YAYINCIDAN (EVRİMSEL SANAT YAKLAŞIMI)
Kabul edilmelidir ki sanat dönemleri ve
...izm’li sanat akımları, deneyimsel bilgi zenginliği, görme ve sezi yetisi ile
sanatsal gelişmelere evrimsel bir devinim kazandırmışlardır. Sanatçı bu
akımların ürettiği bilgiye dayanarak görme ve sezi yetisini güçlendirmiş,
beklenenden daha hızlı gelişen bir sanat evrenine girmiştir. Artık çağımızda
parça bölük bilgilerle tanımlanması olası olmayan, çok boyutlu ve açık uçlu,
aklın sınırlarını reddeden bir sanat yaklaşımını kucağımıza bırakmıştır.
Bugünün sanatı ve sanat anlayışını, ancak ve ancak “evrimsel sanat” gibi
küresel ve evrensel değerler dizgesini içeren yaklaşımlarla anlaşılır duruma
dönüştürebiliriz.
Artık aklın yolu bir değildir; aklın
yolu birden çoktur. Doğrunun doğruluk değeri açık uçludur. Görecelilik,
belirsizlik, rastlantısallık ve öznelerarasılık gibi kavramlar, bilime ve
kültüre bakış biçimini değiştirmiştir. Yıllardan beri doğru kabul edilen ama
bugünün bilgisiyle yanlışlanabilen kuramlar ve fizik yasaları bunun en açık
delilidir. Biz biliyoruz ki henüz bizim gerisinde olduğumuz, düşünce gücümüzün
dışında kalan bir mantık ve düşün dünyası (nesnel ve gerçeküstü) vardır; biz
bunları günümüzde ne işleyebilecek ne de anlayabilecek bilgiye sahibiz. Bilinç
ve zekânın bunları tanımlayabilecek seviyeye ulaşmasını, yani evrim sürecini
beklemek durumundayız. İşte “evrimsel sanat” dediğim yaklaşım bu soru ve
sorunlara şimdilik yanıt oluşturabilecek bir değerler dizisi olarak
durmaktadır.
Günümüz insanının sınırsız yaratıcılığı,
bilimsel verilere dayalı beyninin çalışma gizilgücü, çalışma ve iş görme
yeteneğinin sınırsızlığı, sanatı çok daha farklı boyuta, gelecekte ön
göremeyeceğimiz bir biçim ve düzeye çekeceğinin habercisidir. Dijital ve
bilgisayar teknolojisinin olanakları, yapay zekâ, sanal dünya tasarımı, ses ve
görüntü teknikleri gibi çağın kazanımları, sanatı artık benzer biçim ve
biçemlerden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle, bugün el birliği ile benimsenen
“çağdaş sanat” tanımının, sanattaki bu hızlı dönüşümü ve gelişimi, daha doğrusu
evirilişi; karşılamakta yetersiz kalacağı kesindir.
Sanattaki baş döndürücü gelişmeler;
aklın gelişimi, bilimin evrilişi ve teknolojinin büyümesi ile eşgüdümlüdür. Sanatın
üç boyutta genişlemesi; bilgi ve yayımın yüksek devinime sahip olması; sanatsal
bilgi, teknoloji ve bilimsel olgularla açık uçlu bir evrenin tasarlanması;
sanatsal süreci yeni bir tanıma zorlamaktadır. Sanatta gözlenen bu sonuçlara
göre, tüm sanatın edimlerini, dönüşümünü, gelişimini anlatan sanatsal kavram ya
da yeni bir tanım getirmekte yarar olduğunu değerlendiriyorum. Böyle bir
devinim, değişim, dönüşüm ve gelişimi karşılayabilecek, onu açıklayabilecek,
açık uçlu olmakla birlikte; her şeye yanıt verebilme olanağına sahip olacak
tanım, ancak ve ancak “Evrimsel Sanat Yaklaşımı” olabilir.
Klasik, modern ya da çağdaş gibi
kavramlar geçmişe göre bulunduğumuz zamanın devinimini anlatırlar; oysa
evrimsel kavramı, bugünden öncesini, bugünü ve bugünden sonrasının
sonsuzluğunu, olay ve olguların var olan doğal ve yapay devinimle koşutluğunu
anlatır. Evrim sözcüğü, sadece canlılardaki fizyolojik değişim ve koşullara
uyumunu anlatmaz; aynı zamanda bilincin; değişim, gelişim, dönüşüm gibi
eylemlerini anlatır. Bu düşünceden yola çıkarak: Evrimsel sanat yaklaşımı, her
sanatsal edim çoğulluğuna, bilim, teknoloji, yer ve zaman boyutu ile bunları
başka bir açıdan görme gibi her tür sanatsal gelişime ve yaklaşıma yanıt
verebilme olanağına sahiptir. Bir anlamda evrimsel sanat yaklaşımının;
sanatta limitin olmadığını, düşün ve zihinsel etkinlik ile bilincin
sonsuzluğunu ve sınırsızlığını anlatan bir bütünlük olduğunu düşünüyorum.
Şimdi asıl soruyu soralım: Sanat, çağdaş
sanatın da ilerisine evrildiyse biz bunun neresindeyiz? Yirminci yüzyılın dikte
ettiği formlarla durağanlaşmış ve modern sanatı bile anlamamış yazın
temsilcileri, doğruyu söylemek gerekiyorsa bugün baş köşelerde oturtuluyor.
Sanatla değil; birbiriyle uğraşıyor, üretilmiş bilgiyi yineliyor; farklı bir
şey söyleyenleri de anlamamak için direniyor. Bir kısmı da “Böyle sanatın
içine…” mantığıyla lanet okuyarak geziniyor. İnsan ne kadar bilinçliyse, sanat
da o kadar çağdaştır. İnsan ne kadar aklını kullanıyorsa, sanat da o kadar
evrimseldir. İnsan ne kadar insansa, yaşam da o kadar yaşanasıdır… Tersinden
diyelim; sanatın çapı, insanın aklı ve sevgisi kadardır. Kısacası sanatçının
okuduğu dünya, tartışması, eleştirisi, yapıtı, yorumu ve birbirine karşı tavrı;
toplam niteliği kadardır…
Mutlu
ve esenlikli günlerde okumak, okunmak dileğiyle…
Vildan Çalışkan
RÜYA
İlk kez görmüş gibiydim
aynada yüzümü
gülüyor muydum
yoksa çorak bir toprağa
mı
yatmıştım yüzükoyun
çabaya dair ne varsa
uzun çizgilerde
provadaydı
yaşamın kendisi zaten
tek perdelik trajik bir
oyun.
Çık dışarı dolunay diye
seslendi peri kızı
oyunun orta yerinde
aynadaki yansımayı
gördüğünde yeniden
çık!..
seslendikçe saklanan
yalancı hedef
yaşamın kendisi zaten
tek perdelik trajik bir
oyun.
Ne kadar sızlasa da
sakla dedi ayna
görmesin kimse ağladığını
yanaklarında güle dönsün
gözyaşların
çünkü yaşamın kendisi
zaten
tek perdelik trajik bir
oyun.
Uçuk pembeydi aynadaki
yanakları
dönüp baktığında tüm
ışıklar kapanmıştı
gökyüzünün tavanı dört
renkti
siyah mavi gri ve beyaz
dönüşüp dururdu zaman
ve gri bulut yağmura
dayamıştı sırtını
çünkü yaşamın kendisiydi
zaten
tek perdelik trajik bir
oyun.
yağdıkça yağdı yağmur
küçücük öpücükler
kondurdu
uğur böceğinin
beneklerine
umuda dair esti yine
rüzgâr
nahifçe okşadı hüznün
yanaklarını
suspus oldu sararan
yaprak
usulca fısıldadı suyun
rengine
ne de olsa yaşamın
kendisi trajik bir oyun.
Hiçbir bahar son değildi
aslında
tüm turunculara rağmen
söz dinlemeyen rüzgârlar
da vardı aslında
ya da tüm sıcaklığıyla
güneş sözünü tutardı
yıldızlar saçlarımız
içindi dokunabilen
yağmur usulca fısıldadı
denizin kulağına
ne de olsa yaşamın
kendisi trajik bir oyun.
Bahri Loş
ÇÖL
Kimse yüreğinde güzel bir
akşam taşımıyor
Vakit hastalıklı
düşüncelere aralıyor kapısını
Çiçeklerin rengi insan
yalanında
Süngüler ucunda titriyor
yaşam.
Arzular kapısından
bakılan dünya
Sabah yüzünü gözünü
boyamış köre
Ter değil alnımızdan
damlayan kan
Saniyelere sığdırılmış
ölgün hayaller.
Çöl dilden dökülen
sözcüklerde
İçimize sokulmuş meydan
muharebeleri
Bilgiler silah kalpler
cephanelik
Arsız zaferler zengini
olmuş insan.
Altında kaldım içimde
yıkılan şehrin
Işık yaraya zehir diye
sızıyor.
Şahizer Senem Telli
BAZILARI NE SANDI
Kendisi görünmeden ıslığının sesi duyulurdu karşı köşeden. Kimisi
için bıçkın, kimisi için kabadayı, yağız delikanlı gibi birçok ismi vardı
Nezih’in. Ablası da "Koca Kafalı” derdi çocukluktan gelme alışkanlıkla ama
içinden. Ayla için “Sevgili”ydi adı…
Bu ıslığın bir şifre olduğu düşünülmezdi mahalleli tarafından.
Evdekilere bir kalk borusu görevi yapılıyor sanılırdı. Öyle
sayılabilirdi ama gerçekte penceredeki yerini alması için Ayla için işaret
verilmiştir… Sesi duyunca annesi komşudan terliklerini yarı yolda giyerek
koşturur, başının örtüsünü bağlayamadan evine varırdı. Ablası, koşarak açık
perdeleri örter, çaydanlığın altını yakardı. Bütün bu telaşe babası gelene
kadardı. Bunu bildiğinden mutlaka erken gelirdi eve. Kısa da olsa beylik
beylikti…
Annesinin verdiği bu yetkiler onun gururunu okşuyor, kubarmasına*
neden oluyordu.
“Kız koş, oğlanın terliğini getir, atıştırmalıkları hazır mı…”
gibi emirler yağmur gibi gelirdi peş peşe.
“Kızın adı yok mu anne” diye çıkışan ablasının at kuyruğunu çeker,
ta yere kadar.
“Kız, anneme karşı çıkarsan yolarım saçlarını,” diye gözdağı verir
ve uygulardı. Ondan daha büyük olup da itilip kakılmak çok onuruna dokunuyordu
Nesime’nin.
Tek kozunu kullanıp "Babama söyleyeceğim,” dediğinde eli gevşer
bırakırdı saçlarını. O zaman anne hemen devreye girer; "Gebertirim seni!” diye
tehdit ederdi kızını. Oğluyla ne kadar gurur duyuyorsa, kızına da o kadar
öfkeliydi. Kendi akranları arasında ilk çocuğu kız olan tek kadındı. Onun
mahcubiyetini kızından çıkarıyor, onu acıtmaktan garip bir haz alıyordu. Konu
her açıldığında her fırsatta bilmeyenlere duyururdu. "Allahtan iki yıl sonra
oğlum oldu da başım yerden kalktı,” der, oğlunu sevmelere doyamazdı.
Oysa babası küçük yaşta kaybettiği annesinin adını verme fırsatını
diğer beş kardeşinden önce yakaladığı için mutluydu. Bundan dolayı seviyordu
kızını. Yumuşak huyluydu, adının özelliklerini taşıyordu annesi gibi… Bu
ayrıcalık, anne sevgisizliğini dengeler gibiydi ilk zamanlar. Türkçe
Öğretmeninin isimlerin anlamları üzerine konuştuğu yedinci sınıftan sonra durum
değişti. Ne demişti? “Aileler, doğan çocuklarına ölmüş anne babalarının
isimlerini vererek onları ölümsüzleştirmek ister. Oysa bu yeni geleni yönlendirmek,
yaşamına ambargo koymaktır.”
O günden sonra hiçbir şey
eskisi gibi olmadı. Nesime, kabul görülmenin aile büyüklerinin üzerinden
olmasını içine sindiremedi. Kafasında dönen nedenli, niçinli bin bir
soru vardı. Soruları kendince yanıtladıkça içine çekiliyor, çaresizce
üzülüyordu. Birkaç kez bu konuyu babasıyla konuşmak istedi ama cesaret edemedi.
‘Ya gerçekten ben olduğum için değil de babaanneme benzediğimden seviyorsa!’
Sezgileri, duyacağı şeyden sonra mutsuz olabileceğini söylüyordu. Annesi ve
kardeşinin bunu kendi aleyhine kullanarak yaşamını imkânsız hale
getireceklerini düşünüyordu. Konuşmamaya karar verdi, ta ki üniversiteyi
bitirip ayakları üzerinde durana kadar. Evdeki yerinin sarsılmaması için
susmalıydı. Okulda başarılı, öğretmenleri ve arkadaşları arasında sevilen
birisiydi, güzeldi de; bunlara tutundu.
****
O akşam yemekten sonra babası kasabaya gelen tiyatrodan söz açtı.
“Gider miyiz” diye kızına yöneltti sorusunu. Okulda arkadaşları da söz
ediyordu, hep birlikte gitmek için program yapıyorlardı. Umutsuz olduğu için
yorum bile yapmamıştı. Babasının fikrini alması, herkesten önce kendine sorması
heyecanlandırdı. Yanıt veremedi, kekeledi.
Sessizliği annesi bozdu. “Ne işi var onun tiyatroda. Oğlanı alır
gideriz biz. Kız kısmının ne işi olur?” diye söylendi.
Babası, “Benim gittiğim her yere kızım da gidebilir. Biletleri
aldım bile, dört kişilik,” diye kestirip attı. ‘Doğru mu duyuyorum, babam ne
dedi? Kızım' dedi…’Kalbi hızlandı hızlandı sonra yumuşadı
babasına karşı.
“Yok, derslerinden geri kalmasın diye söylediydim,” diye duyulur
duyulmaz bir yanıt verdi annesi.
Karısının söylediklerini duymazdan geldi, oğluna dönüp; “Sen ister
misin tiyatroya gelmeyi,” diye sorunca; "Yok” dedi Nezih.
Nesime atılarak, "O zaman onun yerine Ayla gelebilir mi bizimle,”
diye sordu.
Babası severdi komşu kızını. “Olur” dedi.
Nezih, teklifi reddettiği için bin pişman olmuş, oflayıp
pufluyordu. Babasının görmez tarafından kaş göz işaretleriyle tehdit ediyordu
ablasını ki babasına yakalandı. “Ne o kararından pişman mısın” diye sordu
oğluna.
‘Şimdi kıyamet kopacak’ diye korktu, kalbi tekrar çırpınmaya
başladı Nesime’nin…
“Ablam gelmesin onun yerine ben gideyim” dedi Nezih bir çırpıda.
Babası, şaşkınlıkla bakıyordu yüzüne, “Neden?” der gibi…
Nesime, “O zaman Ayla’yı bırakmazlar ki,” demiş bulundu. Annesi ve
kardeşi dudaklarını kemirerek bakışlarıyla dövdüler onu adeta…
Babanın yüzü düştü, sigara paketini alıp çıktı. İçeride olacakları
da kaçırmak istemiyordu anlaşılan, karanlık bir köşesine çekildi balkonun.
Perdenin arasından görebiliyordu odayı. Ana- oğul iki taraftan kıza hararetle
bir şeyler söylüyor, bağırıyorlardı. Kötü konuştukları besbelliydi. Onların
arasında büzülüp küçüldüğünü gördü kızının. İçi cız etti, gözleri doldu, bir
sigara daha yaktı. “Siz, beni ne sandınız ana-oğul! Nesime’ye eziyet ederken
benim susacağımı mı? Böyle sürerse onu da alıp giderim. Kız, kendi evinde özür
diler gibi yaşıyor!” diye içten içe konuştukça üzüntüsü yüreğine çöreklenip
oturdu…
Nesime’nin, omuzları düşmüş, gözlerinin feri gitmişti. Ayaklarını
sürüyerek çay servisi için mutfağa yöneldi. O da o sırada odaya girdi. Yüzü
düşük, bakışları sert, rengi sarıydı.
Koltuğuna iyice yerleşti, sırtını dikleştirdi ve davudi sesiyle;
“Hanım!” diye dikkatleri üzerine çekti önce. Öyle ki mutfaktan Nesime bile
duydu bu seslenişi. “Size söyleyeceklerim var!” dedi. Karısı telaşlanmıştı,
oğlunun olmaz bir işini mi duydu, diye. “Bugün beni gururlandıran bir mektup
aldım,” diye sürdürdü konuşmasını. Karısı, anlamaz bakışlarını kocasına
çevirdi. “Millî Eğitim Bakanlığı’ndan” dedi, başını mutfaktan yana çevirerek.
“Nesime, yazdığı bir kompozisyonla Türkiye birincisi olmuş. Okul Müdürü lokalde
verdi. Herkes kutladı beni ve kızımı, alkışladı…” dedi. Bunu duyunca Nesime
koşarcasına geldi salona. Babasının gözlerinin içi gülüyordu, sarıldı ona.
Nesime’nin kalbi yerinden çıkacak gibiydi, babasının sevgisini ilk defa
duyumsadı. Ona, "Seninle gurur duyuyorum kızım!” dedi.
10 Mart 2024, Urla
*Kubarmak: Böbürlenmek
Zaur Ustac (Azerbaycan)
DOLANDIM
Adım
adım dolandım güzel Vatanı
Her
dağda, tepede izim var benim...
Hâlâ varmadığım ulu dağların
Kartal
zirvesinde gözüm var benim...
Gezdim
usanmadan düzleri, dağı
Seyrettim
en yüksek çayırı, bağı
Asla
kınamadım zamanı, çağı
Çok
pınar başında gölgem var benim...
Gezdim,
bu toprağı, ben karış-karış
En
küçük taşa da misafir oldum...
Her
çimin, çiçeğin halini sordum
Gönlümde
biriken sözüm var benim...
Uğur Olgar
KUYU
Yarınları çıkardım
kovayla: Kuyudan
dünler mel mel bakıyordu:
Kanları çekilmiş
ıslak saçlarıyla ayın
üstünde oturuyordu: Bugünler
İstanbul’da yağmur
yağıyordu: Boşalan denizlere
doluşuyordu vapurları
yeniden yüzdürme beklentileri
aynalara hohlamaya
korkuyordum: Buğum yaşlıydı
ellerim kırışmıştı
hayattan kalanları: İsyânkar ayaklarımla
ezdiğim şehirlerin arka
sokakları: Zurâfa sokağı mesela
bana hündür boylu bir
savana canlısını anıştırıyordu
mesela uzanıp
alabiliyordum en yüksek daldaki kelimeyi
altın dişli ağızlardan
çıkan ilk kahkahalı kelimeyi
kırmızı onluk
sıkıştırılırken bilezikle bilek arasına
Yalnızlığın altı rengini
yaşadım durdum: Biri kaldı
içimde ukde: Bir ukulele
bile çalamadım: Hırsızlar
hep kurşuna dizdi beni:
Boş kovanlar biriktirdim
silahlar geri tepti:
Barut fıçısı gibiydi g-3’ler
yalanım yok: Askerlik
günlerime götürdüler beni
rakısına iddiaya girdiğim
nişancılık günlerimin anıları
yüzbaşı hep kaybederdi,
ben hep sırılsıklam sarhoş
Siyah: yedinci renkmiş
öyle diyorlar: Görmedim henüz
göz kapakların
lehimlensin de: Yalnızlık ne ki
sen o zaman gör Anya’yı,
Konya’yı diyorlar.
Huni: Deliler çarşısında
aradığım en gerekli malzeme
engerek yılanından
zehrini istesem verir mi acaba?
ya da kuyruğuna bassam,
kızdırsam: Kedim yanımda olmasa
zehir yeter mi acaba
bütün kötü insanlara: Arasam mı?
baldıran otlarını
Sokrates’in yaşadığı yerlerde: Bulsam mı?
Sur diplerini kendime
mesken tutsam mı? Örtsem üstümü
Gökyüzü parçasıyla,
altıma yeryüzü parçası sersem mi?
Para atsam kuyuya kaç
akıllı çıkarabilir acaba? Amma
Hiç atar mıyım paramı
kuyuya: Ben akıllıyım…
Murat Halıcı
MÖSYÖ ZAMAN
Tanıyorum sizi Mösyö zaman
Kırk haramilerin başısısınız
Terk edilenleri törpüleyen eğe
Bazı göz bebeklerinde
Ölüm telaşısınız
Aşk, ölüm ve güven
Diğer elebaşları haramilerden
Tanıyorum sizi Mösyö zaman
Tanrının sadık uşağısınız
Ona çalışırsınız an an
Bazen indirseniz de giyotini
Bazen şefkatli bir anne eli
Fısıltılarınız.
Masum bir defterdarsanız
Neden her taşın altından siz çıkarsınız?
Tanıyorum sizi Mösyö zaman
Pek bir acemi ressamsınız
Silerken durmadan boyadığınız yerleri
Nasıl bulmalıyım tablodaki yerimi?
Hem bilmiyorum ki
Boya mıyım tuval mi?
Herkes gibi dileğim
Baştan başlamanız
Yaşar Özmen
İMGELEM-İMGE-İMGELEM
“İmgelem-İmge-İmgelem”
dediğimizde, bu üç ardışık sözcükle ne anlatıyor olabiliriz? Sanat eserinin
doğuşundan insanla eserin gelecekteki ilişkisine kadar bütün sanat sürecini
açıklayabilir mi bu üç sözcük? Açıklayabileceğini düşünüyorum. Nasıl? İmgelem-imge-imgelem
süreci; şiir, resim, müzik gibi tüm sanat eserlerinin doğuma hazırlık
safhasından doğumuna, imge ve iletilerini kurmaktan okurda yeniden bir imgelem
dünyası yaratmasına kadar izlenen zorlu bir yoldur. Daha anlaşılır biçimde
söylersek, şairin düş ve imgelem gücü zenginliği, şiirdeki imge ve iletiler
bütününü kurar; şiirdeki imge ve iletiler bütünü de okurla karşı karşıya
geldiğinde okur imgelem dünyasını oluşturur. Eserin imgelem yaratma gücü etkin
olduğu sürece de eser varoluşunu korur. Bir eserin yaratılışından okurda etki
yaratmasına kadar geçen süreç, imgelem-imge-imgelem süreci değil midir? Önce
burada kullandığımız ve bizim yazınımızda pek ele alınmayan imgelem terimini
biraz olsun anlaşılır kılalım.
İmgelem;
sanata ilişkin toplam bilgi birikimimiz, belleğimiz ve bilincimizin zihinsel ve
duygusal olarak ortaya koyduğu tüm tasarılar, ilişkiler, düşler, sezişler,
anlamsal görünüş ve görüntülerdir. Ancak burada düş ile imgelem arasında küçük bir
fark vardır: Düş, zihnimizin toplam etkinliğidir; imgelemse, üretilmiş tüm sanat
etkinliklerinden elde edilen zihnimizde tanımlanmış tasarımlardır. Bilgilerin yoğurularak
anlamın derinliklerinde gezinilmesidir; düşlemin daha geniş alanıdır. Düş ve
düşünme gücünün zihinde ortaya çıkardığı örüntüler evreni olarak da
tanımlayabiliriz. Buradan şunu anlamalıyız. Sanatçının imgelem zenginliği,
çeşitliliği, yaratıcılığı ve gücü; evren, yaşam ve insan ile aralarındaki
ilişkiyi görme, duyma, sezme ve anlamlandırma yetisine bağlıdır.
İmgelem,
sanatçının/şairin donanımı, sanatsal tasarılara yatkınlığıyla ilgilidir. Başka
bir söylemle imgelemin kaynağı, sanatçının duyusal ve düşünsel dünyasında
kullanılabilir duruma dönüştürdüğü sanata ilişkin tüm kültür varlıkları ve
bilgi varlıklarıdır. Kullanılabilir bilgiden kastım, içselleştirilmiş ve
anlamsal bütünlüğü zihinde hiyerarşik olarak tasarımlanmış bilgidir. Bir
anlamda okunabilir, anlamlandırılabilir, görüntülenebilir bilgi toplamıdır.
Şairin sezme, görme, duyma ve yaratma yetisi; yaşamsal deneyimleri, bilgi
birikimi, evreni ve ilişkileri okuma biçimi ile doğru orantılıdır. Sahip olduğu
bilgi kaynağı ne kadar güçlü ve tasarımlanabilir ise imgelemin gücü de o oranda
fazladır, sıra dışıdır, yaratıcıdır. Bu yeteneğin niteliği; şairin fen, sosyal,
insan bilimleri ilkelerine hâkimiyeti ve yaşamsal deneyimleri ile koşuttur.
Kısaca
söylemek gerekirse sanatı ve şiiri, sanatçının imgelem gücü ve zenginliği
yaratır; onun imgelem gücü ve zenginliği, duyusal ve düşünsel sürecin bilgi
bütünlüğü ile olasıdır. Yani imgelemi doğuran kaynak, duyusal, duygusal, sosyal
ve bilimsel işlenebilir sanatsal bilgidir. Bilgi olmadan, bilinç yerli yerine
oturmadan, sezme ve güçlü görme olasılığı hemen hemen yoktur; düşlem sınırları
zayıftır; bununla birlikte sanatta yaratıcılık ve sıra dışılık olası
değildir.
Buraya kadar
olan bölümcelerde imgelemi açmaya çalıştım. Şimdi imgelemin doğurduğu imge
kavramını biraz olsun açalım.
İmgelemi dil
aracılığıyla anlama ve görüntüye taşımak, diğer bir söyleyişle imge kurmak daha
belirgin bir süreçtir. Bu süreç; dil, hareket, ışık, renk, şekil gibi sanatın
asıl diline aktarılma aşaması ve anlamsal yoğunluğun ortaya konmasıdır. Artık
şair zihninde tasarladığı anlamsal görüntüleri, sanat dili ile nesnel duruma
dönüştürmektedir. Şair, imgelemiyle bir anlam alanına, görüntüye ve bunlarla
bütünlüklü bir imge sistemine ulaşacaktır. Kafasında tasarladığı anlam ve
imgeyi dil ile nesnel duruma getirmek, şiir yazmanın dilsel, yazınsal ve teknik
boyutudur. Bu boyut üzerinde durmayacağım; çünkü bizim yazınımızda üzerinde
durulan, sürekli dile getirilen, yazılan, çizilen boyuttur. Buna karşın konuyu
açıklayabilmek için imgenin ne olduğu konusunda ayrıntılı bilgi vermek gerekir
diye düşünüyorum. Şöyle ki:
Şiirde imge;
ses, anlatım, anlam ve çağrışımın toplam sonucudur. Okur birikimiyle
görünürlük, anlaşılırlık kazanır. Özellikle şiir gibi örtük ve anlam bağlamı
geniş dil kullanan sanatlarda çok anlamlılık, çağrışımda rastlantısallık
dolayısıyla anlamda rastlantısallık mutlaktır. Rastlantısallık terimini
kullanmak zorunda kaldım; Gerçeküstücülükte dile getirilen rastlantısallık
terimi ile karıştırılmaması için konuyu hemen açıklamalıyım: Okurun; algı, anlama, bellek, bilgi
birikimi, düşünme biçimi ve yaşamsal değerlerine göre şiirden ulaşacağı anlam
ile zamanla bilgi gelişimine bağımlı olarak şiirin uğrayacağı anlamsal
genişlemeye “rastlantısal anlam” diyorum.
İmge sadece
iki uzak söz tamlamasıyla (bağdaştırma) değil; sözcük, söz kaynaşması, deyim,
dize, mısra, kıta, bölümce veya şiir bütünlüğünden doğurulabilen sonuçlardır.
İmge;
hareket, biçim, renk veya sözle görünüşe taşınan değerlerdir ve aynı zamanda
yeni imgelem alanları yaratma gücüne sahiptir. Örneğin, //Usun tekbirle
kelepçeye vurulduğu yerde // dizesinde tekbirle kelepçe, İslam kültürünün yoğun
olduğu ülkelerin geri kalmışlığını, vahşetini, pozitif bilimleri göz ardı
etmesini düşünebiliriz. Bu dizede dikkatli bir imgelem çözümlemesine gidersek,
tek başına “kelepçe” sözcüğü bile imge ve arkasından bir imgelem süreci doğurma
gizilgücüne sahip olduğunu görürüz. (Örneğin, durun ve “kelepçe” sözcüğünün
zihninizde nereleri kurcaladığını bir düşünün.)
Ayrıca şiirin
temel ögesi olan şiirsel ezginin, imgesel bir değeri ve imgelemi yöneltme gücü
vardır; ayrıntılı ve teknik bir konu olduğu için şiirsel ezgi konusuna burada
girmiyorum.
İmgelem-imge
sürecini ele aldıktan sonra, üçüncü sırada olan ‘imgelem’den söz edelim. Sanat
eserinin izleyicisi ile ilişkisinin nasılını açıklayan bir basamaktır bu.
Örneğin, okurun şiirden anladığı ve şiirden ulaştığı toplam sonuca okur
imgelemi diyebiliriz.
Şairin
imgelem gücüyle bir anlam bütünlüğüne ulaşılmış, anlam imgeye dönüştürülmüş ve
şiir yazılmıştır. Eser veya şiir okur ile karşı karşıya gelmiştir. Şiir anlam,
anlatım, ses ve çağrışım gibi kendine özgü dil varlığıyla okurla bir başınadır
artık. Şiirdeki anlam, anlatım ve ses gibi özellikler, çağrışım-coşum ve
estetik değer etkisiyle okurda anlam, görüntü ve duygu durumunu oluşturmaya
hazırdır.
Çağdaş sanat
anlayışı eseri açık, organik ve hareketli bir bütün olarak ele alır. Bu
kavrayış sonucu; sanatçı, eser ve bunların içinde en önemlisi sanat alıcısının
(izleyici) etkin bir konuma yükseldiğini görürüz. Daha açık söylersek bir sanat
eseri izleyicinin zihinsel gücü oranında kavranır. Şairin imgelem kaynaklarının
genişliği ve şiirin imge uzamı, okurun bilgi birikimi ve anlamlandırma
yetisiyle doğru orantılı olarak değer kazanır. İnsanda estetik beğeni dediğimiz
duygu durumu bu aşamadan sonra oluşur.
Sanat
eserinin duyusal ve gerçek varlık alanları, izleyicinin evren algısı ve bilgi
birikimine göre yeni anlam evrenine açılır. Bununla birlikte şiirin anlam ve
çağrışımı ister istemez insan zihninde yeni imgelem ve görüntülere evrilir.
Şiir, dil varlıklarını gerçek, soyut ve gerçeküstü bağlamda sıra dışı kullanan
ve çokanlamlılığa yönelten bir sanat dalıdır. Okur da bu anlam çeşitliliğinden
çok farklı anlam ve görüntü üretebilir. Yani okurun geçmişten gelen temel
verilerine, bilgi düzeyine, görme, işitme ve duyma gelişmişliğine bağlı olarak
çok çeşitli imge ve anlam gurubuna ulaşabilir. İşte ulaşılan bu imge, anlam ve
görüntüler; okurun bellek ve bilgi birikimine bağlı olarak yeni bir imgelem
süreci başlatır. Yani şiir, okuru yeni dünyaya alıp savurur ki bu savruluş
çağrışımsallık taşır, rastlantısallık taşır. Okurun kurduğu imgelem, şiirin
iletileriyle her zaman örtüşmek zorunda değildir.
Şair,
şiirdeki ileti, imge ve anlam açılımını doğal olarak kendi tekniği ile
yönlendirir. Ancak; okur şiirle iletişime girdiğinde şiiri anlamlandırması
sınır ve kural tanımaz. Anlamlandırma; okura, zamana ve yere bağlı olarak daha
öteye yönelebilir, kapsamı daha geniş olabilir veya zamana bağımlı olarak tam
tersi bir değişime uğrayabilir. Diğer dil sanatlarında sözcük veya tamlamalar
çoğunlukla belirli bir şeyi göstermek ve anlatmak için kullanılır; şiirde ise
sözcük ve tamlamalar, çoğunlukla gerçek anlamın dışında duygulandırma,
sezdirme, farklı görüntüleri çağrıştırma veya daha derin anlamlandırmaya
yöneltir. Şair, okuru istediği anlam tabakasına taşırken aynı zamanda okurun
imgelem dünyasını uyandırmak ister. Yani şiirdeki sözler gerçekte söyledikleri
şeyin ötesine uzanır, okurun belleği ve bilinci anlamın daha öteye uzanmasına
ya da dönüşüme uğramasına katkı sağlar.
Özet olarak,
imgelemden imgeye, imgeden imgeleme dönüşümlü bir zihinsel akış süreci vardır
ve bu süreç okurda rastlantısal anlam ve çağrışımsal imgelem alanlarını
doğurmaya açıktır.
İmge, şair
tarafından şiirindeki söz ve duygu değerleri ile oluşturulur; ancak okurun
bilgi birikimi, yaşamsal değerleri, belleği ve zamansal dönüşümler nedeniyle
imgelerin uzamları ve yönelimi ile okur imgelem sınırı kontrolsüzdür. Okurun
sezgi yetisi, bilgi birikimi, yaşamsal deneyimi, dünyayı okuma biçimi ve
anlamlandırması ile koşuttur. Bu da çağdaş sanat anlayışının en temel
yaklaşımıdır.
İmgelem-imge-imgelem;
sırasıyla bir eserin doğuşundan varoluşuna, gelecekte alacağı anlamsal ve
estetik değere kadar toplam süreci ifade eden bir tanımlamadır. İşte bizler
sanatçıya, esere ve eserin ilgili olduğu okura döndüğümüzde ulaşacağımız
görüntü budur. Eğer sanat çözümleme ya da eleştiri gibi işlere soyunacaksak bu
süreci temel almalıyız. Süreç; sanatçının imgelem kaynaklarından
okurun/alıcının imgelem yetisine, bilginin zamanda gelişiminden yaşam
koşullarının dönüşümüne kadar çok geniş bir alanı kapsamaktadır. Şiirde ve
sanatta hedef, okurun imgelem dünyasıdır; onun estetik yargısı için açık ve
kapalı deliller sunmaktır. Öne süreceğimiz delillerin altı dolu olmak
zorundadır. Anlatımı sıra dışı olmalıdır, felsefi bağlamı güçlü olmalıdır,
özellikle sevgi ve türevlerini barındırmalıdır.
21 Ocak 2019,
Narlıdere
Sophia Jamali Soufi (İran)
SÜRGÜN
Pencereler her zaman karanlığa açıktır
Nefeslerini sayıyorsun
On yıl
Yirmi yıl
Birkaç bölüm daha
Bitime kaç ay kaldı?
Görüyorsun, yalnız acılara sürgün ediliyorsun
Bireysel acılara
Gülüşüne aynalar bile gülmez
Rüzgarlar bile saçlarını dağıtmaktan korkmuyor
Bilmiyorsun
Ya korkmalısın ya da umutlu olmalısın
Pencereler her zaman karanlığa açıktır…
Muhammet Baran Aslan
ÖYLE BÖYLE ŞEYLER İŞTE
Seni görmekler konar zihnimin
pencerelerine.
Sana yağmaklar düşer payına
gözyaşlarımın.
Maniler dizdim mazinin telgraflarına
senden habersiz.
Yerden yüksek, körebe, saklambaç
oynayan çocuklar arasında
Ve ıraklarda aradım ıtırından yontulmuş
oyuncakları.
Elimde bir fincan kocakarı çayı,
şifaymış, belli…
Tenimin boşluklarını dolduruyor gibi
bir şeyler
Ahlar, vahlar; çekip gitme istekleri ve
daha nicesi…
Baktım olmuyor, aldım elime kalemi,
yazdım bir mektup ve dedim ki:
Hemdaşımsın, sırdaşımsın, canımsın.
Güneşimsin, yıldızımsın, ayımsın…
Görmeyeli daha bir uzamış sanki
minareleri çarşıdaki caminin.
Sokaklar hercümerç, sokaklar cam
kırıkları…
Hiç mi temizlemiyorlar yahu şu
kaldırımları!
Esnaf lokantasının kokuları ve korna
sesleriyle doldurup kendimi
Tutuyorum ele ele yürüdüğümüz evin
yolunu.
Konu konuyu açıyor yolda, tutturuyorum
bir yalnızlık sohbeti.
Baya kafa dengi adamın be, iyi
anlaşıyoruz kendimle.
Elim paltomun cebinde, avcumda
ufalanmış kuru bir çiçek.
Renk renk lambaların altından ve yavru
kuşların sesinden geçip
Varıyorum eve, parmaklarım deli deli.
Baktım olmuyor, mırıldandım bir türkü
ve dedim ki:
Sen sensizlik deryasında kıyımsın.
Güneşimsin, yıldızımsın, ayımsın…
İçimde hiçliğe koşan teker izleri.
Gizliyorum anamdan kalma nakışları.
Süt renkli, tozlu bir kitaba uzanıyor
elim.
Şiir okumalıyım ve yenmeliyim seni,
belli…
Ne çabuk gelmiş hafta sonu ama neyse
Şimdi oturup enikonu bunu mu tartışayım
“ben”imle.
G/ezerek aşındırmaya çalışıyorum
zamanın bastonunu ya
Bakma!
Ama ben baktım olmuyor, koydum teybe
bir kaset ve dedi ki:
Ey dilruba sen mısram ve sazımsın.
Güneşimsin, yıldızımsın, ayımsın…
Uyuyup uyanmalar ve gümüş rengi
gözlüğüm…
Sanki evvelden beri ne sağ ne ölüyüm.
Kapının altından itilmiş fişler ve
faturalar.
Aman ha devir fahiş işler devri.
Ne zaman yağacak acaba karlar?
Nasıl ısınacağım bir nebze olsun,
sarılmalık sen olmadan?
Başım kel de fikirlerim hep böyle işte;
kördüğüm!
Canıma yetti şu sızlanışlar
Ben rahat rahat iki lokma ekmek
yiyemeyecek miyim?
Ben mi yıkayacağım ölsem dahi ölümü!..
Gittin ya farkında değilsindir şimdi.
Sen bağrımda eskisinden de güzel
Ben bu yolda eskisinden de hüzünlü…
Baktım olacak gibi değil, okudum
bildiğim tüm duaları
Ve en son sinip de köşeme dedim ki;
Belli ki hem cinnet hem dermanımsın.
Güneşimsin, yıldızımsın, ayımsın…
Fazilet Özkan Por
AMERİKA’YA YOLCULUK
Bir yolculuğun sabahındaydılar yine!..
Çocuklarına, canlarına kavuşmak için çıktıkları sayısız
yolculuklardan biri başlıyordu erkenden.
Gün ağarmadan. Kent uyanmadan... Düştüler yola, özlediklerine
doğru.
Mevsimlerden kış. Günlerden bir gün!..
Siyah balıkçı yaka kazağın üstüne giymişti sevdiği deri ceketini;
sabahın ayazında üşümekten çekinik. Kahverengi ceketine uyduruverdiği, taba, siyah, bej, sarı renkli
geometrik desenli ipek fuları yakışmış mıydı? O telaşla bile kapının yanındaki
boy aynasına bakmadan edemedi. Giydiklerini son kez ivedilikle gözden geçirdi.
Oğulları şık görmeliydi, “Her halinle güzelsin” dedikleri annelerini. Bilmez
miydi? Bilirdi tüm annelerin dünya güzeli olduğunu. Sevinirdi yine de
sözlerine. Görünüşünden hoşnut; ‘beğenmesem değiştirebilecek miydim ki?’ dedi;
gülümseyerek çıkışa doğru yürürken.
Apartman kapısından çıkar çıkmaz yüze çarpan hava yağmur kokulu.
Yerler hafif nemli. Aralık ayını yadsıyan, var yok arası incecik bir serinlik
sarmalıyor tenini; ürperiyor. Baharın başı mı yoksa sonu mu belirsiz? Eskilerin
kışında bir mevsimdeydiler ama değil. Hiç değil! Duygular misali yaşanıyor mevsimler de. Yazı
kışı baharı iç içe!..
Kitap dolu el çantasının
ağırlığından ateş bastı taksiye doğru yürürken. Çocuklar söylenecekti yine:
“Anne, kolların uzayacak bir gün bu kitapları taşımaktan. Neden E-kitap
okumuyorsun ki?” Takside bekleyen eşinin yanına, arka koltuğa attı kendini ter
içinde.
Yıllardır aynı transfer şirketi ile gider gelirlerdi. Sürücüsü
bile değişmezdi çoğu kez. Apartmanın kapısında görür görmez arabanın kapısını
açar, güler yüzüyle; “Günaydın” diyerek karşılardı Hakan. Yol boyu da sohbet
ederlerdi.
Bu kez gelen, Hakan’a da
diğerlerine de benzemiyordu. Yarım ağız bir: “Günaydın!” dedi. Ardından
“Bavullarınız da çokmuş!” diye ekledi.
Taşıyabilecekleri yük sınırını aşmayan üç bavul otomobil için çok
görünmüştü gözüne. Oysa kolayca yerleştirildi bagaja. Yola çıktılar;
karanlıkta.
Yarım saatten uzun süren yol boyu, hiç konuşmadan geldiler
havaalanına gün ağarırken.
***
Baş döndüren bir hareketlilik yaşanıyordu bugün havaalanında.
Yolcular mı, yolcu uğurlamaya gelenler mi olduğunu bilemedikleri bir başka
ivecen kalabalık vardı?..
Biletleme, bagaj teslimi, binilecek uçağın kapılarına geçebilmenin
telaşıyla gidip gelen yolcular arasına karışıverdi onlar da. Ardı sıra
sürükledikleri bavullarıyla, kadın erkek, yaşlı genç koşuşturan yolcu
kalabalığının hızına uyuverdiler.
İlk işleri, biniş kartı alıp bavulları teslim etmekti.
Check-in yaptırmış, koltuklarını belirlemişlerdi bir gün önceden.
Biniş kartı almak, bavullarını teslim etmek için girdiler sıraya.
Önceki uçuşlarda açık olanlar yetersiz kalıp kuyruklar uzayınca
yeni kontuarlar açılıyordu. Sabahın mahmurluğu yüzünden okunan özel giyimli
görevliler oturuyordu boş duran kontuarlara.
Gri etek, kırmızı ceket giymişler, başlarında da kırmızı şapkaları
vardı görevli kadınların. Kimileri de görev kıyafeti olan şapkasının altında
türbanlıydı.
Üniformalara uydurulmuş türbanları görünce dayanamadı:
“Yaşadığımız çağın tüm olanaklarından yararlanırken; ‘dinimin gereği’ diyerek
yüzlerce yılın gerisinde giyinmek de ne demek oluyor? Evinde, çarşı pazarda
kendi halinde bir örtünme değil ki burada gördüğümüz. Sosyal yaşamda, çalışma
ortamında örtünme!.. İş yaşamının gerektirdiği kıyafet zorunluluğunu, koşulları
zorlayarak üstelik. Anlaşılır gibi değil? Kimi din adamlarının bile “dinimizde
yeri yoktur, örtünme bir gelenektir tartışması yaparlarken… Türkiye’nin dünyaya
açılan en önemli pencerelerinden biri olan havaalanlarında... Atatürk’ün çağdaş
Türkiye’sinde… Bir yandan ‘Avrupalıyız!’ derken, öte yandan dinsel simge ile
toplumdan ayrışmak!.. İnanç için mi çıkar için mi? Hangi nedenle olursa olsun
kabullenemiyorum. Alışamıyorum. Hele de küçücük kız çocuklarının örtünmeye
zorlanmalarını!” Biraz da sesini yükselterek, eşine söylenip duruyordu;
sıradakilere de duyurarak!.. Söylenirken geldi sıraları.
Check-in işlemlerini yapacak genç kız da türbanlıydı. Önceden
koltuk seçimi yaptıklarını belirttiler; pasaportlarını uzatırken. İşlemlerini
yaptı, biniş kartlarını verip, bagajlarını teslim aldı asık suratıyla.
Eveeeet! Biniş kartları hazır, bavulları da teslim edildi. El
bagajı dışında yükleri kalmamıştı. Bavulun birisinde kilo eksiği olunca el
çantasındaki kitapların çoğunu ona yerleştirdiler. Elindeki yükü azaltmak iyi
olmuştu. Çantası hafifleyince rahatladı!.. Artık iç hatlara geçip uçağın kalkış
yapacağı kapıda, uçuşa dek dinlenebilirlerdi. Gecikme olmamasını umarak
elbette!.. Gecikme bir sonraki dış uçuşlarını tehlikeye sokardı ki!.. Eyvah
eyvah!..
Güvenlikten geçmek için bekledikleri sırada gördükleri gözü yaşlı
kucaklaşanlar yürekleri sızlatıyordu. “Ne zor şey ayrılık! Nasıl da hüzün verir
sevdiklerinizden kısa süreliğine bile olsa ayrı düşmeniz, uzağa gitmeniz?” dedi
eşine, içi burkulurken…
Biliyordu her yolculuğun bir özlem, bir kavuşma olduğunu.
Biliyordu sevdiklerinizden her ayrılığın sonsuz hüzün, kavuşmanın mutluluk
yaşattığını. Duygulardaki çelişkilerin kaçınılmazlığını... Şarkılar bile “Her
bir dertten olur yaman ayrılık” demiyor muydu? Esenleşenlere bakıp, bu
yolculukla kim hangi sevdiğinden ayrı düşüyor bilemiyorlardı elbette. Ama hemen
önlerindeki sımsıkı sarılmış gözü yaşlı sarışın kızla, uzun saçlı, esmer, üzgün
erkeğin sevgili olduklarını anlamak için falcı olmaya gerek yoktu. “Gözden ırak
olunca gönülden de ırak oluyorum!” diye mi düşünüyordu şu tatlı kız acaba?
“Neden o güzel bakışların hüzünlü, gözlerin yaşlı? Eğer umurundaysa varlığın,
yüreğindeyse sevgin, kalsan da bir gitsen de! diyebilsem anlayabilir miydi
beni, duyabilir miydi sesimi? Sanmıyorum! Ne duyabilir ne anlayabilir! Öyle
üzgün görünüyor ki!..” diye geçirdi içinden. Ve derindeeen bir “ooof!” çekti.
***
Güzel bir uçuş oldu. Geçmişte çok ağırını yaşadıkları, herkesin
korkudan çığlıklar attığı, türbülansa da girmedi uçak; korktukları da olmadı.
Ankara’dan, İstanbul Havalimanına bir saatlik uçuş ile tam zamanında, 11.00 de
iniş yaptı uçakları. Devasa kanatlarıyla minicik kuş kadar hafif bir inişti.
Koskoca uçağın teker koymasından kimsenin rahatsız olmadığı inişi başarmıştı
kaptan pilot. Ve alkışı hak etmişti.
Uçağın hızla boşalmasıyla iç hat yolcuları çıkış kapısına yöneldi.
Onlar da dış hat kapısına…
Dış hat yolcularının, uçuş öncesi yapılacak daha başka işleri de
vardı bu havalimanında; diğer uçuşa dek. Önce gümrükte pasaport kontrolünden,
ardından da güvenlikten geçilecekti. Hele Amerika yolcularının güvenlik
geçişlerini düşünmek bile istemiyorlardı. Elinizdeki çantalarınızın içi dışına
çıkarılıyor, didik didik didikleniyordu. O nasıl aramaydı öyle? Yolcu değil
suçlu gibiydiniz; gülümsemeyi unutmuş suratlı görevlilerin gözünde. Böyle sıkı
aramalardan geçirilen yolcuların, yasal olmayan şeyleri yurtdışına
götürülebilmeleri anlaşılır gibi değildi!..
Pasaport ve güvenlik geçişleri için de koşar adım yürünerek,
uzuuun bir yol katedilecekti.
İstanbul Havalimanında transit yolcularla birlikte, dış hatlara
doğru yürürlerken hızla:
“Eeeeee yavrularınızın, torununuzun özlemiyle, sızlıyorsa direği
burnunuzun… Göze mi görünür çekilenler?” dediler.
Yürüdüler…
Suat Gürbüz
AKLI BAŞINDA BİR PSİKİYATR
aklı başında bir psikiyatr yatıştırmaya çalışıyor
görüyorum ruhumu çalan hırsızın dükkânındaki ucuz
işleri
o, kendimle olan hesaplaşmalarımda indirim yapıyor
kendini sev derken şımartıyor içimdeki narsisti
aklı başında bir psikiyatr manzaramı değiştiriyor
gidip gelmelerimin içinde inşa ediyorum ülkemi
o, ormanımdaki saklanan ağaçları gösteriyor
yapraklarımı dökerken açığa çıkarıyor çıplak
gerçekleri
aklı başında bir psikiyatr duvarlarımı yıkıyor
battaniyemin öğütlerinde sarılıyorum içimdeki ayaza
o, arkamda bıraktığım tipiyi kesip önüme güneşi
koyuyor
güzellikler açıyor insanların soğuk davranışlarında
aklı başında bir psikiyatr bana aşkı anlatıyor
öğreniyorum hisler kayığında başka canları taşımayı
o, yaşanmışlıklar nehrindeki balıkları besliyor
bir parça sevdalı sözcükle anlıyorum hayatın
detaylarını
Yaşar Özmen
DÖRT AYAKLI BULUTLAR
Şirret şimşekleri besler nasırlı avuçlarda
Baş üstünde süzülen şu çılgın bulutlar
Yağmursa bahane çiler geçer, toz bulanır
Her yer sarı, kuru otlar, dört mevsim, dört iklim
Yaşamları uyutmuş boz bulanık inançlarda.
Kıvılcım özler şimşekler, elinde mızrak
Çocuklar, kadınlar, acı barut kokuları
Gözlerinde afyon ateşi, sevgiyse kofdil
Boyar hırsla gökyüzünü, fırçası ehil
Bir yarıya daha karanlık, boya, buhur, peçe
Cenge cepkeni hazır kadınlık saflarında.
Dört toynağı atının, dört vuruşu toprağa
Tırıs her basışta, boşalır, çözülür, ezilir
Eksiği suçundan süslü kafa taslarında
Dört paraya kırk haydut besler usu
Ceberut bir geçmişe yaltaklık erlik görevi
Gün yüzü görmemiş, dört görkemli yaşamlarda.
Nalbant nallama yerine, dörtnal dört toynağa
Gerilla zekâsı, doğaya kanun koyar kasıklarında
Dört kültür dört fırtına, ölüme yenilikçi devrim
Böyle mi okunmalıydı, bilime ne gerek dört kitabında.
Düzgüler üstünde güneş var ey dört ayaklı bulutlar
Kur devrim giyotinini, aklın evrimine özlem var.
Mart 2014
Şehnaz İşeri
CEHENNEM ÇİÇEKLERİ
Sitede aşağı doğru inerken yanından geçtiği yeşil yaprak öbeklerinden
oluşan bitkinin üzerindekine baktı kadın görmedi önce döndü sonra gördü. Ne
kadar da güzeldi. Öyle çiçek delisi değildi yirmi iki yıl öncesi gibi ama pek
beğenmişti bahçesine isterdi onu doğrusu. “Yoksa pembe yasemin mi?” diye
mırıldandı sevinçle. Önünde yürüyen yeğeni döndü sordu: “Ne dedin anlamadım?”
“Ama zakkummuş” dedi kadın şaşkınlıkla kendi kendine. Yeğeni duydu ama duymazdan
geldi. Zaten duyacak hali de yoktu. Bisiklet süren küçük oğlundaydı tüm
dikkati. Afacanın pedalsız bisikletin üzerindeki hali pek matraktı doğrusu. Taş
Devrindeki Fred Çakmaktaş’ın araba kullanmasını akla getiriyordu: Yürüyerek
zaman zaman da koşarak. Yaşasın bacak kasları!
Yaşasın en nihayet gördüler beni diye çığlık çığlığa sevinecektim
ki kadın pembe yasemin demesin mi bana. Toz pembe rengi dört çanak yapraktan
oluşuyorum. Yaseminlerin altı ya da yedi çanak yaprağı olur. Hem yasemin
dediğin beyazdır, sarıdır ya da mavi. Pembe yasemin olmaz ki. Üç gün önce
rüzgâr beni dalımdan koparıp bu yeşillerin üzerine fırlattı. İnsanoğlunun
dediği gibi hakikaten üç günlükmüş şu dünya. Gençliğimin baharında göçüp
gideceğim. Dalımda ihtiyarlamayacağım. İnsanoğlunun sandığının aksine çanak
yapraklarım kırış kırış olduğunda ölmüyorum. Dalımdan düşene kadar bumburuşuk
bir ihtiyar olarak yaşamaya devam ediyorum. İnsanların yaşlandıklarında
hareketlerinin yavaşlaması, güçten düşmeleri buna rağmen bir süre daha hayatta
kalıp öte tarafa geçmemeleri gibi.
Öte taraf çok korkutuyor beni. Zakkumlar cehennem çiçeği olarak “O
çılgınca yanan ateşin dibinde bitip çıkacaklar”mış (Saffet Suresi 64.ayet)
“Günahkarlar karınlarını zakkumların acı meyveleriyle tıka basa
dolduracaklar”mış (Saffet Suresi 66.ayet) “Meyveler eritilmiş maden gibi
karınlarında fokurdayacak”mış (Duhan Suresi 45.ayet) “Üzerine de susuz devenin
su içişi gibi kaynar sular içecekler”miş (Vakıa Suresi 56.ayet) Kuran’da böyle
yazıyormuş. Ağaç Baba on sene önce artık bugün hayatta olmayan önünde konuşan
iki yaşlı kadından duymuş bunları. Yaşlı kadınlar veryansın ediyorlarmış Site
Yönetiminin zakkum ağacı diktirmesine.
Ağaç Baba daha sonra bizlerle ilgili başka şeyler de öğrenmiş.
Rüzgâr insanlardan duyduklarını esintileriyle taşımış ona. Hiroşima’ya 1945
yılında atılan atom bombasının ardından artık burada hiçbir bitki
yetişemeyeceği düşünülüyormuş. Ama ertesi sene zakkum çiçekleri açtığında
herkes çok şaşırmış. Burada yaşayanlar umutlanmış. Bugün zakkumlar şehrin resmi
çiçeği olarak itibar görüyormuş. Ağaç Baba bize başka şeyler de anlattı:
“İçeriğinizde bol miktarda bulunan oleandrin eczacılık ve ilaç yapımında kullanılıyor.
Yapraklarınızla insanlar şifa buluyor. Yapraklarınız idrar söktürücü ve kalp
kuvvetlendirici olarak kullanılıyor. Zeytinyağı ile yoğrulmuş yapraklarınız
uyuz olan insanları tedavi eder. Ayrıca vücut bit ve parazitlerini de yok
eder.”
Bizim o güzel dik duran on sekiz santimetre boyunda kırmızımsı
kahverengi kapsül şeklinde meyvelerimiz ve tomurcuklarımız yine Kur’anda
şeytanların başlarına benzetiliyormuş: “Onun meyveleri şeytanların başları gibi
korkunç ve tiksindiricidir” (Saffet Suresi 65.ayet) Güzel kokumuzu rüzgâr
insanlara götürdüğünde onlar “Bu ne güzel koku. Hangi çiçeğin?” diye
soruyorlar. Bizden geldiğinin farkında bile değiller. Ölüm yaklaştı galiba.
İnsanların dediği gibi tüm hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor.
Kadın dört yaşındayken DSİ Kampında yüzme yarışmasına katıldığı o
günü hatırladı. Anıları gözlerinin önünde canlandı: Yarışma için adını yazan
abiler adıyla beraber soyadını da söylemesini çok beğenmişler, diğer çocuklara
onu örnek göstermişlerdi. Kollukla katılmıştı yarışmaya. Kolluk, simit
serbestti. Kendi yaşında, kendinden büyük, ilkokula giden çocuklar da
katılmıştı yarışa. Ve yarış başladı. Kolluklarının imkân verdiği ölçüde yüzmeye
çalışıyordu. Kabarık kolluklarla kulaç atmak çok zordu. Yaptıkları yüzmeye
benzemiyordu. Denizin içinde kolluk ve simitlerle çırpınan bir yığın küçük
çocuk. Önce on bir on iki yaşlarında bir oğlan yanından geçti. Peş peşe
geçiyorlardı onu. Hızını arttırmaya çalıştı. Ha gayret! Arkadaşı başka bir
küçük kız geride kaldı. Yüzebildiği kadar yüzdü. Ve yarış bitti. Birinci on bir
on iki yaşlarındaki o oğlandı. Yüksekçe bir yerde duruyordu. Birinciliği ilan
edildi. Alkışlandı. Pembe zakkumlardan yapılmış kolyeyle ödüllendirildi. Sonra
ikinci gelen, üçüncü gelen duyuruldu. Alkışlandı, zakkum kolyeleri takıldı. Bu
seremoni çok hoşuna gitmişti. O kadar insanın seni alkışlaması çok gurur
vericiydi. Hele kolyelere bayılmıştı. Heyecanla sıranın ona gelmesini
bekliyordu. Sonra dördüncü olan yarışmacı ilan edildi, alkışını aldı, pembe zakkum
kolyesi takıldı. O beşinci olmuştu. Alkışlanıp ödüllendirilmedi. Çiçek kolye
takılmadığı için hayal kırıklığına uğramıştı. Abisinin yanına gitti. Sadece
“beşinci oldum” dedi üzgün üzgün. “olsun” dedi abisi. Abisinin kız arkadaşı
sevdi onu, kendi havlusuyla sarıp sarmaladı.
Erçağ
Akarca
SOYUT
Sessizliğin
ortasından haykıran bir fırtına gibi caddedeki gözler
Kulağımızı
tırmalıyor sinsi bir yalnızlığın örttüğü sözler
Bir
adam kendi bakışsızlığını soluyor kadranların gövdesinde
Bir
garibin şekline bürünüyor kimsesizliğin yıprattığı kaldırımlar
Renksiz
bir tablonun hür çığlıkları siliyor duvardaki zıtlıkları
Zıtlıklar;
bir insanın gövdesini akan zamanın içinde yakan odalardı
Her
insan kendi odasının gölgesinde bakışlarını arardı
Bakışlarını
bulduğunda insan bakışsızlığı nerede saklardı?
Açılırdı
gökyüzündeki bungunluk, yelkovanlar akrepleri kırardı
Renkli
bir masanın etrafında sadece yalnızlığın eskizi kaldı
Seslerin
ortasından hızlı trenler kalkıyor bir akşamüstü
Ayaklarım
balkonları arıyor bir şehrin yönsüz hüznünde
Bakışlarımı
gölgesinde bıraktığım tablolar soyut
Şekline
büründüğüm kimsesiz kaldırımlar soyut
Titrediğim
odalarda beliren tozlu aynalar soyut...
Cengiz Köse
GÜL APARTMANI
Ben bir apartmanım. Daha doğrusu apartmandım. Artık bir moloz
yığınından başka bir şey değilim. Taşı, parkesi, doğramaları, camları,
demirleri, umutları, sevinç ve derin acılarıyla tam bir moloz yığını…
‘Apartman da konuşur muymuş, duyguları olur muymuş’ diye bunu
saçma bularak hemen itiraz edenlerin şunu düşünmesini isterim: ‘Taşların dili
olsa neler anlatırdı’ derler ya. İşte o an geldi. Biz insanoğlundan önce bu
dünyada vardık. Belli ki insanoğlundan sonra da var olacağız. Var olduğumuzdan
beri çevremizde olan bitenin farkındayız. Ama içimize atıyor olmamız duygusuz,
düşüncesiz olduğumuz anlamına gelmez. Öyle şeylere tanık olduk ki artık dile
gelmenin zamanı geldi.
Benim de bir adım vardı, adresim vardı.
Adım Gül Apartmanı’ydı. Ne ironik değil mi? Adresime gerek kalmadı
artık. Çünkü ne bir mektup gelecek ne sucu ne tüpçü. Kimse beni aramayacak,
Çocuklar neşe içinde merdivenlerimden koşturmayacak, kimse onları ‘Dikkatli
olun!’ diye uyarmayacak. Bütün o sesler moloz yığını altında sıkıştı, kaldı...
Her neyse; 5 katlı, geniş pencereleri olan, her bir dairesinde 3
odası bulunan, 10 daireli bir apartmandım. Her sabah kimi telaşlı, kimi
heyecanlı ne bileyim çok çeşitli duygular içinde uyanan, kahvaltı yapan,
dairelerinden çıkıp okula, işe, alışverişe giden 56 insanoğlu ile onların can
dostları 2 köpek 2 kediye yuvaydım. Onlarla uyur onlarla uyanırdım. Uyurdum
dediysem lafın gelişi. Günün hangi saati olursa olsun 5 dakika geçmez mutlaka
bir hareket olurdu.
Herkesin bir sırrı vardır. Onların tüm sırlarını bilirdim.
Birbirlerinden saklarlardı ama benden saklayamazlardı. Kendi kendilerine
kaldıklarında konuşmalarını duyar, yaptıklarını görürdüm. Düşüncelerini,
hedeflerini ve niyetlerini bilirdim. İzledikleri dizileri izler, dinledikleri
müzikleri dinlerdim. Kavgalarının, sevişmelerinin tanığı bendim. Kimin sofrası
zengin, kim aç yatıyor bilirdim. Kim zeki, kim tembel, kim namuslu, kim hırsız
görürdüm.
Bütün bunlara tanık olan birinin hala duygusuz kalacağına
inananlara düşüncelerini iade ediyorum.
Örneğin 9 numarada Mehmet Bey 5 çocuğu, eşi ve yatalak annesiyle
yaşardı. En üstteki 2 daireden biri olduğu için kışın yağan yağmurdan odalar
etkilenir, nem alır, ısıtmak zor olurdu. Mehmet kiracıydı. Okula giden 3 evladı
vardı. Bir fastfoodda çift mesai çalışırdı. Yatalak annesi ve en küçükleri
henüz bebek olan çocuğuna bakmak için karısı işten ayrılmak zorunda kalmıştı.
Mehmet çalıştığı yerin çöpüne atılmış yiyecekleri toplar eve
getirirdi:
Mehmet bir gün işyerinin kapanış saatinde müdürünün satılmamış
yiyeceklerin listesini yaptığını ve çöp poşetine attığını gördü. Müdür ertesi gün, daha da ertesi gün aynısını
yaptı. Kimi zaman üç kişilik kimi zaman neredeyse on kişilik menü kaydı
tutularak çöpe atılıyordu. Mehmet’in aklına bir düşünce geldi ve müdürün yanına
gitti: ‘’Müdür Bey benim evde iki köpeğim var. Acaba bu çöpe atılan yiyecekleri
onlar için alsam olur mu?’’ Müdür karşısında utana sıkıla duran Mehmet’e baktı.
Köpeğinin olmadığını biliyordu. Mehmet çalışkan bir personeldi. Fastfoodların
ağır iş koşullarında personeller bir yıldan fazla dayanamaz ayrılırlardı.
Mehmet neredeyse dördüncü yılını dolduracaktı. Mehmet’in gözlerinin içine
sıkıntıyla bakan Müdür; ‘’Olmaz Mehmet. Yasak. Şirket politikası. Satışı
yapılmayan ürünlerin kaydını tutup çöpe bırakmak zorundayız. Yoksa senin de
benim de başımız belaya girer.’’
Mehmet başka bir şey demedi ancak her akşam kaydı tutularak
poşetle çöp konteynerine atılan yiyecekleri takip etmeye ve oradan almaya
başladı. Çöp konteynerinden almak yasak değildi. Şirket politikasına uygundu.
Ama insan ruhuna?
On numaralı dairemdeki kiracılar; yurdumuzun değişik kentlerinden
okumak için gelmiş beş üniversite öğrencisiydi. Oda sayısı yeterli olmadığından
çözümü kira katkı oranına göre bulmuşlardı. Salon ortak alan olduğu için kirayı
oda sayısına göre böldüler. Birinci odada üç öğrenci kalırdı diğer iki odanın
her birinde bir kişi.
Ama ortak alan kullanımında çıkan çok ciddi sorunlar vardı.
Özellikle buzdolabındaki yiyecekler konusunda. Genelde odanın birinde tek
başına kalan öğrenci aldığı sucukların eksildiğinden şikayetçi olurdu. Bir gün
‘’Hepinizin ağzını koklayacağım ‘’ diye bas bas bağırmıştı. Üçü bir arada kalan
öğrencilerden kuşkulanırdı. Öncelikle Ahmet’ten… Ahmet yoksul bir köylü çocuğu.
Hukuk Fakültesi’nde okuyordu. Hukuku seçme nedeni derse giriş zorunluluğu
olmaması. Ahmet okula gitmekten ziyade çalışırdı. Baba yok. Annesininse
okutacak parası yok. Ama sucukları yiyen Ahmet değildi. Sucukları yiyip,
bulaşığı apar topar yıkayarak birkaç saat evden uzaklaşan… (nerdeyse ağzımdan
kaçırıyordum sırrı…)
Ahmet onurlu bir çocuktu. O görmüştü sucuğu yiyeni ama her şeye
rağmen arkadaşını ispiyonlamadı. Sucuğu yiyeni değil alanı eleştirir, ‘’Bir gün
olsun gelin arkadaşlar birlikte yiyelim demedi. Hepimizin gözü önünde kokuta
kokuta yiyip duruyor. ’’ diye düşünürdü.
Eee ‘Biri yer, biri bakar, kıyamet oradan kopar’ diyen insanoğlu
değil mi?
Bir numaralı dairemdeki kiracı kadının sıkıntısı hepsinden
büyüktü. Koca şiddetinden evini barkını dört çocuğuyla terk edip ilçemize
yerleşmiş, evlere temizliğe giden zavallı bir genç kadındı. Çocuklar derseniz
ikişer yıl arayla en küçüğü yedi en büyüğü on üç yaşındaydı. Çocuklar
annelerine düşkündü. Babalarının şiddetinden onlar da nasibini almış. Üçü
sağlıklı değildi. ‘Seninle sokakta dahi yaşarız’ diyerek annelerini
cesaretlendirmişler. Bu söz anneye yetmiş. Bir gün yediği dayaktan sonra
pılısına pırtısına bırakıp, çocuklarını toplayarak evi terk etmiş. Kadın
çocuklarına kol kanat germiş, hani derler ya ‘gece gündüz çalışıyor’ diye. Bu
deyim genelde laf olsun diye söylenir. Ama bu zavallı kadın için söylenmiş
olmalı. Geç saatte eve yorgun argın gelirdi. Çocukların ertesi gün için
yiyecekleri, çamaşırları, ev işleri. Çocuklarıyla öyle bir sarmaş dolaş
oluşları vardı ki görenler tek vücut sanırdı. Beş kafalı, elli el ve elli
ayaklı farklı bir canlı. Kimsenin gücü yetmez. Annelik içgüdüsü doğadaki en
güçlü içgüdülerden birisi olmalı. Her kadında, her annede böylesi bulunur mu?
Eskiden belki. Ama şimdi?
Altı numaralı dairemin ışıkları hiç sönmezdi. Gece gündüz…
Elektrik faturası en kabarık olan bu dairede beş çocuğu, ayağa kalktığında bir
insan boyuna ulaşan azman köpeği ve iki kedisiyle eski bir madenci otururdu.
Madenci Cafer yıllar önce yerin 500 metre derininde 104 bin 400 saniye göçük
altında kalmış. Kirpiğini dahi kımıldatamayacak kadar kuşatmış kapkaranlık bir
kömür cenderesi her bir hücresini 104 bin 400 saniye sıkmış da sıkmış. Çoğumuza
yazıyla da yazılsa rakamla da yazılsa anlamsız ve kolay gelen bir sayı: yüz
dört bin dört yüz… Saymaya başlasanız kaç gününüzü alır ya da kaç saatinizi hiç
düşündünüz mü? Hadi kafadan hesaplamadan, hesap makinası kullanmadan sayın
bakalım. Sadece sayın! Gezmek serbest, yemek, içmek, ihtiyaç gidermek serbest.
Sadece bütün bunları yaparken ama ara vermeden sayın sayabilecekseniz! Arama
kurtarma köpeği yarı canlı bulup da ona kurtarma ekibi ulaştığında; ‘104 bin
400, 104 bin 401, 104 bin 402…’diye hala sayıyormuş!
Beni moloz yığınına çeviren deprem 10 saniye bile sürmedi!
Madenci Cafer’in bir de bayılma hastalığı vardı: Ara sıra durduk
yere sebepsiz düşer bayılırdı. Kimi doktor çeşitli sağlık problemlerine yordu
kimisi de psikolojik buldu. Ama Madenci Cafer’in bayılma sorununa çözüm
bulunamadı.
İki numara en hareketli, en gürültülü dairelerimden biriydi.
Suriye’deki iç savaştan can derdine düşerek kaçıp gelmiş birbirine akraba 3
aile, yarısından fazlası çocuk 19 kişi otururlardı. Önce bir aile geldi sonra
ikincisi sonra üçüncüsü… Can derdi ekmek derdine dönüştü. İlk aylarda çoğu gece
aç yattılar. Sonra yetişkininden çocuğuna hepsi ücretine bakmadan birer ‘işe
benzemez iş’ buldular. Devletten yardım almayı öğrendiler, karınları doydu.
İlk gelen aile eğitimliydi. Arapça dışında Türkçe ve İngilizce
biliyorlardı. İkinci aile Arapça ve Türkçe, Üçüncü aile ise sadece ana
dillerini konuşabiliyordu.
Milli Bayramlarına düşkündüler. Rengarenk giysileri ve gürültülü
neşeleriyle sokakları önce şaşırtıp sonra susturdular. 17 Nisan 1946 tarihi son
yabancı askerin Suriye’yi terk ettikleri ‘Milli Kurtuluş Gün’leriydi. Yabancı
bir ülkede Kurtuluş Bayramlarını kutladıkları bugünlerde Suriye’de 28 ülkenin
askerleri vardı.
İnsan başına ne geleceğini, yaptığı tercihin sonucunun ne
getireceğini bilebilir mi? Gerçekleşen olasılıklarda insanın kendi rolü nedir?
Azrail birkaç saat arayla karar değiştirir mi? Kurtulan şanslı ise
kurtulamayanın şanssızlığı nereden geliyor?
Yedi numaralı dairemde ikisi de öğretmen olan çift üç çocuğuyla
yaşıyordu. Erkeğin tayini başka bir ilçeye çıktı. Aylarca düşünüp tartıştılar.
Erkek ataması yapılan ilçeye yalnız mı gitmeliydi yoksa ailecek mi
taşınmalıydılar? Özellikle okuyan çocuklar için çevre değişikliği, yeni yere
uyum sağlama nasıl sorunlar çıkaracaktı? Pek de emin olmayarak ailecek
taşınmaya karar verdiler. Eş durumunu gerekçe göstererek kadın da yeni ilçeye
atamasını istedi; onaylandı.
Depremden bir hafta önce boşalan 7 numaraya deprem günü yeni evli
bir çift taşındı. Bir yıllık evliydiler. Kadın 3 aylık hamileydi. Bütün gün evi
temizleyip düzenlediler. Yorgunluktan erken yattılar ve bir daha uyanamadılar…
Sekiz numaralı dairem o an için boştu. O an diyorum çünkü yeni
gelin gelecekti. Dairenin içi yeniden boyanmış, kırığı döküğü onarılarak
derlenip toparlanmıştı. Borçlanarak alınmış yeni beyaz eşyalar, mobilyalar ve
çeyizler; saatlerce ön kapımda çalan davul ve zurna eşliğinde halaylar
çekilerek getirilip yerleştirilmişti. Ev yaşanmaya hazırdı…
Ölüm her biyolojik canlının son durağıdır. Ne var ki son durak
kimisine erken kimisine de geç gelir. İnsanoğlunun ölüme itirazı ister erken
ister geç olsun bu son durağa gönülsüz kesilmiş bilettir.
Dört numaralı dairemin duvarları her gün acı feryatlarla çatlardı.
Akciğer kanseri olan Yakup Bey’in karısı Neriman kocasının çektiği acılar
karşısında; kocasını teselli etmeye çalışır, terini siler, yüzünü okşar,
mutfağa geçip sessiz sessiz ağlardı. Özellikle kemoterapiden döndükleri gün
Yakup Bey’in odayı dolduran haykırışları duvarlardan sızar, komşu dairelere
ulaşırdı. Komşular bu haykırışlar karşısında bazen endişeli, bazen rahatsız,
çoğu zaman da huzursuz susarlardı. Yakup Bey ‘Allah’ım canımı al, bir an önce
canımı al!’ diye yakarırdı. Sonra isyan eder; ‘Öldürün beni!’ diye bağırırdı.
Kimi zaman yanlarına uğrayan çocukları, torunları da teselli getiremez,
çaresizliği büyütürlerdi. Yakup Bey son durak biletini umutsuzluk ve ısrarla
isterdi…
Yakup Bey’in karşısındaki 5 numaralı dairemi bir banka lojman
olarak kiralamıştı. Lojmanı teknolojik adaptasyonu uygulamak üzere yurt
dışından gelmiş 2 si İngiliz, 6 bekar bankacı paylaşıyordu. Lojman dairelere
kıyasla daha sessiz olurdu. Ancak bankacılar Yakup Bey’in bazı geceler sabaha
kadar bağrışmalarından kendi aralarında şikayetçi olur, banka müdüründen başka
lojman talep ederlerdi. Müdür ‘Akciğer kanseri çabuk öldürür’ diyerek sabırlı
olmalarını söylüyordu. Beklenen ölüm geciktikçe bankacılar; “Performansımız
olumsuz etkileniyor. Bankamıza para kazandırmakta zorlanıyoruz. Uyuyamıyoruz.
Biz ondan önce öleceğiz’’ diyerek şikayetlerini sürdürürlerdi.
Ölüm Yakup Bey ve bankacı gençlere aynı anda geldi…
Üç numaralı dairem kasaba belediyesi başdanışmanına aitti. Daireyi
küçük bir imza karşılığında müteahhit hediye etti. Bu hediyenin karşılığında
inşaat izni alan müteahhit inşaat malzememden çalarak zararını çıkardı.
Başdanışman Salih aç gözlünün biriydi. Kısa zamanda zengin oldu. Karısını
boşadı, kendinden on beş yaş genç, güzel bir kadınla ikinci evliliğini yaptı.
Dairemde kaniş cinsi köpeği ile metresi yaşardı. Başdanışman Salih haftada iki
gece burada kalır, arada bir metresinin kıskançlık yüzünden çıkardığı
tartışmaları duvarlarıma yansırdı. Neyse ki küçük bir hediye, bir sürü yalan ve
ateşli bir sevişme kadını yatıştırırdı. Başdanışman, metresi ve kaniş köpeği
şimdi molozların altında cansız yatıyor. ‘Oh olsun’ demiyorum ‘ah insan’
diyorum.
On daireli bir apartmandım ama kendi çapımda bir dünya idim:
Kozmopolit bir yapım vardı. Türk, Kürt, Arap, Hristiyan, Müslüman velhasıl
farklı etnik köken ve dine bağlıydılar. Farklı ama insanca kaygıları, çabaları,
neşeleri, umutları olan insanlardı. Ölüm onları birleştirdi.
‘’Hiç kurtulan olmadı mı?’’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder