YAYINCIDAN
Edebiyat
dünyasına kısa bir göz atmayla bile görülebilecek sıkıntılar var. Kimseyi
suçlamak ya da eleştirmek için söylemiyorum elbet. Bir gerçek var ki sönmekte
olan bir sektör gibi duruyor yakından baktığımızda… Tanıdık yazın dostlarımı
görürüm biraz sohbet ederim düşüncesiyle Bornova Kitap Günlerine gittim.
Bornova Büyük Park yayınevlerinin stantlarıyla sıra sıra doldurulmuş ve cilt
cilt kitaplar dizili duruyor tezgâhlarda. Bunlar, okurla nasıl ne kadar
buluşabiliyor, istatistiki veriler olmadan yargıda bulunmamak gerek ama iyimser
bir ortamın ve hareketliliğin olmadığını söylemekte sakınca görmüyorum. Bana
öyle geliyor ki her geçen gün daha kötüye gidildiğinin habercisidir bunlar. Her
geçen yıl umutsuzluğun büyüdüğünü yazar-şair dostların yüzlerinden okuyabiliyorum.
Halihazırdaki durumu görünce basılmayı bekleyen dört kitabımın da basımını
erteledim. Büyük olasılıkla e-kitap olarak yayımlayacağım. Kitapların maddi
değerinin yanında manevi değerinin de günden güne eridiğine tanık oluyorum.
Kitapların
günden güne okur yitirmesinin nedeni, çağımızın bilgiye ulaşım kolaylığıyla
ilgili olduğunu söyleyebilirim. Örneğin ben; sözlük, yazım kılavuzu, ansiklopedi gibi bilgi destek kitaplarına hiç
gerek duymadım. Öykü, şiir, roman, kişisel gelişim kitapları gibi basılı
kitapların ise okunup okunmaması elzem konular değildir. Geriye kalan ders
kitapları, sınav hazırlık ve ders destek kitaplarıdır. Bunların da seçeneğinin
olduğu bir dijital çağdayız artık… Bütün bunlardan sonra, yavaş yavaş e-kitaba,
görüntülü kayda ve sesli kitaba doğru gözümüzü dikmemiz gerektiğini duyar gibi
oluyorum.
Ne
yaparsak yapalım dijital teknoloji, bize köklü değişimler yaşatacak ve buna
uyum sağlamazsak dişlileri arasında ezip geçecektir. Kitap kokusunu seven,
sayfa açıp çevirmeyi seven bir kuşak olsak da aslında bizler de kolay iletişim
ve hazır bilgiye alıştık. Çağımız hız ve bilgi çağıdır; uymak ve alışmak
zorundayız. Bu yüzden bir an önce dijital teknolojiyle barışık yaşamak için
onun gereklerini öğrenmek zorundayız.
İkinci
bir konu, kitap dışındaki dergi ve gazete gibi basılı yayınlardır. Her ne kadar
eskiye özlem duygusundan yararlanan edebiyat dergileri olsa da bunlar,
kendilerine çeki düzen vermek zorunda kalacaklar. Neden? Derginin basım ve
dağıtım maliyetleri ile okur sağlama oranı tersine işliyor. Basılı dergi çoğu
gence yük durumuna dönüşmüştür. Gençler, dijital teknoloji yoluyla ulaşabildiği
yayınlarla yetiniyorlar. Bu durum, çok kısa bir zaman sonra basılı yayınların
sonunu getirecek gibi görünüyor. Sanatsal kültür üretiminin her geçen gün
zayıfladığını da dikkate alırsak bizleri farklı bir edebiyat ortamının
beklediğini söyleyebilirim.
Okurlarımızın
dikkatini çekmiştir belki. Şiir Sarnıcı’nda anma günlerine, yaşamayan
şairlerimize ilişkin inceleme ve yazılara çok fazla yer vermiyorum. Bu tür
metinleri, elimize aldığımız ya da internetten ulaştığımız her dergi yayınlıyor
zaten. Ben, edebiyat kültürünün yapılmıştan/yazılmıştan çok yapılabileceklerin
tarafında zaman harcamakla geliştirilebileceğine inanırım. Yapılmışa hayranlık
ve övgü savurmak değil; yapılmamışı bulmaya, yeni bir şeyler geliştirmeye
yönelik çalışmalar daha değerlidir kanımca…
Şiir
Sarnıcı (e-dergi) olarak biz bu gidişata karşı önlem aldık görünüyor ama işin
bir de popülarite durumu var. E-dergilerin popülaritesi hemen ortaya çıkmaz;
bakmışsın sadece bu sayıda Kanada’dan yüzlerce okundu bildirimi gelebilir.
E-dergi, dünyanın her tarafından ulaşılabilir bir yayındır ve popülaritesi
katlanarak artar; özellikle Türki Cumhuriyetlerinde adından söz edilen bir
dergiye dönüşmüştür. Ne var ki bu ülkelerden gelen şiirlerin çoğunluğunu bazı
ilkelerimizi karşılamadığı için yayımlayamıyorum.
Mutlu
ve esenlikli günlerde okumak, okunmak dileğiyle…
Seval Arslan
YAZMAK
ÜZERİNE*
“Bilgi,
iyi yazmanın kaynağıdır.” Horatius
Bilindiği gibi tarihten günümüze,
kültür ve medeniyetlerin oluşmasında, kültür aktarımında son derece önemli olan
yazı, insanoğlunun en büyük buluşudur. "Okuma" kavramı,
yazı kullanılmaya başlandıktan sonra insanoğlunun hayatına girmiştir.
Yazı öncesi görsel iletişim
unsurları prehistorik dönem mağara duvarlarında karşımıza çıkmaktadır. Mağara
duvarlarına çizilen semboller, insan vücutları, güneş, ay, yıldızlar, hayvanlar
gibi, ilk görsel iletişim unsurlarıdır.
İnsan evrim sürecinin ilk
başlarında; diğer canlılardan farklı olarak elleriyle aletler yapabiliyor ve bu
aletleri nerede ve nasıl kullanacağının bilincini taşıyordu. Beynin
kapasitesindeki gelişim ile birlikte öğrendiği yüksek ses çıkarma becerisi
evrimsel süreç ardından insanoğlunun kendi türü ile iletişim kurabileceği
sessel bir gelişimi getirdi.[1]
Zaman içerisinde ise konuşma
yetisi, dilsel ayrışmaları ve sosyal yaşamını kolaylaştırabilmesi adına yazıya
uzanan süreci başlatmış oldu. Yazılı kaynaklara göre, ilk olarak yazı M.Ö. 3200
yıllarında Sümerliler tarafından icat edilmiş ve Ön-Asya dünyasında işlerlik
kazanmıştır. Sümer yazısının ekonomik ihtiyaçlardan doğduğu ifade edilir. Sümer
dilinin çoğunlukla tek heceli kelimelerden oluşması yazının gelişimini
etkilemiştir. Göbeklitepe tapınma alanında
sütunların üzerindeki kabartma hayvan tasvirleri yazının ilk şekilleri olarak
görülmektedir. Bu durum yazının Sümerler’den önce keşfedildiğini
göstermektedir.
Mezopotamya’daki resim yazısı,
piktografik yazı, gelişerek çivi yazısına dönüşmüştür. Diğer yandan
Mısırlıların kullandıkları yazı araçları içerisinde taşların bulunduğunu
biliyoruz. Nitekim hiyeroglifleri taşlara kazıdıkları gibi; daha esnek, daha
ince, daha elle tutulur bir araç olan papirüse de yazıyorlardı. Papirüs ise Nil
delta ve vadisinin bataklıklarında yetişen bir bitkiydi. Okul denilen sistemin
bilinen en eski örneklerinden biri Sümerler döneminde görülmektedir.
Birçok unsurun doğuşu, var olması
eskiçağ uygarlıklarına dayanmaktadır. Eğitim öğretimin verildiği kurumları yani
okul adı verilen sistemi, önemli bir eğitim aracı olan kitapları, kütüphaneleri
ve daha birçok unsuru örnek olarak verebiliriz. Bu bağlamda eskiçağ
uygarlıklarının günümüz eğitimine katkıları da yadsınamaz. Eğitimin ana
unsurları eskiçağda doğmuş ve günümüze kadar gelişim sürecini devam
ettirmiştir.[2]
İnsanlar uzun süre konuşabilme ve
yazı yeteneklerinin tanrılar tarafından kendilerine hediye edildiği düşüncesini
taşıdılar. Aslında onların gözünde hayatlarındaki her şey tanrıların
hediyesiydi. Mısırlılar yazının Osiris’in kız kardeşi İsis tarafından öğretildiğine,
Babilliler Marduk oğlu Nebo tarafından öğretildiğine, Yunanlılar ise tanrı
Hermes tarafından öğretildiğine inandılar.
İnsanların duygularını dışa vurmada yazı yöntemi tercihleri
arasındadır. Eline kâğıt kalem alıp da bir şeyler karalamayan sanırım yok
denecek kadar azdır. Yazmak eyleminin ne denli önemli olduğunu birçok yazarın
eserlerinde okuyoruz. Yazı yazmayı öğrenmek, her şeyden
önce düşünmeyi gerektirir. Bugün elimizde bulunan önemli yazılar hep toplum ve
ülke olarak zor durumda bulunduğumuz dönemlerde kaleme alınmıştır. Heyecanla
sarıldığımız şiirler, öyküler, romanlar dönemini yansıtırcasına bir şeyler
anlatmak derdindedir.
Ülkemizde binlerce kitap, makale, köşe yazısı, akademik tez
bulunmaktadır. Fakat bunlar arasında okumaya değer, özgün, üzerinde derin
düşünme ve sorgulama yapılabilecek eser sayısı oldukça azdır. Toplum
olarak okuma alışkanlığımız olmadığı gibi yazma becerimizin de çok geliştiğini
söylemek mümkün değil. Bu nedenle “Neden
yazamıyoruz?” ve “Nasıl
yazacağız” soruları üzerine düşünmek gerekmektedir.[3]
Dale
Carnegie’nin “Söyleyeceğiniz
sözü yazmak, sizi düşünmeye ve düşüncelerinizi tasfiyeye sevk eder.” sözü
anlamlıdır. Kendini anlatmak ve başkalarını anlamak insanoğlunun en temel istek
ve ihtiyaçlarındandır. Bu sebeple kişilerin günlük hayatlarının önemli bir
bölümü diğer birey ya da gruplarla iletişim kurarak geçer. Bu iletişimler
sırasında da karşı tarafa mesajları ulaştırmak, geleceğe kalıcı ürünler
bırakmada tercih edilen seçeneklerden biri de temel dil becerilerinin anlatma
boyutunda yer alan yazı yazmadır.
Dil üretiminde önemli bir beceri
olan, daha çok doğal bir süreçle kazanılan dinleme ve konuşmanın ardından belli
bir eğitimle okuma becerisiyle birlikte öğrenilen, dört temel dil becerisinin
son halkası kabul edilen yazma becerisidir. Yazma: “Düşündüklerimizi, duyduklarımızı, gördüklerimizi, hayallerimizi,
hissettiklerimizi, kısacası yaşadıklarımızı birtakım semboller aracılığıyla
başkalarına anlatma işi”dir.[4]
Bilgi ve fikirleri açığa
çıkarabilmeyi sağlayan birbirinden farklı seslerin oluşumunu sağlayan vokal organlarımızın (Diş, damak, dil, dudaklar, çene ve gırtlak) gelişimi beyin gelişimimize bağlı sürecin sonuçlarındandır.
Temelde iki türlü anlatımdan söz etmek mümkün:
Yazılı anlatım, sözlü anlatım. Yazılı anlatım, şiir (nazım) ve düzyazı (nesir)
olmak üzere ikiye ayrılır. Düzyazı üçe ayrılır: Olay (roman, hikâye, masal,
fabl, destan… vb.), Düşünce (makale, deneme, söyleşi fıkra, eleştiri, nutuk),
Bildirme yazıları (biyografi, otobiyografi, haber, mektup… vs.)
Emile
Zola: “Yazıya
geçmiş düşüncenin değeri vardır; geri kalanlar boş çırpınmalardan, rüzgârın
alıp götürdüğü bir saatlik hayallerden, başka bir şey değildir.” sözüyle
yazmanın önemini vurgulamıştır.
Yazma, görünüşte kalem ve kâğıt
etkileşiminden ortaya çıkan bir ürün gibi görünse de anlatılmak istenen
düşünceler, hayaller, tasarılar, duygular öncelikle zihinsel bir süreçten
geçmektedir. Yazmanın hem dil becerileri hem de zihinsel becerilerin gelişimine
katkı sağladığı unutulmamalıdır. Yazılı anlatım becerilerinin geliştirilmesi,
dil öğretiminin en önemli hedef ve görevlerindendir. Yazının sanat tarihinde
içerisinde çeşitlilik gösterdiği görülür. Dil, anlam
ve içerik ile olan ilişkisi yazılı yapıtları oluşturur.[5]
Yazmak için önce okumak, okumak için de bir şeyleri dert
edinmek gerekir. Toplumda meydana gelen olaylardan kaygılanan, olumsuz
durumlardan rahatsız olan insanlar yazdıkları ile çözüm arayışına girerler. Bir
yazı, duyarlılıkla başlayıp, bilgi birikimi ile ilerleyen bir sürecin
sonucunda oluşur. Bu birikim çok okumak
ve okuduğunu anlamlandırabilmek ile mümkündür.
Amerikalı yazar
Stephen King, Yazma Sanatı adlı
otobiyografi kitabında: Özellikle imza günleri ve
toplantılarda kendilerine dil ve yazım ile ilgili sorular yöneltilmediğini
görünce bu kitabı yazmaya karar verdiğini anlatıyor. Yazmaya meraklı kişilere
neyin nasıl ve ne şekilde yazılacağı konusunda bilgiler veriyor: “Yazmanın amacı para kazanmak, ünlü olmak,
sevgili bulmak, sevişmek ya da arkadaş edinmek değildir. Sonuçta amaç,
eserinizi okuyacak insanların hayatlarını ve kendi hayatınızı
zenginleştirmektir. Amaç; uyanmak, iyileşmek ve başa çıkmaktır. Mutlu olmaktır.” diyor ve ekliyor: “Yazmak bir sihir, her yaratıcı sanat dalı kadar ab-ı hayat.”[6]
Yazma eyleminde bulunan bireylerin kendine özgü, deneysel,
yenilikçi, yaratıcı tavrını sürdürmesi ve okuyuculara özgün, zengin
içerikli bir metin sunması önemlidir. Büyük
sarsıntılar, çözülüşler, bunalımlar, değişimler ve oluşlar çağında; edebiyatın
toplum içinde aydınlatıcı, eğitici bir görevi vardır. Edebiyat, hayattan ve
toplumdan beslenir. Edebiyatın-sanatın gelişmesi, insan gerçeğimizi,
toplum gerçeğimizi tanımak, olayları olduğu gibi görmekle başlar.
Yazar, yeni olan, ileri olan, eskiye
(gericiliğe) karşıt olan her şeyi destekleyen hareketin içinde olmalı;
sezgileri, yaratıcı zekâlarının etkisiyle somut sorunları somut koşullar içinde
irdelemeli, yazmalıdır.
Dünyanın değişmesinin çıkarlarına
uygun olmadığı için değişimden korkanlara karşı yazarlar; düşünüşleri,
davranışları, yarattıkları eserlerle bir sis çanı olmak durumundadır. En koyu
karanlıkta bile aydınlık bir yan olduğuna inanmalıdır.
Bilimin verilerine dayanan “ileri
dünya görüşü” geniş hayat deneyimi, ustalık gerektirir. Bunların gerçekleşmesi
gerçekçi edebiyatın yaratılmasını, ayrıca yazarın-sanatçının üstün bir seviyeye
taşınmasını, tarihsel hareketin bilincine varmasını, doğa ve toplum olaylarını
bütünü içinde görmesini, toplumla bütünleşmesini sağladığı gibi bireylerin
bilincini de şekillendirir.
Edebiyatımızın bugün içinde
bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulması, ancak mutlu geleceğe inanan, toplumun
hayalle, dilekle değil, mücadele ile kurulacağına inanan yazarların bilinçli,
sabırlı çalışmaları yitirilen umudu, sevinci canlandırabilir.[7]
Dünyayı, insanı tanıtan,
değiştirmeye çalışan gerçekçi edebiyat: Bir tutku, bir kültür, eğitim, özgürlük
ortamında boy verebilir. Bilimsel düşüncenin ayakta tutucu, direnme gücü
verdiği unutulmamalıdır. İyi yazılmış kitapların kalıcı olduğu gerçekliktir.
Kaleminizi her zaman iyi yazmak için kullanın.
4 Yaman, E. Yazma Sanatı,
İkinci Baskı, Ankara, Akçağ
6 Stephen
King, Yazma Sanatı, Çevirmen: Gökçe Yavaş, Altın Kitaplar, İzmir, 2020.
7 Fethi Naci, İnsan Tükenmez, Adam Yay. 2. Baskı,
İstanbul, 1997.
Bahri Loş
YİTEN
ÇAĞ
Zaman
bağrı bir soğuk demir
Günü
gök ışıltılı yangın lekeleri
Göz
kovuğuna düşen sonsuz
Noktayla
dize gelmiş anlam
Tüy
hafifliğinden kurşun ağırlığına.
Kanı
çocuk ev kadar ülke
İnsanlık
atlasında kayıp dünya
Kıyım
yeteneği ileri teknoloji
Sabıkalı
bilimler elindeki çırpınış
Adımları
boşluğa düşen çağ.
Seçkin
düşüncenin zulüm çıkmazı
Karşılaştırmalı
ölümcül yarışlar
Hırs
çemberinde yok oluş izleri
Bol
katılımlı sürgün hükümleri
Namlu
ucundan insanlık dersleri.
Renkli
nesnelere sıkışan ruh
Korna
sesinde kaçan keyif
Göğü
kana bulayan çığlık
Mızrak
ucuna denk gelen yasa
Kirli
hesapta yiten çağ birikimi.
Kadir,
yıllardır Kiltepe’de oturmaktaydı. Kiltepe gecekondunun da kondusu bir yeridir
Malatya’nın. Baba Kadir, az çekerek boyluca, gülecen yüzü ve topakça bıyığı ile
sevgi dolu bir aile babasıydı. Çocuklarının ve torunlarının kocaman adamlar
olmasına bakmadan hepsini kucaklar, şapır şapır öperdi. Çocuklar, torunlar
babanın çok insancıl, yumuşak huylu ve sevecen yapısından dolayı onu çok
seviyorlardı. Kadir de onların kanadıyla uçtuğunu söylüyordu her zaman. 6 Şubat
2023 sabaha karşı saat 04.17 yer yerinden oynadı. İlk olarak baba Kadir uyandı.
Torunlardan en küçük olanını kaptı ve dışarı fırladı. Hava zehir zemberek.
Torun da kendisi de ayakkabılarını bile giyemeden pijamalı halde dışarıda
buldular kendilerini. Kadir ötekilerin de çıkmasını beklerken evi yerle bir
oldu. Birkaç dakika bağırtı, inilti duydu. Sonra sesler yok oldu. Göğsüne vura
vura sızlandı, eşinin çocuklarının, torunlarının isimlerini sayıklar gibi
sırasıyla dillendiriyordu. Yere çömeliyor ve iki eliyle saçlarını
yoluyordu.
Bir
hafta sonra enkazdan cesetler çıkarıldı. Kadir ağlamıyordu artık. Sersemlik
buydu belki. Ölüm, dünyadan dönüşsüz bir gidişti. Bütün aileciği bir anda
toprağın olmuştu Kadir’in. Deprem ne anlaşılmaz bir şeydi!.. Koca şehri bir
dakikada yerle bir etmişti. Bakırcılar Çarşısı’ndan Sıtma Pınarına yani
Malatya’nın göbeği tam bir harabeye dönmüştü. İşin en garip yanı yeni yapılar
eskilerden daha fazla zarar görmüştü. Buna en önemli örnek Fahri Kayahan
çevresindeki evlerdi. Kapı ve pencere çerçevesindeki bandajları henüz
sökülmemiş güya yepyeni binalar ağır hasarlıydı. Bakırcılar Çarşısı’nın ne koca
koca bakır kazanlarına tempolu vurulan tokmağın sesi ne kalaycının maviye çalan
körük alevi ne de soğuk demircilerin kulakları zorlayan tangırtısı yoktu artık.
Esnafın günlük bakımıyla yaşamını sürdüren kediler, köpekler, serçeler ve daha
birçok hayvan alışık oldukları yeri bulamaz oldular. İnsanlara baktığınızda,
kaşları yıkkın, yüzlerinde yıkılmışlığın haritası, gözlerindeki derin
umarsızlıktan başka bir şey okumak mümkün değildi. Hani “Nerelisin?” diye
sorulduğunda “Etrafı dağlık ortası bağlık diyardanım” denir. Hani “Malatya
Malatya bulunmaz bulunmaz eşin…” demişti o türküde bir güzel ozan. Ahh Beydağı,
arılar uçuşturan, çobanlar eğleyen, yiğitler ağırlayan şimdi ne oldu koynundaki
şehre. Ahh Malatya’ya can veren Sultan Suyu, damızlık atların has yeri ne oldu
Akçadağ’ına… Ahh elma bahçelerinin Doğanşehir’i, ahh adına uygun Yeşilyurt,
bahçeler içinde kahvaltı yerleri, ahh tarihi güzellikleriyle bezenmiş Battalgazi,
bu ne yıkımdı… Kısaca şunu demeli miydi, buralar şimdi yıkıntıdan bir şehir.
Her an
kameralılar geliyordu. Kadir yaklaşan her kameraya sırtını dönüyordu. Bu
tutumuyla belki de çok haklıydı, bu dünyada konuşulacak ne kalmıştı ki Kadir
için… Ahh ne kötü şeydi deprem!..
Kadir,
her gün mezarları görmeye gidiyordu ve her birinin başında bazen seslice, bazen
dudaklarını oynatarak konuşmalar yapıyordu. Torunu Yadigâr ise devamlı
ağlıyordu. Kadir’in yüzü kurşuniye dönüşmüştü, halsiz ve yıkkındı. Günlerce
torunu elinde evinin yıkıntısı etrafında dolandı durdu.
Deprem
mağdurları, gelen yardım arabalarına yanaşıp, birbirlerini ite kaka bir şeyler
istiyorlardı. Yardım gelmiş gitmiş, Kadir’de hiç telaş yoktu. Torununun elinden
tutarak, ara ara yürüse de çoğu kez bir yer bulup oturuyordu. Mahalleli
konteyner ve yardım çadırı için yazılırken o hiç kılını kıpırdatmıyordu. Siyasi
partiler ve sivil toplum kuruluşları da bizim Kadir’i hiç ilgilendirmiyordu,
hatta iyi niyetli yardım için gelenlere de bakmıyordu. Kadir, yıkıkça bir yerde
bulduğu çul çuval ile kendine ve torununa yatacak yer uydurmuştu. Aslında onu
da komşular hazırladılar. Kadir, oturduğu yerden boş boş bakarak insanları
izliyordu.
Havanın
buz kestiği bir gündü. Bir kocaman meydan ateşi yakıldı açık alanda. Herkes
ateşin etrafında çember olmuş, ısınmaya çalışıyordu. Küller oluşup ateş
ağırlaşmaya başladığında, Kadir ateşin yanına vardı, iki eliyle avuçladığı külü
yüzüne gözüne sürdü. Sonra bir daha yerden avucunu külle doldurdu ve yedi.
Herkesin donuk bakışları altında tekrar yerine gidip oturdu.
Oradakilerden
biri yaşlıca birine sordu. “Kadir dayı külü neden yedi?” Yaşlı yanıtladı
“Acılar ayyuka çıktığında bu kül yeme işi yapılır, buna kimsenin aklı ermez.”
Sonrasında sessizce ağlamayı sürdürdü ateşin etrafındakiler.
Oysa
içeride çok yanana dışarıda karlar gerekir.
F. Kadri GÜL
SÜREÇ
Düşüşle
yükseliş ortasında
büzüşüp
kalmışız da
En
güzel düşünceler
bir
tohumun deviniminde mi
Daha
yetkini öğretmek için
saf
yakarışına seher yelinin
Usun
parçaları
bilinç
kırıntıları karışır da
Saksıdaki
karanfil der ki
kan
olmak sırası bende
Cihangir Nomozov
“SENİ ÖYLE UNUTACAĞIM Kİ…”
Seni
öyle unutacağım ki
gözlerin
küle dönecek
hatıran
karanlık bir denizde
dalga
dalga yutulacak.
Unutmayacağın
tek şey
benim
sessiz çığlığım olacak
küllerimde
saklı kalan yangın
her
gece yüreğine saplanacak.
Adım,
zamana vurulmuş bir yara
dudaklarında
çaresiz bir hece
unutmak
değil, unutturmak isterim
ama ben
öyle bir fırtınayım ki
senin
dünyan yıkılır
kendinle
kavrulursun.
Seni
unutmak
bir
kıyameti sessizce başlatmak
bir
yıldızın geceyi kırması gibi;
sessiz,
ama sonsuz sarsıntılarla…
Unutursan
eğer
benim
unutuşumun yükünü taşırsın
yüzleşirsin
benim gölgemle
kaçışın
yok, saklanışın boş.
Çünkü
ben
unutmanın
en karanlık cehennemiyim;
seni
öyle unutacağım ki
sen
asla unutamayacaksın...
Uğur Olgar
AĞAÇ NE
ZAMAN ISSIZDIR?
“Issız
bir ağaç” demiş şairin biri dizesinde. Düşüncelere daldım. “Ağaçlar hep ıssız
değil midir zaten?” diye koşarak gelen düşünceyi hemen uzaklaştırdım usumdan.
Olsa olsa tek bir ağaç için düşünülebilirdi bu. Ağaç, canlı ama yürüme yeteneği
olmayan bir varlık olarak başka ağaçların yanına gidemeyeceği ya da başka
ağaçlar onun yanına gelemeyeceği için bir anlamda ıssız ve yalnızdır elbette.
Sürüden ayrılmış, inzivaya çekilmiş tek bir ağaç için bu geçerli bir sav olsa
da, bana kalırsa, o bile ıssız ve yalnız değildir. Ağaçlar, kalabalık ve sosyal
canlılardır, yürüyemeseler de hep hareket ve devinim halindedirler; iğne
yapraklı olanları bazen, kozalaklarını metrelerce ileriye fırlatırlar, hemen
hepsi de çiçeklerinin polenlerini arılara taşıttırırlar başka ağaçlara
ulaştırmak için.
Yarım
saattir uyanık olduğum tatlı bir mayıs sabahında, yatağımdan bunları düşüne
düşüne kalktım. Dördüncü kattaki evimin balkonundan Göksu’nun kenarındaki
yapraklanmış ağaçlara baktım. Çok kalabalıklardı. Yüzlerce sabahçı kuş, yeni
doğmuş güneşin sevinç ışıklarıyla daldan dala konarak dünyanın en güzel koro
ezgisini cıvıldaşıyorlardı. Ağaçların altındaki banklara baktım, sabah
yürüyüşüne çıkmış insanlardan bazıları soluklanmak için oturuyorlardı. Ben de
heveslendim, ağaçların yanlarına gidesim geldi, apar topar giyinip kendimi
dışarı attım. Nazım’ın dizesindeki tek ve hür bir ağacın yanına gittim
özellikle, öbürleri bir arada orman gibi kardeşçesine yaşıyorlardı ırmak boyu.
İyice bir inceledim tek yaşayan ağacı; çok kalabalıktı, kuşlar bir yana,
gövdesine tırmanan karıncalar mı istersin, aşağı doğru eğimlenen reçineler mi,
hepsi vardı ağaçta. Daha bir sürü böcek adını sanını bilmediğim.
Geceleri
de ıssız değildir ağaç. Duştan yeni çıkmış, pırıl pırıl bir ay girmiştir
koynuna. Beethoven’in Ay Işığı Sonatı’nı dinleye dinleye uyur ağaç, ayakta uyur
elbette. Ağaçlar ayakta uyur, ayakta ölürler. Biz insanlardan farklı ölürler
onlar, dimdiktirler ölürken.
Issız
sanılan bir ağacın gölgesini kimse hesaba katmaz, ama gölge de
kalabalıklaştırır ağacı. Öğle uykusuna yatmış bir sokak kedisi, ağaca sırtını
dayayıp çıkınındaki peynir ekmekle karnını doyurmaya çalışan bir sayaç
okuyucusu, güneşi sevmeyen karınca ordusunun ağacın gölgeli ve köküne yakın bir
yerinde yuva inşa etme çalışmaları, ağaçkakanların ritmik didikleme sesleridir
ağaçları kalabalıklaştıran.
Sayısız
bitki ve hayvan türünün birlikte oluşturduğu canlı bir ekosistem olan orman,
her bir ağacıyla alabildiğine kalabalıktır; yalnız yakıldığında, cayır cayır
yanmaya başladığında ıssızdır, dilsizdir. Birlikte yaşadığı hayvanlar gibi…
Sophia Jamali Soufi
ÇÖKELTİ
Şehir
Sessizlik içinde
şehir
Ve ben
En yalnız sürgün
Tenim, kaçınılmaz bir
yolculuk kokusu veriyor
Çocukluğum
Kayboldu sokakların
gürültüsünde
Ve yetişkinliğim
Her gece
Yalnızlık
duvarlarından sızan
gölgelerin
çoğalmasıydı
Zorluklar
Nallarımı çizen küçük
taşlardı
Pençelerimi kırmak
için değil
Ve her çizik
Var olmayı öğreten
deri üzerindeki bir
noktaydı
Karşı rüzgâr
Kulaklarımla tanıştı
Yolu kaybetmek için
değil
İçimdeki delilik
noktasını bulmak için
Ve aynada
Yabancı bir suret
Kırılmaya dayanamayan
kemiklerle
Ama bir ömrün
tüm kırık anıları
Bakışlarının derin
karanlığında
parça parça
haykırıyordu …
Yaşar Özmen
ÇAĞRIŞIMSAL
İMGELEM KURAMI
Çağrışımsal
imgelem, şairin şiirde kurduğu uyaranlar ile okurun kendi yaşamsal varlıkları,
kültürel değerleri ve belleğinde kayıtlı görüntüler üzerine yaslanarak yeni
görüntüler ve duyusal alanlar yaratma sürecidir.
Çağrışım
katmanı; şiirdeki herhangi bir anlam, ezgi, söz, olgu veya imgeye dayanarak
okur belleğini dürten, okurun zihnindeki bağıntılar bileşkesini kurcalayan,
anıştıran, tetikleyen ve harekete geçiren, okuru imgelem dünyasına yönelten,
yeni düşünme ve görme biçimine neden olan bir katmanın adıdır. Çağrışımı şiir
veya sanatsal bir uzamda ele aldığımızda, çağrışımın çıkış, oluş ve sonuçları
açısından ayrıntılı incelenmesinin gereği doğar. Her sanat eserinin üzerine
yaslandığı görünmeyen bir varlık alanıdır. Uyarma, uyandırma, sezdirme,
anıştırma, duyumsatma ve anımsatma gibi zincirleme tepki yanında, yapıtın
anlamsal derinliği ile coşum tetikleyerek sanatta duygusallığı sağlar.
Çağrışım, anlamın kaşağısı, zihnin karanlık bölgeleri için el feneridir. Anlamı
kaşıdıkça kişiyi daha yoğun imgeye, imgeden daha özgün imgeleme götürür. Bir
anlamda bellekteki yerleşik izlerin uyaranı ve düş dünyasının başat erketesidir
diyebiliriz.
İmgelem,
bilgi birikimimiz ve bilincimizin zihinsel, düşsel ve duygusal olarak ortaya
koyduğu tüm tasarılar, görüntüler, işlemler, yaratılardır. Bir anlamda düş ve
düşünme gücünün ortaya çıkardığı eyleme dönüşmemiş düşünce bazında örüntüler
evreni de diyebiliriz. Zihnin işleyiş ve imge çekirdeğini ortaya koyuş sürecidir. Sanatın doğumuna
kaynaklık eden ilk düşsel aşamadır. Sanatsal edimlerin akarsuyudur.
Konumuz,
çağrışımın okurda doğurduğu imgelem sürecidir. Diğer bir söyleyişle okurun;
şiirin duyusal ve nesnel varlık katmanlarına yaslanarak zihinsel etkinliğe
girişidir.
Çağrışımsal
imgelem tabakası dediğimizde, okurda oluşmuş ve oluşturulmuş olan bir imgelem
sürecinden söz ediyoruz demektir. Daha önce sözünü ettiğim çağrıştırma
tabakasındaki çağrışım çekirdeği, okur üzerinde uyarı, sezdirme, anımsatma,
dokunma ve değinmeler yapar. Diğer taraftan da imgelem ve düşlerini harekete
geçirir.
Olgunluğa
ulaşmış zihinde bir şey, o kadar çok şeyler ile bağıntılıdır ki hangi şeyin
hangi bağıntıyı uyaracağı alıcının bilgi varlıkları ve belleğindeki izler ile
doğru orantılıdır. Neyin neyi harekete geçireceği, neyin nasıl bir imgeleme
yönlendireceğini kestirmek zordur. Yani şair olarak sizin söylediğiniz esas
değildir; okurun nasıl anlamlandıracağı, nasıl bir imgelem dünyasına yöneleceği
esastır. Şair, kendi anlayışına göre bir veya birkaç imgeyi hedeflemiş
olabilir, ancak şairin açığa çıkmasını arzu ettiği imgeler okur tarafından hiç
görüntülenmeyebilir. Bu biçim bir yönelme, rastlantısal imgelem tabakasında
ayrıca incelenmek zorundadır. Okur, belleğine dayanarak daha farklı imgeleme
ulaşmış olabilir. Burada sözünü ettiğimiz şey, şairin yönettiği imgelem
tabakasıdır ve her şair sözlerinin okuru nasıl bir imgeye ve imgeleme
yönelteceğini az çok belirleyebilmelidir.
Şairin
yönlendirmeleri dışında kalan çağrışım olanakları bir olasılıklar yumağıdır.
Şair; anlam, anlatım ve ses olanaklarına dayanarak çağrışımın amacı, yönü ve
gücü konusunda sorumluluk taşır. Şöyle ki: Şair çağrıştırmak istediği konuyu,
olguyu, olayı, özü bir bağdaştırma, aktarma, benzetme vb. ile çarpıcı bir
şekilde verir/yansıtır, hissettirir ya da sezdirir; ancak okur konu hakkında
bilgisiz ise çağrışım, hissettirme, sezdirme okur açısından bir anlam ortaya
koymaz. Bu, şair tarafından dikkat edilmesi gereken önemli bir ayrıntıdır. Fin
mitolojisinden bir simge veya sembol kullanılması benim için bir anlam
taşımayabilir. Örneğin bir Finli için tarihsel bir olgunun duygusallığını
içeriyor olabilir. Şair, şiirinde hem çağrıştırma sorumluluğunu taşımak durumunda
hem de okurun varabileceği imgelem sürecine katılmak durumundadır. Basit bir
ayrıntı gibi geliyor; ancak bu konu şiir yazarken, çözümlerken ve altı dolu
eleştiri yaparken son derece önemlidir. Bir şiirin okurda yaratacağı etki ve
şiirin okuru kavrayışı bu ayrıntıyla güçlendirilebilir veya tam tersi
zayıflatılabilir.
Şairin
çağrışım yoluyla yönlendirdiği imgelem tabakası, şiirin gelecekte takınacağı
tavrı, yaymayı sürdüreceği ileti niteliğini de belirleyebilme olanağına
sahiptir. Bu belirlenim, şairin niteliği, sezgisi, bilgi altyapısı, dünya ve
yaşam ilişkisini okuma yetisi bunun yanında gelecek öngörüsü ile doğru
orantılıdır. Sanatçının bilimsel yetkinliği ve öncü tutumu etkendir. Sözünü
ettiğim konu, bütün sanat alanlarında özel olarak incelenmesi gereken çok
boyutlu bir durumdur.
Yinelemek
gerekirse çağrışımsal imgelem, şairin yönlendirdiği uyaranlar ile okurun kendi
yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve belleğinde kaydedilmiş görüntüler
üzerine yaslanarak yeni görüntüler ve yeni duyusal alanlar yaratma sürecidir.
“Şair, okurun dünyasına göre söz söylemek zorunda değildir; içinden geleni
olduğu gibi söyler” diye söylenir. Ancak şiirin okura ulaşması ve onda estetik
kaygı uyandırması için onun dünyasına seslenmesi, onunla ilk ilişkiyi
başlatabilmesi ön koşuldur. Bu konu biraz da şairin toplumsal ve bireysel
olguları okuyabilme yetisiyle ilgilidir.
Çağrışımsal
imgelem tabakası, çağrışım neticesinde insan zihinsel varlıkları içinden
birtakım görüntüleri çeker. Çağrışımın yönlendirdiği anlamla özdeş görüntüye
dönüştürür. Bunlar, birbiriyle bağıntılı olgulardır, izlerdir, yaşamsal
çıkarımlardır. Çağrışımın doğurduğu ve çağrışımın zihne taşıdığı görüntü ile
ilişkili, okurun zihinsel doygunluğuna bağlı olarak daha içsel yeni anlam ve
imgelem oluşur.
Şimdi
birkaç dizenin çağrışım olanaklarını ve imgelem gücünü anlamaya çalışalım.
(…)
Irgalamıyor
beni masum gagalı güvercinleriniz
Barışı
getirmekten uzaktılar ne zamandır
Tırtıl
taşıdılar badem gagalarında
Tırtıklasın
diye üstüme yağan güneşi
Hiç
güvenmiyorum güvercinlerinizin sevdasına
Kaç kez
sponsor olurlar yeraltı şehirlerine
Kaç kez
takla atarlar minare gölgelerinde
Kaç
bıçak vururlar sırtından çağa insafsız
Kaç kez
dikerler zeytin dalını haydut inine
Hesapsız
bir hasat yapar gibi hırçın
Başıbozuk
bir bostan bozumu mevsimindeyiz… Temmuz 2014, Narlıdere (Bir Damla Suda
Halklar)
Örneğin
ilk iki dizeyi, çağrışımsal imgelem açısından inceleyelim. “Tırtıl taşıdılar
badem gagalarında/Tırtıklasın diye üstüme yağan güneşi” derken bir güzelliğin
tırtıklanması için düşünce yapısı belirli insanların sanrılarından söz
edilmektedir. Aslında güncel ve somut olaylara dayanan bağdaştırma söz
konusudur burada. ‘Badem gagalarında’ alışılmamış bağdaştırması, aynı zamanda
belirgin ve kalıplaşmış düşünce yapısını anlatan bir çağrıştırma çekirdeğidir.
İki sözcük, zamanımızın bir olgusunu okurun önüne getirip koymuş ve okurda
kocaman bir imgelem dünyası kurmuştur.
İmge;
hareket, biçim, renk veya sözle görünüşe taşınan değerlerdir ve aynı zamanda
yeni imgelem alanları yaratma gücüne sahiptir. Örneğin, //Usun tekbirle
kelepçeye vurulduğu yerde// dizesinde tekbirle kelepçe, İslam kültürünün yoğun
olduğu ülkelerin geri kalmışlığını, vahşetini, pozitif bilimleri göz ardı
etmesini düşünebiliriz. Bu dizede dikkatli bir imgelem çözümlemesine gidersek,
tek başına ‘kelepçe’ sözcüğü bile imge ve arkasından bir imgelem süreci doğurma
gizilgücüne sahip olduğunu görürüz.
Çağrışımsal
imgelem tabakası böyle bir durumu ortaya koyan alandır. Gerek şiir dili tekniği
ile gerek doğrudan göndermelerle gerek imge gibi yöntemlerle yapılsın;
bellekte, bilinçte ve bilinçaltında var olan bilgileri uyararak okura yeni
imgelem olanakları sağlar. Okurun yaşamsal izlerini ve değerlerini
kurcalayarak, okurda öne çıkan bilgilerle yeni anlam alanları yaratır. Bu
alanlar çağrışımsal imgelem alanlarıdır ve sanat açısından önemli bir
bileşendir. Çağdaş sanatta yapılmaya/yaratılmaya çalışılan önemli bir
ayrıntıdır.
Dil
sanatlarında, özellikle şiirde çağrışıma bağlı imgelem tabakası kendine özgü
bir biçimde ayrıca ele alınmalıdır. Çağrışımsal imgelem tabakası, yukarıda söz
edildiği durumuyla bir kuram özelliği taşır mı? Çağrışımsal imgelemin oluş
sürecinin; genelliği, deneyselliği, izlenebilirliği ve sürekliliği sağladığını
ve bu nedenle kuram olarak ele alınabileceğini düşünüyorum. Örneğin heykel ya
da plastik sanatlarda çağrışıma bağlı imgelem sınırlı kalabilir; ancak dilde
her bir sözcük, bilgi ve dize, çoğul çağrıştırma gizilgücü taşır ve okura göre
değişen imgelem yolunu açar. Sonuç olarak bu alan, kuramsal bir özellik taşır
ve özellikle dil sanatlarında, daha etkin olarak şiirde, okurdaki anlamlandırma
çabasını, düşünme ve düşlem sınırını genişletir, diye düşünüyorum.
Bu
yorumlara dayanarak çağrışımsal imgelem tabakasının, özellikle dil sanatlarında
kuramsal yetkinlik taşıdığını söyleyebiliriz. Yani bu süreç, Çağrışımsal
İmgelem Kuramı olarak ele alınabilir. Her ne kadar bu konunun kuram olabilme
yeteneğine sahip olduğunu söylesek de kuramın deneyselliğine,
izlenebilirliğine, genelliğine bakılması, eylemsel sürecinin araştırılması ve
daha işlenebilir bilgiye dönüştürülmesi gerektiğinin altını çizmeliyim. Bu
tabaka; bir olgunun, olayın, yansımanın anlamlandırılmasında önemli bir işleve
sahiptir ve şiire sanatsal öz kazandırır. Ayrıca bu tabaka, bir eserin
anlamından çağrışımına kadar okurda yaratılması istenen algı, anlama, düşünme
ve görme etkinliğinin eylemsel düzlemidir. Okurun çağrışımla imgelem dünyasına
gönderilmesi, kendine özgü teknik, yöntem ve ayrıntı gerektirir. Bu nedenle
çağrışımsal imgelem tabakası gerek kuram olarak gerek süreç olarak düşünülsün,
dil ve insan bilimleri uzmanları tarafından ayrıntılı bir biçimde bilimsel bir
gözle ele alınmalıdır.
Çağrışımsal
imgelem tabakası, aslında eleştirmenin önemle üzerinde düşüneceği bir
anlamlandırma sürecidir. Oscar Wild’ın deyişiyle, “Eleştirinin asıl amacı
eserin etkisini ortaya koymaktır.” Dilde her bir sözcük, ses, bilgi ve dize bir
uyarandır, çağrışım çekirdeğidir ve çağrıştırma gizilgücü taşır, okurda imgelem
yolunu açar. Şair, çağrıştırma gizilgücü taşıyan uyaranları nasıl kullanmıştır?
Nesne, olay, olgu, simge, mit gibi uyarıcı etkenleri okurun artalan bilgisi ile
nasıl özdeşleştirmek istemiştir? Eleştirmen, bu sorulara yanıt bulduğunda bir
şiirin okurda yaratabileceği etkiyi de çözmeye başlamış demektir.
Sonuç
olarak, çağrışımsal imgelem kuramı; sanatın okurla ilişkisinden doğan bir olayı
görünür kılmak üzere ileri sürülmüş yeni bir sanat kuramıdır; çağdaş sanat
anlayışının “Hareket Olgusu”na dayanır. Okurla yapıt arasındaki ilişkinin
zihinsel sürecini açıklamaya çalışır. Eserin anlamının okurun bilgi ve yaşam
izleri ile belleğine göre şekil alması, anlamlandırılması üzerine kurulu,
uygulamalarla kanıtlanabilir bir görüngüdür. Bilimler arası eşgüdümle
denenebilirliği, izlenebilirliği ve genellenebilirliği araştırılmalıdır. Bir
sanat yapıtının yaratılmasında, çözümlenmesinde ve eleştirisinde önemli
işlevinin olduğunu değerlendirmekteyim. Özet olarak bu kuram, yüksek lisans ve
doktora tezlerine konu olabilecek kadar ayrıntı, uygulama, araştırma ve
inceleme gerektirir.
Bunlara
ek olarak, yanıtlanması gereken sorular şunlardır: Bir sanat eserini
yaratırken, çözümlerken ve eleştirirken, bu kuram ne işimize yarar? Alımlayıcı
için ne anlam taşır? Sanat anlayışımıza nasıl bir değişim getirir? Sanatçıya
nasıl bir ufuk açar? Sanatsal ifadenin tanımlanmasında ne işimize yarar?
Ne
zaman bu şehre gelsem
Seni
buluyorum yıkıntıların içinde
Ellerimle
yüzünün kıvrımlarını kazıyorum
Haritanın
sınırlarını siliyor düşler
Öyle
çok tırmanıyorum tepeleri
Seninle
uyanıyorum güne
Seninle
ufalanıyor ekmek
Kum
bulutları taşıyor gözlerimden
Her
gece üstünü örtüyor mavi kelebekler
Ahmet Yılmaz Tuncer
ÇEMBER
Çemberin içinde kalan
Kimliksiz bedenim
Sorguların ötesinde
sunulan
Ve anlatılan
Ne kadar çok inanan
Ve inanmayan
Girdiğim çıkmaz
sokakların
İntikamı sanki
yaşanan
Kan oturmuş gözlerime
Hayata doğru bakan
Dağlardan süzülen
siyanürün
Katransı tadı dilimde
Kapanan perdelerin
dalıp gitmelerin
Sorguya katılmasıyla
sunulan
Yapılan yeni bir
işkence
Anlatılan yokluğun
Anladığım sensizliğin
Çapraz sorguda yine
İçindeyim çemberin
Sorguların ötesinde
sunulan
Oysa kimliksiz
bedenim
Ne hükmü olur
sorguların
Dağlardan süzülen
siyanürün
Katransı tadı dilimde
Senin adın
Sensizliğinin
Ve ben
kimin
bu yaşam provası/aşınmış hayaller
dün
çektiğin her neyse bırak kalsın olsa da ölüm
adını
yıllara yazdıran nar çiçeği bu cenk senin
gürül
gürül akan su türkü dillendirir
‘üstü
kalsın’ deme ertelenen sevinç
dilediğin
kadar sevmelisin hayatı
insan
içten birikir, dilden sökülür/üç günlük dünyada
yarım
kalan küskünlük yaşam öyküsü/sonrası koca bir hiç
herkes
dünyanın kahrını çeker ince sabırla
eninde
sonunda alışır kavgası bitmeyen hayata
yine de
seviyorum gün ışığıyla büyülü sevinci
beklemeyi
umut sanan insan çileyi incelik sanır
beceremiyoruz
işte; biri sevda der diğeri karasevda
uslanmaz
haykırış/bu bir sınav her şey gelip geçer elbet
insan
yarasını nasıl okur kurulmamış cümlede
masal
yazmasın kimse/kim kanar yeminlere
bir
güzellik iliştir dudağın kıyısına çiçeklensin mevsimler
sırası
değil incinmenin/umut sakla ceplerinde
dayanamaz
yürek, sevgi taşır elleriyle
bahara
duran mevsim gülden, çimende haber ver
sevmelisin
hayatın tükenmeyen inancını
Fazilet Özkan Por
ATATÜRK’ÜN
DUMLUPINAR SÖYLEVİ
“Türk’ün onuru, özsaygısı, yeteneği çok yüksek
ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyi. Bu nedenle
ya bağımsızlık ya ölüm!” Atatürk, Nutuk
30
Ağustos Zafer Bayramı’nı kutladık üç gün önce. Yurdumuzu işgal eden yayılmacı
İtilaf Devletleri ile yaptığımız Başkomutanlık Savaşı’nın utkuyla sonuçlandığı
103. Yıldönümünde coşkuyla, gururla kutladık.
Başkomutan
Mustafa Kemal, komutanları ile inanç ve kararlılığın oluşturduğu, donanımsız,
yoksul ordusuyla düşmanı gözlüyordu…
(*) Sarışın bir kurda
benziyordu.
Bıraksalar
ince uzun bacakları
üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan
bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon
Ovasına atlayacaktı. (…)
Askerimiz
uykusuz, yorgun, aç, ayağında delik postal ya da çarık… Asker emir bekliyordu;
saldırmak için… Emir verilir verilmez öyle bir saldırı gerçekleştirdiler ki!..
Afyon Ovası’na ölüm olup aktılar. Dokuz gün gibi kısa sürede düşmanı Afyon’dan
İzmir’e sürüp denize döktüler. Ve tarihimize kanla, inançla bir destan
yazdılar. Büyük bir zafer kazandılar. 30
Ağustos 1922
Eşsiz
bir komutan, büyük askeri başarılarla tarihe adını yazdırmış Mustafa Kemal; çok
kanın aktığı çatışmalar, acılar, üzüntüler yaşadığı savaştan, askerlik
anılarından söz etmeyi sevmez. Kanlı savaşların yaşandığı Çanakkale’ye, Doğu
Cephesi’ne ve Sakarya Savaşı alanlarına gitmez bir daha. “Ulusun yaşamı
tehlikeye girmedikçe, savaş bir cinayettir.” der.
Yalnızca
Başkomutanlık Savaşı’nın geçtiği Dumlupınar’da yapılan kutlamalara katılır. Ve
çok duygulu, anlamlı, destansı bir konuşma yapar. Türk ulusuna, gelecek
kuşaklara olduğu kadar ezilen uluslara da seslenir. Dünyanın baskıcı ülkelerine
karşı bağımsızlık ve özgürlük savaşına çağırır. Bu konuşmayla vurgulanan
yalnızca, duygular değil tarihe aktarılan kalıcı bir belgedir. Şevket Süreyya
Aydemir’in tanımıyla:
“Savaş
alanında yapılan bir barış söylevi, savaş edebiyatının bir şaheseridir.”
30
Ağustos 1924, Büyük Zafer’in ikinci yıldönümü. İki yıl önce Büyük Taarruz’un
başladığı Dumlupınar’da “Zafer” kutlamaları... Aynı zamanda Meçhul Asker
Anıtı’nın temel atma töreni yapılacak. Bu törende Atatürk; Büyük Taarruz ve
Büyük Zafer’i, Devrimleri açıklayan çok önemli bir konuşma yapar.
Konuşmasının
başında Türk ulusunun bu büyük savaşta, kendisini başkomutanlığa uygun gördüğü
için duyduğu mutluluğu dile getirir: Bu görevin mutlu anısını, ulusuma duyduğum
minnetle, ömrüm oldukça övünerek saklayacağım.” (…)
“Efendiler;
savaşlar, hele meydan savaşları, yalnızca iki ordunun karşı karşıya gelip
çarpışması değildir; ulusların çarpışmasıdır. Savaşlar, ulusların bütün
varlıklarıyla; teknik alandaki başarılarıyla, ahlaklarıyla, kültürleriyle,
erdemleriyle, kısacası gözle görülür görünmez bütün güç ve varlıklarıyla, her
türlü araç ve olanaklarıyla çarpıştığı bir sınav alanıdır. (…) Bu nedenle
meydan savaşında yenilen taraf, tüm varlığıyla yenilmiş sayılır. (…) Bir ulusun
ruhu ele geçirilmedikçe, bir ulusun yaşama isteği gevşeyip kırılmadıkça, o
ulusa boyunduruk vurulamaz.” (…)
“Efendiler;
Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve son parçası 30 Ağustos, çok parlak
zaferlerle dolu Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. (…)
Açıktır ki yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada
sağlamlaştırıldı; ölümsüz yaşamı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk
kanları, bu semalarda uçuşan şehit ruhları, devletimizin, cumhuriyetimizin
ölümsüz koruyucularıdır. Burada temelini attığımız bu anıt, Türk yurduna göz
dikenlere Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, saldırısını, güç ve
kararlılığındaki keskinliği anımsatacaktır.” (… )
“Efendiler;
yüzyıllardan beri Türkiye’yi yönetenler çok şey düşünmüşler. Ancak bir şeyi
düşünmemişlerdir: Türkiye’yi.” (…)
“Bu
muazzam zaferin çeşitli etkenleri üzerinde en önemlisi ve en yükseği Türk
Milletinin kayıtsız ve şartsız egemenliğini eline almış olmasıdır.” (…)
“Efendiler,
millî egemenlik öyle bir nurdur ki onun karşısında zincirler erir, taç ve
tahtlar yanar yok olur. Ulusların esareti üzerine kurulmuş kurumlar her tarafta
yıkılmaya mahkumdur. (…) Sarayların içinde Türk’ten başka unsurlara dayanarak,
düşmanlarla iş birliği yaparak, Anadolu’nun Türklüğün aleyhinde yürüyen çürümüş
gölge adamların Türk yurdundan kovulması, düşmanların denize dökülmesinden daha
kurtarıcı bir harekettir.”
“Efendiler,
ulusumuzun amacı, ülkemizin ideali, bütün dünyada tam anlamıyla çağdaş bir
toplum olmaktır. Bilirsiniz ki dünyada her topluluğun varlığı, değeri, özgürlük
ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı çağdaş yapıtlarla orantılıdır.
Çağdaş yapıtlar yapma yeteneğinden yoksun olan kavimler özgürlük ve
bağımsızlıklarını yitirmeye mahkumdurlar. İnsanlık tarihi baştan başa bu
dediğimi doğrulamaktadır. Uygarlık yolunda yürümek ve başarılı olmak yaşam
koşuludur. (…) Efendiler çağdaşlık yolunda başarı yeniliğe bağlıdır. (…)
Softalar, hurafeler kafalardan çıkmalıdır.”
“Efendiler,
ulusumuz burada kutladığımız Büyük Zafer’den daha önemli bir zafer peşindedir.
O zafer, ulusumuzun ekonomik alandaki başarılarıyla olasıdır. Bilirsiniz ki
ekonomik olarak zayıf bir ulus fakirlik ve sefaletten kurtulamaz; kuvvetli bir
uygarlığa, refaha ve mutluluğa kavuşamaz; toplumsal ve siyasi felaketlerden
yakasını kurtaramaz. (…) Hiçbir çağdaş devlet yoktur ki ordu ve donanmasından
önce ekonomisini düşünmüş olmasın. Yurdu ve bağımsızlığı korumak için gereken
bütün kuvvetler ve araçlar ekonominin gelişmesiyle mükemmel olabilir.” (…)
“Gençler!
Geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz, almakta olduğunuz
eğitimle, bilgiyle, insanlıktaki üstün niteliklerin, yurt sevgisinin, düşünce
özgürlüğünün en değerli örneği olacaksınız.
Ey
yükselen yeni nesil! Gelecek sizindir.
Cumhuriyeti
biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.”
31
Ağustos 1924 günlü Hakimiyet-i Millî Gazetesi konuşmanın tümünü yayımlar.
Atatürk’ün
açtığı yolda, cumhuriyete ve devrimlere bağlı, özgür, bağımsız nice 30 Ağustos
Zafer Bayramı kutlamak dileğiyle…
02/09/2025
(*)
Nâzım Hikmet, Kuvâyi Millîye Destanı
Cemal
Karsavran
CANDAN
SEVGİLER BİHABER
duydum
ayak seslerini meltemin
bir
tatlı melodi dinler gibi
dinledim,
bekledim ve yaklaştı
duyduğum
ayak sesleri bir meleğin
geldi
durdu karşımda alımlı ve işveli
gülen
gözleriyle öyle bakıyordu ki
sıcacıktı
uzattı tuttu ellerimden
haydi
gel dedi samimi ve içten
önümde
meleğin ayak sesleri
arkasında
benim ayak seslerim
o
dimdik ben mahcup yürüdük
soracaklar
o soruyu biz kimdik
ben
karanlıktan korkmuyordum
onu
kaybetmekten korktuğum kadar
yürüyordum
neredeyim? ve bu yol nasıl
ilerisi
görünmüyor ne sağ var ne de sol
az
bakar mısın dedim döndü
geri
dönüş yok dedi gözleri ama
sustuk
ne bir ses ne de bir nefes
candan
sevgiler bihaber
Bana şiirin gücünü
geri getirecek bi yüzyıl lazım
Öyle bir şiir
yazmalıyım ki hapse mi atsak divanehaneye mi kafaları karışmalı
Öyle bir yazmalıyım
ki anlayanla anlamayan göz göze bakışmalı
Öyle bir şiir
yazmalıyım ki mesela ne Necip gibi özümden
Ne de Nazım gibi
yurdumdan geçeyim
Bana koskoca bi
halkın göğüsündekini yıkayacak bi satır lazım.
Parçalayıp böldüler
ekmeğimizi kötünün iyisi diye diye
Hani biz gururlu bir
millettik eğilmezdik öyle düşse de burnumuz yere
En çok zorluğa mı
gururla mı germiştin göğsünü nerede denge
Hayır, isyan değil
ıslah etmekti amacım
Devrimlerden sıkılmış
bir neslin çocuklarıydık biz
İstedim kanun gelsin
bahçemize, yeşil gelsin istedim
Hayır, hep çiçekte
değil hem ben bu toprakları dört mevsimiyle sevdim
Sanki eziyorlar
görünmez taşla tüm iyilerin başını
Adalete kimler
hükmeder oldu nerede bu milletin yargıçları
Çıkmayacak aklımdan
minguzzinin annesinin gözyaşları
Aşkımız biterse
davamız kalsın diye çıktığımız bu yolda
Ne aşkımız kaldı ne
de tutunacak bi davamız
Çünkü bulmak uğruna
çaba harcanacak tek dava henüz görülmemiş olandı
Bu terazisi bozuk
dünyada “İnsanca” yaşamak için gözümüze örtülmüş
Kaldırılmış ve
kaldırılacak olan o mukadder örtü
Ve gözlerim günahkâr
Müslümanlar mümin kafirler gördü
Kimileri ruh der ona,
kimi ışık, bilinç, Nous, Logos, Dioanoia
Kim itaat etmiş ona
kat’a kayırmadan
Ve iyi bir aile
olabilmenin zorluğu
Adalet mülkün
temeliydi oysa
O mülk ki bir beden
bir toprak
Bir bilsen neler
gördüğümü gözlerimi kapatarak
Ve fakat ben
pragmatist bir hayalperestim
Yolum umudum,
Bozkurtum yanlışa evrildi
Mesela çürümüş bir
tahtayı kemiren bi kurt gibi
Dönüştü, çıplak elle
dahi kırılabilen bi demire benzedi
Oysa ne kadar
hassastı terazi
Ne yiyebildin
sevgilim ne de doyabildin
Sen meşruiyet, sen
hakkaniyet sen vicdan ve sen sevgilim adalet davasına ihanet ettin
Ay yıldızım söyle
saray mı unutturdu meselemizi hapis mi ?
Terazisini bozdular
milletimin
Bana insan gibi
yaşamayı hatırlatacak bi kanun lazım
Süleyman mı Ramses mi
ismin nasıl anılsın
Bence sen en çok
Abdülhamid’e yakınsın
Demiyorum kesilsin,
asılsın, yakılsın
Ben de senin gibi
istiyorum işte
Bu devlette ilk kez
bi başkan yargılansın
Mesutta hiç yılmazdı
hani şu döneminin eseri
Bu ülkede Adalet
neden hep kurtçukların esiri
Yoksa bana da mı
sirayet etti DNA’sı ana vatanın
Bilmiyorum bilge,
zalim, alçak, yüce nasıl bir insansın
Ne ben Fuzuli ne sen
bana ferman
Ne de gazel yazarım
sanma ki padişahsın
Gerçek odur ki makam
üstünde çürümüş bi ihtiyarsın
Hakkını helal et ben
senin dengin miyim ki bana gönlün kırılsın
Bu millet hep vardı,
dinlenen! neden niçin korkarsın
Tekrar kurarız
cumhuriyetle isterse yüz kere yıkılsın
Lütfet ay yıldızım
lütfet sen daha iyilerine layıksın
Biraz üzerinize
geldim zira benim adım Aleyna
Korkma sönmez bu
şafaklarda yüzen al sancak!
Bi habercin ben mi
kaldım sana bunu hatırlatacak!
16.09.2025
Zehra Öztürk
DOĞAÇLAMA
Tek
perdelik bir oyun
Provası,
tekrarı
Suflörü,
teksiri yok bunun.
Kader
denilen yazar
Kalemi
eline alır
Ezberleri
bozar.
Niyet
misali
Ürkek
bir tavşan gibi
Çek bir
kâğıt.
Ne
çıkarsa bahtına
Buruştur
at, korkma!
Perde
kapanmadan
İçinden
geldiği gibi oyna
Kadere
inat doğaçlama.
Hep
başrol alamazsın
Çoğunlukla
figüran.
Fırtınalar
kopsa da yüreğinde
Kahkahaların
arkasına saklanırsın.
Herkes
gülerken
Sen
için için ağlarsın.
En iyi
olmak istersin
Beceremezsin.
Eline
yüzüne bulaştırsan da
Sahneyi
terk edemezsin.
Alkışlanırsan
ne âlâ
Yuhalanmakta
var hayat denen yolculukta.
Takma!
Perde
kapanmadan
İçinden
geldiği gibi oyna,
Kadere
inat doğaçlama.
Son
rolün ölü rolü
İstemiyorum
bir başkasına verin diye
Ağlasan
da
Hayat
zorla oynatır sana.
Tadını
çıkar.
Yayıla
bildiğin kadar yayıl sala.
Ne gam
kalır ne tasa
Unutma!
Perde
kapanmadan
İçinden
geldiği gibi oyna
Kadere
inat doğaçlama.
Bedriye Korkankorkmaz
BİR MENDİL KADAR DÜNYA
Bir
mendil kadar dünyam vardı
pencerenin
ardında.
Bir
uçurumun ucunda yaşar gibi
gökyüzüne
yalnızca okula giderken bakardım.
Annemin
yokluğunda
babamın
sessizliğinde büyüdüm.
O evde
ben yoktum
yalnızca
gölgem geziniyordu duvarlarda.
Bir
odanın içine sığdırdım hayatı
bir
avuç ışık
birkaç
kitap
ve
içimde kopan fırtınalar…
Toprak
değildi artık yaşadığım yer
yas
tutan bir evin
sessiz
çığlığıydı duvarlar.
Fotoğraflarına
sarıldım her gece
bir
anne gözyaşında uyudum.
Sen
yoktun ama
varlığınla
sardın beni gizlice.
Her
sözün bir vasiyet gibiydi
hem
ağırlık
hem
kanat…
Sen
gittin.
O
bahçede bir daha gül açmadı.
Ben
gittim
ve o
evde hiçbir ayna beni tanımadı.
Kendi
ellerimle kazıdım yolumu
bir
kadının bir çocuğun
bir
yetimin yürüyüşüyle.
Artık
kimsenin kızı değilim.
Kendi
adımı kendim taşıyorum
Kırık
da olsam
bütün
yaralarımla ayaktayım.
Bir
mendil kadar dünyam vardı
şimdi o
mendilin ucuna
bir
devrim yazdım.
Ve
annem
bir gün
gökyüzünden bakarsa eğer
bilsin
ki:
O kız,
o küçük kız
bir gün
kendine annelik etti.
Yaşar Özmen
YAZAR-ŞAİR AŞKI
Emek
nedir bilir misiniz dostlar? Hem de gecenizi gündüzünüze katarak yazdığınız bir
roman, bir öykü kitabı ya da bir şiir kitabı. Hiçbir karşılık beklemeden salt
kendi duygularını ve dünya algını kalıcılığa dönüştürebilmek uğruna yaptığınız
bunca çaba. Nasıl bir özveridir ki üzerinde harcadığınız emeği hiçe sayıp iyi
ki yaptım diyebiliyorsunuz. Yazar-şair aşkı demek gerek buna? Bunların yanında küçük bir alkış beklentisi
de olmasın mı? Olsun elbet. Bu emeğin bir karşılığı olmasın mı, olsun hem de
fazlasıyla. Olsun olmasına da nasıl yapacağız işte burası zor bir bilmece… Emeğin, değerinin ne olduğunu yaşadığımız,
ilişki içinde olduğumuz ortamdan biliyoruz; en azında tanık olmuşuzdur. Emeğe
saygısızlığı, üstüne üstlük emeğin değersizliğini gözümüzün içine soka soka
normalleştirmeye ve bizi alıştırmaya çalışan bir anlayışla geldik bu günlere;
bu ayrı bir konu. Emeğin saygınlığını emeğe karşı saygısızlığı bu satırlarda
yazarı ve yayıncıyı incitmeden nasıl
anlatırım inanın bilmiyorum. Çünkü yazarlıktan yayıncılığa uzanan zincir öyle
kurgulanmış ki yazar da haklı yayıncı da haklı gibi görünüyor. Öyle olsa bile
emeğinin karşılığını alamayan taraf, genellikle yazar-şair oluyor nedense.
Yayıncılık,
yatırım gözüyle bakılan bir iş anlayışına henüz kavuşmamıştır ülkemizde. Büyük
oynayanlar da popülarite olmadan yatırıma yanaşmıyorlar. İşin doğrusu
edebiyatın niteliği aranmıyor; yazar
isminin dolaşım değeri öne çıkıyor. Haklılar mı, ticari açıdan bakarsak son
derece haklılar. Dünya piyasalarında dönen sistemden anlayabiliyoruz ki ticaret
ya da bir iş yapacaksanız önce yatırım yapmanız yani altyapı için karşılıksız
para harcamanız gerekiyor. Dünya piyasalarında start-up projelerine bile karşılıksız
milyon dolarlar hibe eden (gelecekte ya tutarsa umuduyla) yatırımcıları
gördükçe biz henüz bu noktalara gelecek ticaret kafasına erişmediğimiz, yazar
şair mantığına bürünmediğimiz açıkça görülebiliyor. Yayıncılık ve edebiyat,
salt ticaret savaşı olarak düşünülemez elbet. Kendi değerlerine ilişkin gelenek
ve olmazsa olmazları vardır. En başta edebiyat sanatına gönül verenler
genellikle duyarlı kişilerdir. Etik olmak zorundadırlar; olmazsa vicdanını
susturamazlar. Bilirler ki etik olmanın da en temel ilkesi, emeğin hakkını ve
hukukunu gözetmektir. En zayıf olduğu halka ise bir an önce görünür olma
isteğinin baskın olmasıdır. Her yazar-şair düşünür ki kendi yazdıkları,
yazılanların en iyisidir, bir an önce okura ulaştırılmalı ki okurun dünyasına
bir şeyler katsın ya da değiştirsin. Ne kadar masum ve iyimser bir yaklaşım
değil mi? Oysa edebiyat serengetisinde durum öyle çalışmıyor. Yayımcı, emeğe ne
kadar az öderim ya da yazar-şairin zayıf halkasından nasıl yararlanırım
derdindedir. Bunun karşısında yazar-şair de bir an önce kitabına kavuşmak için
pek çok ayrıntıyı hiçe sayıp özveride bulunuyor.
Amacım
edebiyat sanatına emek vermiş duyarlı yazar-şairleri incitmek değildir elbet.
Biraz da emeğe saygısızlığın asıl sorumlusu, yazar-şairin kendisi gibi geliyor
bana. Açıkça konuşalım bunu: Öncelikle yazar-şair ilk kitaplarında
acemiliklerinin kurbanı oluyorlar. Rüştünü kanıtlamamış, amatör yayıncıların
ellerine düşüyorlar. Bunlar, yayıncılıktan ziyade işin müteahhitliğini
yapanlardır genellikle… Müteahhidin amacı, taşın altına elini sokmadan dolaylı
işler yaparak para kazanmaktır. Yazar-şair de bir an önce kitabım çıksın da
masrafı ne olursa olsun yaklaşımını taşıyan duyarlı ve heyecanlı kişilerdir.
Öyle olunca kapak tencere örneği uygun ve karşılıklı sözleşme ortamı doğuyor.
Yazar acemi, yayıncı taşeron olunca ortada olmaması gereken haksız rakamlar dönüyor.
Ayrıca acemi yazar-şair; telif hakkının değerini, telif hakkı süresinin
sıkıntılarını, telif hakkından dolayı kendisine çıkacak yaptırımların
içeriğinden habersizdir. Ülkemizde telif hakkı konusunda hakkaniyeti gözetecek
yasa var olsa bile uygulaması oldukça zor görünüyor. Kısacası yayıncının, telif
hakkından dolayı yazarın başına neler getirebileceğini hesaba bile katmıyor.
Ülkemizde
ticaret dahil her tür etkinlik artık yarar ve çıkar üzerine kurulmuştur. Zayıf
tarafın varsa yayıncı seni kullanacak, güçlü tarafın varsa sen yayıncıdan
istediğini almaya çalışacaksın. Ne yaparsanız yapın ortam gereği bu hiçbir
zaman yazar-şair tarafına ağır basan bir durum olmayacaktır. Emek görünmez ve
değer biçilemez bir şey olmasına karşın emeğin bir öneminin olmadığına
alıştırılmışız ve ‘Adam sende’ deyip geçiyoruz. Yani harcadığımız emeğin
değerini, yazar-şair olarak kendimize layık görmüyoruz; çünkü gerçek yaşamda
akıtılan terin bile bir anlamının olmadığı bir anlayışla büyümüşüz ve
alıştırılmışız boyun eğmeye…
Kendimden
örnek vermek istiyorum. Dört tane kitabım yayıma hazırdır. Aslında basılı kitap
değil, e-kitap taraftarıyımdır. Buna karşı basılı bir yayın olsun düşüncesiyle
kitaplarımı bastırmak istedim. Yayıma hazır kitaplarımın, ikisi deneme (biri
ödüllü), ikisi şiir kitabıdır. Örneğin Dilhan belgesel nehir şiir kitabını,
altı yıl gibi bir sürede yazdım. Yani altı yıl boyunca bu şiirin üzerinde emek
harcadım. Sosyal medya hesaplarımda, kitaplarımı yayımlatacağımı, ilgilenen
yayıncıların benimle iletişime geçmesini istedim. Yayıncıların, “Kitaplarını
biz yayımlayalım” diye iletişime geçmeyeceklerini biliyordum zaten. Yani
deneyip görmek için böyle bir paylaşımı yaptım.
Ses çıkmayınca ben girişimde bulunup üç-beş yayınevimden teklif aldım.
Sonuç mu, beklediğimden farklı değildi. Yani kitapların basım masrafını
karşıladığım gibi yayınevinin diğer harcamalarını da ben karşılıyorum. Telif
hakkını teslim ettiğim gibi karşılığında kendi kitaplarımı bile ücreti
karşılığı satın alabiliyorum… Emek artı tüm masraflar, yazar-şairin sırtında;
satılan kitabın geliri yayıncının kasasında… İkinci baskıdan itibaren belli bir
yüzde kâr payı vermeyi taahhüt eden yayınevleri de oldu tabii. Konunun parasal
yönü beni hiç ilgilendirmiyor; asıl beni yaralayan konunun bu kadar emeğin bir
karşılığının olmayışıdır. Edebiyat alanındaki çabamı insanımıza duyurabilmek
için üstüne maddi bir yük almak zorunda kalışımdır. Kısacası ekonomik olmasa
bile duygusal olarak açık açık kandırılan bir yayın serüvenidir yazar-şair
olarak yaşadıklarımız. Bu yüzden, ben e-kitap olarak yayımlamanın daha sağlıklı
ve daha çok okura ulaşacağına inanıyorum. Varsın imza ve fotoğraf verme
ritüelleri eksik kalsın; yazdıklarım bir şeyler söylüyorsa onlar yaşasın….
Diğer
bir sorun ise kitapların niteliği ve satışı. Yayınevinin işi olmasına karşın
çoğu zaman yazar-şair de imza gerekçesiyle bu işin içine giriyor. Çoğu yayınevi
yazar-şairini kitap fuarlarına imza için çağırıyor ve hiçbir masrafa dahil
olmuyor. Yazar-şair de gövde gösterisi olsun biçiminde kendisine ayrılan saatte
kitap stantlarında nöbet tutuyor. Kitap okuma oranımızın düşük olması, kitap
içeriğinin niteliği, kitap okur ilişkisinin ortadan kayboluyor oluşu; ayrı
tartışma konularıdır. İstatistiksel olarak bilmiyorum ama çok sayıda kitap
basılıyor ve bunların çoğu okurla buluşamıyor.
Rastgele bir standa vardığımızda okunabilir niteliğe sahip kitap sayısı
parmakla gösterecek kadar az sayıdadır. Altı yıldır üç aylık-süreli bir e-dergi
yayımlıyorum. Dergiye gelen metin ve şiirlerden biliyorum ki daha almamız
gereken o kadar çok yol var ki nasıl çözülür inan karamsarlığımı
gizleyemiyorum. Bir yazar-şair, klavye ve bilgisayar yazı programlarını
bilmiyorsa, Türkçenin eklerini, noktalama işaretlerini ve özellikle sözcükleri
doğru kullanamıyorsa ne yapılabilir? Örneğin lisans mezunu genç bir yazarın
gönderdiği metinde kullandığı dil, Osmanlı Türkçesinden hallice. Bu, sadece
yazar-şairin sorunu değil sanırım; ülkenin eğitim sorunudur.
Sorgularken
bir yanı öldürüp diğerini öne çıkarmak değildir amacım. Her iki durumda da yani
hem yayıncının hem yazar-şairin kendine özgü piyasa koşulları gereği sorunları vardır. Emeğin hak
ettiği saygıyı görmesi ve maddi karşılığını alması nitelikle ilgili olduğunu
söylememiz gerekiyor. Bu sezgisel tartıyı gerektirir, ancak işin içine ekonomik
veriler girdiğinde sezgisel tartıyı kimsenin gözü görmüyor. Yayıncı elini taşın
altına sokmuyor yazarın duygusallığını kullanarak tüm maliyeti yazarın
omuzlarına yüklemeye çalışıyor. Sonuç olarak, yazar-şair tarafını mağdur eden
bir piyasa yaşanıyor, yaşanmayı da sürdürecek görünüyor. Yayıncının derdi kâr
edebilmektir; haklı mı, tabii ki haklıdır.
Salih Sarısoy
TIRMANACAKSIN
Gözün
hep ilerde olacak
Hedefe
bakacaksın
Ve
tırmanacaksın.
Ayağına
batsa da taş
Ah!
Demeyeceksin
Hep hep
ileriye bakacaksın.
Engel
gibi gözükse
Karlı
tepeler
Derin
yarlar
Ya da
kor gibi yakan güneş
Başını
öne eğmeyeceksin.
Hep
uçmayı özleyecek
Gözlerini
mavi göğe çevireceksin.
Cefa,
sıkıntı, yorgunluk
Olacak
sana eş.
Ama
yılmadım diyecek,
Ha, bir
gayret yürüyeceksin.
Yağmurla
dost olacaksın
Rüzgarla
kardeş
Gece,
toprağı kucak sanacak
Yıldızlara
sarınacaksın.
Bileceksin
ki
Başın
hiç eğilmeyecek.
İşte o
zaman
Varamasan
dahi hedefe
Zirveye
konan sen olacaksın.
Jale Yıkılmaz Kevran
ÖZGÜRLÜK
Mavi
ile yeşilin aşkıydı özgürlük
Uçsuz
bucaksız mavi gökyüzünde
Yeşile
bürünmüş ormanlarda
Denizin
kokusundaydı özgürlük.
Uçan
kuşun kanadında
Süzülen
bir uçurtmada
Kırmızı
bir balonda
Belki...
Belki,
Pembe
bir pamuk şekerdeydi özgürlük
Gülen
bir çocuğun gözlerinde
Minnoş
bir kedinin hırıltısında
Koşan
bir atın yelesindeydi özgürlük.
Güzel
bir kadının kahkahası
Sevdalı
bir erkeğin yüreğiydi
Belki
de özgürlük.
Kitaptı,
şiirdi, şarkıydı, resimdi
İyilikti
belki de sıcak bir gülümseme
Tatlı
bir bakış seven bir kalpti.
Kadının
destansı aşkı
Adamın
derin bakışıydı
Sevdaydı.
Ruhumdu
özgürlük aklımdı
Hayallerimdi,
gençliğimdi.
Güner Süllü
SEVDADA KALDI ŞİİRLER
Sevdalı
şiirler yaz deme bana
Ben
sevdayı dünde bıraktım
Sevdadan
yana kaç kez şiir yazdım sana
Sen hiç
okumadan onları yerlere attın.
Sevdanda
kaldı sana yazdığım şiirlerim
Öksüz
bıraktın onları beyaz sayfalarda
Şimdi
kalkmış bana şiir yaz diyorsun
Kalem
yazmıyor yoksun artık mısralarda.
Sevdalarda
kaldı sana yazdığım şiirlerim
Hani
senin sevdan onları nasıl kaybettin
Sanma
ki bu gönül sevdadan yorgun düştü
Sen
beni anılarda bırakıp gittin.
Sevdalı
şiirler yaz deme bana
Bundan
sonra sevdalı şiirler yazmam sana
Bu aşk
yüreğimi yakıp gitti
Acısını
içinden atamadım hâlâ.
Sevdalarda
kaldı sana yazdığım şiirlerim
Aklıma
gelmezdi hiç sensiz geçen günlerim
Yazık
oldu kaybolan yıllarıma
Demek
beni çoktan unutup gittin.
Hani
hiç unutmam diyordun aşkımızı
Unutmuşun
sevdalı tüm şarkılarımızı
Şimdi
nasıl bakacaksın gözlerimin içine
Sakın
utanıp başını yana çevirme.
Sevdalı
şiirler yaz deme bana
İnanmazdım
hiç benden ayrı kalacağına
Şimdi
kalemimi kırdım dargınım sana
Bir
daha şiir yazamam küskünüm sayfalara.
26.09.2023
Kusey Tangüler
U/YANAN ŞEYLERİN AĞZI KÜL
Ölgün bir metalden
farkı yok akşamların
fısıltıyla paslanıyor
yorgunluğunda.
Gün kendine sönüyor
ki göz görmekten ücra
ağlamaya ayarlı
olduğunu hatırlıyor
gülerken bir ölünün
ardından.
Ayıklanmış her
rüyanın
farkı var oysa
sayıklamalardan
u/yanan şeylerin ağzı
kül
su kendine susuyor
kendinden.
Çıkıp da kimse
demiyor
kişi de akıyor
duygusuna
gecesinde hep
uykusunun.
Ölü bir cümlenin
İç uçurumu yoklar
geçmişi
yanlışıyla
kirlenirken dilde.
Taşları konuşan her
mezarlıkta
özeti var
yaşanmışlığın.
hayat sokağındaki son
kavşakta
bizi de ayakta
karşılar sıra selviler.
Eray Korkmazer
İNSAN
orhan veli’ye
dindirmek
için acılarımı koştum sarıldım kaleme
sımsıcaktı
yüreği eritti yüreğimi beynimi ellerimi
damladı
kâğıtlara kan kırmızı imgeler bir bir
taştı
caddelere sokaklara yollara sel oldu
yıktı
evleri yolları köprüleri deprem oldu
ateş de
bir şey mi koskoca güneş düştü sanki yuvalara
yaş
yerine gözlerden kan aktı
daha
önce gözyaşı gördüm demeyin çığlık feryat haykırış da
enkaz
altından bebeğinin cansız bedenini çıkaran bir anayı görünce
yetersiz
kalıyor acının tanımı
ki
tekrar yapılmalı yeni basılacak sözlüklerde
tabii
bunu yapabilecek dilbilimci bulunabilirse
dindirmek
için acılarımı koştum sarıldım yine kaleme
acı
çeken insanları yazdı depremleri selleri savaşları
okudum
yüksek sesle bağırdım çağırdım ağladım
tam da
biraz olsun rahatladım derken sevdayı yazdı
sevda
emek sevda ateş sevda kan sevda yürek
zaman
her acının en etkili ilacı ancak sevdanın değil
tabipler
bilmedikleri için o dili yazamıyorlar reçetelere
bilenler
halk ozanlarıydı onlar da kalmadılar bu devirde
dindirmek
için acılarımı koştum sarıldım her zamanki gibi kaleme
depremler
seller savaşlar… yani acı çeken insanlar
ve
sevda sevdalar
yani
gözyaşı yani acı yani çığlık yani feryat yani ateş yani kan
dinmedi
acılarım sevdayı yazdığı sürece kalem
benim
sevdam yalnızca insan
Erçağ Akarca
SUSKUNLUĞUN DİYAGRAMI
İnsanların
yalnızlığa gittiği vakitlerde duraksadım
Bir
kalabalık, kalabalıkların ortasında kalakaldım
Vuruyordu
denizlerin humması fani karalara
Karalar
nefes alıyorlardı en mahzun kıyılarda
Nefes
alıyorlardı elvan renkleriyle hüzünde
Çocuklar
titriyorlar gözlerinin içinde çaresizce
Çocuklar
oynuyorlar hummalarda denizlerden habersiz
Sessizliği
içine çeken karidesler kesiyorlar gözlerimi gözlerce
Gözlerce
gözler görülebilir mi karidesleri içine çeken sessizlikte?
Hoyrat
gürültüler sona eriyor sokaklarda, gezinirken kendi içimde
Hırpani
kıyafetlerle beliriyor zaman, ardımdan kolluyor yaşamı,
Yaşamı
kolluyor ıssız çöller, izliyorum gölgelerin araladığı zamanı
Yaşamı
yaralıyor engin düşler, yaşamın engin düşleri yaralıyor beni
Yaşamın
yaşamı görülür bazen suskunluktan
Suskunluğun
diyagramında acılar gizlidir...
Ogulbossan Rejepova (Türkmenistan)
SÖZ KONUSU AŞK
Onu
seviyorum dedim
O
senin için imkansız dediler.
Aşkta
imkansızlık olmaz dedim
O
sana yasaktır dediler.
Yasaklar
aşka engel midir dedim
Sen
onu unut dediler.
Kalbime
gömüp unutmak istedim
Unutman
için gömmek yetmez, söküp at dediler.
Söküp
atamam dedim
Neden
dediler
Çünkü
söküp atmam için önce ölmem gerek dedim.
Yaşar Özmen
MASAL DAĞI
17.
Yunus Emre Şiir Yarışması Üçüncülük Ödülü (2025)
Biraz mavi koysaydın ya avuçlarıma gözlerin
gibi
Neresinden tutup aklımı asayım saçlarına
Benim suçum niye bu kadar büyük, insanı
sevdimse
Yaşamak nasıl güzel olur, bunca ölüme karşın
Yoldaş olsun diye mi doğurdun beni, acılardan
anne.
Dünyanın bütün gecelerini toplasam
Gündüzlere yer açabilir miyiz hiç gölgesiz
Pişirmiş zaman gözlerimi, kirpiklerim dağınık
Bakışlarım kavruk bak
Gökyüzünü üstüme örtsem sığmıyorum
Niye gökyüzünü bu kadar dar diktin anne.
Gözlerimden çiğdem gibi saçılan şu acılar
Nerede boynunu büküp bir aşka tanık olacaklar
Öyle derdin ya, yaşanacak aşkları acılar
doğurur
Asır hırsızlığına soyunmuş şu haydutlar
Düşlerime göz dikmişler durduk yerde anne.
Artık son gece olsun bu, toplayıp kaldıralım
masal dağına
Ellerin gibi sıcak, bakışın gibi kendinden
menevişli
Rastlantıya bırakılmaz derdin güzel günler,
yinelerdin
Alnından öpelim sabahların, bir kez daha, bir
kez daha öpelim
Elden ele verelim bütün ışıkları, birlikte
yürüyelim anne.
Varınca hani oraya, gülüşünü neresinden bölsem
de
Alsan kalanlarımı yumuşacık kucağına
Üşüyorum, uymuyor en küçük parçam, sığmıyor
işte
Düşüyorum tut elimden, düşüyorum işte
Ben toprak oldumsa olacağım kadar
Sözleştiğimiz gibi masal dağında
Son kez emzirip yeniden rahmine koy beni anne.
Şubat 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder