31 Mart 2024 Pazar

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Nisan 2024, Sayı: 20

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Nisan 2024, Sayı 20, Yaşar Özmen



 
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Nisan 2024, Sayı 20, Yaşar Özmen




  

YAYIMCIDAN

“Dünya Şiir Günümüz” kutlu olsun değerli okurlarımız. Diğer sayılarda olduğu gibi Şiir Sarnıcı (e-dergi) 20. Sayısında da satır ve dizeler aracılığıyla gönüldaş olarak bir aradayız. Ruh evreninize küçük bir katkı koyabildiysek ne mutlu bize.

Önceki sayılardan bildiğiniz gibi, Şiir Sarnıcı’nın giriş yazılarında dergi içeriğinin alışılmış tanımıtını yapmıyor; bana göre önemli olduğunu düşündüğüm bir veya birkaç konuyu paylaşıyordum. Bu sayıda uzun bir metin yazmak yerine iki konuyu anımsatmak istedim.

Yayımlanmak üzere dergimize yeterince ürün geliyor. Ne var ki bunların çoğunu dergiye alamıyorum. Söz ve anlam sanatları içermeyen şiirleri ve düşünce bazında nitelikli içerik taşımayan  metinleri, takdir edersiniz ki dergiye almamız çok uygun olmuyor. Dergimiz, dünya görüşü ne olursa olsun her yazar-şaire açıktır. Ancak yayımlanacak ürünün sanat değeri taşıması, dayatma, şiddet, propaganda, misyonerlik ve irşat içeriği taşımaması önkoşulumuzdur. Şiir ve yazılarıyla dergimizi onurlandıran şair yazarlarımızın anlayışla karşılayacağını umuyorum.

Dergimiz, hem blokta yayınlanmakta hem de PDF dosya olarak sanal ortamda bulunmaktadır. İstendiğinizde her sayıya ulaşmak mümkündür. Ayrıca Milli Kütüphane EYDeS sisteminde kayıt altına alınmaktadır. Bunun anlamı şudur: Dergide yayımlanan her ürün, isminize kayıt edilmiştir ve yıllarca değiştirilmeden saklanabilecek bir ortama geçirilmişitr. Gönderdiğiniz şiir ve metinlerin, bir daha değiştirilemeyecek ve yayımlandığı şekilde kalacak olduğundan yapıtların, olgunlaşmış ve son şekli verilmiş olmasına özen gösterilmelidir. İnternet ortamı deyip geçmeyelim; artık bütün veriler sanal ortama taşınacak ve öyle saklanacaktır.

Mutlu, esenlikli günler okunmak dileğiyle…

 

Erhan Tığlı
AŞKIN ANAYASASI

Aşkın Anayasası
Aşka engel olamaz
ne cüzdan ne de kasa
Bencillikten sıyrılmak
özverili davranmak
güzelden yana olmak
İşte budur sevdada
uyulması gereken
kural ve anayasa 


Bertuğ Akın
DENETİMLİ SERBESTLİK 

Denetimli serbestlikten yırtmış
kanı buzdan bir kraliçe
her gün halkına ipekten yumuşak
tokadını vuruyor.
Her sabah karşısında dikiliyor
tokadın ısısına bağımlı
mazlumlar taburu.
Giyotinden farksız kirpikleri
her çırpınışında
bir müptezelin burbon kokan ruhunu
oksijene çevirip
İsrafilin ciğerine dolduruyor. 


Asım Gönen
KOŞULLAR VE MUCİZE       

Yıl 1945; bu tarih büyük ihtimalle doğrudur. Ay ve gün için annem, ekşi elmalar toplanırken dünyaya geldiğimi söylerdi. Sanıyorum zor ve katı yaşam koşulları çocukların doğum tarihlerini önemsizleştirmiş. Geçim derdi ve özellikle de Artvin’in katı yaşam koşulları, yöre insanını çocuklarının yalnızca doğum tarihlerini değil kendilerini de önemsenmez bir konuma getirmiş. Aileler, genel olarak çocukları için gelecek kaygısı duymazlar. O, dünyaya gelir, üç dört yaşından sonra kendi halinde, bir koyun yavrusu ne ise o da aile içinde öyle yaşar gider. Ben de böyle bir ailenin çocuğu olarak doğum tarihimi ay ve gün olarak bilemiyorum ama nüfus cüzdanımda 05. 05. 1945 olarak kayda alınmış.

Artvin’in Ardanuç Kazası, Aydın Köyü Mağnar Mahallesi’nde dünyaya gelmişim. O yıllardan aklımda kalan, o müthiş yeşilliği oluşturan ormanlık alanlarda, bazı ağaçların düzgün sürgünlü, mor ve yeşil karışımı renklerine benzer renklere rastladığımda, aynı duyguları şimdi bile çağrıştıran,  o yaşlara ve oralara gitmenin çocukluğunu yaşarım. Yitip giden çocukluk ve parçası olduğum o doğadan kopuş, o anları çağrıştıran neye rastlasam, hep aynı burukluk sarmalar ruhumu.

Buruk bir anımsamadır bu.  Yeşille morun canlı, tazeler tazesi karışımıyla her karşılaştığımda canlanan burukluğun nereden geldiğini merak eder dururdum. Olayı çözdüğümde, yaşamla ölümün zıtlığı ve devri daimi Artvin’i olumlarken,  Kırşehir gelip ezik yerlerime yerleşir. Çünkü bozkırların Kırşehir’i kefen bezi gibi ölümü çağrıştıran bir karşıtlığı canlandırır ruhumda.  Dört yaşıma sığdırdığım Artvin’le ilgili çocukluk anılarım elbette bu kadar değil. Bir de Çatalkaya’nın çok yükseklerden Mağnar’a bakışı hâlâ belleğimdedir. Yukarılarda o görkemli duruş ezik bir hiçlik duygusunun anıtıydı sanki. Özellikle akşamın gölgelediği sessizlikte, yukarılarda devasa bir duruş, aşağıların çocuksu korkusunu ve ürkekliğini pekiştirirdi.

Artvin’den, Kırşehir’e göç nedeni yaşam koşullarının zorluğu ve geçim derdiydi. Ninemin kucağında kayıktan gemiye geçişimiz ve Karadeniz’in kayığı ırgalayışı aklımdan hiç çıkmaz. İlk kez kayık, ilk kez gemi, ilk kez dalgalı bir mavilik ve hayranlık, şaşkınlık ve yine denizin insanda yutmaya hazır korkular uyandırması. Sonra Kırşehir’in on kilometre kadar güneyinde, küçücük köyümüze kadar varışımızla ilgili hiçbir anı yok, ne varsa silinmiş. On hanelik bir göç kafilesi kerpiçten evler yapıyorlar. Ben güğümle su taşıyorum evimizin yapıldığı yere. Evler üçer metre aralıklarla yapılıyor. Ben evimizin yerini karıştırıyorum. Komşulara da su götürdüğüm oluyor. Gülüşüyorlar.

Okul yok. Okul çağım geldiği halde okula gitme olanağım yok. Tüm çocuklar sığırı birlikte otlatıyoruz. O yaşta köyden ayrılıp epey uzaklarda sığır otlatmak evden ayrılışın çocukluk hüznüyle sarmalıyor ruhumu. Masmavi bir gökyüzü ve kuru bir sıcak. Tepelere çıkıp rüzgâra kanat açıyoruz. Derelerde küçük küçük kaynak sularına gömüyoruz yüzümüzü. Yüzümü gömerek içtiğim o kaynak sularının lezzeti, şimdi su içerken bulamadığım o tadı aratır bana. Akşam yaklaşınca sığırlar köy yolunu tutarlar. Onları topluca yürütmeye gerek yok. Biz nasıl imece usulü otlatıyor, öğlen yiyeceğimizi birlikte yiyorsak, sığırlar da birlikte düşüyorlar köy yoluna. Eve sığır sesleriyle dönüşün hazzı yorgunluğumuzu unutturuyor.

Kırşehir’in köyümüze yakın mahallesinde bir akrabamızın evinde ve on yaşında başladım ilkokula. O zamanlar diz boyu kar yağardı. Köyümüze kolay kolay gidemezdim. Anne, baba ve kardeş hasreti tüterdi burnumda. En çok söğüt ağaçlarına üzülürdüm. Onları daha dayanıksız sanırdım ve soğukta üşüdüklerine inanırdım.

Bu arada annem ve babam Ticani tarikatına girdiler. Ben ilkokul beşinci sınıfa gelmiştim. Tarikat üyeleri sık sık bizim evde toplanır hu çeker ve bazı olayları yorumlarlardı. Doğa olaylarını ve geçmiş bazı bireysel ve tarihsel olayları gerçekmiş gibi anlatışları çelişkiler yaratırdı bende. Tarikata girmediğim için anne ve babam tarafından dışlanmaya başladım. Babamla birlikte yaşayamayacağımı anladığım için ilkokuldan sonra ortaokula kaydımı kendim yaptırdım ve bir mucizeyi gerçekleştirerek ortaokulu bitirdim. Benimle birlikte ortaokula kayıt yaptıran diğer çocuklarla birlikte bir bağ evinde devam ediyordum okula. Öbür çocuklar okumanın önemini ve sorumluluğunu anlamadıkları için ders çalışmazlardı. Bir sene sonra çoğu okulu bırakarak köyün o tatlı çocukluk anılarına döndüler. Ortaokuldan sonra yatılı Kırşehir Erkek İlk öğretmen okuluna girdim ve 1967 yılında öğretmen olarak göreve başladım.  O yıl TÖS’e üye oldum. Durmadan kitap okuyordum ve köy öğretmenliği, özellikle akşam sessizliği ve gurbet havası şiire yöneltti beni. Çalıştığım köy dağ köyüydü. Çok kar yağardı. Sık sık çocuk ölümleri ile sarsılırdım. Okul lojmanının penceresi mezarlığa bakıyordu. Uzun ve siyah renk paltolarıyla mezarlığa giden adamlar, karları kirleten bir mezar tümseği bırakarak geri dönerlerdi.

         “karları kirletiyor ölümün tümsekleri”

Ve buna benzer pek çok dize sökülüp şiire dönüşmeye başladı. Artık bir taraftan okumak bir taraftan yazmak öğretmenliğimin yanında yaşam biçimim olmuştu. Tarikata girişle birlikte babam kıyamet kopacağı inancıyla tüm varlığımızı tarikat üyelerine harcadı. Çok yoksul kaldık. Ben dışlanmama rağmen onları hiç yalnız bırakmadım. Acılarını acı edindim. Çünkü onların yanlışı değildi davranışlar. Bu ortamı yaratan devasa bir güç vardı ve o güç yönlendiriyordu onları. Babam tarlaların bir kısmını, büyükbaş ve küçükbaş hayvanlarımızı, o dönemde var olan traktörümüzü, o yılın ürününü kovan denilen on kişilik bu tarikat grubuna yedirdi. Artık yoksulluk dönemimiz başlamıştı. O döneme ait şiirim şöyle.

O BENİM OLUK OLUK ANNEMDİ

elleri tütündü onların
                         yürekleri nar
güz çiçeğiydi gülüşleri
balı sağılmış yüzlerinde
arılar gibi kardeşti acılar
uzun uzun gökdelendiler
               simsiyah yokluklar
onlar acılara bağışık
          onlar sevincin hamalıydılar
onlar yüzünde balla yoğurmuştu hayatı
yüzünde toprak yüzünde yaşamın hamuruydu
esmer ve tapılası alnında ter
       ve nasırlı elleri borçlu bir kederdi
ve gözlerinde yaşlar
       ve kitap kitap yakılmış oğul
ve benim parmaklıklarda eskiyen alnımda
             demirle parçalanmış annemdi
………………………………….
…………………………………..
hayır
o sadece hasatlanmış bir tarla değildi
ne de yalnızca et ve kemik
hayır
o ne geceler gibi kör
ne de ruhsuz bir heykeldi
o karnının çiçeğini gözleriyle yoğurmuş
o beton gecelerin çatlağından
     oğlunu güneşe uçurmuş bir anneydi 

Öğretmenlik yıllarım genel olarak köylerde geçti. Köy akşamlarının hüznü ve köy yaşamı beni yazmaya ve özellikle şiire yöneltti. Durmadan yazıyor ve okuyordum.

İlk şiir kitabım 1988 yılında Sen Ayrılığa Eyerli Şarkısın adıyla yayımlandı. Arkasından Acının Volkanı, Enver Gökçe başarı ödülü aldı. Sonra Yaramdan Hasretin Aktı ve takiben Gül Kokan Düşler, Tayad birincilik ödülünü aldıktan sonra jüri tarafından harici bir kararla ikinciliğe düşürülünce, ben ödülden çekilmek zorunda kaldım. Bu arada Fırtınada Kaçkar Çıplaktı ve Yalancı Baharın Çiçekleri adlı romanlarım yayımlandı. Son olarak Ahi Evren Destanım Klaros yayınlarından çıktı. Yayımlanmaya hazır Ölüler Yas Tutmaz adlı dosyam Atila İlhan emek ödülü aldı.  Ayrıca Hüznün Sağnağı adlı şiirim, Vahdettin Bozgeyik şiir birincilik ödülüne değer görüldü. Karmat ile Arbatan adlı destanımın bazı bölümlerindeki şiirler kitap yayımlanmadan önce Yılmaz Güney emek ödülüne değer görüldü. Ayrıca yayımlanmaya hazır beş şiir dosyam, iki çocuk romanım ve çocuk öykülerim yayına hazır durumdadır. Sanatta estetik özerklikle ilgili 600 sayfalık kuramsal çalışmamı yeni bitirdim.

Ne yazık ki sanat ve şiirden kopuk, okuma zahmetine bile katlanamayan bir yapı ve satış sorunu gerekçesiyle yayınlatmanın zor dönemi, yeni kitaplarıma kavuşmamın en önemli engelini oluşturuyor. Buna rağmen her ay şiirlerim dergilerde yayınına devam ediyor. Şiirlerimin yayımlandığı dergilerden bazıları Yeni Şiir, Anadolu Ekini, Söylem, Damar, Turnalar, Ekin Sanat, Edebiyat Nöbeti, Sarmal Çevrim, Evrensel Kültür, Sancı, Sanat ve Toplum, Agora, Varlık, Yaşam Sanat ve Cüneyne gibi dergilerdir ve yayımlanmaya devam ediyor. Ayrıca Cumhuriyet dergi ve Evrensel Gazetesinde şiir üzerine yazılarım yer buldu.

TÖS kapatılınca TÖBDER de çağdaş, bilimsel eğitim ve insanca yaşam adına çabam devam etti. Kırsal kesimde halkın işsizlik, yoksulluk, açlık derdi benim de derdim oldu. Şiirlerimin özü duyarlılığını buradan alırken, elbette de huzurlu bir yaşam, gelecek kaygısı, işsizlik derdi, yaşam kaygısı olmayan bir yaşam, şiir yazmamın ve duyarlığımın dinamik gücünü oluşturdu. Yüzüm yaşama ve onu daha olumlu kılmaya dönük olduğu için asla konu sıkıntısı çekmedim. Sorunlar, daha da ağırlaşarak devam ettiği için ben de daha derin duygu yoğunluklarına girerek yoluma devam ediyorum.

Emekli olduktan sonra sanat ortamı özlemiyle İzmir’e yerleştim. İzmir de on sene kadar TYS İzmir temsilciliği görevinde bulundum. Evliyim ve üçü de üniversite mezunu olan yetişkin üç çocuğum var. Duyarlığını ve enerjisini halkından alan bir şair olarak bu konuyla ilgili bir şiirimden kısa bir örnek vermek istiyorum.

…………………
halkım ey
                 halkım
      engereğin zehiri bu yoksulluk
halkım ey
              halkım
fırtınası kudurmuş
                  gemiler çığlığı yaşadığım
……………    

Yeni çalışmalarıma hemen yayımlanacakmış gibi devam ediyorum. Ülke sevgisi, doğa sevgisi, halk sevgisi güzellik duygusunun olmazsa olmazdır. O bakımdan sevmek ve sevilmek sorumluluk ister. Bu sorumlulukla yazmak, yazabilmenin en önemli dinamiğidir. O bakımdan yazma konusunda tıkanma olmuyor. Belki on kitap oylumunda gün ışığına çıkmayı bekleyen dosyalarım var. İki çocuk romanı, pek çok çocuk öyküsü ve şiir üzerine dergilerde yayımlanmış ve yayımlanmayı bekleyen eleştirel ve kuramsal yazılarım var. Ayrıca Şiire Giden Yol isimli kitap oylumunda bir çalışmam yayımlanmayı bekliyor. Sözün özü, özün sözü adlı, özlü sözlerden oluşan kapsamlı bir dosyama yeni eklerle devam ediyorum. Zaman zaman sanatsal etkinliklerde de sorumluluklar aldığım oluyor. İzmir yaşamım genel olarak bu çerçevede devam ediyor.

Bu etkinliklerle ilgili bir anım ve daha önceki köy öğretmenliğimden bir anımı paylaşmadan geçemedim.

TÖBDER yönetimindeyken pek çok sanatsal etkinlik düzenlerdik. Özellikle müzik ve tiyatroyla ilgili olurdu bu etkinliklerimiz. Bu sanatsal etkinliklerden rahatsız olan yöneticiler etkinliğin tam ortasında elektriği kestirir, etkinliği sekteye uğratırlardı. Yazarlar Sendikası İzmir Temsilcilik görevindeyken, yine İzmir’in Bademler Köyünde şiir etkinliği düzenlemiştik. Salon ağzına kadar izleyiciler tarafından doldurulmuştu. Sahneye çıkan şairler konuşmalar yapıyor, şiirlerini okuyorlardı. Sıra bana geldi. Elimde şiir kitabım, mikrofonu elime aldım. Daha ilk dizemde elektrikler kesiliverdi. Geçmişteki gibi öfke, boğazımda bir eziklik duygusuyla düğümlendi. Şaşırmıştım. Ezberimde tutamayacak kadar çok şiirim vardı. Birden bire eski siyasi elektrik kesintileri geldi aklıma. Öfkeyle. “Arkadaşlar, dostlar, bu ülkeye bir gün demokrasi gelecek ve o demokrasiyi bu toplum söke söke getirecektir,” dedim. Aniden elektrikler geldi ve salondakiler ayağa kalkarak alkışlamaya başladılar.

Bir dağ köyünde öğretmenim. Kadının biri rahim kanaması geçiriyor. Kanama bir türlü durmuyor. Hastaneye yatırdık. Sonradan anlattı. Ayağa kalkacak duruma gelince tuvalete gitmiş. Boy aynasında birini görmüş ve “Bacı senin neren ağrıyor” demiş. Cevap alamayınca bir daha sormuş. Bize anlattığında bizden çok kendisi gülüyordu. 


Zeynel Güney
O GELEN YEDİNCİ VAPUR 

Bu saydığım kaçıncı dalga
Ah rüzgâr
Martılar senden huzursuz
Bırak denizi çırpındırmayı
Aman dalga canım dalga
Gelenim var ne olur
 
O gelen yedinci vapur
Yanında üstünde martılar
At voltanı
Bir oyana bir bu yana
Geri dön içi boş geldiysen
 
O gelen yedinci vapur
Yanında üstünde martılar
Canım vapur
Güzel vapur
İçinde al yazmalım mı var 


NURKAN GÖKDEMİR
NE ÇOK BEN

Ah!..
farkında mısın hiç?
ne çok ‘ben’ diyorsun
sen’i kutsayan ve aklayan! ben…
 
ne çok ‘sen’ diyorsun
ben’i aşağılayan ve suçlayan, sen!
 
ve ne çok o(nlar)…
canı kanı ötekileştiren
bölüp ayrıştıran o(nlar)!..
 
ne de az ‘biz’siz’ diyorsun
-hep-eksik kuruyorsun cümleyi!
 
ah!.. öz’den biz’den uzak
bu tekil tehlikeli özneler ki
biz’i binbire bölen ve ayrıştıran
 
çoğlanan kem/ karanlıklarını
yalnızlık uçurumlarını yaratan
 
o güzel soylu öz’den
       o güzel soylu biz’den 
nasıl da uzaklaştıran    


Hızır İrfan Önder
ZORDAYIM 

Aklımdan geçip duruyor
Militan düşünceler
Bendini yıka yıka!..
 
Yaralı, mahzun serçe
Konar mı masum düşlerime
Şehri İstanbul’da?..
 
Hiç geçmedim, inanın hiç geçmedim
Eleğimsağma köprüsünün
Ne üstünden ne de altından…
 
Şimdi emekliyim Tanrım, zordayım
İstediğim gibi sürdüremiyorum hayatımı
Yedim, bitirdim anılarımı!..
 
Şiddetli diş ağrısı bile seni unutturamadı bana
Gel de dinsin sancılarım, bitsin acılarım
Bahar yorgunluğuna razıyım. Gecikme!..
 
Kalbimi öptü ölüm, yorgun ve kırgın kalbimi
Bana söyleyin hele, söyleyin!
Azrail üzülür mü aldığı candan?..

 

Nurbanu Kablan
BORÇ 

rüzgârın ensesinde soluğum
alıp götürsün diye sözlerimi suya
okunaksız yazımı bıraktım
yırtılıp atıldı mektubu kalbimin
 
kime dokunsam derim çatladı
göğsümde obruk seslerin enkazı
göl kenarında çöl rüzgarı bu uğultu
önümde uzadı vahasız bir yazı..
 
patika yolların vazgeçilmez keçisiydim
tutmasam yüreğimi düşecekti uçuruma
yürüdüm inadımın gölgesinde
harfler dikerek boşluğuma
 
suskunluğun ayazı vurdu içime
üşüdüm de türkülere sarındım 
dağların türküsüydü beni çağıran
acıyla dökülen kayaların ağzından
 
kasaba yalnızlığına doğmuş kara kızdım
ışığın ecesi olayım diye adım Nurbanu
konmuş  dalına bu hüzün kuşu
uçtu  yıllarca aramak için anlamı
 
ben karaydım, hayat benden de kara
kaç kez vuruldum, bir yarayı aldım
başka bir yaranın yanına koydum
ey hayat sana borcumu ödedim…
                                  1 Ocak 2024 (Valserhone)

 

Fazilet Özkan Por
BAHAR’IN KIŞI           

Dalıp gitti yine çocukluğuna. Eski yılları, eski günleri ne çok düşünür olmuştu son zamanlarda. “Yaşlanıyor muyum?” diye düşündü; sanki yaşını bilmiyormuş gibi. Yıllar ne çabuk geçiyor ne çok iz bırakıyordu ardında…

Altmış yıl önce yaşadığı o günlerleydi yine. Hanımelinin sokağa yayılan muhteşem kokusunu içine çeker gibiydi. Sevinçli, coşkulu o güzel günleriyle… O büyük acısı, kederi, yürek yakan mutsuzluğu… Yıllar önce yaşanmış, eskimeyen, eskitilemeyen taptaze anıları… Gönül sandığına kilitleyip beraber büyüdüğü, yaşadığı onca şeyi... Buğulu gözlerinin önünden bir bir geçti tüm çocukluğu.

Bahar’dı adı. Küçücüktü.

Ya Yaşadıkları... O çocuk yaşına bakmadan nasıl da çabucak büyümüş, çocukluğu uçup gitmiş, yok oluvermişti.

Memur olan babası, ev hanımı annesi, kendinden küçük üç kardeşiyle, Ankara’da kendilerine ait üç katlı bir evin en üst katında yaşıyorlardı. Camlarının önünde dizi dizi pembe, erguvan, beyaz renkli sardunya saksıları… Babasının kendi elleriyle diktiği meyve ağaçlarıyla yemyeşil, annesinin mis kokulu gülleriyle rengarenk, aşkın, sevginin, bağlılığın simgesi hanımelinin muhteşem kokusuyla bahçeleri. Yoldan geçenin bakmadan edemediği, komşuların imrenerek söz ettiği yaşam dolu bir ev. Mutluluğun, sevginin buram buram sokağa taştığı bir ev.

Babası Mehmet Ali Bey, hafif dalgalı kumral saçlarıyla vardı, doğuştan sakarı yaşlı gösterse de genç, yakışıklı bir adamdı. O gençliğine iki kız, iki erkek dört çocuk sığdırmıştı.  Bahar dokuz, Savaş yedi, Ahmet dört ve Melis iki yaşındaydı. Üstlerine titrerdi çocuklarının… Söyleyemezdi de iri kahverengi gözlerinden yüreğini okur, anlardı çocuk aklıyla o sevgiyi Bahar. Yumuşacık babasının sevgisini... 

Annesi Ferda Hanım, gülünce gözlerinin içiyle gülen, güzeller güzeli genç bir kadındı.  Kocasının aksine, ufak tefek boyuyla uyumsuz görünürlerdi ya. Sonsuz dostlukla, anlayışla, ışıl ışıl sevdayla bakardı gözleri birbirlerine. Dört çocukla ve ilk günün heyecanıyla yürüyen on yıllık evlilikleri ne de güzeldi.

****

Birkaç aydır hastaydı Mehmet Ali Bey. Gitmediği hastane, görünmediği doktor kalmamıştı; koskoca Ankara’da. Kimi doktor “Bir şeyin yok” diyor, kimi zayıflığına bağlayıp şarap içmesini, kimi de kaplıcaya gitmesini öneriyordu. Karın ağrısıydı; tek belirtisi, adı bilinemeyen bu illetin!.. Ama hastaydı işte!

İçkiyle başı hoş değildi oldum olası. İş arkadaşlarına “hoş geldin!” ya da “güle güle!” gibi özel yemekler değilse, öyle masalarda görünmezdi hiç. İçmezdi yine doktor zoru olmasa. Oysa ilaç niyetine öğle yemeğinde yüzünü buruşturarak içtiği bir bardak şarap da gittiği kaplıca da iyi gelmemişti. Umarsızdı. Artan sancısı, yedirmiyor, içirmiyor, zayıf bedenini eritiyordu; gün be gün.

İşyerinde çalışmayla, arkadaş sohbetiyle geçen gündüzleri kolaydı. Akşam evde, çocuklarla geçen saatleri de güzeldi. Hele Savaş’la, Ahmet’le şakacıktan tuttukları güreşler. Kapıdan girer girmez boynuna atlarlardı yatırmak için yere de zor değiştirirdi üstünü. Melis de kucak isterdi hemen ağabeylerinden fırsatı koparınca. O eğlenceli saatler unutturuyordu sancısını da kendini de.

Ya geceler. Acılı, huzursuz, olmayan sabahların uzun geceleri… Ve ağaran günle fırlardı yataktan. Çabucak hazırlanır, bir şeyler atıştırırdı hazırlanmış kahvaltıdan; karısının zoruyla. Sonra da çıkardı evden işine gitmek için.

 Uykusuz, yorgun bir gün başlamıştı yine.

 Güzel olan, büyük kentte yaşayıp, ulaşım sorunu olmamasıydı. Zaman zaman gittiği şehir dışı görevi için verilen araba ile rahatça gider gelirdi işine.   

****

Hidroelektrik santralinde çalışmıştı; Ankara’ya gelmeden önce. Dağ bayır demeden, yolu izi olmayan yerlerde at sırtında kamulaştırma yapmıştı. İşini severek yapan, usta bir topoğraftı. Bitmişti baraj inşaatı. Şehir dışı görevi de azalmıştı artık. Azalmıştı azalmasına da yoruluyor, zorlanıyordu son zamanlarda. Evine gelmek, ailesiyle olmak istiyordu. Otel odalarında değil, sıcak yatağında yatmak istiyordu akşamları artık. Bu yüzden Ankara’daydı. Kendi isteğiyle yeni atanmış, büroda işe başlamıştı; koşullarının rahatlığı nedeniyle.

Öğrenciliğinde en sevdiği dersti matematik. Tam istediği gibi matematik yoğunluklu işindeki titizliği, hastalığı yokmuşçasına çalışkanlığı, dürüst kişiliğiyle sevilen biriydi.  Hasta olduğunu, kaç doktora gittiğini ama bir tanı konulamadığını biliyordu arkadaşları. Onların, “Rapor al, gelme işe, dinlen” uyarılarını duymazdan geliyor; solgun, acılı yüzüyle, uykusuz, yorgun bakan gözleriyle iyi olduğunu söylüyordu. Kimseyi inandıramadığını bilmez miydi, bilmezden mi geliyordu?

Günler günleri deviriyordu böylece.

****

Ticaretle uğraşan, çevresi geniş, sözü geçer Nuri amcası, çok sevdiği yeğeni için iyi bir doktor arıyordu; ne zamandır. Mehmet Ali başkaydı gönlünde. Ortaokul için gelmiş, liseyi bitirinceye dek evinde kalmış, iyi huyu ve çalışkanlığıyla amcasının vazgeçilmezi olmuştu. Kendinden küçük iki oğluna ağabeylik yapıp, az mı kollayıp, korumuştu! Ailenin üçüncü oğluydu O. “Ayşe abla” dediği yengesi de oğullarından ayırmaz, çok severdi.  Bu büyük oğul hastaydı işte! Ve gidilen doktorlar bir tanı koyamamıştı. Zaman yitirmeden, derdine umar olacak iyi doktor bulunmalıydı. Hastalığı konduramıyorlardı otuz iki yaşındaki bu delikanlıya. Öyle gençti ki !..

****   

Gülhane Askeri Hastanesine gidildi sonunda. Hastanenin başhekimi ve gastroenteroloji uzmanıydı; alanında, Ankara’nın en iyilerinden olduğu söylenen doktor.

Randevu günü, amca ile birlikte, sabah erkenden gittiler; hastaneye umutla. Orta yaşlı, güleç yüzlü, bakışıyla, konuşmasıyla, hastaya da yakınına da güven veren, babacan bir albaydı doktor. Önce sorunu dinledi. Daha önce yapılan tahlillerin sonuçlarını inceledi. Sonra, iyice muayene etti. “Hastaneye yatırıp kontrollerini yapmalıyız, belki bir ameliyat gerekebilir” dedi. Yüzünden anlaşılmıyordu, ama “Hemen hazırlığınızı yapın, yarın gelin yatıralım.” demesinden ciddi bir şeyler olduğunu sezmişti Amca. Doktora teşekkür edip çıktılar.  

****

Gözü yolda, kulağı kapıda, içi içine sığmaz, iyi haber bekliyordu, Ferda evde. Hastaneye yatırılacağını, belki de ameliyat olabileceğini duyunca çok üzüldü. Esmer yüzü sarardı, allak bullak oldu. Kurudu, düğümlendi boğazı... Bilemedi ne söyleyeceğini ne düşüneceğini. Üzüntüden, sıkıntıdan cız etti yüreciği. Nasıl yanmasın, nasıl üzülmesin ki! Evin sorumluluğu bir yana, dört küçük çocukla ne yapardı bir başına? Nasıl ilgilenebilirdi hasta kocasıyla? Ameliyat gerekirse, hastanede nasıl kalırdı; evde bırakıp çocuklarını? Uzakta yaşayan annesi gelemezdi ki. Hastaydı o da. Ne yapar yapar, gelirdi belki de.  Okullusu ayrı, evdekiler ayrı, nasıl baş ederdi onca çocukla? Sorularıyla başı dönüyordu kadıncağızın. Amca anlamıştı; Ferda’nın gece karası, ceylan bakışlı gözlerindeki acıdan neler düşündüğünü. “Yalnızca çocuklarla ilgilenmesini, kocasının hastanedeki işlemleri, hatta ameliyat olursa bakımıyla ilgili gerekenleri kendisinin çözeceğini” söyledi. Sakinleştirmeye çalıştı sevdiği gelinini. Hastane için gereksinimlerini sordu?  Hayır yoktu. Birkaç gün yatıp çıkacaktı, nasıl olsa. Sabahtan beri yorulmuş, acıkmışlardı. Yeğeninin yemek davetine, işleri nedeniyle teşekkür edip sabah erkenden görüşmek üzere ayrıldı evden.

 Hastaneye, yine kendi arabasıyla götürecekti.

Amca çıktıktan az sonra, ilkokul üçüncü sınıfa giden Bahar ile birinci sınıftaki Savaş, evin yakınındaki okullarından, öğle yemeğine geldiler. Ahmet ve Melis, zil sesiyle, oyunlarını bırakıp kapıya koştular. Babalarının durumundan habersiz, her zamanki itiş kakış başlamıştı yine. Çocuklar için, bugünü dünden ayrı kılan ne vardı ki? Ferda, hazır olan yemekleri ısıttı. Kocası çok iştahsızdı ya bol limonlu şehriye çorbasına hayır demezdi nasıl olsa. Yanında da İzmir köfte vardı çok sevdiği. Çocukların iştahla yediği yemeklerin tadına bakmış, yalnızca yer gibi yapmışlardı karı koca. Geçmiyordu boğazlarından bir kaşık çorba bile bu üzüntüyle. Yemekten sonra büyükleri okula, küçük çocukları da oynamak için odalarına göndermişti anneleri. Yemek masasını toplayana kadar ayakaltında dolaşmasınlar da. İşi bitince öğle uykusuna yatırırdı.

****

Günlük işler bitmiş, çocuklar uykuya yatmış, kafalarındaki bin bir soruyla baş başa kalmışlardı Ferda ile Mehmet Ali. Birbirlerine belli etmek istemiyorlar ama düşünceliydiler. Çok üzgündüler. Neden hastaneye yatması gerekiyordu? Alt tarafı bir karın ağrısı! İlaç tedavisi olmayan bu hastalığının adı n’ola ki? Kaç gün yatacaktı? Ameliyat olacak mıydı? Karısı çocuklarla bir başına nasıl yapardı? Dışarıdaki alışveriş dünyası, liste yapmaktan öte olmamıştı hiç. Neydi bu başlarına gelen?   Sonu olmayan, upuzun, düğüm düğüm kocaman sorular yumağı… Yanıtını bulamadıkları sorular havada uçuşurken, hastane için akıllarına gelenleri küçük bir çantaya yerleştirdiler. Unuttukları olursa, amca oradaydı.

Nasıl geçti zaman anlamadılar telaştan, sıkıntıdan. Saat dört olmuş, çocuklar okuldan gelmişlerdi. “Bugün, akşam yemeğini önceye alıp, erken yatmak gerek” diye düşündü Ferda. Amca bekletilmemeliydi. Yemek yapamayacaktı. Kaskatı olmuştu; üzüntüden her yanı. “Öğlen yediklerimize yoğurt ilave ederim” dedi; kendi kendine. Masayı hazırladı. Bahar ve Savaş’ın nefes nefese, heyecanla, birbirinin sözünü keserek anlattığı, okul günlüklerini dinleyerek yediler yemeklerini. Karı koca, birbirlerini kandırıp, yermiş oyunu oynadılar öğle yemeğindeki gibi. Yemekten sonra Ferda, masayı toplayıp bulaşıkları yıkamak için mutfağa, çocuklar da yatma hazırlığı yapmak üzere odalarına gittiler. Okuldan gelince zaten az olan ev ödevlerini yapmış, babaları da son gözden geçirmeyi bitirmişti. Anaçtı, keskin bakışlarından, koyduğu kuralların ödünsüzlüğü okunurdu annelerinin yüzünden. Yemek sonrasına ödev bırakamazlar, kitap okurlardı yalnızca. 

Bahar, Savaş ve Ahmet aynı odada kalıyorlardı. Bahar, Ahmet’in pijamalarını giymesine yardım etmişti, anne havalarında. Onun mızmızlıklarını duymazdan gelirdi hep. Savaş kendisi giyebiliyorsa O da giyerdi. Büyümüş, Melis’in ağabeyi olmuştu ya! Hazırlıklarını bitirip yataklarından babalarına seslendiler; her akşam olduğu gibi. Gece sütünü babalarının elinden içeceklerdi yine. Mehmet Ali Bey, Melis bebeğin pijamalarını giydiriyordu kendi yatak odalarında. Odasını ayırmamışlardı daha. İşini bitirip, elinde sütlerle geldi. Şimdiye dek yaşamadığı duygularla dopdoluydu. Düşkündü çocuklarına oldum olası ya. Daha bir sevgiyle, sıkıca sarıldı, koklayarak öptü, üstlerini örttü. Işıklarını söndürmeden, kapıda durdu, uzun uzun ve hüzünle baktı. Yanlarındaydı çocuklarının ama şimdiden özlediğini duyumsayarak baktı. Yarın evde olamayacak, çocuklarını koklayamayacak, onları öpemeyecekti. Yüreği buruk çıktı odalarından. Hazırlanıp yattı. O arada işini bitiren Ferda da geldi. Konuşmadan, konuşamadan, sessiz, çığlık çığlığa yattılar karanlıkta.

Karı kocanın yığın yığındı düşüncesi. Bu hastalık da nereden çıkmıştı genç yaşta? Ne güzel hayalleri vardı oysa? Daha birbirlerine doyamamışlar, aşklarını yaşayamamışlardı. Ayrılık yoktu evlilik yeminlerinde. Hastane bile ayırmamalıydı onları. Çocukları vardı birlikte büyütecekleri. Dördü de küçük, çok sevdikleri çocukları…

Bungundu yürekleri, bulut bulut keder yüklüydü duyguları. Ağırdı, eziyordu ikisini de.

Uykusuz bir gecede, zifiri karanlıkta, geçmek bilmeyen saatlerle sabahı aradı durdular.

Zor oldu sabah.

Önce Ferda kalktı. Kahvaltı hazırlayıp eşini ve çocukları kaldırdı. Güle oynaya kahvaltı yaptılar. Bahar ile Savaş, hastaneye gidecek babalarına sarılıp, elini öperek okula gitmek için evden çıktılar. Küçükler itişiyorlardı yine. Oyuncak kavgasıydı; hiç bitiremedikleri. Sevgiyle, hüzünle içi buruk uzun uzun baktı yavrularına yine. Gözleriyle okşadı. Doymazcasına… Ve unuttuğu hastalığını anımsayıverdi acıyla. Oysa biraz önce hep birlikteyken ne güzeldi! Çocukların neşesi her şeyi unutturuvermişti; hem ona, hem karısına.

Kapı çalındı. Gelen Nuri Amca’ydı. “Hazırsan çıkalım” dedi; eve girmeden.

Ferda’nın gözleri buğuluydu; ayrılık zamanı. Vedalaşıp ayrıldılar evden.

****  

Hastane kayıt kabul bölümünde, yatış ve doktorun istediği tahlillerle ilgili işlemleri yaptırdılar. Amca eşyaları odaya yerleştirecek o da kan verecekti. Sonra da diğer tahlilleri yaptıracaktı sırasıyla.

Amcanın işi bitmişti yarına kadar. Ayrıldılar.

Doktorun istediklerini tamamlayarak, yatacağı odaya girdiğinde kopkoyu bir yalnızlıktı duyumsadığı. Yıllarca kaldığı otellere benzemiyordu bu hastane kokulu oda. Karısını, çocuklarının neşesini, yuvasını düşünürken yatağında uyuya kaldı yorgunluktan.

****

Yatan hasta olduğundan, laboratuvar ve radyolojik işlemlerde öncelikliydi. Hem bekletilmiyor hem de saat önemsenmiyor gereken yapılıyordu… Üstelik başhekimin hastası olduğundan çok ilgi görüyordu.

 Nuri Amca öğleden sonra geldiğinde, tüm tetkikleri tamamlamış, sonuçlarını bekliyordu odasında.

Sevindi; amcasını görünce. Can taşımıştı canına dışarıdan. Ama anlıktı sevinci. Kısacıktı.

Şimdi, konuşan amcayı duymadan dinliyor, sıkıntıyla boğuluyordu.

Uzadıkça uzayan zaman geçmişti sonunda. Elinde tüm tetkik sonuç raporlarıyla doktor odadaydı. Hastaneden çıkmadan durumu bildirmek istemişti. Nefes bile almaya korkarcasına gözünün içine bakıyorlardı. Acaba?

“Ameliyat!” dedi. “Bence, en kısa sürede, hatta pazartesi günü. Benim ailemden birisi olsanız da zaman kaybetmeden aynı şeyi isterdim. Ama karar sizin. Sabah vizite için geldiğimde sonucu bildirirsiniz” dedi; çıktı odadan.

Perşembe idi günlerden.

****

On gün sonra evindeydi. Ameliyat olmuştu.

Kalın bağırsak kanseri tanısıyla.

Yapılacak hiçbir şey kalmadığı için çok kısa sürmüştü ameliyat.

Doktorların, “en fazla iki ay yaşar ama…” dediklerini ne yeğenine ne de Ferda’ya söylemişti Nuri Amca. Karnındaki ur alındı, kısa sürede iyileşecek; heyecanındaydı onlar.

Bir aydır yatıyordu evde; umutla. Ama zaman zaman umutsuzluk yaşamıyor da değillerdi karı koca. Hiçbir kısıtlama yoktu, “Canı ne isterse yiyebilir.” demişti; son muayene için eve gelen doktor.

Hastalığının her aşamasında ilgisini eksik etmeyen Amca, ameliyat sonrası da sık sık ziyarete geliyordu. Bu gelişinde, yeğeninin durumunun iyi olmadığını sezip, çocukları kendi evine götürmek istediğini hemen hazırlaması gerektiğini söyledi Ferda’ya.

Aceleyle hazırlık yapıyor, bir yandan da yengesini yormaması, kendisini aratmaması, kardeşlerine analık, ablalık yapması konusunda öğütler veriyordu, çocuk yaştaki kızı Bahar’a. Gitmeleri gerekti. Çünkü babasının sessizliğe ve bakıma gereksinimi vardı. Savaş ile Ahmet’in yaramazlıkları babalarını, o sakin babalarını çileden çıkarıyordu son zamanlarda. Bebek Melis’in huysuzluğu da cabası. Çok yorulmuş, yaşadıklarından bunalmıştı Ferda.

Böyle söylemişti annesi Bahar’a. Hem okullar da kapanmıştı. Sınıfını geçmiş, dördüncü sınıf olmuştu. “Yaz tatilini hak ettin artık” demişti.

 İnandı söylenenlere küçücük aklıyla Bahar.

Nuri Amca’nın evi, bakımlı bahçesiyle iki katlı çok güzel bir evdi. Çeşit çeşit meyve ve söğüt ağaçlarının arasında bir çiftlik evi. Hep sevmişti; evi de akranı olan iki kızlarını da. Hele Ayşe yengesi. Güler yüzlü, çocukları gözleriyle okşayan, sevgi dolu bir kadındı. Yemeklerine de bayılırdı üstelik.

****   

Bir hafta kaldılar Amcalarında. El üstünde tutulup çok eğlendikleri bir hafta. Amcasının kızları öyle güzel oyaladılar ki kardeşlerini, Bahar’a hiç yük bırakmadılar.

Akşam yemekten sonra “Anneniz sizi özlemiş; artık gelmenizi istiyor” dediler.

Eve getirirken de bir şey söylemedi amca.

Kapıyı açan annesinin, yaşlıydı gözleri   nedense. Bir anlam veremedi, babasının odasına koştu Bahar. Odaya, boş yatağa bakıp ne düşüneceğini bilemeden ‘’Babam” dedi. Sessiz, ürkek, korkak, fısıltıyla.

Ne bilebilirdi ki? Ölümü nereden bilebilirdi? Babasının yakın arkadaşı avukat İbrahim Bey Amca, bir ay önce ölmüş çok üzülmüştü babası ve annesi. İlk o zaman anılmıştı evde ölüm. Anlamını tam kavrayamadan dinlemişti konuşulanları.  Kendilerinden uzakta bir ölümdü o da.

 “Baban yok artık, toprak aldı onu” dedi annesi yavaşça, arkasından sarılarak.

Yer sallanıyor, toprak kayıyordu; ayaklarının altından ruhundaki depremle. Acıyla, bomboş baktı. Boğularak baktı. Görmeden bakarken boşluğa. Dünyası karardı gözlerindeki yaştan, hıçkırıktan.

Sarıldı annesine. Ağladı, ağladı, ağladı… 

Her şey değişmiş, mutlu günler bir anda uçup gitmişti.

Ölüm yokluktu...

Ölüm karanlıktı, kocaman kör bir karanlık…

Ölüm, babasızlıktı.

Babasızdı; Bahar artık.

 

Hakan ŞENOĞLU
UMUDA YOLCULUK 

Dünüm yok, gecelerim hayale batar
Gündüzüm yok, yarınlarım umudun yolcusu.
 
Zamanım yok, zamanım akrebin kıskacındadır
Yelkovanım yok, saatlerim umudun yolcusu.
 
Gidenim yok, kalanım hatrıma kalır
Hatıram yok, kalanım umudun yolcusu.
 
Çizgim yok, çizgiler gelip geçer
Çizilenim yok, yazdıklarım umudun yolcusu.

 

Suat Gürbüz
AHLAR HEYBESİ 

topallayan sezgimle buldum samimi sözlerini
koşsam geçmişe ve seni orada arasam
gözyaşlarıma düşmüş bir sevda acemisi
yüzmeye çalışır, senin kıyına yanaşsam
 
yokuşunda taşıyorum ahlar heybesini
sevda açlığımda katığımsın anlasana
düzlüğümde gülüşün karşılıyor beni
yarını gıdıklıyoruz bizi sakın unutma
 
güneşin kucaklıyor kimsesiz gölgemi
uzayıp kısalıyor kalabalıkların boyu
akşam olsun diye çalışmıyor canevimdeki işçi
gözlerindeki göllerden topluyor can suyunu

 

Muhittin Çoban
MAPUSTAN YAZAR ÇIKMAK

Mahpus edebiyatçısı

Yayıma Hazırlayan: Seçkin Zengin

 

Doğrusunu söylemek gerekirse benim için kimin ne söylediğinin önemi yok. Ama siz yine de böyle söylediğime bakmayın, önemi yok olduğu kadar önemi var aslında. Olmasaydı bu yazıyı yazma gereksinimi duymazdım herhalde. Ha mahpus edebiyatçısı desinler ha dışarı edebiyatçısı, önemli olan kişinin biraz da kendini nasıl tanımladığıdır. Ben kendimi açıkçası yazım emekçisi olarak tanımlıyorum; bunu baştan söylemiş olayım ki karışıklık çıkmasın.

Siz kendinizi mahpushane edebiyatçısı olarak mı görüyorsunuz gibi sorularla çok karşılaştım. Gayet normal bu soru. Bir insanın uzun yıllar mahpus hayatı olursa, orada bir şeylere başlayabilir. Kimi mahpuscular boncuk işleri yapıyor. Harıl harıl boncuktan cüzdan, çakmak kılıfı, kalp, çanta gibi şeyler üretip satıyorlar ve fena da olmuyor, üç beş kuruş kazanıyorlar. Kimileri saz çalmasını öğreniyor, müzisyen oluyor, beste yapanlar çıkıyor. Kimileri resme yöneliyor. Bunlardan birini seçebilirdim. Ben edebiyatı seçtim. Mahpus daha çok onurlu insanların evidir. Mevcut sistemle çelişkisi olan, çatışan insanlar içindir.

Seçkin Zengin, bu konuda bir dosya hazırladığını ve benim de yazmamı istediğinde, hiç hayır demedim, vaktim yok gibi mazeretler bulmadım. Çünkü bu konuya açıklık getirmek, böylesi manasız bir tartışmayı bitirmek gerekiyor kanısındayım, yoksa uzayıp gidecek, tıpkı “Sanat sanat için mi, sanat toplum için mi” tartışması gibi.

Bana mahpus edebiyatçısı da diyebilirsiniz, ne var bunda? Gocunmam! Kimimiz dışarda, kimimiz içerde başlayabilir yazmaya. Burada önemli olan yazma sürecine girmiş olmak değil mi?

Ben de bu sürecin içinde yürüyenlerden biri oldum.

Yazma girişimim mahpusla sınırlı kalmadı. Hatta mahpustan çıktıktan sonra daha üretken olduğumu söylüyorum her yerde.

Yazmak bir sevinç, kendimi iyi hissetme odası, söyleyeceklerimi cesurca söyleme platformu, terapi kliniği.

Daha ne olsun?

Açıkçası, bir gün benim yazmaya yöneleceğim, edebiyatçılar safında yer tutacağım aklıma gelir miydi? İnanın gelmezdi.

Herkes gibi derdim ki kendime, edebiyat kim sen kim?

Bunu kendimi bildiğim için söylüyorum. Edebiyat bana henüz keşfedilmemiş yıldızlar kadar uzaktı da ondan.

Ha, bir dönem yazmaya heveslenmiştim. Çok okuyan biri değildim ama hiç okumayan biri de değildim. Belli başlı çizgi romanları zevkle okurdum. Mizah dergileri de okurdum. Gırgır’ın orta sayfasında mizah öyküleri olurdu. Harika öykülerdi onlar. Bir gün ben de yazayım dedim, bir heves sardı beni.

Ne yazdım inanın anımsamıyorum.

Yazdığımı gönderdim mi? Hayır! Cesaret edemedim.

Yazdığım o iki sayfalık öyküyü sonra okuyunca bu benim işim değil dedim, süratle bıraktım.

Babama sorsaydınız benimle aynı kanıda olduğunu görecektiniz.

Dersleri spor toto gibi olan öğrenciden edebiyatçı mı çıkar? Elbette çıkmaz! Anneme sorsaydınız da aynı tepkiyi alırdınız.

Çok iyi anımsıyorum. Bir ayazlı kış günüydü. Odun sobası gürül gürül yanıyordu. Sobanın yanındaki mindere oturmuştum, elimde ders kitabı. Sözde okuyup ezberleyeceğim öğretmenin verdiği ödevi. Derste hoca tahtaya kaldırdığında en azından konuyu özetleyebileyim. Ama benim gözüm kulağım konuşulanlarda. Annem ne yaptı biliyor musunuz? Elimden kitabı aldı. Az kalkar mısın oğlum dedi. Kalktım. Altıma kitabı koydu, hadi otur dedi.

Sen okumuyorsun bari popon okusun demek istemişti.

Böyle bir çocuktan edebiyatçı çıkar mı? Çıkmaz! Zorlasanız da çıkmaz.

31.12 1980 yılına kadar okuduğum kitap sayısı beş taneyi geçer ya da geçmez. Üstelik bu tarihe kadar üç kez mahpusa girdim çıktım. Yirmi bir gün, elli bir gün, altı ay yatıp çıktım. En sonuncusunda on yıl sekiz ay yattım. Az mı, az değil!

Bu yattığım süre içerisinde de kitaplarla iletişim kuramadım.

Ne ben kitapları sevdim, ne kitaplar beni. İki düşman kardeşler gibiydik, bir türlü yüz yüze bakamıyorduk. Bir kitabı elime aldığımda ruhum daralıyordu, daha üçüncü sayfasında aklım başka yerlere gidiyor, olmadık şeyleri düşünüyor, sıkılıyor hızla uzaklaşıyordum. Bahçeye çıkıyor ya biriyle volta atıyor, akşamüzeriyse voleybol oynuyordum. Bunlar bana iyi geliyordu.

Mahpus da en çok okuyanlardan biri Erkan Kayılı’ydı. En kalın kitabı üç günde bitirirdi. Birlikte Mahir Çayan’nın resimlerini yapardık. Bunu sevmiştim ama yaparken şunu diyordum: “Resim de bana göre değil.” Okumam için çok zorlardı Erkan Abi. Zorlamakla olmuyordu, hadi oku demekle hiç okunmuyordu.

En son mahpusa girdiğimde koğuşlar cıscıbıldı.

Her şey alınmıştı idare tarafından, kitap rafları bile, televizyon da. Yeri öylece boş duruyordu. Bir gün gelecek diye yeri sökülmemişti. Koğuş temizliği yapıldığında yerinin tozu alınırdı. Yemekhanenin bir köşesi erzakla dolu olurdu. Her türlü tahıl vardı. Mutfak tezgâhın altında ise yağlarımız, salçalarımız, turşumuz olurdu. Yemeği kendimiz yapardık. Hepsi idare tarafından alınmıştı. Faşist cuntalı yıllardı.

Cunta sadece dışarıdakiler için gelmemişti, mahpustakiler için de gelmişti.

Mahpusta mahpustuk, iki kere hapsolmak!

Gazeteler ya verilmiyordu veya pencere açılarak veriliyordu. Kendilerince sakıncalı olan haberler kesiliyordu, okumamız istenmiyordu. Görüş günleri iki hafta da bir oluyor, o da on beş dakika ve soyadı tutması gerekiyordu.

Zorun zoru günlerdi. Savunmasızdık, orantısız güç içerisindeydik.  Duvar dibinde sıralandığımızda kurşuna dizilebilirdik, korunacak hiçbir şeyimiz yoktu. Zira hepimiz politik esirlerdik.

Her şey işkence, her şey kişiliksizleştirme aracıydı mahpusda.

Vatan hainiydik, Anayasayı yıkmaya çalışanlardık. Islah edilmeliydik. İstiklal Marşını okumak, spor yaptırmak, tek tip elbise giydirmek, kitap okutturmamak, televizyon izletmemek, havalandırma cezası vermek…

Vatan hainiydik ama vatanı kimseye satmamıştık. Bize vatan haini diyenler topraklarımızı parsel parsel yabancı firmalara satıyorlardı, eldeki mevcut firmaları yabancı sermayeye kelepir fiyatına veriyorlardı ve Nato üstleri kurulmasında sakınca yoktu. Anayasayı yıkan yine bizi yıkmakla suçlayanlar oldu. 61 Anayasasını yıkıp yeni Anayasa hazırladılar ve çaresiz halka onaylattılar.

Mahpusta alınan haklarımız geri alınmalıydı. Yaşamak için bunlar gerekli değildi ama onurlu yaşamak için bu gerekliydi. Haklarımız gasp edilemezdi.

Dilekçeler yazılıyordu, yetkili bulduğumuz da istemlerimizi sıralıyorduk.

Yaşam koşullarımız tez elden iyileştirilmeliydi. Yoksa kafayı yemek elden bile değil.

Sonuç vermeye başlıyordu.

Önce çizgi romanlar, fotoromanlar verildi. Ardından pembe romanlar…

Tüm bunlar aylara dağılan mücadele sonucunda gelişti, alındı.

Hiç okumayan ben harıl harıl pembe roman okuyordum.

Derken, mafya türü romanlar verilmeye başlandı. Ona göre siparişler veriyorduk ailelerimize. Hiç unutmam, ilk okuduğum mafya romanı Mario Puzo nun “Baba” adlı romanıydı. Muhteşemdi!

İnanamıyordum, iki günde okumuştum.

Okudukça açılıyor, açıldıkça okuyordum.

Agasta Christie’ nin romanının biri bitiyor birine başlıyordum.

Dünya klasikleri verilmeye başlandı.

Kitap sorumluluğunu üstlendim bu arada. Kitapları dağıtmakla yetinmiyordum, sürede veriyordum. Süreyi bir gün aşanlara hoş görü gösteriyordum ama iki gün, üç gün aştı mı kitabı alıyor, sıradakine veriyordum, çünkü kitap bekleyen çoktu.

“Üzüm üzüme baka baka kararır” der ya bir atasözümüz, ne doğruymuş meğer.

Mahmut Aslan’ın Aziz Nesin romanlarını okumasına hayrandım. Sanki yaşıyordu. Her konuya göre yüz hatları o anlamı alıyordu. Hele okurken ki o gülüşü…

En kalın kitap üç günde biterdi. Daha erken de bitirebilirdim elbette, ama insanın başka şeylere de ihtiyacı vardı. Televizyonumuz da verilmişti. Akşamları izlerdik. Keyifli olurdu. Sonra mutlaka havalandırmaya çıkmalıydık. Güneşi görmeliydik. Bir avuç gökyüzünü! Spor yapmalıydık, futbol oynamalıydık, volta atmalıydık. Sohbete de ihtiyacımız vardı. Uyumayı da severdim. Mektup yazardım uzun uzun. Mektupları denetleyen, sansürden geçiren idari görevli bıkardı benden, ne kadar uzun yazıyorsun, kısa yaz derdi.

Okumak bana yıllar sonra şu soruyu sordurmaya başladı.

Neden ben yazmıyorum?

 

İlknur İşcan Kaya
AKŞAMSEFASI 

Sarmal nehrin gümüş sürmesi sürgünde
Yalancı aynaların önünde
Tozlaşıyor lime lime
 
Simgesine uzayan kızılda açmış
Sakinliğe uyanmış narin akşamsefası
Üfledikçe harlanan ateşli sıcak günde
 
Çağrışımlar anlamı geride bırakırken
Geceleri özleyen çiçekler için
Sabahlar bazen yok oluş demek...
 
Varlık tohumları müjdecidir olmaya
Doğmaya salmaya serilmeye sevince
Bezemeye renklerle yarının sayfasını
Okunmaya çağlar boyu...
 
Yüzleşecek her sabah kurumaya duran su
Özleyecek özlenecek daima yüzü
Aysa da aymasa da beklenen vakit
Bu döngü hiç bitmese de
 
Yaşayacak çiçekler
Ve dupduru doğacaklar
Uyanırken uykudan güzel akşamsefası...

 

Müslüm Kabadayı
YATILI ÇOCUK

Parasız Yatılı Yıllarımdan İzdüşümler… 

Yayıma Hazırlayan: Seçkin Zengin

Cumhuriyet ve insan hakları üzerine düşünürken, öncelikle altı yıl süren parasız yatılı yıllarım gelir aklıma. Sınıflı toplumlarda insanı değiştirip geliştirmeyi amaçlayan atılımlar yapmadan toplumsal ve siyasal devrimi başarmak mümkün olmadığına göre, toplumsal uyanış ve kurtuluşun atardamarlarını çok iyi saptamak, yakalamak gerekir.

Yarı sömürge haline gelen Osmanlı’nın 1. Paylaşım Savaşı’nda yenilip işgale uğramasıyla birlikte Kurtuluş Savaşı’nı başlatan dinamiklerin başında Mustafa Kemal’in çevresinde toplanan Kuva-yi Milliye yer alırken, ikinci önemli dinamik de İstanbul ve İzmir’deki işçi müfrezeleri başta olmak üzere Anadolu’daki ve Bolşeviklerlerdir. 10 Eylül 1920’de Bakü’de partileşen bu hareketin lider kadrosunun, hem ülkeyi işgalden hem de sömürüden kurtarmak için Anadolu’ya yürürken 28 Ocak 1921’de, yüz üç yıl önce bugünlerde Karadeniz’de öldürülmesi, ülkemizin daha sonra elde edebileceği önemli kazanımları da ortadan kaldırmıştır. “Keşkeli” değerlendirmeyi hiç benimsemediğim için tarihsel bir gerçeklik olarak not düşmek ve geleceğe ilişkin notlar almak için buna dikkat çekmek istedim.

Gelelim Cumhuriyet Döneminin insan yetiştirme politikasına… Çünkü, üzerinde duracağım ve anılarımla örneklendireceğim “parasız yatılılık” bu dönemde çok yaygın biçimde uygulanmıştır. Millet ve köy mekteplerinden yetişenlerin askerlikte çavuş oldukları, devlet kuruluşlarında görev aldıkları ilk dönemde eğitimin önemini ve saygınlığını gören aileler, çocuklarının ortaöğretime devam edebilmesi için kentlerdeki yakınlarının başvurmuşlar  ya da ev tutmuşlardır. Nüfusun % 85’inin kırsalda yaşadığı o dönemde dar olanaklarla “parasız yatılı” uygulaması başlatılmıştır; o dönemdeki adıyla “leyl-i meccani”… Eğitmenlerin önemli bir kısmı o dönemde yetişmiştir. Benim doğup büyüdüğüm Hatay toprakları 1939’a kadar Fransız işgalinde kaldığından ilk parasız yatılı uygulaması, 1939’da Kırıkhan’ın Soğuksu mevkiinde altı aylık kursla eğitmen yetiştirilme döneminde başlatılmıştır. Kendi köyüm Yayladağı’na bağlı Kışlak’tan sekiz kişinin oradan yetişerek eğitmen olduklarını biliyorum. Onlardan Mehmet Türkkölesi’nin de, 1968’de ilkokul 2. sınıfta öğretmenim olduğunu hiç unutmuyorum.

Yoksul ama zeki köy çocuklarının öğretmen olarak yetişmelerinde büyük katkısı olan, 17 Nisan 1940’ta çıkarılan bir yasayla kurulan Köy Enstitülerinin parasız yatılılığı, öncekilerden farklıdır. Öncekiler eğitim, ziraat, sanat okullarında okurken bu mekanların olanaklarından yararlanmışlardır. Oysa Köy Enstitülüler; yatakhanelerini, yemekhanelerini, dersliklerini, laboratuarlarını, kütüphanelerini, müzikhanelerini, işliklerini kendileri inşa etmişler, öğretmenler ve ustalarla. Bir bakıma üretim-yapım içinde eğitim anlayışıyla küçük yaşta tanışan bu dönemin parasız yatılıları, bugünden bakacak olursak “çocuk işçi” konumundadırlar. Yani, parasız yatılı olarak aldıkları hizmeti henüz öğrenciyken ödemişlerdir. Özellikle 1940-1945 arasındaki ilk kuşak, tam anlamıyla böyledir. Bu dönem, çocukların zor şartlarda çalıştırılması bakımından eleştirilmiştir. Okuma yazma oranın köylerde çok düşük olduğu bir dönemde ülkenin tüm bölgelerinde kurulan 21 Köy Enstitüsüyle yetiştirilen 17.000’inin üzerindeki öğretmenle hem halkın eğitimi hem de köyün kalkındırılması amaçlanmıştır. Kutsallaştırılmadan o dönemde yapılan bazı yanlışlar yanında eksiklikler de gerçekçi biçimde değerlendirilmelidir. Kuşkusuz bunu yapanlar da olmuştur, ilk kuşaktan Abdullah Özkucur ve Yusuf Ziya Bahadınlı gibi…

1954’te kapatılan Köy Enstitülerinin hepsi İlköğretmen Okuluna dönüştürülür. Aslında ilk kez 16 Mart 1848’de rüştiyelerin (ortaokul) öğretmen ihtiyacını karşılamak üzere “Darül-Muallimini Rüşdi” kurulur. Bizim dönemimizde de 16 Mart, Öğretmen Okullarının kuruluş yıldönümü olarak kutlanırdı. O gün okulda etkinlikler düzenlenir, öğretmen ve öğrenciler birlikte eğlenirdi. Osmanlı döneminde 26 Nisan 1870’te Darül-muallimat adıyla İstanbul Sultanahmet semtinde bir Kız Öğretmen Okulu’nun açıldığını görüyoruz. 1918’den itibaren yatılı uygulaması başlayan bu okullardaki atmosferi, eğitimci olan Reşat Nuri Güntekin “Çalıkuşu” romanında Feride üzerinden anlatır. Parasız yatılılığın film kareleriyle de anlatıldığı bu yapıt önemlidir.

Gelelim kendi parasız yatılılığımıza… 1970-1971 Eğitim-Öğretim Yılı’nda Kışlak İlkokulu’nu bitirmiştim. Parasız yatılı sınavına girmek için köyümüzden Yayladağı ilçe merkezine babam Bekçi Hüseyin’in kılavuzluğunda dört arkadaşımla 17 km yürüyerek gitmiştik. 11-12 yaşlarındaki çocukların bu kadar yolu yürüdükten sonra ertesi gün sabah sınava girmelerinin zorluğunu bugünden anlamak mümkün mü? Kuşkusuz hayır. Ancak, biz okumak arzusuyla tutuşan ve okumaktan başka çaresi de bulunmayan çocuklar olarak o zorluğa göğüs germiştik. Bizim köyden sınava girenlerden parasız yatılıyı kazanan iki kişiydik. Mustafa Varışlı Maraş’ta, ben de Düziçi İlköğretmen Okulu’nda okumaya devam ettik.

Babam, Ekim 1971’de beni Haruniye’ye getirmişti. Yaklaşık bir ay geç başlamamın nedeninden de söz etmeliyim. Aslında Düziçi İlköğretmen Okulu’nun atmosferini Haziran 1971’de sınav için buraya geldiğimizde öğrenmiştim. Okul ortamını, olanakları da çok sevmiştim. İçimden, “Bir şurayı kazanabilsem…” diye geçirmiştim. O zaman Yayladağı’ndan birkaç öğrenci birinci aşamayı kazanarak buraya gelmiştik, onlardan biri de Kösrelik köyünden Sabit Kalabas’tı. Onun babası eğitmen Şerif Bey’di. Babamla tanışıyorlardı. Sabit’le de Haruniye’de sınav vesilesiyle tanış olduk. Daha sonraki beş yıl boyunca da sınıf ve yatakhane arkadaşıydık. Çok şeyimizi paylaştık, anlaşamadığımız noktalarda tartıştık ama birbirimizden hiç kopmadık. Ta ki 6 Şubat büyük yıkımına kadar… Şimdi bu satırları yazarken, onun gibi depremde kaybettiğimiz “Düziçililer” adına yüreğim sızlıyor. Sabit’in şahsında hepsini saygıyla anıyorum.

1971’de iletişim olanakları çok kıt olduğundan, Düziçi İlköğretmen Okulu’nu kazandığıma dair yazı Yayladağı’nda bekletilmiş. O arada ben Maraş İmam-Hatip Okulu’nu Mustafa Varışlı arkadaşımla kazandığımızı annem Ganime Kabadayı’nın İl Milli Eğitim Müdürü’nü zorlamasıyla öğrenmiştim. Çukurova’da pamuk toplayan babamların yanına giderek babam ve kardeşlerimle buluşmuş, onlarla bir gece özlem giderdikten sonra Maraş’ın yolunu babamla tutarak maceralı bir yolculukla Maraş Kalesi’nin üst tarafında bulunan okula gidip kaydımızı yaptırdığımızda beni bir korku sarmıştı. “Ya babam şimdi yanımdan ayrılırsa…” korkumu sezmiş olacak ki babam, o gece otelde birlikte kalmamızı sağladı. Ertesi gün okula gelip nevresim, çarşaf, yastık yüzünü alarak yatakhaneye birlikte gittik. Görevlinin gösterdiği yerde yatağımı düzenleyip eşyalarımı dolaba koyduktan sonra kitap-kırtasiyemi alarak dersliklerin olduğu ana binanın kapısına geldiğimizde gözyaşlarıma hakim olamadım. Ağladığımı gören babam eğilip gözyaşlarımı sildi, sarılıp öptü beni. Kapıdaki nöbetçi öğretmen de cesaret verici bir sesle, “Gün gelecek bu kapıdan sevinç gözyaşıyla çıkacaksın. O güne kadar ağlamak yok, çalışmak var.” demişti. Babamın arkasından, büyük dağını yitirmiş gibi donuk gözlerle baktığımı gören öğretmen başımı sıvalayarak içeri almıştı. Parasız yatılığa genel olarak böyle başlanmıştır.

Bir hafta sonra okula gelen Mustafa’yla birlikte orada kaldığım yirmi dört gün boyunca yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmedi. Parasız yatılılığın, okul-yatakhane-yemekhane ortamına ve buradaki yöneticilerin, öğrencilerin profiline göre nasıl değiştiğinin birçok örneğini yaşamış biri olarak, Maraş İmam-Hatip’te yaşadığım ve gördüklerimden ikisini paylaşmak isterim. Okula kaydolduktan kısa süre sonra “oruç ayı” başladı. Orta-1’den Lise-3’e kadar 6 sınıf bir arada olunduğundan üst sınıfların baskı ve denetimini üzerimizde yoğun biçimde hissediyorduk. Zorla bizi sahura kaldırıyorlardı. Kalkmayanlara kayışla vuruyorlardı. Hem uykumuzdan oluyor hem de gün boyu aç kalmakta zorlanıyorduk. Mustafa’yla birlikte dersler bittikten sonra kalenin alt tarafındaki tablada meyve satanlardan üzüm alıp ağaçların arasına geçerek yiyorduk. Ancak, sabah ve akşamları zorla namaz kılmaktan kurtulamıyorduk. İkinci olaysa derin belleğimden hiç çıkmaz. Sınıf Öğretmenimiz Orhan Bey’di, aynı zamanda Matematik Öğretmenimizdi. Çok güler yüzlü, öğrencilerin sorunlarını çözmeye çalışan ve dersini de çok iyi anlatan biriydi. Sınıfça seviyorduk kendisini. Bir hafta sonu okulumuzla başka bir okulun futbol maçının olduğunu, kendisinin de oynayacağını söyledi bize. Sınıfça futbol sahasına gittik. Öğretmenimiz geldiğimiz için teşekkür etti, hepimizin başını okşadı. Beton tribüne geçip maçı izlemeye, tezahürat yapmaya, öğretmenimiz topla oynadığında alkışlamaya başladık. O, gol attığında sevincimizden yerimizde duramadık. O güne kadar böyle bir atmosferi yaşamamış, hiç maç izlememiş biri olarak tecrübeli sınıf başkanımız ne yaparsa ben de ona eşlik ediyordum, bunları niçin yaptığımızı da anlamaya çalışıyordum. Biz böyle oyuna kendimizi kaptırmışken, Orhan Bey saha kenarına gidip su içti. Futbolcu öğrenciler arasında bir dalgalanma oldu ama ne olduğunu anlayamadık. Çevremizdeki üst sınıftan öğrencilerin, “Hoca bunu nasıl yapar? Günah işledi. Orucunu nasıl bozar?” diye homurdandıklarını duyduk. Öğretmenimizin iki golü vardı, bir de öğrencinin gölü… Karşı takımı 3-2 yenmişti okulumuz. Orada araya girenler sayesinde bir olay yaşanmadan okulumuza geldik. Orhan Bey de nöbetçiymiş o gece. İftar sırasında üst sınıfların konuşmalarından öğretmenimize saldıracaklarını anladık. Birkaç arkadaşımızla buna nasıl engel olabileceğimizi konuştuk. Sınıfımız okulun sahasına yukardan bakan üst bahçedeki tek katlı binadaydı. Çocuk aklımızla ama tam isabetli bir karar aldık. Sınıfımızın sahaya bakan tarafına küçük taşlardan yığdık. Ağaçların arasından sahayı gözlemeye başladık. Öğretmenimiz, dersliklerin oradan sahaya doğru gelince etrafını çeviriverdiler üst sınıftakiler. Önce bağırıp çağırdılar. Hakaret etmeye başladıklarında öğretmenimiz de onlara inanç özgürlüğünden, İslam’da zorlama olmadığından söz eden cümleler sarf etmeye başladı. Araya birileri girmeye çalıştıysa da öğretmene tekme atmaya çalışanların olduğunu görünce göz ucuyla bakıştık arkadaşlarımızla. Elimizin yettiği kadar taşları fırlatmaya başladık. Topluluğu dağıtmayı başardık, diğer nöbetçi öğretmenlerin gelip Orhan Bey’i götürdüklerini görünce, sınıfımıza geçip ödevlerimizi yapmaya başladık. Bu olay üzerine sınıfça diken üzerindeydik ki ertesi gün babamı okulun kapısında gördüm. Dünyalar benim oldu.

Babam, beni sevince boğan bir yazıyla gelmişti. Düziçi İlköğretmen Okulu’nu kazandığımı okuyunca sevincim katmerlendi. Can dostum Mustafa bu haberi duyunca çok üzülmüştü. Ondan ayrılacağım için içim burkuldu ama esas okumak istediğim yere gitmem nedeniyle de mutluydum. Yazıyı Kışlak İlkokulu Müdürü Burhan Biçer öğretmenimiz ilçeden alıp Alacamağara dediğimiz yerdeki tarlada çift süren babamı bularak, “Süre dolmak üzere. ne yap yap, kafası zehir gibi olan bu çocuğu Düziçi’ne kaydettir.” demiş. Burhan Öğretmen’im şimdi Antalya’da yaşıyor. Onun bu katkısını her zaman dile getirdim, buradan da şükranlarımı gönderiyorum.

Okul Müdürü, benim naklimi yapmak istemedi önce. 24 günlük parasız yatılı masrafı olarak 84 lira bedel çıkartmıştı. O zaman bunu ödeyecek gücümüz olmadığından babam bir çare düşündü. Düziçi Köy Enstitüsü’nde okuyan ve Maraş’ta İlköğretim Müfettişi olan Hasan Pekmez’i buldu. Büyük şairlerimizden Ali Yüce’nin köylüsü ve akrabası olan Hasan Bey, çok sevecen ve yardım sever bir insandı. Sorunu çözdü ve babamla Düziçi’nin yolunu tuttuk bu kez. O zamanlar Gavurdağı’nı Kanlıgeçit’ten aşmanın ne demek olduğunu ikinci kez yaşamanın, yüreği ağzında yol almak anlamına geldiğini anladım. Zorluklar, aynı zamanda direncimizi, mücadele azmimizi harlamaya devam ediyordu böylece…

Yarbaşı, Osmaniye ile Düziçi’nin ve Amanosların kesişiminde… Hem coğrafi hem de Köy Enstitüsünden beri burada okuyanların kültürlenmeleri bakımından imgesel iz bırakan bu mekanı, tren istasyonuyla da ananlar çoktur. Yaklaşık seksen yıl önce burada görev yapan Lütfü Dağlar başta olmak üzere birçok öğretmenin, buradan mezun olan Köy Enstitülü ve Öğretmen Okullu birçok öğrencinin şiirlerinde, öykülerinde, romanlarında, anılarında yer almıştır. Orası hem yarların başıdır hem de başları yarıp içine okuma-öğrenme istenci koyandır. Orayı her görüşümde bu düşüncemde haklı olduğumu düşünmüşümdür. Haruniye’de bulunduğum beş yıl içinde, Yarbaşı benim için de okuma-öğrenme tutkumu harlayan bıçak ışıltısı oldu.

Okula, bir gün gecikmeli gittiğimiz için Müdür Başyardımcısı Muzaffer Ertürk, “Bu çocuğu bir aydır niye derslerden mahrum ettin?” diye babama çıkışmıştı. Gerekçemizi dinleyince, “Türkçelerine ben gireceğim. 1-A sınıfına yazın!” diye Kâzım Bey’e söyledi.  Bu arada bizi gören Sabit Kalabas arkadaşımız koşarak yanımıza geldi. Kucaklaştık. O da aynı sınıftaymış. Sonradan arkadaş olduğumuz Hataylılara haber vermiş olacak ki çevremizi kentteşlerimiz sardı. Yayladağlı, Harbiyeli, Reyhanlılı, Arsuzlu olanlarla tanıştık. Bazılarının ailesini babam tanıyordu. Parasız yatılılıkta kentteşliğin, tanışlığın önemli olduğunu orada anlamıştım. Zamanla bu okula Adana’nın tüm ilçelerinden, Hatay’dan, Antep’ten, Maraş’tan öğrencilerin geldiğini fark etmiş ve farklı kültürlerden beslenmiştik.

Tahta bavulumu yatakhaneye koyduktan ve yatağımı donattıktan sonra “İrfan Çeşmesi”nin orada son dersten çıkıp gelen arkadaşlarla buluştuk. Babamla ayrılık vakti yine gelip çatmıştı. Yüksek sınıftan olan kentteşlerim, beni rahatlatacak okulu öven şeyler söylüyorlardı. Babama da, “Gözün arkada kalmasın Hüseyin Amca. Müslüm bize emanet.” diyorlardı. Gözüm yaşlı uğurladım babamı “Cümle Kapısı”ndan. Onun okumam için gösterdiği çabayı unutmam mümkün mü? Bir şairimiz, “Sadece annenizin elini öpün.” der. Elleri öpülesi babalar olduğunu da unutmayalım.

Düziçi’nde beş yıl okudum. Parasız yatılı olmanın burada bana kazandırdıklarından önce söz etmeliyim. Geçimini zor sağlayan ailemin beni ilkokul sonrası okutma olanağı yoktu. Düziçi’nde öğrendiğim gördüğüm beş yıl boyunca harçlığımı Çukurova’da pamuk toplayarak kazanıyordum ve okula pamuk tarlasından gidiyordum. İlk kez burada takım elbise giydim, terzide prova vermenin ne olduğunu burada öğrendim. Okulumuzun sineması vardı, ilk kez film burada izledim. Bazen de Haruniye’deki Haydar’ın sinemasına giderdik. İzlediğim Yılmaz Güney, Cüneyt Arkın, Türkan Şoray, Fatma Girik, Tarık Akan filmlerini tatilde köyümüze gidip yakınlarıma, arkadaşlarıma anlatırdım. Ben anlattıkça onların meraklı sorularına yanıt yetiştirmekte zorlanırdım. Kültür aktarımı bakımından bunların o zamanlar çok etkili olduğunu görürdüm. Çünkü, henüz köylülerimiz kapitalizm tarafından kirletilmemişti. Okuyana saygı ve ondan öğrenme isteği vardı.

Parasız yatılılık, çocuk yaştan itibaren insanı sorumlu kılıyor. Yatağını düzeltmekten çamaşırını yıkamaya, sınıfta-yemekhanede-yatakhanede-kütüphanede nöbet tutmaktan etütlerde ödev yapmaya, kitap okumaya kadar her alanda disiplin kazandırıyor. Başta aileniz olmak üzere çevrenizden uzak kalmaya, yalnızlığa, kendi başınıza yeterli olmaya alıştırıyor. Bunlar olurken sorun yaşanmıyor sanılmasın, bunalıma girenler de oluyor tabi. Eğitim Şefimiz Mehmet Göl, uzun ömürle şehrinde yaşamaya devam etsin, bu sorunların aşılmasında çubuğu öğrenciden yana büküyordu.

Bizim öğrenciliğimizde Cumartesi öğleye kadardı dersler. Özellikle pazar sabahları futbol oynamak için minyatür sahaları erkenden tutmak amacıyla pusuya yatılırdı. Bazen sınıflar ya da gruplar arasında anlaşma sağlanarak sıraya konurdu maçlar. Yüksek sınıflar ya da okul takımı büyük sahada oynardı. Sınıflar ve okullar arası maç olduğunda hepimizde heyecan doruktaydı. Bu basketbol ve voleybol için de geçerliydi. Masa tenisi de zamanla rağbet görmüştü. Parasız yatılılığın çok yönlü eğitim yapmak için bize zaman kazandırdığından da söz etmeliyim. Diğer türlü olsa yemek yapmak, bulaşık yıkamak, temizlik işleri başta olmak üzere evin tüm işleriyle uğraşmak zorunda kalırdık.

Bir Köy Enstitüsünün devamı olan bir okulda parasız yatılı olmanın avantajlarından biri de zengin bir kütüphanemizin bulunması, Tarım derslerimizi uygulayacağımız tarla, bahçe, büyükbaş ve kümes hayvanlarının varlığıydı. Kitaplarımızı kendimizin ciltleme ve iş atölyelerinde aletleri kullanma becerisi kazanmak da anlamlıydı. Benim düşünsel dünyamı geliştiren en önemli unsur, sınıflarda-etütlerde-yatakhanelerde yaptığımız tartışmalardı. Akran öğretimini sürekli gerçekleştiren bir atmosfer vardı. Bu atmosferi beş yıl içinde iki kez sabote ettiler hatırladığım kadarıyla. İlki 1973’teki seçimlerde CHP’nin birinci parti olmasıyla birlikte okulda düzenlenen provokasyondu. Öğretmenlerimiz ve son sınıflar üzerinde bir faşist terör estirmeye kalktılar. Daha sonra bu pisliği, o yörenin faşistlerinin yaptığı anlaşıldı ve okulumuz rahatladı. İki yıl sonra ikinci dalga MC (Milliyetçi Cephe) Hükümetinin İlköğretim Genel Müdürü yaptığı Ayvaz Gökdemir döneminde Öğretmen Okullarının Öğretmen Lisesine çevrilmesi kararıydı. Aslında 1974’te Mustafa Üstündağ’ın bakanlığındaki 9. Eğitim Şurası’nda bu karar alınmış ama uygulanamamıştı. MC, nitelikli öğretmen damarını kesmek için ülkenin, bunu hızla devreye soktu. Bu karar ve uygulama, aynı zamanda Türkiye’nin öğretmen yetiştirme politikasındaki makas değişikliğinin de işaretiydi. Böylece 1848’de başlayan bir gelenek, son büyük darbesini aldı. Bunun bedelini, dönemin TÖB-DER’li öğretmenleriyle ilerici öğrenciler ödediler. Ben de Çanakkale Erkek Öğretmen Lisesi’ne sürülenlerdendim. Son sınıfı orada okumak zorunda kaldım. O dönemde sürgün olan parasız yatılıların ne büyük travmalar yaşadıklarını anlatamam. Kaba dayaktan psikolojik işkenceye, sınıfta bırakmaktan okulu bırakmaya kadar…

Kendimi aynaya tuttuğumda parasız yatılılığın güzel kazanımlarının çoğunlukta olduğunu görüyorum. İnsanı bazı konularda kalıplara soktuğunu ve bunları değiştirmekte zorlandığımızı da biliyorum. Bu nedenle eşlerimizle ve çocuklarımızla özdisiplin konusunda çatışmalar yaşadığımızı, kamucu niteliğimizin özellikle 12 Eylül faşizmiyle birlikte törpülendiğini, törpüleyemediklerini de “ahmak” olarak gördüklerini belirtmeliyim. Ne olursa olsun, parasız yatılılığın bana kazandırdıklarının, kararlılık, üretkenlik ve paylaşımcılık-dayanışmacılık özelliklerimin kökleşmesinde çok büyük payı vardır. Olumsuzluklarını aşmak konusunda başarısız olduysam, o da benim eksikliğim…    

 

Uğur Olgar
AH BENİM BAŞIMSIZ AKLIM 

Nöbeti devraldım yağmurdan sonra
bulutları sağacağım uzamış ellerimle
göğün aryaları camları titretirken
kaş üstünde kaş bırakmayacağım
o öfkeli ırmağın denize âşık yüzünde
 
Gececil kuşlara gündüz uykuları verince
karanlıklanan şarapları açacağım mahzende
yıllar parmaklarımın arasından bakarken
yazıklanacağım boşuna açan japon güllerine
kırmızıların arasından bir kılıç gibi saplanarak
 
Nane gibi kuruyup güzü getirdim bedenime
fesleğen kokularını kıskandıracağım azalan bir günde
sivrisinekler bir bir terk ederken kan gölümüzü
mayalayacağım ebabil kuşlarına danışarak
çok filozoflar olacağım uykular haram olduğunda
 
Renklerin son kırıntılarını beklemeden gidince
arkamdan geleceğini biliyorum flu ömrümün
 
Şiirlerle çelmeye çalışacağını başımsız aklımı
                                                                    2019, Kasım 03
                                                                    Selefkos Nikator'un en güzel Silifkesi

 

Mehmet Rayman
GEZEGENLİK 

iyisin güzelsin tarakları
hep bu cambazların elinde
çabuk kanıyorsun desem
haksızlık etmiş olurum sana
bazen dersin içinde
terk ediyorsun sınıfı
 
kendi sıcaklığında büyür
insanın tutkusu sevincin uğultusu
devingen suların çakıl taşları
özgürlüğüne düşkün gözyuvarın
bir yıldız kapanıdır geceleyin
hep çıplaktır incirin dalları
 
şafak sökene denk uyusan yeter
uçurduğun güvercinlerin kanatları
yüzüne değdikçe kapanır uçurum
sabaha değişilmez umutların
yolcunun yaşadığı yere benzer
çeşmelerden dinlediğin şarkı
 
yarın unutursun bu yolları
günlüğüne giren acılar bozar damağını
senin tuttuğun içindekiler bunlar
daha nicelerine sıra gelmez
darağacına düşer en son isteğin
artık kaçamazsın hiçbir yere
ölümün gölgesinde kalır
öbür dünyada
 
ömrün nerede geçti deseler
bir yer gösteremem size
çünkü düştüğüm ağaçlar sokaklar
onlar da belli ki gitmişler bir yere
topraksız kalmış buğdayın kökü
gözyaşımı saklıyorum
başka bir gezegene


Mehmet Pekel
BİR KIRMIZI GÜL 

Sen sesimdin sesler içinde
virgülü düşmüş bir cümleden
kırık bir tabletin okunamayan yüzü yüzün
yitirilmiş bir bellek kasabadan kalan
gladyatörler uyur taş avlularda
eylülün ortasında yalnız ve kırgın
suyu çekilmiş kuyulardan
kuruyan çeşmelerden
sıcak kahve kokusu ve yaşlı kadın
damıtılmış sevgidir akan
gönlünü yakan hikayeler anlatan
sürgüne direnmiş bekler ölümü
yüzünde yolunu arayan ıslak hüzün
penceresinde feslegenler
bahçede şebboylar
yazmasında bir kırmızı gül
coğrafyasına vurgun bir gönül.

 

Yaşar Özmen
HERKESE YETECEK KADAR SÖZ VAR

Sanatsal Denemeler  isimli kitapda (Denemeler-3) yayımlanmıştır

 Bazen konu belirlidir; o rotadan yürürsünüz. Bazen konu belirsizdir; bakmışsınız koca bir yarayı açığa çıkaran metin sayfalara dökülüvermiştir. Bu metinde konu belirlidir; şiddet, sataşma ve televole kültürü… Bu yüzden yazıma başlar başlamaz adını koydum: “Herkese yetecek kadar söz var.” Söz, böyle bir tümcede kullanılıyorsa şiir ve şair akla gelir kanımca. Bu metinde, şiir dünyasında beni gerçekten rahatsız eden birkaç durumu dile getireceğim. Konuya daha bilinçli yaklaşılması için iki denememi okumanızı önereceğim. “Dilsel Şiddet” ve “Şiddet ve Yazın” isimli denemelerdir; bunlar, şiddetin tanımlamasını, altında yatan gerekçeyi ve şiddetin hiyerarşik sistemini anlatmaktadır.

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Dergisi’nde, “Altının ayarı durduğu rafın niteliğine göre değil, kendi saflık derecesine göre belirlenir; şair de altın gibidir.” diye yazmıştım. Bulunduğu yer, yazdığı dergi, paçasından tutunduğu ünlü veya yanında durduğu kişiler değil, ürettiği yapıt ve kendisidir asıl olan. Açık söylemek gerekirse kimin kiminle yan yana durduğu, kimin kimi kotarmaya çalıştığı ve kimin kiminle aynı fotoğraf karesinde yer aldığının hiçbir önemi yoktur. Bunlar, günlük beklentinin zincirli yanılgılarıdır.

Benim için sosyal medya, şiir etkinlikleri, yazar işlikleri, şiir atölyeleri ve dergiler, önemli şiir laboratuvarlarıdır. Kuramsal kitabımı, sanat literatürü taraması yanında bu laboratuvarlardan edindiğim bilgi, görgü ve deneyimle yazdım. Herkes farklı bir şeyler söyler; kim ne derse desin, sosyal medya, şiir etkinlikleri, yazar işlikleri, şiir atölyeleri ve dergiler; şiirin önemli kaynaklarıdır ve sanatın acemi birliğini atlatma merkezleridir. Bunlar, hangi bilgi işe yarar; hangi bilgi elinin tersiyle bir kenara itilmelidir, az çok ışık tutar. Şiir kültürünün sürekliliğini sağlayan mecralardır.

Sağlıklı bir genel kültür ve evrensel dünya görüşü, her şair için elzemdir.  Ne var ki Türk şiirinin önde gelenlerinin büyük bir çoğunluğu, evrensel dünya görüşüne sahip olduğuna dair ergenliklerini ispatlamış görünmüyorlar. Şiir yazınındaki deneme, şiir ve metinlere bakıldığında, umut verici bir dünya önerisinde bulunmadıklarını, birilerinin düdüğünü çalmak dışında çok geniş bir düşün dünyasına sahip olmadıklarını biraz ayrıntılı okuduğunuzda anlıyorsunuz. Bu tespitimi hemen hemen herkes reddedecektir; kendisini sorgulamak yerine doğrudan beni suçlayacaktır. Elbette bu söylediğim herkes için geçerli değildir, üzülerek söylüyorum ki çoğunluktur. Aşağıda söz edeceğim konuları, heybenize koyup kendi iç dünyanızda bire bir tartınız lütfen. Burada sadece kendinizi sorgulamanızı sağlayacak algoritmayı vereceğim. 

Şiir sanatı, ciddi iştir dostlar. Salt yazmak, kitaplarla boy göstermek, bir dergiye önayak olmak değildir; yaşamın niteliği de içindedir. Sanatçı ve şair denen kavramların üstünde büyük anlam yüklüdür; bunu taşımaya yeterliliğiniz yoksa bu alanı kirletmeyin. Kimse kimsenin fikrini kabul etmek zorunda olmadığı gibi kimse bir diğeri gibi düşünmek zorunda değildir; ayrıca şiirin işi, birine bir şey öğretmek onun şiir anlayışını ölçüp biçmek değildir. Ben bu işte söz sahibiyim gibi uydurma görev yüklenmeleriyle kimseye, Everest’in tepesinden bakmak gibi bir görevi yoktur. Elbette bir duruşu, dünya algısı ve estetik değer üretebilecek imgelem gücü olacaktır şairin. Her şeyden önce elinden tutulup podyumlara çıkarılacak figüran değildir. Karıştırılmamalıdır. Türk şiirini şairiyle birlikte nitelikli bir kültür dünyasına taşıyacaksak biraz estetik tavır geliştirmek ve biraz da elit davranmak zorundayız.

Birincisi, kimse kimsenin şiirini elinden alamaz. İkincisi, herkese yetecek kadar yaşam alanı, sanat için hareket alanı vardır; kimse kimseye aşağılayıcı, hakaret edici saldırıda bulunamaz. Herkese yetecek kadar söz ve kâğıt vardır; herkese yetecek kadar mikrofon ve kürsü vardır. Üçüncüsü ise herkes, donanımı ve düşünebildiği oranda yaşamın ve sanatın içindedir. Asıl önemli olansa şudur; kimse kimsenin yeteneğini yargılama görünümü altında; şiddet uygulamak, toplum gözünde küçük düşürmek, ayrıştırmak gibi bir lüksü yoktur. Bunları eleştiri kapsamında düşünenler olabilir; eleştiri, ayrı bir konudur; sözünü ettiğim konular, eleştiriyle ilişkilendirilemez. Eleştiri de şiir dünyasında derin yaralı bir konudur; burada girmiyorum buna…

 Ne yazık ki şairler ve şiir hakkında ileri geri konuşan, sözleri ceviz kapçığını doldurmayan, pek çok insanımız vardır. Vasat, kifayetsiz muhteris, şaircik, sucu, bucu gibi… “Şiire zarar veriyor” gibi bir düşünceyle bir şeyler yapmaya çalışanları töhmet altında tutmaya, toplum gözünde küçük düşürmeye yeltenen kişiler de çoğunluktadır. Ve bunu, toplum gözü önünde açık açık yapmaktadırlar; şunu bilmiyorlar. Bu tutum, insana karşı bir şiddettir, saygısızlıktır. Şiddeti ve saygısızlığı insanî değerlerden ayırt edemeyen kişiler, şairim diye koltuk altlarında birer karpuz sıkıştırıp ortalarda dolaşmaktadırlar… Dergi, kitap ve gazete sayfalarında da boy boy bu tutumlarını sergilemektedirler. Şiir, kişi veya gruplara zimmetlenemez. Bu tür tutum, Orta çağdan miras kalmış, cehaletin eşiğini kıramamış, bilinçsiz insan manzarasıdır.

Başka bir konuya daha değinmek istiyorum: Sosyal medyada paylaşılan yazı ve altına yapılan yorumlara bakınca, ben de mi bir gariplik var yoksa insanlık mı insanlığını yitirdi, diye düşünmeden edemiyorum. Sağlıklı okur-yazarlığımız yok, bunu biliyoruz. Kafamızdaki cendereden çıkıp söylenen ya da sorulan soruya koşut eyleme giremiyoruz. Ancak, küfürler, hakaretler, düello davetleri, satanlar, burnundan soluyanlar ve eleştiri adı altında zevkten zirveye tırmananlar görüyoruz.; sizler de sık sık tanık oluyorsunuzdur. Ben kişisel olarak, bunlardan rencide oluyorum. Şair sözünü kullanmaktan çekiniyorum. Bakıyorum bunların saldırılarını destekleyen, şiire hizmet ettiğini sanan bir sürü tanınmış isim var; “yok artık” denecek bir kokuşmuşluk durumu…

Bunların hepsi bir yana şiir yazınında bir de televole kültürü dediğimiz anlayış, öylesine yerleşmiş ki yapılan yorumlara bakınca gerçekten vurdulu kırdılı, zenginli fakirli dizilere, yemekteyiz gibi devşirme programlara taş çıkartır nitelikte. Şairin özel yaşamıyla işiniz nedir sevgili hatırı sayılır şairdaşlarım? Bu bir şiir kültürü değildir; televole dediğimiz, sizin de sık sık aşağıladığınız algı biçimidir. Kahvede gündelik iş bekleyen kardeşlerimiz yapsa bunu kabul ederim; zaman doldurmak da ince bir iştir.

İnsandır; genetiği, beklentisi ve düşleri gereği bazı şeylerin içinde bulunması kabul edilebilir. Algı ayarları bozuktur ve çalgısı akort tutmaz şekilde olabilir. Ne var ki bu tür davranışlar, o kadar çok ki bu kadar rencide edici biçimde işlemesi kabul edilemez. İnsana saygı, insanın yapma-etme-isteme hakkına saygı ve etik dediğimiz değerler vardır. Göz göre göre yanlışı bir amaç ya da bir yarar uğruna göklere çıkarmak zorunda değildir kimse. Ya sus hiç bulaşma ya da açık yüreklilikle yanlış olduğunu söyle, doğruya da doğru. Yanlışı, yanlışla doğrulama çabası da hangi kültürün geleneğidir bilemiyorum. Şiir yazını, yanlışı yanlışla doğrulama çabası içinde olan metinlerle dolu.

Has şairim diyen birisi, sosyal medyada birini hedef edinmiş saldırıyor, hakaret ediyor ve aşağılıyor; bir diğer izleyici veya şair de alkışlıyor; çiçekler, gülücükler dağıtıyor. Şiir şiddeti kaldıramaz, şair de şiddet sever olamaz. Şiir/şair dünyası böylesi niteliksiz tutum ve girişime prim vermemelidir. Herkese yetecek kadar söz var, istediğinizi kullanabilirsiniz; tek koşulsa dilsel şiddet  içermeden.

Dilsel şiddet, içinizde yatan şiddetin dışavurumudur; daha genel söylersek dil, içimizle aynı şeyi söyler. Toplumsal değerlere saygısızca davranan, insanı aşağılayan, şiddet, terör vb. benzer konulara yaltaklananlar bana göre zaten sanatçı değildir; kendi çöplüğünde kurtlanmak üzere üstünü kapatın gitsin. Böyleleri var, parmakla gösterebiliriz. Her toplumda akort tutmayan güdülenmiş hemcinsler olur; fizik kuralıdır. Ancak niye gereksiz birisi için ulu orta sizi izleyen elit insanları, rencide ediyorsunuz? İncelik buradadır.    

Toplum olarak pek çoğumuzun içinde uyuyan şeytandır şiddet. Ne kadar eğitilirsek eğitilelim, korku ve çatışma kültürüne dayalı bir inanç sistemi, disipline dayalı bir tutum şekillendirmesi altında büyüdük. Yani çatışma kültürünün içinden doğup geldik. Sanatsal konuları bir yana bıraktım, bilimsel bir konuyu bile tartışamayan, fikrini ve önerilerini kabul etmeyenleri dilsel şiddet uygulamayı üstünlük sayan, şair olduğunu gururla söyleyen çok sayıda kişilere tanık oldum. Ne olursa olsun, bir noktaya kadar kabul edilebilir şiddet algınız. Ancak, bu çağda, hâlâ davranış değişikliğine gidemediyseniz, bence ortalarda görünmeyin; bir gün şiir sizi tutuklayabilir. Çağdaşlığın birinci ilkesi insana saygıdır. Düşüncemi savunmadı diye insanları düşman gören, yaratık gören bir anlayıştan yapıt değil; kendisine dayatılan idelerin bildirisi ve şiddetin kraliçesi çıkar… Kadına şiddet konusu günceldir. Süreklilik sağlayan toplumsal bir yaradır. Şair, bir başka arkadaşına şiddet uyguluyorsa kadına şiddetin nedenlerini, uzaklarda aramayınız; bugün şairdaşı hedefse yarın da bir kızcağız topun ağzında olabilir. Şiddet duygusu, namludan çıkmış mermi gibidir, adres sormaz; tanımı nettir.   

Başkasına kızmak, kendi kendine işkence etmektir. Daha fazla bu işkenceye katlanmamak, aşırı yoğunlaşma sendromu yaşamamak ve sağlığınızın daha kötüye gitmesini engellemek için; öncelikle şiir sanatının zimmetinizde olmadığını; kötü şiir yazanların şiire zarar vermesi gibi bir argümanın tamamen bilinçsizlikten kaynaklandığını; sanatın gelişimine yönelik savaşım verenlerin engellenmesi değil yanında bulunup omuz verilmesi gerektiğini; kötü şairlerin şiirinden sizlerin sorumlu olmadığını; sanat ve kültür dünyasında herkese yetecek kadar alan olduğunu; bilmelisiniz ve en kısa zamanda tıbbi yardım almalısınız.

Şiir, içinizdeki şiddeti ortaya dökme sanatı değildir; ürettiğiniz estetik değerle okurda yaşam sevinci yaratmak ve aklın evrimini hızlandırmaktır. Sizde olan güzelliği yarına akıtmaktır. Düşünsel dünyanızı yöneten sistemleri şöyle bir kenara itiniz ve biraz olumlu duygu biraz da sevgiyle kendinizi sorgulayınız. Şiddetten, çatışmadan, kavgadan arınmış duygu durumuna girdiğinizde göreceksiniz ki şiddet ve zorlamayla tarihte hiçbir sorun çözülememiştir; sadece geçici bastırılabilmiştir.  Şairler ve sanatçılar arası şiddete ve kavgaya gerekçe olacak çok şey yoktur; Türkçede herkese yetecek kadar söz vardır ve kimse kimsenin sözünü elinden alamaz. Kavgacı, saldırgan, küçümseyici bir dil kullanımı, bilgi çağının insanına yakışmamaktadır. Ayrıştırılmış, dikte edilmiş bir düşüncenin muhafızı olmakla hiçbir gruba ve topluma iyi bir yaşam sunulamamıştır. Bu yaklaşım altında yazılan şiirlerle de estetik değer yaratılamaz; tam tersi okur rencide edilir.

 22 Temmuz 2020, Narlıdere/İZMİR

 

Bahri Loş
AĞIR YENİLGİ 

Uygar bir zamanda ruhsuz
Karmaşa oyuğu gövdeler görkemi
Perde kıvrımlı değer ölçüsü
Çelik zırh sanrısı banknot
Uçurum cenneti eşya kalabalığı
 
Taşmış duygular sersemi hayat
Esaret kıskacında yönsüz bilinç
Boşluk yontucusu dev aynalar
Her şeyde saklı kanamalı hiçlik
Aynı yanılgılarda bulunma rahatlığı 
 
Paslı basamaklar hiyerarşisi düzen
Vitrinlerin süslediği soylu düşler
Güzelin bağrına acı ekme övüncü
Sayıların azizliğine uğrama problemi
Yanlış sularda yüzme tercihi
 
Çarkla yarışın yıpranma payı
Ruh tünelinde hüsran sirenleri
Şaha kalkmış tutkular cehennemi
Gün yoksunu tuzaklı ömür güzellemeleri
Kolay zamanların ağır yenilgileri

 

Yaşar Özmen
DİLHAN

Dilhan isimli nehir şiire ek birimler.

(…)
Bakma sen kartal pençeli göründüğüne Dilhan
Her şey göründüğü değil olabildiği kadar
Mutluluk da karamsarlık da sarsa dört bir yanı
Aşk yoksa ucunda yatsıya dek yanan mum kadar
Kucaklara sığmayan şatafatlı övgüler
Göklerden sağdığımız bencileyin öyküler
Gürültülü nefes usulca susuncaya kadar.
 
Sitemi sitemle ovmak değil derdim inan
Bunlar içimden istemsizce süzülen kaygılar
Ne öyküler yazılmış insan üstüne bir bilsen
Toplayıp bölüp çarpsak nalıncı keseri örneği
Hepsi topu topu bir arpa boyu kadar
 
Takma kalçana sözde belagatin oynak zillerini 
Dolama diline cehaletin süslü, oynak kelimelerini
Kurma dünyanın zembereğini bu hırsla Dilhan
Her zembereğin menzili kırılma noktası kadar…
 
Ne dersem diyeyim Dilhan
İnce belli ucu gömük dizeler benimkisi
Dokunsa da bam teline en azgın yerlerinden
En edilemez sözlerin belini kırsam eğip büksem
Sözün dokunası menzili şuncacık bir boşluk kadar…
 
Avuçlayıp bir tutam gerçeği, salsam yılkı taylarıyla
Zincir vursam şu döngünün çılgın saçına
Uyanışına aldanıp gerçek sandığım şu yalancı bahar 
Ve yüklenip hırsla tutunduğum anlam
İğdiş edilmiş bir aygır kadar…
 
Ne senin kaftanlı karan göğün denizin
Ne benim tutamağı sırılsıklam düşlerim
Falakaya yatırsak, geçsek üstünden sıra sıra
Ne bir baltaya sap olur ne bir aşka rehber
Ünlü bir dizenin ünsüz bir sesi gibi
Dengince kusursuz bir aşk buluncaya kadar. 
Uç desem göğünde cehalet döşeli,  bilirim
Yürü desem Deli Dumrul  köşebaşında
Sultanlığını kaç örtünün altına saklasan Dilhan
Kendini dünyanın en görkemli yöneteni sansan da 
Filmin sonuna dipnot düşülen bir bilindik  dize
“Sen ben bizim oğlan” işte bu kadar…*

 

Tümer Yıldırım
KUMDAN ZAMANLAR 

Zaman ellerinin arasından akıyor
Avuçların hep sımsıkı…
Bir rüzgâr çıksa
Yeniden başlayacaktık belki
Boynum camdan ince…
 
Boğazıma kumlar dolanmış
Zaman akıyor bedenimden
Ellerindeyim sanki
Avuçların sımsıkı…
 
Her şey kayboluyor bazen
Bakışların, hayat kırıntısı içimde
Un ufak olmuş zaman
Avuçlarım kanlar içinde
 
Kum gibi hapsediyorum kendimi
Kendimden yarattığım kafese
Dökülüyorum çekimine
Bir rüzgâr çıksa…



Şiir Sarnıcı (e-dergi) Nisan 2024, Sayı 20, Yaşar Özmen