuru duysunlar yüreklerinde
İstedim ki tokat gibi insin suratlarına
İstedim ki desinler
İşte bizim de
şairimiz
İşte bizim de sesimiz
İşte bizim de kurtuluşumuz”
Hasan Hüseyin Korkmazgil (Ne güzel Ne Güzel)
SELMA GÜZELTEPE SAĞLAMTAŞ
ŞİİR SARNICI MERHABA
Yazma öyküsünü,
bu mektupta, ayrıntılara girmeden anlatmak istiyorum. Yazanın yolu inişli
çıkışlı olur. Yazılarında gözlemlerini, birikimlerini, yüreğinden süzerek
içselleştirir. Okuduklarının, klasik kitapların ışığı onu sarıp sarmalar. Okur
yazan olmak, okuma hızını kesmemek gereklidir. Dünya, Türk Edebiyatını yakından
izlemek ona çok şey kazandırdırır. Yazılarında bunun etkisini görürüz. Yazıları
eleştirilse, O yazmadan okumadan, vazgeçmez yazma eylemini sürdürür.
Hız, teknoloji,
yaşamımızın büyük bir bölümünü kaplıyorsa, yazdıkları bunun gerisinde
kalmamalıdır. Öyle ki: Betimlemeleri sayfalarca sürmez.
Öykülerinde kahramanları daha belirgin
özellikleriyle tanıtır. Yazanın biçemi hız çağına evrilir, yaşadıklarıyla
şekillenir.
Dil kendini öne
çıkarır. Yazanın anadiline sevgisi hayranlığı ışıklı her sözcükte, her tümcede
kendini gösterir. Anlatacaklarıyla dil bağlantısını kurmuştur. Arı ve
anlaşılmayan sözcükler yoktur, çünkü okur okuduğunu anlamak ister. Yazan,
toplumun her katmanına ulaşmak ister. Herkes tarafından anlaşılmak amacındadır.
Kolay tüketilmek unutulmak istemez. Kalıcı olmak ister.
İsyankardır
yazan, toplumda gördüğü her yanlışı, her kötü olayı, anlatmayı, kendine görev
sayar. Ezilmişlerin, acısını içinde duyarak yazar. Savaşların, göçlerin, açlığın
yok olacağını, güzel günlerin umudunu taşır, yazılarında bunu yansıtır.
Örneğin: Kadın
şiddetini, kadın erkek eşitsizliği sorunlarını, toplumsal gerçekleri yazarak
sanatsal ürünlerine ulaşabilir. Yazan kişi yazılarında nefes aldığı her ortamda
maskesiz duruşlar sergiler ki salt gerçeklere ulaşsın.
Yazan kişi
kitapları, kalemi, kağıtları arasındayken yüreğinde derin bir sevgi taşır. Her şeye
sevgisini sunar. Çiçeğe, böceğe kısacası doğayı yazılarında sevgisini katarak
dokur. İnsanı sever, öykülerinde insanın her yönünü anlatır.
Düşlerini
sevgiyle birleştirir, renkli bir dünyayı okurlarının gözü önüne serer.
Dünyanın büyük
yazı ustaları yazan kişiye yön verir. “Yazdığım her şey, yaşadığımla ilgilidir.”
Henrık Ibsen’in bu sözü öğreticidir. Bu sözün ışığında yaşadığını, gördüğünü
anlatması doğaldır. Bu kesin yargıya varabiliriz.
Yazmak zor olsa
da yüreğimizin sesiyle bize zevk veren bir olgudur. Mutluluktur.
Unutmaya
başladığımız mektubu anımsamak ve bu şekilde yazmak güzeldi.
Sevgiyle
Şiir Sarnıcı
FATMA ARAS
EMRAH SÖNMEZIŞIK’A
MEKTUP
Sevgili Emrah
Hayatla olan derdimi, yıllarca dolunaya yazdım.
Nedense uzaklara mektupla seslenmeyi seviyorum. Seninle ilk karşılaştığımızda;
boyun, duruşun, ellerin, gülüşün, suskunluğun ve abla deyişin herkes gibiydi.
Ama senin iç dünyanla, şiirlerinle tanıştığımda, herkese benzemeyen bir yanın
derinliğini fark ettim. Dedim ya mektup yazmayı severim. Bugün Metin Bey’in de
emek verdiği Sokağın Kalbi Kafe’de Senin şiirlerin konuşulacak. Bu anlamlı
güzel günde burada olmayışın beni mektup yazmaya sürükledi.
Senin, Etki/Dize Yayınlarından çıkan, (2013) “Yaka”
adlı ilk kitabın. Altmış iki sayfadan oluşmuş ve
ilgi çekici, zengin imgelerle kurulu bir kitaptı. O dönem, şiirlerini
sığdırdığın “Yaka”nın iç dünyasını enine boyuna konuşmuştuk ve
Aydınlık gazetesinde kendisine yer bulmuştu.
Daha sonra Hayâl Yayınlarından, (2016) çıkan
“Avazname” adlı şiir kitabınla karşılaştım. “Yaka”, Avazname”, Yine HAYÂL
dergisinde yer alan, “Kalıcılık
Bağlamında Şiirin Besini ve İmgenin Eylemle Olan İlişkisi” hakkındaki yazın ve yaptığımız
söyleşide, bir şiir çatısı altında, hayranlığımı dile getirmek istiyorum.
Mektubumun amacı bu…
Bir kısa örnekle: “Yaka” ismi; ‘kıyı’ ve ‘sahil’ gibi
başlangıçlar yaratıyor izleğimde. Bu adı verirken sizde neleri çağrıştırdı” diye sorduğumda: “Yaka genişliği kişiden kişiye
değiştiğinden dolayı eski zamanlarda çeyize konulan gömleklerin yakaları
kesilmezmiş. İlk kitabımda ortaya koyduğum şiir anlayışının yakasının henüz
kesilmediğini de imlemek istedim.” demiştiniz.
Verdiğin cevap beni de sandık kokularına çekmişti. Kitaptaki altmış iki
şiir var. Ahmet Telli’nin dediği gibi “Hız’ın
rüzgârı cılız olanı deviriyor” sen zamanı, çağı avuçlarında tutar gibi
şiire yansıtıyorsun. Yeniyi farklı bağdaştırmaları, imgeyi özenle seçiyorsun.
Yine, seninle yaptığımız söyleşide: “Şiirlerinizde ‘Deniz’ ve ‘Gece’ bu iki kavram şiirlerinizde
karşımıza çokça çıkan pencereler… Kimi zaman yaşamın sırlarını aralıyorlar,
kimi zaman da okuru kilitli kapıları açmaya zorluyorlar. ‘Gece’ ve ‘Deniz’i insanlaştırmanız bir gözlemden
öte bir özlem mi içinde barındırıyor” diye sorduğumda:
“Şiirlerimde
gözlemi, özlemden önceye alırım. Yaşadığım çevrenin şiirini yazarken düşünsel
bir yaklaşımım oluyor şiire. Günün getirdiklerine odaklanırken insanlarda
farkındalık yaratmak istiyorum.
Bunu yaparken de takıntılı olduğum kelimeleri kullanmaktan çekinmiyorum.” deyişiniz beni
ilk kitaptaki son şiirinizin bu dizelerine götürdü.
“Sirkeci
Garı”nda “Bazı günler var ki erkeksiz bir kadın gibidir kalbim/ Ayaklarımın
ağrısı’ndan başka kimsem… Devamında (…)Yarımlarımı iliştirdikçe
yakasına gecenin/Bakılmaz bir kadından sonrası bakılmaz bir hayat”(s. 62-63) diyerek
toplumsal eleştiri de getiriyorsunuz.
Karanlık emellerin kirlettiği bu toplumda kadın
penceresinden de hayata bakışınız ve yorumunuz dikkat çekici. Haksızlığa isyan
eden, militan bir kaleminiz var. Tam da şiir yazma noktanızda bu isyanların yaratıcılığı oldukça çarpıcı.
Bunu sizinle konuştuğumda:
“Kadın veya erkek şair diye ayırımı da
kabul etmiyorum. Çünkü şiire cinsiyet biçilemeyeceğini düşünüyorum. Hayata dair
her konuya değinmek gibi bir derdim var” deyişiniz.
Şiirleriniz üzerine yaptığımız sohbet, beni şiir
pencerenize iyice almıştı. Kitap sayfalarını çevirirken, İçimden geçenleri
sizinle de paylaşmak istiyorum.
Dedim
ki; “Şair ve yaşadığı coğrafya ilişkisine bakıldığında, her şair önce insan,
sonra şairdir. Şair de herkes gibi belli bir coğrafyada doğmuş, yaşamış,
sevmiş, sevilmiş, bazen sevinmiş, bazen umutsuzluğa düşmüş, birtakım olaylar
yaşamış ve bazı olayları duymuş veya şahit olmuştur.
Bu
açıdan bakıldığında, Feodal bir zihniyetin egemen olduğu yerlerde şair,
yaşadığı ve etkilendiği durumlara, yazdığı şiirlerde belli. Bir ölçüde yer
verir veya çağrışımlı ifadeler kullanır. Evrenselliği içinde barındıran
dizelerinde o dünyanın zorlu karanlığında bir fener görevi yapış Sevgili Emrah
Hayâl Dergisinde yer alan: “Kalıcılık Bağlamında Şiirin Besini ve
İmgenin Eylemle Olan İlişkisi” adlı yazınız: “Kalıcılık bağlamındaki asıl
aktarmak istediğimiz yöntem, şiirimizi zengin kılma çabasıdır. Yani, kültür ve
dil öğelerinin bilinçli ve yoğun kullanılmasıdır; Şiirin besininin doyurucu
olmasıdır. Dil, konuşma işi olduğu kadar bilme işidir” diye devam ettiğiniz yazıyı, şiirle ilgilenenlerin okumasını isterdim.
Hayâl yayınlarından çıkan, “Avazname” adlı kitabın bir
önceki kitabım olan Yaka’yı aşma çabasıyla yazılmış şiirlerden oluşmaktadır.
Kitabın çıkış noktasını ve omurgasını diyebilirim ki “Bilim Kurgusal” başlıklı
şiirdir. Çoğunlukla roman ve sinema gibi sanat dallarının konusu olan bilim
kurguyu şiirde işlemeye çalışmışsın. Şiirde farklılık ve yeniliklerden beslenen
bir şair olarak kendini tanımlayabiliyorsun. İlk bakışta anlaşılmayan öge ve
içeriği şiirine gömmeyi ustalıkla işlemişsin.
Donanımlı bir okurun çözebileceği kodları şiire
sokarak basitliğe düşmekten kaçındığın da görülmektedir. Bir sohbetimizde:
“Açık bir dizenin şiirleşme sürecini yadsıdığım zannedilmesin.” demiştin. Açık
ve gündelik söz öbeklerinden oluşan şiir ayrı bir ustalık istemektedir.
Şiirlerindeki özneler iç içedir, birden fazla kişiyi
anlatmaya çalışıyorsun. Temaları seçerken şiirde olması gerektiğini düşündüğün
kelimeleri de biriktirdiğin gözleniyor. İmge yoğun bir dille dizeleri
kurmuşsun.
Bu ikici kitap da özünü kollayan farkındalığını
gösteren şiirlere baş koymuşsun.
14. şiirde;
“Şehrin bütün
suçları, nasıl ki her kuşkucu bir kelebektir
Aç kollarını sarkacın hüznüne, çatısında yakala kendini” (S.45) şiirinize olduğu gibi hayatı, doğayı insanı ve derdi olan
insanları içine alan bu şiirlerde ben de kendimi yakalamaya çalıştım.
Sevgili Emrah, senin ve şiirlerinin gözlerinden
öpüyorum.
GELECEĞE MEKTUP (Genç Şair’e Mektup)
Nesnenin ya da fizyolojinin evrimi değildir asıl
olan; düşüncenin, düş gücünün evrimidir. Çünkü dünyayı yaşanabilir kılan ya da
ateş topuna çevirecek olan düşünce ve düşlemin gücüdür.
Sana nasıl seslenmeliyim, bilemedim; bağışla beni
geleceğin çocuğu. Oturdum, mektup yazmaya çalışıyorum. Beş veya on asır sonra
birbirimizi anlayabilecek miyiz, bundan bile emin değilim. Senin için söylediklerimin
bir anlamı olacak mı, onu da bilmiyorum. Tarihsel bilgi olarak ne aktarabilirim
kestiremiyorum. Bugünkü dünya ve gelecek görüşümle, çağımdan ve gelecekten söz
edebilirim ancak; senin düşünce dünyanı ne yazık ki okuma yetisine sahip değilim.
Amacım yol göstermek değildir; böyle bir yeteneğim olmadığı gibi yol göstermeye
gereksiniminin de olmayacağını düşünüyorum. Mektubumu, en azından beni ve benim
çağımı anlaman için yazıyorum. Geçmiş ile gelecek arasında bir köprü
kurulmadığı sürece, bilginin tarihselliği ve metinler arası ilişki diye
isimlendirdiğimiz devinim, seni ek araştırmaya zorlar. Ulaştığın sonuç, bizi
anlamak için yeterli olmayabilir. Geçmişimi, çağımı ve geleceği öngörebildiğim
kadarıyla tanımlamaya çalışayım.
Mektubumu; bulut teknolojisi, beynine enjekte,
sanal görüntü veya daha gelişkin iletişim aygıtlarıyla okuyor/dinliyor/görüyor
olacağından eminim. Bizim kuşak, terörün, savaşın, kavganın içinden kopup
geldi; bugün de bunlarla iç içedir. Anlayacağın bizi, çatışma kültüründen beslenen
atalarımız yetiştirdi. Buna karşın, atalarımızla duygudaşlık kurduğumuzda
onlara kızamıyoruz. Onların yaşam, gelecek, değişim ve gelişim algıları böyle
gerektiriyordu; bizimki de çok farklı değildir. Senin çağın ve düşünsel dünyan,
aynı çatışmanın içinde olacak mı şimdiden bir şey söylemek zor. Ancak sen daha
fazla çatışmalara açık bir çağ yaşayacaksın, görebiliyorum: İnsan nüfusu, diğer
canlıların nüfusuna oranla daha hızlı artış göstermektedir. Yaşamda var olma
üstünlüğüne ve olanağına sahiptir. Dünya aynı dünya, su ve kara parçalarının
gıda üretimi insan nüfusu kadar hızlı artış göstermemektedir. Su ve gıda gibi
temel gereksinimler, senin çağında ulaşım, bölüşüm, dağıtım sorununu
doğuracaktır. İster istemez yüksek yoğunluklu bir çatışmanın, mutlak bir
yarışın içinde olacaksınız. Diğer yandan teknolojinin sağladığı hız ve nükleer
gelişmeler, daha büyük sorunları beraberinde getirecektir. Üstelik senin
kuşağın, bugünkü insan egosundan daha fazla egoya sahip olarak yaşamda var
olmaya çalışacaktır.
Bunları, başka alanlarda çalışanlar ve
istatistikî araştırmalar daha ayrıntılı söyleyecektir. Ben mektubumda sanatsal
konulara ilişkin bazı ayrıntıları dile getirmek istiyorum. Senin zamanında
belki yağlı boya tablo yapılmayacak; bizim zamanımızda yapılmış olanlar da bir
anlam taşımayacak olabilir. Bunların çok daha gelişkin olanlarını sayısal
teknoloji veya düş dünyanla sanal olarak yapacaksın. Duvarlarında tablo yerine
sayısal teknolojiyle oluşturduğun görüntüler yer alacaktır; kim bilir bizim
düşleyemediğimiz biçeme sahip yapıtlar olacak. Biçime dayalı heykel ve resim
gibi sanatlar, daha gelişkin teknikle üretilebilecek, bugünün yapıtlarıyla
benzerlikleri olmayacak belki. Teknoloji ve sanat tekniği ne kadar gelişirse
gelişsin, insan denen varlık aynı değişime uğramayacaktır. Varoluş amacına
yönelik çabası ile duyguları bugünden çok farklı bir düzleme taşınamayacaktır.
Üremesi, yaşama çabası, kendini gerçekleştirme güdüsü ve beslenme amacı bugünün
koşullarındakine benzer olacaktır.
İnsanlık, günümüze kadar savaşlarla zaman
yitirdi. Barış ve sevgi içinde çağdaş bir dünyada yaşayabilirdik; bunu
kurabilme yetisine sahip olduğumuzu düşünüyorum. Geçmişimiz, bize böyle bir
dünya bırakmadı; biz de kuramadık. Barış
ve sevgi içinde insanca yaşanabilir yeni dünyanın kurulması, bilincin kendi yaşamsal ve varoluş değerleriyle yapılandırılmasına
bağlıdır. Yaşamsal ve varoluş değerlerini en üst düzeyde açığa çıkaran şey,
sevgi ve onun türevleridir. Senin kuşağın, sevginin oluş ve sürekliliğine
yönelik ayrıntılarını daha net keşfedecektir; ben bugün bilebildiğim kadarıyla
bundan söz edeyim. Sevgi, beden salgıları ve bilincin yapılandırılmasına
bağlıdır. İnsanın asıl amacı, yaşamın ve neslin
sürekliliğini sağlamak için en yüksek seviyede kendisini gerçekleştirmektir.
Buna bağlı olarak, sanatın asıl amacı, sevme duygusunu yüksek kılarak
yaşam sevincini güçlendirmek ve bununla aklın evrim sürecini hızlandırmaktır. Sevginin
gerisinde, haz duymaktan insanın yaşama
bağlılığına, en iyi yaşamsal koşulları oluşturmaktan neslin sürekliliğinin
sağlanmasına ve aklı evrimleştirerek en güç koşulların üstesinden gelme
çabasına kadar sıkı bir kararlılık vardır. Varoluş
güdülerimiz ve bilincimizin yönlendirdiği bir olgudur. Beynimizin çalışma
biçimi ile şekillenen karmaşık bir evrendir. Bu evrenin oluşumunda, sanatın
gücü önemli yere sahiptir. Sevgi, bugün olduğundan daha farklı çözümlenmeyi,
keşfedilmeyi ve daha farkındalıklı bir yaklaşım sergilemeyi bekler. Neden
söylüyorum? Sevginin olduğu yerde savaş ve çatışma kültürü beslenemez,
varlığını sürdüremez. Ayrıca, sevgisiz sanat üretilemez; sanatsız da sevgi
güçlü kılınamaz.
Benim çağım sıkıntıların henüz aşılamadığı bir
çağdır çocuk. Yazdıklarım sıradan bir sızlanma değildir; birer nesnel
gerçekliktir. Sanat, özellikle yazın sanatı ellerimizde can çekişiyor. Onu,
estetik değeriyle ele almıyoruz, meta değeriyle yönlendirmeye, yapmaya ve
ölçmeye çalışıyoruz. Anlayacağın duyguların yönlendirmesine göre değil;
öğretilmişliklerin, çatışmanın, dayatılmış sistemlerin yönlendirmesine göre
sanat ortaya koymaya çalışıyoruz. Bir anlamda taklit aşamasının ötesine
geçemedik diyebilirim. Sanatın amacı ve işlevi, insanın yaşam sevincini
artırarak düşünsel evrimini hızlandırmak olmalıdır. Tam insan olması yönünde
itici güç olmalıdır. Biz, asıl amacı bir yana itip görünür olma çabası içinde
birbirimizin omzuna basmaya çalışan kalabalıklarız. Sanat, eğlence ve estetik
tavır geliştirmek için temel ögedir. Biz, estetik tavır göstermek şöyle dursun,
sanatla eğlenmiyoruz bile. Varsa yoksa sanatı kullanarak maddi kazanç sağlama
ve üstünlük güdülerini doyuma ulaştırma peşindeyiz.
Şiir, öykü ve roman gibi yazın sanatları,
biçimden çok anlam alanında değişime gebe olacaktır; çünkü bunlar düşünce
dünyasının ve imgelem gücünün çıktılarıdır. Bugünün yazın sanatları ile zamanının
yazın sanatları arasında karşılaştırma yapabilmen için bazı verileri ortaya
koymanın yararlı olacağını düşünüyorum. Biz nasıl Aristo’nun Poetikası’nı
okuyor ve Horatius’un Arz Poetikası’nı didik didik ediyorsak, sen de çağının
sanatını daha ileriye taşımak için günümüzün sanatsal bilgilerini incelemek
zorunda kalacaksın. Çağımıza ilişkin bilgi ve deneyim, senin için çok anlamlı
olmayacak, bunu görebiliyorum; sen daha ileri düş ve düşünce dünyasında
yaşayacaksın; her ne olursa olsun tarihsel bilgi ve sanatsal kalıtlar en
azından yaratıcılık konusunda katkı sağlayacaktır.
Sanat, geçmişte gücün, inançların ve
ideolojilerin emir eri gibi düşünülmüştür. Günümüzde de benzer şekilde ele
alınmaktadır. Biçim değiştirmekle birlikte çok farklı bir yaklaşım içerisinde
olmadığımızı söyleyebilirim. Senin zamanında, sanatın asıl amacı ve işlevine
dönük iyi yönde değişim ve dönüşüm kesinlikle olacaktır. Ancak şunu
unutmamalısın; insanın gereksinimleri ve bu gereksinimleri karşılama biçimi çok
belirgin yön ve şekil değiştirmeyecektir. Bilgi ve bilginin kullanımı ne kadar
gelişirse gelişsin, insanın tutumu, bu gelişime koşut değişime uğramayacaktır.
Bizler; inanç, ideoloji, politika ve sanat gibi
görüngüler arasındaki ilişki ile ayrımı, sağlıklı çözümleyemeyen bir kuşağız.
Sapla samanı birbirine karıştırıyoruz. Nasıl olsa hepsi midede eriyecek diye
her birini karıştırıp yutmaya çalışıyoruz. Daha belirgin bir örnek vermek
gerekirse, şiirle öykü arasındaki ayrımı bile sağlıklı göremiyoruz. Konusunda
yetkinliğe ulaşmış yazarları/şairleri de yeterince izlemiyoruz; çünkü bizde
yapılandırılmış olan hırsların tutuklusu durumundayız. Gündelik yaşayarak büyük
işler yapılamayacağını bilmemize karşın kendimize dönmüyor ve değişim konusunda
ağır aksak davranıyoruz. İşte bizim yaşam, sanat ve yazına bakışımız bu
durumdadır. Ne yazık ki sana daha geliştirilmiş bir sanat evreni
devredemeyeceğimizi açık yüreklilikle söylemeliyim.
Sayısal teknolojiyi iyi kullanamıyoruz; üstelik
kullanıcı düzeyinde bunları öğrenmekten kaçınan bir yaklaşım içindeyiz. Çağın
gerekleri gelip kapımıza dayanmış, hazır olarak önümüze konmuş olmasına karşın
bir elimizle onları itiyoruz. “Zamanım yok, ne işime yarar, aman sende, aklım
ermez” gibi gerekçeler ileri sürüyoruz; aslında hepsi tembelliğin bir sonucu.
Teknoloji çok hızlı gelişiyor. Yakalamak için çok çalışmak gerekir. Diğer tarafını
düşündüğümüzde, benim kuşağım az şey yapmış sayılmaz. Nazım Hikmet’imiz, Sait
Faik Abasıyanık’ımız, Aziz Nesin’imiz, Yaşar Kemal’imiz… var. Çağın hızına oranla yavaş hareket etmemiz
anlayışla karşılanabilir; sen de bunu anlarsın diye düşünüyorum. En azından
keşfedilmedik daha pek çok görüngünün olduğunu, bunlar senin aracılığınla,
zamanla gün yüzüne çıkarılacağını biliyoruz. Bunlara ortam yaratmaya
çalışıyoruz.
Öğretici davranmak, öğüt vermek, davranışlarınızı
yönlendirmek dahası kontrol etmeye çalışmak, en başta gelen hastalığımızdır.
Böyle yaparsan şöyle olur demek hoşumuza gider. Deneyimden edindiğimiz bilgiyi
senin de aynen kullanmanı bekleriz. Öğretici olamayan iyi birer öğretmeniz.
Söylemekle değil; yaptıklarımız ve tutumlarımızla bunları aktarabileceğimizi
bildiğimiz halde öğüt vermekte ısrar ederiz. Bu, çatışma kültürünün bizlerde
yarattığı bir sonuçtur. Başta söylediğim gibi mektubumu ne sızlanma ne de öğüt
vermek amacıyla yazıyorum. Senin düşünce ve düş dünyan; oldukça gelişkin,
bilgiyi doğru kullanan, insan-emek odaklı, barışçıl ve özgür bir ortam
yaratacaktır. Bundan kuşkum yoktur. Geleceğe bu kadar güvenle bakabilmemin ve
sana güvenmemin altında şu düşünce yatar: Nesnenin ya da fizyolojinin evrimi
değildir asıl olan; düşüncenin ve düş gücünün evrimidir. Çünkü dünyayı
yaşanabilir kılan ya da ateş topuna çevirecek olan düşünce ve düşlemin gücüdür.
Bizden sonra gelen yakın kuşaklara baktığımda; duygudaş, çağdaş, akılcı,
bilimsel, özgür bilince sahip ve donanımlı bir gençlik buluyorum karşımda.
Dayatma ve çatışma anlayışından vaz geçen, özgür ve insan olma onurunu daha
üstün tutan bir anlayışı egemen kılmaya çalışıyorlar. Güven veriyor, umut
veriyorlar.
Günümüz silah teknolojisi, kısa sürede dünyayı
yerle bir etme yeteneğine sahiptir. Bilimsel bulgular, yaşam kaynaklarını kısa
sürede kullanılamaz hale dönüştürebilir. Biyolojik bir saldırı veya
kendiliğinden gelişen ve dönüşüme uğrayan bir virüs dünyayı birbirine
katabilir. Bu gelişmeler, senin zamanında akıl almaz boyutlara varacaktır.
Doğru yönetilmez ve insana dönük kullanılmazsa büyük bir tehlike seninle
demektir. Üretilen bilgiyi insan odaklı kullanmak zorunda olduğumuzu sen de
görüp önemini anlamış olacaksın. Bu yüzden, bugünden sonra çatışma ve dayatma
mantığını dışlayarak sevginin güçlü kılınması için çaba harcamalıyız. Sevginin
olduğu yerde birbirine saygı ve dinginlik vardır. Bu duygunun güçlendirilmesi,
en çok önem vereceğin bir konu olmalıdır. Sevgi; duygudaşlığı, duyarlılığı,
saygıyı, cömertliği, çatışmasız toplum yapısını doğurur. Bu nedenle, sanat gibi
sevgiyi güçlendiren görüngülere önem vermek gerekir. Düşük yoğunluklu sanat
ortamında eğitilen çocuklar, şiddete yönelmezler. İnsanî değerleri üstün
tutarak ölüm ve şiddete neden olan uygulamalardan kaçınırlar. Benim çağım,
özgürlük getirmek için savaşa karar verebilecek kadar dayatıcı anlayışa sahip
hastalarla doludur. “Benim davama hizmet etmeyen sanat, sanat değildir.”
diyebilen kalabalığın içinden kopup geldik ve bu kalabalık halen etkin
durumdadır. Öğretilmiş, ayrıştırılmış bu anlayış, henüz yürürlükten
kaldırılamamıştır.
Sistemleri, ülkeleri veya dünyayı yönetmek,
insanı yönetmek demektir. İnsanı yönetmekse duyguları yönetmekle eşdeğerdir.
Bildiğiniz gibi olumsuz duygular, dilsel şiddetten başlayıp terör ve savaşa
kadar varan olumsuzlukları beraberinde getirir. Tarihe baktığımızda, bizim
zamanımız dâhil, terör, şiddet ve savaşlarla geçmiş bir zamanla
karşılaşırsınız. Senin de aynı sonucu yaşamaman için duygu yönetimi denen kavrama eğilmelisin. Olumlu duyguları
toplumlarda başat kılmak, şiddetten, kavgadan ölümden uzak barışçıl bir
toplumun temel taşlarını atmak demektir. Mektubumda sanata yönelik konulara bu
yüzden değinmek istedim. Çünkü sanat, ‘duygu yönetimi’nin temel bileşenidir. Olumlu duyguları, yani sevgiyi güçlendirmenin en
kolay ve en kalıcı yöntemidir. Adil, duygudaş, duyarlı, sevgi dolu ve özgür
insan, sanat gibi amacı ‘güzeli yaratmak’ olan etkinliklerle
yapılandırılabilir.
Sen bizi çok fazla dikkate alma; bizler, kavgada
üstün olmak için şiiri silah yerine kullanan bir kuşağız. Anlayacağın bizim
sanat anlayışımız, kalın dişli törpülerle inceltilmelidir. Başta söyledim ya,
savaş ve şiddetin kol gezdiği ortamlar, duygularımızı, ülkümüzü ve amaçlarımızı
belirledi. Sorunlu kararları alma ve uygulama zorunda bıraktı. Senin geleceğin
akılcı, sevinçli ve daha çağdaş olmalıdır; dahası bunu umut ediyorum. Çünkü
senin duyguların, çok iyi yönetilmese de özgürlük bilincine varmış ve insan
olma değerlerini özümsemiş durumdasın. Senden; olumsuzluk, haksızlık, şiddet,
savaş ve terörden yana karar çıkmaz, diye düşünüyorum.
Çağımızın en büyük yarası olan ve senin kuşağını
daha fazla etkileyecek olan, önemli bir soruna daha değinmek istiyorum.
Bildiğin gibi doğada var olan her canlı türünün bir işlevi var ve doğanın kendi
kendine kurduğu bir dengede sürekliliğini korumaktadır. Biz buna ekosistem
diyoruz. Günümüz teknolojisi, bunların bir kısmını yok etmektedir; ekosistemi
alt üst etmektedir. Dahası yükselen bir ivmeyle yıkım sürmektedir. Nasrettin
Hoca’nın “Bindiği dalı kesmek” diye bir fıkrası vardır. Senin zamanında
Nasrettin Hoca tanınıyor ve fıkraları anlatılıyor olacak mı, bilmiyorum. Örnek
vermek gerekirse, bindiği dalı kesen ama bundan haberdar olmayan bir varlık durumundayız
bugün. Ekosistemi, buna bağlı olarak ekolojik (çevrebilimsel) dengeyi
bozuyoruz. Doğadaki oksijen oranı ve içilebilir su kaynakları yaşamsaldır.
Havadaki oksijen oranı %16-%22 arasında olmak zorundadır. Bu oranlar sınır
değerleridir ve bu oranların dışında yaşam olası değildir. Şu an bile havadaki
oksijen sınır değerlerini ters yüz edebilecek bilgi ve teknolojiye sahibiz. Bu
oranların korunması için önlem alma gerekliliği vardır; örneğin oksijen
dengesini sağlamak için bugün aldığınız önlem, bir insan ömründen daha fazla
zaman sonra etkili olmaktadır. Sana dengeli bir doğa bırakmayacağımızdan
eminim; çünkü bindiğimiz dalı bilinçsizce kesen bir kuşağız. Bu yüzden,
ekosistem ve çevrebilimsel dengeye özen göstermek, koruyu ve önleyici önlem
geliştirmek en temel göreviniz olmalıdır.
Doğanın dengesini koruyacak ya da bozacak olan
şey, teknoloji değildir; insandır. Sanattan ve duygu yönetiminden bu nedenle
söz ediyorum; sevginin bir anlamda olumlu duygunun daha güçlü olmasını
önemsiyorum. Birkaç delinin yarattığı ve milyonlarca insanın ölümüne neden olan
İkinci Dünya Savaşı’nı bir düşünün. Ayrıca nükleer silahlarla bir anakaraya
saldırıda bulunulduğunu varsayın. Veya ölümcül bir salgının baş
gösterdiğini. Nasıl bir sonuç ortaya
çıkacaktır, senin düş gücüne bırakıyorum. Anlayacağın, havadaki oksijeni sınır
değerleri dışına taşımak, var olan teknolojiyle çok kolaydır. Yaşamsal önemi
olan şey, insanın kararını etkileyen itici gücün sağlıklı yapılandırılmasıdır.
Yani sevgi gibi olumlu duyguların, üst düzeyde tutulması ve yönetimidir. Tek
seçeneğimiz, sanat gibi güzeli var eden değerler yardımıyla insanın olumlu
duygularını beslemek ve güçlendirmektir. Yinelemek gerekirse, sevginin egemen
kılınması, kitlesel ölüm ve yıkımları önlemek anlamına gelir.
Çağımın bilgi birikimi gereği, dünyanın üç
boyutlu olduğu görüşü yaygındır. Yaşam biçimimizi ve sistemleri buna göre
şekillendiriyoruz. Aslında dördüncü bir boyutun olduğunu, ne var ki bu boyutu
doğru yönetemediğimizi söylemeliyim. Dördüncü boyut, metafizik dünya veya
ruhsal dünyadır. Yani insan duygularının biçimlendirdiği dünyadır. Biz bunun
ayrıntılarını keşfedebilmiş bir kuşak değiliz. Dünyayı yöneten bu boyut
olduğunu söylersem, bizim kuşağımız için çok şey anlatır mı, emin değilim. Sen
bunu tüm çıplaklığıyla görebilir olacaksın. Dahası beş ve altıncı boyutu
keşfedeceğini düşünüyorum. Sevgi, daha geniş anlamda söylersek olumlu duygu,
dünyanın üç boyutunu yönetme ve kontrol etme gücüne sahiptir. Bu yüzden
mektubumda; sanat ve sevgi, sanat ve insan ile yaşam ve duygu ilişkisi üzerinde
ısrarla duruyorum.
Biliyorum, hız yüksek, zaman kısadır senin için.
Önüne söz kalabalığı koymamak için mektubumda doğrudan gerekçeleriyle birlikte
sonuçları yazdım. Umarım, çağıma ilişkin aydınlatıcı bilgi verebilmişimdir.
Seviyle sürekliliğe yönelmeniz dileğiyle… 9
Aralık 2019, Narlıdere/İzmir
Deneyim ve
düşünceleriyle metne katkı vereler: Hidayet Karakuş, Handan Tan, Ayşe Karadağ
FARUK HABİBOĞLU
ŞİİR SORUNSALI
En çok da edebiyat dergileri
ihanet etti şiire! Kimi sayılarında hiç yer vermediler. Zaten okur hazretleri
hiç değer kılmaz uzun zamandan beri.
Oysa şiir, birçok kişinin
çok kolay sanarak karalayıp aslında ortaya saçma sapan karın guruldaması
yaydığı fakat gerçekte sanatların anası. İlkin söz vardı. İnsan konuşur çünkü.
Öyle işte konuştuğu günden beri insan, sıradan kelamla anlatamadıklarını farklı
bir söyleyişe büründürünce doğdu şiir. Şiir, hikmetli söz, sihirli kelam.
Bu gök kubbe altında
söylenmedik hiçbir söz kalmamıştır diyen zahit, elbette doğru konuşmuş. Ancak
her mevzu her bir şairde farklı bir sese bürününce yeni bir dize olur yeniden.
İlk kez duymuş gibi dinleyicisinin gönlünde, ruhunda bir esintiye mahal verirse
o ses şiir demektir. Ve bu hayat sürdükçe şiir de varlığını sürdürecek, bu kesin!
Ama en çok da edebiyat
dergileri ihanet etti şiire! Ya yok saydılar yahut küçük harflere tutsak
ettiler! Nedense uzun kelama daha çok itibar var. Oysa hele ki bu çağda,
iletişimin, etkiletişimin, hızın başlar döndürdüğü gözler kamaştırdığı bu
çağda… Hele insanın en çok tükettiğinin ve dolayısıyla en çok gereksindiğinin
zaman olduğu bu çağda… Artık çok kimse oturup uzun uzun ciltlerce kitap
okumuyor! Satın alınan kalın kitapların pek azında son sayfaya erişiliyor, bunu
biliyorum. Vakti yok çünkü insanların. Aforizmatik kelamları arıyor ruhlar,
zihinler. Kısa ve bir çırpıda! Hem sürat içinde ne kadar çok öğrenirsem ne
kadar çok bilirsem telaşındayız artık. İşte bu çağda en popüler sanat olmalıydı
şiir. Ama değil!
Bir şey var! Bir sorun, bir
uyumsuzluk durumu var.
Sanırım çağın şiiri henüz yazılamadığı için...
HANDAN TAN
AKSAK,
ÂDEM VE KESİK
Âdem sıska bir çocuktu. Kış geceleri hava kararmaya başlarken dönüş yolunda
olurdu. Kesik, onun tek ve en yakın dostuydu. Surların bu bölümünde ne vakit açıldığını
bilmedikleri bir gedikten girilirdi evlerine. Buraya ev demek çok da doğru
değildi. İki köşesi birbirine dayandığı için ayakta kalabilmiş kesme taş
duvarın dibiydi. Hurdacının deposundan yürüttükleri demir direkleri toprağa
saplayıp, üstüne naylon, etrafına karton gerdikleri köşeydi. Naylonun diğer
uçları, yüzyıllardır aşına aşına alçalmış bu duvara atılmıştı. Hurda deposundan
aldıkları tenekeler ve kocaman iki taşla bastırılmıştı. Rüzgâr lodostan
esiyorsa sıkıntı olmuyordu. Denize bakan üst taraftan esiyorsa kamçı gibi
yakardı yüzlerini. Naylon havalanırdı. Gözyaşları sanki donar, gözlerinin içine
batardı.
Yaşlarından çok büyüktü sesleri. Ağızlarından yakası açılmadık küfürler eksik
olmazdı. Böyle küfürleştikçe daha büyük, güçlü sanırlardı kendilerini. Hayatta
kalmak için gerekliydi bu. İzmarit de içerlerdi. Kesik, artık jilet atmıyordu
kollarına. Adem’le köpeği Aksak vardı, yalnızlığını paylaşan. Üçü zar zor
sığarlardı kuruluk altına. Haftalarca ayakkabıdan çıkmayan ayakları, dışarda kalırdı
bazen.
Âdem’le Kesik nasıl buluştular, ne zamandan beri aynı naylonun altındalar ikisi
de unuttu. Bir kış günüydü galiba. Kesik, manavın verdiği iki portakalla eve
gelmişti. Naylonun yanında kendinden de küçük çelimsiz bir oğlan dikiliyordu.
Üç duvar ötede başka bir teneke evde görmüştü onu önceleri.
-Al oğlum, biri senin biri benim.
Portakalın parlak turuncusu, Kesik’in Âdem’e uzattığı çocuk elinden büyük,
hırpalanmış elini olduğundan kara gösteriyordu.
Âdem, daha önce kâğıt toplarken bulduğu soyulmuş portakal kabuklarının kokusunu
anımsadı. O gün eline alıp koklamıştı. İçleri beyaz beyaz, dışı turuncuydu.
İçinin beyazına dişlerini geçirip sıyırmıştı. Tadı pek yoktu da kokusu yamandı
bu portakalın. Eline sinen kokuyu boynuna sürmüştü. Anne gibi serin kokmuştu
kirli yakası.
-Hadi soy da yiyelim, dedi Kesik.
Çakısını uzattı Âdem’e.
Çocuk, nasıl soyacağını bilmediği anlaşılmasın, diye;
-Önce sen kendininkini soy abi. Sen getirdin, dedi.
Küçüğünden saygı gördüğünü düşünen Kesik, çakıyla portakalın ezilmiş tarafını
kesip attı. Sonra dilim dilim soydu kabuğu. O soyarken Âdem, dünyanın en
harikulade, en büyüleyici işini seyreder gibi, ağzı yarı aralık, gözlerinde
sevinçli bir şaşkınlık, bakıyordu.
-Vay be oğlum. Ben kabuğunu mu dişlemişim bu meretin. Amma da suluymuş içi.
-Sen muz da yememişsindir Allah bilir.
-O kadar da değil be. Muz yedim ben.
-Kabuğunu yalamışsındır oğlum sen muzun.
Âdem bozulmadı Kesik’in alaycı konuşmalarına. Naylon eve girmeyi istediği kadar
hiçbir şeyi istemiyordu o an. Ev, Kesik Abi’nindi. Geçen kışı surların öbür
tarafında başka abilerle geçirmişti. Orayı tinerciler tutmuş, abilerle kavga
etmişler, naylon evi ateşe vermişti tinerciler. Âdem, tekrar evsiz kalmıştı.
Duyduğuna göre, Kesik delirince kendini keserdi ama küçük çocukları kollardı.
-Evin yok mu oğlum senin? Ne dikilip duruyorsun kapımda; kapım dediği naylonun
önüne dayadığı paleti göstererek.
-
Evim yok Kesik Abi, ben sende kalsam? Tek kalınca korkuyorum. Çok üşüyorum hem.
O akşam eski mahalleden kâğıt arabasını da çekti getirdi. Hurdacı ödünç
vermişti arabayı. ‘’Allahına kitabına, kaybedersen gebertirim seni!’’ demişti
verirken.
Aksak’ı geçen yıl buldu Âdem. Kâğıt toplamaya çıkmıştı naylondan. Sahilde
karşıya geçmek üzereyken fren sesine döndü. Surlara doğru arka ayağını
sürüyerek kaçan bir köpek gördü. Araba durmadı. Hayvan, ayağını her sürüyüşte
canından can koparcasına inliyordu. Âdem, iki tarafına tahtadan kol takılı
kâğıt arabasını oracıkta bırakıp karşıya geçti. Köpek, kuyruğunu altına almış,
yalvarırcasına bakıyordu Âdem’e. Kucakladı. Sarsmadan kâğıt arabasına kadar
getirdi. Naylona götürse, nasıl doyuracaktı? Parkın ortasına bir yere bırakmayı
düşündü, daha güvenli olur diye. Nasıl olsa oyun alanına gelen çocuklar
simitti, çörekti verirlerdi. Usulcacık bıraktı, belediye işçilerinin taze
biçtiği çimenlere. Mersedes dediği kâğıt arabasına asıldı, yürüdü.
Kesik, bazı akşamlar geç dönerdi Surdibi’ne. Mal indiren kamyonları kollar,
boyundan büyük paketleri sırtlayıp dükkânlara taşırdı. İş çıkmamışsa eve boş
gelmez, Sirkeci’de lokantalar kapanana dek dolanır, artıkların boşaltılmasını
beklerdi. Önlerinde kirli önlüklerle bulaşıkçılar çıkardı dükkânlardan, çöp
kovalarıyla. Şu paralı insanların yemeyip tabaklarında bıraktıklarını, köşeleri
ısırılmış ekmekleri poşetine doldurur öyle gelirdi. Surdibi’ne yakın bir yerde
dükkânı kapatmakta olan bir manav, seslenirdi ardından. ‘’Kesik! Gel şunları
alıver!’’ Biraz yumuşamış domates, yarısı çürümüş de olsa bir iki portakalı
alırdı Kesik. Âdem’in işi değildi bu. O kâğıt toplardı.
-Kesik Abi, seni alt yolda beklerim ben. Öyle tek başıma olunca sevmiyorum
naylonu. Hışır hışır bir ayak sesi dolanıyor sanki duvarların arkasında.
Bir akşam sahil yolunda köpeği bıraktığı parktan geçiyordu mersedesle. Arabayı
epeyce doldurmuş, zor çekiyordu. Paçasına sürünen bir şeye döndü. O köpekti bu.
Adem’i tanımıştı. Bir bacağı hafif aksıyordu. Kuyruk sallayarak peşi sıra
yürüdü, Surdibi’ne geldiler. Sabah, hâlâ kapıdaydı. Gitmemiş gece bir yere, o
da sürüye katılmıştı. O günden sonra Âdem’le takıldı. Mersedesin yanından
ayrılmadı.
-Ulan biz kendimizi zor doyuruyoruz bir de bu Aksak çıktı başımıza.
-Olsun be Kesik. O da bizim gibi gariban.
-Oğlum, biz uzadık, kulübe kısa kaldı. Kışa kadar malzeme buluşturalım bir
yerden de sağlamlayalım sarayı.
Âdem bir akşam mersedesin içine gizlediği birkaç tuğla, biraz çimentoyla geldi.
-Nerden buldun lan bunları? Çaldın mı?
-İnşaata girdim. Kırık diye atmışlar bunları bir kenara. Torbaların dibinde de
biraz çimento varmış. Çalmadım namussuzum. Duvarın dibinden aldım. Çimento
torbalarının boşlarını alırken topladım. Sahibi gördü alırken, bir şey demedi.
Al, bir de yırtık plastik kova sana. Çimento nasıl yapılır biliyorum ben,
babamdan görmüştüm. Kumu da deniz kenarından alırım. Denizin sahibi yok
nasılsa. Abi, böyle naylondan saray mı olur? Bari biraz sağlamını yapalım da
poyrazda havalanıp uçmasın tepemizden. En azından altımıza su girmeyecek kadar
yükseltelim dibini.
Âdem, günden güne ufak ufak yığdı malzemeyi. Biraz düzelttiler evin sağını
solunu.
Akşamları ateşin başında birkaç numara çekiyordu Kesik. Elindeki bozuk parayı,
abrakadabra deyip kaybediyor, sonra Adem’in şaşkın bakışları altında onun
ensesinde buluveriyordu. Bazen de kirli iskambil destesinden bir kâğıt
çektiriyor ‘’Tut bunu aklında ‘’ diyor, Kâğıtları karıştırıyor, ‘’Bu muydu?’’
diye Âdem’in aklında tutup durduğu kâğıdı gösteriyordu. O böyle numaralar
çektikçe Adem’in gözünde iyice büyüyordu.
Yiyecek işine Kesik bakıyordu. Âdem, kâğıt paralarının birazıyla Sirkeci’den
bir dükkândan olta aldı Kesik’e. Bu ona alınan, Âdem’in de birine verdiği ilk
armağandı. Duydukları mutluluk, ikisinin de göz pınarlarında bire damla
gözyaşına dönüştü.
Galata Köprüsü’nden çapari salladı her gün Kesik. Bazı günler sıska iki izmarit
bazı günler kova dolusu istavrit, tombulundan. Bol olunca sattı köprüde bir
kısmını. Yazı böyle geçirdiler.
Kış geldi. Sarayburnu’ndan denize atlayıp tenlerine sinen toz, yağ ve kirden;
İstanbul’dan arınmak için yüzemeyecekleri kadar soğudu hava. Âdem, boş manav
sandıklarını surun dibine yığmıştı. Akşamları kapının önünde tutuşturdukları
ateşte ellerini yüzlerini ısıttılar. Sonra yanaklarından ateşin ısısı uçup
gitmeden, altına tahtalar konulup yükseltilmiş kirli yataklarına büzüldüler.
Aksak’ı aralarına alıp sıcacık sarıldılar. Üstlerine de kim bilir kimlerin
attığı, deseni seçilemeyecek kadar eskimiş tozlu battaniyeyi çektiler;
uyudular. Herkes kendi rüyasına daldı.
Kesik, bir sihirbazın marifetlerinin sırrını öğrenmek için evden kaçıp ona
yamak oluşunu, sihirbazın tavşanını, kırmızı ipek mendilleri, sandıktaki
bölmede bedenini inceltip sihirbazın keskin kılıcını yuvaya sokuşunu görüyordu.
Sonra, ustasının kendisini yaralamadan bölmeden çıkardığında coşkuyla
alkışlayan seyircileri. Panayırların curcunası içinde kasabadan kasabaya
yolculukları görüyordu. Adını bilmediği bir kentte, öyle kalabalık bir
panayırda sihirbazın onu terk edip gittiğini de.
Aksak da kaçıyor, ya da kovalıyor gibi deviniyor, hırlıyor, belli ki o da rüya
görüyordu. Bir kediyi kovalıyor, tekmeleniyor ya da çöp bidonlarını
deviriyordu.
Âdem’in rüyaları çok kısa ve karanlıktı. Uyanınca, çabucak kurtulmak istiyordu
etkisinden. Hiçbiri diğerine rüyasını anlatmıyordu. Böylece yorumlanmadan
kalıyordu, birbirine ulanan rüyalar. Ne kadar yakın da olsalar sırları
içlerinde kalsın istiyorlardı. Tek sorunları, bugün yaşamda kalabilmekti. Kayıp
geçmişlerini anımsatan rüyaları, rüyalarına giremeyecek kadar uzak gelecekleri
değil, bugündü düşündükleri.
Kış, kışlığını yaptıktan, çocukların ellerinde ve dudaklarında kanayan derin
çatlaklar bıraktıktan sonra hızını kesti. Sur içlerinde tek tük kalmış çakal
erikleri çiçeklendi. Böyle bir günde mersedesi çekmek de itmek de zor
gelmiyordu Âdem’e. Cağaloğlu’ndan çok kâğıt çıkıyordu, Sirkeci’den de.
Hurdacıya günde iki kez mal boşalttığı oluyordu.
Bir akşam Kesik eve geldiğinde Âdem’i tahta sandıklardan birine eğilmiş bir
şeyler çiziktirirken buldu.
-Ne lan, boya mı aldın sen?
Âdem elindeki kısalmış boya kalemlerini, resim çizdiği kartonun üstüne bıraktı.
-Çöpten buldum abi, dedi. Atmışlar bu kalemleri.
Kocaman bir ağaç çizmişti market kartonuna. Ağacın ardındaki sıra dağlar
çıplaktı. Güneş battı batacak, yarısı dağların ardına düşmüş. Ağacın gölgesinde
bir kadın, vurulmuş belki. Düşmüş yüz üstü. Saçları kana bulanmış, kıpkırmızı.
Âdem’in boyadığı, belki de batan güneşin şavkı. Kan kırmızı. Kartonun arkasında
da bir yüz çizilmiş; bıyıkları gür, bakışları acımasız. Gövdesi duvarın ardında
kalmış, içerde. Demir parmaklıklar var yüzünde, kapkara. Âdem, karabasanlarını
çizmiş kartona.
Ertesi akşam yarım kova istavritin parasıyla, boya ve defter aldı Kesik,
Âdem’e.
-Bak sana ne aldım! Pastelmiş lan bunların adı. Dükkâncı dedi. Tam on iki renk.
Âdem o gün kâğıt toplamaya gitmedi. Resim yaptı. Bir ev çizdi, kocaman; boyadı.
Ana caddede gördüğü yüksek evler gibi. Balkonlu. Pencereleri perdeli. Düşlerine
giremeyen bir gelecek gibi. Önünde Aksak, kendisi ve Kesik. Bir de ağaç.
Dallarında turuncu toplar asılı. Eğri bir çiviyle düz bir taş buldu. Sur
duvarına çiviledi resmi. Resmin köşeleri, Marmara’nın iyot kokulu nemli
rüzgârıyla hafif hafif uçuşuyordu.
Kesik geç kalmıştı.
-Kimdir o?
Ayak sesleri yaklaştı. Yaklaştıkça büyüdü.
-Kesik sen mi geldin?
Aksak kısacık hırladı. Sonra tıpkı araba çarptığında çıkardığı inlemeyi duydu
Âdem. Huylandı. Korka korka çıktı naylondan. Bahar yağmuruyla ıslanmış yabani
otlar diz boyuna geliyordu. Aksak orada, otların üstünde kanlar içinde
yatıyordu. Ne olduğunu anlamadan sağ yanında bir sancı duydu. Gece gibi
karanlık bir el, bıçağı birkaç kez sapladı. Âdem, kucaklar gibi Aksak’ın üstüne
devrilirken rüyalarına gireni gördü. Kanlar içinde yüzükoyun yatan annesini. O
sırada ceplerinde gezinen el, bir gün önceki kâğıt parasını bulmuştu.
Kesik naylona geldiğinde, duvarda asılı resmi gördü önce. Ay karanlıktı. El
fenerini tuttu duvara. Tam benzetemediyse de güzel çizmişti çocuk resmi. Aksak,
Âdem ve kendisini; ailesini. Feneri gezdirdi etrafta. Yerde Aksak’a sarılmış
yatan Âdem doldu gözlerine Kesik’in.
Kalbi göğüs kafesine vuruyor; dövüyor, dövüyordu. Yabani bir hayvan ulumasını
andırıyordu ağıtı. Kollarını, göğsünü kese kese sahil yoluna koştu. Gözü hiçbir
şeyi görmüyordu. Tinercilerin mesken tuttuğu yıkıntılara az kalmıştı.
Âdem’e ve Aksak’a bunu yapanlar burada olmalıydı. Jilet kesiklerinden incecik
süzülen kan, önünü kesen polis otosunun asfalta düşmüş mavi ışığına damladı.
Nisan 2018
/Urla
MEHMET KUVVET
KARTVİZİT
Kaldırıma serpilmiş olan onlarca
kartvizit ve üzerine basılı renkli, güzel bedenler… “Neden bu işi yaparlar ki? Hepsi de güzel kadınlar.” diye düşündü.
Eğildi, üzerinde sadece profil fotoğrafı olan kartlardan birini aldı, uzun uzun
baktı ve biraz duraksadıktan sonra üzerindeki numarayı çevirdi. Telefon çaldı,
kapatmak üzereydi ki açıldı. Karşıdaki sesle tanışamadan yoldan geçen polis
otosunun siren sesi beklemesine neden oldu. Telefonun karşısındaki ince, nazik
ses “Polis misiniz?” diye sordu.
“Hayır”
Karşıdaki ses; “İyi, peki aşka inanır mısınız ve ölüleri sever misiniz?” diye devam ettiğinde uzun bir zaman duraksadı ve kapadı telefonu.
Aşk ve ölüm; yaşanmamışlıkları da
beraberinde götüren sırlarla dolu iki son!
Telefon kapandıktan sonra, soruları
yönlendiren kartvizit sahibi kadın, makyajını tazelemek için aynasına bakarken
kendi kendine konuşmaya başladı.
“Aşk gölgesini çekince, akıl öne çıkıverdi birden ve… ve’si
mi kaldı?
Aynaya bakıyorum, en bakımlı halimle bile güzel
hissetmiyorum.
Gözlerimdeki ışık, cildimdeki parlaklık yok.
Demek ki aşk çok önemli bir şeymiş insanın hayatında.
Hiç yaşamamış olan anlamaz belki, inanmaz ya da ama aşk
güzelleştirir, renklendirir, gençleştirir, ruhundan bedenine yansır ışığı.
Işığım söndü, çirkinim artık!” diye
hayıflandı kendini buralara sürükleyen geçmişine.
Adam ise cadde boyunca yürürken
rastgele bir mekâna girdi ve oturdu. Birasını getiren garson, karşı masadaki
kadınlardan birini başıyla işaret ederek; “Hanımefendiye
bir şey ikram etmek ister misiniz?” diye sordu. Sessizliğini bozmadı ama
kadın gülümseyerek karşısına oturmuştu bile. On bir dakika sonuna kadar on bir
ikram ve masada biriken on bir kırmızı pul. Düşüncesi kartvizitte gördüğü ve
aklına takılan kadındaydı. Kalktı, kabaran hesabı ödedi ve kapıya doğru yürüdü.
Yanında oturan kadın on bir pulu paraya çevirmek için kalkıp kasaya yürüdüğünde
adam mekândan çıkmıştı.
Vakit oldukça ilerlemiş, gece yarısını
geçmişti. Kaldırımda yürürken bu
buluşmayı gerçekleştiren konuşmaları ne zaman ve nasıl yaptığını anımsamaya
çalıştı. Mekânda birkaç biradan sonra tekrar telefonu çevirdiğini anımsadı. “Aşka inanır mısınız, ölüleri sever misiniz?”
diye soran sesin sahibi ile konuştuğunu, yanına çağırdığını anımsadı. Gizemli
ses; gelemeyeceğini kendisinin gelmesini istemişti.
Taksi
çağırdı, mekânın adını söyledi, gündüz giydiği takım elbiseli haliyle arka
koltukta oturdu. ve hareket ettiler.
Yolculuk sırasında şoförün dikiz aynasından sık sık kendisine
bakmasından rahatsız olunca bunu dillendirdi.
Şoför,
“Abi bir şey söyleyeceğim size ama sakın
yanlış anlamayın.” dedi.
“Anlamam, söyle”
“Abi, düzgün bir insana
benziyorsunuz. Gidecek olduğunuz mekân size göre değil, gitmeyin, ya da
dikkatli olun.” dedi.
“Tamam. Kapının önüne çek
ve bekle o zaman.”
Araba
kapının önüne yanaşıp park edince araçtan indi. Aradığı son numarayı
çevirdi. Dışarıya taşan müzik sesi
kulağına doluştu. Gürültü kulağına çarpar çarpmaz sarhoşluğun etkisiyle
sendeledi. Karşıdan gelen sesi pek seçemedi. Müzik
sesinin kesildiği bir ara “İçeri gel
tatlım.” cümlesini algılayabildi.
“Kapıdayım sen gelir misin?” dedi.
“Aaaa! Tatlım sen gel ki itibarım artsın.” dedi ses.
“İtibar!”
diye tekrarladı içinden. En son ilişkisini düşünerek; “Taşımasını beceremediğim bir yürek için zedelediğim, yerlerde
süründürdüğüm şey…” diye mırıldandı. İçeri girmekten vaz geçti. Geri döndü,
arabaya doğru sendeleyerek giderken “İtibar,
itibar, itibar, aşka inanır mısınız ve ölüleri sever misiniz?” diye kendi
kendine söyleniyordu.
Tam arabaya geldiğinde, gitme
düşüncesinden vaz geçti. Şoföre parasını uzatırken “Sen gidebilirsin dostum.” dedi. Şoförün “Hayır abi, burada seni bekleyeceğim.” demesiyle kendini güvende
hissetti, gülümsedi, parayı cebine koyup mekâna yöneldi.
Dik yürümeye çalışarak, kapıdaki
korumaların arasından geçti. Yanlarından geçerken birer adım geri çekilip
önlerini iliklemelerini takım elbisesine yordu. Sigara dumanının sarmaladığı,
renkli spot ışıklarla güzelleştirilmeye çalışılan bir yaşama adımını attı.
Duraksadı ve etrafı izlemeye başladı ama sahne dumanından göz gözü görmüyordu.
Fakat mekânda müşteri bekleyenler ortama alışmış, dumana rağmen kuzgun
gibiydiler. İki koluna iki kadının asıldığını hissetti. Kendini masalarına
davet ediyorlardı. Başka bir kadın geldi; “Çekilin.”
dediğinde kolundaki ağırlıklardan kurtulduğunu hissetti. O sesti. Kendisini
derinden etkileyen ve bu mekâna getiren ses. Yüzünü seçmeye çalıştı ama
dumandan ve sarhoşluktan seçemedi.
O ses, kadınlar uzaklaştıktan sonra; “Nerede kalıyorsun?” diye sordu, söyledi.
“Git buradan.” dedi. Duman gözlerini yaşartmıştı.
O ses büyülüydü sanki. Sorgulamadı, döndü ve sendeleyerek yürüdü, arabaya
bindi. Şoföre: “Haklıymışsın, beni
aldığın yere bırak.” dedi.
Kaldığı otel odasına geldi. Duyguları
karma karışıktı. Yaşadığı, anımsadıkları neydi? Elbiselerini çıkarmadan yatağa
uzandı. Uyku ve uyanıklık arasında gidip geldi bir zaman. O ses ve anımsattığı
koku yayıldı sanki odaya, göğsüne konan bir kuşun konuşmasına kulak verdi daha
sonra.
“Birbirimizin çıkmaz sokağındaydık, yoktu, başka yol! Yan
yana olmadan yaşlanıyorduk. Yapmak istediklerimin önünde vicdan hep
engeldi…’Sana olan tutkumun büyüklüğünden kork, onu içimde tutamıyorum artık.’
demiştim. Söyle şimdi; tenimdeki ateşin günahı kimin? Hangi zaman da koyduğum
taştı bilmiyorum ayağıma takılan. İnce bir çizgide sendeliyordum. ‘Her şeyimi
acıt istediğin kadar ama yüreğimi acıtma.’ demiştim çok kez. Aşk için çektiğim
acı sorun olmadı hiç. Güven, kıskançlığa yol açtı bir zaman sonra. Oysa ruhuna, yüreğine taliptim. Seni daha çok
sevebilir miydim? Bilmiyorum, daha fazlası var mıydı? Öyle bulaştın, yapıştın
iliklerime…
Herkes kendi can yangınını bilir. Hoyrat cümlelerin canımı
yaktı çok. Hep duyguları paylaştık, hayatı değil, bu yüzden eksik kaldık.
Parmaklarındaki hassasiyeti yüreğime gösteremedin. Yüreğim çok yaralıydı, aşka
inancımı yitirmiştim. Bıçağın dayandığı kemik gibiydim. Yüreğimin tam ortasına
oturmuştun, hayatımın merkezine tam manasıyla. Bunları söylediğim için pişman
olacağımı da biliyorum. Eğer derdimi dökebileceğim tek kişi olsaydı bunları
sana söylüyor olmazdım.
Çok yara aldık!
Aşk doyumsuzdur, yetti dediğin yerde biter. Daha çok, daha
çok her gün, her dakika daha çok ister aşk! Yaralarımı sar diye gelmedim,
gözyaşlarımı sil diye de…
Uçurumdan atlayan mı suçlu, oraya iten mi?
O kadar canım yanarken seni mutlu edebilir miydim? Çok
yaralarım vardı, üzerine her gün yenisini eklediğin. Sen beni iyileştiremezdin
çünkü görmüyordun. Kırık, dökük, biraz da parçalıydı giderken bıraktığım yüzüm.
Huzur bulduğum yürek, güvenle tutmayı arzuladığım el yoktu. Ayrılacak kadar
sevmeseydik keşke. Yasak bir aşkın içinde ne kadar özgür olunabilirse oldum
aslında. Bir arada olsak yanmaya razı olacaktım, olamadık.
Sürekli aynı şeyleri yaşamak yoruyordu beni. Yine başlasak,
gelsem yatsam göğsüne, yasayacaklarımız yine aynı mı olacak? Kabul et, benim sabrım gücüm olmasa çok daha
önce bitmişti birlikteliğimiz. Tutkulu, aşka âşık, aşka deli divane biriydim
oysa; senin aşka inancın bile yok diye düşünmekten kendimi alamıyordum.
Dolayısıyla aşka, bana, yaşananlara kıymet vermediğini düşündüm hep. Emek
vermedin, çaba harcamadın ve bu ayrı bakışlar bizi bir araya getirmedi.
Kırgınlıkların, kızgınlıkların, yılgınlıkların ardından
yüreğimin sesini de duyuyorum. Yorgun ama hâlâ ilk günkü gibi sana sevdalı,
fakat isteksiz, güçsüz. Sen olmadan seni sevmek daha kolay sanki…
Normal yaşanılabilir bir ilişki içinde olsaydık senden asla
vazgeçmezdim sanırım. Yüreğinin derinliklerinde bana olan sevgini biliyorum.
Ama o şartlarda, bu yangının ortasında ihmalkârlığına tahammül edemiyordum. Bu
kadar acının içinde beni sevdin mi, değer verdin mi, önemsedin mi, zaman
ayırdın mı, aşık mısın? Bu sorularla yordum kendimi.
Sıkça ayrıldık. Ama kapsama alanı dışında olduğumuz
zamanlardı hasretin doruk noktasına ulaştığı anlar, özlerdik. Yaralarımızın
sızısı dindikçe azalırdı aşka verdiğimiz mola zamanı. Yeni ayrılıklar için
uzanırdı birbirine ellerimiz. Uzaklığın ve her istenildiğinde erişilemeyişin
heyecanıydı öfkeyi bastıran. Aramayana, umursamaz davranana sahip olabilmenin
arzusu terletiyordu avuç içlerimi belki de. Çünkü aşkta mutlaka bir köle vardır
bilirim. Sevdiğin zamanlar silinirdi tüm suçların.
Suç ne ki, başka bir aşk mı?
Haklı mıyım haksız mıyım bilmiyorum ama kırgınım. Aşktan bu
kadar çabuk ve kolay vazgeçtiğin için, hiç direnmediğin için, çözüm üretmediğin
için kızgın ve kırgınım. Bazen çare aramak çözüm aramak sonucu değiştirmez
belki, belki bir çıkış yolu yoktur ama çırpınırsın direnirsin elinde tutmak
için. İşte o çaba dünyalara bedeldir. Öylece bıraktın elimi, yıllardır seni
haklı çıkarmaya çalışıyorum yüreğime ama geçmiyor acısı ve kırgınlığı. Senden
ayrı kalmak, senden vazgeçmeye çalışmak her defasında ömrümden ömür alıyordu.
Yine de seni anlamak için elimden geleni yapmaya çalıştım.
Sitem değil kızma, içimde tutamam bilirsin. İçimi dökersem belki ben de senin
şu an uyuduğun gibi rahat uyuyabilirim. Sensizlik bağışıklık sistemimi
çökertti; grip, baş ağrısı, migren…
Hep başa sarıyorum ama sevilmeyi beklemekten yoruldum, yaptıkların
değil, yapamadıkların yaktı canımı. Bana dokunmaktan hoşlandığını, seni sevmemi
sevdiğini biliyorum. Aşk fedakârlık ister çaba ister emek ister. Aşkın
kontrolsüz bir şekilde yaptırdıkları vardır. Hep seven oldum. Benim kadar
üzdüğün birileri var mı merak ediyorum? Diğer sorumluluklarınla başa çıkabilmek
için beni ezdin, arda kalanla idare ettim. Mutsuzluk kaynağım bu.
Artık eskisi kadar düşünmüyordum seni. Nereden çıktın bu
gece? Ne zaman aklıma gelsen başka şeyle meşgul oluyordum. Geçen gün ansızın
aklıma geldin. Birden bir ateş düştü içime. Öyle benzetme falan değil, gerçek
bir ateş gibiydi, yandığımı hissettim. Özlemekti sanırım. Sonra öfkelendim yine
sana. Bu kadar özlem için yaşadığım her şeyden seni sorumlu tutmaya başladım.
Beni sana geri dönemeyecek hale getirdiğin için... Bir daha sana sarılamayacak
dokunamayacak hale getirdiğin için... Beni unuttuğunu düşünmek canımı yakıyor.
Anladın mı nasıl ateşin içindeyim, nasıl bir çelişkinin.
Cümlesi olmayan nokta gibiyim. Neyi bitirdim? Sevilmek her
yüreğin harcı değil, yüreğine yük oldu, işte bu yüzden benim yüreğime yazık
oldu. Bir ateş yanarken üşütür, üşüttün çok.”
Dinledi, dinledi. Söyleyecek sözü yok
muydu? Sevmenin derinliğini gözlerinin parlaklığında görmemiş miydi? ‘Gözlerimin içindeki gülümseme de kahır da
sensin. Duymak istediklerimin çok uzağında söylediklerin ya da sustukların.’
diye geçirdi içinden. ‘Havanın sıcak
oluşuna aldanma sonbahar geldi yüreğime gittiğinden beri.’ diye devam etti
düşüncesi. Göğsündeki kuşun gözlerinin gülümsediğini görür gibi oldu. Sonra
dinlemeye devam etti söylemlerini.
“Senden vazgeçmeyi istedim kaç kez. Sevmek yüreğimin sonsuza
kadar istediği bir şeydi ama bitmişti. Önce bende açtığın yaraları unutacaktım.
Söz yaralarını, sonra seni, sonra da sana olan sevgimi. Yaralarımı sarmak için
ne gerekiyorsa yani…
Eli taşın altından hiç çıkmayan bir kadın, elini taşın
altına hiç sokmayan bir adam.
Hep hata yapan bir adam, bağışlayan bir kadın.
Hep çaba harcayan emek veren bir kadın, hiç zahmete girmeyen
bir adam.
Herkesin üstünde tutulan bir adam, herkesten sonra gelen bir
kadın.
Hep kaçan bir adam, hep kovalayan bir kadın.
Eskiyi düşündüm, elimi ayağımı nasıl titrettiğini. Yüreğimi
hoplatırdın. Beyaz atlı prens dedikleri tam olarak bu olmalı diye düşünürdüm.
Yanımda yürürken sanki yerlere değil yüreğime basardın. Sana bir sürü değer
yükledim bir sürü anlam, içimde büyüttükçe büyüttüm seni. Sonra seni düşünürken
yüzümde o gülümsemenin olmadığını fark ettim. Hayallerimi bile almıştın benden.
Bir değişikti sevmelerin, ‘Böyle seviyor sanırım.’ dedim,
acıtarak, kırarak. ‘Sevsin de acıtsın önemi yok.’ dedim. Sonra sevilmediğime
ikna ettim kendimi. Kaç parmak ucu acıyla uyuyakaldım tahmin edemezsin.
Şunu da söylemek zorundayım ki hep mutsuz değildim.
Bulutların üzerinde gezdiğim çok oldu, kalbimin mutlulukla yerinden çıkacakmış
gibi olduğu da. Belki sen de uğraştın beni sevmeye, bilemiyorum, denedin belki
de olmadı, teninden yüreğine sızamadım. Yüreğimin yangınıyla ettiğim tüm
bedduaları geri alıyorum simdi.
Belki de sevgimle boğdum seni ve boğuldum. Aşka aynı yerden
bakamadık belki, aşka aynı anlamları yükleyemedik. Ben abarttım sen hafife
aldın belki de. Ayni yerde duramadık. Çok sevmek kalbî çok yoran bir şey inan.
Öfkemin altına devamlı odun atman yangınımı sürekli kıldı. Ben tekrar tekrar
aşka yenik düşmüş bir kadınım. Aşkına teslim olmuş, yanına kim koyulursa diğeri
tercih edilmiş.
Unutsam unutamıyorum, sevsem sevemiyorum, kollarına atlasam
olmuyor, dudaklarına yapışsam olmuyor, vazgeçsem olmuyor. İki ateş arasında
öyle yanıyorum.
Kalbinle
sevemedin, paranla sev acıyan yerlerimi diye geldim, uyuyordun, kıyamadım.”
Aşk kokusunu bulaştırdığı göğüsteki
yüreğin sahibini merak etmenin huzursuzluğu ile uyudu orada son kez kadın. Adam
sabah uyandığında akşamki kıyafetleri yoktu üzerinde.
Çıplak göğsünde bir dudak izi ve bir
kuş tüyü…
Geldi, sevdi, gitti!
ASUMAN KARADUMAN
PEMBE
Ümmü, gece zaman zaman dalabildiği
uykusundan güçlükle uyandığında kocasının kalkmış olduğunu gördü. Çabucak
giyindi. Her zaman ki el alışkanlığı ile mavi grep yemenisini yatak odasındaki
konsolun aynasına bakarak bağladı. Sarı kahkülleri ile birlikte mineli oyaları
da kaşlarının üzerine kıpır kıpır döküldü. Sakin deniz mavisi gözleri bu sabah
griye dönmüş içinde şimşekler çakıp sönüyordu. Aklından geçen düşünceleri
savmak ister gibi başını iki yana salladığında, boynuyla birlikte omuzlarının
ve sırtının ağrılı gerginliği daha fazla artmıştı. Yatak odasından hazırladığı
valiz ile salona geçtiğinde bacaklarının titrediğini hissetti ve kendisini
tekli koltuğa yavaşça bıraktı. Koltukları örten dokuma örtülerdeki kendi
elleriyle işlediği rengarenk kanaviçe nakışı onu bir anda çocukluğuna ve ilk
gençlik yıllarına götürdü. Ailesi ile geçirdiği neşeli, gürültülü uzun kış
gecelerine. Hepsini ne kadar da özlemişti. Bulgarların giderek artan
baskılarına dayanamayan birçok aile ile birlikte Gümülcine’den Türkiye’ye göçen
ailesini bir daha görememişti. O günlerde hamileliğinin sonlarına yaklaşmış,
doğum yapmasına sayılı günler kalmıştı. Kocasının ailesi ise Bulgarların yoğun
olarak yaşadığı Deliormanlı tarafındaydı ve Türkiye ‘ye dönmeyi
düşünmemişlerdi.
Oturduğu koltukta duvar saatinin çalan gongu
ile daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Ümmü başını kaldırdığında duvardaki
fotoğraflara gözü takıldı. Dokuz yaşına basan ikiz kızları bir yaşını
doldurduğunda çekmişti amcaları. Evlendiklerinin senesine dört kişi oluvermişti
kendi ailesi de. Ardından kayınvalidesini ve kocasını sevince boğan oğlu Aliş
dünyaya gelmişti. Ümmü, oğlan da okula başlayacak bu yıl hayırlısıyla; kendini
kurtardı sayılır diye düşündü. Bir sepete serili mavi peluşa çıplak oturtulmuş
oğlunun fotoğrafına bakarken. Ancak küçük kızı henüz iki buçuk yaşındaydı. En
çok ona kıyamıyordu, küçücük Pembe’sine. Ya dönemezsem!?
Ümmü, ince, narin yapılı olmasına
karşın çalışkan, işten korkmayan bir kadındı. Ailesi onu ve diğer kardeşlerini
öyle yetiştirmişti. Dün erkenden kalkmış, evini dip bucak temizlemiş; sonra da
çocuklarını sevgi ve özenle yıkamış tertemiz giydirmişti. Bu arada dolan,
bulutlanan gözlerine hep bir bahane bulmuştu. Ancak bugün dünkü halinden eser
yoktu, kolu kanadı tutmayan ürkek bir kuş gibiydi. Ayakları onu çocuklarının
uyumakta oldukları yatak odasına sürükledi. Uykularında sevdi, okşadı hepsini
tek tek… Her biriyle ayrı ayrı vedalaşıyordu adeta. Pembe’sine bir kez daha
dönüp baktı. Uykuda iyice pembeleşen dolgun elma yanaklarına, duru bembeyaz
tenine…Boğum boğum parmaklı küçücük ellerini usulca okşadı, örgülü ipek
saçlarını kokladı, öptü…öptü. Doktor, son tetkiklere göz atıp “Ameliyat
olmazsan hiç şansın yok, çok gençsin daha, çabuk karar vermelisin” demişti bir
hafta önce. “Ayrıca geçireceğin beyin ameliyatının riskleri de var tabii” diye
eklemişti. Ümmü’de bu riski göze almaktan başka çaremiz de yok ki diye
düşünüyordu.
Ümmü, evin kapısının önünde elinde
tuttuğu valiz ile kendisini bekleyen eşine baktı “Merak etme, her şey yolunda
gidecek ben seni, çocuklarımı nasıl bırakır da gidebilirim diyordu sevgi dolu
gözleri ile.
NECDET ARSLAN
DEĞİNMELER
Can
Topraaamm, diye başlayarak yazarız biz birbirimize Nermin Akkan’la. Sözcüğün
tam anlamıyla bir ‘Can’dır O. İki yapıtını göndermiş Sevgili Kardeşim. Bu hafta
içinde bir solukta okudum CEREN’SİZ OLMAZ ve AYRIKSI ÇİÇEKLER’i. Kendisine çok
teşekkür ediyorum.
Köşemde
özellikle CEREN’SİZ OLMAZ’a daha fazla değineceğim. Çünkü beni çok etkilediğini
ve zaman zaman şakağıma doğu inen damlalara engel olamadığımı itiraf etmeliyim.
CEREN’SİZ
OLMAZ
ANNE
İLE KIZININ UZUN YOLCULUĞU
Kitap
bu başlıkla Yazılı Kağıt Yayınları’ndan 2019 yılında çıkmış. Nermin Akkan
imzalı yapıt. Dört çocuk annesi olan AKKAN 1955 Tokat ili Almus ilçesi
Kadıköprü köyü doğumlu. Değişik eğitim kurumlarında öğretmen, yönetici ve
refleksolog olarak görev yapan Nermin Akkan yazın evrenimize şiir, öykü ve
denemeler yazarak katkı sunuyor. Yazarın HECE MAVİSİ ve AYRIKSI ÇİÇEKLER adlı
iki şiir kitabı var.
Kitaba
adını veren Ceren 'Down Sendromlu' olarak dünyaya geliyor. İşte bu olaydan
sonra bambaşka yaşam denemelerinin peşine düşüyor Nermin Akkan ve kızı Ceren’le
birlikteki uzun yolculuğa çıkıyor.
Yapıtın
girişinde “Öğrenemeyen çocuk yoktur; öğretemeyen anne, baba ve öğretmen
vardır.’’ savını ortaya atıyor. Bundan dolayı yurt içinde ve yurt dışında
çeşitli eğitim programlarına katılan AKKAN Anne, özel eğitim formasyonu alarak
bu uzun soluklu yolculuğa kendini hazırlıyor.
SEVGİ
YUMAĞIM, üst başlığı ile başlıyor anlatı. “Dünyanın en güzel kız bebeğinin
dünyaya getirmiş bir anne olmanın gurur ve mutluluğunu yaşıyorum” diyerek akıp
gidiyor öteki tümceler.
Bir
öyküyü zamandan, mekândan, karakterlerden, kısacası alışılageldik bütün
kısıtlamalarından arındırırsanız geriye ne kalır?
Nermin
AKKAN, bu zor ve kışkırtıcı soruyu yanıtlamayı kabul edip, ortaya saf bir yol
öyküsü çıkarıyor. Bu yolculuk sırasında tanıdık olunan adlar, tanıdık yerler,
tüketilen günler yer almıyor salt. Yaman bir gerçeklikle nasıl yüzleşildiği de
ortaya konuluyor.
Gerek
sosyal medyada ve gerekse çeşitli kültürel yoğunlaşmalarda, şiirleriyle
okurlarının karşısına çıkarak haklı bir yerde duran Nermin Akkan, bu kez
şiirsel olanaklarla beslediği bu yol öyküsünde, hepimizi bütün dünyadan uzak, ancak
bütün dünyanın yükünü üzerinde taşıyan özel anlatısına çağırıyor okurunu.
Yapıtta,
çağın gerçeklerinden yola çıkılarak bir gelecek hayalinin nasıl kurulduğuna
tanık oluyorsunuz. Öyle bir gelecek ki bu, günü yaşamayı reddeden bir
kararlılık içeriyor. Bazen dış evren ile tüm iletişim kısıtlanmak zorunda
kalınıyor. Down Sendromlu bir kız çocuğunu yaşama katma kavramları yeniden
tanımlanıyor. Sağ kalabilmesi, her ortamda yaşayabilse de 'dolu dolu yaşıyorum,
demek için bundan fazlası gerekiyor Ceren’e ve değişen dünyayla birlikte
anlamlar, algılar da edinmesi sağlanıyor.
Büyüme
sancıları büyük yer tutuyor bu yolculukta. Sevgi, şefkat ve aileyle
kurulan-kurulmaya zorlanan ilişkiler; insanın ruhuyla, düşünceleriyle,
bedeniyle ve geçmişiyle giriştiği bir hesaplaşma damgasını vuruyor yapıta.
Doğuşundan
başlayarak yaş aldıkça herkesten *farklı* olduğu bilinen, duyumsanan Ceren’in
yaşamı ve o yaşama koşullanan annesinin savaşımları o değin etkileyici ki! Her deneyimle Ceren’deki farklılığın sadece
fiziksel olmadığını kavrayan Değerli AKKAN, Ceren’in kimliğini, kişiliğini
ararken hiç bilmediği gerçeklerle karşılaşıyor; yaşamın gizleriyle de yüzleşmek
zorunda kalıyor. Yetmiyor; neredeyse her davranışıyla “tadını” alabilmesi onu
daha da sıra dışı ve merak uyandırıcı biri haline getiriyor.
Bir
anne olarak yetiştirdiği kızıyla olan çok özel ilişkisini de gün yüzüne
sergilemekle kalmıyor; sözcüklerle belli tatlar verilen duyguların, ‘acı’da
bile eşine ender rastlanır bir biçem kullanma ustalığı CEREN’SİZ OLMAZ’ı daha
da sürükleyici, meraklanmayı kamçılayıcı duruma dönüştürüyor.
Annenin
‘engelli kızını yaşama katma uğraşı’ sırasında insancalığın, kültleşen
kurgularının kişiselleşen travmalarla nasıl kol kola ilerlediğini ve şimdideki
geleceğe ulaşma güdüsünün araladığı ufka nasıl sürüklendiğini çok çarpıcı
gerçeklerine tanık oluyorsunuz.
Yaşamından
kesitleri yer yer somutlayıp ustalıkla yeniden kurgulayan yazar, kızı Ceren’in
ve kendi geçmişini sosyo-kültürel perspektif süzgecinden geçirmekten geri
durmuyor. Ortaklaşa geçirilen travmaların kanattığı yaraları, yolculuk
sırasında kesiştiği iyileştirici güçlerle sararken her bir anı, belleğindeki
çatlakları sevgi ve şefkat olguları aracılığıyla sağalttığı süreçlere açılıyor.
CEREN’SİZ
OLMAZ doğumla başlayan yaşama tutunmanın, umutla kederin, masumiyetle
çıkışsızlığın, sevgiyle düş kırıklıklarının, masalla gerçeğin, anneyle canının
öteki yarısının, insanla doğanın, birlikte akışının öyküsü…
Down
Sendromlu bir çocuğun büyüme süreçleri sırasında yarattığı tahribatın, bir
mucizeyi gerçekleştirmeyi göze alan anne elinde nasıl bir cevher damarına
dönüştüğünü, içinde barınan o tutkulu direniş ve çözüm bulma inancıyla kalemini
bileyen Nermin Akkan’ı ve bu yapıtı okumanızı şiddetle öneririm.
AYRIKSI
ÇİÇEKLER’e gelince…
Can
Topraaamm Nermin Akkan’ın Temren Yayınları’ndan Nisan 2019’da çıkan ikinci şiir
kitabı. 63 sayfadan oluşan kitapta otuz yedi şiire yer verilmiş.
Kitabın
alt başlığına, “Az akıl, çok yürek bir kadınatanın yürek teridir” açıklaması
düşülmüş.
Şair’in
şiir poetikasını yakından tanıyanlardan biriyim. Bu nedenle kitapla ve içindeki
şiirlerle ilintili fazla açıklama yapmaktan özellikle kaçınmak istiyorum.
Özgün
bir dil kurmayı çok iyi biliyor Şair. Yer yer yaşadığı coğrafyadan, üretim
ilişkilerinden devşirdiği sözcüklerle çiçeklendiriyor şiirlerini.
Söz
söylerken kendini kasmıyor, germiyor, şiir olsun torba dolsun aceleciliğine
düşmüyor, yinelemeler tuzağından kaçınıyor. İroniyi yerli yerinde kullanıyor.
Kitabın
20. sayfasını açıyorum, karşıma FANİ adlı şiiri çıkıyor. Burada paylaşayım.
Nedensiz bekledim
Yön tayini yapmadan
Hadi!
Seslerse yüreğim
Gelecektin
Hani?
Çıtkırıldım bir beklentiydi
Topu top bir nefeslik
Yani
Boş ver
Bozma rahatını
Gittim
Fani
GAMZE GÜREL
TÜRKİYE’NİN EN İYİ EĞİTİM SİSTEMİ
Sizce
bir tıp doktoru, ağaç aşılayabilir mi?
Makine
mühendisi, inekten süt sağabilir mi?
Diyelim
bir mimar hangi toprağı nasıl işleyebileceğini bilir mi?
Avukat
örneğin, su tesisatındaki arızayı tamir edebilir mi?
(İstisnalar
dışında, kişilerin ilgi alanlarına girmiyorsa tabii ki hayır!)
‘’
Köylü milletin efendisidir” demiş Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa
Kemal Atatürk. Neden mi demiş? Çünkü bir ülke de sadece sanayi değil, tarım,
sanat, zanaat da önemlidir. E tabi işleyecek hammadde olmazsa ne üretecek
sanayici? Toprak işlenir, demir dövülür, makinalar çalışır.
Anımsar
mısınız, bir zamanlar köy enstitülerimiz vardı. Yeni kuşaklara özetlemek
gerekirse;
1.
Dünya Savaşından sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nde (1930’lu yıllar) 17 milyon
nüfusun, 13 milyonu köylerde yaşıyordu. Savaş sonrası yıllar, yorgun ve
fakirleşen halka eğitim ve öğretim verilmesi gerekiyordu. Kırsal kesimin kendi
kendini kalkındırması amacıyla “Köy Enstitüleri” kurulması tasarlandı.
Anadolu’da
okul ve öğretmen eksikliği konusu da gündeme gelince 17 Nisan 1940 tarihli
kanun ile dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü önderliğinde; Milli Eğitim Bakanı,
Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un çabaları sayesinde, resmi olarak “Köy
Enstitüleri” hayata geçirilmeye başlandı.
Cumhuriyet
tarihinin ilk kızlı-erkekli karma eğitim sisteminde;
“Erkekler:
demircilik, dülgerlik, yapıcılık
Kızlar:
Dikiş-biçki örgü ve dokumacılık, ziraat sanatları
Şubelerinden
birine geçirilir ve özel yetenekleriyle birleştirilerek öğretmen olacağı
çevreye yarar sağlayacak duruma getirilirdi.
Köy
Enstitülerinin vaziyet ve bina planları memleket mimarları arasında açılan
yarışmalarla elde edilir. Bu projelere göre yollar, binalar, su, elektrik ve
kanalizasyon tesisatı; ders tatbikatı ve temrini şeklinde öğrenci tarafından
yapılır. Enstitülerde; mevcut öğrencilerin, öğretmenlerin, hayvanların besin
maddelerini karşılayacak genişlikte ziraat işleri görülür. Deniz veya göl
kenarındaki enstitülerde de balıkçılığa bu ölçüde önem verilir.
Kısacası
enstitü öğrencisi iş hayatı içinde, iş vasıtasıyla iş için terbiye edilir.*
Böylelikle,
köydeki aileler çalışmak için şehirlere göç etmiyorlar, herkes özel yeteneğine
göre iş güç sahibi oluyor. Üstelik de işlerini severek yapan kişiler devletine
ve milletine üreterek, okuyarak hayırlı insanlar oluyorlardı. Toprak işliyor,
eğitim veriliyor ve üretim yapılıyordu.
Sonra
ne mi oldu? Her iyi şey gibi siyasal nedenler uğruna bu enstitüler kapatıldı.
Değer
verdiğim, kısmen tanıdığım kişiler arasında Köy Enstitülerinde eğitim almış
öğretmen ve yazarlar var.
Geçen
gün Gamzeli Sohbetler Programına, konuk ettiğim Sayın Hidayet Karakuş, yayından
sonra beni, YENİ KUŞAK KÖY ENSTİTÜLERİ DERNEĞİ’ ne götürdü. (Kendisine ne kadar
teşekkür etsem azdır.)
Bu
derneğin; kitap yayın faaliyetleri, söyleşiler, yazar işliği gibi, bilimsel ve
kültürel anlamda faaliyetleri var.
YENİDEN
İMECE adındaki dergileri, abonelik sistemiyle, okuyucularına aydın düşünceler
sunuyor. Derneği Kuranlar ise Köy Enstitülerinden mezun olanların çocukları!
Ne
harika değil mi? Meşaleyi devralmışlar Cumhuriyet ışığını yakmaya devam
ediyorlar!
Evet
yazımın başında da söylediğim gibi herkes akademik kariyer yapmak zorunda değil
bu ülkede! Tamirciden çiçekçiye, dokumacıdan biçkiciye, dülgerlikten yapıcılığa
tüm meslek dalları önemli üretimde.
Ve
kimse cahil kalmaya mahkûm edilemez Atatürk’ün Cumhuriyetinde…
•İsmail Hakkı
Tonguç’un 1943 yılında yayımlanan AÜ Dil ve Coğrafya Fak. Dergisi’nin 5.
Sayısındaki makalesinden alınmış bir bölümdür.
Kaynak.:
Yeniden İmece Eğitim Bilim sanat Dergisi
YAŞAR
ÖZMEN
ISSIZ
ŞİİR
Sesi güçlü olmayan şiirin yankısı
ıssızdır. “Issız” sözcüğünün anlamı sadece yalnızlık değildir; yalnızlık tercih
edilen bir durum olabilir. Oysa ıssız aynı zamanda kimsesiz olmaktır; zorunlu
bir yalnızlıktır. Yaşamın döngüsünün sessizliğidir, edilgenliğidir. Geleceğe
dair bir değer üretmeyecek olmasıdır. Dünyaya yaydığı iletiler ıssızlaştıkça,
yani sesini yitirdikçe şiir de bu yalnızlığı zorunlu olarak yaşayacaktır.
Şiirin son zamanlarda göz ardı edilen
ve hoyrat davranılan ana ögesi sestir. Şiirde ses konusunu ele alıp içerisinde
ne var ne yok diye kurcalayalım istiyorum bu yazıda. Türk şiirini, garip şiiri,
ikinci yeni veya 2000 ler şiiri diye kategorize edip sorgulamak niyetinde
değilim. Şiir tarihi bir bütündür ve sorgulamak istiyorsak, sanat eserini
doğuran çağ, olgu ve teknikler bağlamında ele alarak sanat bilimi açısından
sorgulamak gerekir. Kaldı ki şiirde ses
konusuna bakış, garip ve ikinci yenide nasılsa üç aşağı beş yukarı bugünün
şiirinde de benzerlik gösterir; hatta daha fazla sesten uzaklaşılmıştır
diyebiliriz.
Şiirde ses, şiir yazılarında üzerine
gidilmeyen, araştırılmayan, onun bunun olumsuz söylemlerine inanılan bir
bileşendir. Uyak; yapaylık gibi görülür, gelenekçilikten kaçış kapısı olarak
düşünülür ve çağdaş şiire evrilişin kör bir konusu gibi algılanır. Divan
şiirindeki ağdalı ses ağırlığından kaçışın yarattığı bir olumsuzluktur bu.
İncelemeden yargılamak, Türkçenin ses bilgisi açısından değerlendirmeden
yorumlamak ve çağdaş sanattaki gelişmelerin doğru okunamayışı gibi daha pek çok
neden sayabiliriz.
Şiir, bütün sanat dallarının temel
katman[1]larını içinde barındıran bir
dil sanatıdır; biçim, anlam, anlatım,
ses, coşum, çağrışım ve estetik katmanları gibi. Şiirin ayrıntılarına
girdiğimizde öykü ve roman gibi dil sanatlarından ayrılan pek çok yönü vardır.
En az söz, en uygun ses, en çarpıcı anlatım, aklı sendeletici anlam ve duyguyu
ele geçirme çabası... İşte bunların hep birlikte yarattığı sinerji şiir denen
sanat eserini ortaya çıkarır. Şimdi
kendimize şu soruyu sorabiliriz. Bu saydığımız özelliklerden bir tanesi zayıf
olsa ne olur? Tabii ki şiir olur; ancak arzu edilen sinerjiyi yaratır mı? Daha
ileri aşamasını düşünürsek, insana ve insanın zaman içindeki algısına katma
değer oluşturur mu? Yani bir sanat eseri olarak estetik etkisini ve
kalıcılığını sürdürebilir mi?
Dünya şiir tarihine baktığımızda, zaman
içinde canlılığını sürdüren şiirler kendi dillerindeki söyleniş biçimiyle güçlü
sesi olan şiirlerdir. Elbette sesi zayıf olan şiirler de vardır zaman
doğrusunda yerini almış; ancak bunlar ya anlam ya da anlatım gibi vurucu
değerler ile bazı zayıf noktalarını görünmez kılabilmişlerdir.
Çağdaş şiir bağlamında nasıl bir sonuç
üretirsek üretelim, şiirin vazgeçilemez üç temel ögesi vardır. Bunlar aynı
zamandan sanatın üç temel sütunudur;
“anlam, anlatım ve ses”tir. Sesi ele alırken anlam ve anlatımı bir
kenara koyma gibi bir lüksümüzün olmadığını hemen söyleyebiliriz. Şiirdeki ses,
anlam ve anlatımla ayrıştırılamayacak kadar bütünleşik bir konudur. Yani ne ses
ne anlam ne anlatım birbirlerine göre öncelikli konulardır. Bir anlamda ses
anlatımı yücelttiği gibi anlamı da güçlendiren bir konudur. Bunun tersi ise
anlam ve anlatımın da sesi yönetmesi ve yönlendirmesi önemli bir özelliktir.
Nasıl ki müzikte ses başat katmansa, şiirde de anlam başat katmandır. Örneğin
heykelde biçim başat katman olmasına rağmen anlam ve anlatımı varlığa taşıyan
bir olgudur. Kısaca söylemek gerekirse bu üç temel aöge birbiri içerisinde bir
konudur; dil sanatları açısından birbirlerinden ayrı ve hiyerarşik konumda
düşünülemezler.
Şiirde “ses”ten kastım nedir? Anlam ve
anlatımla bütünleşen söyleyiş biçiminin ya da şiirin sessel yönünün anlam ve
anlatımda yarattığı sinerjinin toplam şiirsel sonucudur sesten kastım. Şiirde ses dediğimiz zaman iç ses uyumu ve
dış ses uyumundan söz etmiyorum sadece. Bunların toplamının oluşturduğu şiirsel
ezgi[2]den bahsediyorum. Nasıl ki
her insana özgü taklidi mümkün olmayan konuşma ezgisi varsa, nasıl ki kendi
tekniği ile oluşturulan müziksel ezgi varsa, şiire özgü oluşturulabilen bir
“şiirsel ezgi”nin de olması kaçınılmazdır.
“Şiirsel ezgi nedir, bileşenleri nedir, nasıl oluyor, nasıl
kurulmalıdır, duyguyu duyarlı hale getirme yeteneği nedir” gibi soruların
ayrıntısına bu yazının hacmi gereği girmeyeceğim. Saf sanattan İnsana, Şiir
Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi isimli çalışmamda “ses katmanı”nı
ayrıntılı olarak inceledim, şiirsel ezgiyi ayrıntılarıyla açmaya
çalıştım;bakabilirsiniz.
Her estetik yaşantı ve estetik tavır
duygusal bir temele dayanmak zorundadır. Algı, duyu, duygu ve beklenti
sarsılmalıdır ki estetik yaşantıya girilebilsin. Duyguları hareketlendiren en
önemli duyular, özellikle görme ve işitme duyularıdır. İnsan oğlunun duyuları
temelde on dört çeşit olarak bilinir. Ancak görme ve işitme duyusu ki bunlara
entelektüel duyular da denmektedir; duyusal dünyanın ve duygu durumunun baş
aktörleridir. Örneğin işitme duyusu sadece fiziksel seslerin duyulmasında etken
değildir; aynı zamanda gerçek üstü ve metafizik dünya ile ilişkinin
kurulmasında önemli bir duyudur. Şiirsel Ezgi, bir şiirin anlam, mimik, jest ve
duygusal davranışlarını açığa çıkaran vazgeçilemez fiziksel özelliğidir.
Bununla birlikte anlam, anlatım, çağrışım ve coşum gibi katmanların şiirsel
ezgi üzerinde önemli bir etken olduğunu günlük yaşantımızda ayırt edebiliyor
olmalıyız. Şiirsel ezginin; duyuların algı gücünü artırmak, bir şiirin
anlamını, duygu değerini en etkin ortaya dökmek, söz söyleyiş biçimini, ses
benzeşimlerini kullanmak gibi birçok teknik ve beceri gerektiren yanı vardır.
Öncelikle, okurun şiirsel ezgiyi oluşturabilmesi, şairin şiirsel ezgiyi
yönlendirecek ses uyum niteliğini yerinde kurmasına bağlıdır. Yani şiirde sese
ilişkin kurulan temel ne kadar sağlamsa okur da o oranda ses uyumunu yetkin
kullanabilecektir. Şiirsel ezginin etkinliği, şairin şiirinde dilin ses
olanaklarını kullanabilme becerisine bağlıdır.
Şiirsel ezgi, şair tarafından şiire
özgü oluşturulmuş ses, anlam ve anlatım düzenine uygun biçimlenmiş ve okur
tarafından parçalarüstü[3] birimler yardımıyla
oluşturulan ses düzenliliğidir. Ton, vurgu, ritim, süre, durak gibi
parçalarüstü birimler, ünlü ünsüz uyumu, sesli harflerin ince kalın, düz
yuvarlak gibi pratik ses özellikleri önemlidir. Bunun yanında patlayıcı,
sızıcı, akıcı, tonlu, tonsuz, titrek seslerin kaynaşması şiirde ses uyumu
açısından dikkat edilmesi gereken ölçütlerdir. Ne var ki Türk şiirinde ses
katmanı hem önemsenmemiştir hem de araştırılmamıştır. Buna karşın, garip şiiri
de dâhil olmak üzere günümüze kadar yazılmış şiirler arasında ses açısından çok
güçlü şiirlerin olduğu gerçektir. Türkçenin ses yapısı, ünlü zenginliği,
özellikle ses benzeşim zenginliği ile ardışık sözcüklerin kaynaşmasından doğan
ses düşmeleri ile söyleyiş akıcılığı gibi pek çok özellik şiirsel ezgiyi
kolaylaştırmaktadır. İncelediğim kadarıyla Türkçe, şiirsel ezginin etkin bir
biçimde oluşturulması için diğer dillere oranla oldukça uygun bir dildir.
Sözcük, söz öbeği veya dizelerin anlam
değerleri yanında her birinin kendine özgü duygu değerleri vardır. Okurun
bunları algılaması, anlamlandırması ve duygusal bir atmosfere girmesi ses ve
anlam üzerinden olan bir durumdur. Şiiri sessiz okurken şiirin sesini fiziksel
olarak duymasak bile sözcüklerin sesini duygusal olarak yaşamak zorundayızdır;
çünkü sözcükler insan belleğinde ses ve anlamla birlikte depolanmışlardır.
Şiir ile ilgili yazılardan,
yorumlardan, konuşulanlardan ve güncel şiirlerin sessel özelliklerinden
anladığım kadarıyla, ses katmanının (şiirde sesin) öncelikli olmadığı, olsa da
olur olmasa da olur türünde bir yaklaşım sergilendiğini söyleyebilirim. Şiirde
ses ile ilgili yazı, yorum ve incelemenin çok az sayıda olmasına, olsa da
doyurucu araştırma ve incelemeler olmadığına bakılırsa bu konuya hiç önem verilmediği
sonucu doğar. Örneğin uyak, geleneksel, yenilikçi olmayan, devrimci olmayan,
kendi kendini tüketen, anlamı ve anlatımı sınırlayan bir kavram olarak
düşünülmektedir. Hatta şiir uyaklı ise, bayağı bir şiir algısı yaratılmıştır.
Bilimsel gözle bunlara baktığımız zaman, bu söylentilerin hepsinin birer
palavra olduğunu hemen görebiliyoruz. Son yüz yılda yazılan yorum ve
incelemelere bakınız, şiirde uyak ve ses düzenine ilişkin öne sürülmüş doyurucu
bir araştırma var mıdır?
Ritim ve vurgu gibi ses birimlerinden
şiir yazılarında çoğunlukla bahsedilir. Şiirde “parçalarüstü” birimlerin
bütünleşik varlığından ve “şiirsel ezgi” ile ilişkisi açısından bir inceleme
yazın dünyasında görmedim. Şairin ton, vurgu, ritim, iç ve dış uyak olmak üzere
ses katmanına yaklaşımı mutlak doğru ve başka bir yöntem yok gibi bir algı
oluşturulmaya çalışılmıştır. Sesin şiir üzerinde oynadığı role, çağrışım, coşum
ve anlam üzerindeki etkisine, estetik katmanına sağladığı estetik değere
ilişkin sorulara yanıt aranmamıştır şiir literatüründe.
İşitme duyusunun bütün duyu biçimlerini
etkisi altına aldığını, duyarlılık yaratmakta başat konumda olduğunu bilmek ve
buna göre hareket etmek gerekir şiirde.
Çünkü şiirin ezgisel bir olanağı vardır ve bu olanak şiirin sanatsal
etkinliğinin önemli bir bileşenidir. Ses, şiirin şiir olma nedenlerinden sadece
bir tanesidir. Zihni ve duyguyu estetik tavra yöneltmek amacıyla şiirde ezginin
gücünü kullanmak ise sanatsal bir beceridir. Şiirde ezgi hem şair için hem de
okur için önemli bir bileşendir ve şiirin varoluş maksadını gerçekleştirmeye
yönelik temel bir özelliktir. Biz biliyoruz ki öykü diye bir tür vardır. Şiirin
pek çok özelliğini öykü dediğimiz tür içinde barındırır; az söz, ses ve ses
uyumu hariç. Sesin duyguyu işleme gücünü ve ezginin duyarlılığı oluşturma
gücünü kullanmayacaksak neden şiir yazıyoruz ki? Öykü yazalım; şiire göre daha
kolay.
Son yıllarda okuduğum şiirlerin büyük
bir kısmında, ses konusu o kadar dışlanmış ki şiir mi okuyorum, öykü mü okuyorum, çok zaman ayırt etmekte güçlük çekiyorum. Sesi dışlamak şiirde aynı zamanda
öykü gibi anlatımcılığı da beraberinde getiriyor. Algıyı sersemletmek dil
oyunlarıyla yapılabilir. Anlamın gücüyle de yapılabilir. Bunlarla estetik değer
üretilebilir. Ancak duyguyu öyle kolay ele geçirip okuru estetik yaşantıya
sokamazsınız. İşitme duyusunun insan üzerinde yarattığı iç dünyayı ve duygu
durumunu başka hiçbir enstrüman ile yapabilme olanağına sahip değiliz. Dikkat
ederseniz dinler, siyasi, ticari ve kurumsal yapılar, ezginin olanaklarını en
güçlü bir şekilde kullanırlar. Şiirsel Ezgi’nin imgesel bir yönü vardır ve
ezgisel imgenin gücü diğer imgelere göre daha can alıcıdır, daha sarsıcı ve
sersemleticidir. İnsan yaşamının sesle olan toplam ilişkisinin izlerine götürür
şairi, okuru ve dinleyiciyi. Ayrıca şiirsel ezgi, anlamı, anlamın gücünü,
anlamın yön değişimini, anlatımı ve anlatımın gücü ile çağrışım ve coşumun
düzeyini doğrudan etkileyen bir özelliğe sahiptir. Dilde ses, ses uyumu ve
ezgi, anlam ve anlatımda büyüleyici ortamı oluşturan ana kulvardır. Hatta
bütünleşik sanatlarda ezgi vazgeçilemez bir ögedir, örneğin sinema gibi… Niçin
şiirin elinden sesi alıp öyküleştirmeye çalışıyoruz? Neden şiiri dil oyunu haline dönüştürüyoruz ki? Sesin duygu üzerindeki,
anlam üzerindeki ve bunlarla birlikte çağrışım, coşum ve estetik değer
üzerindeki etkisini neden görmezden geliyoruz? Şiirde asıl amaç duyguyu arzu
edilen kıvama taşıyıp estetik tavır yaratmak değil midir? Ses gibi sanatta en
güçlü duyarlılık yaratma aracını şiirin elinden almayı haklı gösterecek bir
tane gerekçe öne sürülebilir misiniz?
Şiirde ses dediğimde bildiğimiz,
zihinlerinizde klasikleşmiş uyaktan bahsetmediğimi bir kez daha belirtmek
istiyorum. Ünlü, ünsüz, ince, kalın, yuvarlak, tonlu, tonsuz, çınlamalı,
patlayıcı, titreşimli ses uyumundan dizeler arası seslerin geçişine ve anlamsal
uyumdan şirin bütünlüğüne kadar top yekûn bir ezgi altyapısından söz ediyorum.
Kısaca söylemek gerekirse, anlam ve anlatımın ses ile bütünleştiği, şiirin
duyguyla en güçlü etkileşime girdiği bir ses düzenidir bu.
Ses konusunu ele almışken şunu da
vurgulamak gerekir. Estetik bilimi, eserdeki estetik değer varlığı yanında
insandaki estetik algı konusuna da önem verir. Çünkü estetik beğeni insanla
şiirin karşılıklı etkileşimi sonucunda doğar. Şair dostlar! Toplumumuzdaki şiir
algısı ses ve anlamın bütünleşik varlığında konumlanır; eğer şiir hala bizim
bildiğimiz şiirse. Eğer şiir, üzerine giydirilen torba kavramlarla günümüzde
kılık değiştirmediyse… Ve ıssız şiir algısı güncelliğini korumuyorsa…
20 Haziran 2018
Narlıdere
ŞİİRLER
NEVZAT ÇELİK
ŞAFAK TÜRKÜSÜ
1
Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama
Kaç zamandır yüzüm tıraşlı
Gözlerim şafak bekledim
Uzarken ellerim
Kulağım kirişte
Ölümü özledim anne
Yaşamak isterken delice
2
Bugün görüş günü
Günlerden salı
Islak
Sarı bir yağmur
Ülkemin neresine bakarsa
ay
Orada yitik bir anne
ağlıyor
Sen aralıyorsun yağmuru
Acıdan sırılsıklam alnına
siper edip elini
Sonra bir umut koşuyorsun
Yüreğin avcunda
ısırırken
çırpıntı
gözlerini
(ah verebilseydim keşke
yüreği avcunda koşan
herbir anneye
tepeden tırnağa oğula
ve kıza kesmiş
bir ülkeyi armağan)
koşma anne
birdenbire batacak olan
düş denizinde yarattığın
umut sandalıdır
oysa benim için gece
ışık hızıyla koşan
kısa ve soğuk bir zamandır
bu yüzden boğuk seslerle
geldiler bir şafak
uykusuz
yorgun
ve
korkak
3
sanırım baytardı
yüreğimin depreminde
rihter ölçeği çatlarken
ölebilir raporu veren
beyaz önlüklü doktor
boşver hipokrat amca
üzülme ne olur
sen de anne
sen de üzülme
hücremin dört bir
köşesinde el ayak izlerimi
ciğerlerimde yırtılan bir
çığlıkla hazır beklediğim
ve korkunç bir sabırla
birbirine eklediğim
korkak kahraman gecelerimi
düşlerimle sınırsız
diretmişliğimle genç
şaşkınlığımla çocuk
devrederken sıradakine
usulca açılıverdi
yanağımda tomurcuk
pir sultan’ı düşün anne
şeyh bedrettin’i
börklüce’yi
torlak
kemal’i düşün anne
hala kanaması nedendir
faşizmin göğsünde
utangaçlığı bile vuramadan
yanaklarına yasının
onsekizinde ölümüne
pervasız yürüyen
ince bilekli çıplak ayaklı
tanya’nın
deniz’i düşün anne
her mayıs şafağında uzun
uzun döverken
darağaçlarını
ve o şafaktan doğma
onbir
yaşını çiğneyip yürüyen çocukları
insanları düşün anne
düşün ki yüreğin sallansın
düşün ki o an
güneşli güzel günlere
inanan
mutlu bir yusufçuk
havalansın
4
sıcak omuzlar değerken
omzuma
buz üstünde yürüdüm yıllar
boyu
bayraklar ve türkülerle
kopunca memelerinden o
mükemmel yaşama
kurşunlar sıktılar alnıma
açık alanlarda ağır
kartalların konup kalktığı
yalçın kayalardan biriydim
ölüp dirildim yeniden
güneşli güneşsiz
akşamlarda
mutlu yarınlar adına
özgürlük adına ekmek adına
üstüne vardım kuyruğu
kanlı itlerin
dirilip dönmesin diye hiroşimalar
tahtadan atların boynuna
çıplak
ölümlerle
yatmasın diye çocuklar
aç gözlerle bakmasın diye
çocuklar
kardeşlik adına
havadaki kuş denizdeki
balık adına
yürüdüm yıllar boyu
dönüp bakmadım arkama
ıraktı gözlerim çok ırak
izim kalır mı bilmem yürüdüğüm
yolda
kalsa da silinir gider
yalnızca bir ağıt gibi
çakılır
ardımca gelenlere
gözlerimi yaktığım yer
5
tören adımlarıyla ölmek
ne garip şey anne
kanlı karanlık bir oyunda
baş oyuncuyum
bütün gözler üstümde
sürüyor gecenin karnında
şafağa bakan oyun
masa üstünde üşüyen bir
sigara
yanında küçücük bir cam
bardak
içinde rengi bu gecenin
cılız titrek bir kibrit
kağıt kalem
sandalye
geride flu
yağlı
büküm büküm bir ip
ve çingene kuralına uygun
değişmez dekoru mudur
idam mahkumunun
6
kırılacak cammışım gibi
davranıyorlar
yüzlerinde zoraki çatılmış
bir hüzün
oysa birazdan boynumu
kıracaklar
pul pul dökülecek yaz
siyasi eylül’ün
ben ölümü asıl az ötede
titreyen
çingenenin kara killi
ellerinde gördüm
anladım ki küllenen
sigaradır
soğuyan bir bardak çaydır
benim ömrüm
yani benim güzel annem
alacaşafağında ülkemin
yıldız uçurmak varken
oturup yıldızlar içinde
kendi buruk kanımı içtim
7
ne garip duygu şu ölmek
öptüğüm kızlar geliyor
aklıma
bir açıklaması vardır
elbet
giderken darağacına
8
geride
masa üstünde boynu bükük
kaldı kağıt kalem
bağışla beni güzel annem
oğul tadında bir mektup
yazamadım diye kızma bana
elleri değsin istemedim
gözleri değsin istemedim
ağlayıp koklayacaktın
belki bir ömür
taşıyacaktın koynunda
usul adımlarla yürüdüm
ömrümü
karşımda kurum kurum-laşan
darağacı
(tarlakuşu korkmaz ki
korkuluktan
ökse de olsa dört bir
yanı)
birdenbire acıdı boynum
gelecekler var birbiri
ardınca genç
yakışıklı
ne olur işçi kadınım
az yumuşak dik
şu kefenin yakasını
9
yaşamak ağrısı asıldı
boynuma
oysa türkü tadında yaşamak
isterdim
çiçekleri kokmak ırmakları
akmak
yaz boyu çobanaldatanlara
aldanmak
su başlarında aylak sektirmek
kavalımı
sonra bir çocuğun afacan
bacaklarında
anavarca kayalıklarına
tırmanmak isterdim
o güzel günleri görenler
arasında
bir soluk ben de yaşamak
isterdim
bir de luvr müzesinde
seyretmek gizliden
öperken siya-u jakond’u
tebessümünden
işte o an saçlarından
yakalamak dolunayı
bir de yirmibeş
kilometreden görebilmek
nazım’ın gözleriyle pırıl
pırıl moskova’yı
ölmek ne garip şey anne
bayram kartlarının
tutsaklığından aşırıp bayramı
sedef kakmalı bir kutu
içinde
vermek isterdim çocukların
ellerine
sonra
sonra benim güzel annem
damdan düşer gibi
vurulmak isterdim bir kıza
10
künyemi okudular
suçumuz malum
gecenin kıyısında durmuşum
kefenin cebi yok
koynuma yıldız doldurmuşum
koşun çocuklar çocuklar
koşun
sabah üstüme
üstüme geliyor
yanlış mı duydum yoksa
erkenci bir horoz mu
ötüyor
keskin bir acı bilenmiş
gitgide yaklaşıyor sonum
iri sözlerim yoktu
söyleyecek
usulca baktım yüzlerine
bin yıllık iskeletleri
çatırdayarak
göçtü ayaklarının dibine
korkutamadılar beni anne
avlunun ortasında çatık
bir kaş gibi duran
darağacı
bir zaman rüzgarda
saçını tarayan telli kavak
değil mi
boynumdaki kemendi bir
öğle sonu bükerken o kız
sarı sıcak sevdasını
düşünmedi mi
söyle anne
o çingene
bir çiçek bahçesi kadar
sıcak sokağımızdan
bağıra çağıra geçen
bohçacı kadını
sevmedi
mi çılgınca
11
kurulmuş tuzaklar yok
artık yolumda
işkenceler zindanlar
hücreler
savunmak yok mutlu tok bir
yaşamı
açlık grevlerinde beynimi
bir sıçan gibi kemiren
mideme
karşı
kısacası
bir çiçeği düşünürken
ürpermek yok
gülmek umut etmek özlemek
ya da mektup beklemek
gözleri yatırıp ıraklara
ölmek ne garip şey anne
artık duvarları
kanatırcasına tırnağımla
şaşkın umutlu şiirler
yazamayacağım
mutlak bir inançla
gözlerimi tavana çakamayacağım
baba olamayacağım örneğin
toprak olmak ne garip şey
anne
ceplerimde el yerine
balyoz taşırken
korkunç bir merakla
beklerken kurtuluş haberlerini
ve yüreğimin ırmakları
taştı
taşacakken
ölmek ne garip şey anne
uçurumlar ki sende büyür
dağdır ki sende göçer
ben yaprak derim çiçek
derim
çam diplerinde açmış
kanatlarını kozalak derim
gül yanaklı çocuğa benzer
yine de
oğlunu yitirmek kimbilir
ne garip şey anne
12
beni burada arama anne
kapıda adımı sorma
saçlarına yıldız düşmüş
koparma anne
ağlama
kırıldıysa düş evinin
kapısı
bütün kırık kapıların
çağrılışıyım
kızların yanaklarında
çukurlaşan
biten başlayan aşkların
ortasındayım
her kavgada ölen benim
bayrak tutan çarpışan
her kadın toprağı
tırnaklayarak doğurur beni
özlem benim kavga benim
aşk benim
bekle beni anne
bir sabah çıkagelirim
bir sabah anne bir sabah
acını süpürmek için
açtığında kapını
umarım kurtuluş
haberleriyle dönmüş olur
çam ve kekik kokuları
içinde acı yüzlü çocuklar
o zaman nasıl indirilmişlerse
şen şakrak
öylece kalkar uykudan
şalterler
dişleyip tükürmeden
sigaralarını
türkü tadında giyinirken
işçiler
bir sabah anne bir sabah
acını süpürmek için
açtığında kapını
adı başka sesi başka nice
yaşıtım
koynunda çiçekler
çiçekler içinde bir ülke
getirirler
başlarını koymak için
yorgun dizine
sen hazır tut dizini anne
o mükemmel güne
Ağustos-Ekim
1983
HİDAYET KARAKUŞ
ÖLÜLER BİZİ GÖRÜR
otelin girişinde kurduk barikatları
kaygılardan tasalardan umutlardan
gözlerimizde düşünceler
beynimizde sözcük demetleri
yanaklarımda geziniyor
tanrının buzdan eli
parmak uçlarımda
uzak denizler karıncalanıyor
gül'dük kül olduk bir akşam üstü
el yazılarımız aktı göklere
yazılarımız ki bayrağımızdır
rengini özgürlüklerden alan
o'ydu göğsüme verdi sevincinin ateşini
merdivenlerde tırabzanların dibinde
saçlarının dağılan sarışınlığında
baş döndürücü baharlar
kapandı yüzümüze bize küstü
odalar telefonlar loş aynalar
sırma saçlarıyla öpüyor şimdi
derisi birinci derece yanık
omuzbaşlarımı
ürperiyor göz kapaklarım
sabahı çarşaf gibi serdiğimiz morgta
biraz daha sarılsa ayağa kalkacağım
dokunsam dirseklerim üşür
dokunsam dudaklarım donmuş
dokunsam isli derimin gözenekleri
gül yanaklarını kurutur
göğsüme sokulu bir bağ bıçağıdır
kubilay'dan beri ölümün mor damgası
yine de yaşıyoruz çok şükür
duvar ilanlarında kitap resimlerinde
tutanaklarında mahkemelerin
iftiralar karalamalar ince sefil
bizden ölümlerce uzak çizgiler
aykırı dursa da bedenlerimiz
yaşamın içinde yaşıyoruz şükür
gün doğdu karınca kanatlarında
uyandı sofralarda çay bardakları
çeşmelerde su tarlalarda buhar
uyandı çayır kuşları
ışık gibi dolaşıyor ruhumda kanım
her şey bir öpücüğe bakar
hadi deseler uyanacağım
biriniz öpsün beni
unutsun yakıldığımı tuzaklarda
kalp atışlarımı uyandırsın bir an için
söylesin usanmadan yarınlara yüzümü
YORGOS SEFERİS
ANDROMEDA
Çeviri: Ari ÇOKONA
Kanıyor yine göğsümdeki yara
yıldızlar alçalıp bedenimle bir olduklarında
tabanlarının altına suskunluk çöktüğünde insanların.
Yıllara gömülen bu taşlar beni nereye kadar sürükleyecek.?
Denizi kim tüketebilir ki denizi.?
Her sabah vakti akbaba ile şahini selamlayan elleri görüyorum,
acılar sayesinde bağlı olduğum kayadan,
ölülerin kara dinginliğini suluyan ağaçları görüyorum.
Sonra da sabit gülümseyişini heykellerin.
Bu hac yolculuğuna çıkan bizler
kırılmış heykellere bakarak dalıp gittik
ve hayatın bu kadar kolay yok olmadığını
ölümün daha keşfedilmemiş yolları bulunduğunu
kendine özgü bir adalete bağlı kaldığını düşündük
ve biz sertlikle, zayıflıkla birleşerek,
taş içinde birbirimize bağlanarak
ayaklarımızın üzerinde dimdik ölürken
eski ölülerin çemberin dışına çıktığını,
dirilip tuhaf bir dinginlikle gülümsediğini.
BİR ANIT DİKTİM
ALEKSANDR SERGEYEVİÇ PUŞKİN
Öyle bir anıt diktim ki kendime,
Yapılamaz insan eliyle.
Yığınla insan da birikmeyecek önünde.
Uysal başı anıtımın,
Aleksandr'ın sütununu çoktan geçti.
Hayır, tümüyle ölmeyeceğim.
Ruhum, kutsal lirimle kalarak,
Kurtulurken çürümekten,
Tozlarım yok olacak.
Ben de ünleneceğim,
Duyulacak ünüm her yerde,
Yeryüzünde, ayın altında,
Tek bir şair yaşadıkça.
Söylentim büyük Rusya'yı dolaşacak.
Ses veren her dilde anacaklar adımı;
Onurlu Slav torunum, Finli,
Şimdilerde vahşi olan Tunguz,
Bozkırların dostu Kalmuk.
Uzun yıllar sevgilisi kalacağım bu halkın,
Lirimle yarattığım duygular için.
İnsafsız çağımda ben,
Özgürlük duaları okudum ve düşmüşlere şefkat dilendim.
Tanrı emridir ilham perisi, biraz söz dinle!
Dargınlıktan korkmadan, başına taç istemeden,
Duayı ve iftirayı, kabul et, aynı ilgisizliğinle,
Ve kınama hiçbir aptalı.
AYHAN
ARITÜRK
BU
TARAFTA
Karanlık yüreğimde parlayan
Yanımda anlam ve değer kazandıran
Bilgeliğe ve ışık sevgisine ulaştım
Sıradan yaşamımdan sonra.
Ayak izlerini ararım tozlu yollarda
Sen de doğudan gel aydınlat
Dönemecini yaşıyorum ömrümün
Tapınma tutkusu olmuşsun içimde.
Baştan başa dal çiçeğim pembe
Yer yüzüne geliş sebebim
Akıyorsun içime durağan kal
Seninle yaratıyorum bu tarafta cenneti.
Şubat 2020 MERSİN
DİZDAR KARADUMAN
SIĞLAŞMA
zaman
ezip geçiyor bir buldozer gibi
ufaladığı
duygularımı
geri
döneceğimden emin değilim
yaşadığım
cehenneme
bu
kendini saklama telaşın
korkutuyor
beni
sıradanlığa
sürükleniş mi
seni
en çok endişelendiren
kabusun
oluyor
emzirip
de doyuramadığın arzuların
herkes
kendine yeni bir rüzgar edinmeli
eylemsizlik
çürümenin sinsi arkadaşı
yok
oluşun sonsuz durağıdır
o
zaman içindeki sese kulak ver
o
bakışlarındaki sevinci çoğalt
bu
dünyada bir sesin olsun
içinin
karanlığına çekilme sakın
dünya
yüzüne gülen bir sevgili olsun
HÜSEYİN
ÇAĞIRGAN
HER ŞEYE RAĞMEN
Onlar ki
hüzün coğrafyasındaki
keder ikliminin insanları
dünyayı sırtlarına vurmuş birileri
hayret! Yıkılmak sözcüğünü hiç duymamışlar
kimi yoksul, terkedilmiş öbürü
yaşamı parçalanmış diğerinin
ama yaşıyorlar acıya inat
kafa tutuyorlar her türlü kötülüğe
yürüyorlar dimdik umutsuzluğun üzerine üzerine
Onlar ki
adları hiçbir başarı öyküsünde geçmemiş
aferin sözcüğüyle hiç tanışmamış kulakları
yaşadıklarını utancından anlatamayan çocuk
kafası defalarca duvara vurulan kadın
düşlerini kendi elleriyle toprağa veren ihtiyar
sevda uçurumunun kıyısında
gururu ayaklar altına alınan adam
her şeye rağmen yaşıyorlar
tek bir sakinleştirici kullanmadan
11 Ocak 2019
hüzün coğrafyasındaki
keder ikliminin insanları
dünyayı sırtlarına vurmuş birileri
hayret! Yıkılmak sözcüğünü hiç duymamışlar
kimi yoksul, terkedilmiş öbürü
yaşamı parçalanmış diğerinin
ama yaşıyorlar acıya inat
kafa tutuyorlar her türlü kötülüğe
yürüyorlar dimdik umutsuzluğun üzerine üzerine
Onlar ki
adları hiçbir başarı öyküsünde geçmemiş
aferin sözcüğüyle hiç tanışmamış kulakları
yaşadıklarını utancından anlatamayan çocuk
kafası defalarca duvara vurulan kadın
düşlerini kendi elleriyle toprağa veren ihtiyar
sevda uçurumunun kıyısında
gururu ayaklar altına alınan adam
her şeye rağmen yaşıyorlar
tek bir sakinleştirici kullanmadan
11 Ocak 2019
FAİK
GÜÇLÜ
ZAMANSIZ
bütün rüyalarımda çocuktum elleri
şekerden yapış yapış
uyandığımda kayboldum
her seferinde kalabalık içinde boş bir
haykırış
yüzlerce yüz içinde
yüzbinlerce kirli yüze bürünmüş sesler
bölüyor uykularımı
gün bitmeden içime içime siniyor çöküş
susun!
uyanmasın,
uyandığında gördüğüm kalabalık içindeki
yapayalnız, nefes alıp veren hissizler...
fark ettim, aslında uzun cümleler bile
yetersiz anlatmaya elinde bir gün olsun çiçek tutmamışları.
gem vuramadan akrebe, yelkovana, an'a
yaşayıp gidemiyorum gittiğimi sanarak
dün sokakta biriyle karşılaştım tanıdık
değildi herkes gibi yabancı
yanımdan öylece geçti
yüzlerce kişi içinde yüzbinlerce kirli
yüz gibiydi yüzü
bir adım sonra tükürdüğünü gördüm
insanlığın tam içine hem de orta yerine
nefes alıp veriyordur
yürüdüğüne göre
şimdi bitirmek zamanı değil ama
uyumak isteği
ısrarla
inatla
çocuk olma isteği
yapış yapış
ellerle...
FATMA ARAS
ÖLÜ BİR DAĞIN
KIZI
-Yaşatan bir akşam karartması
Edip Cansever
Edip Cansever
derdime, geceye 'dökül!' dedim
dört bir yanda anlamsız sesler
alfabenin 'ş' sesine takılmıştı çığlığım
Ört rüyanın üstünü, üşümesin dedi…
ölümden önce dağıldım, ölümden sonra duruldum
o giden gençlik sesimin arkasında süründüm
bir seviyi sıkıştırdım derime
bir yanardağdı aşk, gömlek oldu Şirin ile Ferhat’a
o gün işte, dağların kanatlarını kesmiş bir makasla*
'Sarıl çocukluğuna ısınırsın!' demedi kimse
karanlığa perde çektik durmadan
kayalarda, sularda, ana olan toprakta
bir taşın koynuna gömdüm kendimi
Baktım
ölen çoktan ölmüş, boğulmuşuz günlerin hiçliğinde.
2018
FİLİZ KALKIŞIM ÇOLAK
PERLA
çeker su kanadını
baldırlarına yağmur
çiseler sırılsıklam sızdığım
koynuna Perla!
Şiire dön, solan güller canlanacak dedi…
yüzüm ayazdan kalma, çıkıyorum balkona
incecikten vurur gece
belinde vuslatın mor
kuşağından seken serçeler
kirpiklerinden su içmeye
inmiş yakamoz
açar uslandığım gizlerini
kuzey perisi
titretir ay sokulan
göğüslerinde içtiğim denizleri
çırılçıplak bir kız şakır sis
örtülü sularda
harelenir şarkıların haylaz
dilleri
akar mavi nefesli kuşlardan
pembe yanaklı rüzgarlar
dalar giderim
buğulandığım bakışlarına
Perla
buz keser sevişler
tütüsü kalkar mevsim
ağrılarının
sarılır gülücüklerine
kumral batıklarında danseden
mavilikler
dökülürüm arkaya düşen
boynundan
kıymığında yine sana
doğrulurum Perla
ah! Ebemgelin bir yanda tan
yosması bir yanda
sevmelere doyamam
sökerim şafak sancılarından
yüreğimi
gölgesinde kavrulduğumuz
sabahlara ekerim
yanarım sana Perla!
dağlanır sıcağında
cemrelerinden boşaldığımız
güneşler!
MEHMET KUVVET
BİRİKEN ÖYKÜLER
içindeki
yara çocuk gelinlerin tanıklığı
susuz
çeşme çatlağı dudakların
aklımdan
geçiyorsun, yalnızlığımdan
kimsesiz
sokakları öpüyor adımlarımız
kaldırıma
çekiliyor çocuklar bilyeleriyle
ürkek
gözlerinde sıcak anne kucağı
kayboluyor
sarmaş dolaş gölgemiz
bir
çok kapıdan geçiyoruz rüyalarımıza
doğru
bildiğimiz yanlışları yok sayarak
sınır
taşlarına basıyoruz tam üç kez
ve
bir daha büyümüyor ayaklarımız
varoşların
değil başka semtlerin tanıklığı kırık kalbimiz
türküler
eşliğinde yırtarak saklıyorum mektuplarını
aklımdan
çıkıyorsun, rüyalarımdan
babaların
nasırlı elleri siliyor camların buğusunu
dalgın
anneler görüyoruz öyküleri birikmiş
dalga
kırığı bir yaşam uzanıyor sahile
tuzlu
bir pişmanlık çakıl taşlarında
dalgaların
serinleten dudak izleri kuruyor mintanımızla
sığmıyoruz
içine radyolu günlerin
ve
bir daha büyümüyor çocukluğumuz
MEHMET RAYMAN
PÜSKÜLLÜ MISIR
sevgili
çınar ağacım
bu
sarayların önünde kocadın gittin
içi
yanan insanları bir kere bile anmadın
kim
harmanlıyor yıllarca buğdayı
kim
omuz veriyor dimdik duran un çuvalına
toprak
öyle böyle gelmez ekine
taşa
bulaşan kanı hep gölgeledin ama
kan
sunaklarından sonra kimler çıktı
tonozlu
taşların bulvarından sarayın bahçesine
yazılı
yazısız bir taş bile dikmediniz
kaşına
gözüne göre sevmediniz işçileri
boşuna
güneş doğmadı püsküllü mısıra
demir
yığını yere çakılan iskele
evden
barktan yoksun emekçileri sömürdünüz
ilk
yediye giren zenginlerin durak yeri napoli
karlı
dağların içinden geçen treni sevdiniz
g
yirmiye kadar uzanır bu yolun sonu
kırkı
çıkmadan ölen çocukların anası hasta
MUSA SERİN
DERLER Kİ YİĞİDE BİR GÜZEL GEREK
Dilim susar amma haykırır yürek
Sevdayı başıma sardın saralı
Derler ki yiğide bir güzel gerek
Sevdayı başıma sardın saralı.
Aşkın girdabında döndürdün beni
Sevda sarayına kondurdun beni
Kor ateş içinde yandırdın beni
Sevdayı başıma sardın saralı.
Dağların başına çıktım oturdum
Türküler çığırdım, hayaller kurdum
Bazen efkârlandım, kendime sordum
Sevdayı başıma sardın saralı
Çok şükür rüzgârlar hoyrat esmedi
Söylenen sözlere kulak asmadı
Dilimi susturdum, yürek susmadı
Sevdayı başıma sardın saralı.
Dağlar sıra sıra bizi anlatır
Aşkı muhabbeti sözü anlatır
Kalbime nakşolan yüzü anlatır
Sevdayı başıma sardın saralı
Gelen musibeti hep hayra yordum
Aşkın ateşiyle küllenen kordum
Boynumu bükünce yüreğe sordum
Sevdayı başıma sardın saralı
MORİS
KARMONA
KAHVERENGİ HÜZÜNLER
Gözyaşlarım gölgeye karışmış
Tarçın acı, tadı suskun.
Bulutlar kahverengi hüzünlü
Yüzümde kahve çizgileri.
Bedenim yangın yeri.
Tenimde kahve yaram var,
Yüreğimde şeytan kurşunu,
Bileğim kahve yaralı.
NESLİHAN DAĞLI
BURKALI KADIN YÜZÜ
yüzünü
saklıyordu
zincire
vurulmuş zaman
umudun
rengi
burkalı
bir kadın yüzüydü
kendine
yabancıydı…
NİLÜFER
UÇAR
BİR KADIN
Yaz sıcağı; bir kadın, yalınayak aşk
taşır gönül zulasına
elleri yalım, sevdası hevenk, endamı
seher yeli
Tınısı yüksek sesiyle gölgesini
sorgular, asi dövmeli yazgısında
Bir kadın; bir tutam can taşır bir
tohumluk canında
Bağışla kalbi sırlı kadın bağışla ki;
Yörüngen kuşak bağlasın iki Milat arası
Ne çok kadınsın ne çok, her parçan ne
çok insan
Yüreğin meşe kor'u, dizin beşik
gıcırdayan döngüden
Bulutun çakma gözlerini yırtan bakır
çığlığın
Vahşi turnaları kanatlandırır derin
vadinde
Neyine kasırganın şehla gözünde akan yaş
neyine ...
Yarım kalan atıl yılların irkilen sesine
ilmek atan ellerin
Aşkın üşüyen ruhunu dillendirir cümle
kapıda
Dünyanın yabanıl ağzı değil midir ki can
öğüten
Bırak çocuksu ellerin yaşamın yırtık eteğine
gülhatmi oyalasın
Esaret yaşarken yürek magmasının kızgın
lav'ında
unut ki; yağmur kuşları umutlansın
unut
ki; bir çağ açılsın kibirden arınık
unut
ki; gün doğsun dağın gücenik yamacına
Yargılar çağcıl zamanın dumanlı gözleri,
yargılar...
Bir kadın, bu kadın, o kadın, hep
kadın...
Ah ruhunu aşk dikeniyle diken gurur
tanrıça
Yalınayak ışık taşır doğurgan bedenin
30 Ocak 2020
OĞUZ BATIN
SÖYLEYİN NEREDE EVLADIM
Nefesini duyayım, doyasıya koklayayım
Ey melekler! Söyleyin, nerede evladım?
Yer soğuk, bedeni çıplak; sen üşüme yavrum!
Ey Melekler! Söyleyin. nerede evladım?
İstemem ne günü güneşi ne de geceyi,
Bilemem artık mutluluk denen saçma hikayeyi.
Ezberledim, sayıyorum onsuz geçen lanet günleri
Ey Melekler! Söyleyin, nerede evladım?
Diner dediler acısı, aksine katlanıyor günden güne
Senin ihtiyar yüreğin nasıl dayanıyor?
Anlat bilelim gizemini.
Kısa kesip gündüzümü, girsin rüyama diye erkenden selamlıyorum geceyi
Ey Melekler! Söyleyin, nerede evladım?
Kokusu sanki evin her bir tarafında,
Sevinmeyin ne olur Galatasaray gol attığında.
Yeter sade ve sadece onu anlatın bana
Ey Melekler! Söyleyin, nerede evladım?
Yer soğuk, bedeni çıplak; sen üşüme yavrum!
Ey Melekler, serin getirdiğim şu yorganı.
Olmaz! Isıtmaz yorgan bile, sadece bu gece benimle uyusun kuzum
Ey Melekler, söyleyin nerede evladım?
Ey melekler! Söyleyin, nerede evladım?
Yer soğuk, bedeni çıplak; sen üşüme yavrum!
Ey Melekler! Söyleyin. nerede evladım?
İstemem ne günü güneşi ne de geceyi,
Bilemem artık mutluluk denen saçma hikayeyi.
Ezberledim, sayıyorum onsuz geçen lanet günleri
Ey Melekler! Söyleyin, nerede evladım?
Diner dediler acısı, aksine katlanıyor günden güne
Senin ihtiyar yüreğin nasıl dayanıyor?
Anlat bilelim gizemini.
Kısa kesip gündüzümü, girsin rüyama diye erkenden selamlıyorum geceyi
Ey Melekler! Söyleyin, nerede evladım?
Kokusu sanki evin her bir tarafında,
Sevinmeyin ne olur Galatasaray gol attığında.
Yeter sade ve sadece onu anlatın bana
Ey Melekler! Söyleyin, nerede evladım?
Yer soğuk, bedeni çıplak; sen üşüme yavrum!
Ey Melekler, serin getirdiğim şu yorganı.
Olmaz! Isıtmaz yorgan bile, sadece bu gece benimle uyusun kuzum
Ey Melekler, söyleyin nerede evladım?
SABRİ
ERİK
ARALIK
AYI İZMİR'İ
1.
Günlerden aralık ayı,
Sabahın İzmir'inde
Rüzgar kulağımda
Sert ve sancılı
Orkestra sonrası gibi
Kordon boyu hasretim
Mendil satıyor çocuk
Ve elleri
Elleri
Parça parça
Ağaçtaki nar bu ya
2.
Tutunduğum dal turunç
Kızım, gözüme hasret
Günlerden aralık ayı,
Sabahın İzmir'inde
Rüzgar kulağımda
Sert ve sancılı
Orkestra sonrası gibi
Kordon boyu hasretim
Mendil satıyor çocuk
Ve elleri
Elleri
Parça parça
Ağaçtaki nar bu ya
2.
Tutunduğum dal turunç
Kızım, gözüme hasret
Yeşil hala turunçta
Oğlum gülüyor usumda
Ben üşüyorum yokluğunda
3.
Aralık ayı Izmir'i
Kıyısında Urla
Muhabbet doyuruyor kahvaltıda
Masadaki dostlar tanık
Piyangocu umut satıyor bana
4.
Ağaç sarı,
Dehşet sarı
Yaprakları
Yeşilden de sarı
Saksıda hayal meyal
Çocukluğumun limon ağacı
Şimdi toprakta sarı
5.
Aralık ayı Izmir'i
Balıkçı barınağı
Tenekede alev
Oturmuşlar kaldırıma
Fotoğrafladım akanı
Denizde kaybolanı
Karıştırıyorum denizi
Dalga geçiyorum
Bu yüzden
Deniz dalgalı
6.
Kursağımda
Frig eriği kurusu
Ötekiler sığınmış Urla'ya
Asırlık uzo Sığacık'ta
Aralık ayı, İzmir akşamında
Aralık 2019
SAVAŞ KARADUMAN
ATEŞİ İLK BEN KEŞFETTİM: İ-ÇİM-DE
Ağlıyorum;
Dağların suskunluğu
Başımı alev alev yakan güneşin
sıcaklığı
Ve derelerde kaybolan suların
çığlığında…
Ağlıyorum;
Ürkek kuşların kaçıştığı
Allah’ın emri, peygamberin kavli,
devletin izni
Ve yüksek bir ihtimalle “iyi halden”
yırtması mümkün bir erkeğin
Bir kadını öldürdüğü “girilmez” olay
yerinde
Siren sesi… Telsiz sesi…
Ve “ölmeyi hak etmiştir…” diyen insan
sesinde…
Ağlıyorum;
Mavisine takılıp düştüğüm bir deniz
kenarında
Babamsız…/ ışıksız…/ mektepsiz
Dibine kadar yoksul…/ ve dibine kadar
yıkık bir evin kuytusunda
Annemin yalnızlığı…/ gözyaşları…
Ve çocukken tırmanıp saklandığım can
erik ağacında…
Ağlıyorum;
Terk edilmiş bir yaşam
Terk edilmiş adam…/ terk edilmiş kadın
Terk edilmiş çocuk…/ terk edilmiş
şehir
Ve mahşeri kalabalık bir ülkenin
yalnızlığında;
Morglarda buz gibi soğurken ölü
çocuklar…
Ağladıkça ilkelleşiyorum, daha bir
insanlaşıyorum sanki
Gözlerim alev kuyusu
Ellerim…/ yüreğim…
Dudağım.../
sesim…/ tenim…/ her yanım yangın…
Ağlıyorum;
Ağladıkça ilkelleşiyorum, daha bir
insanlaşıyorum sanki
-Antropologlar, arkeologlar ve tarihçiler kendi yanlışlarına yansın-
Ateşi ilk ben keşfediyorum; İ-ÇİM-DE…
Haziran-Aralık 2019
SÜLEYMAN
SIRRI
HER
SABAH
her sabah yeniden başlayınca yaşamaya;
insan kokusu sinmemiş rüzgâra
yaslayıp başımı
seni düşünürüm.
bahçe kapısı gıcırdar
ayak sesini alırım,
fincanda kahvemi unuturum.
dünyanın bütün annelerinin
göğsüne kapanmak isterim her sabah
okoliptus yapraklarının kokusu
bulaşır tenime.
bir yavru geyiğin gözlerinde göğerir
yazdığım her senaryo.
rolsüzüm...
âşık kadınların dudaklarında ısınan
en güzel aldanışımdır, bu benim;
bilirim!
insan kokusu sinmemiş rüzgâra
yaslayıp başımı
seni düşünürüm.
bahçe kapısı gıcırdar
ayak sesini alırım,
fincanda kahvemi unuturum.
dünyanın bütün annelerinin
göğsüne kapanmak isterim her sabah
okoliptus yapraklarının kokusu
bulaşır tenime.
bir yavru geyiğin gözlerinde göğerir
yazdığım her senaryo.
rolsüzüm...
âşık kadınların dudaklarında ısınan
en güzel aldanışımdır, bu benim;
bilirim!
TAN DOĞAN
ÜÇÜBİRARADA
biçki
mutsuzluğun
mutlaklığı var
bir
tatlı şi’r(im) olsa söylemez miydim
dinginliğin
gizemi belki tanrı’da
‘hayat’ın
hüznünü çekmeye geldik
‘sâf
duygu’su olan varsa vurmasın sakın
‘aşk’ın
derdini anlayan henüz çıkmadı
iç
çekişi gibi çocuğun ‘zaman’:
ağlaması
gibi acı ve yanık
rüzgâr’a
bakmalı gönül bulut’a yağmur öncesi
sonrası ay’mış güneş’miş ‘gülüş’müş y a l a
n
yaprak
fısıltısı alına yaz-kış
her renk kara
ilk baştan
ölüm
bile kurtaramaz kör ruhu
dağ’dan
kaya’ya taş’a kum’a (d)âr oyun
şeytan
mı utanmalı ‘insan’ mı yoksa
iç’i
çoktan ölgün dış’larız biz
su’yun
susuzluğu biter aç’ın açlığı
şefkati
yok anladık kâinat’ta hakikât’in
keder
üstüne keder üstüne keder ––––kadîm kader
iyi kadar kötü
her melek her an
ne
anama (k)öleyim ne de babama
var
oğlum’a yârim’e borcum: can
ses/‘im’i
kırıyor söz’üm ––susmalı
dal
ucunda hevestir huzur
kök mü dedim
“tohum” mu dedin “çekirdek” mi
dedi-dedik
dedemin
rüyası sürüyor hâlâ: kâbûs:
kuyu’da
lâl-kâhin sığınmış sırra
kadem basmış çöl’de
ermişdervişbedevî
“bedeli
az mı sanki ‘hayat’ın “diyor nenem
cehennem’e cennet biçmeyen mi var
lânet ‘hayat’
‘insanlık’tan
çıkmış insan: v/âh
kadîm
tarihi yitik bir ç/ağdayız şimdi
“kuş”
dedik “rüzgâr” dedik “dal” dedik
terslenen
dünya’da tuzbuz oldu su
kan-ter can-ten
ey ruh
kuruyan
her yağmur’da her bulut lâl
taş-kum ev-çöl
ey gül
‘yaprak’
içre ‘hüzün’ üzre hep ağlıyorum hep
anlıyorum
sığ aklımla ‘yok’u ‘hiç’i ‘boş’u boşuna
kaç
‘mavi’si var kâinat’ın ––––bilemedim
toprak’tan
da bıkmış nefes nefese
“heves”
dediğin nefis kadar dar
âr
geliyor ‘yalan yaşamlar’ görmek
ömür
‘hayat’a dâhil ‘hayat’ da hakikât’e
her
ânı ‘zaman’dan say her ‘zaman’ı sonsuz
bil
sonra
avut sonra uyut sonra unut kendini
sal
derdini al’a mor’a kara’ya
her
kader keder’e varır nasılsa
ölüm’ü
sevmeyen çabuk çürür
yollara
bak bir daha bak yollara
yıldızlı
geceler ‘aşk’a güneşli günler b‘aşk’a
başka
“güz”
dendi mi yüzünü dön dağlara
öp
alnından ve ağzından her ayna’yı g/izli gizli
senin
sırrın herkesinki kadar
meyve
olsan çekirdeğin tohumuna denk
derdimizden
çek elini gayrı tanrı
gücüm olsa koşardım cehenneme
kırık su
hüznüm ile yıkanmış ruhum ta baştan
bunun
için gözbebeklerim büyüyemez
tarih
neyse ben o değilim
yanık
dilim inanır bir tek ‘aşk’a
hangi
tanrı yaprağından öper gül’ü ––––bilemedim
yüzüm ile yıkanmış ömrüm nâfile
kara-ayna
kırık-ayna kör-ayna dostum
ipsiz-sapsız
kaç kuyum var anne
uykusuzluğum
babamdan huysuzluğum kendimden
kadîm
kokularım hepimizde bir (mi) bir
tâlih
neyse o yoktu yine yok ‘ben’de
en az
‘insan’ kadar acıyorum şeytan’a
umudu
kafamdan atalı çok oldu
sözüm ile yıkanmış derdim dert
sancısını
söyleyemez kuş
çölgölünde
üç balık öykü değil
mor-bulut
zor-bulut can-bulut dostum
rüzgâr’ı
dinim bildim hep
‘zaman’ın
yeri yok dünya’da
inim
inim inliyor (c)inim
en
ağır ağıttır ağzım: lâl
âh kalbime gömdüğüm dirilerim
kadîm
korkularım hepimizde bir (mi) bir
ten dedim ter
dedim yeter dedim
yokluğun
hiçliğinde bir güzel boşluk ––ne hoş
dalacağım
deryâ olsa bir an olsun çıkmazdım
‘hayat’
dedik bak öldük işte
cennet’i
içimden atalı çok oldu
gönlüm ile yıkılmış ömrüm kan
acısını
gösteremez su
TUĞÇE KANTAROĞLU
ŞİİR VE İSTANBUL
Şiir en çok İstanbul'a yakışıyor
İstanbul da sana.
Bir yakada sen, diğerinde şiir
Ortda ben, derya deniz.
Şiir en güzel İstanbul'a yakışıyor,
Sol elimi bir atıyorum Asya
Ne sevdalar yaşanmış orada
Ferhatlar-şirinler-keremler-aslılar
Erişilememiş nice vuslatlar.
Sağ elim bu defa Avrupa'da
Buram tarih kokuyor
Önce Galata selamlıyor beni
Şu en dertlilerin yeri
Sonra Rumeli hisarı.
“Gel “diyor boğaz nazırı
Tam karşısında
Hem hasmı hem hasretliği
Yani Anadolu hisarı.
Ne kavuşabilirler
Ne de ayrılabilirler.
Öylesine birbirlerine bakıverirler.
Hep eksiktir bir şeyler
Şiir en çok İstanbul'a yakışıyor
Tıpkı hayat gibi
Biraz sevda, biraz özlem
Hiçbir şey tam değil
Aynı sen
Aynı ben
Ve aynı İstanbul gibi
13 Şubat
2018
UĞUR OLGAR
OLMAZ DÜŞLER TUFANI
çok eski zamanlarda yamalar dikilirdi aşktan yırtılmış kalplere
tutmazdı yama ve yağan ilk kar, terli kentin üstüne
ne kadar erken uyanırlarsa uyansınlar kuşlar, güneşi kaçırırlardı dağların çapkın gözlerinden
ya deniz biterse diye korkmaktan göremezdim bir ırmağın yaşama direncini, bilemezdim kelebeğin yirmi dört saat ömrünün ne kadar uzun olduğunu
oysa aşk biter deniz bitemezdi, kıyılar böylesine hırçın ve kızgın uzanırken
sere serpe çırılçıplak
giden günlerin yasını tutardı baş aşağı yarasalar
başı dimdik mağaralarda
olmaz düşlerin tufanında geceler simsiyah uyanırdı sabahları...
tutmazdı yama ve yağan ilk kar, terli kentin üstüne
ne kadar erken uyanırlarsa uyansınlar kuşlar, güneşi kaçırırlardı dağların çapkın gözlerinden
ya deniz biterse diye korkmaktan göremezdim bir ırmağın yaşama direncini, bilemezdim kelebeğin yirmi dört saat ömrünün ne kadar uzun olduğunu
oysa aşk biter deniz bitemezdi, kıyılar böylesine hırçın ve kızgın uzanırken
sere serpe çırılçıplak
giden günlerin yasını tutardı baş aşağı yarasalar
başı dimdik mağaralarda
olmaz düşlerin tufanında geceler simsiyah uyanırdı sabahları...
VİLDAN
ÇALIŞKAN
BİR
VARMIŞ BİR YOKMUŞ
bir şeyler var içimde
ruhumu sıkan
daralan sokaklar yüreğimde
uzadıkça çirkinleşiyor karanlıklar
ay da olmasa zifir ziyan dört yanımız
bu sokak lambası aynı sen
göz kırpıyor hayata
ıslık sesi duyuluyor kalbinin
derininden
söylüyor şarkısını yaklaşan
yalnızlığın
silkeliyor hayatımı gizlerin
az kalıyorum
dünya çoğalamıyor ikimize
uzaklar zehirli bir cepken giydiriyor
bedenime
gecenin en ıssız harfleri dolanıyor
belime
başlayamadan bitiriyorsun sözlerimi
boğazıma diziliyor kelimeler
tutup fırlatasım var şu yıldızları
omzunun üzerinden
mavi gökyüzü oluyorum
lacivert oluyorsun
kapatıyor rengin üzerimi
yemyeşil orman oluyorum
solduruyorsun
hani belki de kır çiçeklerine
karışacağım dağ eteklerinde
yine yağmuru öteliyorsun
tırmanıp ruhumun merdivenine
hızla salıveriyorsun kendini
hani bir varmışsın gibi kalbime sahip
bir yokmuşsun gibi bilinmeze aşina
YAŞAR
ÖZMEN
MASAL
DAĞI
Biraz mavi koysaydın ya avuçlarıma
gözlerin gibi
Neresinden tutup aklımı asayım saçlarına
Benim suçum niye bu kadar büyük, insanı
sevdimse
Yaşamak nasıl güzel olur, bunca ölüme
karşın
Yoldaş olsun diye mi doğurdun beni, acılardan
anne
Dünyanın bütün gecelerini toplasam
Gündüzlere yer açabilir miyiz hiç
gölgesiz
Pişirmiş zaman gözlerimi, kirpiklerim
dağınık
Bakışlarım kavruk bak
Gökyüzünü üstüme örtsem sığmıyorum
Niye gökyüzünü bu kadar dar diktin anne
Gözlerimden çiğdem gibi saçılan şu
acılar
Nerede boynunu büküp bir aşka tanık
olacaklar
Öyle derdin ya, yaşanacak aşkları acılar
doğurur
Asır hırsızlığına soyunmuş şu haydutlar
Düşlerime göz dikmişler durduk yerde
anne
Artık son gece olsun bu, toplayıp
kaldıralım masal dağına
Ellerin gibi sıcak, bakışın gibi
kendinden menevişli
Rastlantıya bırakılmaz derdin güzel
günler, yinelerdin
Alnından öpelim sabahların, bir kez
daha, bir kez daha öpelim
Elden ele verelim bütün ışıkları,
birlikte yürüyelim anne
Varınca hani oraya, gülüşünü neresinden
bölsem de
Alsan kalanlarımı yumuşacık kucağına
Üşüyorum, uymuyor en küçük parçalarım,
sığmıyor işte
Düşüyorum tut elimden, düşüyorum işte
Ben toprak oldumsa olacağım kadar
Sözleştiğimiz gibi masal dağında
Son kez emzirip yeniden rahmine koy beni
anne
Şubat 2020
YAŞAR
ÖZMEN
SALGIN
Aktılar yel gibi hücreden hücreye sinsi sinsi, büyüdüler
Bir vardılar bir vardılar, çoğu zaman yok gibi göründüler
Gördük hani durduk yere birer birer öldürdüler kınlarını
Küresel kaygının, kasırganın anaforuna bağdaş kurdular
Yalnızlığı, dokunulmazlığı dolayıp dolayıp kalabalıklara
İnsanın insandan kaçışına maskeli mühür koydular.
Dehşete
düşüren görünmezliği, bilinmezliği, bilemezsin
Çaresizliğin
dönüş günü, birbirimizi yediğimiz zaman ardı
Tapınaklar
kimsesiz, kilit vurulmuş aşklara, düğünler tek kişilik
Karantina
durağında bir tramvay öksürükle güreşiyor
El edip
dünyayı evlere taşıyan garip sosyal yara şehvetli
İlgi
alanımın ötesinde bir öyküsün, öyküdesin ne bileyim
Gelecektin
belliydi, doğa yenilemeliydi belki kendini…
Gündelik ölümler bugün, yarınsa geride kalan
kasırgalar
Seninle yaşamaya alışmak mı dersin, nasılsa öyle olsun
diyelim.
Küresel sınav kaygısı, geçmek
ya da kalmak var bu yarış zorlu
Bir baştan
bir başa vurulacak kusurlu yerlerimiz, görmeli
Bu da
geçecek, bakma tutuklanmışsa bütün gülüşler
Ne şeyh ne
tarikat ne aktar uydurması ne de egemenlik sultası
Bilim var
bilim, akıl aklı kurar bulur bulacak en aydınlık yolu.
Sen sevmeyi
unutma kendini, bütün can taşıyanları
Ve sen
yaşamayı sev, yaşamak yaşatmak güzel şey
Orhan
Veli’ye anımsatma belki en vurucusu, en sarsıcı
Ne “Hava
bedava” ne “Su bedava” ne aşklar tek kişilik anlamlı
Safrasını
atıyor, ücretini istiyor ücretini kirlettiğimiz dünya
Hadi yıka,
arıt salgını, savaşları, kavgaları; sevişelim
Ödünç ver
yarınları ödünç olsun çocuklara, üstü güzelliğe…
22
Mart 2020
Görsel-Sayısal Şiir Kitabım; 1 Nisan 2020 de Sayısal (e-kitap) kitap olarak yayımlanacaktır. Açıklamalar aşağıdadır. İyi okumalar dilerim...
Görsel-Sayısal Şiir Kitabım; 1 Nisan 2020 de Sayısal (e-kitap) kitap olarak yayımlanacaktır. Açıklamalar aşağıdadır. İyi okumalar dilerim...
Giriş
![]() |
UMUT BEKLER BİZİ, GÖRSEL-SAYISAL ŞİİR KİTABI, YAŞAR ÖZMEN |
Bilgiye, bilime, sanata verilen değer kıtlığı ve
bunların üzerine gidilme seyrekliği yaralar derinden. “Şiir işte! Nargile
tütünü kadar gözde olamaz tabii” deyip kızar için için. Sonra sorar; ben bu kadar yükü neden yükledim
şu açılmayan sayfalara? Buna karşın hiç acımaz emeğine. Çabasının altında başka
bir gerçeklik yatar; hem de önemli bir gerekçedir bu[5].
Çağı yakalamak ve okura daha kolay ulaşmak için yöntem aramaya yönelir. Neden
sayısal kitap sorusuna aşağıdaki gerekçeleri sıralar:
a. Yaşamı, insanı bunların arasındaki ilişkileri
anlamanın en pahalısı, deneyimdir. Bir şiir kitabım ve bir kuramsal kitabım
yayımlandı. Şiir kitabım neyse. Kuramsal kitabım; biri eleştiri kuramı olmak
üzere yeni tanımlanmış üç kuram ve bir sanat çözümleme tekniği ileri sürüyor.
Şiir/sanatta sesi, ses bilimiyle bir ilk olarak bütünlüklü inceleyip yeni
ayrıntılar ortaya koyuyor. Dillendirilmemiş kavram ve terimlerin önünü açıyor.
Sanat, şiir ve resimle ilgili magazinsel söylemlere tokat atıyor. Buna karşın
hiçbir kimse, bugüne kadar kitap hakkında gerekçeleriyle birlikte
olumlu-olumsuz yorumda bulunmadı, bulunamadı. Demek ki ben bunları çok erken
zamanda yazmışım; yeni ve farklı bilginin sanatçılar arasında bir değeri
yokmuş. Çağı önceleyen ve çağıyla özdeş bilgi, kapı dışarı edilemez, bunu
bilirim. İyi bilgi sümen altına sığmaz. Gelecek kuşaklar, bunları bulup gün
yüzüne çıkaracaklardır; kuşkum yok. Madem bunlara ilgi oranı oldukça düşük, ben
de daha verimli bir yöntem bulmak durumundayım.
İşte bu yüzden; her an her yerde iletişim kolaylığı olan; dünya
genelinde dolaşım olanağı ve okuma seçeneklerinin daha fazla olduğu bir yöntemi
denemek istiyorum. Resim, fotoğraf ve şiirlerimi gelecekte ilgilenecek okurlar
için kolay bir yöntemle depolamak istiyorum.
b. Sayısal kitaba iten diğer bir neden ise üzerinde
uzun zamandır düşündüğüm bir tasarıdır. Resim sanatı, fotoğraf ve şiir sanatını;
aynı kulvarda bütünleştirebilmektir. Daha doğrusu, görsel estetik değer ile
anlamsal estetik değerin bileşke gücünü denemektir. Bu, şiir sanatının imgelem
yaratma yeteneğine sınırlama getirir gibi görünebilir; farkındayım. Yine de
şiirde görsel estetik değerin katkısı ne olacak denenmelidir, diye düşünüyorum.
Bu tasarıyı gerçekleştirmenin en kolay yolu, sayısal kitaptır. Resim, fotoğraf
ve şiirin toplam sanatsal gücünü artıracak bir sonuca ulaşacağımı
düşünüyorum.
c. Maddi karşılık beklemeksizin yazıyorum ve
yazdıklarıma bedel ödemeden okur ulaşabilsin istiyorum. İlgisiz kişilerin
üstümden ilgisiz yararları, beni gerçekten üzüyor; emeğime saygısızlık olarak
görüyorum.
d. Bir diğer neden şudur: Geleceğin en
kullanılabilir okuma biçimi sayısal kitaptır. Yakında en geçerli yöntem bu
olacaktır. Bakmayın sizler kâğıt kokusuna alışıksınız benim gibi ama gençler
bunları okuma aygıtlarından okuyorlar artık. İşte bu nedenle, “Umut Bekler
Bizi” isimli görsel şiir kitabım “Sayısal kitap” olarak bilgisunar
ortamında yayımlanmıştır, paylaşılmıştır. Anı ve geleceğe belge olması için
birkaç örnek dışında basımı yapılmayacaktır. Yüz yıllarca minicik bir aygıtta
saklanabilecektir. Dünyanın her yerine bir tıkla gönderilebilecektir. İsteyen
kitabın ismini yazarak her an kolaylıkla bulabilecektir. İmza ve söyleşi
günleri yoktur. İyi okumalar dilerim. İsteyen herkese e-postayla
gönderebilirim. Kitabıma ve PDF dosyasına, sosyal iletişim sayfalarımdan ulaşabilirsiniz.
Sayısal kitap dünyasının hukuksal ve sistemsel
altyapısının kütüphaneler dahil tüm kurumlarda bir an önce oluşturulması
dileğiyle…
Birkaç söz de görsel şiir kitabımın
içeriğine ilişkin olsun istiyorum.
Çağdaş
sanat, var olana öykünmekle şiir yazma ve resim yapma anlayışını yıkmıştır
artık. Şiir ve resim; yenidünyayı, çağdaş insanı ve
aralarındaki ilişkiyi farklı biçimde anlamlandırma, görme, duyma, işitme, sezme
işidir; var olandan ve kavranabilen dış gerçeklikten yeni görünüşler, anlamlar
ve görüntüler üretmektir.
Sanatsal yaklaşımlar, günümüz şiir
önderleri ve düşünürler; şiire nasıl bakarlarsa baksınlar, ben şiirde
kalıcılığı, estetik ve şiirsel değer varlığını, yaşamsal ve vazgeçilemez
ögelerin ağır ve felsefi olarak görünüşe taşınmasında buluyorum. Anlamsal
derinliğin, anlatımın ve şiirsel ezginin; okurdaki imgelem uzamını
zenginleştireceğine, şiirdeki lirizmi daha düzeyli oluşturacağına inanıyorum.
Görsel gereçlerle desteklendiğinde daha vurucu ve sarsıcı estetik değer
üreteceğini düşünüyorum.
Dünyanın en güzel ve yüce duygusu sevgidir. Sevgi
ise güzellik karşısında büyüyen bir duyumsama eylemidir. Pek çok düşünürün
söylediği gibi sanat güzeli görünüşe çıkarmak, insanı güzel ve yetkin ruha
taşımaktır. Sonuç olarak insanda sevgiyi ve yaşam sevincini yaratmaktır. Sanat
sevmektir; sevmekse şiirdir, şiirselliktir.
Yaşar Özmen, 21 Mart 2020, Narlıdere/İZMİR
Yaşar Özmen, 21 Mart 2020, Narlıdere/İZMİR
[1] Katman; şiirde birbirine benzer belirli özelliklerin,
fiziksel ve duyusal nitelik veya niceliklerin bir arada bulunduğu bir yapıyı
belirten terimdir. Örneğin ses veya anlam katmanı gibi…
[2] Şiirsel ezgi, şiirin anlam ve anlatımı ile duygu değerine uygun özel olarak oluşturulan
bir ses düzenliliğidir. Müziksel ezgi ve konuşma ezgisi arasında bir ezgi türü
olduğu varsayımı ile ele alınmıştır.
[3] Süre, sınır,
durak, ritim, vurgu, ton ve ezgi gibi sesbilgisel terimlere “parçalarüstü
birimler” denilmektedir. (M.V.Coşkun, Türkçe’nin Ses Bilgisi)
[4]
Elektronik kitap (e-kitap)
[5] Saf
Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi” isimli kitabım ve
“İnsan Neden Sanat Yapar” isimli denememde konuya ilişkin gerekçe ayrıntılı
açıklanmaktadır.
Olanca kuvvetinle, aşkla, dört elle sarılıp, ruhundaki bülbül sesiyle, acı veya tatlı,
YanıtlaSilyanık veya şen cevap verebilecek bir kudrettir şiir, yeter ki tele dokunup istediğin nağmeyi çıkartmasını bil..
Çok yiyi bir tanımlama...
Sil