Denemeler

İÇİNDEKİLER 


KURAM NEDİR?

KAVRAM, KURAM, SANAT

Yapıtın Sanat Değeri Ölçülebilir mi? (Ç. Türk Dili Dergisi Sayı:403)
İmgelem-İmge-İmgelem
Klasik-Modern-Postmodern-Çağdaş-Evrimsel Sanat
Rastlantısal Anlam Kuramı
Çağrışımsal İmgelem Kuramı
Rastlantısal İmgelem Tabakası
Ses Katmanı (Şiirsel Ezgi)
Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi
Eleştiri ve Eleştirinin Eleştirisi
Durumsal Estetik Değer Tabakası
Dil Çalışmaları
Dilsel Şiddet
Şiiri Şairden Korumak


KURAM NEDİR?

Anadolu Üniversitesi AÖF Yeni Türk Edebiyatına Giriş-1 ders kitabındaki edebiyat kuramı tanımı[1]; anladığım kadarıyla, kuramın nitelikleri ve nicelikleri gereği bilimine uygun olmayan, eksik ve zorlama bir tanım görünüyor. Adı geçen kitaptaki edebiyat ve eleştiri kuramı diye yapılan isimlendirmeler de bana göre salt birer yöntemdir ya da konuya yaklaşım biçimidir. Kuram, yöntem, teknik, sistem gibi kavramların; anlamsal alanını ve hiyerarşik bağlantılarını bilimsel olarak tanımlamadığımız sürece fen bilimleri eğitimi almış kişilerle sosyal bilimler eğitimi almış kişiler birbirlerini anlayamazlar. Öyle görünüyor ki edebiyat dünyasında kuram; belirlenmiş, sınırları çizilmiş ya da yöntemler üst üste konmuş bir algoritmik akış olarak bilinmektedir. İlginç olanıysa bu güne kadar bilim adamı kimliğine sahip akademisyen/akademisyenler tarafından bunlar bir kuram mı yoksa yöntem mi diye kuşkuya düşülüp hiç tartışılmamış. Tartışılsaydı bunların, yöntemden öte bir içerik taşımadığı kolaylıkla anlaşılırdı. Yol, yöntem ve işleyiş biçimlerine baktığımızda bunlar, yaklaşım biçimi, yöntem daha ileri düzeyi belki teknik olabilir.    

Estetik değeri, nesnel olarak saptamaya yönelik bir sanat çözümleme tekniği geliştirdim, iki tane sanat/şiir kuramı saptadım, bir kişi bile ne işe yaradığını ya da ne olduğunu sormadı. Anadolu Üniversitesi AÖF Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne öğrenci olarak kaydımı yaptırdığımda neden anlaşılamadığımı çözdüm. Ders kitaplarından ve önceki yıllarda kayıt edilmiş canlı derslerden gördüm ki kuram kavramı, halk arasında konuşulduğu biçimiyle bilimsel gerçeklikten uzak, sınırları belirlenebilir bir yöntem ya da yöntemler topluluğu olarak açıklanmaktadır. Bir anlamda yaklaşım biçimlerine/yöntemlerine kuram denmektedir. Kısacası, edebiyat alanındaki akademisyenlerin önbilgisiyle örtüşmeyen bu nedenle de ne demek istediğim anlaşılmayan bir durum olduğunu gördüm. Hatta ünlü bir eleştirmenimizin kuram hakkında söylediklerinin tamamıyla yanlış olduğunu, açıklamasını da gerekçeleriyle birlikte deneme tarzında ortaya koyup Sanata Çözümlemeli Bakış  (Sanatsal Denemeler-4) isimli kitabımda yayımladım. Aynı deneme[2], Çağdaş Türk Dili Dergisi ile Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nda da yayımlandı. Kuram kavramı, halk arasında konuşulduğu gibi test edilmemiş bir önsezi veya kanıtları desteklemeyen bir tahmin, yaklaşım biçimi, yöntem, sınırları belirlenebilir bir yol, teknik vs. anlamında akademik seviyede kullanılamaz. Çünkü kuramın; oluş, işleyiş, sonuç kısmı mutlaklık taşır; belli yöntem veya teknikleri birleştirerek yapılabilecek bir şey değildir. Ayrıca kuram zaten doğal işleyişi olan bir süreçtir; kuram yapılmaz sadece varlığı saptanabilir. Örneğin adı geçen kitapta, “Okur odaklı eleştiri kuramı” denen yöntemin neresinde kuram vardır ya da kuram tanımına uyan ne gibi bir özelliği vardır? Bunu bana açıklayabilecek bir akademisyen var mıdır? Ders kitaplarında bile kurama örnek verildiğine göre benim göremediğim bir şeyler olmalı.

Kuram, kanıtlandığında yasa niteliğinde bir süreçtir, olgudur ya da harekettir. Hem sosyal hem fen alandaki saptanmış kuramlarda; etki dışında, tepki, oluş, işleyiş ve sonuç kısmına müdahale edilemez. Yani sadece etki parametreleri değiştirilebilir. Sosyal kuramlarda sonuçların doğruluk değeri, belli bir yelpaze içerisinde kalır; fen kuramları gibi matematiksel hesabı yapılamasa bile sonuçlar izlenebilir, sınanabilir, genellenebilir niteliktedir. Açıkçası, kuram tanımındaki ve işleyiş tarzındaki genel akademik görüş; bilimsel verilere dayandırılmıyor, edebiyatçılar incelediği alanı yüceltmek uğruna kavramın adını kullanıyor hatta kulaktan kulağa öğrenilmiş bir alışılmışlık, bilimsellikten uzak bir söylem olarak bugüne kadar sürdürülmüş görünüyor. Bu nedenle, eğer edebiyat bir bilim dalı olarak görülüyorsa o zaman akademik seviyede kuram; insan bilimleri, sosyal bilimler ve fen bilimlerinin eşgüdümü altında yeniden sorgulanıp bilimsel bir nitelik şemsiyesi altına sokulmalıdır. Çünkü kuram diye ortaya atılan şeyler, yöntemden daha ötesi değildir. Ayrıca yönteme kuram deyip kuramları saptamak yerine halının altına süpürürseniz işte edebiyat bilimini olduğu yere mıh gibi çakarsınız.

Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı diye bir sistem geliştirdim. Berna Moran ve akademik kariyer sahibi hocaların söylemlerine bilimseldir diye inanıp bu sistemin adına kuram dedim. Sonradan anladım ki ben de öğrenilmiş alışkanlıkların kurbanı olmuşum. Bunun, kuram değil bir yöntemler bütünü olduğunu araştırınca anladım. Daha sonraki denemelerimde ve kitabın sanal ortamdaki nüshasında, eleştiri kuramı yerine eleştiri sistemi dedim; kitaptaki bölüm basılı olduğu için değiştirmek mümkün olmadı… Sürekli yinelediğim bir söz vardır: Bir bilim alanında kavramları, daha doğrusu o alandaki terimlerin, anlamsal alanını ve hiyerarşisini doğru tanımlamazsanız her şey birbirine karışır. Bazı bilimsel terimler arasında, sezgiyle bile ayırt edilmesi zor olan ayırtı diye adlandırdığımız çok küçük ayrıntı/farklılıklar vardır. Bu yüzden, eğitimin, değişimin, gelişimin başarısı ve yeniliğin temel taşı; bu ayrıntıları ayırt edebilmek, bilimine uygun tutum geliştirebilmektir.  

Çoğu denememde sormuşumdur: Bu ülkede edebiyat kuramı saptayan var mı, diye. “Her zaman tekrarladığım gibi, yapıtlar kavramlardan, kurallardan değil; kuramlar, kavramlar yapıtlardan doğar.” diyebilen bir mantığa ve bu mantığa itiraz etmeyen akademik camiadan nasıl kuram saptamasını bekleyebilirsiniz ki? Yöntemleri üst üste koyup edebiyat kuramı diye altına imza atan bununla da akademik unvan kazanılan bir ortamda, neyin doğru ya da yanlış olduğunu saptamak kolay mı? Diğer kültürlerde saptanmış kuramları, her defasında kaynak gösterip yanına üç beş yorum ekleyerek çok önemli akademik çalışma yaptığını sanan dostlarımızdan daha ötesini beklemek bir düştür kanımca. Bunların, kurum kültürünün ve oturmuş akademik sistemin bir sorunu olduğunu, bu sistemden bilimsel ve yenilikçi bir yaklaşım geliştirilmesinin çok kolay olmayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Bunca yıl, öğretmenler dâhil tüm akademik personelin kafasında oluşmuş içi boş kuram kavramının anlamsal alanı ve hiyerarşisini, çöpe atıp yerine anlaşılması daha zor bilimsel bir tanımı getirmek elbette zordur. Her şeyden önce bu işleri çekip çeviren orta yaş üstü kemikleşmiş kişilerin öğrenilmiş alışkanlıklarını yıkıp yerine yenisini koymanın başarılı olamayacağı açıktır. Ayrıca sosyal alan kuramları, genellikle soyut durumlardır/olgulardır. Anlaşılması, bilimler arası eşgüdümü ve disiplinler arası egemenliği gerektirir. Diğer taraftan bilimsel gerçeklikler, er ya da geç kendi yatağını bulur ve sizi oraya çeker.

Edebiyat bir bilim dalıysa, bunun ilkelerinin doğru tanımlanması, sınırları dinamik bir şekilde belirlenmesi, bilgi bütünlüğünü sağlayacak sistemin tesis edilmesi, geri beslemeye yönelik ölçütlerin belirlenmesi gerekir. Bilgi disiplini ve bütünlüğünün sağlanması, gelişim için gerekli ön adımdır. Edebiyat fakültelerinden mezun olan binlerce öğrenci vardır. Şair yazarlardan, az çok tanıdığımız kadarıyla, çok azı edebiyat bölümü mezunudur. Aslında fakülteler, bunları araştırıp istatistiki bilgi olarak ortaya koyacak bilgi ve dokümana sahipler. Böyle bir çalışmaları var mı, bilmiyorum. Fakülteler bilim yuvasıysa sistemde geri besleme yapabilmesi için bunların araştırılması bilimin gerektirdiği bir zorunluluktur. Arkasına dönüp biz ne yaptık diye sormayan bir kuruma, bilimsellikten ve bilim alanı temsil ettiğinden söz edilemez. Sanat, her ne kadar yeteneğe bağlıysa da, bu işin eğitimini alanlardan edebiyat sanatına yönelik bir verim alınamıyorsa önemli bir sorun olduğu ortada değil midir? Daha doğrusu başarısızlık değil midir? Edebiyat biliminden sorumlu yöneticiler; başarısızlığın hesabını, bilimsel gerekliliği bir kenara itsek bile vicdanen kendilerine sormayacaklar mı? Yoksa böyle bir sorgu, akıllarının ucundan bile geçmeyen anlamsız bir öneri midir?

Kuramın; sınırlarının, anlamsal alanının ve oturduğu dizgenin doğru belirlenmesi bilimsel çalışmaların bu açı altında yapılması gerekliliktir. Gerek fiziki gerek sosyal gerek soyut olgu ve olaylar; kuramların dikte ettiği açı altında ya da dikte ettiği yelpaze içerisinde hareket eder. Kuramı, içi boş bir terim olarak edebiyat bilimi alanında kullanırsak, bu bilime yön verecek gerçek kuramlar saptanamaz. O bilim alanında kuram saptanmadan yenilik, dönüşüm ve gelişim olmaz.  Kolay anlaşılabilir diye iyi bilinen ve herkesin deneyebileceği bir kuramdan örnek vereyim. Bir taşı, yerçekimi kuramının izin verdiği oranda daha yükseğe atabilirsiniz. Sanırım bu eylemi,  formülize etmeye gerek yoktur. Kuramın gerektirdiği koşulları sağlamadığınız sürece başarılı olamazsınız. Sosyal alandaki kuramlar da buna benzer özellikleri barındırır. Örneğin ‘Nesnel Bağlılaşık Kuramı’nı önünüze koyup düşünebilirsiniz. Ancak sosyal kuramların saptanması, ölçümü, kanıtlanması, örneklemlerde aynı sonucu vermesi daha zordur, tolere açısı daha yüksektir.  Çünkü girdisi ve değişkeni çok fazladır, çoğunlukla açık dokulu konulardır ya da soyuttur.  

Sonuç olarak kuramı, bilimlerin öngördüğü şekilde tanımlayıp alanınızda var olan kuramları saptamaya yönelmezseniz bilimden ya da bilimsel gelişmeden söz etmek boş bir söylem olarak kalır. Böyle bir durumda var olanla yetinmek dışında gelişim ve yeni bir şeyler ortaya koymak, mümkün olmaz. Edebiyat alanında saptanmamış belki de yüzlerce kuram vardır. Örneğin sanatın en önemli katmanlarından birisi olan çağrışımda… Bu katman, sanatta olduğu kadar edebiyat alanında da başat hatta temel taşı olan bir konudur. Ayrıca edebi metin ve sanat çözümlemesinde de temel alınması gereken bir alt alan. Yüzlerce edebiyat fakültesi ve güzel sanatlar fakültesi olmasına karşın, Türk yazın dünyasında çağrışımla ilgili; araştırma, inceleme ve denenerek raporlanmış kaç çalışma ya da istatistiki bilgi vardır, isterseniz bir araştırın. Artık yapay zekâ çağına ulaştık. Yapay zekâ, sanal ortamda yayımlanmış tüm dokümanlara ulaşıp bir saniye içinde ayrıntıları önünüze koyabiliyor. Artık bilimlerin amacı, özelde edebiyat biliminin hedefi;  Anadolu Üniversitesi, Yeni Türk Edebiyatına Giriş-1, ders kitabında açıklandığı gibi bilgiye ulaşmak ve yöntemler altında tarihsel bilgiyle boğuşmak değildir; bilginin kullanılmasını, bilgiden bilginin nasıl üretileceğinin yollarını bulmaktır. Anlaşılması için kısa anlatımla yazayım: Var olan bilgiden henüz bilinçlerde uyanmamış uyur bilgiyi saptamaktır; saptamayı yapabilecek beyinleri yetiştirmektir. Lisans düzeyindeki edebiyat fakültesinin derslerinden buna yönelik ben bir açıklık, saptama, hedef belirleme görmedim. Umarım yanılırım. 17 Ekim 2023, Narlıdere



[1] Anadolu Üniversitesi, Yeni Türk Edebiyatına Giriş-1 Ders kitabı. 

[2] Kuram Kavram Sanat, https://siirsarnici-e-dergi.blogspot.com/p/sanatsal-denemeler.html



KAVRAM, KURAM, SANAT

Şiir eleştirisi üzerine tanınmış bir eleştirmenimizle yapılmış ve Gösteri Sanat Dergisi Kasım 2004’te yayımlanmış söyleşiden ilginç bir tümce aldım: “Her zaman tekrarladığım gibi, yapıtlar kavramlardan, kurallardan değil, kuramlar, kavramlar yapıtlardan doğar.” diyor eleştirmenimiz. Anısı güzel olsun, yanıt veremeyeceği için adını özellikle belirtmiyorum. Beni şaşkınlığa uğratan bir tümce olduğu için üzerinde biraz düşünelim istedim. Metnin diğer kısmını alma gereği duymadım; çünkü asıl sorun tam da bu tümcenin içindedir

Aynı düşünceyi anlatmaya çalışan tümcelerle çok yerde karşılaştım ve şiiri bildiğini düşündüğüm çok kişiden duydum. Bu yüzden bu konuyu, özellikle yazma gereği duyuyorum. Kimin ya da kimlerin söyleyip yazdığının hiçbir önemi yok. Bu tür bilgi noksanlığının sorgulanması ve doğrunun açıklıkla ortaya konmasından yanayım. Bunları yaparken, önemsizleştirmek, küçümsemek, pay çıkarmak gibi bir çabam yoktur, olmamıştır. Sanatta bu tür yanlışlar ya da bilgi noksanlığı, beni rahatsız ediyor. Bilgi çağında, herkesin ulaşabileceği kadar bilginin yanı başımızda olduğu bir ortamda, çoğunluğumuzun hâlâ bu genellemelere inanması, sorgulamadan olduğu gibi kabul etmesi edebiyatta bulunduğumuz noktayı gösteriyor. İçten olmalıyız ve bilimsel konuları enine boyuna açıklıkla kişiselleştirmeden tartışmalıyız. Yazını/sanatı/eleştiriyi, sağlam zemine oturtmanın başka bir yolu yoktur. Edebiyat dediğimiz sanat alanı, bilimlerle eşgüdümlü çalışan bir sürece sahiptir. Örneğin şiir gibi sanatların kısırlığı, felsefesinin çağın nesnel ve düşsel gerçeklerine uygun tanımlanmamasından kaynaklanır; yazının her dalı da… Yapacağınız kavram yanlışı, süreci istenmeyen yerlere sürükleyebilir. Yanlış yapılması bugün için çok önemli olmayabilir belki ama arka planından doğacak sonuçlar, gelişimin önüne kocaman birer engel olarak çıkabilirler. Şimdilik pek çok kişi bunların ayırdında da olmayabilir. Gelecek kuşaklar mutlaka ayırdına varacaklardır. Yanlışların, özellikle bilim alanındaki yanlışların er geç doğruya ulaşmak gibi bir huyu vardır.

Biliyorum ki pek çok şair ya da yazar; başta örnek olarak aldığım tümce için “Nesi var, tastamam doğru bir tümce” diyecektir. Yazının önde gelenlerinin donanımını ve birikimini az çok tanıyorsam… Sanatta bazı şeyleri olduğu biçimiyle kabul edip bakış açınızı değiştirerek yapıttan başka bir iyi yan ya da estetik değer yakalayabilirsiniz; sanatın doğasında vardır bu. Ne yazık ki bilim alanında ve bilimsel konularda böyle bir esneklik yoktur. Görünen o ki eleştirmenimiz, bu tümceyi kurduğu zaman yapıtın dayandığı felsefeyi ve kuramla ilişkisinin nasıl olması gerektiğini yeterince incelememiş.

İsterseniz hem fen alanında hem de sosyal alanda kuram nedir, küçük birer örnekle açıklamaya çalışalım. Siz, bir yere nişan alıp taşı atarsınız, nişan aldığınız yeri vurursunuz vuramazsınız. Taş, sizin uyguladığınız gücün yönü ve şiddeti ile yerçekimi yasasına göre bir yörüngede hareket ederek düşer. İşte buradaki (fen alanı) kuram, yerçekimidir. Taşı, yerçekimine, deneyimlerinize ve denge durumunuza göre atarsınız. Sizin kuramsal olarak yerçekimine herhangi bir müdahale olanağınız yoktur; taşın hedefe varmasını hesaplamak dışında. O, kendiliğinden işleyen bir mutlaklıktır. Bu örnek şunu açıklar: Kuram, yaptığınız işten doğan bir ilkeler bütünü değildir. Yaptığınız işte, uymak zorunda olduğunuz ya da uyguladığınızda daha verimli sonuç alacağınız bir ölçüttür. Zaten var olan bir gerçekliktir. Yani yapıttan ya da yaptığınız işten kuram doğmaz, doğuramazsınız; böyle bir sav bilimselliğe aykırıdır. Yapıtlar, araştırma evreninde bir örneklem olarak ele alınabilir mi? Alınır ancak bu kuram doğurması anlamına gelmez. Kuramı doğurmak ve kanıtlamak için ilgili bilimlerin eşgüdümü gerekir. 

Edebiyat gibi sosyal konularda kuram, yerçekimi yasası gibi var olan; yaşanan ancak değişkeni ve etkeni daha fazla olan; bilimsel verilerle bizim saptadığımız genellenebilir, gözlenebilir, denenebilir ve aynı sonuçlara yönelen olgu ve süreçlerdir. Sistemin, olgunun ya da olayın; oluş, işleyiş ve sürecinde aynı sonuçlara yönelen ilkeler bütünüdür. Etkiye karşı verilen tepkinin sonuçlarının genelliğidir. Genellikle soyut olgulardır. Kuramı, kişi ya da yapıt üretemez; zaten ilişkiler arası yaşanan bir süreçtir. Olgu, olayın; oluş işleyişinden önerme ortaya koyar ve deneriz. Benzer sonuçlara yöneliyorsa, genellik içeriyorsa, izlenebilir bir süreçse, tanımlar ve kuram olduğu kanısına varırız. Örneğin yansıtma kuramı, bilgi kuramı gibi… Bu durumda, yansıtma kuramı, yapıtlardan doğmuştur diyebilir miyiz?

Bu bilgilerden sonra: Kuramın yapıttan doğması diye bir durumu olmayacağı gibi kuramdan yapıt doğurmak gibi bir işlev de olamaz. Kısacası, kuram doğmaz, doğurulmaz; saptanır; zaten var olan ve işleyen bir süreçtir.

Öyleyse, “Kuramlar, kavramlar yapıtlardan doğar.” önermesi bilimsel olarak doğrulanması olası olmayan bir önermedir. Öylesine bir varsayımdır ki bunu kanıtlayabilmek için, tümcedeki üç sözcüğün aralarında olanaklı olmayan bir ilişkiyi türetmiş olmak gerekir. “Yapıtlar kavramlardan, kurallardan doğmaz” önermesi de önerilmesine gerek olmayan anlamsız bir tümcedir. Örneğin, kavramları kullanmadan ve dil kurallarına uymadan öykü yazabilir misiniz?

Bu noktada benzer bir konuya daha açıklık getirmeliyiz. “Kuramsal bilgiyle iyi şiir yazılamaz” gibi konumuzla ilgili anlamsız sözler yazınımızda döner dolaşır. Aynı mantıksızlığın, benzer bilgisizliğin tersinden görünümüdür bu söylem. Kuramsal bilgi, şiir yaratısının dışında bir şey gibi anlaşılmaktadır. Oysa şiirin her aşamasında bilinçli ya da bilinçsiz kullanmak zorunda olduğumuz bilgidir. Kuramsal bilgi dediğimizde, sanata ilişkin tutarlı içerik ve genel doğruluğa sahip, bilimselliği ya da değeri kanıtlanmış bilgi olarak ele almalıyız. Kuramsal bilgi, her yaptığınız işin içinde var olan bir bilgidir. Araba sürerken matematik ya da fizik kuramlarını ve bilgisini kullanmak gibi… Akademik bilgi olarak anlaşılır yazınımızda. Oysa akademik bilgi, aynı zamanda doğrulanmış yazınsal (edebi) bilgidir. Yazınsal bilgisini kullanan iyi şiir yazamaz demek gibi bir şey olmuyor mu bu sav?

T.S. Eliot’un nesnel bağlaşıklık kuramını düşünün. Şiir yazarken bu kuramı bilseniz de bilmeseniz de kuramın sürecine bilinçsizce uyarsınız. Saptanmadan önce de şiirler nesnel bağlaşıklık kuramına uygun yazılabiliyordu. Şiir yazarken uyguladığınız her eylem; dilsel ya da düşünsel, tanımlayabildiğimiz ya da tanımlayamadığımız kuramların sürecine uygun işler. Kısacası her alan kendi kuramları ve ilgili olduğu alanların kuramlarıyla bir bütünlük içinde çalışır… Gerçi Türk yazınında tespit edilmiş çok fazla kuram yok. Yöntemi ya da tekniği kuram diye adlandıran pek çok akademisyen, şair ve yazarımızın olduğu ise ayrı bir konudur.

Sonuç olarak, bu kuramları biliyorsanız ve kuramsal bilginiz varsa; o alanda düşünmeniz, duymanız, görmeniz, ayrıntıları yakalamanız, yaratıcılığınız daha etkin ve yetkin olur… Yaptığınız işi; bilerek, görerek, duyarak, tanımlayarak, farkındalık yaratarak yaparsınız. Tersi durumda, attığınız taşın nereye düştüğünü ve ne işe yaradığını anlamada, yazdığınız şiirin ne olduğunu ve nasıl bir sonuç ürettiğini açıklamada yetersiz kalırsınız. Sonuçta kuramsal bilgi, iyi şiir yazmanıza engel olmaz; denenmiş ve kanıtlanmış genel doğrulara uygun, çözümlemeli ve daha bilinçli yazmanızı sağlar.

Yazınımızı salt bu tür söylemler değil; bilimine aykırı olmakla birlikte felsefesiyle yakından uzaktan ilgisi olmayan genellemeler sarmıştır. Genellemeler, anlamları olmadığı gibi sanatın daha esnek kısmı olan benzetme, değinmece, değişmece gibi anlamına da yönelmiyorlar. Örneğin; “Şiirin estetiği bir matematiktir.”, “İdeolojik brikimi olmayanın estetik birikimi olmaz.”, “Şiir dili, yapay bir dildir.”, “Şair, dili kullanmayı reddetmeden şiir yazamaz” gibi önerme görünümünde ortaya atılmış tümceler. Yazınımızdaki bu tür anlamsızlıklara dikkat çekebilmek için “Şiiri Şairden Korumak” başlıklı denemeyi kaleme almak zorunda kaldım. Bu tür söylemler, ortalarda dolaşıyor ve hâlâ inanılıyorsa bu durum, bize şunu sorduruyor: Türk yazınında, şiirinde, sanatında biz neredeyiz ve bugüne kadar bu denli bilginin ortasında ne yaptık? Edebiyat/sanat kaygısı duyan her birey bu soruyu kendisine sormalıdır.

Ayrıca Türk yazınında; bilim, diyalektik, paradigma, kuram, estetik, potansiyel, metinler arası ilişki, tarihsel bilgi… gibi pek çok kavram/terim/tamlama çok yerde yanlış/yersiz kullanılmaktadır. Bunlara ayrıca örnek vermeyeceğim. Bu kullanımları yerine oturtmak için kavramlar arası anlamsal alan ve aralarındaki ilişkiye egemen olmak gerekiyor. Özellikle sanat alanında. Bu da, sanat felsefesine, psikolojisine, sosyolojisine ve estetik bilimine egemen olmaktan geçer. Bilimlerin eşgüdümlü işlerlik ve birbiriyle çelişmezlik ilkesini anlamış olmakla ilgilidir. Yazın, daha doğrusu sanat, çok yönlü bilinç ister; diğer bir deyişle pek çok alanı içeren bilimsel donanım ister. Bu yüzden ben şu sözü sürekli kullanırım: “Bilim ve sanat yalan söylemez; böyle bir yetenekleri yoktur. Sanatta doğruluk değeri yüksek bilgiye ulaşmak istiyorsak başvuru kaynağımız, her zaman bilim olmalıdır. Çünkü sanatla bilim, eşzamanlı ve eşgüdümlü çalışan dünyanın iki ayrı kolu gibidir.”

En önemlisi, bir metin yazıyorsanız metinde kullanacağınız kavram, terim ve sözcüklerin; tümce içindeki kapsamını, bölümce içindeki bağlamını, metin içindeki uzayını bilerek, görerek, anlayarak kurgulamalısınız. Tersi durumda kullandığınız her sözcük bulundukları yerden sırıtır. 20 Ocak 2022




YAPITIN SANAT DEĞERİ ÖLÇÜLEBİLİR Mİ?


Prof.Dr. İsmail Tunalı, Estetik Beğeni[1] kitabında şöyle bir tümce kurar: “Sanat eserini ontik bir bütün ve integral bir varlık olarak kavramak.” Ontik (varlıksal) bütünlüğü, ontolojik estetik araştırmaları da söyler. Ontolojik estetik konusu içinde bir yapıtı “İntegral bir varlık olarak kavramak” sözüyle ne anlatılır? Bu konuyu açıklığa kavuşturamadığım için beni uzun süre düşündürdü ve araştırmaya itti. Araştırmama karşın “İntegral bir varlık olarak kavramak” sözüyle neyi kastettiğini hiçbir kaynakta bulamadım. (Belki vardır.) 

İntegral, Türkçeye aynı kitapta ‘bütünsel’ anlamında çevrilmiştir. İntegrali, bütünsel anlamında ele aldığımızda tümcede bir yineleme oluyor. Bu yineleme olamayacağına göre altında başka bir şey olmalı” kuşkusu doğurdu. Çeviri yanlışı olabilir mi, diye düşündüm.

İntegral, matematiksel bir terimdir. Karmaşık işlemlerin, diferansiyel denklemlerin çözümünde kullanılan bir yöntemdir. Başka bir söylemle, “Bir ya da birden fazla fonksiyonu ve bunların türevlerini ilişkilendiren işlemlerde kullanılan karmaşık bir çözüm yoludur.[2]” Herkesin anlayabileceği şekilde açarsak integrali, mevcut ölçü birimleriyle ölçemeyeceğimiz bir alanın hesaplanmasında kullanılan bir yoldur, diyebiliriz. Estetik değer veya sanat değeri, oldukça karmaşık ve çok değişkenli bir fonksiyondur. Bu, ancak integral gibi bir yöntemle çözülebilir.

Ontolojik ve psikolojik estetik araştırmaları, sanat yapıtının varlık tabakalarından oluştuğunu; bunların, nesnel ve duyusal alanları olduğunu söyler. Duyusal alanı, reel ve irreal alan olarak ikiye ayırır. Bunda bir sıkıntı yok, tanımlanabilir şeyler. Kolaylıkla anlaşılabilir kavramlar. Ancak integral sözcüğü, neyi veya neleri kapsamaktadır? Sanatla, estetikle ilişkisi nedir?

İntegralin en önemli özelliği, yukarıda da açıkladığım gibi, mevcut ölçü birim ve aletleriyle ölçülemeyen hesaplamalarda kullanılan bir yöntem olmasıdır. İşte ayrıntı buradadır. Sanatla ve estetikle ilişkisini buradan yola çıkarak kurmalıyız. Yapıtı integral varlık olarak kavramak derken, matematik bilgime dayanarak, yapıtın estetik değeri buna bağlı olarak da sanat değeri ölçülebilir, demek istediği sonucuna götürür. Veya ben öyle bir sonuç çıkardım. Aşağıda açıklayacağım sonuca göre haklı olduğumu gördüm. Bu tümce, en azından dünyada denenmemiş bulgulara ulaşmamı sağladı.

Şimdi, çoğumuzun uzak olduğu bilimsel terimleri bir yana bırakalım. Bu tümce, neyin önünü açar, neler getirdi, sorusuna bakalım. 

Araştırma ve okumalarım; sanat yapıtındaki varlık katmanlarının tanımlanabileceğini; bunların sanat bilimiyle çözümlenebileceğini; aralarındaki ilişki ve görevdeşliğin tespit edilebileceğini; daha nesnel bir estetik değer tespiti yapılabileceğini; sanat değerinin daha nesnel hesaplanabileceğini; bunlar için farklı yöntem ve tekniğin geliştirilebileceğini; gösterdi. Buradan, “Biz bir sanat yapıtını, öznelliği en aza indirerek daha nesnel bir biçimde nasıl çözümleyebiliriz, eleştirebiliriz” sorusu, karşımıza çıkmış oldu.  

‘Dünyada ölçülemeyecek hiçbir şey yoktur; yeter ki ölçü aleti ve ölçü biriminiz uygun olsun. Yapılamayacak hiçbir şey yoktur; yeter ki bilginiz yetkin olsun.’ Olay ve olgulara bu tümcelerdeki mantık üzerinden hareket etmek gerektiğine inanırım.

İşte, ‘Şiir Çözümleme Tekniği[3]’, diğer adıyla “Sanat Çözümleme Tekniği” bu düşüncenin sonucunda ortaya çıkan bir çözümleme sürecidir. Süreci kısaca tanımlamak dışında ayrıntıya girmiyorum. Bu teknik, bütün sanat dallarının eğitiminde, çözümünde ve eleştirisinde kullanılabilecek bir sisteme sahiptir. Bu yüzden, Şiir/Sanat Çözümleme Tekniği olarak da isimlendirilebilir.

Şiir, çoğu sanat dalının varlık yapısını üstünde taşır. Biçim, anlam, anlatım, ses gibi... İkincisi, gereci dildir ve dili birinci elden kullanan bir sanat dalıdır. Örneğin resmin gereci, ışık ve buna bağlı olarak renktir. Dolayısıyla resmin sanat dili, ikinci bir dildir. Bu yüzden, bu çalışmayı şiir sanatı üzerinde yapmanın, daha ayrıntılı ve kapsayıcı olacağını düşündüm.

Sanat Çözümleme Tekniği, katman yöntemiyle şiirin nesnel ve duyusal varlık alanlarının incelenmesi esasına dayanır. Şiirde olmazsa olmaz en az yedi katmanın varlığı üzerinden hareket eder. Bunlar; biçim, anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum ve estetik katmanlarıdır. Örneğin anlam katmanını incelerken bunu alt birimlere ayırmak gerekir. Anlam bilimde, gerçek anlam ve yan anlam açılımı gibi…  Ben de bu incelemede tabaka veya eksenlere ayırdım. Örneğin, anlam katmanında ‘üst anlam tabakası’, gerçek anlam tabakası veya ses katmanında ‘tonlama ekseni’, ‘ezgi ekseni’ gibi. 

Yedi katmanın incelenmesi ve açılımlarını yaparken sanat literatüründe tanımlanmamış iki kurama ulaştım. Bu kuramlar; insan beyninin çalışma sistemi, sosyal bilimler ve estetik biliminin ilişkisinden ortaya konmuş sonuçlardır. İnsanla yapıt arasındaki ilişki esnasında mutlak yaşanan, ancak sanat literatüründe tanımlanmamış oluş/işleyiş/olgulardır.  

Birinci kuram; ‘Rastlantısal Anlam Kuramı’dır. Anlam katmanında, rastlantısal anlam tabakasını incelerken rastlantısal anlamın bir kuram olduğu; denenebilir, izlenebilir, genellenebilir bir süreç olduğu sonucuna vardım. Bu tabakada iki durum vardır:

İlki, yapıtın okurda nasıl bir anlam oluşturduğunun tanımlanmasıdır. Yapıta verilmek istenen anlam ile okurun anladığı şey, her zaman birebir değildir. Okurun ulaştığı anlam alanı; daha geniş olabilir, daha çoğul bir olay olguya yönelebilir, daha dar olabilir veya yakınlık taşımasına karşın ilgisiz olabilir.  İşte burada okurun ulaştığı anlam alanı, rastlantısal bir özellik taşır. 

İkincisi; yapıtın bugünkü anlamsal değerinin gelecekte gelişen bilgiye göre farklı değer alabilecek olmasıdır. Anlam genişlemesine uğrayacak olmasıdır. Rastlantısal anlam kuramı, bu iki olguyu yanıtlayan bir süreçtir.

Diğer kuram ise Çağrışımsal İmgelem Kuramı’dır. Çağrışım katmanını alt tabakalara ayırdığımda, sanat yapıtıyla insan ilişkisinden doğan daha geniş boyutlu bir sürecin olduğu sonucuna ulaştım. Çağrışımın okurda yaratmış olduğu imgelem yelpazesi, yapıtın varlık katmanlarının gücü ve duygu değerinin yüksekliğine bağlı olduğunu gördüm.

Kuramlar ne işimize yarar? Aslında bu kuramlar, bütünlüklü bir sistemin alt parçalarıdır.  Bunları anlamanın yolu, sanatta var olan katman ve tabakaların incelenmesinden geçer. Bana göre bu kuramlar, sanatın öğrenilmesi, üretilmesi, eleştirilmesi ve sanat değerinin ölçülmesinde kullanılacak temel yollardan bir kaçıdır.

Özetlersek; Rastlantısal anlam kuramı, yapıtın okurda yarattığı etkiyi belirlemeye yöneliktir.  Çağrışımsal İmgelem Kuramı, sanatçının yapıtta yarattığı sanat değerini belirlemeye yöneliktir. Denemenin kapsamı bakımında bunları burada açıklamayacağım.

Yukarıda özet olarak açıkladığım çözümleme tekniği, kuramlar ve inceleme sonuçları; dil sanatlarında yeni bir sistemin daha önünü açmıştır. Bu da Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi’dir. İzlenebilir, denenebilir, genellenebilir bir yapıya sahip olduğu için, ben buna, Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı diyorum. Eleştiri kuramı, eleştirmenin öznel alanda hareket etmesini sınırlıyor ve olabildiğince delilli estetik yargıya varmasını sağlıyor. Teknik ve kuramlar, eleştirmenin şiirin sanat değeri hakkında yargıya varabilmesi için bütün soruları sanat bilimine göre yanıtlamasını istiyor. Şöyle de diyebiliriz: Eleştirmeni, sanat bilimi ve diğer bilimlere başvurmak zorunda bırakıyor. Sonuç olarak, sanatı; salt sanatın içinde değil, diğer bilim alanlarıyla eşgüdümlü ve eşzamanlı incelenmesini gerekli kılıyor. Bu durumda hem sanatı öğrenirken hem üretirken hem eleştirirken hem de estetik değerini belirlerken, ayağı yere basar verilere yöneltiyor. Örneğin şiirin estetik değeri hakkındaki yargı, incelemede ortaya çıkan kanıtlara bağlıdır. Öznel yargı gereken durumlarda ise, yine şiirin varlık katmanlarındaki bulgular ile kuramların sağladığı veriler, eleştirmenin şiir hakkındaki toplam kanısını oluşturuyor.  

Sonuç olarak bunlar, dipnotta verdiğim kitapta ayrıntılı açıklanmıştır. Bu konuyla ilgili kitaplarım, herkesin ulaşabileceği şekilde bilgisunarda yüklüdür.  Blok[4] adresimden okuyabilir veya sosyal medya hesaplarımdan PDF dosyasını indirebilirler.

Bunlar, şiirle/sanatla ilgili yeni bir sistem, yeni bir yaklaşım ve yeni bir bilgi kütlesidir. Sanatta denenmemiş bir teknik, bilinmeyen kuramsal süreçlerdir. Yanlışı da olsa, noksanı da olsa, bugüne kadar ortaya konmuş en yeni bilgilerdir. İncelenmesi, araştırılması, denenmesi ve diğer bilimlerle ele alınması gerekiyor. Benim gözümden olan kısmı, tamam olabilir ama göremediğim veya bilgi noksanım olan değişkenler gözünden de incelenmelidir. Bir kişinin üstesinden gelemeyeceği kadar çok değişkene sahip bir konudur. İrdelenmesi, geliştirilmesi, farklı disiplinlerin gözünden yaklaşılması; hem kuramsal hem de uygulamada Türk Sanatına önemli katkı sağlayacağını düşünüyorum.  Bunlar; öğrenme, inceleme ve yeni bilgilerin altında yatan gerekçeyi anlama çabası taşıyan; araştırmacı, eğitimci, şair ve yazarları beklemektedir.   Yaşar Özmen, 22 Temmuz 2021




[1] İsmail Tunalı, Estetik Beğeni, Remzi Kitabevi, 2. Basım, Sayfa:26

[2] Wikipedia…

[3] Yaşar Özmen, Saf Sanattan İnsana Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, Trend Yay., 2018

[4] Blok Bağlantısı: https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/

İmgelem-İmge-İmgelem

“İmgelem-İmge-İmgelem” dediğimizde, bu üç ardışık sözcükle ne anlatıyor olabiliriz? Sanat eserinin doğuşundan insanla eserin gelecekteki ilişkisine kadar bütün sanat sürecini açıklayabilir mi bu üç sözcük? Açıklayabileceğini düşünüyorum. Nasıl? İmgelem-imge-imgelem süreci; şiir, resim, müzik gibi tüm sanat eserlerinin doğuma hazırlık safhasından doğumuna, imge ve iletilerini kurmaktan okurda yeniden bir imgelem dünyası yaratmasına kadar izlenen zorlu bir yoldur. Daha anlaşılır biçimde söylersek, şairin imgelem gücü ve zenginliği, şiirdeki imge ve iletiler bütününü kurar; şiirdeki imge ve iletiler bütünü de okurla karşı karşıya geldiğinde okur imgelem dünyasını oluşturur. Eserin imgelem yaratma gücü etkin olduğu sürece de eser varoluşunu korur. Bir eserin yaratılışından okurda etki yaratmasına kadar geçen süreç, imgelem-imge-imgelem süreci değil midir? Önce burada kullandığımız ve bizim yazınımızda pek ele alınmayan imgelem terimini biraz olsun anlaşılır kılalım.

İmgelem; toplam bilgi birikimimiz, belleğimiz ve bilincimizin zihinsel ve duygusal olarak ortaya koyduğu tüm tasarılar, ilişkiler, düşler, sezişler, anlamsal görünüş ve görüntülerdir. Bilgilerin yoğurularak anlamın derinliklerinde gezinilmesidir; düşlemin daha geniş alanıdır. Düş ve düşünme gücünün zihinde ortaya çıkardığı örüntüler evreni olarak da tanımlayabiliriz. Buradan şunu anlamalıyız. Sanatçının imgelem zenginliği, çeşitliliği, yaratıcılığı ve gücü; evren, yaşam ve insan ile aralarındaki ilişkiyi görme, duyma, sezme ve anlamlandırma yetisine bağlıdır.

İmgelem, sanatçının/şairin donanımı ile ilgilidir. Başka bir söylemle imgelemin kaynağı, sanatçının duyusal ve düşünsel dünyasında kullanılabilir duruma dönüştürdüğü tüm kültür varlıkları ve bilgi varlıklarıdır. Kullanılabilir bilgiden kastım, içselleştirilmiş ve anlamsal bütünlüğü zihinde hiyerarşik olarak tasarımlanmış bilgidir. Bir anlamda okunabilir, anlamlandırılabilir, görüntülenebilir bilgi toplamıdır. Şairin sezme, görme, duyma ve yaratma yetisi; yaşamsal deneyimleri, bilgi birikimi, evreni ve ilişkileri okuma biçimi ile doğru orantılıdır. Sahip olduğu bilgi kaynağı ne kadar güçlü ve tasarımlanabilir ise imgelemin gücü de o oranda fazladır, sıra dışıdır, yaratıcıdır. Bu yeteneğin niteliği; şairin fen, sosyal, insan bilimleri ilkelerine hâkimiyeti ve yaşamsal deneyimleri ile koşuttur.

Kısaca söylemek gerekirse sanatı ve şiiri, sanatçının imgelem gücü ve zenginliği yaratır; onun imgelem gücü ve zenginliği, duyusal ve düşünsel sürecin bilgi bütünlüğü ile olasıdır. Yani imgelemi doğuran kaynak, duyusal, duygusal, sosyal ve bilimsel işlenebilir bilgidir. Bilgi olmadan, bilinç yerli yerine oturmadan, sezme ve güçlü görme olasılığı hemen hemen yoktur; düşlem sınırları zayıftır; bununla birlikte sanatta yaratıcılık ve sıra dışılık olası değildir.  

Buraya kadar olan bölümcelerde imgelemi açmaya çalıştım. Şimdi imgelemin doğurduğu imge kavramını biraz olsun açalım.

İmgelemi dil aracılığıyla anlama ve görüntüye taşımak, diğer bir söyleyişle imge kurmak daha belirgin bir süreçtir. Bu süreç; dil, hareket, ışık, renk, şekil gibi sanatın asıl diline aktarılma aşaması ve anlamsal yoğunluğun ortaya konmasıdır. Artık şair zihninde tasarladığı anlamsal görüntüleri, sanat dili ile nesnel duruma dönüştürmektedir. Şair, imgelemiyle bir anlam alanına, görüntüye ve bunlarla bütünlüklü bir imge sistemine ulaşacaktır. Kafasında tasarladığı anlam ve imgeyi dil ile nesnel duruma getirmek, şiir yazmanın dilsel, yazınsal ve teknik boyutudur. Bu boyut üzerinde durmayacağım; çünkü bizim yazınımızda üzerinde durulan, sürekli dile getirilen, yazılan, çizilen boyuttur. Buna karşın konuyu açıklayabilmek için imgenin ne olduğu konusunda ayrıntılı bilgi vermek gerekir diye düşünüyorum. Şöyle ki:

Şiirde imge; ses, anlatım, anlam ve çağrışımın toplam sonucudur. Okur birikimiyle görünürlük, anlaşılırlık kazanır. Özellikle şiir gibi örtük ve anlam bağlamı geniş dil kullanan sanatlarda çok anlamlılık, çağrışımda rastlantısallık dolayısıyla anlamda rastlantısallık mutlaktır. Rastlantısallık terimini kullanmak zorunda kaldım; Gerçeküstücülükte dile getirilen rastlantısallık terimi ile karıştırılmaması için konuyu hemen açıklamalıyım:     Okurun; algı, anlama, bellek, bilgi birikimi, düşünme biçimi ve yaşamsal değerlerine göre şiirden ulaşacağı anlam ile zamanla bilgi gelişimine bağımlı olarak şiirin uğrayacağı anlamsal genişlemeye rastlantısal anlam[1]” diyorum.

İmge sadece iki uzak söz tamlamasıyla (bağdaştırma) değil; sözcük, söz kaynaşması, deyim, dize, mısra, kıta, bölümce veya şiir bütünlüğünden doğurulabilen sonuçlardır.

İmge; hareket, biçim, renk veya sözle görünüşe taşınan değerlerdir ve aynı zamanda yeni imgelem alanları yaratma gücüne sahiptir. Örneğin, //Usun tekbirle kelepçeye vurulduğu yerde[2]// dizesinde tekbirle kelepçe, İslam kültürünün yoğun olduğu ülkelerin geri kalmışlığını, vahşetini, pozitif bilimleri göz ardı etmesini düşünebiliriz. Bu dizede dikkatli bir imgelem çözümlemesine gidersek, tek başına “kelepçe” sözcüğü bile imge ve arkasından bir imgelem süreci doğurma gizilgücüne sahip olduğunu görürüz. (Örneğin, durun ve “kelepçe” sözcüğünün zihninizde nereleri kurcaladığını bir düşünün.)

Ayrıca şiirin temel ögesi olan şiirsel ezginin, imgesel bir değeri ve imgelemi yöneltme gücü vardır; ayrıntılı ve teknik bir konu olduğu için şiirsel ezgi konusuna burada girmiyorum.

İmgelem-imge sürecini ele aldıktan sonra, üçüncü sırada olan ‘imgelem’den söz edelim. Sanat eserinin izleyicisi ile ilişkisinin nasılını açıklayan bir basamaktır bu. Örneğin, okurun şiirden anladığı ve şiirden ulaştığı toplam sonuca okur imgelemi diyebiliriz. 

Şairin imgelem gücüyle bir anlam bütünlüğüne ulaşılmış, anlam imgeye dönüştürülmüş ve şiir yazılmıştır. Eser veya şiir okur ile karşı karşıya gelmiştir. Şiir anlam, anlatım, ses ve çağrışım gibi kendine özgü dil varlığıyla okurla bir başınadır artık. Şiirdeki anlam, anlatım ve ses gibi özellikler, çağrışım-coşum ve estetik değer etkisiyle okurda anlam, görüntü ve duygu durumunu oluşturmaya hazırdır.

Çağdaş sanat anlayışı eseri açık, organik ve hareketli bir bütün olarak ele alır. Bu kavrayış sonucu; sanatçı, eser ve bunların içinde en önemlisi sanat alıcısının (izleyici) etkin bir konuma yükseldiğini görürüz. Daha açık söylersek bir sanat eseri izleyicinin zihinsel gücü oranında kavranır. Şairin imgelem kaynaklarının genişliği ve şiirin imge uzamı, okurun bilgi birikimi ve anlamlandırma yetisiyle doğru orantılı olarak değer kazanır. İnsanda estetik beğeni dediğimiz duygu durumu bu aşamadan sonra oluşur.      

Sanat eserinin duyusal ve gerçek varlık alanları, izleyicinin evren algısı ve bilgi birikimine göre yeni anlam evrenine açılır. Bununla birlikte şiirin anlam ve çağrışımı ister istemez insan zihninde yeni imgelem ve görüntülere evrilir. Şiir, dil varlıklarını gerçek, soyut ve gerçeküstü bağlamda sıra dışı kullanan ve çokanlamlılığa yönelten bir sanat dalıdır. Okur da bu anlam çeşitliliğinden çok farklı anlam ve görüntü üretebilir. Yani okurun geçmişten gelen temel verilerine, bilgi düzeyine, görme, işitme ve duyma gelişmişliğine bağlı olarak çok çeşitli imge ve anlam gurubuna ulaşabilir. İşte ulaşılan bu imge, anlam ve görüntüler; okurun bellek ve bilgi birikimine bağlı olarak yeni bir imgelem süreci başlatır. Yani şiir, okuru yeni dünyaya alıp savurur ki bu savruluş çağrışımsallık taşır, rastlantısallık taşır. Okurun kurduğu imgelem, şiirin iletileriyle her zaman örtüşmek zorunda değildir. 

Şair, şiirdeki ileti, imge ve anlam açılımını doğal olarak kendi tekniği ile yönlendirir. Ancak; okur şiirle iletişime girdiğinde şiiri anlamlandırması sınır ve kural tanımaz. Anlamlandırma; okura, zamana ve yere bağlı olarak daha öteye yönelebilir, kapsamı daha geniş olabilir veya zamana bağımlı olarak tam tersi bir değişime uğrayabilir. Diğer dil sanatlarında sözcük veya tamlamalar çoğunlukla belirli bir şeyi göstermek ve anlatmak için kullanılır; şiirde ise sözcük ve tamlamalar, çoğunlukla gerçek anlamın dışında duygulandırma, sezdirme, farklı görüntüleri çağrıştırma veya daha derin anlamlandırmaya yöneltir. Şair, okuru istediği anlam tabakasına taşırken aynı zamanda okurun imgelem dünyasını uyandırmak ister. Yani şiirdeki sözler gerçekte söyledikleri şeyin ötesine uzanır, okurun belleği ve bilinci anlamın daha öteye uzanmasına ya da dönüşüme uğramasına katkı sağlar.

Özet olarak, imgelemden imgeye, imgeden imgeleme dönüşümlü bir zihinsel akış süreci vardır ve bu süreç okurda rastlantısal anlam ve çağrışımsal imgelem[3] alanlarını doğurmaya açıktır.

İmge, şair tarafından şiirindeki söz ve duygu değerleri ile oluşturulur; ancak okurun bilgi birikimi, yaşamsal değerleri, belleği ve zamansal dönüşümler nedeniyle imgelerin uzamları ve yönelimi ile okur imgelem sınırı kontrolsüzdür. Okurun sezgi yetisi, bilgi birikimi, yaşamsal deneyimi, dünyayı okuma biçimi ve anlamlandırması ile koşuttur. Bu da çağdaş sanat anlayışının en temel yaklaşımıdır.

İmgelem-imge-imgelem; sırasıyla bir eserin doğuşundan varoluşuna, gelecekte alacağı anlamsal ve estetik değere kadar toplam süreci ifade eden bir tanımlamadır. İşte bizler sanatçıya, esere ve eserin ilgili olduğu okura döndüğümüzde ulaşacağımız görüntü budur. Eğer sanat çözümleme ya da eleştiri gibi işlere soyunacaksak bu süreci temel almalıyız. Süreç; sanatçının imgelem kaynaklarından okurun/alıcının imgelem yetisine, bilginin zamanda gelişiminden yaşam koşullarının dönüşümüne kadar çok geniş bir alanı kapsamaktadır. Şiirde ve sanatta hedef, okurun imgelem dünyasıdır; onun estetik yargısı için açık ve kapalı deliller sunmaktır. Öne süreceğimiz delillerin altı dolu olmak zorundadır. Anlatımı sıra dışı olmalıdır, felsefi bağlamı güçlü olmalıdır, özellikle sevgi ve türevlerini barındırmalıdır. Yaşar Özmen 21 Ocak 2019, Narlıdere

[1] “Rastlantısal Anlam”, yapıt ve izleyici etkileşiminde düşünsel olarak yaşanan mutlak bir süreçtir ve kuram niteliği taşır. “Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi” isimli kitapta ayrıntılı açıklanmıştır. (Rastlantısal Anlam Tabakası, Sayfa-268)

[2]  Özmen Y., “Bir Damla Suda Halkalar” Temren Yayn., Şubat 2018, “Büyüdükçe Bir Daha Kırılıyor” isimli şiir.

[3] “Çağrışımsal İmgelem”, yapıttaki iletilerin çağrışımına dayanarak okurun yaşamsal izlerine, zaman ve kültürüne bağlı daha farklı olay, anlam görüntü ve örüntülerin zihninde oluşmasıdır.


Klasik-Modern-Postmodern-Çağdaş-Evrimsel Sanat 

 GENEL (Üvercinka ve Şiir Sarnıcı dergisinde yayımlandı.)


Sanat dönemleri, birbirinden kesin çizgilerle ayrılmayan ve ayrı ayrı düşünülemeyen bir süreçtir. Klasik, modern, postmodern ve çağdaş sanat dönemleri, aynı düzlem üzerindedir ve birbiri içindedir; aynı zamanda sırasıyla birbirinin devamı ve birikimidir. Bunları anlamak ve hak ettiği biçimde değerlendirmek istiyorsak her birinin ayrıntısını ve birbirlerine olan etkilerini; tarihsel bilgi, metinler arası ilişki, sanat bilimi ve bilimler arası eşgüdüm altında incelemeliyiz. Sanatın öyküsü, sanıldığı gibi basit bir öykü değildir; yaşam, nesne, evren, kültür, zaman, düşünce, bilim, akıl ve teknoloji gibi her biri kendi başına ayrı görüngü olan kocaman bir dünyanın bileşkesidir; birbirleriyle korelatif ve çoğunlukla doğrudan ilişkilidir. Belirgin boyutlarının yanında belirgin olmayan boyutu, fazla değişkeni ve karmaşık bileşenleri olan bir etkinlik alanıdır. 

Sanatın hangi dalına neresinden ve hangi zamandan bakarsak bakalım, imgelem-imge-imgelem formülüne göre çalışan bir sistem buluruz karşımızda. Amaç, kapsam, biçim ve biçem olarak zamanla değişiklik gösterse de özde, belirli bir yolu ve hedefi esas alır. İmgelem-imge-imgelem süreci; şiir, resim, müzik… gibi tüm sanat eserlerinin doğuma hazırlık safhasından doğumuna, imge ve iletilerini kurmaktan okurda yeniden bir imgelem dünyası yaratmasına kadar izlenen yol olarak düşünmeliyiz. Daha anlaşılır biçimde söylersek, sanatçının imgelem gücü ve zenginliği, yapıttaki imge ve iletiler bütününü kurar; imge ve iletiler bütünü de okurla karşı karşıya geldiğinde okur imgelem dünyasını oluşturur. Yapıtın yaratımından izleyicide oluşturduğu estetik tavra kadar olan süreci anlatır. Yapıt, izleyicide imgelem yaratma yetisine sahip olduğu sürece, varoluşunu ve estetik değerini korur.

Bir sanat dönemi, bazı metinlerde geçmiş sanat dönemini reddediyor gibi okunsa da genetik olarak geçmiş dönemin kodlarını üzerinde taşır.  Barthes, bunu “metinlerarasılık” diye tanımlıyor[1]. Sanatın hangi alanı olursa olsun, geçmişten üzerine bir takım renk ve parçalar giyinmiş olarak varlık bulur. Bunun anlamı; en ileri sanat ile en ilkel sanat arasında mutlak bir bağıntı var demektir. Bu nedenle hiçbir sanat dönemi, diğerlerinden bağımsız değerlendirilemez. Geçmişteki sanatın; devrine göre imgelem yaratma yeteneği şu anki en ileri sanatın imgelem yeteneğinden daha az olduğunu söyleyemeyiz. Tamamıyla insanın; bilgi, kültür, algı, düşün ve onu yorum yeteneğiyle doğrudan ilişkilidir; yineliyorum, korelatif değil, doğrudan… Başka bir deyişle ne kadar bilimsel, ne kadar düşsel ve ne kadar evrensel düş kurabiliyorsanız sanatınız, o kadar çağın içinde ya da önündedir. Zamanın kültür birikimiyle ve düşünce gücünüzle doğru orantılıdır. İşte biraz da sanat dönemlerine bu açıdan bakmak gerekir. Çünkü kültür varlıkları bilimlerin öncülüğünde üretilir ve bilimler de düşünce gücünün sonucudur; sanat da düşünce ve bilimin tasarımıdır. Döneme ait biçim ve biçem; nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin, insanın birikimi, yaşamı okuma biçimi ve kültür varlıklarıyla olan düşünsel ilişkisine bağlıdır. Kandinsky, “Her sanat yapıtı, devrinin çocuğudur ve her devir, kendine özgü olan ve bir daha tekrarlanamayacak olan sanat yaratır.[2]” der.

Konumuz, sanatın zaman doğrusu üzerinde aldığı değişimi/dönüşüm ve sanatsal bağlamda postmodern kavramını açmaktır. Buna bağlı olarak gelecek dönemlerin açılımını yapabilmektir. Bu yüzden klasik sanat döneminden başlayıp bir bütün olarak sanatın gelişim sürecine göz atmak, anlaşılması bakımından daha sağlıklı olur kanısındayım. Sanatta postmodern kavramı çok farklı biçimlerde tanımlanmış olması nedeniyle metinde, ağırlığı bu döneme vereceğim. Postmodern sanat anlaşıldığında, çağdaş sanat ve evrimsel sanat kavramları daha kolay düşüncemizde nesnelleşebilecektir. Modern, postmodern, çağdaş ve evrimsel sanat yaklaşımı, birbirini bütünler bir süreç izlediği görülecektir. Postmodern sözcüğü, çağın kültürü, insanının tutumu ve düşünce sisteminin karşılığıdır bana göre. Bu da yirminci yüz yılın ikinci yarısına denk gelir. 

Sanat biçim ve biçemini belirleyen en önemli etken; çağın kültürü, bilgi birikimi, skolastik, teokratik veya modern düşüncesidir. İnsanlık tarihi de kültür ve düşünce tarihiyle anlaşılır hale getirilebilir. Gerçeğe inanç yoluyla varacağını sanan insan ile gerçeğe bilgi yoluyla varacağına inanan insan, haliyle biçem olarak farklı sanat üretecektir. Sanat tarihine baktığımızda bu durum, kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık görülmektedir.  Öyleyse Klasik Sanat, Modern Sanat, Postmodern Sanat, Çağdaş Sanat ve Evrimsel Sanat dönemlerinden sırasıyla söz edelim. Aralarındaki süreklilik, ilişki ve korelasyona göz atalım.

 

KLASİK SANAT

Klasik sanat, imgeleriyle dış dünyaya benzemeye ve yaşam koşullarına uyum amacı taşıyan bir sanat biçimidir; mimetiktir; gerçeği birebir yansıtmadır. Nesnenin ve imgenin ötesine açılmak gibi bir ufku yoktur. Din ve öğretilerin direktifine göre yön alan; bunları kanıtlama, güçlendirme çabası taşıyan; konusu genellikle yaşamın üst tabakasından alınan bir sanattır. Bugünkü bilgi ve görgümüzle klasik sanat anlayışı, basit bir durum gibi gelebilir. Ne var ki bu durum, bugünün sanatına temel oluşturan bir dönem ve çabaların tümüdür. Hakkını vermeliyiz. Uzun yıllar almıştır yolculuğu. Yılların birikimidir ve bütün değerlerini en ileri sanat dönemi içinde var kılmıştır. Bu yüzden klasik sanat, temeldir. Temel ilkeler taşır ve mutlaka her sanatçının yolu düşmelidir. Belki de klasik diye isimlendirmesinin altında yatan gerekçe budur. Sanat dediğimiz görüngünün temel taşıdır; diğer dönem ve akımlar buradan ışık alırlar… Yeni klasizm, romantizm gibi içindeki akımlar modern sanata evrilmeyi hızlandıran yaklaşımlardır.  

 

MODERN SANAT

 Modern sanata karşı uygun tavır alamayan, reddeden, anlamsız gören, kendince bir yere koyamayan; aydın ve sanatçılar olmuştur; hâlâ da vardır. Skolastik, teokratik veya ideolojik düşünce kalıplarını kıramayan büyük bir çoğunluktan; perspektif anlayışı ve kuralların biçim değiştirmesini; gerçeküstü ve soyut sanat dünyasını; lojik olmayan nesnelerin sanatta yer bulmasını; metafizik tavrını, estetik değer yargısının bilim, sanat, bilgi ve kültüre koşut değişimini; kısa bir zamanda anlamasını bekleyemeyiz. Klasik sanat dönemi, binlerce yıl sürmüş bir dönemdir. Modern sanat döneminin bir çağa sığması büyük bir gelişme ve hız olarak görülmelidir. Kendisinden tatmin olmayan modern sanat anlayışı, bir asır sonra postmodern kavramını öne sürmüştür; daha doğrusu evrilmiştir. Normal bir gelişmedir. Sanat, düşünce ve düş gücünün ürünüdür. Bunca bilimsel ve teknolojik gelişmeden, insanda yarattığı travma veya yarardan sonra, varlığın ve nesnenin insandaki anlamı ve ona vereceği görünüm, değişime uğrayacaktır. Bu da yetmeyecek, başka biçim ve biçeme yönelecektir. Sanatta keşifler dönemi, henüz yolun başında dersek yanılmış olmayız; insanın bilinciyle daha doğrusu toplam aklıyla koşut bir durumdur. 

Modern sanat döneminin ayrıntısına girmeyeceğim. Ancak, modern sanatın bileşenlerinden en önemlisi; tanrısal dünya görüşünün daha teknik ve bilimsel bir dünya algısına dönüşmesidir. Bununla birlikte gündelik yaşamın, sanatın ilgi alanına girmesidir. Bu bakıştan yola çıkarak; dışavurumculuk, izlenimcilik, kübizm ve sürrealizm… gibi akımlar, sanata çok ama çok geniş uzam kazandırmışlardır. Bu akımlar, bugün bile her tür sanat dalında yer bulmuş ve onlara önemli alan kazandırmayı sürdürmektedir. Bunları, modern sanatı var eden akımlar olarak veya postmodern döneme bir hazırlık olarak ele almak yetmez; aynı zamanda çağdaş ve evrimsel sanat[3] dönemlerinde de etkisini sürdürecek ve değerlerini yaşar kılacaklardır. Her ne kadar biz sanat dönem ve akımlarını, tanımlamak için birbirinden ayrıymış gibi düşünüyor olsak da onlar, bir bütündür ve bütüncül bir etkileşimle bulunduğumuz çağın sanatını ortaya koyarlar.

Modern sanat dönemi; keşiflerin, icatların, sanayinin, aydınlanmanın, bilimin ve bilginin hızlı yükselişe geçtiği teknolojik bir zaman tünelidir. Her şey kısa bir zamanda değişti ve bu değişim; savaşlardan sanata, insandan yaşam biçimine kadar büyük bir devinimi ortaya çıkardı. Bu değişimin ortaya koyduğu sanat da haliyle bu duruma uyum sağlamak zorundaydı ve öyle oldu… En temel kural, değişimin değişmezliğidir. Bilgi, bilgiyi üreterek daha yaşanabilir bir dünyaya yönelir ve sürekliliği sağlamaya çalışır. Modern sanat da bu kervanda yerini almış ve kendini postmodern bir isimlendirmeyle sıra dışı gereç, dijital teknoloji ve yapay zekâya uyum için hazırlığa başlamıştır.  

 

POSTMODERN SANAT

Postmodern kavramı; pek çok şeyi parçaladığı, yıktığı, reddettiği, bazı öğreti ve düşünce kalıplarına karşı durduğu, bilim ve aklı reddettiği gibi konular üzerinden yoğun eleştiriye gebe kalmıştır. İlk bakışta enine boyuna sorgulanması gereken bir olumsuzluk gibi geliyor. Karşı durmak ve onu olumsuzlukla suçlamanın atında yatan gerçek başka bir şey olabilir mi? Geçmişe bağlılığın, öğretilerin statikliğine sığınmanın, inançların kesin doğrularına bürünmenin, bilimin hızına ayak uyduramamanın, sanatsal ve kültürel kabullerin sabitliğine dayanan kolaycılığın; olağan bir görünümü olabilir mi? Bu kavram, var olan cari kültür, düşünce biçimi ve dünya görüşünü tanımlayan bir sanat dünyasının isimlendirmesi değil mi? İçinde yaşadığımız kültüre, düşünce sistemine, toplumsal dünya görüşüne hayır deme şansımız var mıdır? Postmodern sanat diye adlandırıyorsak bunun bir gerçekliği kesinlikle var demektir. Nesini anlamıyoruz, nesini olumsuz görüyoruz ve nesine karşı duruyoruz ki postmodern kavramının?

 

Kim hangi biçimde ele alırsa alsın, sanatın en önemli özelliği; özgürlük ortamında, özgün ve imgelem gücü oranında yaratılmasıdır. Bu ortamı önümüze koymaya çalışan; daha güçlü ve zengin bir imgelem yetisine uzanan; sanatta sınırsızlığa, sonsuzluğa, kuralsızlığa daha yakın duran; adına da postmodernizm denen olgu; kaos çağının hayranlık verici düşünsel bir cüretkarlığıdır. Anlamsız sınır ve kalıplardan, düşünceyi kırılmazlığından kurtarmaya çalışmak; postmodern hareketin yörüngesidir ve olumsuzluk olarak görülmemelidir. Postmodernizm gibi açık uçlu ve değişkenleri çok karmaşık kavramları, görmek istediğiniz biçim ve anlamda yorumlayabilirsiniz. Ancak şunu unutmamak gerekir: Postmodern sanat; bilim ve sanattaki kalıplaşmışlığı kırmaya, gerçekte olmayan ilişkilerden üretilmiş iki kutuplu dünyanın tehdidini bertaraf etmeye, aklın sınırlarını zorlamaya ve insanı daha özgür bir sanat ortamı aramaya yönelten bir çabanın öyküsüdür. Bilim ve bilgiden köklü bir kopuşu değil; günün bireyinin kabul edebileceği ussal işlevi ve yaşam gerçeğini bulmak için farklı seçeneklerin de ele alınması gereğini öne sürme girişimidir. Bunun yanında, pozitivizmim tıkandığı noktadan hareketle; insanlığı, doğayı ve yaşamın niteliğini yok eden çözümsüzlüğe karşı çıkış yolu arayan bir düşün biçimidir. Gencay Şaylan, Postmodernizm[4] kitabında Suzan Sontag’dan bir alıntıda; “Postmodern kavramı, kültür ve sanat alanında yeni bir duyarlılığı anlatmak için kullanılmıştır” der. Rasyonalizm artık rasyonel değildir. Türkçeye çevirelim; gerçekçilik artık gerçek değildir! Aklımızın kurabildiği kurguya göre biçim alan bir gerçekliğe doğru evriliyoruz.

Gerçeği, bilgi ve onun gücünde bulacağını gören kuşaklar, yıllar önce ortaya atılmış inanç sistemlerini, öğreti kalıplarını; sanat anlayış ve kavrayışını; isteseniz de istemeseniz de sorgulayacaktır. Günümüzün zeki bireyleri, epistemolojik olarak üstünlük sağlamış düşünce, inanç ve öğreti kalıplarını, çağın bilgisiyle sorguladığında pek çoğunun anlamsızlığını görecek kadar zihinsel evrim geçirmiş durumdalardır. Bu; gelişim, dönüşüm ve değişimin normal bir sonucudur. Onları, kalıplara sığdırmanız ve kurallar bütününe hapsetmeniz olası değildir. Postmodern anlayış, yirminci yüz yıl ikinci yarısının ürettiği kültür, bilim, sanat ve düşünce dünyasının birebir görünümüdür. Kurallı aklın önündeki engelleri silip süpürüp, sanatsal bağlamda insana özgürlüğünü vermekten başka çabası yoktur aslında…  

Çok yerde yazılıp çizildiği için şu konuya değineceğim: Genç kuşaklar, postmodern sanata uyumu nedeniyle sürekli suçlanmış ve bu suçlama bugün de sürmektedir. İçinde yaşadığımız kültürü ve o kültürü var eden çocukları, anlamsız görmek ya da suçlu bulmak, kuşakların kötülüğünden, yanlışlığından değil; o kuşağı anlayamama sıkıntısından kaynaklanıyor. Tıpkı bugün olduğu gibi her olumsuzluğu yaratan, inanç adına yaşamları yok eden, davam diye sözde savunduğu öğreti için diğerine kurşun sıkan, kötülüğe kucak açan, insanlığı açlığa sürükleyen, savaşlara, teröre ve şiddete başvuranlar; günümüzün karar vericileri yani büyükleri değil midir?  Öyleyse genç kuşakları; aklını kullanıyor, birey olduğunu göstermek için diretiyor, istediğine inanıp istediğini reddetme özgürlüğünü arıyor, savaşlara hayır diyor, ekolojiye sahip çıkıyor, inanca ve düşünceye saygı duyuyor, yaşama hakkına dayatılan sınırları reddediyor ve özgürlüğüne sahip çıkıyor, sanatta yeni biçim ve biçem deniyor diye, olumsuz ve suçlu mu görmeliyiz?  “Gerçek, kurgudan ibarettir” diyen bir hiperrealite duruyor karşımızda. Arkamızdan gelen kuşak, bu hipergerçekliği yakalayabilen bir beyne sahiptir. Haliyle sanatsal etkinlikleri farklı olacaktır. Sanatla, yaşamla ve bilimle olan ilişkilerine dönüp bakmayacak mıyız? Dönüp arkanıza bir bakın sağduyuyla. Çoğu mutlak doğrularımız, yalan olmanın ötesini aşmış ve gülünçlük düzeyine yükselmiştir.

İşte Postmodern kavramı, olumsuzluklara zekice karşı duran, aklın sınırlarını zorlayarak çıkış yolu arayan ve insanın özgürleşmesinin önündeki engelleri kaldırmaya çalışan bir anlayışın ortak söylemidir. Öküzün altında buzağı aramanın bir gereği yoktur; biyolojinin evrimsel olduğu kadar kültür ve sanat da evrimseldir. İnsanlık; belirsizlik, görecelilik, rastlantısallık veya öznelerarasılık gibi kuramların anlaşılabilir duruma evrildiği bir zamanda daha farklı bir açıdan düşünmek zorundadır. Bu yüzden sanat, çağı yakalamaktan öte çağın önünde olmazsa anlamsızlığa itilir, estetik değer üretemez ve asıl amacına hizmet edemez. Aydınlanma tasarısının bir sonucu olmakla birlikte bu tasarıya omuz veren önemli bir bileşendir. Ne bilimin içine sığdırabilirsiniz ne de bilimin dışında düşünebilirsiniz; ne doğrusal mantığa sığdırabilirsiniz ne de mantıksızlıktan arındırabilirsiniz. Artık aklın ve düşün tasarımlayabildiği alan, sanatın döl yatağıdır. 

Modern sanat anlayışına göre biraz daha kuraldan arındırılmış, sert kalıplardan sıyırılmış, sanatın olması gereken sınırsızlığa ve sonsuzluğa yönelmiş olması, gerek sanat bağlamında gerek toplumsal olgu ve olaylar bağlamında toplumsal kültüre nasıl bir zararı olabilir?  İleride ele alacağım ancak yeri gelmişken belirteyim; çağdaş sanat bunların pek çoğunu silip atan bir yaklaşım içindedir. Ona ne diyeceğiz? Bana kalırsa postmodernizm; aklın, daha kapsamlı bir düşün evrenine evrilmesi için ele avuca sığmaz gibi görülen; gerçekte aklın ve bilimin kendi yarattığı gerçeklikten yola çıkan; olağan bir süreçtir. Çağdaş sanat anlayışının satır aralarını ayrıntılı okuduğumuzda, bizi bu yoruma götürmektedir. Akıl evrildikçe yeni yeni gerçeklikleri keşfetmektedir.

Örneğin, postmodernizmi kucağımıza bırakan dizgeye şöyle bir göz atalım: İletişim ve bilgi işleme teknolojilerinin hızla güçlenmesi; sanatın görüntüden ışığa, dilden harekete kadar yeni boyutlar kazanması; küreselleşme ve onun getirdiği ekonomik ve politik sistem; öğreti ve din gibi düşünce kalıplarının tutuculuğu ile bağlayıcılığının kırılması; kültür varlıklarının çeşitliliği, mal hizmet ve diğer objelerin üretimi yüksek ve ulaşımının kolay olması; soyut anlatımın baskın hale gelmesi, metafizik perspektife yönelmesi, tüketim kültürünün yükselişi ve metaaya dayalı sosyal yapının güçlenmesi; aklın ve bilimin daha evrimsel bir tutum takınması; toplumların düş ve düşün dünyasını kısıtlayan ancak gerçekte “olmayan ilişkilerin” artık sorgulanabilir olup yok sayılıyor olması gibi; daha pek çok etken gösterebiliriz. Özet olarak söylersek bunların hepsi, akıl ve bilimin ortaya attığı yeni bir gerçekliktir; ileri gerçekliktir. İleri gerçekliğe karşı alınacak önlem, asıl bizim mücadele edeceğimiz alandır. Aslında postmodern girişim, yaşadığımız çağı daha iyiye götürme ve ona estetik değer giydirme çabasından başka bir şey değildir. Önümüze dikilmiş bir görüngünün suçlanması değil; ona, sanatsal ve düşünsel anlamda çözüm üretilmesidir doğru olan. Peki, var mı çözüme yönelik bir girişim?

Çağdaş insan; öğreti ve inançların kurguladığı sistemi, toplumlara iyi bir yaşam yerine yaşama hakkı bile tanımayan uygulamaları, özgürlüğüne izin vermeyen sistemleri, kalıplaşmış sanat anlayışını; ayrıntılı bir şekilde sorgulamak zorundadır. Gerçekliklerin daha farklı gerçeklikleri doğurması ve bunların farklı ilişkilere evrilmesi için, düşün ve tasarı gücünü kullanıp çıkış yolu arayacaktır. Sanat alanında da bu arayış sürecek; aklın, bilimin ve kültürün gücü kadar farklı ve farkındalıklı sanat üretme yoluna gidecektir. Onu, akla uygun olmayanın içine koyamazsınız, isteklerini bastıramazsınız ve istencini sınırlayamazsınız. Örneğin, Türk şiirinin bugün bile tutucu tavra maruz bırakıldığını, devrimci görünmesine karşın baskı ve şiddet üreten dilini veya tam tersi tebliğ mantığı taşıyan irşat dilini, elbette sorgulayıp zamanla sanatın gereğine uygun olarak düzenleyecektir. Aslı olmayan ilişkilerden payını almış bu bileşenler, zekânın sorgulama alanına girecek, hastalığı ve işe yaramazlığı er geç görülecektir. İşte postmodern anlayışın yelpazesi sanat yoluyla bunları süpürüp atmaya yönelir. Her ne kadar direnirseniz direnin, donanımınız bu süreci engellemeye yetmez. Toplam akıl ve toplam algıyı kullanan bir süreçtir.

Tutuculuk, şiddet ve bağnazlıktan kurtulamayanların; postmodernizmin mantığını okuyabilmeleri olası değildir. Postmodernizmi kavrayamamak ve doğurduğu sanatı anlamamak; zamandan, uzamdan, bilimsel ve sanatsal gelişmelerden uzak kalmış olmak demektir. Nasıl bakarsanız bakın bu, yeni bir gerçekliktir; kavranması zor bir gerçekliktir. Daha açık söyleyelim; gerçek ötesi de denilen yeni bir gerçekliktir. Sınırı, kapsamı ve uzamı; aklı zorlayacak kadar geniştir. İnanç ya da öğreti kalıplarının belirlediği düşünsel alan; artık çok dardır ve insan içine sığamıyor. Lojik sistemlerle lojik olmayan sistemler birleşerek, yeni bir gerçekliğe evriliyor ve kaotik bir yapıyı önümüze koyuyorlar. Asıl soru şudur: Post-truth diye ifade edilen “yeni gerçeklik” karşısında; sanatın, daha özelde söylersek şiirin, resmin, öykünün; nasıl bir biçim ve biçeme ulaşacağıdır. Ülkemizde elliye yakın güzel sanatlar fakültesi olan bir üniversite sisteminden, elle tutulur kuram, düşünce, evrensel anlamda sanatsal bir yenilik ortaya çıkmıyorsa nasıl düşünmeliyiz? Bunun gibi sorgulanması gereken bir yığın sorun vardır. Yadsımanın, suçlamanın, o öyleydi bu böyleydi diye hor görmenin hiçbir anlamı yoktur. Gözümüzün önünde yeni bir gerçeklik, kılıcını çekmiş üstümüze yürüyor. Ya siz ne yapıyorsunuz?

Postmodern sanat, kendini tartışılır kılıp yerini, çağdaş veya güncel sanat dediğimiz yeni bir görüngüye bıraktı. Postmodern sanatı anlamadıysak çağdaş sanata nasıl bir tepki üretmeliyiz? Anladıysak nasıl bir sanata doğru yönelmeliyiz? Kritik soru budur. Biraz eleştirel konuşalım bu aşamada. Okuma oranı düşük bir toplumuz; şiiri ve sanatı genellemelerle tanımlamaya çalışan bir geleneğimiz ve bilgi noksanlığımız var. Bilim, bilgi, kuram, estetik dediğimizde herkesin kaçıştığı bir sanatçı kalabalığında varlık bulmaya çalışıyoruz. Gelenek ve tanınırlık odaklı etkinlikler silsilesi süregidiyor. Ne yazık ki sanatçılar; genellemeler, yinelemeler ve geçmişe öykünmelerle kendine yer bulmaya çalışıyor; en azından şiir sanatı için durumun böyle olduğunu net olarak söyleyebilirim. Usta çırak yöntemi öğrenmeye çalıştığımız bir şiir dünyasında, postmodern sanat ya da çağdaş sanat kavramlarını kullandığımızda kuantum fiziğinden söz ediyoruz gibi bakılmaktadır. Lisans eğitiminden en ileri aşamasına kadar akademik eğitimi olan sanat alanları vardır; resim gibi, edebiyat gibi… Bu alanlardaki akademisyenler, postmodern sanat anlayışında şiirin takınacağı tavra ya da çağdaş sanat dünyasında öykünün takınacağı tavra, ilkeler bazında nasıl bir katkı sağlamışlardır? Bugüne kadar okuduğum inceleme, makale, tez ya da bildiriden; ciddi anlamda yararlandım, sanat algıma çok katkısı oldu, beni çağdaş sanata uyumun konusunda ikna etti dediğim doyurucu bir çalışma görmedim.  Baudrillard, Faucault, Lyotard gibi düşünürler bir şeyler söylemiş, bizim akademik kadrolar ve öykünmeci edebiyatçılar; söylenenleri doğrulama görevi üstlenmişler; yığma ve tercüme bilgiyi genelleyerek koca bir sanat alanını tanımlamış görünüyorlar. Acı ve gerçek; yineleme, doğrulama ve genelleme.

Postmodern anlayış; kanonun kırılmasını, bağlamın koparılabilmesini, kural ve ilkelerin kabulden ibaret olduğunu ve bunların dışında daha özgür sanat yapılabileceğini anımsatan bir girişimdir. Sosyo-politik, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel sistemin mengenesinden insanı kurtarmaya yönelen bir çabadır. Öğretilmişliklere, dayatılmışlıklara kafa tutma girişimidir. Tanımsız, bilime bile karşı, benim davama hizmet etmiyor gibi Orta Çağ söylemleriyle; küçümsenecek ve göz ardı edilecek bir gerçek karşısında olmadığımızı görmeliyiz. Kalıcı, tutarlı ve çağın sanatını üretmek istiyorsak donanımlı olmak ve her açıdan bakmak zorundayız. Yetmez; gelecekte sanatın alacağı biçim ve biçemi okumanın yollarını aramalıyız.

 

ÇAĞDAŞ SANAT (GÜNCEL SANAT)

Çağdaş sanatın endüstriyel ve ticari yönünü ölçüt olarak değil; eleştirel bir konu olarak ele alacağım. Bunları, ölçüt olarak ele aldığımızda sağlıklı değerlendirme yapamayız. İkincisi, çağdaş sanat hakkında hangi düşünürün ne dediği veya kimin nasıl baktığını, bilgi bazında dikkate alacağım. Bağımsız ve sağduyuyla yorumlayabilmek için, geçmişte üretilen bilgi, deneyim, metinler arası ilişki ve bilginin tarihselliğine yaslansak da sanat bilimi ve diğer bilimlerin eşgüdümüyle konuyu farklı bir açıdan ve yeni bir gözle yeniden değerlendirmeliyiz. Ego, endüstri ve ticarete dönüşmüş bir sanat olgusu; algı ve kültür yapılandırmalarıyla birlikte bütün kozlarını kullanarak karşımızdadır. Açıkçası çağdaş sanat kavramı, meta değeri aşırı şişirilmiş ancak sanat değeri olmayan objeleri izleyiciye yüksek sanat diye yutturma zanaatı haline dönüşmüş bir kabuller dünyasıdır. Bu yüzden, konuya sanat bilimi gözünden bakmalıyız, olabildiğince nesnel ve bilimsel davranmalıyız. Bilginin, şaşırtıcılığın, sınırsızlığın, yaratıcılığın; üst teknolojiyle sıkı ilişkisidir çağdaş sanat. Bu yüzden, sanatla sanat olmayanı birbirinden ayırmak zorlaşıyor. Sanatın geleceği için, sanatla sanat olmayanı zor olsa bile birbirinden ayırmanın gerektiğini düşünenlerdenim. En azından estetik değere sahip, insan emeği, özgün ve biriciklik ilkelerine sahip sanatı öne çıkarmalıyız. Yapay zekâ ve üst teknoloji aygıtları, bizim sanat dediğimiz her şeyi üretebilme yeteneğine sahiptir ve daha iyisini yapabilecek donanıma ulaşacaklar. Gelecekte ne olacak peki?  Gelecek, bunların seri üretimiyle endüstriyel bir sektöre dönüşeceğini gösteriyor.    

Sanat, içinde bulunduğu çağın; algı, anlama, düşünme, açıklama edimlerine göre biçim ve biçem kazanır. Günümüze kadar gelen süreçte, kendine özgü ölçüt, ilke, disiplin, bilgi ve kuramsal dayanakları olagelmiştir. Bundan sonra da olacaktır; ancak akla ve estetik beğeniye koşut değişim ve dönüşüm göstereceğini söyleyebilir miyiz, tartışmalıdır. Sanat; postmodernist görüşle birlikte, biçim, biçem, yöntem, yordam, teknik ve malzeme açısından oldukça değişti ve bu değişim sürüyor, sürecek. Özellikle teknoloji, yapay görüntü ve yapay zekâ, sanatın tanımını zorlayan aşırılığa yol açtı ve doğrusal mantığı altüst etti. Malzeme, biçim, biçem, teknik ve diğer etkenler bir yana, aynı zamanda izleyicinin sanata bakış biçimi de değişti, diğer taraftan yozlaştırıldı. “Sanat, sanatçının belirlediği şeydir” gibi garip bir söylemle her tür objeye sahte yapıt süsü verildi ve verilmeye devam ediyor. Bu yolla, çağdaş sanat diye adlandırılan yapıtlar, algı yapılandırma teknikleriyle devasa bir pazarın malzemesi haline dönüştürüldü. Avelina Lesper, “Her tür objeyi sanat eseri olarak sunarsanız, sahte değer biçilmiş olan, estetik ve kuramsal dayanağı olmayan her eşyayı ticaretin aracı durumuna sokarsınız” diyor. Sanatsal değere sahip olmamasına karşın bu tür objelerin değer kazanç oranı, astronomik rakamlarla ifade edilir duruma geldi… Sanatın gerçek amacı dışına taşan, estetik beğeni ve estetik yaşantıya hizmet etmeyen, kazanç hırsıyla ticarete yönelen bir sektör konumuna dönüştü.

Burada şunu söylemeliyiz: Sanat bilimine uzak sanatçıları, özellikle izleyici ve yapıt alıcılarını; objenin göz doldurucu yanlarını kullanarak veya sanatsal kavramların ardından dolaşarak ikna etmek için sayısız gerekçe, teknik ve yöntem üretilmiştir. Oyuna gelmemenin bir tek yolu vardır: Sanat bilimine egemen olmak. Özellikle sanat bilimi içindeki estetik bilimi, parametresi ne kadar çok ve karmaşık olursa olsun az çok estetik değer taşıyıp taşımadığını size söyler. Sanat bilimi, sanatla sanat olmayanı ayırt etmenin en tarafsız bilgisidir günümüzde.

Çağdaş sanat, bana göre bir dönemi değil; bir tarzı, yöntemi temsil ediyor. Dalına göre anlık duruma odaklı, bir kanona bağlı olmayan, aklın kullanabildiği her tür malzemeyi yapıta giydiren, sanat dallarını iç içe kullanan, sınır, koşul ve kural tanımayan, bunlarla birlikte çağın estetik algısını karşılayan estetik değere sahip yapıt üretme yöntemidir. Ekonomik kaygıyı ve yararcılık yaklaşımını ayrı tutarsak, çağdaş sanat anlayışı, bir anlamda bilgi, akıl, teknoloji ve yaratıcılığı en üst düzeyde kullanabilen, sınırları sonuna kadar zorlayıp yeni bir şey üretme çabasıdır. Postmodern anlayış; kural, biçim, biçem, yöntem ve tekniğe yeni bir bakış getirmiş ve düşünce bazında çağdaş sanatın altyapısını hazırlamıştı zaten. Fotoğraftan videoya, resimden görüntüye, performanstan enstalasyona kadar değişim ve tekniğin hazırlığıydı bu.

Bugün anladığımız şekliyle söylersek çağdaş sanat; insan, nesne, teknoloji, akıl, dijital dünya, sanal dünya, metafizik dünya, gerçek ve gerçeküstü dünya gibi her tür olanak, boyut, teknik ve varlığı kullanan; kural, kanon ve bağlamın sınırlarını reddeden; sanatçının bilgisi, kültürü, aklı, teknoloji kullanma ve yaratı yeteneğinden doğan sistemin adıdır. Durum böyle olduğuna göre, şimdi ne olacak? Sanatın işi insandır; buradan yola çıktığımızda sanatın diğer işi gelecektir. Çağdaş sanat anlayışı, bugünü kapsamına alan bir tanımdır; ya sonrası?

 

EVRİMSEL SANAT

Kabul edilmelidir ki sanat dönemleri ve ...izm’li sanat akımları, deneyimsel bilgi zenginliği, görme ve sezi yetisi ile sanatsal gelişmelere evrimsel bir devinim kazandırmışlardır. Sanatçı bu akımların ürettiği bilgiye dayanarak görme ve sezi yetisini güçlendirmiş, beklenenden daha hızlı gelişen bir sanat evrenine girmiştir. Artık çağımızda parça bölük bilgilerle tanımlanması olası olmayan, çok boyutlu ve açık uçlu, aklın sınırlarını reddeden bir sanat yaklaşımını kucağımıza bırakmıştır. Bugünün sanatı ve sanat anlayışını, ancak ve ancak “evrimsel sanat” gibi küresel ve evrensel değerler dizgesini içeren yaklaşımlarla anlaşılır duruma dönüştürebiliriz.

Artık aklın yolu bir değildir; aklın yolu birden çoktur. Doğrunun doğruluk değeri açık uçludur. Görecelilik, belirsizlik, rastlantısallık ve öznelerarasılık gibi kuramlar, bilime ve kültüre bakış biçimini değiştirmiştir. Yıllardan beri doğru kabul edilen ama bugünün bilgisiyle yanlışlanabilen kuramlar ve fizik yasaları bunun en açık delilidir. Biz biliyoruz ki henüz bizim gerisinde olduğumuz, düşünce gücümüzün dışında kalan bir mantık ve düşün dünyası (nesnel ve gerçeküstü) vardır; biz bunları günümüzde ne işleyebilecek ne de anlayabilecek bilgiye sahibiz. Bilinç ve zekânın bunları tanımlayabilecek seviyeye ulaşmasını, yani evrim sürecini beklemek durumundayız. İşte “evrimsel sanat” dediğim yaklaşım bu soru ve sorunlara şimdilik yanıt oluşturabilecek bir değerler dizisi olarak durmaktadır. 

Günümüz insanının sınırsız yaratıcılığı, bilimsel verilere dayalı beyninin çalışma gizilgücü, çalışma ve iş görme yeteneğinin sınırsızlığı, sanatı çok daha farklı boyuta, gelecekte ön göremeyeceğimiz bir biçim ve düzeye çekeceğinin habercisidir. Dijital ve bilgisayar teknolojisinin olanakları, yapay zekâ, sanal dünya tasarımı, ses ve görüntü teknikleri gibi çağın kazanımları, sanatı artık benzer biçim ve biçemlerden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle, bugün el birliği ile benimsenen “çağdaş sanat” tanımının, sanattaki bu hızlı dönüşümü ve gelişimi, daha doğrusu evirilişi; karşılamakta yetersiz kalacağı kesindir.

Sanattaki baş döndürücü gelişmeler; aklın gelişimi, bilimin evrilişi ve teknolojinin büyümesi ile eşgüdümlüdür. Sanatın üç boyutta genişlemesi; bilgi ve yayımın yüksek devinime sahip olması; sanatsal bilgi, teknoloji ve bilimsel olgularla açık uçlu bir evrenin tasarlanması; sanatsal süreci yeni bir tanıma zorlamaktadır. Sanatta gözlenen bu sonuçlara göre, tüm sanatın edimlerini, dönüşümünü, gelişimini anlatan sanatsal kuram ya da yeni bir tanım getirmekte yarar olduğunu değerlendiriyorum. Böyle bir devinim, değişim, dönüşüm ve gelişimi karşılayabilecek, onu açıklayabilecek, açık uçlu olmakla birlikte her şeye yanıt verebilme olanağına sahip olacak tanım, ancak ve ancak “Evrimsel Sanat Yaklaşımı” olabilir.

Klasik, modern ya da çağdaş gibi kavramlar geçmişe göre bulunduğumuz zamanın devinimini anlatırlar; oysa evrimsel kavramı, bugünden öncesini, bugünü ve bugünden sonrasının sonsuzluğunu, olay ve olguların var olan doğal ve yapay devinimle koşutluğunu anlatır. Evrim sözcüğü, sadece canlılardaki fizyolojik değişim ve koşullara uyumunu anlatmaz; aynı zamanda bilincin; değişim, gelişim, dönüşüm gibi eylemlerini anlatır. Bu düşünceden yola çıkarak: Evrimsel sanat yaklaşımı, her sanatsal edim çoğulluğuna, bilim, teknoloji, yer ve zaman boyutu ile bunları başka bir açıdan görme gibi her tür sanatsal gelişime ve yaklaşıma yanıt verebilme olanağına sahiptir. Bir anlamda evrimsel sanat yaklaşımının; sanatta limitin olmadığını, düşün ve zihinsel etkinlik ile bilincin sonsuzluğunu ve sınırsızlığını anlatan bir bütünlük olduğunu düşünüyorum.

Şimdi asıl soruyu soralım: Sanat, çağdaş sanatın da ilerisine evrildiyse biz bunun neresindeyiz? Yirminci yüzyılın dikte ettiği formlarla durağanlaşmış ve modern sanatı bile anlamamış yazın temsilcileri, doğruyu söylemek gerekiyorsa bugün baş köşelerde oturuyor. Sanatla değil; birbiriyle uğraşıyor, üretilmiş bilgiyi yineliyor; farklı bir şey söyleyenleri de anlamamak için direniyor. Bir kısmı da “böyle sanatın içine…” mantığıyla lanet okuyarak geziniyor. İnsan ne kadar bilinçliyse, sanat da o kadar çağdaştır. İnsan ne kadar aklını kullanıyorsa, sanat da o kadar evrimseldir. İnsan ne kadar insansa, yaşam da o kadar yaşanasıdır… Tersinden diyelim; sanatın çapı, insanın aklı ve sevgisi kadardır. Kısacası sanatçının okuduğu dünya, tartışması, eleştirisi, yapıtı, yorumu ve birbirine karşı tavrı; toplam niteliği kadardır…

Yaşar Özmen, 2 Eylül 2020 Narlıdere/İzmir

[1] İleten, Gencay Saylan, Postmodernizm, İmge Kitabevi, 5. Baskı 2016

[2] İleten, İsmail Tunalı, Estetik Beğeni, Remzi Kitabevi, Kasım 2011

[3] Bütün sanat akım ve dönemlerini içine alan ancak çağdaş sanatın da ilerisinde; çağının bilgi, kültür, bilim, teknik ve metafizik bağlamında insanın düşünebildiği ve imgeleminde tasarlayabildiği bütünlüklü bir sanat anlayışıdır. 

[4] Gencay Saylan, Postmodernizm, İmge Kitabevi, 5. Baskı 2016

Rastlantısal Anlam Kuramı


Şairin ne dediği değil, şiirde kullandığı sözlerin ve anlamsal bütünlüğün okurda nasıl biçimlendiği ve zaman içinde nasıl bir değere ulaşacağı önemlidir.

 


 
Klasik sanat döneminden barok sanat dönemine kadar, sanat yapıtları kapalı bir bütün olarak ele alınmaktaydı. Rönesans döneminden itibaren, doğa bilimlerinin mekanik bir evren algısına doğru evrilmesi, duygu, bilinçaltı-bilinç sürecinin tanımlanması ve görecelilik kuramının ortaya koyduğu büyük değişim etkisiyle sanat eserine ilişkin biçim ve biçem özellikleri insan anlağında kavrayış değiştirdi. Bu değişim sürecinin hâlen devam ettiğini gönül rahatlığı ile söyleyebiliriz. Klasik sanat anlayışı eseri kapalı ve organik bir bütün olarak algılarken, modern ve çağdaş sanat anlayışı eseri açık, organik ve hareketli[1] bir bütün olarak algılamaya başladı. Bu kavrayış sonucu, sanatçı, eser ve bunların içinde en önemlisi sanat alıcısının (izleyici) etkin bir konuma yükseldiğini görürüz. Daha açık söylersek bir sanat eseri izleyicinin zihinsel gücü oranında kavranır. Şairin imgelem kaynaklarının genişliği ve şiirin imge uzamı, okurun bilgi birikimi ve anlamlandırma yetisiyle doğru orantılı olarak değer kazanır.       

Sanat eserinin duyusal ve gerçek varlık alanları, izleyicinin evren algısı ve bilgi birikimine göre yeni anlam evrenine açılır. Bununla birlikte şiirin anlam ve çağrışım katmanı ister istemez insan zihninde yeni imgelem ve görüntülere evrilir. Çağdaş sanat anlayışını sınırı olmayan bir imgelem dünyasına götüren işte bu hareket olgusudur; diğer bir söylemle şiirin anlamsal devinimidir diyebiliriz. Yapıtın içinde barındırdığı bu hareket olgusu (zaman, coğrafya ve bilgi yoğunluğuna göre devinim) yeni kavramları beraberinde üretmek zorundadır. Çünkü tanımlanmayan ve hareketi karşılamayan alanların varlığı ister istemez doldurulması gereken bir boşluğu ortaya koyar. İşte bu alanlardan bir tanesi de özellikle yazınsal eserlerde çok belirgin olarak var olan anlam katmanında kendini gösterir. Anlamı, şiirsel açıdan ele aldığımızda ise daha belirgin bir boşluğun varlığı karşımıza çıkar. Şiir, dil varlıklarını gerçek, soyut ve gerçeküstü bağlamda sıra dışı ve çokanlamlılığa yönelen biçimde kullanabilen bir sanat dalıdır. Okur da bu anlam çeşitliliğinden çok farklı anlam ve görüntü üretebilir. Yani okurun geçmişten gelen temel verilerine, bilgi düzeyine, görme, işitme ve duyma gelişmişliğine bağlı olarak çok çeşitli imge ve anlam gurubuna ulaşabilir. Bu durum, Umberto Eco’nun Açık Sanat Yapıtı yaklaşımını, Roman İngarten’in ontolojik incelemelerini ve Alımlama Estetiğinin temel düşüncelerini ele aldığımızda, bir sanat eserini, özellikle dil sanatlarını daha geniş bir perspektiften düşünmeye iter bizi.

Şiirde anlamsal kapalılık, kavramlarda açık dokululuk, çokanlamlılık ereği, çağrıştırma ve derin anlam özellikleri gereği, şiirdeki söz varlıklarının okurda ne zaman hangi duyguyu harekete geçireceği, ne zaman anlamın nereye yöneleceği veya okur tarafından nasıl yorumlanacağı çoğunlukla belirsizdir. Okurun algı, anlama ve düşünme biçimine göre yani görme ve duyma biçimine göre eserin anlam katmanını nasıl somutlaştıracağı çoğunlukla rastlantısaldır. Ayrıca şiirde her bir söz, dize veya şiirin bütünü, çokanlamlılığa yönelme, çağrıştırma, anıştırma, sezdirme gibi tekniklerle okurun belleğine paralel sıra dışı, farklı veya beklenmeyen imge ve görüntüleri oluşturabilir. Umberto Eco bu konuda şunu söylüyor; “Her alımlama böyle bir yorumlamadır ve bir gerçekleştirmedir; çünkü her alımlamada yapıt, özgün bir perspektif içinde yeniden canlanır.” Aynı konuda İsmail Tunalı ise, “İnsanlar, nitelikçe birbirlerinden farklı ve farklı perspektiflere sahip olduklarına göre, her bir insanın aynı sanat yapıtı ile yaşantısı farklı olacak, yani aynı sanat yapıtı, farklı insana göre farklı biçimler alacaktır.” der.    

Şair ve şiirin ereği, anlam, anlatım ve sesin gücünü duygu değeriyle örgütleyerek okuru daha fazla imge, görüntü, anlam ve duygu dünyasına taşımaktır. Sadece şiir değil, bütün sanat eserleri, estetik kaygıyı doğurmak için bir taşla pek çok kuş vurmak isterler. Okurun ruh dünyasını ele geçirip onun algı ve anlama etkinliğini tetiklemek isterler. Yani sanatçılar eserlerinde biçim, ses, anlam anlatım ve söz sanatları gibi yöntemlerle mümkün olabilen tüm çağrışım kapılarını açmak isterler. Buna, şiirde bağdaştırma, benzetme, değişmece, sapma veya bir sözcüğü birkaç farklı anlamda kullanma gibi teknikler örnek gösterilebilir. Okurun beklentisi ve amacı ise şairin iletilerini kendi bilgi ve çağrışım dünyasına göre yorumlamaktır, somutlaştırmaktır. Okurun yorumu onun bilgi birikimine bağlı olarak daha az, daha çok ya da beklenmedik bir şekil alabilir. Okur belleğinde iz bırakmış anılar, görüntüler ve bilinci gereği, şiirdeki herhangi bir söz ve söz öbeğinin çağrışımı ile şairin hiç değinmediği bir anlama ya da imgeye ulaşabilir. Okurun böyle bir anlam veya imgeye ulaşması demek, farklı bir imgelem dünyasının daha kapılarının aralanacağı anlamına gelir.

Sanatsal metinlerde, özellikle şiirde anlam açılımını şair yönlendirir. Ancak şiir okura ulaştığında okurun şiiri anlamlandırması sınır tanımaz. Okura, zamana ve yere bağlı olarak daha öteye yönelebilir, kapsamı daha geniş olabilir veya anlam dönüşüme uğrayabilir. Bu devinim, çağdaş sanat anlayışında eserin harekete dayanıyor olmasından kaynaklanır. Diğer dil sanatlarında sözcük veya tamlamalar çoğunlukla belirli bir şeyi göstermek ve anlatmak için kullanılır; şiir ise, sözcük ve tamlamalar çoğunlukla gerçek anlamın dışında duygulandırma, sezdirme, farklı görüntüleri çağrıştırma veya daha derin anlamlandırmaya yöneltir. Şair, okuru istediği anlam tabakasına taşırken aynı zamanda okurun imgelem dünyasını uyandırmak ister. Yani şiirdeki sözler gerçekte söyledikleri şeyin ötesine uzanır, okurun belleği ve bilinci anlamın daha öteye uzanmasına ya da dönüşüme uğramasına katkı sağlar. Bu durum, şiirin anlam konusunda rastlantısal bir tabakaya yönelmesi anlamına gelir.    

Yıllar önce yazılmış bir şiirin iletilerini sürdürdüğünü, gelişen teknoloji, bilgi ve değişen algı nedeniyle anlam genişlemesine uğradığını varsayarsak burada tanımlanması gereken bir alan daha karşımıza çıkar. Bir şiirin veya bir sanat eserinin sanatsal gücünü oluşturan bu durum, sanatçının çabasını, okurun algısını ve zamanın yarattığı anlamsal dönüşümün varlığını gösterir. İşte bu üçlünün, yani “şiir, okur ve zaman”ın yarattığı anlamsal sonucu karşılayan kavramsal bir tanımlamanın olmadığıdır.

Çoğu sanat alanında olduğu gibi şiirin de anlam örgüsü çoğunlukla örtüktür, anlamsal genişlemeye açıktır ve çokanlamlılığa yönelir. Sözler, imge ve anlam grupları gerçek anlamının dışına taşar ve sonsuz bir menzile erişme eğilimindedir. Sanat eserlerinin tamamında bu uzam vardır ve sanatsal niteliği artırıcı geniş bir olanaktır.

Şiir gibi dilin bütün olanaklarını kullanabilen bir sanat, belirtik anlamdan ziyade, örtük anlama, çokanlamlılığa, duygulandırmaya, sezdirmeye ve çağrıştırmaya yönelir. Şiirin iletilerine bağlı olarak ulaşılan anlam yanında, okurun duygu durumu, deneyimi ve bilinç düzeyi beklenmedik olay, olgu, imge, görüntü gibi anlamsal sonuçlara yönelir. Daha açık anlatımla, bir dizeden ulaşılan anlamsal sonuçlar çoğunlukla “Rastlantısal” olabilir. Dize bir olgu veya duyguyu anlatmak ister ama anlatılmak istenen olgu veya duygudan bağımsız pek çok olay ve görüntü okur birikimine göre oluşur. Örneğin aşağıdaki beş dizenin ortaya koyduğu gerçek anlam yanında, okurun bellek ve bilincine bağlı olarak bu dizelerden çağrışım gücü ve sezgi yetisiyle ulaşabileceği pek çok imge, görüntü, olay ve olgu vardır. Aşağıdaki dizelerde belirttiğim durumu deneyebilirsiniz, hatta birkaç kişinin nasıl bir imge ve anlam açılımına ulaştığını test edebilirsiniz.  

(…)

Sınırsızlığı çek üzerime

İşte çuvaldız, del gökyüzünü

Getir anakaraları karinamın altına

Ellerimize rastlayan her şehri sevelim

Gerisi senin güzelliğin[2].

 (…)

Okura bağlı oluşan anlam örgüsü, sanat eserlerinin vazgeçilemez ve sanatsal niteliğini güçlendiren başlı başına bir olaydır. Bunun yanında zamanla dönüşüm geçiren anlamsal açılımları da dikkate almak zorundayız, özellikle bu konu şiirde kalıcılık açısından çok önemlidir. İşte bu bilgilere dayanarak şiirin okura ulaşmasından itibaren okurun birikimine bağlı anlamlandırma alanı ile iletilerin zamana göre uğrayacağı anlamsal dönüşümü “Rastlantısal Anlam Kuramı’ ile karşılanabiliriz, diye düşünüyorum. 

Okurun algı, bilgi, bellek ve kültürel altyapısına bağlı şiirden ulaştığı anlam ile şiirin zamana bağlı uğrayacağı anlamsal açılımı karşılayan durumu rastlantısal anlam kuramı açıklar, diyebiliriz. Öyle sanıyorum ki rastlantısal anlam kuramı sanat veya şiir dünyasında yeni bir tanımlamadır. Sanatsal bir anlatımın sonucunda oluşan bir alandır. Şiirin, bununla birlikte sanatın doğal ve devinimine özgü bir anlam açılımıdır. Şiirin veya sanatın özellikle doğurmak istediği özel bir alan olması nedeniyle bu anlamsal sürecin tanımlanması gereğini düşünüyorum. Çağrışım katmanında da görüleceği gibi sanatta olay, olgu, bilgi ve imgelem gücüne dayalı anlam üretmek eserde olası bir kıvılcım gerektirir. Sanat değeri yüksek eserlerde bu kıvılcım çoğunlukla bilinçli çakılır, ancak okura bağlı olması nedeniyle kıvılcıma verilecek tepki ve anlamın yönü kontrol altında tutulamaz. 

Şairler, şiirinde benzetme, sapma, bağdaştırma gibi yazın ve şiir dili teknikleriyle dize veya dizeler arası anlamsal gücü artırıcı yönteme başvururlar. Yaşamsal ve duyumsal olgulara dayalı anlam öbekleri veya imgeler ile okurda çağrışım yaratmak isterler. Aynı zamanda okur, bilinçaltı ve bilincinde yer almış trajik ve travmatik izler ile kültürel donanımı gereği, şiirdeki çağrıştırmalara dayanarak gerçek anlamın dışında başka bir anlamsal bütünlüğe, yoruma veya görüntüye yönelebilirler. Diğer taraftan şair, yüce ve trajik değer taşıyan olgularla okuru tetikleyebilir.

Rastlantısal anlam kuramı bağlamında bir düzlemden daha bahsettim. Bu düzlem de zaman ve ortamın etkisidir.  Bilginin ve algının zaman ile ortamda ufkunun genişlemesidir. Zamanla değişen algı, teknik, üretilen bilgi ve kültür varlıkları, daha önce yazılmış bir şiirde anlamsal gelişim ve dönüşüm sağlar. Zamanın yarattığı bu olgu, oldukça yüksek öngörü ve sezgiye gebedir. Şairin var olan ve üretilen bilginin gelecekte alacağı değeri öngörüp/sezip okuruna çağrıştırdığı ve anıştırdığı ayrı bir tekniktir. Sanat eserleri, çoğu zaman sanatçısının anlatmaya, görüntülemeye çalıştığı kadrajın dışında bazı değerler taşır. Yeni anlamlar ve anlamlandırmalar, bilginin keşfine bağlı ya da işaret edilen yeni olayların gerçekleşmesine bağlı olarak belirebilir. Sanatçı onu düşünde tasarımlamıştır ve eserlerine, şiirlerine giydirmiştir çoğu zaman. Bazen buna benzer durumlar tesadüfen gelişmiş de olabilir. Ancak biz okurlar, zamanla bir olayın gerçekleşmesi veya bir bilginin açığa çıkması durumunda anlam genişlemesini veya anlam kaymasını fark ederiz. Güncelin üzerine yaslanarak yeni anlam açılımlarına çoğu sanat eserinde rastlanır ve bu olağan ve çok sık rastlanan bir durumdur. Eserin, klasik bir esere evrilişinin bileşenidir bu durum.

Bu konuyu biraz daha açalım. Olması olanak dışı gibi görünen veya hiç düşünülememiş olayların vuku bulmasıyla yeni bir bakış açısı, bilinmedik bir yoruma varılmasıyla yapıttaki çağrışımın, sezdirmenin, duygu gücünün anında güncellik kazanıp yeni çıkarımlara yönelebileceğini unutmamalıyız. Bu konu, özellikle dil sanatları için çok önem arz eden bir özelliktir. Örneğin aya gitmenin akıllarda bile olmadığı zamanlarda aya yolculuktan bahseden roman ya da metinlerde olduğu gibi. Bu, sanat eserlerinde kalıcılık ve süreklilik sağlayacak olan önemli bir özelliktir. Şairin kahinliğini değil; şairin anlamlandırma, geleceği okuyabilme, görebilme, sentezleyebilme yeteneği ile eserin derinliğini gösterir. Bu durumu, “anlamın rastlantısallığı” diye isimlendirmek durumundayız.

 Şair şiirinde, eğretileme, değinmece, değişmece ve aktarma gibi dilsel teknikler ile iletilerini sezdirme, görüntüleme veya duyumsatmaya çalışarak anlamsal bütünlük ve tutarlılık sağlar. Ancak şiir, dönemin estetik algısı, bilimsel, sosyolojik, psikolojik gelişmelere bağlı olarak anlam kayması yaşayabilir hatta yatay ve dikey evrilmeye açıktır. Şiirin zaman içerisinde nasıl bir çağrışımı doğuracağı, zamanın algı ve bilgi birikimine bağlı olarak nasıl bir anlam alanına yöneleceği bugün için belirsizdir. Sanatçının kurguladığı, biçimlendirdiği ve nesnelleştirdiği eser, gelecekte okurun yaşam pratiklerine, bilgi gelişimine ve algı biçimine bağımlıdır. Okurun algı, anlama, bellek, bilgi birikimi, düşünme biçimi ve yaşamsal değerlerine göre şiirden ulaşacağı anlam ile zamanın getirilerine bağımlı olarak şiirin uğrayacağı anlamsal genişlemeye “rastlantısal anlam” diyorum. Şiirde hatta bütün sanat dallarında okur ve eser arasında gelişen böyle bir anlamsal süreç vardır; bu süreç mutlaktır ve tanımlanması gerekir. İşte ben bu süreci ve süreçte gelişen anlamsal durumu Rastlantısal Anlam Kuramı olarak ele alıyorum. Bu kuram, ayrıntılarıyla birlikte incelenmeye, geliştirilmeye ve deneysel olarak araştırılmaya muhtaçtır. Rastlantısal anlam tabaksının, her sanat eserinde uygulanabilir, denenebilir, izlenebilir ve genellenebilir bir süreç olduğunu ve bunun bir kuram niteliği taşıdığını söyleyebilirim. Çağdaş sanat algısı ve beynimizin çalışma prensibi gereği, okur eser arasındaki “rastlantısal anlam”ın doğum süreci kuramsal bir olgunun sonucudur. Bu konu kapsamlı bir tez konusudur. Sanat eseri, okur, sanatçı ve zaman dörtlüsü bağlamında bu kuramın devinimi, süreci ve işlevsel temeli umarım ele alınıp incelenmeye değer bulunur.

Rastlantısal anlam, normalde her sanat eserinde var olan, sanat eserindeki anlamsal çeşitliliği, hareketliliği karşılayan ve okurun bilinç dünyasından doğan bir tabakadır. Mevcut bilginin, aynı olduğu durumlarda bile okur, algı, düşünme ve anlama etkinliği gereği şiirden farklı imgesel sonuçlara varabilir. Bunun yanında sanatçının amacı olan iletinin daha ötesinde bir iletinin okur tarafından algılanabileceğini, okuru yeni imgelem dünyasına taşıyabileceğini her zaman göz önünde bulundurmalıyız. Bu süreç mutlak bir süreçtir ve yazın biliminde tanımlanmalıdır.

Özetlemek gerekirse şair, şiir dili teknikleri ve özgün anlatımı ile göstermek ya da çağrıştırmak istediği anlam, görüntü ve imge demetini yeteneği oranında okurda oluşturabilir. Bu durum her şairin temel hedefidir. Bilinen ve öyle olduğu kabul edilen bir durumdur. Ancak;

**Okur kendi yaşamsal değerlerine, izlerine, bilgi ve belleğine yaslanarak, şairin şiirinde gerek kastettiği gerek kastetmediği anlatım ve anlam örgüsünden bazı ipuçları yakalar; bu ipuçlarından beklenilmeyen imge, olay ve görüntülere ulaşabilir. Bu durum ratlantısaldır.

**Yayımlanmış ve üzerinden zaman geçmiş bir şiirin anlam bütünlüğü, gelişen teknik, değişen algı, teknoloji, olay ve açığa çıkan bilgi nedeniyle beklenilmeyen, yeni, daha etkin imge ve görüntülere yönelebilir. Bu durum anlam genişlemesidir ve rastlantısaldır.

Bu iki alan, şiire özgü anlam katmanlarında tanımlanmış değildir. İşte bu iki alan, şiir ve sanat bilgisi içinde, özellikle dil sanatlarında tanımlanmalıdır, yer almalıdır. Hatta sanatın tüm dallarında “Rastlantısal Anlam Kuramı” olarak ele alınıp incelenmelidir. Bu sürece mantıksal yaklaştığımız zaman, böyle bir gereksinimin olduğu ortaya çıkmaktadır. 

Mustafa Zeki Çıraklı, Jakobson ve David Herman’ın bulgularını referans göstererek bilişsel anlatıbilimin dikkate alacağı üç zihinsel süreç olduğuna dikkat çeker. Yazarın zihnindeki inşa, anlatı (metin veya vasıta) ve okurun zihnindeki inşa olarak gösterir. İşte bu üç zihinsel süreci incelediğimizde okurun anlamlandırma, görme ve imgesel olarak ulaştığı sonuçların, sanatçının anlatmak istediği düşünce ile aralarında mutlak uyumun olamayacağını ifade eder. Bu uyumsuzluğun ortaya çıkardığı zihinsel sonuçları, ancak ve ancak rastlantısal anlam kuramıyla tanımlayabiliriz, diye düşünüyorum.

Özellikle şiirde “rastlantısal anlam” hem sanatsal açıdan hem estetik açıdan hem de dilsel ve anlam zenginliği açısından önemli bir olanaktır. Her sanat alanında imgenin uzayı ne kadar geniş olursa ve ne kadar çok çağrışım saçağı[3] yaratıyorsa o eser daha fazla sanatsal özellik içeriyor demektir.  

Rastlantısal anlam alanı, eleştirmene geniş bir bakış açısı sunar, anlam katmanına değişik bir açıdan bakmaya ve geleceğe yönelik öngörüleri dikkate almaya yönlendirir. Çünkü hem sanatçı gözünden hem okur gözünden hem de zamansal ve mekânsal platformda şiirsel veya sanatsal bir olguyu açıklama olanağını sağlar. Örneğin iki asır önce yazılmış bir şiirin bugünkü iletilerinin ne kadar geçerli ya da geçerli olmadığı, rastlantısal anlam kuramının öne sürdüğü önerme ile çözümlenebilecektir.

Bir şiirin dizelerinden çıkarılabilecek farklı anlam, değişik çağrışım etkisi, çok yönlü bir bakış ve düşün açısı her zaman o şiire yeni boyut eklemek için önemli bir basamaktır. Çok önce yazılmış bir şiir ya da öykünün bugün gerçek bir olayla kanıtlanması, gerçeklik kazanması veya benzerlik göstermesi, yansıttığı, sezdirdiği durumla mevcut olayın içeriğine açıklık getirmesi her sanatın dalının gelecekten beklenen kaygısı olmalıdır. Konuyu tersinden okuyalım: Bugünün şairi; şiirinde kalıcılığı, sürekliliği, sanatsal değeri ve ileti gücünü bu bağlamda düşünmelidir ki yıllar sonra şair olarak anılmak için kendisine zemin hazırlasın, duyusal ve sezgisel gücünü kullansın.   

Lyotard’ın dediği gibi “metnin ne dediği değil, okurun ne anladığı esastır.” Şairin ne dediği değil, kullandığı sözlerin ve anlamsal bütünlüğün nereye açıldığı ve zaman içinde nasıl bir değer alacağı önemlidir. Şiirin ne dediğinden ziyade, okurun yaşamsal deneyimlerinden nasıl bir sonuç çıkaracağı önemlidir. Aslında bütün yazınsal metinler, metin dilbilim açısından incelendiğinde bu sonuca doğru yönelmez mi?

İsmail Tunalı, “...edebiyatın tarihselliğinde geçmiş, şimdi ve gelecek diye bir ayırma olamaz. Çünkü, her yapıt, yeni beklenti ufuklarında daima yenidir ve daima yenilenir. Hiçbir yapıtı ölümsüz bir değerle değerlendiremeyiz. Dün belirli bir ufuk için verilmiş olan değer yargısı, bugün yeni bir ufuk içinde yeni bir değer yargısına dönüşecektir.” der. İşte bu çıkarım bile bir sanat eserinin daima rastlantısal bir anlam dünyası oluşturacağını doğrular. Çünkü şiirin anlam uzayı ile okurda yarattığı çağrışım, okurun zihinsel durumuna bağımlıdır. Her sanat eseri karşısında, okurun verdiği/vereceği tepki ile ulaşacağı anlam belirli bir çerçeve içinde düşünülemez. Rastlantısaldır. Şiir, anlamsal uzayına sınır ya da çerçeve çekilmesini kabul etmez. Örneğin bilinçli yapılmış iyi bir soyut tablo, anlam açısından oldukça geniş bir alana sahiptir. Böyle eserlerin “çağrışım saçağı yaratıcı” özelliği vardır ve izleyicinin bilgi, bellek ve duyumsal gücüne göre saçaklanır. Bu nedenle şiirin, her okura göre farklı anlam ve görünüşe bürünmesi önemli bir özelliktir. Sanatçı bu özelliklerin farkında olmalıdır ve eserini bunları dikkate alarak kurgulamalıdır. Eleştirmen ise bu özellikleri dikkate alarak çözümlemeye yönelmelidir.

Sonuç olarak bu kuram; eserle insan arasındaki ilişkiden doğan mutlak bir süreçtir ve çağdaş sanat anlayışındaki hareket olgusuna dayanır. Uygulanabilir, denenebilir, izlenebilir ve genellenebilir bir süreç olduğundan kuram niteliği taşıdığını söyleyebiliriz. Elbette kuram demek yeterli değildir. Araştırmaya incelenmeye ve denenmeye gereksinimi vardır. Dilerim sanat düşünürleri, akademisyen ve araştırmacılar, ele alıp incelerler ve sanatın insanla olan ilişkisine yeni bir boyut kazandırırlar. 
Yaşar Özmen

[2] Özmen Y., “Bir Damla Suda Halkalar” Temren Yayn., Şubat 2018

[3] Çağrışım saçağı, şiirin/eserin okurda çağrışım sonucu yarattığı imge ve imgelem demetidir. Çağrışım sonucu anlamın zihinde dal budak salması olarak düşünülebilir. Çoklu imge ve imgeleme ulaşıldığını ifade eden bir benzetmedir.

Çağrışımsal İmgelem Kuramı




Çağrışımsal İmgelem Kuramı[1]

 

Çağrışımsal imgelem, şairin şiirde kurduğu uyaranlar ile okurun kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve belleğinde kayıtlı görüntüler üzerine yaslanarak yeni görüntüler ve duyusal alanlar yaratma sürecidir.

 

Çağrışım katmanı; şiirdeki herhangi bir anlam, ezgi, söz, olgu veya imgeye dayanarak okur belleğini dürten, okurun zihnindeki bağıntılar bileşkesini kurcalayan, anıştıran, tetikleyen ve harekete geçiren, okuru imgelem dünyasına yönelten, yeni düşünme ve görme biçimine neden olan bir katmanın adıdır. Çağrışımı şiir veya sanatsal bir uzamda ele aldığımızda, çağrışımın çıkış, oluş ve sonuçları açısından ayrıntılı incelenmesinin gereği doğar. Her sanat eserinin üzerine yaslandığı görünmeyen bir varlık alanıdır. Uyarma, uyandırma, sezdirme, anıştırma, duyumsatma ve anımsatma gibi zincirleme tepki yanında, yapıtın anlamsal derinliği ile coşum tetikleyerek sanatta duygusallığı sağlar. Çağrışım, anlamın kaşağısı, zihnin karanlık bölgeleri için el feneridir. Anlamı kaşıdıkça kişiyi daha yoğun imgeye, imgeden daha özgün imgeleme götürür. Bir anlamda bellekteki yerleşik izlerin uyaranı ve düş dünyasının başat erketesidir diyebiliriz.

İmgelem, bilgi birikimimiz ve bilincimizin zihinsel, düşsel ve duygusal olarak ortaya koyduğu tüm tasarılar, görüntüler, işlemler, yaratılardır. Bir anlamda düş ve düşünme gücünün ortaya çıkardığı eyleme dönüşmemiş düşünce bazında örüntüler evreni de diyebiliriz. Zihnin işleyiş ve imge çekirdeğini[2] ortaya koyuş sürecidir. Sanatın doğumuna kaynaklık eden ilk düşsel aşamadır. Sanatsal edimlerin akarsuyudur.

Konumuz, çağrışımın okurda doğurduğu imgelem sürecidir. Diğer bir söyleyişle okurun; şiirin duyusal ve nesnel varlık katmanlarına yaslanarak zihinsel etkinliğe girişidir.

Çağrışımsal imgelem tabakası dediğimizde, okurda oluşmuş ve oluşturulmuş olan bir imgelem sürecinden söz ediyoruz demektir. Daha önce sözünü ettiğim çağrıştırma tabakasındaki çağrışım çekirdeği, okur üzerinde uyarı, sezdirme, anımsatma, dokunma ve değinmeler yapar. Diğer taraftan da imgelem ve düşlerini harekete geçirir.

Olgunluğa ulaşmış zihinde bir şey, o kadar çok şeyler ile bağıntılıdır ki hangi şeyin hangi bağıntıyı uyaracağı alıcının bilgi varlıkları ve belleğindeki izler ile doğru orantılıdır. Neyin neyi harekete geçireceği, neyin nasıl bir imgeleme yönlendireceğini kestirmek zordur. Yani şair olarak sizin söylediğiniz esas değildir; okurun nasıl anlamlandıracağı, nasıl bir imgelem dünyasına yöneleceği esastır. Şair, kendi anlayışına göre bir veya birkaç imgeyi hedeflemiş olabilir, ancak şairin açığa çıkmasını arzu ettiği imgeler okur tarafından hiç görüntülenmeyebilir. Bu biçim bir yönelme, rastlantısal imgelem tabakasında ayrıca incelenmek zorundadır. Okur, belleğine dayanarak daha farklı imgeleme ulaşmış olabilir. Burada sözünü ettiğimiz şey, şairin yönettiği imgelem tabakasıdır ve her şair sözlerinin okuru nasıl bir imgeye ve imgeleme yönelteceğini az çok belirleyebilmelidir.

 Şairin yönlendirmeleri dışında kalan çağrışım olanakları bir olasılıklar yumağıdır. Şair; anlam, anlatım ve ses olanaklarına dayanarak çağrışımın amacı, yönü ve gücü konusunda sorumluluk taşır. Şöyle ki: Şair çağrıştırmak istediği konuyu, olguyu, olayı, özü bir bağdaştırma, aktarma, benzetme vb. ile çarpıcı bir şekilde verir/yansıtır, hissettirir ya da sezdirir; ancak okur konu hakkında bilgisiz ise çağrışım, hissettirme, sezdirme okur açısından bir anlam ortaya koymaz. Bu, şair tarafından dikkat edilmesi gereken önemli bir ayrıntıdır. Fin mitolojisinden bir simge veya sembol kullanılması benim için bir anlam taşımayabilir. Örneğin bir Finli için tarihsel bir olgunun duygusallığını içeriyor olabilir. Şair, şiirinde hem çağrıştırma sorumluluğunu taşımak durumunda hem de okurun varabileceği imgelem sürecine katılmak durumundadır. Basit bir ayrıntı gibi geliyor; ancak bu konu şiir yazarken, çözümlerken ve altı dolu eleştiri yaparken son derece önemlidir. Bir şiirin okurda yaratacağı etki ve şiirin okuru kavrayışı bu ayrıntıyla güçlendirilebilir veya tam tersi zayıflatılabilir.

Şairin çağrışım yoluyla yönlendirdiği imgelem tabakası, şiirin gelecekte takınacağı tavrı, yaymayı sürdüreceği ileti niteliğini de belirleyebilme olanağına sahiptir. Bu belirlenim, şairin niteliği, sezgisi, bilgi altyapısı, dünya ve yaşam ilişkisini okuma yetisi bunun yanında gelecek öngörüsü ile doğru orantılıdır. Sanatçının bilimsel yetkinliği ve öncü tutumu etkendir. Sözünü ettiğim konu, bütün sanat alanlarında özel olarak incelenmesi gereken çok boyutlu bir durumdur.

Yinelemek gerekirse çağrışımsal imgelem, şairin yönlendirdiği uyaranlar ile okurun kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve belleğinde kaydedilmiş görüntüler üzerine yaslanarak yeni görüntüler ve yeni duyusal alanlar yaratma sürecidir. “Şair, okurun dünyasına göre söz söylemek zorunda değildir; içinden geleni olduğu gibi söyler” diye söylenir. Ancak şiirin okura ulaşması ve onda estetik kaygı uyandırması için onun dünyasına seslenmesi, onunla ilk ilişkiyi başlatabilmesi ön koşuldur. Bu konu biraz da şairin toplumsal ve bireysel olguları okuyabilme yetisiyle ilgilidir.

Çağrışımsal imgelem tabakası, çağrışım neticesinde insan zihinsel varlıkları içinden birtakım görüntüleri çeker. Çağrışımın yönlendirdiği anlamla özdeş görüntüye dönüştürür. Bunlar, birbiriyle bağıntılı olgulardır, izlerdir, yaşamsal çıkarımlardır. Çağrışımın doğurduğu ve çağrışımın zihne taşıdığı görüntü ile ilişkili, okurun zihinsel doygunluğuna bağlı olarak daha içsel yeni anlam ve imgelem oluşur.

Şimdi birkaç dizenin çağrışım olanaklarını ve imgelem gücünü anlamaya çalışalım.

(…)

Irgalamıyor beni masum gagalı güvercinleriniz

Barışı getirmekten uzaktılar ne zamandır

Tırtıl taşıdılar badem gagalarında

Tırtıklasın diye üstüme yağan güneşi

Hiç güvenmiyorum güvercinlerinizin sevdasına

Kaç kez sponsor olurlar yeraltı şehirlerine

Kaç kez takla atarlar minare gölgelerinde

Kaç bıçak vururlar sırtından çağa insafsız

Kaç kez dikerler zeytin dalını haydut inine

Hesapsız bir hasat yapar gibi hırçın

Başıbozuk bir bostan bozumu mevsimindeyiz…[3]

                   Temmuz 2014, Narlıdere (Bir Damla Suda Halklar)

Örneğin ilk iki dizeyi, çağrışımsal imgelem açısından inceleyelim. “Tırtıl taşıdılar badem gagalarında/Tırtıklasın diye üstüme yağan güneşi” derken bir güzelliğin tırtıklanması için düşünce yapısı belirli insanların sanrılarından söz edilmektedir. Aslında güncel ve somut olaylara dayanan bağdaştırma söz konusudur burada. ‘Badem gagalarında’ alışılmamış bağdaştırması, aynı zamanda belirgin ve kalıplaşmış düşünce yapısını anlatan bir çağrıştırma çekirdeğidir. İki sözcük, zamanımızın bir olgusunu okurun önüne getirip koymuş ve okurda kocaman bir imgelem dünyası kurmuştur.

İmge; hareket, biçim, renk veya sözle görünüşe taşınan değerlerdir ve aynı zamanda yeni imgelem alanları yaratma gücüne sahiptir. Örneğin, //Usun tekbirle kelepçeye vurulduğu yerde[4]// dizesinde tekbirle kelepçe, İslam kültürünün yoğun olduğu ülkelerin geri kalmışlığını, vahşetini, pozitif bilimleri göz ardı etmesini düşünebiliriz. Bu dizede dikkatli bir imgelem çözümlemesine gidersek, tek başına “kelepçe” sözcüğü bile imge ve arkasından bir imgelem süreci doğurma gizilgücüne sahip olduğunu görürüz.

Çağrışımsal imgelem tabakası böyle bir durumu ortaya koyan alandır. Gerek şiir dili tekniği ile gerek doğrudan göndermelerle gerek imge gibi yöntemlerle yapılsın; bellekte, bilinçte ve bilinçaltında var olan bilgileri uyararak okura yeni imgelem olanakları sağlar. Okurun yaşamsal izlerini ve değerlerini kurcalayarak, okurda öne çıkan bilgilerle yeni anlam alanları yaratır. Bu alanlar çağrışımsal imgelem alanlarıdır ve sanat açısından önemli bir bileşendir. Çağdaş sanatta yapılmaya/yaratılmaya çalışılan önemli bir ayrıntıdır.

Dil sanatlarında, özellikle şiirde çağrışıma bağlı imgelem tabakası kendine özgü bir biçimde ayrıca ele alınmalıdır. Çağrışımsal imgelem tabakası, yukarıda söz edildiği durumuyla bir kuram özelliği taşır mı? Çağrışımsal imgelemin oluş sürecinin; genelliği, deneyselliği, izlenebilirliği ve sürekliliği sağladığını ve bu nedenle kuram olarak ele alınabileceğini düşünüyorum. Örneğin heykel ya da plastik sanatlarda çağrışıma bağlı imgelem sınırlı kalabilir; ancak dilde her bir sözcük, bilgi ve dize, çoğul çağrıştırma gizilgücü taşır ve okura göre değişen imgelem yolunu açar. Sonuç olarak bu alan, kuramsal bir özellik taşır ve özellikle dil sanatlarında, daha etkin olarak şiirde, okurdaki anlamlandırma çabasını, düşünme ve düşlem sınırını genişletir, diye düşünüyorum.

Bu yorumlara dayanarak çağrışımsal imgelem tabakasının, özellikle dil sanatlarında kuramsal yetkinlik taşıdığını söyleyebiliriz. Yani bu süreç, Çağrışımsal İmgelem Kuramı olarak ele alınabilir. Her ne kadar bu konunun kuram olabilme yeteneğine sahip olduğunu söylesek de kuramın deneyselliğine, izlenebilirliğine, genelliğine bakılması, eylemsel sürecinin araştırılması ve daha işlenebilir bilgiye dönüştürülmesi gerektiğinin altını çizmeliyim. Bu tabaka; bir olgunun, olayın, yansımanın anlamlandırılmasında önemli bir işleve sahiptir ve şiire sanatsal öz kazandırır. Ayrıca bu tabaka, bir eserin anlamından çağrışımına kadar okurda yaratılması istenen algı, anlama, düşünme ve görme etkinliğinin eylemsel düzlemidir. Okurun çağrışımla imgelem dünyasına gönderilmesi, kendine özgü teknik, yöntem ve ayrıntı gerektirir. Bu nedenle çağrışımsal imgelem tabakası gerek kuram olarak gerek süreç olarak düşünülsün, dil ve insan bilimleri uzmanları tarafından ayrıntılı bir biçimde bilimsel bir gözle ele alınmalıdır. 

Çağrışımsal imgelem tabakası, aslında eleştirmenin önemle üzerinde düşüneceği bir anlamlandırma sürecidir. Oscar Wild’ın deyişiyle, “Eleştirinin asıl amacı eserin etkisini ortaya koymaktır.” Dilde her bir sözcük, ses, bilgi ve dize bir uyarandır, çağrışım çekirdeğidir ve çağrıştırma gizilgücü taşır, okurda imgelem yolunu açar. Şair, çağrıştırma gizilgücü taşıyan uyaranları nasıl kullanmıştır? Nesne, olay, olgu, simge, mit gibi uyarıcı etkenleri okurun artalan bilgisi ile nasıl özdeşleştirmek istemiştir? Eleştirmen, bu sorulara yanıt bulduğunda bir şiirin okurda yaratabileceği etkiyi de çözmeye başlamış demektir.

Sonuç olarak, çağrışımsal imgelem kuramı; sanatın okurla ilişkisinden doğan bir olayı görünür kılmak üzere ileri sürülmüş yeni bir sanat kuramıdır; çağdaş sanat anlayışının “hareket” olgusuna dayanır. Okurla yapıt arasındaki ilişkinin zihinsel sürecini açıklamaya çalışır. Eserin anlamının okurun bilgi ve yaşam izleri ile belleğine göre şekil alması, anlamlandırılması üzerine kurulu, uygulamalarla kanıtlanabilir bir görüngüdür. Bilimler arası eşgüdümle denenebilirliği, izlenebilirliği ve genellenebilirliği araştırılmalıdır. Bir sanat yapıtının yaratılmasında, çözümlenmesinde ve eleştirisinde önemli işlevinin olduğu değerlendirilmektedir. Özet olarak bu kuram, yüksek lisans ve doktora tezlerine konu olabilecek kadar ayrıntı, uygulama, araştırma ve inceleme gerektirir.

Bunlara ek olarak, yanıtlanması gereken sorular şunlardır: Bir sanat eserini yaratırken, çözümlerken ve eleştirirken, bu kuram ne işimize yarar? Alımlayıcı için ne anlam taşır? Sanat anlayışımıza nasıl bir değişim getirir? Sanatçıya nasıl bir ufuk açar? Sanatsal ifadenin tanımlanmasında ne işimize yarar? 
Yaşar Özmen

[1] Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi” isimli kitabımda öne sürdüğüm bir kuramdır. Bu metin, çağrışımsal imgelem kuramını açıklamaya yönelik hazırlanmıştır.

[2] Yorumlanmış ve görüntüye taşınmış bilgi. 

[3] Y. Özmen, “Bir Damla Suda Halkalar” Temren Yayn., Şubat 2018, “Büyüdükçe Bir Daha Kırılıyor” isimli şiir.

Rastlantısal İmgelem Tabakası



Rastlantısal İmgelem Tabakası

Rastlantısal imgelem tabakası, çoğunlukla şefin bagetine aldırmayan sazlar topluluğu gibidir. Hangi sesi vereceği kendi tınısıyla ilgilidir.

 

Şiirin söz varlıklarına bağlı çağrışım sonucu okurda oluşan imgelem, okurun artalan bilgisi, duygu durumu ve bilgi işleme yeteneğine bağlıdır. Şair; sözün, anlamın, anlam öbeğinin, benzetmenin ya da çağrışım çekirdeğinin nereye değineceğini, nasıl zincirleme bir imgeye yöneleceğini kurgulayan kişidir. Okurda çağrışımla oluşturulmaya çalışılan imgelem süreci, şairin bilgisi, onu açıklama yeteneği ve yönlendirmesine bağlı bir sonuçtur.

Ancak şiir dili, örtük ve geniş anlam sahası doğurmaya açıktır. Gerçekte dizede yer alan sözcüklerin, çoğunlukla anlamsal olarak elle tutulur kemiği ve omurgası yoktur. Kısaca söylersek şiir dilinin kemiği yoktur. Bununla birlikte şiir dili, doğal dilin mantık, anlam ve söyleyiş kurallarını sevimlice kırar. Şiir bu yöntemlere başvururken okur ile iletişimi daha etkin ve duyusal olarak kurmayı hedefler. Bu nedenle, kullanılan sözcük ve tamlamaların anlam alanları geniştir. Bunlar, çokanlamlılığa, çağrışıma, sezdirmeye, anımsatmaya daha yatkındır.

‘İnsan beyni ise anlamlandırma organıdır ve algıladığı verilerle beklemeksizin anlamlandırmaya yönelir,’ der uzmanlar. Şiirde yeterli açıklayıcı bilgi yoksa sözcükler çokanlamlılığa yönelecek biçimde kullanılmışsa beynin şiiri nasıl anlamlandıracağı çoğu zaman rastlantısal olmak durumundadır. Anlamlandırma süreci, nerede ne zaman nereye yöneleceği ya da ne sonuç doğuracağı açık uçlu bir yolculuktur. Yani şiir dili, çok boyutludur ve sonuç akla gelmedik derinliğe, çokanlamlılığa uzanarak okurda rastlantısal bir imgelem süreci başlatır. Bu, şiirde şairin istediği imgeye ulaşmak yerine, hiç akla ve bir temele dayanmayan imge ve imgelem sürecine girmek demektir. Bu sonuç, yadırganacak bir durum değildir; hatta bilinçli yapılmak istenen sanatsal gerekliliktir. Çünkü çoğul anlam doğurmak ve çok yönlü çağrışım sağlayarak okurda güçlü bir imgeler dünyası yaratmak, oradan okuru daha zengin imgeleme yöneltmek şiirin hedefidir. Ayrıca çağdaş sanat anlayışının eseri açık, organik ve hareketli bir bütün olarak algılıyor olması, bu konuyu destekler.

Çağrışım ve çağrıştırma tabakası, şairin yönlendirmesine bağlı olsa bile okurun yetkinliğine bağlı olarak kastedilen çağrışımın doğması yerine, okur beklenmedik çağrışıma ulaşır ve buna bağlı imge ve imgelem sürecine girer. Daha açık ifade edersek şairin bilinçli ya da farkında olmadan yaptığı söz ve anlam ilişkileri, şiir dilinin çok yönlü anlama açık olması nedeniyle okurda hiç beklenmedik bir çağrışım ve imgelem dünyasını oluşturur. Bunun yanında şair şiirinde başka bir şey anlatmak istemiş olabilir. Okur; duygusu, yaşamsal algısı ve donanımı nedeniyle daha yenilikçi, daha ilginç bir imgelem sürecine girme olasılığına sahiptir.

Şiirde kullanılan sözcükler, sapma, bağdaştırma gibi teknikler ile anlam bağıntıları, kişisel, toplumsal, güncel veya tarihsel olay ve olguları uyararak, okuru hiç beklenmedik bir imgeleme yöneltebilir. Sonuç olarak, şairin bilerek yaptığı veya tesadüfen kurguladığı şiirdeki söz ve anlam bağıntıları, okurun ruhsal ve bilgisel donanımına bağlı olarak beklenmeyen çeşitli imgelem sürecini doğurmaktadır. İşte ben şiirdeki çağrıştırma tabakasına bağlı ya da bağımsız, şiirdeki söz varlıklarından esinle okur tarafından ulaşılan, beklenmeyen imgelem sürecine Rastlantısal İmgelem Tabakası diyorum.

Şiirde geçen bir sözcük bile okurda beklenmedik bir imgenin kapısını açabilir. Kaldı ki şiirdeki söz sanatlarının doğurduğu anlamsal ilişkiler, yeni yeni imgeler doğurma zenginliği taşır. Şiirde geçen bütün anlamsal bağıntılar, okurun duygu, algı ve bilgi varlıklarına değindiğinde oluşturacağı imgelem çoğunlukla belirsizdir. İşte bu belirsizlik, rastlantısal bir imgelemin varlığını kanıtlar. Yani hangi sözün ve dizenin nasıl bir çağrışıma geçeceği, anlam ve anlatımın ne tür çağrışıma gireceği ve bu çağrışımla okurun nasıl bir imgeleme yöneleceği konusunda kesin bir sonuç öngörülemez. Tamamıyla okurun zihinsel etkinliğine, onun dünyasına ve düş gücüne bağlı rastlantısal bir sonuçtur.

Örneğin, /Anlar yüzüyorum gözlerinden/Arabistan düşüyor her an/ dizelerini çağrıştırma tabakası açısından ele alalım. Arabistan’ı tutucu bir anlayış ile özdeş düşünürsek okurda kişisel yıkıcılığa yönelen bir imgelem söz konusudur. Buna karşın Arabistan’a arzu edilen, turistik, haç farzı nedeniyle kutsal bir değer yüklersek okurda imgelem çok daha farklı bir sonuca yönelir. Diyebiliriz ki okur, bu iki dizede bile rastlantısal imgelem sürecine girebilir.

Okur; kişisel, sosyal, güncel ve tarihsel olaylara ilişkin bilinçaltı ve belleğindeki artalan bilgisine yaslanarak şiirin söz varlıklarından beklenmedik uyarıma ulaşabilir. Bu durum, okurun dünyayı okuma biçimi ve bir şiiri anlamlandırma yetisiyle ilgilidir. Şair, okurun ruh ve imgelem dünyasını bilemez ve okuyucuya göre şiir yazmak zorunda değildir. Bu bilinen bir sanat gerçeğidir; ancak şiirde kullanılan her teknik, duygu yükü, söz sanatı ve anlam bağıntısının nasıl bir sonuca yöneleceğini de şair az çok kestirebilir. Ne var ki şair ve sanatçının el aleti, kendi dünyasından sonra insanın psikolojik ve kültürel dünyasıdır.

Gelişim ve değişim gösteren bilginin, algının ve onun yorumunun gelecekte daha farklı olabileceği, daha değişik anlamsal boyutlara ulaşabileceği gerçeği, bugünkü deneyimlerimizle sabittir. Özellikle dil sanatları gibi dünya ve yaşamsal bağıntılar üzerine kurulan sanatlar; dönüşüm, değişim ve gelişime ayak uydurabilmesi için, çağrışımsal ve anlamsal olarak dinamik bir yapıya sahip olmalıdır. Rastlantısal imgelem tabakası, işte bu önemli özelliği de karşılayan bir süreci içerir. Rastlantısal anlam katmanında yapıldığı gibi rastlantısal imgelem sürecinin tanımlanması, şiir ve onun anlamlandırılması açısından önemli bir başvuru alanıdır. 

Aşağıdaki şiirde rastlantısal imgelem tabakasının nasıl doğduğunu örnekle anlatmaya çalışalım.

 

SOMA KARASI

Rast gelinmiş bir mesel, kuşluk zamanı

Mızrak boyu tünel içimde ağdalı

Yıkımlara ölümü örterdi üst üste alt alta

Beklenen gün müydü neydi o?

Ya da içselliğe övgü başka bir şey

Evrile çevrile varılmıştı nirengi noktasına.

Tozansız kalan sarı gülün rüzgâra yakarışı mıydı?

Örülü, örtülü ölçütler miydi us dışı?

Ya da bir Osman'ın Soma karasında ufalanışı!

 

Varılmazlığın adresi işte bir çift bekleyen göz

Biri sensizliğe diğeri bensizliğe yolcu şimdi

Tutulmazlık kulpu tutuşturulur avuçlarına

Galeriler, görünür rezerv ya da kritik cevher

Bakışımlı iki tünel arası atelli kırılma noktası

Oksit üstüne kurşun, vargel içinde bir çift el

Günsüz gündönümü kutsanır kendi karasına

Süpürülür gibi sürülüşü var tecim karalarına.

             Mayıs 2015,  (Bir Damla Suda Halkalar kitabından)

 

Bu şiir acı ve belirli bir olayın duygu durumunu ve olayın yansımasını ele alıyor olsa bile, rastlantısal imgeleme yönelecek o kadar söz ve söz bağıntısı var ki şiirin genel anlam yükünden bunu söyleyebiliyoruz. Örneğin “vargel içinde bir çift el” kömür ocağının 200 metre altında hareket eden bir vargel de olabilir, Karadeniz bölgesinin engebeli arazilerinde konutlara eşya taşınan vargel de olabilir. Bu durum, kendi kendine ritmik iş yapmak zorunda olan bir ustanın elleri de olabilir. Ne var ki şiirin adı ile çağrışımın sınırları biraz daha daraltılmıştır. 

“Osman'ın Soma karasında ufalanışı!” dizesine kadar şiirde Soma faciasını duyumsatan bir belirti yoktur. Okur buraya kadar olan dizelerde, dizelerin yönlendirmesi dışında, bu dizelerden kendi belleğine dayalı imgelere ulaşabilir. Örneğin “Tozansız kalan sarı gülün rüzgâra yakarışı mıydı?” dizesi kendi çekirdeğini oluşturmak için tozlaşmayı bekleyen bir gülün rüzgâra yalvarışı insanın iç dünyasını nerelere götürür? Çocuğu olmayan bir anne adayının bu dizeyi okuduğunu varsayın, nasıl bir duygu durumuna ulaşır ve neler yaşar içinde?  Bu dizeden daha ne kadar çok yaşamsal imge ve imgelem üretebilir? İşte buradaki rastlantısal imgelem, okurun yaşamsal olguları, belleği, bilinç düzeyi ve zihinsel gücü ile doğru orantılıdır. Rastlantısaldır, okurun bilinci ve ruh durumu ile bağıntılıdır.  

Rastlantısal imgelem tabakasını oluş biçimi ile ele aldığımızda rastlantısal anlam tabakasında olduğu gibi düşünmeliyiz. Rastlantısal anlam tabakası, nasıl ki beynin anlamlandırma özelliği gereği mevcut veri ve gösterenler üzerinden değişik ve türlü türlü kategorilerde anlamlandırma yoluna gidiyorsa, Rastlantısal imgelem tabakası da mevcut veriler kanalıyla oluşan çağrışım bağlamında değişik tür ve içerik taşıyan düş dünyasına gidildiği bir durumdur. Zaman, coğrafya, kültür ve kişisel algı biçimine göre imgelem düzlemi ve derinliği değişebilir. Beklenmeyen, bilinmeyen, zamana görece bir durum, rastlantısal olarak okur zihninde oluşabilir.

Bilginin üremesi, dönüşümü, yeni algı biçimleri ve yeni bir dünya görüşüne bağlı olarak, şiirin iletileri dinamizm kazanır ve rastlantısal anlam kuramında olduğu gibi okurda rastlantısal imgelemi doğurur. Şiirin söz varlıkları değişmese bile iletileri zamana, algıya ve görüşe göre hareketlidir, ufku genişleyebilir. Bu hareketlilik ve anlam genişlemesi rastlantısal imgelem tabakasının sürekli var olduğunu gösterir. Prof. Dr. İ.Tunalı “Estetik” adlı kitabında “Dün belirli bir ufuk için verilmiş olan değer yargısı, bugün yeni bir ufuk içinde yeni bir değer yargısına dönüşecektir.” der.

Çağrışım katmanı, herhangi bir sanat eserine veya şiire sanatsal özellik kazandıran önemli değerler dizgesine sahiptir. Bu katmanın ayrıntıları ile oluş ve sanatla etkileşim süreci, deneysel yöntemlerle gün ışığına çıkarılmalıdır. Ayrıntılı ve deneyselden kastım şudur: Çağrışım katmanı, felsefenin, estetiğin, psikolojinin, sosyolojinin, bilgi yönetimi, dil bilimi gibi toplum ve sosyal bilim alanlarının veri ve deneyimleri ile açıklanabilir. Çağrışım ve çağrışımın doğurduğu imgelem dünyası, sınırları oldukça geniş bir zihinsel alandır. Geliştirilmesi, deneysel olarak açığa çıkarılması bilimler arası bir eşgüdümü gerektirir. Değerlendirmeme göre anlam ve çağrışım katmanındaki rastlantısallık ve bu rastlantısallığın uzamı, çağdaş sanat ve evrimsel sanat yaklaşımının üzerinde en çok düşüneceği ve yeni bilgilere ulaşacağı araştırma alanlarından biri olmalıdır.

Yaşar Özmen


Ses Katmanı (Şiirsel Ezgi)

Şiirsel ezgi, bir şiirin anlam, mimik, jest ve duygusal davranışlarını açığa çıkaran vazgeçilemez fiziksel özelliğidir. 

 

Ses katmanı, sanat eserinde var olan, olmaz ise olmaz yedi katmandan birisidir ve duyguyu tetikleme açısından başat katmandır. Kendi disiplinleri altında ayrıca incelenmelidir. İşte bu metin şiirdeki ses katmanını; oluş, işlev ve etkileri açısından inceler, ses ile şiir/sanat arasındaki ilişkiyi görünür kılmaya çalışır.

Şiir neden şiirdir? Hiç düşündünüz mü? “Şiir gibi kadın” derken insan algılarını uyaran zihinsel birikim dikkatinizi çekti mi? Şiir deyince, toplumu oluşturan büyük bir kesimin zihninde neden denge, uyum, yetkinlik, güzellik ve aşk ile bir bağıntı kurulur? Öyle sanıyorum anlam ve ses bağıntısının en güzel örneğidir şiir sözcüğü. Bu sözcük, anlam açısından duygunun ve aşkın yuvası, ses açısından zarafet ve inceliğin sarayıdır. Anlam ve sesin birbiriyle uyumu ise anne ve kız örneği gibi üretken güzelliği görünüme taşıyan saflıktır. Tonsuz sızıcı bir “ş” sesi, iki tane inceliği temsil eden “i” sesi ve algıyı titreşime sokan “r sesi.  İnceliğin sızıcı bir ses ile başlayıp aynı inceliğin akıcı titrek bir ses ile titreşime girmesi ve bunun sonucunda sözcüğün şiirsel ezgisini doğurması kültürel duyarlılığın rastlantısal olmayan bir sonucu olmalıdır. Sözcüklerde bile sesin önemli bir yeri varken, şiir metinlerindeki sesin de önemli bir bağlamı olmalıdır. İşte bu yüzden şiirdeki ses katmanı, kendini ilgilendiren disiplinler altında ayrıca incelenmeyi gerektirir.

Masumiyettir

Duyarlılıktır her acının telvesi

Vardır ya hani ağırlığın en ağrılı olanı

Ne yükte ne kütlede yer tutar

İnsanın insana ağırlığı gibi

Sol yanına yüklenen gümbürtünün işvesi…  Y.Ö.

 

Şair, sesi anlam ve anlatıma giydirerek, daha doğrusu eş zamanlı ve iç içe kullanarak diğer katmanları da beraberinde ortaya çıkarır. Bu oluşum, eşzamanlı ve birbirini harekete geçiren zincirleme bir süreçtir. Bu süreç, şiirin oluşumunu şekillendiren, doğuşunu gerçekleştiren ve okurla buluşturan ögelerin mutlak birlikteliğidir. Katmanların aralarındaki denge, uyum ve oranın doğru kullanılmaması şiirsel niteliğinden ödün vermek anlamına gelir. Şiirin şiir olma özelliklerini doğuran ögeleri, tek başına veya birkaçını orantısız kullanmak estetik değer ve duygulanım sürecine olumsuz yansıyabilir.

Öncelikle günümüz şairleri, şiirdeki ses ögesine ne kadar ve hangi düzeyde bir anlam yüklemektedir? Şiir yazılarından, incelemelerden, konuşulanlardan ve güncel şiirlerin sessel özelliklerinden anladığım kadarıyla, ses katmanının (ses ögesinin) öncelikli olmadığı, olsa da olur olmasa da olur türünden bir yaklaşım sergilendiğini söyleyebilirim. Şiirde sesle ilgili, yazı, yorum ve incelemenin çok az sayıda olmasına, olsa da doyurucu araştırma ve incelemeler olmadığına bakılırsa bu konuya hiç önem verilmediği sonucu doğar. Örneğin uyaklı şiir, geleneksel, yenilikçi olmayan, devrimci olmayan ve kendi kendini tüketen şiir olarak düşünülmektedir. Hatta şiir uyaklı ise bayağı bir şiir algısı yaratılmıştır. Oysa son yetmiş yılda yazılan yorum ve incelemelere baktığımızda, şiirde uyak ve ses düzeninin nasıl olacağı konusunda öne sürülmüş doyurucu bir araştırma bulmak zordur.

Ritim ve vurgu gibi ses birimlerinden şiir yazılarında sık sık söz edilir. Ne var ki şiirde “parçalarüstü[1]” birimlerin bütünleşik varlığından ve “şiirsel ezgi[2] ile ilişkisi açısından bir inceleme yazın dünyasında görmedim. Şair şiirinde sesi nasıl kullanmışsa doğrudur kuralı üzerine kurulmuş bir yaklaşım söz konusudur. Yani şairin ton, vurgu, ritim, iç ve dış uyak olmak üzere ses katmanına yaklaşımı mutlak doğru ve başka bir yöntem yok gibi bir algı oluşturulmaya çalışılmıştır. Bir konu incelenecekse o konu, her yönüyle, akla gelen tüm sorular yanıt bulacak şekilde deneyimsel olarak ele alınmalıdır. Sesin şiir üzerinde oynadığı etki nedir, coşum ve anlam üzerindeki etkisi nasıldır, estetik katmanına nasıl bir değer katar gibi sorulara yanıt aranmamıştır. Sesin incelenmesinde, müzik bilimi ve Türkçe’nin ses yapısı ve özellikleri esas alınmalıdır. Ses, şiir ve okur üzerindeki etkileri açısından ele alınmalıdır ki şiir sanatı gibi çok boyutlu bir olguyu doğru bir bakış açısıyla değerlendirebilelim.

Her estetik yaşantı ve estetik tavır, duygusal bir temele dayanmak zorundadır. Algı, duygu ve beklentiyi sarsmalıdır. Duyguları hareketlendiren en önemli duyular, özellikle görme ve işitme duyularıdır. Bilindiği gibi insan oğlunun duyuları temelde on dört çeşit olarak tanımlanmıştır. Beş duyu dışında, ısı, kas, denge, ağrı ve canlılık gibi duyular çok dillendirilmeyen ve bilinmeyen duyulardır. Ancak görme ve işitme duyusu ki bunlara entelektüel duyular da denmektedir; duyusal dünyanın ve duygu durumunun baş aktörleridir. Örneğin işitme duyusu gerçek üstü ve metafizik dünyanın algılanması, duyulması ve anlamlandırmayı yönetmesi konusunda en etkin olanıdır.

Şiirin tarihsel gelişimine baktığımızda, ses uyumu ve dengenin özel bir yeri vardır. Şiirin duygusal açılımı, anlam ve anlatımdan önce sesin üzerinde olagelmiştir. Yazılı kaynaklarda, şiirin görsel, sesli ve müziksel bir ortamda yapıldığını da görürüz. Ne yaparsak yapalım, nereden kaçarsak kaçalım, ses şiir için önemli bir çarpandır. Bir diğer konu, sesten kastımız ezgi ise her dilin kendine özgü ezgisi vardır.  Şiir dili tekniğini ne kadar ön planda tutarsak tutalım, şiirde bir ayak ses üzerine kurulmak zorundadır. Ayrıca şiir gibi bir sanat alanında, tonlama, ritim, vurgu gibi ses özellikleriyle doğurulabilecek anlam, duygu durumu ve duyguları yönetme yeteneğini göz ardı edemeyiz. Göz ardı edersek, coşumun doğurulmasından estetik kaygının var edilebilmesine kadar birçok olanağı yok sayarız. Şiirin tarihsel olarak insan zihnindeki görünümü, anlam, anlatım ve ses etkileşimi arasından doğan bütünlük, düzenlilik, uyum, güzellik ve estetik duruştur. “Şiir gibi” deyiminin altında yatan temel nedenlerden bir tanesi de budur kanımca.

Şiiri dil sanatlarında üst konuma taşıyan en önemli özellik, ses katmanının öteki katmanları sarıyor olmasıdır. Şiirsel Ezgi’nin imgesel bir yönü vardır ve ezgisel imgenin gücü diğer imgelere göre daha can alıcıdır, daha sarsıcı ve sersemleticidir. Anlatımda ve anlamda, bunun yanında coşumun oluşturulmasında sesin önemli bir etken olma özelliğini hâlâ koruyor olması, sesin vazgeçilmezliğini göstermektedir. Anlam ve anlatımda büyüleyici bir ortamın oluşması için, ses uyumu önemlidir. Dil, ses ile nesnelleşmektedir.

 Öyleyse sesin anlam üzerine, anlatım üzerine, çağrışım üzerine, coşum üzerine, estetik değer üzerine bunca katkısı varken, ulaşılması arzu edilen duygu durumunu ve duygusal ortamı yaratma gücüne sahipken şiirde ses ve uyum konusunu göz ardı edici tutum ve çıkarımlar nedendir? Değişik bir bakış açısıyla soralım: Hangi sanat anlayışı, hangi estetik incelemeleri, hangi ideolojik veya inançsal yaklaşım; şiirden sesi uzaklaştırmaya yönelebilir, soruyorum. Günümüzde durum nedir? Anlam, anlatım ve duyusal olarak ezginin insan üzerindeki etkisini bilmiyor olabilir miyiz?

Şiirde ses, salt ezgisel bir sonucu doğurmaz; şiirde duygu değeri ve duygulanımın en kısa yoldan açığa çıkarılması da değildir. Anlamı, anlamın gücünü, anlamın yön değişimini, anlatımı ve anlatımın gücü ile çağrışım ve coşumun düzeyini doğrudan etkileyen bir özelliğe sahiptir. Örneğin konuşurken soruyu, ironiyi, kızmayı, neşeyi ve ağlamayı konuşma ezgisinden algılar ve anlarız. Çünkü dize ve tümceyi dillendirirken, anlam ve anlamı doğuran fizyolojik ve psikolojik durum ses özelliğinden, yani tını ve ezgiden ayırt edilebilir. İster müzik yaparken, ister konuşurken, ister şiir okurken çıkardığınız ses, sizin bütün duygu dünyanız ile fizyolojik durumunuzun yansımasıdır. Bunların ötesinde, sesin duygu değerini ve algı uyarıcılığını da hesaba kattığımızda ne kadar önemli bir etkeni bilinçsizce bir kenara ittiğimizi söyleyebilirim.

Ses titreşimlerinin okurda yarattığı anlamsal ve duygusal etkiyi başka hiçbir şeyle böylesine kolay bir şekilde yaratmak olası değildir. Gerçekten iyi bir şiirin seslendirilmesi esnasında, dinleyicilerin şiirle bütünleşmesinin ve tüylerinin diken diken olmasının en önemli nedeni ses titreşimlerinin doğrudan duyuları harekete geçirebilme yeteneğidir. Böylesine önemli bir olanak, şiir sanatında bugüne kadar neden daha ayrıntılı ele alınmamıştır?  Şiirde ses konusu, tarafsız bir gözle, önyargısız, bir bilim konusu gibi estetik kaygı, dil ve ezgi olanakları açısından araştırılmalıdır. Ölçüt olduğu varsayılan ülkelerden çıkmış adı belli düşünür ve sanatçılar uyaktan kaçtı, uyak ve ses uyumunu gereksizliğini öne sürdü, diye şiirde ezginin sağladığı bunca olanak göz ardı edilebilir mi?

Biliyoruz ki şiir etkin bir sanat alanıdır. Şiirin ayrıcalığı, dil, duygu, düşünce özdeşliğinden zihnin imgelem gücünü birinci elden kullanma olanağına sahip olmasıdır. Yani düşüncenin dilini doğrudan kullanıyor olmasıdır. Resim gibi ikinci bir dile çevirme zorunluluğu yoktur. Bu yüzden sanatsal yaratıcılığın ögelerine en yakın yerde durmasıdır.   

Ezginin sadece bir ses uyumu ya da şiirsel bir uyum olmadığını, aynı zamanda şiirde bir anlatım aracı olduğunu kavramamız gerekir. Şu basit örnekten hemen anlayabiliriz? “Sen (vurgulu)” bunu mu yaptın? Sen “bunu(vurgulu)” mu yaptın? (Birincisinde normal bir soru soruyor, ikincisinde inanamamazlık ve şaşırma durumu var.) Kaldı ki müziğin (ezginin) sadece ses olmadığını, anlatım aracı olduğunu 18. yüzyılda Johann Kuhnau kanıtlamıştır. Türk dilinde, anlam ve anlatım ile sesin etkileşim gücü ne kadar ustaca ise duyguyu tetikleme gücü de o kadar yüksektir. Kısaca söylemek gerekirse şiir veya başka bir metnin vurgu, ritim, ton ve ezgili okunması durumunda ne kadar etkileyici olduğunu hepimiz biliriz. Burada can alıcı bir soru daha sormalıyız: Dizede ses ve ses ögelerini, başka bir söylemle dizenin mimik ve devinimini belirten noktalama imlerini elinden almışsak, vurgu, ton ve ritim gibi parçalarüstü birimleri nasıl yerli yerinde kuracağız.  Şiirsel ezgiyi, salt anlamdan oluşturmak olası mıdır?

Her şeyden önce, şiddet, ölçü, sus, ton, ritim, vurgu ve ezgi kavramlarını tanımı ve işlevleri açısından bilmeliyiz. Örneğin ezgi dediğimizde müzik sanatında bahsedilen ezgi ile aynı olduğunu, ancak şiirde müzik sanatında olduğu gibi notalarla yaratılan profesyonel bir ezgiden söz etmediğimizi vurgulamalıyız. 

Ses katmanının, anlam ve anlatımı doğrudan etkilemesi yanında duyguyu örgütleme ve onu ele geçirme gibi önemli işlevi vardır. Şiir, dil görünümünde sesin elbisesi içinde görücüye çıkar. Başka bir deyişle, ses şiirin abiyesidir, ambalajıdır. Uygun giydirmez ve ambalajını doğru yapmazsak, sayfalarda öyküden ibaret dizecikler olmasını sağlarız. Son zamanlarda yazılan pek çok şiir bu sorunu yaşamıyor mu? Ne sadece dil kullanım ustalığı ne de sadece anlam derinliği şiiri şiir yapmaya yetmez, düşüncesindeyim. Ses dâhil tüm katmanların ortak ağırlığı sonucu şiir, şiir olma olanağı bulur.

Şiiri dil sanatlarında belirgin noktaya taşıyan özelliklerden biri de şiirsel ezgidir. Şiirde ses uyumu, sadece anlatımın güzelleştirilmesi, estetik değer algısının uyarılması demek değildir; aynı zamanda duygunun örgütlenebilir kıvama sokulması, duyarlılığın yükseltilmesi için olanaktır. İnsanın duygusal yaşantısını, bir bakıma duygu durumunu çok kolay ve sarsıcı bir şekilde biçimlendirme yeteneğine sahip olmasıdır. Biliyoruz ki müziğin, ilk ve en önemli malzemesi insanın kendi sesidir. Ayrıca şiirin anlam, anlatım, çağrışım gücünün yarattığı coşum ile sesin uygun tonlama, ritim ve düzen içinde kullanılması önemli bir olanaktır. Başka bir söylemle, ezginin duygu şekillendirici gücü, insan sesi ve şiirsel ögelerin dengeli kullanılması, şiirin insanla duygusal bağ kurmasında vazgeçilemez değerdir. Zaten insana özgü estetik algı ve yargının ulaşmak istediği sonuç (ulaşılmak istenen en üst güzellik olgusu) bu değil midir?  Buradan şu çıkarımı yapabiliriz: Günümüz insanında duyarlılığı ve duygu yoğunluğunu artırmak, onun estetik algı ve yargısını etki altına almak, ancak şiirsel ezgi ve şiirsel ögelerin sarsıcı gücüyle olasıdır. 

Son zamanlarda, şiirde ses uyumu, uyak ve ritim olgusunu göz ardı edecek yaklaşım ve görüşlerin olduğunu biliyoruz. Dayanağı olmayan yorumlar ve yenilik için söylenen sözlerle, şiirde duyguyu örgütleme gücü yüksek periyodik ses özelliğinden vaz geçmek mantıklı gelmiyor. Uyak, iç ve dış ses uyumu diye tanımlanan konu, dilin periyodik ses titreşimleri ile kendine özgü ton, vurgu ve ritim gibi parçalarüstü birimlerin toplamından oluşan bir eksendir. Yani konuşmanın doğal ezgisidir. Şiir yazarken ve seslendirirken bu esaslara doğal olarak uymak zorundayız. Ancak bu uyum, bilinçli ve ses yasalarına göre yapılması hâlinde şiirsel ezgi değeri kazanır ve bütün katmanlar ile bütünleşen biçime evrilir. 

Örneğin Türkçenin ses kullanımı, ses dağılımı, tonlama ve harmonisinin diğer dillerden farklı ve zengin oluşu önemlidir. Ayrıca dizedeki söz dizilimine bağlı olarak vurgu, dize sonunda yoğunlaşır. Prof. Dr. Mustafa Volkan Coşkun, “Türkçenin Ses Bilgisi” isimli kitabında, “Dilimizde sözcüklerdeki vurgunun son hecede daha yoğunluklu…” olduğunu söyler. Bunun anlamı, dizedeki son sözcüklerde ve son hecede tonlamanın duygu durumu ve anlamı belirlemekte ve sessel uyumu sağlamakta etken olduğudur.

Şiirin tarihsel süreci göz önüne alındığında, şiiri şiir yapan değerlerden bir tanesinin de ses olduğu gerçeğini yadsıyamayız. Bu konuda ayrıntılı inceleme ve deneyimsel sonuç olmamasına karşın, şu an sahip olduğumuz bilgiler ışığında, şiirde sessel işlevin sadece iç ses uyumu ile yerine getirilmesi çok olası görünmüyor. Yoğun uyak ne kadar şiiri zorlamaksa, uyaksız şiir de metni öyküleştirmekten öte geçemez, düşüncesindeyim. Burada uyak kavramını ele alırken divan şiirinde olduğu gibi kurallı ve yoğun bir uyaktan söz etmiyorum. Şiirde iç-dış ve yatay-düşey ses uyumundan, dengesinden, yani ses düzeninde temel ton ve harmonisinin sağlanmasından söz ediyorum. Sonuç olarak ne yoğun uyak ne de uyaksız şiir. İç, dış ses uyumu ile armonik denge ve düzenlilikten yanayım. Ses bilimi açısından uyak konusu bunun yanında “bürün[3]” bilgisi, geçmiş çıkarımlara itibar edilmeksizin tarafsız olarak sorgulanmalıdır. Sanat eseri veya bir şiirde, duygunun açığa çıkarılması ve bütün duyuların ele geçirilmesinin en kolay yöntemi periyodik ses titreşimleridir; ezgidir. Ezginin temeli de ses dengesi ve anlam bütünlüğüne dayanır. 

Şiirde uyak anlatımı zayıflatır, şairin hareket alanını kısıtlar, söz ve anlatım genişliğini daraltır yargısı tamamıyla temelsizdir. Birbirine yakın sesler, anlamsal pekişme ve duyguyu tetiklediği gibi söyleyiş kolaylığını da sağlar. Ayrıca, ad ekleri, durum ekleri, iyelik ekleri, ünlü uyumu, eylem ve çekimleri gibi Türkçede kullanılan dilbilgisi özelliklerini dikkate alırsak uyak konusunda sıkıntı yaşanmayacak kadar zengin bir ses ve ses benzeşim dağılımına sahip olduğunu görürüz. “Türkçede dokuzu uzun olmak üzere yirmi bir birincil ve ikincil ünlü bulunmaktadır. Ünlülerimizin sayısı ortalama olarak Batı dillerinin ünlü sayısından sekiz tane daha fazladır. Türkçede ünlüler hece taşıyıcıdır ve bu özellikleriyle de dilin bel kemiğidirler. Ünlüler yeri geldiğinde vurgu, yeri geldiğinde de ton taşıyıcı olduklarından, onların çokluğu sayesinde, bir yandan duygu ve düşüncelerimizi daha etkili bir şekilde ortaya koyabilmekte, diğer yandan da her türlü şiir, şarkı ve türküyü sanatlarına uygun olarak icra edebilmekteyiz. Bu Türkçenin zenginliğidir.” Prof. Dr. Mustafa Volkan Coşkun, “Türkçenin Ses Bilgisi” kitabında konuyu bu şekilde açıklar.  Kaldı ki Türkçede büyük, küçük ünlü uyumu, seste en az çaba yasası, sızıcı, patlayıcı, akıcı tonlu-tonsuz ünsüzler ses benzeşimine ve akıcılığına katkı sağlayan önemli özelliklerdir. Bu nedenle, uyaklı şiirde anlatımın sınırlanması gibi bir yargıyı kabul etmek zor görünüyor.

Özetlemek gerekirse, şiirde ses uyumu ve uyak yozlaştırılmıştır. Sözde yenilik için, uyak konusunda altı dolu olmayan gerekçeler üretilmiş, divan şiirindeki ağdalı ses uyumundan kaçış bunu destekler duruma dönüştürülmüştür. Bunların sonucunda Türk şiirindeki ses katmanı, şair ve okur algısında küçümsenir duruma düşürülmüştür.

Şimdi konumuza dönelim: Ezgi ile şiirsel ezgi farklı şeylerdir. Aralarındaki ayrımı doğru şekilde yapmalıyız. Konuşma ezgisi, doğal bir ses eksenini belirtirken şiirsel ezgi kendi amacına uygun ve belli sınırlara yönelen bir ezgi türüdür. Notalarla belirtilmese bile şiirin anlam ve ortamı ile duygu değerine uygun özel olarak oluşturulan bir ezgi olması bakımından konuşma ve müziksel ezgiden ayrılmaktadır. Ritim, durak, ton, vurgu gibi konuşma dilinin özellikleri, şiir ve benzeri betiklerde göz ardı edilemeyecek kadar önemli eksenlerdir. Şiirin şiir olma koşulu, şiirsel dil ve anlamsal dayanak dışında, ilk çağlardan bu yana ses katmanı üzerine yaslandırılmıştır. Bana kalırsa şiirsel ezgi, doğal konuşma ezgisinden yola çıkan kendine özgü bir “ezgi eksenini” oluşturmaktadır. Müziğin dili ile oluşturulmuş ezgi kadar, yani şarkı ve türküler kadar “şiirsel ezginin de etkin duygulanım ve anlatım gücü” olduğunu söyleyebiliriz. Bu düşünceden hareketle, “şiirsel ezgi” diye bir ezgi türünü benimsemeliyiz.

Sonuç olarak şu söylenebilir: Şiirde ses uyumu, okur duygusunun ele geçirilmesi ve estetik yaşantıya sokulması için önemli bir çarpandır. Estetik biliminde sözü edilen haz, hoşlanma ve beğeni gibi kavramların duyumsanır biçime getirilmesinde şiirsel ezginin çok büyük bir payı vardır; dil sanatları için şiire özgü bu özellik, göz ardı edilemeyecek kadar değerli bir olanaktır. Estetik değer üretme açısından ses gibi önemli bir çarpanı ve bileşeni, bugün bile göz ardı edebilme cömertliğini gösteriyorsak, şu yargım doğruluk değeri kazanır: ‘Şiirde estetik değer yaratacak özellikleri ayrıntılı ve bilimsel yöntemlerle incelemiyoruz!’

Şiirsel ezgi kavramının kapsamını belirlemek için bunu üç eksen altında incelemeliyiz. Bunlar; tonlama ekseni, ezgi ekseni ve şiirsel ezgi eksenidir. (Eksen terimi, ses hareketinin sanal bir doğru üzerinde olduğu varsayımından yola çıkılarak kullanılmıştır.) 

 

 

Tonlama Ekseni

Hece ve sözcüklerdeki vurgular toplamı, art arda birleşerek tonu meydana getirir. Ton ise hem anlam ayırıcı hem de duygu durumunu açığa çıkarıcı önemli bir ses özelliğidir.

 

Tonlamayı sağlayan ses eylemlerini; vurgu, durak, ritim, süre, şiddet, sus, ton gibi özellikleri tonlama ekseni altında topluca ele alacağım. Konuşma ezgisi bir bütündür, kişinin doğrudan iç dünyası ve eğitim seviyesi ile ilgili bir konudur. Bir anlamda konuşma ezgisini oluşturan bu özellikler, inceleme alanımız gereği işlevleri açısından birbirini tamamlar parçalarüstü ses birimleridir. Bir tümcenin konuşma tarzında söyleniş biçimini bir ses doğrusu olarak düşündüğümüzde, sesin bir doğru üzerindeki hareketini tonlama ekseni olarak varsayabiliriz. Bu nedenle bir arada ve aynı ses doğrusu üzerinde tonlama ekseninin ele alınmasının daha anlaşılır olabileceğini düşünüyorum. Parçalarüstü birimler, yani vurgu, durak, ritim, şiddet, süre ve ton gibi sessel özellikler, birbiri içerisinde, eş zamanlı ve aynı eksende varlardır. Eylemleri, birbirini bütünler bir karakter taşır.

“Dilde tonlama yeteneği, o dilin kuralları çerçevesinde doğuştan itibaren kazanılır. Doğru tonlama yapabilmek için, o toplumun duygu dünyası içine girmiş olmak ve duyguları derinliğine yaşamak gerekir. Duygu dünyasını ifade eden tonlamalar, taklit edilecek bir şekilde oluşturulamaz. Tonları doğru oluşturabilmek için yaşamak ve hissetmek gerekir.”  Prof. Dr. Mustafa Volkan Coşkun “Türkçenin Ses Bilgisi” isimli kitabında böyle der. Ancak, belirtilen konulara şunu da eklemeliyiz şiir açısından. Şiirin bütünü ve dize olarak anlamsal derinliği kavranmadan tonlamayı oluşturmak da okurdan beklenmemelidir. Dikkat edilirse her şey zincirleme birbirini etkilemektedir. Dolayısıyla yerinde tonlama için bir metinde anlamdan önce ilk başvuru kaynağı noktalama ve yazım kuralları olmalıdır. Şiir, çoğunlukla okuru ile bire bir buluşur. Mimik, jest ve duygu durumunu ses, anlam ve noktalama-yazım kurallarının içinde gizler, okuru yönlendirir ve okurundan onu bulmasını bekler.

Şiirde neşe, acı, sevinç, üzüntü, korku, şaşkınlık ve keder gibi duygu durumu anlamın yanında ses tonu ile belirtilir veya oluşturulur. Tonlama aynı zamanda tümcede anlam değişimi ve yönelmesine de neden olur. Konuşurken sesin içselliğini ifade ettiğinden uzunluk ve şiddet gibi özellikleriyle duyguları hemen açığa çıkarır. Kızgın birisinin sesiyle üzgün birinin sesinden duygu durumunu anlayabiliriz. Şunu söyleyebiliriz; süre, şiddet, vurgu, ritim gibi ses dağılım özelliklerini, konuşmacının duyguları, bir anlamda kişisel ve ruhsal özellikleri belirler. Deneyimlerimizden de bildiğimiz en önemli ölçüt şudur: Konuşma ezgisi, ruh durumunun en doğal ve yanılmaz gösterenidir.

Şiir bir başkasının yazdığı metindir, onun duygu ve anlam dünyasına girebilmek için bazı belirteçlerin olması gerekir. Bunlar, anlamı yönlendiren, sözcük ve dizelerin duygu durumunu üzerinde taşıyan belirteçlerdir. Şiirdeki parçalarüstü birimlerin anlam ve anlatımdaki duygu değerine göre kullanımı, noktalama ve yazım kurallarına bağlıdır. Ozanlar arasında söylendiği gibi şiiri okurken parçalarüstü birimlerin (özellikle ton ve ritmin) doğru kullanımı, sadece anlam değeri ile üstesinden gelinecek bir durum değildir. Şiiri okurken tonlama ekseninin doğru kullanımı, başka bir söyleyişle şiirdeki duygu ve anlam değerinin olması gerektiği gibi ortaya çıkarılması, anlamdan önce noktalama-yazım kurallarına bağlıdır. 

Bunun tam tersi, sözcük ve dizelerin duygu değerinin; anlam, anlatım ve sese giydirilmesi şairin ayrı bir ustalığıdır. Hem şairin şiirindeki ses kullanım ustalığı hem de okurun şiiri kendi algısına göre anlamlandırması, o şiirin anlam ve duygu değerini yüceltecektir. Neresinden bakarsak bakalım tonlama ekseni, şiirsel ezgiyi doğurur ve anlamın duygu değeri ile ses yasalarına uyumu gerektirir.

Şiirde ses deyince; sesin periyodik, düzenli tekrarlanan ve gürültü üretmeyen titreşimlerinden doğan ezgisel bir birliktelik anlamalıyız. “Kompleks Periyodik Ses Dalgaları”, düzenli titreşimler yayan bir organ veya enstrümanın çıkardığı temel ton ve üst katları tonlardan oluşur. Çok ayrıntıya girmek istemiyorum ama açıklamakta yarar olduğunu düşünüyorum. “Üst tonlar, temel tonun harmonik katlarıdır.” der (Magnus Petursan; aktaran M.C. Volkan). Hece ve sözcüklerdeki vurgular toplamı, art arda birleşerek tonu meydana getirmektedir. Ton, hem anlam ayırıcı hem de duygu durumunu açığa çıkarıcı önemli bir ses özelliğidir.

Her insanın ve her enstrümanın sesini birbirinden farklı kılan, sese rengini veren temel ve üst tonlardır. Ayrıca sesin rengi, konuşanın gırtlak, ses teli özelliklerinden ağız ve dudak yapısına kadar pek çok özelliğe bağlıdır. Ses renginin oluşumu, yani tını, ses telleri, geniz ve rezonans odacıklarına bağlı bir durumdur. Sesin renginden kastım, sesin ayırt edilebilir özelliğidir.

Vurgu, bir hece ya da sözcüğün duygu değerini açığa çıkarmak, dinleyicinin dikkatini çekerek anlamın kavranmasını sağlamak, sesi, söyleyişi ve sözdeki ezgiyi canlandırmak gibi amaçlarla öteki hece ve sözcüklerden daha belirgin ve baskılı söylenmesi olarak tanımlanabilir. En çok titreşimle oluşan ses, vurgulu sestir diyebiliriz. Sözcük söylenirken art arda yapılan vurguların toplamı, tonu; tümcedeki tonların toplamı da ezgiyi oluşturur. Sesin fiziksel yönünü zamansal yönünden ayrı düşünemeyeceğimiz için şiddet, süre, sınır ve durağın hem anlam yönünden hem de ezgi yönünden önemli bir göreve sahip olduğunu göz ardı etmemeliyiz.   

Müzik terimi olarak ritim TDK Sözlüğünde, “Ezgi ve uyumla birlikte müziği oluşturan bir öge olarak vurgu, uzunluk ya da seslerin, durakların düzenli bir biçimde yinelenmesinden doğan düzen.”, yazın terimi olarak ise “Şiirde ya da düzyazıda vurgu, uzunluk ya da seslerin, durakların düzenli bir biçimde yinelenmesinden doğan uyum.” diye tanımlanır. Bu tanımlamanın dışında, biz biliyoruz ki ritim, doğal yaşamın her boyutunda vardır; canlılığın, sürekliliğin ve uyumun oluş biçimidir; nefes almak gibi…

Bazı kaynaklarda ritim, sözlük anlamında olduğu gibi düzenli yinelemeler ile özdeş olarak düşünülür. Kavuştak (nakarat), art yineleme ve ön yinelemenin aynı söz ve ses bütünlüğü ile yapıldığı gibi bir yargı vardır. Doğrudur. Şiirsel açıdan baktığımızda durum biraz daha ayrıntı gerektiriyor. Ritim, ses uyumunu sağlayan, insana huzur ve güven veren, onun biyolojik ve düşünsel sürecine eşlik eden bir devinimin varlığıdır. Bu varlık, simetri, oran, eşlik, denge, uyum ve haz duyma kavramlarını beraberinde getirir. Öyleyse şiirsel ezginin oluşturulması için ritim önemli bir bileşendir, diyebiliriz. Şiirde ritmin sadece düzenli yinelemeler ile oluştuğu düşünülmemeli, aynı zamanda anlam, anlatım, ses ve coşumun bütünleşik varlığında aranmalıdır. Sese ek olarak, şiirin anlam ve duygu değeri de ritmik bir düzende olmalıdır. Aslında yazında, özellikle şiirde anlamsal ritim önemli bir çarpandır; göz ardı edilmemelidir. Sanat eserinin, özellikle şiirin hedefi okur duygusunun çarmıha çekilmesidir. Anlam, ses ve anlatımdan doğan coşumun periyodik salınımından ritmik bir ortamın oluşturulması, duyguyu arzu edilen kıvama çekmek için gerekli olduğunu düşünmek durumundayız. Ses benzerlikleri, anlam ve duyguların artı-eksi kutuplara salınımı ile (korkudan sevince, neşeden kedere kadar) şiirde ritmik bir ortamı oluşturmak gerektiğine inanıyorum. Çok ayrıntıya girmeden şöyle diyebiliriz; şiirde ses benzerliği ve uyum ile anlam yakınlık ve karşıtlığından yararlanarak ritmik bir süreci oluşturabiliriz. Her ne olursa olsun ritmi, şiirsel ezgiden ayrı bir eksende ele alamayız; ezgiyi doğuran temel ses birimidir.

Süre, şiddet, ritim, sınır ve durak gibi ses birimleri her ne kadar ezgiyi oluşturuyorsa da eş zamanlı olarak anlamın kavranması ve anlamın iletilebilmesinde, diğer yandan şiirin duygu durumunun ortaya çıkarılmasında önemli etkenlerdir. Örneğin, öznenin eylemini açıklamak istiyorsak özneden sonra virgül süresi kadar bir es vermeliyiz ki söyleyeceğimiz sözlerin özneye yöneldiğinin ayırdına varabilelim. Vurgu, ritim, süre, es, ton gibi parçalarüstü birimlerin olanaklarını, doğal olarak ve çoğu zaman farkında olmadan konuşurken kullanıyoruz zaten. Bu demek değil ki sesin ve parçalarüstü birimlerin daha etkin kullanılabilir olmaları için çaba harcamayalım. Elbette bunun eğitimle çok sıkı ilişkisi vardır. Şair ve eleştirmen olarak parçalarüstü birimlerin arasındaki bağıntıyı ve ayrıntıyı bilmek zorundayız.

Sesler arasındaki ritim bozukluğu, dinleyicileri rahatsız eder. Dildeki her sözcüğün bir duygu ve anlam değeri vardır; ozan bunların söyleniş ve ses sürelerini doğru oluşturarak uyum ile ritmi sağlamalıdır. İletişim zincirindeki her halka kendi üzerine düşen görevi doğru, zamanında ve yerinde üstlenmelidir. Dil ve konuşma, konuşmanın içeriği ve sözlerin duygu değeri ile bunun uygulaması, insanın dağarındaki varlıkların bire bir yansımasıdır. Bunları şiirsel açıdan ele aldığımızda ilk olarak şu öneride bulunabiliriz: Parçalarüstü birimleri ve bunları metinde gösteren işaretleri doğru kodlamalıyız ve kullanmalıyız. Şiiri okurken ise sözlerin anlam ve duygu değerini ses ile açığa çıkarabilmek için doğru ezgi üretmeliyiz.

Sözcüklerin büyük bir kısmında anlam ile ses özellikleri (ünlü, ünsüz, ince, kalın, titreşimli, tonlu, tonsuz) birbirine uyumludur. Maurice Grammond şöyle diyor: "Dudaksıllar (p) ya da (b) ve bunlarla birlikte dudaksıl-dişsel ünsüzler (t) ya da (d) telaffuz edilirken dudakları şişirmek gerekir, bu nedenle hor görme ve tiksinti ifade etmeye yöneliktirler.” Grammond’un bahsettiği durum, anlaşılacağı üzere Türkçede de geçerlidir diye düşünüyorum. Örneğin pis, kaba, ince, kırık gibi sözcükler aldığı anlama göre yumuşar, incelir ya da “r” gibi titreşime girer. Şair Andre Spire, “Bedensel ritimlerle şiirin dilsel ritimleri arasındaki yakınlığını” vurgular. Burada ritim dediğimiz konu, sesin ve anlamın içindeki bir ögedir, sesin parçalarüstü birimidir. Dolayısıyla bu yakınlığın etkin kurulumu için ses ve anlamın bu esaslarda oluşturulması sessel ve ritimsel bir derinliği doğuracağını gösterir. (İleten J.L. Joubert, Şiir Nedir?)

Ezgi ve anlam birbirini bütünler bir yapıdır, bunun farkında olmak işitme ve anlama yetkinliği gerektiren bir durumdur. Bunu şiir sanatı açısından ele aldığımızda, bu durumun önemli bir bileşen olduğunu, şiirselliğin ve duyarlılığın bir çarpanı olabileceğini dikkate almalıyız.  

Sözcükteki bir heceye yapılacak vurgu, uygulanacak ses süresi veya sözcüğün tonlamasında yapılacak değişikliğin anlamdan duyguya kadar dizede ne denli bir farklılığı ortaya koyduğunu yinelemeye gerek var mıdır? Öyleyse bir şiiri seslendirirken ve yazarken şiirsel bir ezgiden bahsedeceksek ton ve üst tonlar, ritim, vurgu gibi ses birimlerini mutlaka dikkate almak zorundayız. Ne var ki vurgu, ritim ve ton gibi hususların uygulamasında en ideali nedir sorusu, deneysel araştırmalara gebedir.

Sonuç olarak tonlama ekseninde bahsettiğimiz parçalarüstü birimler ezgiyi, ezgiler toplamı ise şiirsel ezgiyi doğurur. Bizim üzerinde çalışmamız gereken asıl konu şiirsel ezgi olmalıdır.

 

Ezgi Ekseni

Konuşma ezgisi, kişinin çocukluğundan yaşamsal değerlerine, bilinçaltı kodlarından fizyolojik dürtülerine ve bilincinden psikolojik durumuna kadar pek çok olgunun sonucudur.

 

Ezgi, tonlama ekseninde söz ettiğimiz vurgu, ton ve durak gibi ses birimlerinin uygulanması sonucu oluşan bir ses terimidir. Başka bir söylemle gürültü dışındaki seslerin oluşturduğu bir ses düzenliliğidir.

TDK Sözlüğü ezgiyi, “Belli kurallara göre düzenlenmiş, kulağa hoş gelen ses dizisi, haz, nağme, melodi. Bir müzik parçasında baştan sona kadar belirli yerlerde tekrarlanan ses dizisi. Kulağa hoş gelen ses ve söz dizisi.” şeklinde birkaç şekilde tanımlar. Bu kısımda özellikle açmaya çalıştığım konu, söz diziliminin ezgi ile ilişkisi ve şiirsel ezgiye giden eksenin tanımlanabilmesidir. Periyodik olan her ses ve ses grubunun, bir tınısı, tonlaması, ritmi, şiddeti, süre ve durakları kısacası bir ezgisi vardır. Ne yazık ki şiirde ses katmanı, ayrıntılı ve deneysel olarak incelenmemiş ve kaynağı olmayan bir alandır. Bu nedenle, sanat bilimi ve ses bilimi uzmanlarınca, konunun incelenmesini ümit ediyorum.  

“Bizleri temsil eden, karakterlerimizi ön plana çıkaran, üretmiş olduğumuz ezgili ses birliktelikleridir. Doğru ezgi üretimi, doğru alınan aile ve okul eğitimine bağlıdır. Doğru eğitim almamış insanların, ezgi üretimleri sağlıklı olmayacaktır. İnsan-ses ve ses birliktelikleri ilişkisi doğru oluşturulduğu sürece, insanlar arasındaki iletişim, üretici ve faydacı iletişim olacaktır.” der M.V. Coşkun, “Türkçenin Ses Bilgisi” kitabının girişinde. Kaldı ki bu alıntıda, sıradan her gün yaptığımız konuşmanın ezgisinden bahsediliyor. Bu söyleme bakılırsa sanatsal ve dilsel özellik taşıyan şiirde, ezgi olanakları ile estetik değer yaratacak tarzda ezgisel bir atmosfer oluşturulması önemli görünüyor.

Şiirde dize sıradan bir söz dizimi değildir; bir dizenin anlamsal bütünlüğü yanında, söz dizimsel bir ayrıcalığı, ses ve anlamın örtüştüğü ezgisel bir ekseni vardır. Şiirde dizenin dize olmasını sağlayan, duygu ve düşünce dünyasını, diğer bir anlamda imgelem olanaklarını harekete geçirebilen ses ve anlam örgüsüdür. Vurgu, ritim ve tonlama gibi sessel eylemlerin sonucu olan ezgi, aynı zamanda şiirdeki anlam ve duygu dünyasını açığa çıkaran taklit edilemez bir konudur. Bu nedenle aynı sıra ve sözcükler ile kurulan bir dize veya bir tümcenin, bir söyleyiş şekli ile sevinci, diğer söyleyiş şekli ile hüznü anlatabileceğini veya söyleyiş biçimine göre zıt anlamlar doğurabileceğini bilmek durumundayız.

Konuşma ezgisinin konuşanın duygu dünyası ile çok yakın ilişki içinde olması, şiir açısından önemli bir veridir. Ezgi, konuşmada anlam yöneltme ve duygu taşıma görevi üstlenmiş ses uyumlarıdır diyebiliriz. Ne var ki konuşma ezgisi, bilerek ve tasarlanarak yapılmaktan çok doğal bir seyir izler. Konuşmadaki ezgi, konuşanın tamamıyla ruh durumu ile ilgili bir süreçtir. Ancak bu konuda eğitim almış kişiler veya taklit yeteneği yüksek olan kişiler, bir başkasının konuşma ezgisini yakın bir tınıda taklit edebilirler.

Konuşma ezgisi ve sözcük kullanımı, kişinin çocukluğundan yaşamsal değerlerine, bilinçaltı kodlarından fizyolojik dürtüleri ile psikolojik durumuna kadar pek çok olgunun sonucudur. Ses ve insan ilişkisinin bu bölümü, ayrı bir inceleme konusudur. Müzik hariç şiir gibi dil ve dil özelliklerini kullanan sanatlar açısından ezgi ne anlam ifade ediyor? Bizim için önemli soru budur.

Şiir sanatının ilk hedefi okurun duygularını ele geçirmektir. Okurdaki on dört duyunun algı ve kavrama yetisini artırmak için duygu durumunun belirli bir kıvama çekilmesi gerekir. Okurun duygusu etkilenmeden algı ve anlamanın gerçekleşmeyeceğini hesaba katmalıyız. Sözün duygu değeri, anlamın duygu değeri ve sesin duygu değeri okur duyguları ile örtüşüp okur algısını hareketlendirmelidir. İster konuşma esnasında olsun ister bir türkü dinlerken ister şiir okurken olsun, okur ve dinleyicinin duygularını en kolay ele geçiren edim, ezginin çağrışım ve imgesel gücüdür. Bir kenara konacak ya da hafifsenecek bir özellik değildir ezginin olanakları. Şair, sesin ona sunduğu tüm olanakları estetik değer yaratmak için en yüksek düzeyde kullanmalıdır. Şair, o böyle söylemiş bu iyi şair şöyle demiş söylemlerini bir kenara bırakıp şair bilinci içinde sesinden sözüne, anlatımından çağrışımına, anlamından coşumuna kadar neyin ne olduğunu şiirde bir bütün olarak görmelidir.

Şiir; karakterini, mizacını, dış dünyaya yansıtma ereği olan özü, ezgili ses birlikteliği ile yayma olanağına sahiptir. Ses önce anlama, anlamdan yapıtın amacına yönelir ve harflerle değil sesle dış dünyaya açılır; sessiz okumada bile beyin onun sesini tanımlayarak ve kendinde yaşayarak oluşturur.  

Şiir okurken ve seslendirilirken, okur ile baş başadır ve şiirde ezgi okur bilincine çoğunlukla bağımlıdır. Ezgi, okur bilincine ve algısına bağımlıdır. Şair, anlam, anlatım, ünlü-ünsüz, tonlu-tonsuz, süre, ritim ve ses uyum olanakları ile okur algı dünyasını daha duyarlı biçime getirebilir.

 Ezgi ekseninin etkin ve duyarlı bir duygu durumu yaratabilmesi için, ses duygu değerine dikkat edilmelidir ve ses uyumu kurgusu bu bağlamda yapılmalıdır. Örneğin şair, şiirinde öyle sözcük ve söz dizimi kullanmalıdır ki okura hem söyleme kolaylığı sağlamalı hem de şiirin duygu değerini vurgulamalıdır. Bunun yanında tonlama, ritim ve süre gibi sesbirimlerini doğru yönlendirerek dizelerdeki anlamı okura zorlamadan vermelidir. Aynı zamanda dizelerini, akıcı-patlayıcı-sızıcı, tonlu-tonsuz ve titrek seslerin dengesini okur duygularını gasp edici bir tarzda kurgulamalıdır. Aslında sıradan, olmasa da olur gibi algılanan ezgi ekseni, önemli ayrıntı gerektiren sanatsal bir gerekliliktir. Çünkü şiirsel ezgi, bu eksen üzerinden hareket ederek duygu ve anlam dünyasını açığa çıkarır. Sesin diğer katmanlarla estetik değer yaratma süreci bunlara bağlıdır.

“Ses-söz dizimi ilişkisinin doğru kurulabilmesi, sese duygu ve anlam kazandıran vurgu ve ton gibi parçalarüstü birimlerin, söz dizimini oluşturan kelimelerin duygu ve düşünce dünyasına uygun şekilde üretilmesiyle mümkündür.” der M.V.Coşkun. Buradan şunu söyleyebiliriz; şair, dizelerinde kullandığı her sözcüğün ve söz tamlamalarının duygu ve anlam dünyası ile ses birlikteliğini uygun kurmalıdır. İşte okur o zaman, şiirdeki duygu ve anlam dünyasını uygun yer ve zamanda vurgu ve tonlama gibi birimlerle açığa çıkarabilir. Şiirin bütününde ezgi ekseni şair tarafından sağlam temellendirilmediği sürece, ses katmanı yetersiz kalacaktır ve şiirin bir ayağı daima eksikliğini hissettirecektir.

Özet olarak, ezgi ekseninin anlamsal ve estetik değer üretmesi için sadece şairin çabası yeterli değildir; aynı zamanda şiirin biçimsel özellikleri (söz varlıklarının uyumu, imleme ve yazım kurallarının doğru kullanımı) ile okurun anlamlandırma yetisi önem kazanmaktadır. Yine de şairin dili doğru kullanması, ses ile anlamın uyum ve duygu değerini yerli yerinde kurgulaması ilk koşuldur.

 

Şiirsel Ezgi Ekseni

Şiirsel ezgi ekseni, şiirde anlam ve duyguyu dış dünyaya en etkili biçimde açan fiziksel bir eksendir. İşitsel duyuların özelliği gereği, şiirsel ezgi anlamla bütünleşerek insan zihninde metafizik ve manevi dünyanın kapılarını da aralar, algı ve duyguyu daha duyarlı hâle dönüştürerek estetik değer yaratır. 

 

Şiirsel ezgi, şiirin duygu ve anlamını en etkin şekilde ortaya çıkaran sesli okuma biçiminden doğar. Şiiri tamamen sessiz okuduğumuzda bile içimizde duyduğumuz ses bütünlüğü şiirsel ezgiyi iç dünyamızda doğurduğunu duyar gibi oluruz. Şiirsel ezginin müzik değeri taşıdığı kabul edilmiyor olsa da kendi ses bütünlüğü içinde duygu ve anlamı yansıtma yeteneğine sahip olması nedeniyle müzik ile yakın ilişki içinde olduğunu söyleyebiliriz. Hemen şu sıralamayı yapayım ve ayrıntılarına sonra girelim. Hâlihazırda kullandığımız sesleri, müziksel ezgi, şiirsel ezgi ve konuşma ezgisi olarak nitelik ve nicelik sırasına koyabiliriz. Tanımlayabilmek ve ayrıntılarını açabilmek için böyle yapmamızın gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu sınıflandırma benim yorumumdur ve teknik olarak doğruluk değerine ilişkin kararı sesbilim uzmanlarına bırakmak isterim.

Şiirsel ezgi ekseni, duyuların algı gücünü artırmak, bir şiirin anlamını, duygu değerini en etkin ortaya dökmek, söz söyleyiş biçimini, ses benzeşimlerini kullanmak gibi birçok teknik ve beceri gerektiren özelliklere sahiptir. Öncelikle, okurun şiirsel ezgiyi oluşturabilmesi, şairin şiirsel ezgiye yönlendirecek ses uyum düzenini yerinde kurmasına bağlıdır. Yani sese ilişkin kurulan temel, ne kadar sağlamsa okur da o oranda ses uyumunu yetkin kullanabilecektir. Şairin şiirinde ortaya koyduğu ses uyum niteliği, doğrudan şiirsel ezginin duygu ve anlamını daha saydam ortaya çıkarmasını sağlayacaktır.

Ben şiirde ses katmanına şöyle bakıyorum: Müzik ezgisi ile doğal konuşma ezgisi arasında, müziksel olmayan ancak doğal da olmayan bir ezgi ekseninin olduğunu düşünüyorum. Konuşma ezgisi, insanın davranışları ve sahip olduğu nitelikleri gereği istemli ve istemsiz seslerle ürettiği doğal bir ezgi sürecidir. Müziksel ezgi ise her ses biriminin belirli kural, süre ve isimlendirmeler ile tanımlanmış ve düzenlenmiş özel ses akış düzenidir. Yani müziksel ezgi, bir duygu ve düşünceyi yansıtmak üzere oluşturulmuş, her bir ses birimi düzenli ve tanımlı sesler bütünüdür. Konuşma ezgisi ile müziksel ezginin arasında belirgin bir ayrım vardır; çünkü müzik bir bilim alanı ve bilgi disiplini olan bir sanattır. Her iki ezgi pratiğini incelediğimiz zaman, konuşma ve müziksel ezginin birbirlerinden ayrılması tamamen teknik boyutu ile ilgilidir. Konuşma ezgisi doğal, müziksel ezgi ise teknik boyutu olan bir uygulamadır. Bu iki uygulamayı şiir açısından düşündüğümüzde nasıl bir sonuca ulaşırız? Her ikisinin de tanımına uymayan “şiirsel ezgi”den söz edebiliriz. Şiirsel ezgi, şair tarafından şiire özgü oluşturulmuş, ses, anlam ve anlatım düzenine uygun biçimlenmiş ve okur tarafından parçalarüstü birimler yardımıyla oluşturulan ses düzenliliğidir. Konuşma ezgisi ve müziksel ezgiden farklı olmakla birlikte hem konuşma ezgisi ile örtüşür hem de müziksel ezgiye yakın durur, diye düşünüyorum.

Resitatif müzik diye adlandırılan ezgi biçimi vardır. TDK Büyük Türkçe Sözlüğü “Resitatif” sözcüğünü “Belli bir melodi olmadan konuşma biçimiyle söylenen, müzikli, anlatı” şeklinde açıklar. Opera ve tiyatroda şarkı söyler gibi ezgisel konuşmayı, tonlu ve vurgulu sözlerin birbirine geçiş sağladığı bir seslendirmeyi örnek verebiliriz. Konuşma ve şiirsel ezgiyi, bir müziksel ezgi gibi müzik dilinde göstermek gerekliliği yoktur. Resitatif ezgi teriminden hareketle, şiirsel ezginin yeni bir tanımlama olmadığını söyleyebiliriz. Sözünü ettiğim ezgi türü, zaten müzik terimleri arasında tanımlıdır. Ancak şiirsel ezgi, konuşma ezgisine daha yakın durur; resitatif ezgiden de çok uzak olmadığını değerlendiriyorum.

İnsanın kişisel dünyasının ortaya koyduğu konuşma ezgisi ile tek veya çoğul ses düzenlerinin sanatsal anlamda oluşturduğu ezgi, ses oluşum açısından aynı şeyi ifade ediyor olsa da aralarında önemli bir fark vardır. Her şeyden önce müziksel ezgi, insanın çabası ile özel bir üretimdir. Sanatsal içerik taşır. Şiirsel ezginin sanatsal özellik taşıması için, insan sesi olanakları ölçütünde teknik ve özel ses yöntemleri (ton, ritim, süre vd. gibi) uygulamanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü şiirsel ezgi, sesin olanaklarını kullanarak algıyı uyarmak, sözün duygu değerini daha vurucu ortaya çıkarmak, anlamı yönlendirmek ve daha güçlü kılmak için özel bir çaba gerektirir. Başka bir deyişle, şiirsel ezgiyi oluşturmak için ses uyumuna yönelik bütün olanakları yüksek düzeyde kullanmak gerekir.

Ton, vurgu, ritim, süre, durak gibi parçalarüstü birimler, ünlü ünsüz uyumu, sesli harflerin ince kalın, düz yuvarlak gibi pratik ses özellikleri önemlidir. Bunun yanında patlayıcı, sızıcı, akıcı, tonlu, tonsuz, titrek seslerin kaynaşması şiirde ses uyumu açısından dikkat edilmesi gereken ölçütlerdir. Garip şiiri de dâhil olmak üzere günümüze kadar yazılmış şiirler arasında ses açısından çok güçlü şiirlerin olduğu gerçektir. Türkçenin ses özellikleri, ünlü zenginliği, özellikle ses benzeşim zenginliği ile ardışık sözcüklerin kaynaşmasından doğan ses düşmeleri şiirsel ezgiyi kolaylaştırmaktadır. Gördüğüm kadarıyla Türkçe, şiirsel ezgi için oldukça yatkın ve uygun bir dildir.

Bunalımlı duyguyu, sıkıştığı ortamdan kurtaran ezginin yüceliğini kabul etmek durumundayız. İşitme duyusunun bütün duyu biçimlerini kontrol altına aldığını, etkilemede ve yönlendirmede başat konumda olduğunu bilmek ve buna göre hareket etmek gerekir. Şiirin ezgisel bir olanağı vardır ve bu olanak şiirin sanatsal etkinliğini sağlar. Ezginin gücünü, zihni ve duyguları hazza götürücü bir ortam yaratacak biçimde şiirde kullanmak ise sanatsal bir beceridir.

Şiirsel ezgi, bir şiirin bütün varlıklarıyla dış dünyaya açılan penceresidir. Başka bir söylemle, şiirde anlam ve duyguyu dış dünyaya açan fiziksel bir eksendir. Ne var ki bu pencerenin varlığı ve yokluğu ile niteliği hakkında fikir yürütebilmek, ses olanaklarına egemen olmayı gerektirir. Örneğin dize iç ses uyumunda, patlayıcı tonsuz ses ile sızıcı tonlu sesi bir arada kullanmanın kulağı tırmalayabileceğini, iç ses uyumunu bozabileceğini öngörmek gerekir. Bunlar bilindiği takdirde, patlayıcı tonsuz ses içeren sözcük yerine, kulağı tırmalamayan eş anlamlı başka bir sözcük kullanılması tercih edilebilir. Bunun gibi ses ve sözcük kullanımının sınırsız oluşu şiir açısından ve ses uyumu açısından önemli bir olanaktır. Türkçenin eş anlamlı sözcükler konusunda diğer dillere oranla çok daha zengin olduğunu söyleyebiliriz.

İnsanın on dört farklı duyusunun olduğunu biliyoruz. Bu duyular içerisinde işitme duyusu farklı bir özelliğe sahiptir. Dış dünyanın doğal ve yapay sesleri yanında, duyusal, metafizik ve manevi dünyanın ruhsal kodlarının algılanmasında başat duyudur. Duygusallık, metafizik ve maneviyat; kişide en fazla merak uyandıran, insanı etkisi altında tutan, anıları tekrar yaşama arzusu doğuran, estetik değeri daha kolay algılatan durumlardır. Duygusal, metafizik ve manevi ortamın kişide görme ve anlam bulduğu yer, doğadaki yapay ve doğal seslerin ezgisidir ve bu ezgiye kişi tarafından verilen anlamdır.

Özet olarak; müziksel ezgi, resitatif ezgi, şiirsel ezgi ve konuşma ezgisi şeklinde kuramsal, nitelik ve nicelik bakımından bir sıralama yapabiliriz. Bu durumda şiirsel ezgi, kendi bağlamında ele alınıp ilgili disiplinlerle ayrıca incelenmesi gerekir.   
Yaşar Özmen

[1] Süre, sınır, durak, ritim, vurgu, ton, şiddet ve ezgi gibi sesbilgisel terimlere “parçalarüstü birimler” denilmektedir. (M.V.Coşkun, Türkçe’nin Ses Bilgisi)

[2] Şiirsel ezgi, şiirin anlam ve ortamı ile duygu değerine uygun özel olarak oluşturulan bir ezgi türüdür. Müziksel ezgi ve konuşma ezgisi arasında bir ezgi türü olduğu varsayımı ile ele aldığım bir kavramdır.

[3] Bürün: Sesbirimsel özellikler bütünü.


 Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi


Yazın ve sanat tarihinin derinliklerine eleştirel gözle baktığımızda yıllanmış sorunlar içinde buluruz kendimizi. Modern sanat öncesini saymazsak 19. yüzyıl ortalarından beri evrensel ve evrimsel bir sanata doğru yol aldığımızı delil göstermeksizin söyleyebiliriz. Bugün ise bilgi ve teknolojik altyapıya sahip toplam aklın, düş olanakları ve imgelem zenginliği oranında sanat eseri ürettiğini görüyoruz. Bu arada pek çok sanat dalının da örgün eğitimi olduğunu ülkemiz ve dünyadaki eğitim kurumlarından biliyoruz. Eğitim kurumlarını, bireysel ve topluluk çalışmalarını, belediye, vakıf ve dernek gibi tüzel kuruluşlar bünyesinde yapılan sanatsal etkinlikleri de dikkate aldığımızda, aslında sanatsal ve kültürel olarak büyük bir sistemin içinde olduğumuzu söyleyebiliriz.

Sanatsal ve kültürel etkinlikler dünya genelinde pastada yüksek payı olan teknolojik sektörler yaratmıştır. Bunlar aynı zamanda ekonomi ve toplum davranışları ile karar süreçlerini yöneten sistemlerin ilk sıralarında gelmektedir. Yani sanat, yeniden yapılandırmaya hatırı sayılır oranda katkı sağlayan bir sistemler bütünüdür.

Böylesi etkin bir sistemin kendi özel alanları ve özel alanlarının da kendi içinde eğitim, gelişim, dönüşüm ve geri bildirim (eleştiri) gibi çabaları olmalıdır. Kültürel ve sanatsal etkinliklerin gelişmesi, dönüşmesi ve çağ ile insanı şekillendirici özellik kazanması, uygulama ve geri bildirimle kendi kendini yenileyebilme yeteneğine bağlıdır. Daha fazla konuyu dağıtmadan, dünya ve ülkemizdeki genel sanat etkinliklerini bir kenara koyup, bu sürecin bir parçası olan şiir ve şiir eleştirisine gelelim. Şiir eleştirisi, diğer dil sanatlarında olduğu gibi edebiyat eleştirisi bağlamında ele alınabilir; çünkü şiir dil ve yazının temel kuramlarına göre hareket eden bir etkinliktir. Ancak şiir, roman, öykü, oyun, masal gibi diğer dallara göre daha ayrıcalıklıdır; sanatsal yaratıcılık, dil kullanım kıvraklığı, daha kolay soyutlama özelliği, imgelem sınırsızlığı, az söz çabası ve kural kırıcılığı açısından daha esnektir. Bir anlamda düşüncenin ve imgelemin sınırsızlığına koşut olarak, şiir her biçimde yoğurulmaya ve biçimlendirmeye karşı olumlu yanıt verir. Çağdaş sanatın en temel özelliklerinden olan ve estetik biliminin de ön sıralara koyduğu, “sanatın algıyı sarsıntıya uğratma işlevi” diğer sanatlara göre şiirde daha kolaydır, daha vurucudur.  

Şiir sanatının kendi disiplini altında örgün bir eğitiminin ve ayağı yere basan bir eleştiri sisteminin olmadığını biliyoruz. Lise ve yazın fakülteleri gibi örgün eğitim kurumlarındaki şiir sanatına ilişkin eğitim kapsamı ve düzeyini açmaya hiç gerek yoktur. O yüzden şiir sanatı ve eleştirisi konusunda bugün uygulama ne aşamadadır ve biz bu işin neresindeyiz diye sormalıyız. Şöyle genel görünüme baktığımızda hiç iyi bir yerde durmadığımızı kötümser olmamakla birlikte söyleyebiliriz. Bu neden böyle?  Çünkü şiir sanatı, bununla birlikte eleştiri sistemi, çok parametreli ve çok boyutlu bir etkinliktir. Donanım gerektirir, yaratıcılık gerektirir, olgu ve olayları daha farkındalıklı okumak gerektirir; polimat olmayı zorunlu kılar. Sadece yazın kuramları, eleştiri kuramları ve dil kuramları veya usta çırak yöntemi uygulamalarla şiir eleştirisinde iyi sonuçlara ulaşmak zordur.

Tespit yapmak, sorunlar hakkında şikâyet etmek veya uygulamaların kötülüğünden, yanlışlığından dem vurmak bizi bir sonuca götürmemiştir ve hiçbir zaman götürmeyecektir. Eğer çözüm üretmek istiyorsak, gemileri yakıp sanat bilimine, bilgiye sarılmalıyız ve sanatsal bilgi üretmeliyiz. İnsan düşünü aşan şiir yazmalıyız; aklı evrimleştiren sanat üretmeliyiz. Çağı aşan yeni ve altı dolu sanatsal kuramlar ortaya koymalıyız. Her şeyden önce, sağı, solu, dini, ideolojiyi kendi doğal yaşam alanına bırakarak, şiiri özgür bırakmalıyız ve estetik değer taşıyan şiir yazmaya yönelmeliyiz. Neyse daha fazla uzatmadan, sanattaki bunca sorunlara karşın ben burada şiir eleştirisi konusunda bazı savlar ileri süreceğim ve bu savlara karşı çözüm üretmeye çalışacağım.  

Çoğu eleştirmenin söylediği gibi, “şiiri okuduğunda bir şeyler uyandırıyorsa ve biraz imge, biraz bağdaştırma, biraz da benzetme cinsleri içeriyorsa şiir güzeldir diyebiliriz” demek bir değer taşımaz. Şiir bir sanat eseridir; karmaşık bir yapıya sahiptir. Her şeyden önce şiir, insanın okuyabildiği, duyabildiği ve sezebildiği dünyanın, yani insan imgelem gücünün nesnel halidir. Şöyle söyleyelim; şiir bir sanat eseri ise önce şair, sonra şiirin kendisi, daha sonra sırasıyla okur imgelem uzamı, ortam, zaman, okur estetik algısı, dil ve düşünce gibi kendi disiplinlerini taşıyan olmaz ise olmazlar vardır. Ancak şunu söyleyebiliriz; ortam ne kadar şiir üzerinde etkiliyse zaman da benzer oranda etkilidir. Öyleyse bugün bildiğimiz okur, eser veya sanatçı odaklı eleştiri kuramları ile diğer parça bölük eleştiri kuramları veya deneyime dayanan pratik eleştiri yöntemleriyle, şiir gibi devasa bir sanat eserini eleştirmek verimli sonuç üretebilir mi, bunu kendimize sormalıyız. Mevcut yaklaşımlar ile, şiirin örtük alanlarının açığa çıkarılması, şairi ve okuru geliştirici değer yaratması, eserin etkisinin belirlenmesi, şiirin estetik değeri, coşum değeri, ses değeri ve anlam ve anlatım gücünün ortaya konması teknik olarak olası mıdır? Bu konunun ayrıntılarıyla tartışılması şiir açısından önemli bir başlangıç olmalıdır.

Eleştirinin eğitim anlamında bir işe yaramasını, sanatta düzeltici/geliştirici geri bildirimler sağlamasını, şairin sezemediği, göremediği dilsel ve sanatsal alanları ortaya koymasını istiyorsak deneyime dayalı öznel eleştiri veya kişinin algı ve yargısına bağımlı parça bölük değerlendirmeler ile olacak bir iş değildir bu dostlar. Ne yaparsak yapalım ama konuya biraz bilimsel bakalım ve eleştirinin daha nesnel yapılabilmesi için sistem geliştirelim. Çünkü modern üretim ve tüketim sistemlerinin tamamında geri bildirim ve düzeltici önlemler olmaz ise olmazlar arasındadır; önceliklidir, gelişime ve beğeniye yöneliktir. Kaldı ki söz ettiğimiz konu estetik değer taşıması ve estetik kaygı uyandırması gereken şiirdir; hedef insandır, maksat duyarlılık ve sevgi yaratmaktır. Niteliğe, beğeniye, kalıcılığa, sanata, şiirselliğe ve çağdaş şiire varmanın ölçütlerinden birisi de güçlü ve bilimsel eleştiri ile eleştirinin eleştirisidir. Eğer biz eleştiriye daha sanatsal ve bilimsel gözle bakmazsak bugün olduğu gibi ‘ahbap çavuş’ ilişkisini aratmayan kitap kutlama törenleri, şiir ödülü görünümünde taraftarlara gülücük dağıtma alır başını gider. Dilsel, sessel, şiirsel ve sanatsal nitelik taşımayan dizecikler, şiir diye eleştirmenlerimizin terkisinde serseri mayın gibi dolaşır.

Şiire güzel demenin bir ölçütü yoktur; güzel değil demenin de bir ölçütü yoktur; şiire güzel demek, deneyimden doğan sezgiye dayalı bir iştir derseniz, bağışlayın ben buna inanmam. Yeterli imge, bağdaştırma, sapma, benzetme vs. gibi şiir sanatının olanaklarını içinde barındıran bir şiire de güzel ya da şu şiirden daha iyi diyebilmek öznel bir sonuçtur. Sağlıklı bir eleştiriden söz edeceksek, şiirdeki etkinliği, yetkinliği ve estetik değeri sanatın öngördüğü ölçütlerle tartmak zorundayız. Ahbap çavuş ilişkisinin önüne geçeceksek, katı aidiyet çemberini kıracaksak, tekel olmaktan vaz geçeceksek ve bu işi şiir, sanat adına yapacaksak, şairin ve şiirin gelişimini sağlama çabası taşıyorsak içtenlikli olmalıyız. Bir sanat eserini veya bir şiiri “sadece anlam” açısından ele aldığımızda bile, işin içine anlam bilim, gösterge bilim, dil bilim, fen, sosyal ve insani bilimlerin tamamı bir çarpan olarak karşımıza çıkmaktadır. Şairin imgelem gücünün düşünce ile anlama, oradan dille imgeye dönüşmesi, daha sonra imgelerin okurda algılanıp tekrar imgelemle estetik kaygıyı uyandırması önemli bir süreçtir. Bu süreç kendi disiplinleri altında incelenebilir ve ondan sonra yararlı bilgi olarak geri bildirim sağlayabilir. Tabii ki şiir eleştirisine bu açıdan bakmak, şiirin sanat ve insan yaşamında ne anlama geldiğini duymak ve görmekle ilgilidir. Duyguların anlatıldığı bir söz yumağı olarak bakarsak şiire, eleştiriye gerek yoktur. Eleştiriyi, sanatların temeli olan şiir sanatı açısından ele alırsak, durum bugün yaptığımızdan daha fazla ciddiye alınmak zorundadır.

Yıllarını şiir ve eleştiriye adamış ustaların da şiire ve eleştiriye katkılarını görmezden gelme lüksüne sahip değiliz. İyi şairlerimiz, eleştirmen ve sanat biliminin çeşitli alt dalları üzerinde çalışan düşünürlerimiz vardır. Tarihte yerini alanlar da… Şiir, daha doğrusu sanat öyle bir şeydir ki kimse kimsenin yerini alamaz ve kimse kimsenin yerini dolduramaz. Akademisyeni, şairi, yazarı, eleştirmeni ve düşünürü aynı hamurdan müteşekkildir; bireysel yönü ağırdır, yaratıcılık seviyesi daha iyi olabilir ancak birbirinden çok farkı yoktur. O nedenle tekelciliği, düzeltme hastalığını ve şiiri ben bilirimciliği öteye itip, şiir ve şiir eleştirisini daha yetkin verilerle ele almalıyız. Eleştiriyi ciddi bir iş olarak görüyorsak, şiir sanatının olmaz ise olmazları arasında görüyorsak daha yetkin, altı dolu ve bilimsel çözümler ileri sürmeliyiz. Şiir eğlence için yazılan bir sanat etkinliği değildir. Şiir bütün sanatların temel değerlerini taşıyan kocaman bir sanat evrenidir; insan dünyasını ve estetik kaygısını müzikten sonra en kolay ele geçiren düşünce-dil sanatıdır.

Neyse konuyu çok uzatmayalım. Ben bu konu üzerinde uzun zamandan beri çalışıyorum. İleri sürdüğüm çözüm önerisini kısa ve anlaşılır biçimde sizlerin bilgisine sunmak istiyorum. Bu yazıda ileri süreceğim öneri zor ve uygulaması oldukça ayrıntı gerektiren bir bütündür.

“Katman Edebiyat Eleştirisi”den söz edeceğim. Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi, aynı zamanda bir kuram olabilme özelliklerine sahiptir. Ancak bu kuramın açıklaması bir kitap büyüklüğündedir ve ben burada ön bilgi anlamında özet olarak açıklayacağım. Bu kuram, Şiir Çözümleme Tekniği[1] diye yine benim önerdiğim kapsamlı bir sistemin üzerinde uygulanabilir, izlenebilir ve genellenebilir sonuçlara yönelmektedir. Katman Edebiyat Eleştirisi Kuramının ayrıntılarını ortaya çıkarabilmek için, özellikle “şiir sanatı” ele alınmıştır; çünkü şiir duyusal ve nesnel yapısı bakımından, sanat eserlerinde olması gereken tüm katmanları görünür biçimde içinde taşır ve bunlar şiir sanatı ile daha kolay açıklanabilir. Sanat eserlerinin tamamında, nesnel ve duyusal olarak var olan içsel ve dışsal varlık katmanlarını şiir çözümleme tekniğine dayanarak sanat bilimi, sosyal ve insani bilim veriler ışığında görünür kılmaya çalışır. Şiir Çözümleme Tekniği, şiiri katman[2]lara ayırır, katmanları da tabaka[3] veya eksen[4]lere ayırarak ilgili tabakaları kendi disiplini içerisinde şair, okur, eser, zaman ve ortam çarpanlarını dikkate alarak çözümlemeye yönelir. İşte Katman Edebiyat Eleştirisi, Şiir Çözümleme Tekniği ile daha nesnel, daha tarafsız, bilimsel ve sanatsal eleştiri biçimidir. Aslında bu teknik şiir için tasarlanmıştır; ancak yazın evreninin her alanına uygulanabilir ve diğer tüm sanat türlerine de uygulanabilme yeteneğine sahiptir. 

Katman, herhangi bir sanat eseri veya şiirin varlık alanlarını kendi kapsamında ve ilgili disiplinlerle incelemek için sınıflandırmadır. Katman, şiiri oluşturan duyusal, nesnel, içsel ve dışşal tüm varlık alanları ile özelliklerinin belirlenebilmesi için kullanılan bir terimdir. Tabaka ve eksen ise, katman iç yapısını daha özelleştirebilir birliktelikler olarak düşünmek gerekir. Tabaka ve eksenler katmanı, katmanlar bir bütün sanat eserini var ederler. Tıpkı insan yaşamının belirli ruhsal ve fiziksel katmanlardan oluştuğu gibi. Katmanlar, aynı zamanda birbirinden ayrıştırılabilir, belli disiplinler altında ele alınabilir ve kendi içinde tanımlanabilir özellikler barındırmaktadır. Örneğin ses katmanının ses bilimi ile incelenebileceği gibi. Ancak katmanların birbirinden bağımsız tek başlarına işlevleri şiirsel ya da sanatsal bir sonucu doğurmazlar.

Şiiri varlıksal bir bütün kabul edersek, nesnel ve duyusal varlıklarını oluşturan katmanları tek tek özelikleriyle birlikte çözümlemek durumundayız. Öznel inceleme, eleştirmenin sanatsal deneyimi, dünya algısı, inanç ve değer yargılarına bağlıdır. Oysa nesnel şiir incelemesi, bilgi disiplini durumuna dönüşmüş kuramsal şiir bilgisini, dil özelliklerini, sanat felsefesinin öngördüğü sanatsal verileri, estetik biliminin öngördüğü bakış açısını gerektirir. Yani sanat bilimi açısından tarafsız bakış gerektirir. İster istemez şiiri bu değerlerle incelediğimizde, eleştirmenin öznel yargılarını bir anlamda daha kanıtlanabilir noktaya taşıyacağız demektir. Bir şiiri değerlendirirken deneyim ve dünya algısına bağlı öznel yargı olmak zorundadır; ancak nesnel yargı ile ayırt edilebilir konuma taşımak daha analitik bir yaklaşım olur. Aslında şiir çözümlemesinde yöntem ve uygulama alanı olarak en somut getirilerinden birisi, şiir eleştiri konusunda bir adım daha ilerlemek ve eleştiriyi daha bilgi bazlı duruma dönüştürebilmektir.

Katman kavramını, Nicolai Hartman, Roman Ingarden, Özdemir İnce, Baki Asiltürk ve Mehmet Yalçın kitaplarında katman ya da tabaka biçiminde kullanmışlardır. Burada benim belirttiğim katman ve tabaka kavramı farklı bir anlamda değildir; ancak sanatsal terim olarak daha genişletilmiş ve bütünüyle benim yorumlarımla şekillenmiş bir yapısallığı söz konusudur. Bir anlamda katman terimi, daha özelleştirilmiş, kavramlaştırılmış, somutlaştırılmış, anlaşılabilir ve görünür hale dönüştürülmüştür. Özet olarak, bir şiir ya da sanat eserini oluşturan ve olması gereken bütün özellikler katmanların bünyesinde saklıdır. Bu teknik, şiirin/eserin sanatsal, duyusal, nesnel tüm varlıklarını ortaya çıkarmaya, tanımlamaya, incelemeye ve kullanılabilir hale dönüştürmeye yöneliktir.

Bilindiği gibi şiir üç ana sütun (katman) üzerine kurulur; bunlar “anlam, anlatım ve ses”tir. Bu sütunlar, nesnel ve fiziksel katmanlardır. Bir şiirde aynı zamanda duyusal katmanlar vardır ve bunlar birbiri içinde ve birbirini ivmeleyerek toplam sinerjiden sanatsal anlatımı doğururlar. İşte şiirdeki hem duyusal hem nesnel hem de biçimsel katmanları bir bütün ve birbirine etkileri açısından incelemek ayrı bir sanat çözümleme tekniği gerektirir. Yani yukarıda söz ettiğim ‘şiir çözümleme tekniğini gerektirir. Şiir çözümleme tekniği ise bir şiiri her açıdan inceleme esasına dayanır. Bu esaslar çerçevesinde şiirin etkisini, yetkinliğini, anlam, anlatım, çağrışım, ses, coşum değerlerini insan bilimleri ve estetik bilimi açısından bir bütün olarak ele alır. Sonuç olarak bir şiirin estetik değerini, şiirsel değerini ve kalıcılık değerini ortaya koymaya çalışır. Dinamiktir (devimsel); her akım, her ekol ve her yaklaşım biçimine karşı sınırlamaksızın yanıt verebilme yeteneğine sahiptir.

Sonuç olarak, “Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı” genellenebilir, izlenebilir, kanıtlanabilir ve her uygulamada daha nesnel sonuçlar ortaya koyabilir. Şiir çözümleme tekniğine dayanır ve katman yöntemi ile şiirin nesnel ve duyusal varlıklarını açmaya yönelir. Bu kuram, eleştiri için elimize çoğunlukla net ve sanat felsefesinin de öngördüğü sağlam veriler sunar. En azından öznel eleştiri ağırlığını azaltmaya çalışır.

Bu esaslar çerçevesinde eğer bir şiir veya bir şiir kitabını eleştirmek istiyorsak, öncelikle şiir çözümleme tekniğine başvurmak zorundayız. Biçim katmanından estetik katmanına kadar ayrı ayrı bilimsel verilerle ele almalıyız. Bu tekniğin şiir çözümlemesinde ele aldığı konular, yaklaşım ve inceleme biçimi, en az hata, en geniş uzagörüm ve “en az delilsiz yargı” esasına dayanır. Eleştirmenin hem sanatsal hem şiirsel hem de diğer sosyal ve insan bilimlerinin disiplinlerine başvurusunu gerektirir. Örneğin şiirin “estetik katmanı”nı incelemek istiyorsak, önce bunu tabakalara ayırırız. Şöyle ki, “şiirdeki estetik değer tabakası, okurdaki estetik algı tabakası ve durumsal (zaman, ortam, bilgi) estetik değer tabakası” olmak üzere üç aşamada estetik biliminin öngördüğü esaslar çerçevesinde ele almak durumundayız. Burada öne çıkan konu şudur; estetik bilimini bilmeyen eleştirmen bu tabakaları istenen ve inandırıcı bir biçimde çözümleyemez. Bu yolla yapılacak bir eleştiri ve sonuçları, şiire olası her açıdan bakmayı, incelemeyi, çözümlemeyi, değerlendirmeyi zorunlu kılar. Şiirdeki her bir katman ile bunların tabakaları, ilgili konunun disiplinlerine ve güncel verilerine başvurmaya zorlar. Sonuç olarak, bu eleştiri yaklaşımı, ahbap çavuş ilişkisini, ben bilirim yargısını, bizim köydendir ayrıcalığını, öznel eleştiri hatalarını çoğunlukla bertaraf edebilme yeteneğine sahiptir; güçlü deneyim gerektirir.

Oscar Wilde ve Mehmet Fuat “Eleştiri bir sanattır.” der. Doğrudur katılıyorum; ancak eleştirinin sanat niteliği kazanabilmesi için eleştirel süreçte sanatsal bilgi, bilim ve deneyime gereksinim vardır. Eleştiriyi taraftarlıktan, alaylı gelenekten, aidiyet kayırmacılığından ve dedikodu mantığından kurtarmak gerekir. Rüzgârın yönüne göre şekillenmeyen bilinçli ve deneyim sahibi eleştirmen yetiştirmek gerekir. Eleştirmenin görme, duyma, yaratıcılık ve sezgi yetileri ile sonuçlarını sanatçıya aktarması için geri bildirim kanallarını daha çekici kılmak gerekir. Eleştirmene karşı olumlu algı yaratmak, güvenirliğini (bilgi, deneyim, eleştiri sistemi, tarafsızlık, yeterlilik kapsamında) pekiştirmek üzerinde durulması gereken öncelikli konulardır. Daha açık söyleyişle, eleştiriyi bir okul veya sanat eğitim kültürü olarak düşünmek ve konuya bu açıdan yaklaşmak demek, sanata yeniden dönmek ve aydınlanmanın yoluna koyulmak demektir. Yaşar Özmen, Mayıs 2018

[1] Şiir Çözümleme Tekniği, şairin imgelem sürecinden şiiri yaratışına, şiirin okurda yarattığı erekten gelecekteki anlamsal devinime ve şiire artı değer katan tüm unsurlara kadar toplam şiirsel süreci kapsar. Şiirin bütün organlarının varlığı ya da yokluğu ile işlevsellik ve işlerlik durumunun ortaya konmasına yöneliktir.

[2] Katman, şiirin nesnel ve duyusal varlıklarını kendi özellikleri içerisinde bir grupta toplayan yapıdır.

[3] Tabaka, katmanları oluşturan nesnel veya duyusal daha alt varlık alanlarıdır.

[4] Eksen, sesin fiziksel özelliği gereği ses katmanının altındaki sınıflandırmadır. Tabaka teriminin işlevi ile aynıdır.


 Eleştiri ve Eleştirinin Eleştirisi

Saf Sanattan İnsana, Yaşar Özmen

Konumuz şiirse, bir de şiir eleştirisiyse oturup biraz düşünmemiz gerekiyor. Şiir sanatı, açık dokuludur. Oldukça fazla parametreye sahiptir ve kendine özgü değerler dizgesi vardır. İnsan, yaşam, nesne ve evren arasındaki ilişkinin tüm boyutlarını kullanabildiği için, bütün disiplinlerin ilkelerini bilmeyi/okuyabilmeyi, eşgüdümle kullanabilmeyi gerektirir. Şair-şiir-okur arasındaki somut ve soyut ilişkinin tanımlanması, çoğu bilimlerin ilgi ve etki alanına girer. Psikolojiden sosyolojiye, tarihten antropolojiye, fizikten kimyaya, estetik biliminden felsefeye kadar. Böylesi geniş bir alanda, şu şöyledir diyebilmek için elinizde sağlam veriler olmalıdır. Daha doğrusu; en uygun, uygulanabilir ve estetik değer taşıdığını söyleyebilmek için, bilimsel ve sanatsal veri ve yetkinlik gerektirir.  Düşünceden dile, bilinçaltından bilince, dilden dilbilime, gerçeklikten gerçeküstü dünyaya ve sanattan insan ilişkisine kadar koca bir dünyadır üzerinde sallana sallana gezindiğiniz yer. Boş atıp dolu tutmanın olası olmadığı; bilgi, kültür, bilim ve sanat dünyasıdır eleştirinin alanı. Şiir eleştirisinin; ben şucuyum bucuyumla, ben iyi edebiyat tarihi bilirimle, ben iyi şiir bilgisine sahibimle yapılacak bir iş olmadığını önce kabul etmek zorundayız. Bilgi, deneyim, sistem, uzmanlık ve bütün disiplinlerin eşgüdümü şeklinde eleştiriyi formüle edebiliriz. Bundan gerisi lafügüzaftır… 

Eleştiri konusunda önemli bir nokta daha var ki biz de hiç sözü edilmez: Eleştirinin eleştirisi. Eleştirisi olmayan, tartışma kültürü ağır aksak yürüyen bir alanda, eleştirinin eleştirisi söylemi bana fazladan bir konu gibi geliyor. Ne var ki dünyadaki bütün sistemler, kendi içerisinde bir denge ve birbirine bağımlı şekilde biçimlenmiştir. O denge ve zorunlu bağımlılığın işleyişine çomak soktuğunuzda işler kötüye gitmeye başlar. Çevrenizdeki olay ve olgulardan örneklerini görebilirsiniz… Eleştiri evreninde de birbirine bağımlı böyle bir denge kurulmalıdır. Hiçbir sistem birilerinin düşünsel dünyasına, önyargı ve saplantılarına bırakılamaz. Hele tekelleşmiş bir duruma hiçbir şekilde. Kaldı ki ben kaygısı ve kazanç kaygısının en yoğun olduğu böyle bir ortamda, rastlantıya bırakılamaz. Sanat gibi kocaman bir dünyada, eleştirmenin de önünü açacak, ona yol gösterecek, eksiklerini gösterecek, yanlış yaptığında oturup çağdaş bir şekilde tartışabilecek, bir üst sistem olmak zorundadır. Ne var ki burada konumuz eleştiri olduğu için, bunun üzerinde fazla durmayacağım. Eleştirinin kendisi sağlıklı olmadan eleştirinin eleştirisi olmaz, bunu da belirtmeliyim.

Eleştiri dünyasını; tartışmadan, güçlü bir eleştiri kültürü oluşturmadan, eleştiriye yönelik iyi bir eğitim sistemi kurmadan, bilgiyi/deneyimi daha sağlıklı aktarmadan; gelişime, dönüşüme ve yeniliğe açık tutamayız. Ben bilirim, en uzman kişiyim, ben şu tür bilinç sahibiyim, ben bu işe yıllarımı verdim, ben doğuştan yetenekliyim gibi sözde tutumlarla, gelecek için değer yaratacak eleştiri kültürü oluşturamayız. Görüyoruz ki ben deneyimliyim diyen bir yazar bile “İdeolojik birikimi olmadan estetik birikim olmaz” gibi baştan sona yanlış bir söz söyleyebiliyorsa insan bilincine güvenmemek gerekir. Eleştiri; bir yapıtı yermek, sahibini gömmek, bir öğretinin/inancın gözünden bakmak değildir; yazarı, toplum gözünde küçük düşürmek ya da övgüyle onu göklere çıkarıp anlamsız değer yüklemek değildir. Bir metni okuyup, gelenekten aldığı bilgilerle deneme yazmak ya da metin üzerinden edebiyat yapmak da eleştiri değildir.

Eleştiri ve tartışma kültürünün olmadığı yerlerde, ben bilirimden doğan sağlıksız bilgiler ve uygulamalar, anlamsız karışıklıklar yaratır; ülkemizde olduğu gibi. Ben bilirimciliğin en önemli çıktısı, egemenlik kaygısıdır; öğreti/taraf kayırmacılığıdır; yani basmakalıp düşünce ve egonun ilkel halidir. Körü körüne inanmış insanların şiir tarihi bilgisiyle inanç ve saplantılarını birleştirdiği varoşlar, şiir ve eleştirinin başat değerleri olarak karşımıza çıkar. Sanat ve toplum yararı için ortaya koydukları söylemler, çağdaş değerlerle örtüşür gibi görünse de baskıcı bir ortamı doğururlar. Hem kendilerine hem de çevresindekilere sağlıksız bir sanat ve şiir görüşü dayatırlar. Bu tür düşün dünyasında olanlar, bildiri dışında sanat üretemezler. Pohpohlama ya da yerme dışında eleştiri yapamazlar. Sanatın amaç ve hedefini; inanç sistemlerini, herhangi bir düşünceyi veya öğretileri egemen kılmak için kurgulamak anlamsız bir çabadır. Çağdaş sanatla, bilgiyle, bugünün çağdaş bilinciyle çelişen durumları artık tırpanlamalıyız. Bunları aşmalıyız. Şiirin ve eleştirisinin amacı başka bir şeydir.

 Şiir varsa eleştirisi; eleştiri varsa eleştirinin eleştirisi, olmak zorundadır. Bilgi çağındayız. Bilimlerin ortasında duruyoruz. Düşünmek, sorgulamak, oturup ayrıştırmadan bölüştürmeden adam gibi tartışmak zorundayız. Herkesin çok şey bildiği ama şiir eleştirisiyle ilgili elle tutulur bir şeyin olmadığına bakılırsa kimsenin; çok şey bilmediği, çok şey yapmadığı bir gerçektir.

Öyleyse şiir eleştirisinin kapsamında bulunması gerekenler nelerdir, şöyle bir bakalım, ondan sonra değerlendirelim:

a.         Eleştirinin önceliği; yazarın/şairin, sanat bilgisi ve yeteneğini kendi gözüyle görmesini sağlamaktır. Bir anlamda, yazdığı şiir veya metindeki eksiklikleri, fazlalıkları yerinde göstermek ve farkındalığını güçlendirmektir. Eksiğinin farkına varmasını sağlayarak, kendisini eğitmesi için itici güç oluşturmaktır. Geri besleme kültürünü kurumsallaştırmaktır. Şairin kendi kendini sorgulamasının yollarını göstermektir. Ona çağdaş şiir anlayışına ulaşacağı yoldaki aydınlığı göstermektir. Bu durum, paha biçilemez bir şair/yazar eğitimidir. Onun vazgeçilemez okuludur. Yoksa bugün olduğu gibi, bu bizden tut ucundan destek ol; bu bizim köyden değil görmezden gel; ödünçtür birbirimizi kaşıyalım, diyerek yapılan/yapılacak bir iş değildir.  Eleştirinin odak noktası yapıttır. Kişiler değildir. Şair ve okurun durumu, eleştirinin bazı aşamalarında ele alınmak zorundadır. Bu; şairin çıkış kaynaklarını ve okurun algı olanaklarını ortaya koymak içindir. 

b.         Eleştirinin ikinci konusu; yapıttaki örtülü bölgeleri görebilmesi, çağrışım yelpazesini yakalayabilmesi ve ayrıntıların farkına varabilmesi için okura rehberlik etmektir. Şiirin kapalı yüzünü, duyusal dünyasının ayrıntılarını okura göstermektir. Yani yapıtın karnını deşip içindekileri göstermek, zaman ve ortamla ilişkisini çözmektir. Bu, eleştirel denemelerde kısmen yapılmaya çalışılmaktadır. Ne var ki gelenekten alınan bilgilerle yapılmaktadır; en doğru yol benim yolumdur, en sağlıklı düşünce benim düşüncemdir mantığıyla yapılan öznel bir değerlendirmeden öteye geçmemektedir. Bunların hepsini yapabilmek için elimizde sağlıklı bir sistem ya da yöntem yoktur. Deneyime bağımlı, inanç ve öğretilerin gölgesinde gruplaşmış, salt bir dünya görüşüyle yapıtı ele almış; edebiyat tarihçiliğiyle eleştiri yapılabileceğini sanan; sanat biliminden uzak bir eleştiri dünyası karşımızda duruyor.

c.         Üçüncüsü ise Oscar Wild’ın dediği gibi eleştirinin amacı, yapıtın etkinliğini ve yetkinliğini ortaya koymaktır. Eleştirinin bu kısmı, asıl üzerinde durulması gereken konulardan bir diğeridir. Yapıtın etkinlik ve yetkinliğinin somut olarak saptanması, bir sistem ve sağlıklı bir sanat çözümlemesi gerektirir. Elbette yapıtın çözümlenmesinde, kural, bağlayıcı ve sınırlayıcılık kabul edilemez; buna karşın yetkin bir sistemin ışığında bu işe girişmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Toplumuzda hatta dünyada, öğreti ve inanç gibi göreceli konular, eleştirmenleri kontrolü altına alıp onları biçimlendirilmiş algı ve yargılarına göre hareket etme zorunda bırakmaktadırlar. Böyle bir yaklaşım, en yetkin bir yapıta olumsuz diyebilme riskini doğurur ki yakın tarihimizde yaşanan ve üzüntü duyulan örnekleriyle doludur. Estetik değer varlığını ve yapıtın yetkinliğini-etkinliğini ortaya çıkaracak tek yöntem, bana göre bilimsel verilerle yapıtı çözümlemek ve çözümleme verilerine dayanarak eleştiri yapmaktır. Sanat bilimi ve diğer disiplinlerin ışığında ele almayı gerektirir bu tür bir eleştiri sistemi. Bu da ancak ve ancak; polimat ve deneyimli eleştirmen ile sağlıklı bir yöntem işidir.

d.         Eleştiride asıl amaç, yapıttaki estetik değer ve sanatsal değer varlığını olabildiğince somutlaştırmak; ortaya koymaktır. Şiirdeki estetik değerin insan estetik algısıyla olan ilişkisini anlamlandırmaktır. Yazılarında estetik terimini güzellikle eş tutan bir yığın eleştirmen gerçeğinden, bir eserin estetik değerini ortaya koymasını bekleyemeyiz. Estetik bilimi, ruhbilimi ve bunların insandaki yaşanma sürecine vakıf olmadan, eleştirel bir tavır ortaya konamaz; konsa bile söyledikleriniz yalnızca sıradan söylemden oluşur. Bu ve buna benzer gerekçeleri, dikkate aldığımızda şu karşımıza çıkıyor. Sağlıklı bir eleştiri için kapsamlı bir sistem gerekmektedir. Kapsamlı sistemi işletecek, bilimsel ve sanatsal gereçlerle donatılmış sanat duyarlılığına sahip çağdaş insan istemektedir.

e.         Eleştirinin diğer bir görevi; uzun yıllar önce yazılmış bir şiirin bugünkü bilgi düzeyi ile zamanının bilgi düzeyi arasındaki anlamsal devinimini ortaya koymalıdır. Ya da bugün yazılmış bir şiirin gelecekte alacağı kalıcılık ve estetik değeri hakkında yorum olanağına sahip olmalıdır. Geçmişte yazılmış şiiri, zamanının bilgisiyle değerlendirip bu günkü bilgiyle ona yeni anlamlar yükleyebilirsiniz. Bu kolay bir şeydir. Ancak bugün yazılan bir şiirin, gelecekte taşıyacağı anlam, estetik ve kalıcılık değeri hakkında da bir şeyler söyleyebilmelidir eleştirmen. Şiirin ve şairin kaygı duyduğu en önemli ölçüt, gelecektir; gelecekte kalıcı olup olamayacağıdır. Şiirin veya herhangi bir sanat dalının önünü ve ufkunu açıcı değerler; yorumlanmalı, açılmalı, ortaya bir görüş olarak konmalıdır. Eleştiri yaparken dikkate alınmalı ve buna göre şaire ufuk açılmalıdır.

f. Amacı gereği eleştiri kurumu, sanat için bir okul niteliğine dönüşmelidir. Yukarıda söz ettiğim konular dahil olmak üzere, sanatçının yetiştiği, piştiği, yeniliklere uyum sağladığı bilgi-deneyim dünyasını daha kullanılabilir hale dönüştürmelidir. Sanatın her alanı, özelliği gereği kendi malzemesini kullanır. Örneğin şiirin dil, resmin ışığı kullandığı gibi. İlgili sanat malzemesinin, teknik gerekleri konusunda aydınlatıcı ve yol açıcı olunmalıdır. Şiirin dilsel tekniği ve ayrıntıları dile getirilmelidir. Dil konusunda öncülük edilmelidir. Teknolojik uyum, dilsel teknikler ve deneyimin; bütünleştirilmesi, yorumlanması gerekmektedir. Şiir, bütün bilimlerin kucağında büyüyen duyarlı ve yaramaz bir teknolojidir. Bu şekilde geleceğin şiirine hazırlık yapmak ve rehberlik etmek olmalıdır, eleştirinin diğer görevi.  Ve yapılanların, teknolojik gücün; tanınırlık ve eşgüdümünü üstlenmelidir eleştiri kurumu.

Eleştiriden ve eleştirinin amacından anladığım bunlardır. Saptadığım durumlara, yeni durumlar daha özgün gerekçeler ekleyebilirsiniz. Göremediğim, gerekliliğinin ayırdına varamadığım yerler olabilir. Ne var ki gördüğüm eleştiri dünyası iç açıcı durmuyor ve bu saptamanı altında bilimsellik, tarafsızlık gibi önemli gerekçeler yatmaktadır. Bugüne kadar yapılanları elbette yadsımıyorum, bu konuda emek harcamış sanatçı, akademisyen ve eleştirmenler de bilgilerimizin temelini oluşturmaları açısından önemli katkı sağlamışlardır. Eleştiri alanında kafa yormuş emekçilerimiz, yanlış anlamasın ve alınmasınlar. Ben işin daha düşünsel, sanatsal, bilimsel ve teknik yönünü ortaya koymaya çalışıyorum. Eleştiri kurumunun, bugüne kadar neden sistemli bir hale dönüştürülemediğinden söz ediyorum. Şöyle düşünelim: En azından, yukarıda ayrıntılarını açıkladığım altı konuya yanıt veren bir eleştirel deneme okuduysanız, eleştiri sürecine tanık olduysanız, Türk sanatında eleştiri kültürü oluşmuş demektir. Eleştiriye ilişkin ortaya atılan kuram ve yöntemler bu işi kısmen çözmüş demektir. Eğer okumadıysanız, görmediyseniz; daha alınacak çok yol, değiştirilecek çok at var demektir. Bunlara dayanarak: Eleştiri ve eleştirinin eleştirisi, sistemli ve güvenilir bir kurumsal bütünlüğe kavuşturulmalıdır. Dil sanatları alanında, okul niteliği kazandırılmalıdır.  Bu, ütopik bir şey değildir; gerekliliktir. Şair ve yazarlar, içsel duyarlılığı oluşmuş kişilerdir; gereklilikleri algılayıp ego ve ilkel düşüncelerinden kolayca kurtulabilirler.  

Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı ve yine benim öne sürdüğüm Şiir/Sanat Çözümleme Tekniği, eleştiri konusuna kısmen katkı sağlayabileceğini düşünüyorum. Şöyle ki: Eleştirmenin önüne bir teknik koyuyor ve sistemli bir süreç izlemesini sağlıyor. Ondan, sistemi kendi deneyimlerine göre düzenlemesini istiyor. Öznel yargı alanlarını daraltıyor, ilgili bilim, disiplin ve yaklaşımın ışığı altında şiiri/yapıtı çözümlemek zorunda bırakıyor. Delilsiz yargıya neden olacak yorumlara açık kapı bırakmıyor; bazı öznel yargı gerektiren durumlar hariç. Sanatsal ve estetik değerin ortaya çıkarılması için gerekli verileri sağlıyor. Sonra ilgili sanata yönelik deneyim, bilgi, bilimler arası eşgüdüm, sanatsal değer ve estetik değer gerekçelerine göre yapıtı incelemesini istiyor.

Bu sistem; toplumcuydu, gerçekçiydi, yaşamın içindeydi, dışındaydı, onun tarafındaydı, bunun yanındaydı, dindardı, faşistti, devrimciydi gibi yakıştırmaları asıl çıktığı tarih olan 19. Yüzyıl karanlığına geri gönderiyor. Çağdaş sanat anlayışı gereği olması gerekenleri önüne sürüyor.  Eleştirmene şunu diyor: Sanat bilimi diye bir bilim var; diğer bilimlerle eşgüdümlü kullanmak zorundasın; işte önünde algoritmasını senin belirleyebileceğin bir sistem var. Önyargılı, saplantılı, tutucu, taraflı davranırsan; ilgili alanları bilimsel verileriyle incelemez, delilsiz atar, tutarsan; senin saygınlığını elinden almak için benim sistemimde yeteri kadar delil ve gereç oluşacaktır.

Sonuç olarak; eleştiri sanatı ve eleştirinin eleştirisi, sanat dünyasında kurumsallaşmalıdır; yani okul niteliği kazanmalıdır. Şair, kendisini sorgularken okulun değerlendirme ve çözümlerinden yararlanabilmelidir. Eleştiri ve eleştirinin eleştirisi, sanatın laboratuvarıdır. Sanatın yolunu aydınlatan fener gibidir. Görücüye çıktığı sahnedir. Ağırlığı, güvenirliği, saygınlığı olmalıdır. Sevgi ve saygı olmadan vicdanın sağlıklı görüsü olmaz. Bilim dışında başka bir şey de vicdanı adil çalıştıramaz. Kısaca söylemek gerekirse, “Eleştiri bir sanattır”, sanat olması bir yana sanatların üstünde bir değer taşımalıdır. Ütopik ve biraz da ideal düşünüyor olabilirim; ne var ki insanoğlu bunları yapabilecek zekâya sahiptir. Gerekliliğine inanacak bilgiye sahiptir. Eleştiri ve eleştirinin eleştirisini, insan hırslarının önünde tutmak zorundayız. İnanç ve saplantıların gölgesinden uzaklaştırmalıyız. Çünkü; bu işin altında kişisel saygınlık kaygısı vardır, onur kaygısı vardır, parasal kaygı vardır, ben kaygısı vardır, emek kaygısı vardır; en önemlisi insan olma ve üstünlük kaygısı vardır. İnsan vardır. Bu nedenle, eleştiri ve eleştirinin eleştirisi, sanatsal çabanın başvuru noktası olmak zorundadır…

Başat soru şudur? Bunu gerçekleştirmek için yıkmamız gereken kaç duvar vardır? 

Yaşar Özmen

Durumsal Estetik Değer Tabakası

 

İçinde bulunduğumuz doyumsuz sistem, doyumsuz ve bilgili insanlarını kendine bağımlı kıldığını, istediği kıvama getirdiğini, dikte ettirdiğini ve bireysel estetik algı ve estetik yargısını yavaş yavaş olumsuz yönde dönüştürdüğünü net olarak görebiliyoruz. Bu çağımızın en büyük sorunlarından birisidir.

 


Şiirdeki estetik değer ve okurdaki estetik kaygının karşılıklı ilişkisi, zihinsel ve duygusal bir süreçtir. Bir sanat eseri veya bir şiirde ulaşılması gereken hedef, okurda duygulanımı, duyarlılığı güçlendirmek ve haz duymasını sağlamaktır. Şiirdeki estetik değer ve okur estetik algısından doğan ilişki, estetik araştırmalarında ayrı ayrı ele alınıp incelenmiştir; ancak eserle insan arasındaki duygusal ilişki bununla bitmiyor. İşte burada estetik değer ve estetik algıya doğrudan etki eden, mutlak ve vazgeçilemez bir durum daha vardır; ortam, uzam, coğrafya, teknik, zaman, eğitim, kültür gibi… Aslında bu durum, okur, sanatçı, eser ve eleştirmenin ortak paydasıdır ve estetiğin çarpanlarından olan temel bir inceleme konusudur.   

Şiir Çözümleme Tekniğini oluştururken, Estetik Katmanını, estetik biliminin öngördüğü esaslar çerçevesinde incelemeyi benimsedim; ancak “durumsal estetik değer tabakası” diye bir tabakadan daha söz etmek gerektiği ortaya çıktı. Bu tabaka, günümüze kadar farklı biçimlerde dillendirilen konulara ilişkin tanımlamadır ve içerisinde oldukça fazla parametreye barındırmaktadır. Bu nedenle; şiirdeki estetik katmanını, Şiirdeki Estetik Değer Tabakası, Okurdaki Estetik Algı Tabakası ve Durumsal Estetik Değer Tabakası olarak incelemenin daha açıklayıcı olacağını düşündüm.

Durumsal Estetik Değer Tabakası, şiir, okur ve şairin düşünsel ve duyusal dünyasının oluşumuna katkı veren durumların duyusal bir varlık tabakası olarak ele alınmasıdır. Başka bir söyleyişle, şiirdeki estetik değer ve estetik algıyı etkileyen durum ve koşulların (ortam, uzam, coğrafya, teknik, zaman, eğitim, kültür ve bilgi birikimi gibi) incelenmesi ile etkilerinin görünür kılınması için sınıflandırılmış bir tabakadır.    

 

Durumsal Estetik Değer

Tahsin Yücel, Eleştiri Kuramları kitabında Olgucu Eleştiriyi incelerken Mme De Stael’den bir alıntı yapar. “Mme De Stael’e göre, bir halkın düşünce ve duygularını ortak yaşamı belirler her zaman, bu ortak yaşam da söz konusu halkın yaşadığı yerin iklimine, bağlı olduğu siyasal kurumlara, dine ve yasalara bağlıdır. Bu belirleyici koşullar değişecek olursa halkın yazınının da değişmesi gerekir.” demektedir. Şiirin estetik değer tabakası ve okurun estetik algı tabakası ayrı ayrı incelenmektedir. Mme De Stael ‘in dediklerini dikkate alırsak, bu iki tabakaya mutlak etkisi olan ortam, coğrafya, teknik, zaman, kültür ve bilgi birikimi gibi etkenleri ayrıca estetik incelemelere dahil etmemiz gerekir. Şair, şiir ve okur; doğduğu ortamın karakterini, kültür değerlerini, duygu ve yargılarını taşımak zorundadır. Beğeni kültürü, çağın ve ortamın kültür değerleri ve bilgi birikimiyle doğru orantılı gelişir ve dönüşür. Beğeni kültürü, sanat eseri gibi uzam ve zaman içinde bir evrime tabidir. Bu yüzden şair, şiir ve okurun doğduğu ortam, kültür ve zaman, beğeniyi mutlaka etkileyecektir; olumlu veya olumsuz dönüşüme sokacaktır. Çünkü estetik kaygı doğal olarak insanda var olan bir duygudur; iklim, kültür, uzam, bilgi ve zaman gibi etkenlere bağlı olarak yeniden yapılanır, öğrenilir ve biçimlenir. Kültür, dil, doğal koşullar, yapay koşullar, inançsal ve ahlaki kabuller, ister istemez yaşam biçiminden eserin biçemine, sanatsal yönelimden beğeni kültürüne kadar pek çok şeyi etkileyecektir.

Şiirin; öz, içerik, biçim ve biçeminde zaman, uzam ve ortam ile kültürel birikimler önemli etkenlerdir. Aynı şekilde insanın estetik algı ve estetik yargısındaki dönüşüm bu etkenlere bağımlıdır. Dolayısıyla estetik değer dediğimiz duygusal görünme biçimi, dinamik bir sürece dahildir ve zaman, uzam, kültür ve insanın evrimsel sezgisine koşut değer alır. 

Şiirin duyusal görünme biçimi, -ki buna estetik değer diyoruz- sosyolojik, psikolojik, fizyolojik olgular ile yaşamsal ve toplumsal olguların yapılandırdığı bir duyusal alandır. Diğer bir söyleyişle, sosyolojik, psikolojik, fizyolojik ve toplumsal olgular ile çevresel etkenler sanatçı ve sanat üzerinde değişim yaratabilme gizilgücüne sahiptir. Bu nedenle, şiirin doğumunda temel olan etkenler ile şairi etkileyen uzam, kültür ve zamanın ayrıca estetik incelemelerinde ele alınması gerekir. Sanatsal yaratıların temelinde yatan düşünsel ve duyusal olgular, zaman, ortam ve kültürel değerlerden beslenirler. Estetik yaşantıyı, başka bir söylemle estetik algı ve değer yargısını, bu açıdan ayrıca ele almalıyız diye düşünüyorum.

Bu incelemede, şiirin görünüşüne yansıyan, okur ve şairin düşünsel ve duyusal dünyasının oluşumunda etken olan durumların (ortam, uzam, coğrafya, teknik, zaman, eğitim, kültür ve bilgi birikimi gibi) ortaya koyduğu estetik değer ve estetik algıya “Durumsal Estetik Değer Tabakası” diyeceğim.

İnsandaki haz duygusu ne kadar ortama bağlı bir ruh durumu olgusu ise, şiiri veya sanatı yaratan imgelem de yine ortamdaki değerlerin, algı biçiminin ve artalan bilgisinin bir ürünüdür. Durumsal Estetik Değer Tabakası olarak ele aldığım alan, hali hazırda içinde yaşadığımız sosyal ve sanatsal ortamın insan ve eser üzerindeki duyusal etkileşimin isimlendirilmesidir.

İnsan estetik algısı, üretilmiş kültür varlıkları, dil, düşünce, toplumsal ve çevresel etkenlerle teknoloji gibi ögeler, eserin üzerinde ayrı bir estetik değer yaratma gizilgücüne sahiptir. Tahta baskı resim yerine, bilgisayar görseli daha ayrı bir değer yaratabilir. Bu teknolojik bir ortamdır. Bunun yanında karasal iklimde, tropikal iklimde veya deniz kıyısında yaşayan insanın beğeni kültürü ve var edilen kültür varlıkları arasında farklılıklar olacaktır. Ortam, zaman ve kültür gibi etkenler ister istemez hem eserdeki estetik değeri hem de insan beğenisini, yani estetik algısını etkiler. Dolayısıyla insanın algı ve yargıları ile yazdığı şiir, ürettiği sanat bu bağlamda şekillenmek zorundadır.   

Okur ve şairin estetik değer ve yargısı, değişik etmenlerle değiştirilebilir. Uzam ve zamanın şiirde yarattığı estetik değer de gelişime ve dönüşüme bağlı olarak değişebilir. Güzellik ve güzeli görme ilişkisi algı ve kullanılabilir malzeme ile ilgili olduğudur. Aynı zamanda güzeli yaratanın da uzam ve ortamla ilişkili olduğudur. Fransız Düşünürü Hyppolite Taine (1828-1921)’in Ortam Kuramı (Milieu Kuramı), bahsettiğim konuyu açıklamak için yardımcı olacağı kanaatindeyim. Durumsal Estetik Değer Tabakasının anlaşılması için incelenmesi gereken önemli bir kuram olduğunu değerlendiriyorum.

Toplumların ürettiği kültür varlıkları, söz varlıkları ile paraleldir. Kültür varlıkları derken, soyut ve somut üretilmiş, tasarımlanmış ve insan anlağında tanımlanmış tüm varlıklardan söz ediyorum. Üretilmiş soyut ve somut her varlığın göstereni dünyanın neresinde üretilirse üretilsin, gelişmiş dillerde söz varlığı olarak mevcuttur ya da henüz dillerine girmemiştir. Soyut olsun, somut olsun, fiziksel olsun, sanal olsun, her tür tasarım ve kültür varlığı insan anlağında bir gösterilen olarak öğrenildiğinde imgelemde beden bulma olasılığı taşır. İnsanın yaşadığı çevresel koşullar, insan önüne değişik seçenekler sunar ve bunlardan size en yakın geleni seçmek durumunda kalırsınız. Biz biliyoruz ki, önümüze konan seçenekler arasından iyi ve güzel olanı kendi özgür irademiz ile seçip, beğenip haz duyuyoruz. Keşke öyle olsaydı! Dünya ne kadar güzel ve özgür olurdu!

İnsan sosyal varlıktır, doğru. İnsan kendi özgür iradesinin kullanabilir, doğru. Ancak her insan değil. Bilgi, algı, düşünme, anlama ve açıklama özellikleri ile duygu hareketleri oturmuş insan özgür iradesini kullanabilir. Üzüm üzüme bakarak kararan insan değil. Midesinden bağımlı hale dönüştürülmüş, sekiz saat mesaiye bağımlı, reklam, dizi, öğretiler gibi algı dönüştürme ortamında sıkıştırılmış okumayan bir insan, gerçekten özgür iradesini kullanmakta mıdır? İstanbul’un hava kirliliği, gürültüsü ve trafiğinin içinde bir insan gerçekten özgür müdür? Zorunlu mudur? Yoksa yaşamak için, sistemin ürettiği tehlikelerden mi kurtulmaya çalışmaktadır?

Ortam, çevre ve insanlar arası sosyal etkileşim gereği, estetik algı ve estetik değer yargısı farklılık gösterir. Kısa zamanda olmasa bile uzun yıllar sonra bu değişebilir, dönüşebilir. Eğitim seviyesi, kültürel birikimi gibi etkenler ile estetik algı ve estetik değer yargısı az ya da çok yüksek olabilir. Buna Prof. Dr. İsmail Tunalı Estetik Beğeni kitabında, beğenide görecelilik diyor. Şiirde veya herhangi bir sanat eserinde estetik katmanı somut ve mutlak sonuçlar doğurmaz. Çünkü estetik katmanı içinde var olan verilerin büyük bir çoğunluğu sübjektif ve insan algısına bağımlı bir durumdur. Nesnel ya da duyusal güzelliğin değeri biraz da kültürel birikimle doğru orantılıdır. 

Her sanat eserinde olduğu gibi her şiirin doğduğu bir kültür ortamı vardır. Kendine özgü havası, dili, iklimi, zaman ve yer gibi doğum ve gelişimine etki eden içsel ve dışsal koşulları olacaktır. Şiirin anlatımından anlamına kadar uyum içinde olma zorunluluğu olan kültürel ve sosyal değerler dengesi vardır. Sanat tarihi derken bir anlamda insanlık tarihi, insanlığın imgelem tarihi ve beğeni kültürü belirtilmektedir.

 Beğeni kültürü, endüstri ve toplum mühendisliği ile istenilen doğrultuda dönüşüme sokulabilir. Bunun örneklerini pek çok alanda göstermek olasıdır. Durumsal Estetik Değer Tabakası, bu bağlamda düşünüldüğünde üzerinde dikkatle durulması gereken bir fenomendir. Çünkü beğeni kültürü dediğimiz olgu, bu düzlem üzerinde kendini var eden bir olaydır. Eserdeki estetik değeri, izleyicideki estetik algıyı anladık; ancak her iki tabakayı da etkileyen ortak ölçütleri yok sayma lüksümüz var mıdır? İşte bu durumu, “Durumsal Estetik Değer Tabakası” tanımlaması ile ele almamız gerektiğine inandığım için bu sınıflandırmayı yaptım. Durumsallıktan kastım, zaman, mekân, kültürel coğrafya, insan algı ve kültür birikimi ile beğeni süreci, aynı zamanda kültürel değişimin değişmezliğidir; yani bunların toplamını karşılayan duyusal, dijital, sanal, nesnel ve dinamik “ortamdır”.

Durumsallık sözü, bildiklerimizle çelişen bir durum gibi gelebilir. Sanat eseri duruma uymaz, bulunduğu duruma ve ortama şekil verme amacına yöneliktir. Şiir doğduğu ortama karşıdır diye söylenir; ama açıklanmaz nedeni. Açıklansa bile politik ideoloji ve bölünmüşlük sendromlarına dayandırılır. Son iki tümce, sanat yaratımı ve yaklaşımı açısından doğru kabul edilebilir. Burada, ortamın uyumluluğunu değil; ortamdaki değerlerin sanatçı ve okur üzerindeki etkisini ele alıyoruz. Durumsallık söyleminden kastım; şiirin doğduğu ortamdaki nesnel, sanatsal ve kültürel değerler ile bilimsel, sanatsal ve kültürel yansının insandaki algısal karşılığıdır. Aynı zamanda insan algısını besleyen, bilimsel, sanatsal ve kültürel değerlerin şekillendirdiği insandır ve şiirdir. Zaman, mekân ve kültürel birikimin eser üzerindeki etkisi ile insanın kültürel birikimi, beğeni kültürü ve algı biçiminin toplam görünümü olarak düşünmeliyiz. Benim değerlendirmeme göre, şiir veya herhangi bir sanatsal yaratıda bu tanımlama önemli bir yere sahiptir. Nesneler, soyut tasarımlar ve insan ile bunların duygusal etkileşimleri; zaman, yer ve insan algı biçimine göre değişiklik göstermektedir. Bu değişiklik, estetik algı ve estetik değer yargısı için önemli bir ölçütlerdir. Örneğin gönül sözcüğü, anlamsal değer ve duygu geçirgenliği açısından günümüz gencinin anlağında yıpranmış bir söz varlığıdır. Ancak gönül veya gönül bağı dediğimiz zaman, bu söz ve deyimin anlamsal ve çağrışımsal karşılığını anlatmak için fazladan birkaç cümle kurmak zorunda kalırız.

  İnsanın kültürel algı süreci; tehlikeli ve kara bir dönüşümün kurbanı olabileceği gibi, çağdaş normların üstüne taşınması için algı ötesi değerler de üretebilir. Sanata tarihsel açıdan baktığımızda, sanat hem tehlikeli kara bir dönüşümün kurbanı olmuş hem de çok önemli gelişmeleri sayfalarına not ettirmiştir. Bir öngörüdür; gerçekleşmesini hiçbir akıl destekleyemez, ancak coğrafyamızdaki sanat, beğeni kültürü ve estetik algı, tehlikeli kara bir dönüşümün kurbanı olmaya aday görünmektedir. Bu çıkarımı görmek için uzağa gitmeye gerek yoktur. İçinde bulunduğumuz toplumun katmanlarını izlemek, bu öngörünün hakkını teslim etmek için yeterlidir; ancak yine de iyimser bakmakta fayda olduğunu düşünenlerdenim. Geleceğin insanı, çağdaş kazanımları ile gelecek tasarıları üzerine daha güzel şeyler koyabileceğini ve bu sorunları aşabileceğini gösteren belirtilerin olduğunu söyleyebiliriz. Belki bizler harcanan kuşak olarak tarihte yerimizi alacağız; ancak gelecek kuşaklar, kesinlikle kendine yaraşır temiz dünyayı kuracaktır.

Durumsal Estetik Değer Tabakasını, şimdilik bulunduğumuz coğrafya açısından karamsar bir tablo içinde ele almamız gerekecektir. Anlamı cılızlaştırılmış sanat eserleri ve güdülenmiş günümüz insanının estetik algı ve estetik değer yargısı sorgulanmaya açıktır.  Kültür endüstrisi, yozlaştırılmış değer yargısı, algı operasyonları, ırk, ideoloji ve inanç gibi etkenler, ayrıştırılmış akışkan bir kitle yaratmıştır. Ayrıştırılmışlık sendromu içinde yüzen akışkan insan topluluklarının sanata ilişkin estetik algı ve estetik değer yargısını nasıl olumlu görebiliriz? Sözünü ettiğim bu hastalığın tedavisi yine “sanatsal yaklaşımlar” olduğunu söylersem bir kısır döngüden söz ediyorum gibi anlaşılacaktır. Gerçek şudur ki algı süreci bozulmuş, ayrıştırılmış akışkan kitleler, önyargı ve saplantılar ile çıkar gruplarının güdümünden kurtarılabilirse bu söylediğim tez, hiç yabana atılır gibi gelmiyor. Bu olumlu eylemi gerçekleştirebilecek dört şey vardır bana göre; dürüstçe ve çıkar kaygısı gütmeden yapılacak “Sanat Eğitimi, Beğeni Yönetimi, Duygu Yönetimi ve Sevgi Eğitimi”dir.

Durumsal Estetik Değeri, deneysel bir sonuç veya kaynaklara dayanmadan, bu günkü deneyim ile mevcut uygulama ve algı biçimlerinden somut olarak anlayabiliriz. Şiir açısından, estetik değer taşıyan söylem, dil yetisi, simge, yaslanılan mit, kahraman gibi unsurlar önemli olanaklardır. Bu olanakların bizleri nasıl bir katmana taşıdığını somut olarak duyabiliyoruz. Şiir veya sanat yapıtı ortadadır, alanda kazandığı sonuç ve yitirdiği değer kolaylıkla kendini göstermektedir. İnceleme ve okumasını bilenler, değer yitimi ya da kazanımın nedenlerini açıkça anlayabilmektedir. Şair, kullandığı söz varlıklarını, söz varlıklarının taşıdığı duygu ve anlam değerlerini sanat normları gerisine düşmeden öyle işlemelidir ki okurda; imgelem, çağrışım, üst anlam, heyecan, hayranlık ve coşumu yaratabilsin. Bu durumda, estetik değer yargısı kendiliğinden kuşatılmış olur.

Aslında estetik kaygımızın şekillendiği ortam, görmezden gelinemeyecek kadar önemli bir alandır. Sanatın veya şiirin sağlıklı nefes alabileceği ortamdan söz ediyoruz bir yerde. İnsan, ortam ve sanat eseri arasında, doğrusal, yatay ve dikey etkileşim alanları vardır. Durumsal Estetik Değer Tabakası, tarihsel birikimden güncel çıkarımlara, ortamdan zamansal değişime kadar olan görüngülerin zihinde canlandığı alandır. Örnek vermek gerekirse, deprem, fırtına sel baskını ile iç içe yaşayan bir toplum ile hiç afet görmemiş bir toplumun şiiri de sanatı da beğenisi de farklı olmak zorundadır. Ortamın hissettirdiği ve dikte ettirdiği pek çok koşula uymak dışında yapılacak çok şey yoktur çoğu zaman. Ortam koşulların ne kadar dikte edebiliyorsa, sanat eserinin yapısına da dikte edebilme yeteneği vardır. Bu nedenle, Durumsal Estetik Değer Tabakası, şiirde azımsanamayacak kadar etkin bir tabaka olduğunu varsayıyorum. 

Estetik değer yargısı, insanın salt psikolojik durumu ile doğrudan ilişkilidir diyemeyiz. Estetik yargının bireyüstü bir zorunluğu ve genelliği olduğunu söylüyor Kant. Bu doğrudur; gözlemlerimizden bunu çıkarabiliriz. Ancak zorunluluk ve genellik taşıyan estetik yargı, sanatın evrensellik katmanında kendini gösterdiğini düşünüyorum. Selimiye Camisi’nin estetik olmadığı çoğunlukla söylenemez; çünkü yapıldığı zamanın koşulları, tarihsel, mimarı, azamet, oran, simetri, konuş ve incelik gibi evrensel değerler taşıyan bir yapıdır. Her bireyin beğenisini kazanan bir şiir de aynıdır. Bireyüstü zorunluğu ve genelliği taşıyacak bir şiir, şiir gibidir. İncelememde yer yer değindiğim gibi, şiir, duygu, zihin, mantık ve aklı evrensel normlara taşıyacak değerleri taşımalıdır. Okuyanı/dinleyeni, kendi içine çekip sımsıkı kavramalı, ruhunu bir üst katmana taşıyarak varoluşunu duyumsatmalıdır. Şiir önce naif bir biçimde kendini sevmeli, sonra okuyanı sevmelidir.

Ortam sanatçıyı etkiler, sanat eserini etkiler, insanın duyusal dünyasını değiştirir, düzenler veya kötüleştirir. Örneğin bulutlu ve sisli bir günle, güneşli bir bahar sabahı, farklı bir estetik değer ve estetik kaygı yaratır. Kısaca söylemek gerekirse, bu tabakanın özü, şairin ve şiirin bulunduğu ortamın havasından aldığı ışıktır, değerdir, güzelliktir. İnsanın algı biçimi, söz varlıklarının insandaki duygu ve anlam değeri, eserin doğduğu ortamda inşa edilegelmiş olgulardır.

Şiirin doğduğu ortamın kültürü, karakteri ve mizacı doğrudan şiire yansır. Savaş ortamında yazılan şiirler ile barış ve özgürlük ortamında yazılan şiirler, duygu, karakter ve içerik olarak birbirinden ayrılırlar. Başka açıdan baktığımızda, ortamın sanat eserine yansıyan karakteri, mizacı ve kabul görmüş ortak mimikleri; sanat eseri üzerinde gerçek alanda göstermese bile duyusal alanda okunabilecek şekilde kendini gösterir. Buna karşılık olarak, aynı ortamda yaşayan insanın algıları, bulunduğu ortamın karakteriyle uyumlu olma eğilimindedir. Görme, işitme, düşünme ve algı parametreleri ortamın değerleri ile paralellik oluşturmak, nadiren de aşkın olmak zorundadır. Farklı bir kültüre sahip şairin yazdığı şiir, diğer bir kültür ortamında yaşayan insan zihninde yeterince etki ve anlam doğurmadığı herkes tarafından kabul edilir. Yani bir İran şiiri çoğu zaman Girit’te yaşayan bir kişide duygusal etkileşimi göstermekte zorlanabilir. Örneğin, beş yüz yıl önce yazılmış bir şiiri çözümleyelim; şiirin söz varlıklarını ve duygu yükünü günümüze ve salt yaşadığımız yere göre ele alabilir miyiz?

İşte bu nedenle, ortamın şiire yansıyan karakteri ile insan estetik algısına seslenen şiirsel değerler, durumsal estetik değeri oluşturur. Bu konu, ontolojik estetiğin ayrıştırılmış bir alanı olmasa da böyle bir gerçeğin varlığını ele almak zorundayız. Çünkü şiir veya herhangi bir sanat eserinin estetiği hakkında inceleme yaparken ya da sanat üretirken önemli bir bileşen olarak dikkate alınmalıdır. Bilinçli üretilen hiçbir sanat eseri, yarın tüketilmek üzere üretilmez; geleceğe ulaşması için üretilir. Kalıcı ve zamana karşı dinamik bir eser üretmek istiyorsak, eserin nesnel ve duyusal dünyasına etki eden tüm bileşenleri ele almak zorundayız.

Sonuç olarak Durumsal Estetik Değer Tabakası; şair ve okuru, bunun yanında sanat eserini etkileyen başat bir tabakadır. Sanat dünyası aynı zamanda yaşamın sürdürülmesi için kazanç kapısı şekline dönüşmüştür. Resim, dans, müzik, tiyatro ve plastik sanat kurslarından örgün sanat eğitimlerine kadar bir yığın insan iş olanakları elde etmektedir. Kazanç kapısı haline dönüşmesi de yaşamın bir geçeğidir. Bunu göz ardı edemeyiz. Böyle olması demek, ister istemez sanatta popülist bir yaklaşım gerçeğini ortaya çıkarmak demektir. Bunun anlamı ise şiirin ve bütün sanat alanlarının genel ortamın tutumuna göre yön belirlemesi demektir. Samimi davranıp bunu kendimize itiraf etmeliyiz. Bunlara karşın, sanatçı sorumluluğu ve şiirin geleceği açısından, sanatsal edimlere; bilimsel, teknik ve ayakları yere basan bilgiler ışığında bakmaya çaba göstermeliyiz. Dürüst, tarafsız ve önyargısız davranmalıyız. 

Yapıtın amacı; haz doğurmak, insanı ve geleceğini kavramak, var olduğunu, salt ve yetkin güzel olduğunu haykırmaktır. Okurun beklentisi ve yönelimi güzellik karşısında estetik yaşantıya girme amacı taşır. Her iki ayrı öznenin (şiir ve insan) bir katmanda buluşması, yani insan ve şiirin estetik yaşantıyı doğurması şair ve şiirin, sanatçı ve sanatın temel amacıdır. Nasıl ve hangi amaçla şiir yazarsanız yazın, insanın gen haritası değişmedikçe, insan aklı yeni gerçekliklere ulaştıkça, estetik değer, estetik yargı, beğeni kültürü veya estetik yaşantı dediğimiz olgu, şiirle gelişim ve dönüşüm içinde olmak zorundadır. Bu, bilginin evrimsel yasasıdır; sanat ve şiirin de evrimsel sürecidir. Değişmeyecek bir şey varsa, o da sanatın insanın nihai ereği ile doğrudan ilgili bir sonuç olduğudur.

Şair ve eleştirmen, kalıcı şiir yazmak ve değerlendirmek istiyorsa, geleceğin sanatsal yönelimlerinde etkin olmak istiyorsa, özellikle söz ettiğimiz “durumsal estetik değer etkenlerini” iyi okumalıdır ve bu etkenleri şiire giydirme konusunda yetkin olmalıdır.  
Yaşar Özmen

Dil Çalışmaları



“Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak her aydının görevidir.” Yalnızca etkilendiği dillerin boyunduruğundan kurtarmak yetmez; aynı zamanda Türkçenin gelişimi için, düşünce-duygu-eylem boşluklarını bulup yeni kavram-terim-sözcüklerle dildeki anlatım olanaklarını artırmak gerekir. Dilimizdeki düşünce, duygu, eylem ve bunların yaşanma/oluş biçimindeki tanımsız alanlar saptanmalı ve tanımlanmalıdır. Saptanan boşlukların yerine; ses, anlam ve duygu değerine uygun yeni sözcükler üretilmelidir. 

Türk diline karşı son derece duyarlıyız. Onu istediğimiz gibi yönetip istediğimiz şekli verebileceğimizi düşünürüz genellikle. Yanlış kullanım ve yazımlarda dil elden gitti, dile sahip çıkmıyoruz gibi yakınmalar ve suçlamalar ile sık sık karşılaşıyoruz. Kimlik anlayışı, saplantı, önyargı, geleneksel bilgi ve öngörüye dayalı olası gerekçelerle, dil ve dilsel süreci değiştirebiliriz diye düşünüyoruz. Türkçeyi doğru kullanır ve kurallarına göre yazarsak önemli şeyler yaptığımız algısıyla haklı olarak kendimizi daha mutlu duyumsuyoruz. Haklı bile olsak, bunların yeterli ve sanıldığı gibi işe yarar şeyler olmadığını biliyoruz; en azından deneyim ve sonuçlarından. Ayrıca dilin bilimsel alanlarına egemen olmayan çoğu eğitimci ve önde gelenlerimiz, zorlamayla Türk dilinin özleştirilebileceğini, zenginleştirilebileceğini ve geliştirilebileceğini düşünmektedirler; dahası bilimsel temele dayanmayan çıkarımları çevresine sürekli dikte etmektedirler. Bunun yanında haklı olarak basın ve yazın dünyasındaki insanları yanlış kullanımından ötürü azarlamakta, yok saymakta, sınıflandırıp dışlamaktadırlar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana (On dokuzuncu yy. sonlarından beri demek daha doğru olur.) Türkçenin geliştirilmesi için yoğun ve haklı bir savaşım verilmektedir. Bu uğurda emek verenler, bizlerin saygıyla önlerinde eğileceği aydınlarımızdır. Türkçeye katkıları büyük hizmettir. Ayrıca, Türkçenin “özleşmesi, zenginleşmesi ve gelişmesine” katkı sunan her bireyin önünde saygıyla eğiliyorum. Çünkü dil demek; düşünce evreninin genişliği; duyguları yaşamanın tanığı; yaşamı algılamanın ve duyumsamanın temel bileşeni; yaşamın estetik değeri; oluşturacağımız yaşam alanının niteliği; insan olmanın özü demektir. Bilim ve gelişimin temel bileşenidir. Aklın evriminde, geleceğin ve yeni dünyanın yapılandırılmasında, en güçlü etkendir.

Bu yazıda dil çalışmalarındaki süregelen eksiklikleri, başarıları veya yöntemleri bir yana koyup farklı bir bakış açısıyla düşünelim istiyorum. Geleneksel uygulamalardan bağımsız, çocuklar gibi safça sorular sorup yeni bir bakış açısı ortaya koymaya çalışalım. Metinde önerdiğim veya açıklamaya çalıştığım konular, daha önce üzerinde çalışılmış veya yeniden sorgulanmayı gerektiren konular olabilir; bunun yanında hiç ağzı açılmamış konular da… Geleneksel ve alışılmış bilgiden bağımsız, sizlerle birlikte sesli düşünelim. Çünkü ileri süreceğim değişkenler ve yaklaşım, dil çalışmalarında ele alınması gereken değerler dizgesinde değişim gerektireceğini umuyorum; mantıksal ama doğrusal bir yaklaşım olmayacağını söyleyebilirim. 

Dilin düşünce ile özdeş olduğunu dikkate alarak, dilin düşünceyi, düşüncenin de dili geliştirdiği gerçeğini ayrıntılı irdeleyip ne tür varsayımlar ileri sürebiliriz? Bu varsayımlar üzerinde dil çalışmalarına daha farklı nasıl yaklaşabiliriz ve nasıl yaratıcı çalışabiliriz? Hedef; dilin geliştirilmesi mi olmalıdır, yoksa düşüncenin geliştirilmesi mi olmalıdır, sorularını kendimize sormalıyız. Tersinden düşünüp düşüncenin geliştirilmesi varsayımını hedef olarak ele almış olursak altından neler çıkar, ayrıntılı incelemeliyiz.

Dilde "özleştirme (arıtma), zenginleştirme ve geliştirme” diye üç ayrı kavram kullandım. Sözünü ettiğim üç kavramın önemli olduğunu düşünüyorum ve bu sınıflandırmayı yapmamız gerektiğine inanıyorum; öz ile önemi birbirinden ayırabilmek için. Bu üç kavramı açıklamadan önce üzerinde çok durulmayan bir soruyu yeniden düşünmenizi istiyorum; her ikisi de birbiri içerisindedir deme kolaylığına kaçmadan. Soru şudur: Dil çalışmalarında ‘hedef, düşüncenin geliştirilmesi mi olmalıdır, dilin geliştirilmesi mi olmalıdır?’ Başka bir biçimde soralım; hedef, dilin geliştirilmesi yerine düşüncenin geliştirilmesi olursa; dile ilişkin sorgulanması gereken ögeler ne olur? Daha özel bir soruyla pekiştirelim sorunun bağlamını; hedef, düşüncenin geliştirilmesi olup bu açıdan dil gelişimine yönelirsek, sorgulanması gereken değerler dizgesi nasıl bir görünüme kavuşur? Kısacası, günümüzdeki çalışmalara nasıl yön verir? Türkçenin gelişimine ivme kazandırır mı? Somut ve verimli bir şeyler üretebilir miyiz?

Dildeki sözcüklerin üretilmesi, dilbilgisine uyumu, anlamsal çerçevenin belirlenmesi, halk arasında kullanımı ve yaygınlaşması ile uğraşırken bir anda bunları bir kenara koyuyorsunuz ve temel değişkeniniz “düşünce” oluyor. Bu durumda, “Ne yapalım ki düşüncenin evrenini genişletelim ve dilimizi evrim sürecine sokalım” diye karşınıza bir soru çıkıyor.  İşte bu sorunun şemsiyesi altında farklı bir düşünce ve yaklaşım belirlemeye çalışalım. Bütün bilinenleri bir kenara bırakmadan onların üzerine oturarak ve onlardan yararlanarak; önyargı ve ben bilirimciliğe düşmeden nasıl daha geniş bir açıyla düşünebiliriz? Birlikte beyin fırtınası yapalım…

Dil gelişimi için “düşüncenin geliştirilmesi varsayımı”nı baz aldığımızda karşımıza ne gibi sorular çıkacaktır? Dünyanın bir noktasına her yönden gidilebildiği gibi hedef belirlendikten sonra ona ulaşmanın yolu sayısızdır. Özellikle açık dokulu kavramlarda bunun sayısı yoktur ve doğrunun doğruluk değerine çeşitli yöntemlerle ulaşılabilir. Metinde önereceğim hususlar da bunun gibi bir şeydir. Doğru tek değildir; yaklaşım yolu sayısızdır. Durağanlık varsa bir yerde, yaratıcılığı ve çözüm önerilerini sürekli kullanılan yolların dışında aramak gerekir. Umarım böyle bir yaklaşım daha verimli bir sonuç ortaya koyabilir.

Şimdilik bu soruları bir kenara koyalım ve dil çalışmalarında kullandığımız özleşme, zenginleşme ve gelişim kavramlarını düşündüğüm şekliyle açalım isterim. Çünkü konu dil olunca bu kavramların arasındaki ilişki ve birbirinden bağımsızlıkları önem kazanmaktadır. Özleşme deyince aklımıza ilk gelecek diğer bir tanımlama Türkçenin arıtılmasıdır. Bir anlamda, yabancı sözcüklerin kullanımdan uzaklaştırılarak yerine dilbilgisi kurallarına uygun üretilen yeni bir sözcüğün kullanıma sokulması olarak düşünülür. Bu tür çalışmalar, Türkçenin gelişmesi ve zenginleşmesine katkı sağlar mı?  Elbette sağlar; ancak ileride açıklayacağım gibi yeterli bir sonuç üretir mi, işte bu tartışılmalıdır.

Var olan ve kullanılan bir sözcüğün yerine yeni bir sözcük türetiyorsunuz ve bunu kullanıma sokuyorsunuz. Yerleşmiş, deyimleşmiş, kavramsal alanı oluşmuş, kalıplaşmış, yaygın ve anlamsal çerçevesi anlaklara tam oturmuş bir sözcüğe sen benim değilsin-ki değil- sen git diyorsun ve yerine kapsamı tam oturmamış bir sözcüğü koyuyorsun. Zamanla bu sözcük anlam alanıyla birlikte halk ağzına yerleşiyor, kavramsal alanı oluşuyor, deyimlere giriyor, yaygın olarak kullanılıyor. Örneğin “edebiyat” yerine “yazın” sözcüğü gibi. Yani simgeyi başka bir simge ile değiştiriyoruz ve çok iyi iş yaptık diye övünüyoruz. Bu çalışma Türkçenin gelişimi için ne kadar etkilidir? Buradaki asıl soru budur. Ancak şöyle bir soru sormak istiyorum: Zaten var olan sözcüğün yerine yeni bir sözcük üreterek yerine koymanın Türkçeye kazandırdığı açı, yol ve düşün uzayı ne kadar verimlidir? Bu çalışma yeterli bir çalışma mıdır? Var olan bir şeyin yerine daha yenisini koymak, kişisel görüşleri tatmin dışında başka ne gibi yararlar sağlar? Hırslarımıza yenilmeden bu konuyu sorgulayalım. Bu tür çalışmaların Türkçeye çok şey kazandırdığını biliyoruz. Yeni yeni kavram ve düşünce alanı yarattığını biliyoruz, ancak yeterli bir çaba mıdır, düşünmeliyiz. Ülkemizin eğitimcilerinin üzerinde özenle durduğu, dildeki gelişimi salt buna bağladıkları için özleşme konusunu özellikle sorguluyorum. Özleşmenin başarılı olması ve yaygın olarak kullanılması durumunda Türkçede bütün sorunların çözüleceğini düşünen ve kendisine dil uzmanıyım diyen, büyük bir çoğunluğun varlığını biliyoruz. Kullanılan bütün sözcükler benim özümden doğan, kök ve ekleriyle benim olan; deyimler, sözcükler, terimler ve kavramlar olsun istiyoruz. Altı yüz bin Türkçe sözcük ve birçok deyim; özümüzden, kültürümüzden, sesimizden, gereklerimizde ve değerlerimizden doğsun istiyoruz. Haklıyız da. Ben de öyle istiyorum. Çünkü her bir sözcük, özümüzden doğan değerler ve ürettiğimiz kültür varlıklarımızın birer gösterenidir. Ürettiğimiz bir değerin karşılığıdır. Bu çabaya sonuna kadar katılıyorum; ancak ayrıksı düşünerek Türkçenin gelişimi için daha etkin bir yöntem bulabilir miyiz?

Açık söylemek gerekirse dilin özleşmesi, dilin gelişimi için devede kulak bir çalışmadır, diye düşünenlerdenim. Yineliyorum; bu yöntemle az şey yapılmadı; Türkçemiz çok fazla sözcük kazandı. Bu sözcüklerin bir kısmı birebir yerine kullanılan sözcükle aynı anlama gelirken pek çok sözcüğün anlam alanı genişleyerek düşüncedeki boş alanları dolduran kapsamlı sözcükler oldu. Düşün ve fikir sözcükleri gibi. Bir anlamda düşünme yeteneğinin sınırlarını genişletti. Bu durum ister istemez dilin zenginleşmesi ve gelişimine katkı sağladı.

Yazınsal bir metin üzerinde çalışırken, sözcükler düşüncenizden aktığı dizgeyle oluşur ve diğer dillerden geçmiş sözcükler çoğu zaman gelir takılır; örneğin Farsçadan geçmiş şu sözcük mü yoksa bu yeni üretilen sözcüğü mü kullanayım diye ikileme düştüğünüz anda tüm yoğunlaşmanız yok olup gider. Okurken de aynı durum söz konusudur. Bu, bir sayfalık metinde onlarca kez karşılaştığım bir durumdur. Şiir yazarken de aynı sorunu yaşamaktayım. Yani bu ikilem, yazınsal metinleri önemli derece etkilemektedir; kendi deneyimimdir. İnsanlarda tutuculuğun yok edilmesi için dil gelişiminde paradigma (değerler dizesi) değişiminin gerekliliği ilk olarak burada kendini göstermektedir. Sen şu sözcüğü kullandın ben bu sözcüğü kullanıyorum türündeki mahalle baskısını halkın sırtından indirmek gereğini düşünenlerdenim. Çünkü dil zorlamayla yönlendirilen bir konu olmaktan çıkmalı ve kendi rayına bırakılmalıdır; raylar uzaktan kumanda edilmeli, bilimsel olarak kontrol edilmeli ve tüm bilimlerin ilkelerine dayandırılmalıdır. Kullandığı sözcüklerle insanları sınıflandırmak, çağın koşullarına uymayan bir tutum olarak geliyor bana. Ayrıca sözcük kullanımı ve anlatım biçimi kişinin bilinç düzeyiyle ilgilidir; bu durumda kişinin anlatım ve sözcük kullanım kararını kısıtlayıcı tutum takınılmamalıdır; çağdaş olabilmenin ilk kuralı, insanın diline, düşüncesine ve tutumuna saygıdır.  

Üretilen ve türetilen her sözcük yeni bir sözcüktür; kullanıma sokulabilmişse. Bu çok iyi bir şey ve dile önemli bir katkıdır. Aynı zamanda dilin gelişiminde de etkilidir. Bu alan, çaba harcanması gereken bir alandır; diyeceğimiz bir şey yok. Ancak bu tür bir yaklaşım bana göre yetersizdir; dilin zenginliği ve gelişimi için yeterli kazanımı sağlamazlar. Şunu söylemek istiyorum; var olan sözcüğün yerine değişik ses ve hecede yeni bir sözcük koymak, dilin gelişimi için yeterli sonuç vermez. Asıl ele alınması gereken konu; düşünce, olay, olgu, duygu, durum ve harekette yaşanan/olan boşlukların yerine sözcük üretmektir.

İkinci önemli kavram ise dilin “zenginleşme”sidir. Bu, dilin özleşmesine göre daha kapsamlı bir konudur. Ayrıntısına girmemiz gereken bir alandır. Zenginleşme deyince dilde kavram ortaya koyma, sözcük çoğalması ve sözcüklerin anlam alanlarının genişlemesi, diye algılamak gerektiğini bir kez daha vurgulayalım; çünkü dilin zenginleşmesi dil gelişiminin altyapısıdır. Bununla ilgili ele alınması gereken üç ayrı konu vardır:

 Dünyanın herhangi bir yerinde üretilen bilgi varlığını; dilbilgisi kurallarımıza, anlam, ses, duygu değeri ve anlam köküne uygun dilimize Türkçe sözcük olarak kazandırılmasıdır. Örneğin bilgisayar gibi… Bu son zamanların göz ardı edilen konusu olduğunu biliyoruz ve toplum kendiliğinden bunların bir kısmını benzetme yoluyla Türkçeye kazandırmaktadır. Bu ayrı bir sorundur ve kurumsal girişim ve yönlendirme gerektiren bir durumdur. Yani kurumsal yapı gerektirmektedir; Türk Dil Kurumu gibi… Bilindiği gibi üretilen her teknik, sistem, yöntem, olay, olgu, nesne; kendi kavram, terim ve sözcüklerini üretmek zorundadır. Her kültür varlığı, simge aracılığıyla dünya dillerinde tanımlanır. Bu evrensel bir olaydır. Dış dünyada tanımlananlar, dilimize kazandırılırken sokaktaki insanın söylemiyle değil; kendi özümüze, dilbilgisi kurallarına ve konuşma ezgimize uygun tanımlanması Türkçenin bilim dili olması ve anlamsal alanın kolay kavranması için önemli olduğunu düşünüyorum. Arapça ve Farsça sözcüklerin boyunduruğundan dilimizi kurtarmaya çalışırken diğer yandan Türkçeyi batı dillerinin egemenliğine sokuyoruz. Bu, özellikle üzerinde durulması gereken bir konudur.  

Sözcüğü olmayan ancak yaşanan durum, eylem, olay, olgu yerine yeni sözcük üretmektir. Üretmek sözcüğünü açalım. Sözcük üretmek; yeni bir buluşun, tanımlanmamış bir duygunun, duygunun yaşanma biçiminin, olgunun/eylemin oluş biçim ve çeşidinin, düşüncede yaşanan/olan/var olan bir boşluğun, yeni bir tasarımın tanımlanması ve isimlendirilmesi sonucu, düşünce varlığının gösterenenini ortaya koymaktır.

 Bu konuyu duygular veya zihni durum eylemlerinde de açıklayabiliriz; daha somut olduğu için hareketler üzerinden açıklamaya çalışalım. Örneğin, insan elinin bilekten aşağı kısmının on dört serbestlik derecesi vardır, yani elin parmaklarla birlikte on dört farklı yöne hareket yeteneği vardır; parmakların birbirleriyle olan hareket ilişkisi vardır; bu hareket yeteneği ile çeşitli şekiller oluşturulabilmektedir. Bunlardan yalnızca birkaçı Türkçede isimlendirilmiştir; zafer işareti, tamam işareti (bu söyleyişler bile en az çaba yasası ve temiz dil gereği sıkıntılıdır), “yumruk” gibi… İşte buradan başlanıp yaygın kullanılan hareketleri; görünümüne, anlamına ve sesine uygun tanımlayıp yeni sözcükler üretilerek kullanıma sokulabilir veya önerilebilir. Daha açık söylersek, yaşanan, duyulan, yapılan bir eylemin/duygunun/durumun tanımlanmasında Türkçede oldukça fazla boşluklar vardır ve bunlar tanımlanarak yeni sözcüklerle anlatılabilmelidir. Eylem, durum ve duygu durumu ile yaşanma biçiminde var olup sözcük olarak kazandırılmamış boşlukların tespit edilip tanımlanması gerekir. İşte bu boşlukları tanımlama, düşünce sınırlarını genişletme eyleminin önemli bir parçasıdır. Başka bir şekilde söylersek, boşlukları tespit edip düşünme hızına, derinliğine, genişliğine ve özgürlüğüne daha fazla katkı yaparız.

İki veya daha fazla sözcükle açıklamaya çalıştığımız; durum, olay, olgu, eylem, nesne ve duygu durumunu tek sözcükle çözmenin yolları aranmalıdır. Örneğin anne sevgisi. Anne sevgisi dünyada önemli ve başat bir duygunun yaşanma biçimidir ve biz bunu tek sözcükle anlatamıyoruz. Bunu tek sözcükle anlatabilsek, doğrusal olarak bu sözcüğün türevleri oluşacak ve karşımıza yeni anlatım olanakları doğacaktır. Dil uzmanları, bilinenleri bir kenara koyup dil üzerinde ayrıksı bir bakış açısıyla düşünmelilerdir. Çünkü birkaç sözcükle tanımlanan bazı konular tek sözcükle anlatılabilir; böylece beynin çalışma süresini biraz daha azaltabiliriz. Temiz dili diğer bir deyişle temiz Türkçeyi yaratabiliriz. Bilindiği gibi beyin en kısa zaman, var olan en az bilgiyle anlamlandırma ve tanımlama yöntemiyle çalışan bir organdır. Bu yüzden dilde sadelik önemli bir konudur. Leonarda Da Vinci’nin söylediği gibi “Sadelik, en yüksek gelişmişlik düzeyidir”, çağdaşlıktır. Dilde en kısa yoldan anlatıma yönelmek, en az çaba yasası gereği dile yapılabilecek en büyük katkı olur demek yanlış olmaz düşüncesindeyim.

Duyguların yaşanma ve görünme biçimi o kadar çok çeşitlidir ki bunları nitelendirmeye/isimlendirmeye kalkarsak yüzlerce sözcük üretebiliriz. Gülmenin sayısız biçimini isimlendirebiliriz veya nitelendirebiliriz. Düşünme süresinin kısaltılması ve sadeleştirilmesi için fazla sözcük kullanmadan sorunu anlatabilecek altyapının kurulması, sözcüklerin anlam ve ses uyumuyla üretilmesi ve kullanımı önerilmelidir. Yürümeyle koşma arasında farklı eylem biçimleri vardır; bunları değişik nitelendirmeyle veya birkaç sözcük kullanarak tanımlamaya çalışıyoruz. Oysa hızlı yürüyüş eylemini tek bir sözcükle belirtirsek, bu sözcüğün ekleriyle birlikte birçok türevi ortaya çıkacaktır. Bunun anlamı, Türkçeye yeni yeni sözcükler kazandırmak ve düşün evrenini genişletmek, dolaysısıyla dil evrenini genişletmek demektir. Düşünme ve söyleyiş süresini kısaltmak ve yeni sözcüğün anlam alanıyla düşünce de anlatım derinliği kazandırmaktır. Beynin anlamlandırma süresini kısaltmaktır.

Dilin zenginleştirilmesi konusuna olağan bir bakış açısıyla değil; düşüncenin geliştirilmesi yönüyle bakılırsa karşımıza daha farklı sorgulanması gereken konular ve özel çalışma alanları çıkar. Örneğin, düşünme sürecini kısaltmak ve beynin anlamlandırma yetkinliğini artırmak için dile kazandırılması gereken özellikler neler olabilir sorusu gibi… Var olan sözcüğün yerine sözcük türetmek değil; nesne, durum, ilişki, eylem, duygu durumu ve bunların dilde yaşanma/kullanım biçimlerinin tanımlanmasını kapsayan sözcük üretmek gerektiğini düşünebiliriz. Sözcükler, yalnızca gereksinimden doğmazlar/üretilmezler. Bugün beynimizin tanımladığı ancak sözcükler ile anlatamadığımız o kadar çok şey vardır ki bunları somutlaştırma yönüne gidebiliriz. Var olanı görüp-anlamlandırıp dilde tasarımlama yolunu açan bir yaklaşım sergileyebiliriz. Bu durumda, bilimlerin bize sunduğu olanakları sonuna kadar kullanmak zorunda kalırız ki o zaman temele dayanmayan ve sıradan yaklaşımları öteleyebiliriz.

Dil çalışmalarında temel değişken “düşüncenin geliştirilmesi” varsayımı ile yola çıkar ve bu değerler dizgesi üzerinden sorgularsak dilin eylem/duygu/olay/olgu boşlukları ile uğraşırız; bu tanımlanmamış bir şeyin üstüne gitmek olur ki gelişmenin en etkin biçimidir. Soyut veya somut hareket-nesne-eylem-duygu-olay-olgu boşluklarının sorgulanması; düşüncenin genişletilmesi, düşünceye yeni yeni alanlar yaratılması demektir. Sorgulama hızını artırmak, düşüncenin genleşmesini sağlamaktır. Düşüncenin evrilmesi, dilin uzamının genişlemesi ve yeni anlam alanlarına açılması demektir.   

Üzerinde düşünülmesi gereken bir diğer konu şudur: Bilindiği gibi insanın, doğanın ve nesnenin; bazı eylemleri, davranışları, duyumları, sözcüklerle anlatılamamaktadır. Yaptığımız, duyduğumuz ve gördüğümüz, düşündüğümüz her şeyi ne oranda sözcüklerle anlatabiliyorsak dil o kadar gelişmiş demektir. Türkçe çok zengin bir dil olmasına karşın bütün dillerde olduğu gibi bu tür boşlukları vardır.

Dilin özleşmesi, zenginleşmesi ve gelişimi birbirleri ile iç içe olan bir konudur; küçük ayrıntılarla bunlar birbirlerinden ayrılırlar. Şu ana kadar özleşme, zenginleşme konularına kısaca göz attık. Şimdi dilin “geliştirilmesi” konusunu ele alalım. Çünkü dilin özleşmesi var olan sözcükler üzerinden hareket ederken dilin zenginleşmesi var olmayan sözcüklerin üretiminde varlık bulmalıdır; daha doğrusu bana göre bu şekilde tanımlanmalıdır. Türetmek sözcüğünü kullanmıyorum; çünkü türetmek demek, var olan bir kökten eklemleme yaparak yeni sözcüğe ulaşmak demektir. Bu Türkçenin önemli bir özelliğidir; ancak elbette her söz yeni anlam alanları açarak yeni sözcüklerin doğumuna yol verir. Sadece bu durumla sınırlamamak için üretmek sözcüğünü kullanıyorum. Aynı aileden bir köke dayanmak zorunda değildir yeni sözcük; işlevsel özelliği, ses özelliği ve anlam alanı açısından düşünülerek yeni bir sözcük üretilebilir. Mutlaka bir köke dayandırmak, yaratıcılığı sınırlamak olur ki böyle bir zorunluluğumuz olmamalıdır.

“Dilde Gelişim”; özleşme ve zenginleşmeyi de içine alan kocaman bir alandır. Yani anlamsal olarak çok geniş bir kavramdan söz ediyoruz demektir. Neden? Özleşme, dilin gelişmesine katkı veren önemli bir çalışmadır. Zenginleşme ise insanoğlunun ürettiği yeni kültür varlıklarının dildeki karşılığını tanımlamak ve yeni anlam alanı kazandırmaktır. Olmayan sözcüğün yerine sözcük üretmektir. Bunları; ses, duygu, anlam ve köken olarak kavramsal bir alana oturtmaktır. İnsanoğlunun algıladığı ve anlamlandırdığı tüm soyut-somut varlık veya var olduğu varsayılanlar; her tür görüngü-hareket-eylem-duygu-yer-nesne vs. ile eş zamanlı dile kazandırılması demektir. Bir anlamda var olanı veya duyumsananı, düşünüleni, dile kazandırmak olarak anlamalıyız. Diğer dillerden taşınan, yeni bilgi ve teknik sonucu açığa çıkan terim/sözcükler dahil yüksek dolaşımı da içine alan bir alandır. Şöyle dersek daha anlaşılır olacak: Nasıl bilgi bilgiyi üretiyor, kültür varlığı başka bir kültür varlığını üretiyorsa bilgiler arası ilişki[1], kavram ve terimi, terimler de sözcüklerin ortaya çıkmasını sağlıyorlar.

 Sonuç olarak bunların hepsi, dilin kendini geliştirmesi gibi görünse de düşünce gücünün artması, daha kapsamlı anlatım olanakları, yeni bakış ve anlayışın oluşmasıdır; düşüncede tasarımlanmış yeni sözcükler olarak karşımıza çıkanlardır. Anlatım olanaklarını artıran, dolayısıyla düşünme gücünü zenginleştiren kaynaklardır.

İlkesel olarak dilin amacı, bana göre kendi anlatım olanaklarını artırmak olmamalıdır. Dilin asıl amacı, düşüncenin uzam, uzay ve boyutunu güçlendirmek/genişletmek olmalıdır. Daha doğrusu dilin genişliği değil; düşüncenin genişliği temel öge olarak ele alınmalıdır. Öyleyse biz, dil çalışmalarında düşüncenin geliştirilmesi varsayımından yola çıkarak daha değişik bulgulara ulaşabilir miyiz? Düşünce dili araç olarak kullanır; dil düşünceyi değil. Bu mantıktan yola çıkarak dil çalışmalarında düşünceyi geliştirmeyi baz almak daha akılcı bir yaklaşım olabilir mi?

Dilde gelişim dediğimizde biraz daha ayrıksı düşünme gereği doğmaktadır. Benim düşünceme göre dil gelişimi, üretilen kültür varlıklarıyla ilgilidir. Daha açık söylersek, doğa, sosyal ve insan bilimleri ile soyut-metafizik kavramların mantıksal sonuçlarıyla ilgilidir. Ne kadar bilgi üretirseniz, -ki bilgi üretimi bilimler arası bir sonuçtur- düşüncenin evreni o kadar genişler ve ister istemez kendi gösterenini üretir. Örneğin telefondan başlayıp günümüz iletişim teknolojilerine kadar tanık olduğumuz iletişim dünyası, kendi kavram, terim ve sözcüklerini üretmişlerdir; yöresel dillerden daha fazla sayıda özgün sözcüklere sahip olmuşlardır. Buradan da anlaşılıyor ki dilde gelişimi sağlamanın tek yolu düşünce evrenini genişletmektir. Yeni bilgi üretmektir; bilgiyi teknolojiye dönüştürmektir. Üretilen bilginin gösterenini yerine koymaktır. Bilgi üretmiyorsanız dilde gelişim sağlayamazsınız. Son yıllarda ne dış dünyada üretilen bilginin gösterenini dilimize doğru uyarlıyoruz ne de kendimiz sağlıklı bilgi üretiyoruz. Bilgi üretmeden gösteren de üretemeyeceğimize göre Türkçenin kısır bir süreç yaşaması kaçınılmaz bir sonuç değil midir? Dikkat edilirse üniversitelerimizden yazın dünyasına kadar tüm sektör ve kurumlar, zengin ve güçlü bir taklit dünyasında var olmaya çalışmaktadırlar. Örneğin, sanat dünyasında, sanatın önünü açan kuramsal yaklaşımlar, öne çıkan yazar ve şairler tarafından küçümsemekte ve görmezden gelinmektedir. Bilgi üretiminden kaçış nedeniyle, farkındalıklı düşünen, özgün bir şeyler ortaya koyan, öne çıkmış bilimsel bir sonuç üreten, ülkemizde yok denecek kadar azdır.

Dili geliştirmenin temelinde yatan ana öge, düşüncenin gücü ve uzamı ile uzayını genişletmektir. Farkındalıklı yaklaşım ve bilgiler arası çözümlemelerle, düşünme açısı genişletilebilir, düşünce gücü derinleştirilebilir ve bu yolla yeni kavramlar üretilebilir. Yani kuramsal bilgiler ortaya konabilir. Diğer bir anlatımla, dildeki anlatım olanakları zenginleştirilebilir. Kuramsal bilgiler, bize genellenebilir, denenebilir ve izlenebilir kavramlara yöneltir ve bu kavramlar düşünce uzayına yeni yeni ufuk açar. Bildiğimiz gibi düşüncenin uzayı sınırsızdır ve buna bağlı olarak dildeki anlatım olanakları da sınırsızdır. İşte bu yaklaşım bize; insan, yaşam, nesne ve evren arasındaki ilişkilerin dilde yer almamış, anlatım olanağı kazanmamış boşluklarını tanımlar, yeni anlam alanları açar ve bizleri kavram üretmeye zorunlu kılar. Üretilen kavramlar kendi anlam alanlarını oluştururken aynı zamanda terim ve sözcüklerini üretmeye yöneltir. Örneğin sanata ilişkin bir kuram ortaya koyduğunuzda bu kuramı somut duruma dönüştürmek için anlamsal alanı belirli bir kavramla tanımlamak zorunda kalırız.  

Açıkçası Türkçeyi şöyle kullandın böyle kurallarını hiçe saydın, mutlaka böyle kullanmalıyız gibi söylemler, dile ne bir katkı sağlar ne de ne de dilin kötüye gitmesini engeller. Bu söylemler, kendimizi ışıklı bir vitrine koymak dışında hiçbir anlam içermez, diye düşünüyorum. Çünkü dil yaşayan bir olgudur ve bu olgunun içinde düşünme görüngüleri çözülememiş bir değişken vardır. Bilimsel verilere göre tutum takınmak, en mantıklı yaklaşımımız olur. Ayrıca dil geliştikçe düşünce de buna koşut olarak gelişir, genişler; bunu görmezden gelemeyiz. Dil ile düşünce iç içe bir olgudur. Ele aldığım konu bir yöntem konusudur ve baz alınması gereken noktalara açıklık getirmektir. Bir anlamda dile ilişkin gittikçe kısırlaşan çalışma biçimine devinim ve yeni bir bakış açısı getirebilmenin yollarını araştırmaktır. Bilimsel çalışmalarda yöntem ve sorgulanması gereken ölçütler değiştikçe, yeni yeni durumlar ortaya çıkar ve sorunların çözümü kolaylaşır.     

Dilde özleşme, zenginleşme ve gelişme kavramları; birbirini tetikleyen ve birbirini var eden kavramlardır. Şekil üzerinde açıklarsak; piramidin tabanını dilin geliştirilmesi, orta bölümü zenginleştirme ve özleşme ise üst kısmı temsil eder. Sonuçta düşünce evreni; özgürlüğünü, derinliğini, genişliğini, yetkinliğini ve yaratıcılığını kendi ekseninde var eder; bunlar sağlıklı ve tutarlı bir biçimde doğrudan dile yansıtılır. Bir anlamda dilin simgelerini düşünebildiği oranda ortaya koyabilir; bunun anlamı, dilin gelişmişliği düşüncenin evreni kadardır. Yani dili geliştirmek gibi bir işe soyunuyorsak, asıl değişken olarak düşünceyi baz almalıyız. Özet olarak en geçerli yaklaşım: ‘Dil, düşüncenin gösterenidir; dilin göstereni düşünce değildir’, olmalıdır. Açıkçası şunu söylemek istiyorum. Uygulamada gördüğümüz kadarıyla, dil çalışmaları istendiğimiz oranda başarılı değildir; elbette çok değerli çalışmalar yapılmıştır ancak bu konuda karakucak bir savaşım veriliyormuş izlenimi vardır. Dili geliştirmenin yolu düşünmenin sınırlarını genişletmektir; çünkü düşünmenin sınırı yoktur ve düşünce kendi uzayında genişledikçe kendi kavram ve terimleri ile sözcüklerini üretir.  

 Bu açıklamalardan sonra bir kez daha soruyorum: Dil çalışmalarında baz alınması gereken yaklaşım; düşüncenin geliştirilmesi mi, yoksa dilin geliştirilmesi mi olmalıdır? Düşüncenin geliştirilmesi yaklaşımı baz alınırsa “sorgulanması gereken değerler dizgesi” nelerdir? Yöntem ve yaklaşım değişikliği nasıl bir sonuç üretir? Uygulamada somut bir şeylere ulaşabilir miyiz? Bu sorular; bilimsel, deneysel ve ayrıntılı araştırmalar gerektirmektedir. Diğer yandan, dil baz alınırsa şu anda yaptıklarımızdan çok farklı bir şey yapmayacağımız için düşünmeden oturmaya ‘devam edebiliriz’. Örneğin tırnak içindeki, “devam edebiliriz” yerine neden “sürdürebiliriz” sözcüğünü kullanmadın diye birbirimizi suçlayarak Türkçeyi geliştirme algoritmasının üzerinde yerimizi alıp kısır döngüyü alkışlayabiliriz.

Sonuç olarak, özleşme çalışmaları bugün olduğu gibi daha kapsamlı olarak sürdürülmelidir. Dilin zenginleştirme çabalarına ise daha bilimsel bir açıdan yaklaşılmalıdır. Dilin gelişimi, özleştirme ve zenginleştirme ile gerçeklik kazanır ancak bu, yeterli değildir. Başımızı kaldırıp bilimlerin ileri sürdüğü kuramlara bakmalıyız, yeni kuramlar üretmeliyiz ve düşüncede var olup da dilde göstereni olmayan nedir, bunları çözmeye yönelmeliyiz. Kısacası dil çalışmalarına fen, sosyal ve insan bilimlerinin toplamının gözünden bakmalıyız. 

Türkçe, köklü bir kültüre ve uzak geçmişe (binlerce yıl) sahip olmasına karşın günümüzde palazlanıp uçmaya hazırlanan yaralı bir kuş yavrusu gibidir. Bilimlerle donatılıp, güçlendirilip ve farklı bir yaklaşımla hareketlendirilmeden bir kanadı hep kırık kalacaktır. Dil; yaşamın amacını, biçimini ve estetik değerini ortaya çıkaran bileşendir. Bilginin teknolojiye dönüştürülmesinde başat etkendir. Dil gelişimi; bilgi üretimi ve bilimlerin gelişimi ile koşut bir olgudur. Bilgi üretimi ve bilimlerin gelişimi ise dilin gücüyle doğru orantılıdır. Düşüncenin uzayı temel değişken olmalıdır ve dilin genişliği düşünebildiğimiz kadardır.  M.K.Atatürk, Türk Dil ve Tarih Kurumu gibi kurumsal bir yapı oluştururken nasıl bir dil geleceği öngörmüştür? Öngördüğü o geleceği, yüz yıl sonra biz görebiliyor muyuz?

Dil çalışmalarında daha somut, hızlı ve etkili bir sonuca varabilir miyiz? Yaşar Özmen, 27 Ekim 2019, Narlıdere

[1] Bilgiler arası ilişki: Metinler arası ilişki, tarihsel bilgi, bilginin bilgiyi açığa çıkarması ve bilginin teknolojiye dönüşümü gibi kavramları içine alan bilginin işlem süreci.


Dilsel Şiddet


Dilsel şiddet. Bu da nedir demeyin! Estetik bilimi penceresinden bakarsak şairin kullandığı dilde dikkat etmesi gereken en önemli konu, şiirlerinin “dilsel şiddet” içerip içermediğidir. Bu kavramdan ne anlamalıyız? Bunu sekiz kategoriye ayırır Franz Kiener. (İleten İmran Karabağ, Dil ve Şiddet, İkaros Yayınları) Maytap geçmeden başlayıp küçük düşürme ve sözlü saldırıya, hakaretten küfre kadar varan konuşma dilidir. Bir başkasını incitmeye, onun duygularını ve saygınlığını ezmeye yönelik sözlü eylemler bütünüdür.

Salt düşüncede kalan eleştiri yöntemi, kızgınlık göstergesi veya anlatım özgürlüğü içerisinde bir konuşma dili olarak düşünülmemelidir. Fiziksel şiddetin gerisinde tamamlayıcı rol oynayan bir olgudur dilsel şiddet. Tersinden söylersek, düşüncede yerleşmiş şiddet anlayışının birebir çıktısıdır. Şiddet eğiliminin gerisindeki gösterendir, dışavurumdur. Fiziksel şiddeti olağan karşılayan, hakareti, baskıyı, saldırıyı, korkuyu, terörü ve ölümü onaylayan bir anlayışın dil kullanım biçimidir. 

Baskı, korku, şiddet ve güvensizliğin egemen olduğu bir ortamda yetişen bizlerin; bugün hâlâ aynı mantıkla eğitilmekte olan bir kısım çocukların; dilsel şiddetin altında yatan gerçeği tam anlamıyla kavrayabileceğini beklememek gerekir. Dilsel şiddet içeren her metin, bu şiir olsa bile, sırasıyla baskı, korku ve egemenlik kaygısı üzerinde konumlanır. O metni okuyan kişi ise doğduğu ortamın onda yarattığı kaygılara dayanarak, metni olumlu karşılar ve anlamlandırma yoluna gider. Şiddet havasını olumlar ve yeni bir yandaş olarak istenmeyen ortamda sürekliliğini korur. Hangi sanat alanı olursa olsun, esere giydirilen şiddet havası, “ben” kavgasının en etkili ve uzun menzilli silahıdır. Bu anlayış ve ortamdan beslenen okur ise bu silahı edinme çabası içine girer.

Konuya daha sağlıklı baktığımız zaman şunu görürüz: Şiddet içeren söylem ve davranışlar, sağlıksız ve bozuk duygu durumunun dışavurumudur. Sanat ruhunun karşıtı bir durumdur. Şiddeti normal davranış biçimi olarak gören bir anlayışın çıktısından başka bir şey değildir bunlar. Bütün dinlerde olduğu gibi tanrı korkusuyla ya da ideolojilerin egemenlik baskılarıyla şekillenmiş günümüz insanları, elbette dilsel şiddet kavramını anlamakta güçlük çekecektirHatta bu tip söylemlerin sanatı geliştireceğini, insanı dönüştüreceğini, terbiye edeceğini savunacak kadar ahmaktırlar. Bu söylemlerle kendini gerçekleştirme yolunu benimsemiş zavallılar, elbette şiddetin gerisinde yatan ereği ve yıkıcı etkilerini anlayamazlar. (Son üç tümce için okurlarımdan özür dilerim; bold yazılan üç tümce, dilsel şiddete yerinde örnek olması için kurulmuştur. Okurlara yönelik değildir; bu tümceler konuyu görünür kılabilmek içindir.)

Şiir; duyarlılığı, duygulanımı ve estetik kaygıyı uyarıcı bir anlatımı öngörür. Daha doğrusu bütün sanatların asıl ereği, estetik değer yaratmaktır. Bununla birlikte şiirin maksadı, sevgi duygusunu var ederek insanda yaşam sevincini doğurmaktır. Bu nedenle; baskı, korku ve şiddet içeren söylem biçimi, şiirin duygusal ve sanatsal değerini, dolayısıyla estetik değerini yok eder. Dilsel şiddetin şiirde yaratacağı iticilik, sanata ve şiire gönül vermiş şairlerce iyi okunmalı, şiddet ile şiire giydirilen söyleyiş biçiminin sınırı doğru yerden çizilmelidir.

Şiirin kullandığı gereçler, ideoloji ve inançlarla birlikte tüm bilgi kaynaklarıdır; bunu göz ardı edemeyiz. Şair, ideoloji ve inançları sanat ve şiirin gereci değil de onların emrine girmiş bir yaklaşım tarzı sergilediğinde durum sanat ve şiir dışında başka bir düzleme evrilir. Bunun en bilinen tanımı; propaganda, irşat (dinsel tebliğ) ya da misyonerliktir. Daha hafifleterek ve açıklayıcı biçimde söylersek, egemenlik ve üstünlük kaygısı taşıyan her tür sanat dili, ister istemez dilsel şiddetin türevlerine başvurmak zorunda kalır.

Okurlar, sanatçılar veya sanat eleştirmenleri; egolarına yenilerek, ideoloji, inanç, öğrenilmişlik ve önyargı zinciri altındaysa, diğer bir deyişle zihinleri bazı edinilmiş kalıplardan dolayı baskı altındaysa, estetik kaygı diye tanımladığımız durum farklılık gösterir. Bu durum, estetik kaygıdan dayatmacılık ve yararcılık kaygısına evrilir; sanat dünyasında yaşanagelen ve bugün yaşadığımız en geçerli davranış gibi görünen temel sorunla karşı karşıya olduğumuzu gösterir. 

Ayrıca sanat, özgürlük kavramından anladığımız kadar özgür; sanatçı ise, önyargı ve bilinçaltı güdülerini ehlileştirebildiği kadar tarafsızdır. İnsan zekâsı; önyargı, inanmışlık, şartlı öğrenilmişlik gibi durumlarda, sanatsal anlamda yeni görme ve duyma biçimlerine yönelemez. Ona giydirilen kalıpları kıramayacağı için, yaratıcı ve farkındalıklı düşünme sürecine giremez. Artalan bilgisi dediğimiz, bilinç ve bilinçaltına saplanmış mutlak kabulleri kırmak pek kolay değildir. Sanatın en büyük düşmanı bu tür ön kabullerdir, keskin köşeli çizgilerdir. Bir anlamda yaratıcılığın önündeki en güçlü engellerdir. Aslında bu, estetik algı dediğimiz olgunun önünde duran en çetin hastalık durumudur.

İnsanlığa yaraşır barışçı ve yaşanabilir bir dünyanın halen kurulamamasının altında yatan gerçek, insan olarak insanı, evreni ve aralarındaki ilişkiyi okuma ve görme yetilerimizin çoğunlukla şiddetten besleniyor olmasıdır. Sanat, özellikle dil sanatları ve şiir, dilsel şiddete pirim vermemelidir. Şiirin ereği, baskı kurmak, korku üretmek, öğretmek, egemenlik taslamak ve insanı dönüştürmek değildir; sevme duygusunu duyumsanabilir hale dönüştürmektir, sevgiyi var etmektir, yaşam sevincini doğurmaktır. Sevgi duygusunu güçlü yaşayan insan, estetik değer üretebilir, güzellik yaratabilir, yeni ve yaşanabilir dünyaya doğru yönelebilir. Yaşanabilir dünyayı bu niteliklere sahip insan kurabilir.

Bir ülkenin okuru, sanatçısı ve ön çıkanları; şiddet ve dilsel şiddet nereden gelirse gelsin, hedefi ne olursa olsun, çağdaş insan ile uyuşmayan bu tür konulara karşı duyarlı olmalılardır. Şiir; şairin duygu gücü öncelikli etken olmak üzere, algı-düşünme-anlama-yargı sisteminin dış gerçeklik ve gerçeküstülüğü yorumu ile şekillenir. İşte bu yüzden şairin dünyayı okuma, anlamlandırma ve görme biçimi çok önemlidir. Şiirden önce kendisi şiir kadar şiir olmalıdır. Her ne kadar konusu şiir de olsa, önemli olan insandır. Şiir sanatında asıl amaç, estetik kaygıyı güçlendirecek estetik değer yaratabilmektir.

Estetiğin doğuma hazırlandığı rahim, kişisel algı ve yargının özgünlüğü ile ortamın özgürlüğüdür. Şiddetin bulunduğu yerde özgünlük ve özgürlük olamaz.

Estetik ya da güzelduyu dediğimiz kavram, insanın tam insan olabilmesine katkı sağlayacak verilerin yaşam alanıdır ve güzelliğin yaşanma biçimidir. Her ne kadar güzelliği gereksinimlerimiz arasında ele almıyor olsak da güzelliğin her insanın temel gereksinimleri arasında olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle aydın insanın iş görme, sanat üretme yetisi, güdülenmesi, iç huzuru, doyumu, mutluluğu ve yaşam sevincinin sürekliliği, güzellik olgusunun içinde gizlidir.

Bu bağlamda üzerinde tartışılması gereken önemli bir dönemden geçiyoruz. Yirminci yüz yıl sanat bildirilerine baktığımızda, çoğunluğunun yıkmak, kırmak, dökmek, devirmek üzerine kurgulandığını görürüz. Örneğin, sürrealizm, Dadaizm vs. gibi akımların yaklaşım ve uygulama tarzlarına bakalım. Modern sanat diye tanımladığımız zaman diliminde; Birinci ve İkinci Dünya Savaşı travması; on dokuzuncu yüz yıldaki diğer kargaşalar; totaliter rejimlerin baskısı gibi sıra dışı koşullar; sanatsal eğilimleri çatışma mantığına yöneltmiştir. Zamanın koşullarını anlayabiliyoruz; normal karşılayabiliriz. Ancak, sanatta veya şiirde çatışma kültürünün günümüzde hâlâ sürüyor olması anlaşılır bir durum ötesi gibi geliyor.

Sanatın beslendiği kaynaklar çatışma, karşıtlık, uyumsuzluk, yenilik, aşırılık gibi durumlardır. İnsanı insana, kuramları kuramlara, sistemleri sistemlere, devleti devletlere egemen kılma adına çatışmalardan söz etmiyorum burada. Bugün çatışma kültürü, toplumlarda saplantılı, önyargılı ve ayrıştırılmış akışkan kitleler yaratmıştır. Hem düşünsel hem ekonomik anlamda. Bu doğrudur. Ancak günümüzde, sanata ilişkin istenen özgün ve özgürlük ortamının kurulamıyor olması, aydın insana yakışmıyor. Şiir, bilgi ve kültür birikiminin yarattığı imgelem çıktısıdır; kendi gelişimine ve yenileşmesine engel olan yaklaşımlardan kurtulmalıdır.

Toplumumuz açısından bu konuya değinmek gerekirse, bireyin kul olma sürecine doğru bir dönüşüme tanık olduğumuzu yadsıyamayız. İşte biz böyle bir ortamda sanat eseri ve izleyici üzerindeki dilsel şiddet, estetik değer ve algısından bahsediyoruz. Toplumsal katmanlar hangi hamurdan yoğrulmuş olursa olsun, sanatın işlevi ve yolu, aydınlık ve yeni bir dünya algısının başat olduğu evrendir. Sanatçı da bu bağlamda, zihin ve duygu gücü ile geleceği öngörüp, yaşadığı dünyanın döngüsünden daha hızlı davranmak zorundadır. Bakınız dünya tarihine, tiranlar, baskılar, korkular, şiddetler, savaşlar tarihidir. Hangisi ayakta kalabilmiştir? Savaş, terör, şiddet ne zaman insan için iyi bir sonuç üretmiştir? Kaldı ki dilsel şiddet şiire estetik değer kazandırmaz; tam tersi itici, ayrıştırıcı bir oluşuma yöneltir ve şiddet algısını güçlendirir. Dolayısıyla bu tür şiirler, şiir tavrıyla çelişirler.

Sonuç olarak, çağdaş şair ve çağdaş şiir; şiddeti olumlayan ya da olağan karşılayan algı ve duyuları naif koşullara yaslayarak harekete geçirmeli, olumlu duygu durumuna dönüştürmelidir. Şiddeti kaşıyan bir dil değil; sevinci güçlendiren bir dildir sanatta asıl olan. Şiir deyince bizlerde oluşan imge ve imgelem, güzellik dediğimiz değerler üzerinde anlam bulmuyor mu? Yaşar Özmen, Ağustos 2018


Şiiri Şairden Korumak


 

Bilimsel ve sosyal kuramlarla uyuşmayan; bilginin, mantığın, zekânın ve aklın çıkarımı olmayan; ithal ve ezbere dönüştürülmüş her tür yaklaşımı, söylenceyi, yargıyı ve çıkarımı; şiir sanatının gelişimi için sorgulamak şair sorumluluğudur.

 

Sanat, şiir ve sanat felsefesi ile estetik konusunda kafa yormuş adı belli kişilerin geçmişte yazdıklarına ve söylediklerine bakılırsa bu kişilerin, doğru bildiğimiz pek çok yanılgının savunucuları olduğunu görürüz. Yaptıklarının yanlış olduğunu söylemiyorum. Kaldı ki yanlış olduğunu söylemem, sanat hakkında öne sürülen düşünceyi zamandan ve bilgi birikiminden bağımsız değerlendirmiş olurum ki bu da sağlıklı bir sonuç doğurmaz. Ayrıca doğrunun, doğruluk değerinin göreceli olduğunu düşünebilecek birikime sahibiz artık. 1882 yılına kadar kimse içten yanmalı motoru bilmiyordu. İki yüz elli tonluk dev bir kütlenin okyanus ötesi uçabileceğini 1900’lü yıllardan önce kimse bilemezdi. Bilinçaltının güçlü bir bilgi deposu olduğunu Sigmund Freud’dan önce ayrıntılı olarak kimse çözümlememişti. Sanatın insan aklı dışına taşma girişimi olduğunu, insanın varlığını ve sürekliliğini sağlamaya yönelik temel yönelimin bir sonucu olduğunu kimse düşünemeyebilirdi. Bugünün bilgi birikimi ile geçmişi yargılamak, geçmişte yapılanları, ileri sürülen düşünceyi önemsiz bulmak, üstünde oturduğumuz kazanımları görmezden gelmek anlamına gelir ki böyle bir tutum, metinler arası ilişkiyi ve bilginin tarihselliğini yok saymak olur.

Sanat, estetik, şiir gibi kavramlar; insan zihninin sahip olduğu bilgi yüküne, yaşam koşullarının şekillendirdiği duygu gücüne göre şekil alırlar. Bunları, bugün sahip olduğumuz teknik ve bilgi birikimi ışığında yeniden değerlendirmek gerektiğinin altını çizmeliyim. Sanat/şiir hakkında söylenmiş hiçbir çıkarıma yanlış gözüyle bakmıyorum; sadece zamanın sundukları ve bilgi birikiminin doğurduğu zihinsel gücün boyutlarına göre şekil aldığını anlatmak istiyorum. Günümüzde ise insan beyni öylesine çeşitli bilgiler ile donatılmıştır ki neyin doğru neyin yanlış olduğunu tespit edemeyecek kadar kirli bilgi bombardımanı altındadır. Aynı zamanda karmaşık olguları, çözümlemek için ayrıntılı araç ve birikime sahiptir. Zamanın olanakları, bilginin teknolojiye dönüştürülmesinden çıkarılan sonuçlar ve aklın evrimsel gelişimine koşut, sanatı ve sanatın amacını yeniden tanımlamak durumunda kalabileceğimizi göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyorum.

İlk Çağdan bugüne kadar üretilen bilgi, sanatsal çalışmalar, emek ve düşünce; bizler için çok değerlidir.  Sanat tarihine konu olan, özellikle modern sanatın içinde var olan akımlar, diğer bir deyişle ...izm’li sanat yaklaşımları, numaralandırılmış ve ışıklı vitrinlere konmuştur. İnsan bilincine ve sanat anlayışlarına gerekli verileri kazandırmış, sanatta tarihsel bilgiyi oluşturmuş, etkilerini değerleriyle kanıtlamış ve çağdaş sanatın içerisinde verilerini yaşar kılıp köşelerine çekilmiştir. Bunlar; sanatın ve bilginin tarihselliğini; metinler arası ilişkinin anlamsal boyutunu; sanatsal yaratıların sürekliliğini ve engin bir sanat deneyimini; önümüze hazır bilgi olarak sermişlerdir. Kübizmden sürrealizme, fovizmden dadaizme kadar pek çok sanatsal yaklaşım, bugünkü sanat anlayışının bilgi birikimi ve deneyimini oluşturmuş öncü akımlardır; her biri çağdaş sanat anlayışına önemli miras bırakmışlardır.

Kabul edilmelidir ki ...izm’li sanat akımları, deneyimsel bilgi zenginliği, görme ve sezi yetisi ile sanatsal gelişmelere evrimsel bir devinim kazandırmıştır. Sanatçı, bu akımların ürettiği bilgiye dayanarak görme ve sezi yetisini güçlendirmiş, beklenenden daha hızlı gelişen bir sanatsal harekete yönelmiştir. Artık çağımızda parça bölük bilgilerle tanımlanması olası olmayan, çok boyutlu ve açık uçlu, aklın sınırlarını reddeden bir sanat yaklaşımı kucağımızdadır.

Bu yüzden, şiire ilişkin eski söylemleri tarihin arka cebinden çıkarıp sorgulamadan kabul etmek, savunmak, hayran olmak ve işin magazinsel tarafıyla ilgilenmek; bugünün şairinin/yazarının kabul edebileceği bir durum olmamalıdır. Tarihsel ve sanatsal bilgiyi yadsımadan, bilginin kullanılabilirliği, uygulanabilirliği ve sonuçlarını ince eleyip sık dokumalıyız. Bu durumda, neyin ne olduğunu, doğru bildiğimiz pek çok şeyin de yanlış olduğunu, görme şansı elde ederiz. Yeni düşünce ve sanata yeni bakış biçimleri üretebiliriz. Var olan bilginin yinelenmesi, çözümleme için gereklidir; ne var ki o bilgiden yeni bilgiler üretemiyorsak anlamı yoktur. Bugün şair-yazar-çizer dediğimiz büyük bir çoğunluk, hatta yazının hatırlı ağızları, -Türk yazınındaki metinlerden de anlaşılacağı üzere- üretilmiş bilgiyi tespit etmekle uğraşmaktadır. Birbirini yinelemekten, küçümsemekten, birbirini överek tanınırlık devşirme arayışından fazlasını yapamamaktadır. Şiir sanatı kocaman bir dünyadır; söz bağlamlarından ve kısıtlı bilgiden genellemeye gidecek kadar sığ yargılarla hiçbir sonuç üretemeyiz. Örneğin, “Şiir dili yapay bir dildir” deme lüksünü kendimizde görmemeliyiz. En önemlisi de bunu söyleyeni alkışlamamalıyız. Her yazar/şair, dilin farkındalıklı kullanımının yapay bir dil olmadığını, estetik/sanatsal değer üreten anlatımın zaten dilin kendisinde gizli olduğunu bilmelidir.

Bilimsel ve sosyal kuramlarla uyuşmayan, bilginin, mantığın, zekânın ve aklın çıkarımı olmayan, ithal ve ezbere dönüştürülmüş her tür yaklaşımı, söylenceyi, yargıyı ve çıkarımı; şiir sanatının gelişimi için sorgulamalıyız. Her sanatsever bu sorumluluğu duymalıdır. Yalan yanlış şeylerle, propaganda ve tebliği mantığıyla sanat üretme, şiir yazma devri bitmiştir artık. Şiir sanatı bir düşün sanatıdır; bütün dil sanatlarında olduğu gibi.

Şunu biliyorum; toplumda anlamı içselleşmemiş sanatsal yabancı terim ve kavramlardan; duygu değeri oturmamış mitler, öyküler ve kahramanlardan tanınırlık devşirmeye çalışmak; öne çıkmış kişilerin isimlerini kullanarak bir yarar sağlamaya çalışmak; yazarın yetkinliğini değil, acizliğini ve artalan bilgisinin zayıflığını gösterir. Bu yüzden, metnin konusu olan söylence, yargı ve tamlamaların kime ait olduğu ve ne düşündükleri inceleme konum değildir. Bu metinde yapamaya çalıştığım şey; yargı, söylence, tümce ve tamlamaları günümüz verileriyle inceleyip bilimsel ve sanatsal gerçeklikle uyuşup uyuşmadığına dikkat çekebilmektir.

Sanat biliminde yeterliliğe ulaşmadan, çok iyi bir şair de olsanız, şiir sanatı hakkında yargıda bulunmanın ve eleştirmenin altı dolu olmayan söz kalabalığından başka bir anlama gelmeyeceği kanısındayım. Şiir sanatı; kendine özgü bir sanat, sanatsal edimlerin pek çoğunu kullanabilen etkinlik; bilgi disiplinine bağlı bir bilgi bütünlüğü; gerçek katmanı yanında gerçeküstü bir arka planı; bilgi, algı, düşünme ve anlamanın duyguyla örgütlenmesi gibi kendi usul ve tekniği olan; dil ve kültür varlıklarının tamamını en çekici ve akılcı kullanan, yazınsal bir alandır. Diğer sanat alanlarının pek çoğundan daha fazla gerece sahip; ses ve sesin parçalar üstü birimlerini; duygu, akıl, bilinçaltı, bilinç üstü ve sınırsız düş ve düşün sistemini; mevcut ve öngörülebilen tüm yaşam kaynaklarını en iyi örgütleyerek kullanabilen; sınırsız bir dil, kültür ve düşün evrenidir. İşte bu gerekçelerle, “Şiir akıl dışıdır” ya da “Folklor Şiire düşman” dır, diyemeyiz.

Neden diyemeyiz? ‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen de dinle’ der gibi bir durum ortaya çıkıyor bunlardan. Yani, “Şiir akılla tanımlanacak bir şey değil, git otur evinde. Araştırma, inceleme ve çalışma yapmana gerek yok, gelişigüzel yaz şiirini” demekle eşdeğerdir. Örneğin küçücük bir örneklemden “Folklor şiire düşman” diye büyük bir şey söylemiş gibi kocaman bir genelleme yaparsanız şu sonuca ulaşırsınız: “Boş ver şairim içinde doğduğun kültürü, git kendine başka bir kültür edin” demek olur. Bu sözleri, nesnel gerekçeleriyle çözümlediğinizde en iyimser haliyle ulaşacağınız sonuç bu ve buna benzer olacaktır. Çok bilinen sözler olduğu için isim kullanıyorum. Anıları güzel olsun. Bu söylemlerin sahibi, Melih Cevdet Anday ve Cemal Süreya’dır ve Türk şiirinin ustalarıdır, değerlerimizdir; şiirine şairliğine diyecek hiçbir sözümüz yoktur. Saygıyla ve hayranlıkla anıyoruz. Öneğin, Cemal Süreya’yı nasıl tanımlarsınız, diye sorsalar: Şiirde dili; asimetrik, güçlü, akılcı ve farkındalıklı kullanan; folklorü şiire ustaca giydiren; döneminin gelmiş geçmiş en başarılı şairidir, diye tanımlardım. Başta söylediğim gibi, maksadım değerlerimizi eleştirmek değil; neyin ne olduğuna körü körüne inanmadan bugünün bilgisiyle sorgulama gereğinin altını çizmektir. Kaldı ki söylenceleri, zamanının birikimi ve ilgili bilimlere egemen oluşlarıyla ilgilidir; bu durum, yaşayan şairler için de geçerlidir. Küçük bir örneklemden şiir ve folklor gibi birbirinden beslenen kocaman iki dünyayı düşman ilan eden bir söylemi hâlâ geçerli görebilen bir akıl, bilimsel süreçleri çalıştıramıyor; sağduyulu çözümlemeler yapamıyor demektir. 

Şiir yazıları, yorum ve çıkarımlarında; şiiri büyük bir sanat olarak göstermek için, atar tutar, söyler geçer, benzetir boyar türünde bir sürü söylem vardır. Bunlarla, şiir severleri ve okuru oyalamamak gerektiğini düşünenlerdenim; özellikle de lise ve lisans eğitimi alan öğrencileri. Bu maksatla; 

19 ve 20. Yüzyıl sanat literatüründe, şiir, şair ve sanat adına söylenmiş; içi boş tanımlamaları, tamlamaları (“estetik soyutlama” gibi, soyutun soyutlanabildiğini daha hiçbir bilim açıklayamadı) ve tümceleri toplayıp dikkatinize sunmaya çalışıyorum. Bunlar; şiiri/sanatı etkilemiş/oyalamış ama bugünkü bilgimizle çağın boş birer söylemi olduğu anlaşılanlardır. Bir kısmının; görüş biçimi, öğreti bütünlükleri gibi bilimsel aklı sınırlayan, büyük abilerinden aldığı emirlere göre söylem geliştiren, dış kaynaklı bilgilerin gelişmişliğinden kuşku duymayan bir mantığın çıkarımlarından/yinelemelerinden ibaret olduğunu açıklıkla anlayabiliyoruz. Aşağıdaki her tümce, tamlama ya da söylemin; şiir/sanat adına yarar sağlamadığını, bir anlam içermediğini hatta bir kısmının zarar bile verdiğini; nesnel gerekçeleriyle birlikte ortaya koyabilirim. Ne var ki ilgili alanın verileriyle ortaya koyduğum sonucun, tamamıyla anlaşılmasını sağlayabilir miyim, işte bundan emin değilim. Çünkü gerekçeleriyle birlikte ortaya koyduğum sonucu okuyabilmek için, yeni bir bakış açısı gereklidir. Bunca yıldır batılılar söylemiş bizimkilerin çoğunluğu yinelemişler ve kimse bunları sorgulamamış., Tam tersi yanlışı yanlışla düzeltmek için adeta yarış yapmışlardır. Şiir felsefesine yönelik deneme kitaplarına ve şiir yazılarına baktığınızda, çoğu kitapta bu söylemlerin izlerini, övgülerini, süslenerek yeni söylenişlerini ya da yakın anlam taşıyan temelsiz yorumlarını görebilirsiniz.  

Şiir sanatı ve kültürü, büyük bir evrendir. Ölçütü, değişkeni, değerler dizgesi; oldukça karmaşık bir alandır. Bu metinde amacım, şiir yazılarına ilişkin gördüğüm ve araştırma sırasında sıkıntısını çektiğim birkaç sorunu dile getirmekti. Şiirsel ezgiyi incelerken kaynak bulamadım dünya literatüründe. Yinelemeler, genellemeler, özlü sanat sözleri sayfalar dolusu; işin aslına değinen bütünlüklü metin neredeyse yok gibi. Elbette şiir sanatı hakkında önemli bilgiler üretilmiştir Türk yazınında. Geçmişten günümüze kadar çok güzel yapıtlar da ortaya konmuştur. Türk şiirine hizmeti geçen şair, yazar ve eleştirmenler; saygıyla önünde eğileceğimiz değerlerimizdir. Yapmaya çalıştığım şey, değerlerimizi eleştirmek ya da yadsımak değildir; onların o günkü bilgisinin bugünkü bilgiyle yeniden sorgulanmasının önünü açabilmektir. Şiir gelip tıkanmıştır genellemelerin kucağında. Sorgulanamaz, sorgulansa da bir sonuç çıkmaz, o zaman doğruysa bugün de doğrudur mantığından sıyrılmak için bir bakış açısı geliştirebilmektir. Tartışılan, sorgulanan her şeyin altından mutlaka dikkate değer bir şeyler çıkar. Zaten gelişim, dönüşüm ve yenilik de böyle gün yüzüne çıkar.

Şiirin felsefesinden yola çıkıp insanla olan ilişkisini bilimsel olarak çözümlemezsek tıkanıklığı aşamayız. Şairler arasında sağlıklı bir tartışma kültürü, iletişim ve eleştiri anlayışı yoktur. Bu şöyle olmalı dediğinde ya da söylediğini/yazdığını onaylamadığında, kendisine hakaret edildiğini düşünüyor. Ben konuya bu açıdan baktım; senin belirttiğin açıdan da sorgulanmalıdır, diyemeyecek kadar koşullanmış sıkıntılı bir anlayış çoğunluktadır. Şiir; düşünceden dile, bilinçaltından bilince, dilden dilbilime, fizikten biyolojiye, soyuttan somuta, gerçeklikten gerçeküstü dünyaya ve sanattan insan ilişkisine kadar koca bir dünyadır. Ben bilirim, ben doğuştan yetenekliyim gibi sözde tutumlarla, gelecek için değer yaratılabilecek bir sanat değildir.

Sonuç olarak, aşağıdaki aforizma/tümce/tamlamaları söyleyenler, bir bakış açısından ve bağlam altında konuya yaklaşmışlar ve kendilerince haklı gerekçeleri vardır ki söylemişler. Ancak ilgili disiplinlerin ilkeleriyle yaklaştığımızda, boş söylemler olduğu hatta şiire zarar verenlerinin olduğu gün gibi ortadadır; “Folklor şiire düşman”, “Şiir akıl dışıdır” gibi… Çoğu, şiir adına hiçbir anlamı olmayan çıkarımlardır. Boş yere zaman harcıyoruz; bunlarla oyalandığımız için asıl ele alınması gereken konular, havada kalıyor. Günümüz bilgisi, bunları kaldırıp atacak kadar güçlüdür ve dolaşım/iletişim olanağına sahiptir. Bunu yazarken abarttığımı düşünmüyorum; ne yazık ki yazınımızda şiir yazısı diye yayımlanmış/yayımlanan çoğu metin bu durumdadır. Neyin doğru neyin anlamsız olduğu ve neyin şiire zarar verdiği konusunda biraz çaba gerekiyor yazınımızda. İşte ben bu çabaya: Şiiri, şairden korumak, diyorum. Şiir ve şiir yazılarıyla, şiir sanatına önemli değerler kazandıran şairlerimizi, yazarlarımızı; bunun dışında tutmalıyız.

İşte bazı örnekler aşağıdadır: Kaç tanesinden şiir adına kazanım elde edebileceksiniz? Bu yargı tümcelerinin çoğu, yabancı şairler/düşünürlerin sözleri olduğunu, bizim şairlerimiz tarafından doğrulanmaya çalışıldığını söylersem sizler için bir şey anlatır mı, bilemiyorum.  

 

Şiir düşünceyle değil, sözcüklerle yazılır.

Şair, dili kullanmayı reddetmeden şiir yazamaz.

Şair, dile başkaldırarak işe başlamalıdır.

Şiirde anlam aranmaz. Şiir bilgi içermez.

İdeolojik brikimi olmayanın estetik birikimi olmaz.

Şiirin kıyısına düştü.

Sanatsal birikimi olmayanın estetik beğenisi olmaz.

Kurallar şiirden çıkar; kaç çeşit gerçek şair varsa o kadar da gerçek kural vardır.

Bir şiirde önemli olan ne söylenendir ne söyleyiştir ne anlamdır ne de musiki. Başka bir şeydir, tarif edilemez.

Şiir tarif edilebilseydi yüz türlü değil bir türlü şiir tarifi olurdu.

Gerçek şiirin, asıl sanat eserinin kendi varlığından başka bir amacı yoktur. Kendisinde başlar kendisinde biter. Bütün soyluluğu da buradan gelir. 

Estetik soyutlama, Mücadele estetiği, Estetik farklılaşma

İdeolojiye hizmet etmeyen sanat, sanat değildir.

Şiir dili bir üst dildir. Şiir dili yapay bir dildir.

Şiir dikey doğruların Tanrısıdır.

Şairin en büyük yükü üstünde bir buyruğu taşımasıdır.

Şair, şiirinde kendisi olmalıdır.

Şiir, sözcüğün kavramla buluşması sürecinde oluşur.

Şiir diyalektik bir dildir.

Şiir geldi sözcüğe dayandı veya Şiir geldi dayandı kelimeye…

Folklor şiire düşman…

Sanat, sanat içindir veya sanat, toplum içindir.

Şair, dünyayı sözcüklerle gören insandır.

Şiirin konusu yoktur, hayatı vardır.

Şiir de kendisinin ne olduğunu bilmez.

Şiir yazmak sözcükleri savurma sanatıdır.

Şiirin estetiği bir matematiktir.

Şiirler, şairlere kendilerini yazdırtırlar.

Şiir imgelerin soyutta birleşmesidir.

Şiir aykırılıkların imgelenmiş halidir.

Şiir politik/apolitik olmalıdır. Şiir iktidar karşıtlığıdır.

Şiir asidir! Şiir her şeye muhaliftir! Şiir isyandır, başkaldırıdır!

Şiir ne söylemediğindir.

Şiir sözcüklerin arasındaki boşluklardadır.

Şiir, kendinden başka bir şey olmadan başka hiçbir şey olamaz.

(…)

Yaşar Özmen



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder