1 Temmuz 2022 Cuma

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Temmuz 2022, Sayı:13

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Kapak Görseli, Yaşar Özmen 
Şiir Sarnıcı (e-dergi)


 

YAYIMCIDAN

 Dünya bir savaş yaşıyor, pek çok yerde çoluk çocuk terörden zarar görüyor, insanlığın bir kısmı açlıkla burun buruna. Üst teknoloji silah sistemlerine sınırsız kaynak aktarılırken çocukların açlıktan ölmesine seyirci kalan bir insanlıkla karşı karşıyayız. Sağduyusunu yitirmiş yöneticiler, insanlığın yaşam alanlarını acımadan harabeye çeviriyorlar. Böyle bir ortamda, dergiden ve sanattan söz ediyorum. Savaş ve terörün yarattığı ruh durumuna tanık birisi olarak sanattan söz ederken ne kadar kolay işlerle uğraşıyorum, diye düşünmüyor değilim. Dilerim ki hiç bir insan; savaşla, terörle, açlıkla yüz yüze kalmasın, dahası kötülükle, işkenceyle… İnsan değerli bir varlıktır, her canlı düşlediği biçimde yaşama hakkına layıktır. Kimse, insanca yaşama hakkını elinden almaya yetkili değildir. Savaşa, teröre yönelik ve insanlığı açlığa sürükleyen her tür uygulamayı; tarafsızca tanımlayıp karşısında kararlılıkla durmak gerekir. Ülke güvenliği kaygısıyla birtakım sözde gerekçeler ileri sürüp bir ülkeyi yıkıma götürmek, kabul edilemez. Hep şunu savunmuşumdur: Dünya ve uluslar, ülke yönetimlerini otuz beş yaş altı kuşaklara bırakmalıdır artık. Yenidünya bu kuşakların tasarımıyla daha iyi olacaktır. Çünkü onlar; bilgi temelli, daha insancıl, daha teknik ve daha teknolojik tasarım yapabilme yeteneğine sahipler. Yaşamı algılama biçimleri bunu gösteriyor.

Yıpratıcı ortamın hafifletilmesinin yine sanatla olası olduğu kasındayım. Sanat, daha yapıcı düşünmeye, daha iyi ve daha güzel olana yöneltmeye aday bir olgu değil mi? Ah şu iç hesaplarımızdan kurtulabilsek, güvenlik korkularımıza dur diyebilsek, özgür bıraksak bütün düşlerimizi… Gelmişi geçmişi yatırsak şöyle masaya, deşsek karnını, desek ki baskı yok, güvensizlik yok, düşünceye saygısızlık yok, en önemlisi insana saygısızlık yok desek; yıkılır mı dünya, zarar görür mü toplumlar ya da yok olur mu değerlerimiz? Bence tam tersi hepsi kendi kendini yeniler ve güzel olana yönelir. 

Yapılmış yapılmıştır, yazılmış yazılmıştır, yaratılmış yaratılmıştır; bunlar kazanımlarımız, değerlerimiz. Sanatın ve sanatçının gelişimi için en önemli başvuru kaynaklarıdır; vazgeçilemez. Ne var ki yapılmışa ve yaratılmışa benzemeye çalışmak, elde var olanın üzerinden yol almaya çalışmak sanatın en büyük düşmanıdır. Başka bir söyleyişle önümüzdeki deneyimi ayna olarak kullanmak,  sanattaki özgünlük ve biriciklik ilkesine gölge düşüren bir yoldur. Sanat tarihinden yararlanmakla öykünmek arasındaki ayrımı doğru yapamıyoruz. Aynı zamanda şiirin bilinen isimlerini kendi yararımız için kullanmak normal bir durum gibi algılanır olmuştur.  Sanatın felsefesinden yola çıkarak uygulamaya/üretmeye yönelmediğimiz, yapılmışın etkisinden kurtulamadığımız, usta çırak yöntemini terk etmediğimiz sürece, ne çocuk ne gençlik ne de yetişkine yönelik dünya edebiyatında yer alan yapıtlarımız olacaktır. 

Okumayı başaramayan bir toplumuz, kabul. Ne var ki bunu tersinden ele alıp asıl şu soru sorulmalıdır: ‘Yazarlar/Şairler, gerçekten okuru okuyabiliyor mu?’ “Şair/yazar, yazarken okuru düşünmez” genellemesini kabul etmiş bir kuşağa bu soruyu sordurmak anlamsızdır, ayırdındayım. Çocuk ve gençlik edebiyatından söz ederken bizler bu çocukları ne kadar okuyabiliyoruz? Ruhbilim eğitimi almış uzmanlar bile çelişkiye düşerken bizler ne kadar onların gerçekliğine uygun yapıt üretiyoruz? Hâlâ dünya edebiyatında yerini almış, yankı uyandıran çocuk ve gençlik kitabımız yok. Bunun nedeni, sanatı öteleyip sanat kılıfı altında onları kendimize benzetmek ve koşullandığımız yaşam biçimine yönlendirmek amacıyla yapıt ürettiğimiz için olabilir mi?

Sanatın sınırı yoktur; yazının da… Düşlem gücüyle doğru orantılıdır. Sınırsızlık ortamında dünya edebiyatında yerini almış gençliğe yönelik yapıtımız yoksa sanatsal öngörümüzü ve düşlem gücümüzü zayıf kılan etkenleri durup enine boyuna düşünmek gerekmez mi? Asıl soruyu sorayım: Bu sorulara yanıt arayan kaç yazar, şair ya da akademisyen vardır?  Ünlü yazar/şairlerin terkisine takılıp ününden pay kapma yarışı dışında yazın için dikkate değer bir çabaya, etkinliğe, araştırmaya kaç kez tanık oldunuz?

Yazına ve yazara bakışımızda anlayış değişikliğine gidilmesi gerektiğini çoğu yerde vurgulamışımdır. Diğer bir deyişle yazında paradigma değişikliğine gidilmesi önkoşuldur. Bu yüzden Şiir Sarnıcı’nda, diğer dergilerde belirlenen sıradan dosya konularını yinelemek istemiyorum. Geleceği kurgulayan, gençliğe yönelik, ufuk açıcı, ağzı açılmamış dosya konuları belirlemek istiyorum her sayıda; önceki sayıların dosya konularından gördüm ki bu tür dosya konularına yönelik yayıma değer ürün gelmiyor. Bu sayıdan sonra dosya konusu belirlemiyorum. Demek ki Türk yazını sorunsuz, yetkin bir biçimde yoluna devam ediyor?!

Şiir Sarnıcı’na gönderilen yazı ve şiirler hakkında Yayın Kurulumuzun değerlendirmesini okurlarımızla paylaşmak istiyorum.  Şiir Sarnıcı Çıkış Bildirisi’nde de belirtilen önemli bir konuya dikkat çeken değerlendirme şöyledir: 

 “Dergiye gelen bazı metin ve şiirlerde; özensiz, yerinde olmayan ya da çok sayıda eskimiş sözcük kullanıldığı, günümüz Türkçesine uygun olmayan yazı diline özenildiği gözlemlenmiştir. Bu tür betiklere dergide yer verilmemesi, yazın ve Türk dilinin geleceği açısından daha yararlı olacaktır.”

  Yazının gereci dildir; kullandığı dile özen göstermek ve yaşatmak her yazarın öncelikli sorumluluğu olmalıdır. Yalın, temiz bir Türkçeyle yazılmış her metin ya da şiir, nitelikli olduğunda dergide yer alması için çaba gösterilmektedir. Buna karşın pek çok betik, yayın dışı kalmaktadır. Ürün gönderen ve ürünü yayımlanamayan yazar ve şairlerimizin değerlendirme kararını anlayışla karşılamasını diliyorum.

Mutlu ve esenlikli günlerde okumanız dileğiyle…

 

Mehmet Rayman
AT YELESİ DÜĞÜMLER
 
at nalı kapıların şafağı
bizi ne kadar kapsar bilinmez
ağaran yerden uzaklaşıyor
atlasın üzerine serdiğimiz kilimler
gamlı dağların ağırlığı baskı yapıyor dibine
oysa göğsümde taşıdığım iki meme
 
bastığımız toprakların sesi soluğu
gün kaçımı yazını beklemekte
üstümüzden geçen kuşları hatırlıyorum
öyle başlamıştık ilkokullu günlere
sonra paydos zili geniş bozkır alacası
birdenbire boşalan sınıfların çocuk gezegeni
uzun gecelere dönüşür eşiklerin küllüğü
oyuklarımız ışığın içindeki zaman dilimleri
 
ana kucağından yoksun
bir ayrılık aldı başını gidiyor
kim ırak kim yakın buluştuğumuz şehre
kavakların ekseni güz doğrultusu
kopardığın yıldızların sepetine düşer
aykırı mor sümbüllü gece
 
kınsız bıçak yalımları geliyor gözüme
neresi bu hayatın sevecen tarafı
tek sayıların toplamından çıkar beni
yüzlük binlik deri cüzdanların ışkın elleri
bütün mevsimleri geçmiş heves hanım
şimdi kum kıyısında güneşliyor bakın
 
ne bilsin ocakta fokurdayan kümük demliği
kıştan çıkmış gamzelerin emlik kuzu
bez torbası çoban çıkını çiçeklerin baharı
konumlandıkça mutluluk verir dudakların
beşik örtüsünden uçuktur çocuğun yüzü
 
kısık seslerin çatısı çöktü başıma
onca şehir eklediniz atlasın yavan yanıma
gölgemi bıraksam uzar gider yaprak serini günler
öbür tarafın bıçakçıları pusuda bekliyor
balkımış yemişlerin birkaçını yemekten çekinme
kıyıların derinliği gelgit köpük çitiler
 
uzun gecelerin ışığı bu kısık lamba
sürmeli gözlerin göçmen yakını kireç evler
bu geniş ovanın uğultusunu hiç duymamış
buradan geçen baharın rüzgârı pek deli
sözcüklerin kabuğuna dokunsan çatlar
çın çın öter at yelesine bağlı ziller

  

Oğuz Tümbaş
ATATÜRK’E MEKTUP YAZMAK

Düşüncenin, devrimin, aydınlanmanın, umudun, gücün güzel insanı Mustafa Kemal Atatürk’e mektubumdur.

***

Beylik sözler etmeyeceğim, yalakalık yapmayacağım, abartmayacağım, tabulaştırmayacağım; ama sonsuzluğa göçüşünün 84. yılında seni gerçeklikle, değerle, sevgiyle, önemle, anlamla, özlemle, aydınlanma inancıyla anacağım.  Yaşım 76’ya ermişken…

Aslında senin beden olarak aramızdan ayrıldığın yaştan neredeyse yirmi yıl daha fazla yaşamışken… Söylenecek o kadar çok şey var ki Atatürk’üm, Mustafa Kemal’im… Hani şöyle başını kaldırıp baksan Türkiye’ye,  Türkiye hallerine, toplumun yaşadıklarına; hiç kuşkum yok ki ne çok üzüleceksin, ne çok dövüneceksin,  ilençleneceksin.

Bunları düşündükçe, ülkemin yaşadığı büyük sıkıntıları, kaygıları, sorunları, açmazları, karamsarlıkları, umutsuzlukları nasıl da atlayabilirim?!

                                  ***

Benim de genç yıllarımda tanıdığım, Sivas Lisesi’nde Bedrettin Cömert’in de öğretmeni olan, yayımladığım Meltem Dergisi’nde de yazılarıyla yer alan  (daha sonra bazı yanlış söz ve eylemleri olsa da bu şiirini önemsediğim) Halim Yağcıoğlu’nun sana yazdığı “Atatürk’ten Son Mektup” şiirini hep sevgiyle, saygıyla anarım. Bir duygudaşlık içinde yazılmış şiirdir o.

"Siz beni hâlâ anlayamadınız..." diye başlarken, ne çok doğruymuş o söz dedim. Bizi 21. Yüzyılda anlamamakta ısrar edenleri gördükçe kahroluyorum.

 “Hâlâ o acıklı ağıtlar dudaklarınızda, /  Hâlâ oturmuş 10 Kasımlarda bana ağlıyorsunuz, / Uyanın artık diyorum, uyanın, uyanın, / Uluslar, fethine çıkıyor uzak dünyaların.”

Sanki bugün de aynı duyguları, aynı düşünceleri, kaygıları yaşıyormuşuz gibi dizelerle buluşturur bizi şair.

 “Arayı kapatmanızı istiyorum uygar uluslarla, / Bilime, sanata varılmaz rezil dalkavuklarla, / Bu vatan, bu canım vatan sizden çalışmak ister, / Paydos öğünmeye, paydos avunmaya yeter”

 ***

Sevgili Atatürk, geleceği gören güzel büyük insan; ben de yeter yeter demek istiyorum; çağdaşlaşmaya, aydınlanmaya, uygarlaşmaya, barışçıl duyarlığa, özgürleşmeye, gerçekçi atılımlarla ülkenin yönetilmesine, yüceltilmesine, saygınlık kazanmasına nasıl gereksinim duyuyorum anlatamam…

Elli yedi yıllık yaşamına öylesine geniş alanlar yerleştirmişsin ki bugün bile düşündükçe senin büyüklüğünü daha çok kavrıyorum.

Yenilikleri, devrimleri, değişimi, çağdaş uygarlığı, bağımsızlığı, özgürlüğü, öylesine içselleştirmişsin ki… Bunca yıl geçmiş aradan, hâlâ senin uzak görüşünün, ileri bakışının, gökyüzü sonsuzluğuna inanışının hayranlığını yaşıyorum. 

Tarımda, sanayide, kültürde, sanatta, bilimde, dilde hemen her alanda cesur adımlar atmış, önemli kazanımlar sağlamış, verimli işlere imza atmışsın.

Ben diyorum ki bu güzel ülkemin yetmiş altı yaşına gelmiş devinimli, umutlu, aydınlanmaya, sevdalı bir yurttaşı olarak, yurtseveri olarak, zaman bence hep Mustafa Kemal’dir. Bu algıyı, bu sevgimi, bu inancımı, sevdamı kimse engelleyemeyecek elbette.

Yanlış anımsamıyorsam Ekim 2003’te yazdığım; ama yayımlama fırsatı bulamadığım şiirimi paylaşarak bu mektubuma son vereyim diyorum.

Sana saygımla, derin sevgimle, özlemimle…

 ZAMAN BİR MUSTAFA KEMAL'DİR ŞİMDİ

 
Bakar gökyüzü ovasından
Umudun mavi gözlüğüyle
Aralar sarışın bir dev güneşi
Yüzü öfkeli
Çakmak çakmak gözleri
Kırpılmış devrimlerini izlerken
Biz gene çoğuz, dirençliyiz,
Sesimiz yiğit
Elbette zaman
Bir MUSTAFA KEMAL'dir şimdi!
 
İri harfleriyle düşünür Türkçenin
Gündemden düşer edilgenlik ve ağıt
Tabu yok…
Tapınma yok…
Kula kul olma yok kitabında,
Onurlu tacı insan yaşamın.
 
Bekler üşenmeden
Aydınlanma kapılarında
Aymazlığa ödün yok!
Yıkar karanlığın sinsi kalelerini
Çünkü zaman
Bir MUSTAFA KEMAL'dir şimdi!
 
Yeniden inanmak bu bilime,
us'a,
insana
Bir Bandırma Vapuru'dur umut
Fırtınalar dalgalar arasında
Çıkar Samsun'a bir kez daha ulusal bilinç
Tekmil Anadolu avlusunda ışıldar
Kuvayı Milliye yıldızları
Akar Afyon'dan İzmir'e
Su gibi…
Türkü gibi…
Şiir gibi...
Elbet zaman Bir MUSTAFA KEMAL'dir şimdi!
 
Belleğe kazınan tarihler var
Sevinci buruk
Oysa daha anlamlı her kutlanışında
Utkusu on dokuz mayısların yirmi üç nisanların
Onur ve erdem bayramı Cumhuriyet
İmzası genç ve dirimli
Hiç kuşkumuz yok gün ve bugün
Bir MUSTAFA KEMAL'dir şimdi!
 
Bir silkiniştir çağın çılgın koşusunda
Bir kutsal kavrayış ve anlam olgusu
Sevgiyle donanmış atılım
Topsuz tüfeksiz kurşunsuz
Soylu ve evrensel barışı zamanın
Açar insanlık bahçesinde sevi çiçekleri
Yeniden doğar küllerinde Anka gibi
Yakılan aydınlıklar
Boğar bağnaz hinlikleri
Gönlümüz ferah
Yeniden hep yeniden
Ama durman
Zaman
Dün de bugün de dirimlidir
Değişmez,
Zaman hep MUSTAFA KEMAL'dir…

 

Nezihe Altuğ
YEPYENİ BİR TÜRKİYE DÜŞÜNÜYORUM

                       

Sevgili Mustafa Kemal’im; “Gerçeği konuşmaktan korkmayınız” diyen sözlerinizden aldığım cesaretle size mektup yazmak istiyorum. Mektup diye size sesleniyorum, karşımda duran varlığına ve canlılığına yüz sürerek, açıyorum kapılarımı. Mektuplarım biriciğimdir kendime, binlerce yüzle yazdığım bu mektuplarımla sen oluyorum içimde. Bilirsin ki mahkûmlar gerçekte hiç sevilmez, onlar sonsuza kadar suçludur, çünkü Kafka’nın “Dava” adlı kitabında dediği gibi. “Eğer bir davanız varsa suçunuz sabitlenmiştir. Suçlu iseniz her an, her saniye bir ‘delille’ suçlanabilirsiniz.” Onun içindir ki tüm dava dosyaları sürüncemede kalarak aklanır. Suçluydu yazı! Mektup denen davaya mahkûm etmiştin beni. Mektup yazmayı bir erdeme dönüştürürüm. Eninde sonunda masaya oturur ve karalarım. İnanın bunun yegâne yakıtı, kendimize olan alışkanlığımızla sınırlı. Yazı; yaşam kurtaran, sonsuz bir sürece kılavuzluk yapan mektuplarla sınırsızdı, her şeyi yazardık çünkü. Bu bir tür mistik bir deneyim yaşama gibiydi. Kutsal bir yere gitmekle kendinden bir başkası olurdu ya insan, büyülenir, kendine sahip çıkma arzusundan sıyrılır, bütünleşme arzusunun gücüne kapılırdı ya aynen onun gibi. Bütün amaç benlik damgasının bütünün okyanusunda erimesiydi. Nefsinden sıyrılmaktı. İşte bu yüzden her gün, mektuplar yazardım kendime tanımadığım o yüzlerimle. İletişimin bu vazgeçilmez oyuncusunun, günümüz dünyasında, hayatın o benzersiz mektup aşklarından, mesajlarda tüketilen duygu patlamalarına, geçiş yaptığı bir çağın tanıklarıydık. Divitin hokkayla buluştuğu dönemler ne kadar eski kalıyorsa, sararan sayfalarda tükenmezin bıraktığı izlere kayıtsızlıkta, o denli hoşgörüyle karşılanmaya açık olurdu. Mektup, bir esrarı bozabildiği gibi, bir çiçeğe dokunup ölüm sürecini başlatmaya da muktedir. Ulaşamayacağımız o farklı zaman dilimini yalnızca tahayyül etmekle yetiniriz. Gerçekleşen her büyünün, tılsımın bir anda yitirmesidir mektup. Bir fincan kahvenin buğusunu, geceden düşen yıldızların ışığını tutuştururuz zarflarımızın köşesine, yolların kuraklığını dindirir, özlemin şebnemlerini de bırakır yüzümüze. Mesafeleri yırtarken, kâğıtlara sarkıtırız sözümüzü. Uzun boylu, samimi ve vakti cömert cümlelerle özlemi büyütürüz, yokluğumuzla uzayan mesafelere, yüreklerimiz dayanmaz. Yazılmamış sözcükler üzerine kurulan düşler, kurgulanan düşüncelerimiz. Adı konmaz bir hazzın dipten dibe kendini hissettirmesi. Bir de karşılıksız aşkın, akıl almaz yaratıcılığını, esinlendirme gücünü ekleyelim bütün bunlara. Hayat denilen sürecin tamamlanması, dairenin diğer ucunu kuyruğundan yakalayıp yolculuğunu tamamlamasıdır tüm bu yazılanlar. Biz mektubun, sıcaklığıyla eritiyoruz özlemimizi. Ondaki samimiyetimiz, içimizden geldiği gibinin en yalın ve en gerçek hali.

Sevgili Mustafa Kemal’im; Türk toplumunda ‘kadınlık’ kavramına denk görülen nitelikle, eşit, bağımsız ve özgür bir bireyin özelliklerinden ziyade ilk elden ‘dişilik’le nitelendiriliyoruz. Dişiliği temsil ettiği düşünülen kadına bunun gereği olarak öncelikle eş, anne veya ailenin bir üyesi gibi karşılıklar yakıştırılmakta. Bize en yakışan ad hangisi? Simone de Beavvuoir “Kadın doğulmaz, kadın olunur” biçiminde ifade ederek cinsiyetler arasındaki ilişkinin eşitsizliğini tüm yönleriyle vurgular ve bunun ‘doğal’ olmasını söyler. Bu ifade biçimi, ifade ettiği toplumsallaşma süreçleri kadınlar tarafından da farklı biçimlerde dillendirilerek devam ediyor. Kadına biçilen annelik ve ev kadınlığı rolleri üzerinden Freud eleştirileri bile yapılıyor. Toplumsal cinsiyet kavramıyla tüm kadınlar, Türkiye’de mücadele veriyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve kadınlık olgusu denen ötekiliğin kilidini sizinle açıyor, sizinle aşıyorum.

Sevgili Mustafa Kemal’im:

“dağ başını efkâr almış
gümüş dere durmaz ağlar
gözyaşından kana kesmiş gözlerim
ben ağlarım çayır ağlar çimen ağlar
ağlar ağlar cihan ağlar
mızıkalar iniler ırlam ırlam dövülür
altmış üç ilimiz altmış üç yetim
yıllar gelir geçer kuşlar gelir geçer
her geçen seni bizden parça parça götürür
mustafa'm mustafa kemal'im” 

diyen Atilla İlhan’ın dizleri ile mektubuma başlıyorum. 1923 Devrimiyle önce dinle devleti birbirinden ayırdın, sonra da 1926 yılında medeni yasayı ilan ederek şeriatı tasfiye ederek;  kadın-erkek tüm yurttaşları uygar ve laik bir yaşamın gereği olan haklarına kavuştururken, ‘kadın-erkek eşitliği’nin de ilke olarak altını çizdin. Kadınlar için eksik kalan siyasal hakları da, 1930’da kadınlar da belediye meclislerine; 5 Aralık 1934’te kabul edilen yasayla da TBMM’ne seçme ve seçilme hakkını bize verdin.

Sevgili Mustafa Kemalim; XX1. Yüzyıl boyunca kadınlar, mücadelelerini hep iki cephede yürüttüler: Bir yandan hakları elde etmek için kavga verirken, öte yandan Yüzyıla damgasını vuran sosyal ve siyasal büyük kurtuluş ve devrim hareketlerine katılma uğraşı verdiler. Gerçekten o tarihe kadar, kadınlar ecdattan kalma cinsel işbölümünün eve kapadığı varlıklardı. Annemin hiç sessini duyamadan büyüdüm, annemin kuşağı “gelinlik etmek” töresi gereği, büyüklerinin yanında hiç konuşamaz, çocuklarını kucaklarına hiç alamazlar, hiç gülemezlerdi. Tek görevleri erkeklere hizmet etmek ve kocalarına zürriyet yetiştirmek için doğmuşlardı. Senin devrimlerinle rollerin bu geleneksel dağılımı, dinin ve düzenin meşrulaştırdığı ve donup kalmış olan bu anlayış XX1. Yüzyılda her yandan çatırdarken, imkânı olan kadınlar, eğitimin kendilerine araladığı gedikten gelip içeriye girdiler.

Sevgili Mustafa Kemal’im; devrin egemen söylemi, onların evlerini iyi çevirip yönetmeleri ya da oğullarını güzelce eğitmeleri için bütün bunların olduğunu söylese de sadece bu amaçla değildir olan biten. Her zaman yaptıklarından başka bir şey için, sosyal alana çıkmak ve yurttaşlıklarını kullanmaktan politikaya kadar kendilerine yasaklanmış olan çevrelere gelip girmek içinde senin yolunda yürürken başardılar. Onlar da biliyordu ki Osmanlı düzeninde gelişmelerden kadınlara düşen pay en azdı. Çünkü imparatorluğun dayandığı İslam düşüncesinin ataerkil kültürel değerlerinin, dinsel hukukunun ve cinsiyetçi ve ayrımcı ideolojisinin en hassas konusuydu kadın.

Sevgili Mustafa Kemal’im; ne var ki bu tür adımlar, kadını ikinci sınıf bir varlık yapan temele dokunmuyordu. Özellikle, erkeğin dört kadın almasına, onun ‘boş ol’ demesiyle boşanmasının sağlanmasına, yeni bir evlilik için ‘hülle’ye başvurmasına bugünün Türkiye’sinde halen rastlanıyor. Bu hareketleniş içinde köktendinci akımların gitgide güçlenmeleri kadın hakları ve demokrasinin ayrılmaz bütünlüğünü ortaya koyuyor. Bugünün Türkiye’sinde kitle iletişim araçları arasında en yaygın kullanım alanı olan televizyonun ideoloji aktarma özelliği, izdivaç programlarıyla daha etkili bir hale geldi. İzdivaç programlarında, romantik karşılaşmalar, şiirler, şarkılar ve danslar eşliğinde mutluluğu yakalayan çiftlerin anons edilerek alkışlanması, mutluluk ve evlilik arasında sıkı bir bağ kurulmasına neden olmakta. Bu bağlantıya; kadın ve erkek adaylarda aranan muhafazakâr niteliklerin eklenmesiyle, aile bağlarına ve maneviyata değer vermekle; uzun süreli evlilik arasında da sıkı bir ilişki kurulmakta. İzdivaç programlarının erkek egemen ideolojiyi, geleneksel olanı, muhafazakâr tavrı ve tüm bunları sürdürecek şekilde biçimlenen toplumsal cinsiyet rollerini pekiştirmesi; toplumdaki kadın-erkek eşitsizliğini görünmez kılmakta. Medyanın cinsiyetçi yaklaşımlarını görünür kılmak için medya ve insan ilişkilerini sorgulayan çok daha fazla sayıda çalışma yapılması ve bunların toplumla paylaşılmasını görenlerin çoğaldığı bir Türkiye düşünüyorum…

Sevgili Mustafa Kemal’im; “İçsem de bir kadeh hayat iksirinden,

Zamansız ayrıldım, bilinsin Fikriye'den.

Bıkmadım ki doyayım o narin ellerinden,

Ümid-i aşkım saracak seni, cefakâr teninden...” diyen dizeleriniz;

Bu dünyada beni iki kadın çok sevdi. Biri iktidarım, gücüm için, diğeri ise tutkuyla sevdi. Tutkuyla, aşkla, vefa ile seven; hiçbir şey istemeden karşılıksız seven Fikriye’ydi.” diyen satırlarınız, sizi ölümüne seven Fikriye’nin ölümünden yıllar sonra sizin ağzınızdan dökülen sözlerinizdi. Bir muammaydı Fikriye Hanım. Kimine göre Çankaya’nın duvaksız gelini, kimine göre Ata’nın alaturka yönü. Kimi “Çankaya’nın First Lady’si” unvanının asıl sahibi olduğunu düşünürken, kimisi kendisine yardımcı olan, hayranlık duyan bir kadından öteye gitmediğini düşündü. Latife Hanım’a göre ise kendi deyimiyle Mustafa Kemal ile arasını açan ‘yılan’dı Fikriye. Hakkında pek çok söz söylendi, kitaplar yazıldı, belgeseller hazırlandı. Fakat hiçbiri asıl Fikriye’sini anlatmaya yetmedi. Ankara’daki TCDD’de bulunan, eski adı “Direksiyon Binası” olan Atatürk Konutu’na yolunuz düşerse, Fikriye’nin ikamet ettiği odayı gezerseniz, bu odada Fikriye’ye dair birçok ize rastlayabilirsiniz. Fikriye Hanım’ın odasında tek kişilik karyolanın üzerinde kocaman bir posteri dikkati çeker. Siyah beyaz olarak basılmış bu resimde, muhteşem gözleri, düzgün hatları, siyah bukle kâkülleri ile hâlâ güzel. “Fikriye Hanım, Selanik 1887 – 30 Mayıs 1924 Yenişehir.” Resmin altında iri harflerle şunlar yazılıdır: “O, uğruna ölünesi adamın uğruna öldü…” İşte bu yüzden; tutkuyla, aşkla, vefa ile seven; hiçbir şey istemeden karşılıksız seven Fikriye’lerin, Mustafa Kemallerin ve Atilla İlhan’ların olduğu bir Türkiye düşünüyorum. Çünkü; Ben sana mecburum bilemezsin / Adını mıh gibi aklımda tutuyorum / Büyüdükçe büyüyor gözlerin / Ben sana mecburum bilemezsin / İçimi seninle ısıtıyorum." dizeleriyle hafızalarda yer edinen Türk edebiyatının büyük ustası Attila İlhan gibi şairlere sahip çıkmak, Cumhuriyet’e sahip çıkmaktır…

Sevgili Mustafa Kemal’im sana yazarken yaşarken umudunu yitiren şair, Nilgün Marmara’nın sevgilisine yazdığı son mektubunu da düşünüyorum;Sevgilim, Her gün kötücül bir düşü kurmak ve onu taşımak artık kılgıyı gerektiriyor. Sana böyle bir yük bırakmak istemezdim ama sen akıllı ve güçlüsün çabuk unutursun. Bu durumdan kimse kimseyi ya da kendini sorumlu, suçlu saymasın çünkü suç yok yalnızca ırmağın akışına bir müdahale söz konusu! Her anın niye’sini sorgulayan bir varlığın saygısızlığını yok etmek için kararlaştırılmış bir eylem bu! Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte! Bu tükenişle hiçbir yeni yaşama başlanamaz, bu nedenle tüm sevdiklerime elveda diyorum. Beni bağışlayın! Bunu en çok annemden babamdan ablamdan ve Kağan, senden diliyorum. Dostlarımdan da! Nilgün Marmara Önal. Seni hep sevdim Kağan! Hoşça kalın!

 1 Cenaze töreni istemiyorum, mümkünse yakınız lütfen!

2 Kuşlar ölünceye kadar iyi bakınız onlara.

3 Sahneden çekilirken yaşamıma karışmış herkesi selamlıyorum.

4 Kağan arzu ederse ileride, daktiloya çekilmiş şiirleri bastırabilirsin”  diyen mektubunu…

Sevgili Mustafa Kemal’im; kalkınmış, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmış yepyeni bir Türkiye düşünüyorum: Aç, işsiz, okulsuz, eğitimsiz, ışıksız, hastanesiz, doktorsuz, yolsuz ve evsiz tek bir yurttaş kalmamış. Tüm yurttaşların gelecekleri, doğumlarından ölümlerine dek, güven altına alınmış. ‘Yarın ne olacağım’ kaygısı kafalardan silinmiş. Açlık, işsizlik, yarına güvensizlik, sefalet, cehalet ve adaletsizlik ortadan kaldırılmış, ağa, bey, şeyh, aracı, tefeci, komprador, vurguncu, soyguncu ve sömürücü takımının egemenliği yıkılmış. Ulusal gelir adil dağıtılarak, zenginlerle fakirler arasındaki uçurum kapatılmış. Emeğe en büyük değer verilmiş. Herkesin insan gibi yaşayabileceği bir gelire kavuşmuş. Çalışıp da aç kalan olmadığı gibi, çalışmadan, onun bunun sırtından para kazanan da kalmamış. Ayrıcalıklar ortadan kaldırılarak ayrıcalıksız bir toplum yaratılmış. Fırsat eşitliği ve sosyal adalet gerçekleştirilerek insanın insanı ve devletin insanı sömürmesi önlenmiş ve sömürüden arınmış yeni bir düzen kurulmuş. Tüm yurttaşlara eşit işlem yapılıyor. Torpilliler, rüşvet verenler, açıkgözler, vurguncular ve sömürücüler değil, alın teriyle çalışanların kazandığı bir Türkiye düşünüyorum…

Sevgili Mustafa Kemal’im; yurdun dört tarafı fabrikalarla donatılmış; her tarafta fabrika bacaları tütüyor. Aç ve işsiz kaldığı için yurt dışına giden tek bir yurttaş kalmamış.  Herkes, kendi yurdunda, evinde ana-babasının, kardeşinin, karısının, çoluk çocuğunun yanında gönül rahatlığıyla çalışıyor ve üretiyor. Herkes, en azından kendisi kadar başkalarını düşünüyor ve ‘ben değil; biz için’, Türkiye’nin kalkınması için çalışıyor. Türkiye, Amerikan üs ve tesislerinden ve her türlü bağımlı ilişkilerden, IMF’nin ekonomik güdümünden kurtulmuş ve Tam Bağımsızlığa kavuşmuş, egemen sınıfların çıkarının savunan din sömürücüsü, yalancı, yağcı, üçkâğıtçı ve idare-i maslahatçı, ‘kukla’ politikacıların sandıktan çıkmadığı, halkın, halk tarafından halk yararına yönetildiği gerçek bir demokrasi ile yönetilen bir Türkiye düşünüyorum…

Sevgili Mustafa Kemal’im; bugün böyle bir Türkiye yok, ama ‘yarın’ olacaktır, olmalıdır. 25 yıl önceki gençlik zengin olma yolunun iyi bir eğitimden ve ticaretten geçtiğini belirtirken, bugünkü yeni kuşağın yeğlemesinde miras, şans oyunları ve politika öne çıkmıştır. Öte yandan yaşamda en çok değer verilen olgular sıralamasında 1979-1980 gençliğinin ‘sevgi’ yeğlemesi 90 ve sonrası ‘para’ olarak değişmiştir. İşte bu yüzden 1980’lerde gençlerin yüzde 25’i mutsuz iken yeni kuşağın yüzde 50 den fazlası mutsuz yaratılmış yitik bir kuşağın durumuna düşürülmüş. Bu kuşak yitimini, “Modern dünyada değer kayması” bağlamında ele almalıyız. Gençliğin yaşadığı değer kayması ve kimlik karmaşasını ortaya koyup Cumhuriyet değerlerinin ve tarih bilincinin gençler için yaşamsal önemini unutturduklarını söyleyen, aydınların çoğaldığı bir Türkiye düşünüyorum.

Sevgili Mustafa Kemal’im; gençler niye mutsuz? Yaşamları toplumda, ailede ve özel yaşantılarda çok yönlü bir baskı içinde geçen gençleri bir de eğitim küstürüyor, hayata bakışları daha da karamsarlaşıyor. Zar, zor girdikleri ve güçlüklerle yürüttükleri, yükseköğrenimden mezun olduklarında işsizlik bekliyor onları… Öte yandan, bir süredir, büyük çoğunluğunu kentli yoksulların oluşturduğu kitleler, popstar kuyruklarında tutunmanın savaşımın veriyor. Umudun adı şöhret oluyor. Sanki her şey gençliğin üstüne oynanıyor. Bunların olmadığı bir Türkiye düşünüyorum.

Sevgili Mustafa Kemal’im; Türk halkı, açlık, işsizlik, adaletsizlik, sefalet ve cehalet içinde kıvranmaya ve yabancılardan borç dilenerek yaşamaya layık değildir. Çünkü bizler senin ilkelerinle büyüdük, ilkelerinle büyüyen evlatlar yetiştirdik. Yeni düzende Atatürkçülüğün, doğru, sağlıklı bir yorumunu yapabilmek için Atatürkçülüğün ilkelerinin tümünü birden ele almak gerekir, bunlar sırasıyla; Tam Bağımsızlık, Anti-emperyalizm, Özgürlükçülük, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, Devrimcilik, Akılcılık ve Bilimsellik, Çağdaşçılık, Barışçılık… Bugün her görüş sahibi Atatürkçülüğü kendi yanında göstermeye çalışıyor. Değişik görüşteki kişiler Atatürkçülüğe sahip bile çıkıyor. Ama biz biliyoruz ki Atatürkçülük adıyla, karşıt görüşlerin taban tabana zıt görüşlerin, ideolojilerin, doktrinlerin maskesi, kalkanı, paravanı yapılmakta. Atatürkçülük ne yazık ki hangi niyete yenilirse o tadı veren bir muz niteliğine dönüştürülmekte. Herkes, Atatürkçülüğü nalıncı keseri gibi kendine yontmakta. Senin öğrettiğin gibi, gerçek Atatürkçülük; monarşinin, teokrasinin, şeriatın karşısındadır, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından, yani laiklikten yanadır. Türkiye’nin ve Türk ulusunun bütünlüğünü her türlü dış ve iç tehlikelere karşı korumaktır, Ulusal gelirin adil dağılmasını sağlayacak demokratik devrimleri, köklü bir düzen değişikliğini gerçekleştirerek zenginlerle fakirler arasındaki korkunç uçurumu kapatmaktır. Ayrıcalıksız bir toplum yaratmaktır. Tüm dünya uluslarıyla dostluğa dayanan ve hiçbir devletin dümen suyunda gitmeyen bağımsız bir dış politika yapmaktır. Gerçek çok partili, çoğulcu, özgürlükçü demokrasiyi benimsiyor ve onu tüm kurumlarıyla işler hale getirmektir. Her çeşit fikrin açık ve seçik tartışılmasını istemektir. Fikirlere copla, silahla, kelepçeyle, zindanla değil, fikirlerle cevap verebilmektir. Ekonominin kilit noktalarını ve yeraltı servetlerini devletleştirebilmektir. Sosyal adaleti en iyi biçimde gerçekleştirebilmektir. Bu yurdun insanları insan gibi yaşayabilecekleri bir gelire kavuşturabilmektir. Mali güce göre vergi alma ilkesini, uygulamaya geçirebilmektir. Tüm yurttaşların geleceğini güven altına alabilmektir. Tüketime ve ezberciliğe dayanan eskimiş eğitim sistemi yerine çağımızın ve yurdumuzun gerçeklerine uygun, yaratıcı ve üretici, yepyeni bir eğitim sistemi yaratabilmektir. Ortaçağ artığı feodaliteleri, ağaları, beyleri, tarikat şeyhlerini tarihe karıştırmaktır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu ”üvey evlat” olmaktan kurtarabilmektir, Cehalet ve sefalet adlı canavarları öldürebilmektir. Kooperatifçiliği geliştirerek üretici ve tüketicilerin aracı ve tefeciler tarafından sömürülmesini önleyebilmektir. Sanayileşmeye önem vererek yurdun dört bir yanını fabrikalarla donatabilmektir. Kentleşme ve gecekondu sorunlarına çözüm bulmaktır. Her çeşit kaçakçılığı, karaborsacılığı, vurgunu, soygunu, sömürüyü, torpili, rüşveti, yiyiciliği, nemelazımcılığı, vurdumduymazlığı önleyebilmektir. İşsizleri işe, ekmeksizlere ekmeğe, evsizleri eve, yolsuzları yola, susuzları suya, köprüsüzleri köprüye, okulsuzları okula, öğretmensizleri öğretmene, kitapsızları kitaba deftersizleri deftere, kalemsizleri kaleme, kütüphanesizleri kütüphaneye, ışıksızları ışığa, ilaçsızları ilaca, doktorsuzları doktora, hastanesizleri hastaneye,  arabasızları arabaya, tiyatrosuzları tiyatroya, televizyonsuzları televizyona, radyosuzları radyoya, telefonsuzları telefona, kavuşturabilmektir gerçek Atatürkçülük.

Sevgili Mustafa Kemal’im; yurdumuzda çeşit çeşit Atatürkçüler var. Papağan Atatürkçüleri, Tören Atatürkçüleri, Reklam Atatürkçüleri, Korku Atatürkçüleri, Moda Atatürkçüleri, Söylev Atatürkçüleri, Ticaret Atatürkçüleri, Gardırop Atatürkçüleri, Tekelci Atatürkçüler, Atatürk ve Atatürkçülük Düşmanı Atatürkçüler, 10 Kasım Atatürkçüleri,  100.Yıl Atatürkçüleri, 60. Yıl Atatürkçüleri, Olağanüstü Dönem Atatürkçüleri, Siyasal Dönem Atatürkçüleri, Ruh Atatürkçüleri var… Atatürkçülük bitmeyen, tükenmeyecek bir anlayıştır. Bir varoluştur. Ve onun arzuladığı “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller yıllar değil, asırlar sonra da onunla birlikte olmaktan gurur duyanlarındır. Atatürk ilkeleri her türlü emparyalizme karşı çıkmak demektir. Atatürk ilkeleri büyük Türk Devletini korumak demektir. Ağasız, beysiz, şeyhsiz, kompradorsuz, aracısız, tefecisiz, vurguncusuz, soyguncusuz, sömürücüsüz bir Türkiye yaratabilmektir gerçek Atatürkçülük… Gerisi masaldır, hikâyedir, lafebeliğidir…

Sevgili Mustafa Kemal’im; aklımda fikirlerin, kalbimde sevgin hiç bitmeyecektir. Seni her zamankinden daha çok özlüyor ve daha iyi anlıyorum. Ruhun şad olsun. Bana eksiklerimi sorma hayat, Mustafa Kemal derim, tamamlayamazsın…

 

Hikmet Işık Cankat
-. ..- .... / -... . -.-- . (Nuh Bey’e)

 

Kasabanın ana caddesindeki iki katlı ahşap evin üst katında oturuyorduk. Alt katımızdaki postanenin bayrak direğindeki kocaman bayrağımız, her sabah usanmadan balkon demirlerimize vurarak yeter artık uyanın, diyordu. Biz ise uyanmanın, yataktan kalkıp annemizin ısıttığı sıcak sütü içmek ve okula gitmek olduğunu zannediyorduk. Andımızla başlıyorduk güne ve üstümüze düşen görevin büyük bir bölümünü çocukça böylece bitiriyorduk.

Öğleden sonra okuldan dönünce ne zaman çalışma masamın başına otursam, aklım hep  alt kattaki  PTT'den gelen tıkırtılardaydı. Annemin büyük bir pul koleksiyonu vardı, zaman zaman yanına oturup ondan Cumhuriyet pullarının öykülerini dinlerdim. Annemi dinlerken de kulağım hep mors alfabesinin tıkırtılarındaydı. Sık sık odama geçip kulağı ahşap döşemeye dayar bu sırrı çözmeye çalışırdım. Bir gün kulağım yerdeyken  izlendiğimi  fark ettim. Annem "Gel yavrum" dedi, elimden tutup beni  PTT'de telgrafın başındaki memurun yanına götürdü. Memur Ali Abi’ye "Ansiklopedinin telgraf ve mors alfabesi sayfaları hiç kapanmıyor. Size bir asistan getirdim, uygun olduğunuz  zamanlarda  yanınıza gelebilir  mi?” dedi. Dünyanın en mutlu çocuğuydum artık, büyüyünce PTT'de telgraf memuru olmaya karar vermiştim.

Senin, "Kurtuluş Savaşı bir telgraflar savaşıdır" dediğini telgrafçılara nutukta teşekkür ettiğini uzun uzun anlatmıştı annem, artık ben de bir Kurtuluş Savaşı telgrafçısıydım...

Okuldan gelince ilk fırsatta, sessizce Ali Abi’nin  yanına oturup o güzel tıkırtıların müziğini dinliyordum. Tıkırtılara kulak vermenin, sırlarını öğrenmenin yaşamda ne kadar önemli olduğunu biliyordum artık. Yüreğim hızlı hızlı tıkırdıyordu. Mors alfabesini öğrendiğimde senin Nuh kod adınla yazdığın telgraflarını okuyup ne çok şey öğrenecektim. Manastırlı Hamdi Bey gibi Kurtuluş Savaşı’nda yanında olamadım ama ilk kadın telgraf memuru Ayşe Cevdet Kasman gibi telgraf başında oturup yeni yeni sırlar çözecektim.

Melih Cevdet Anday'ın  "Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin/Durmadan sesler alacak/Sesler vereceksin/Uyuyamayacaksın" dediği gibi uyuyamıyorum şimdilerde de memleketin halinin seslerini aldıkça.

Sevgili Atatürk'üm, telgraflarda tarihçiler kod adının NUH olarak geçtiğini yazıyorlar. Kutsal kitaplardaki tufana ve kurtuluşa bir gönderme olarak bu ismi seçtiğin sanılmakta...

PTT'de telgraf memuru olamadım, ilkelerin doğrultusunda ilerledim ve bu ülkeye aydın yürekli Güneş adlı bir kız çocuğu bıraktım. Sen Türkiye'nin dünü bugünü ve yarınısın... Dünün tıkırtıları bugünün şartlarında farklı teknolojilerde iletişimi sağlamak için var. "Tek bir şeye ihtiyacımız var; çalışkan olmak" demiştin. Aksamalar olsa da Bursa Nutku’nda dediğin gibi gençlerimiz çizdiğin yolda ilerliyorlar. "Türk genci devrimlerin ve rejimin sahibi ve bekçisidir."

Fransız devlet adamı Herriot'un sözüyle seni selamlamak istiyorum: "Anadolu yaylasındaki ışık... Bizi sonsuza kadar aydınlatacaksın...”

 

Hüseyin Balık
UMUT


Bir gün pırıltısı içindir kayan her yıldız.
Damarlarında koşan her Nut’a
Raysız trenlerde...
Raysız trenlerde!
Kapılar kapanır, nefesler...
Bir gönül sebebi iledir.
Yazılan her satır delice...
Bileklere akın eden her söz,
Ufuklu bir umuda Geb-e-d-i-r...

                  Udmurtya Cumhuriyeti     
NUT: Eski Mısır’da bedeninin gökyüzü olduğu söylenen tanrıçadır.  
Geb’in eşi Gündüz gökyüzünün ve bulutların yaratıldığı yerin tanrıçasıdır.
GEB: Toprak ve yeryüzünün tanrısı olarak kabul edilir.

  

Yaşar Özmen
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’E MEKTUP

 Komutanım

Mektubuma başlarken dünya liderine nasıl seslenmeliyim, karar veremedim. Aynı gelenekten, aynı derslerden, aynı kurum kültüründen, en önemlisi düşüncelerinizden beslenmiş bir astınız olarak en uygun ve en kapsamlı sıfatın ‘Komutanım’ olacağını düşündüm. Bu sıfat, günümüzde ne kadar yozlaştırılmış olursa olsun adınızın önüne konduğunda hâlâ duru, temiz, kapsamlı ve onurludur… Harbiye’de, “1283 içimizde!!!” diyerek her yıl anmaktan onur duydum; çağlar boyunca da onur duyularak haykırılmasını dilerim…    

Öğrencilik yıllarımızda, altı arkadaşımla birlikte, yaşamınızı ve yapıtlarınızı konu alan bir oyun yazma görevi aldık. Oyun, Harbiye’ye girişinizin 88. yıldönümünde, yani 1987 yılının 13 Mart’ında her yıl olduğu gibi sahneye konacaktı. Kara Harp Okulu Kütüphanesi’nde sizinle ilgili ne kadar kitap varsa hepsini taramak üzere işe koyulduk. Şimdi düşünüyorum da o zaman, “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” sözünüzün kapsamını ayrıntısıyla okuyabilmiş olsaydım oyunumuzun ana ekseni belki daha farklı olurdu. Hakkınızda çok sayıda kitap incelememize karşın özgürlük ve bağımsızlık anlayışınızın bu denli değerli bir öngörü olduğunu, üzerinde özellikle durulması gerektiğini, kendi adıma söyleyeyim gözden kaçırmışım. Bazı kavramların ve özdeyişlerin derinliği, iş başa düşmeden anlaşılmıyormuş…  Daha doğrusu nereden ve hangi açıdan bakılması gerektiği görülemiyormuş. Ne zaman ayırdına vardım?  Et sevicilerin biricik aşkı olduğu ve yardakçılarıyla birlikte uygulamalarının ayyuka çıktığı FETÖ belâsının, ülke damarlarına sızmaya başladığı uykulu döneme rastlar. Sonra Ergenekon, Balyoz vs. diye sürer gider. İşte o zaman hakkınızda yazılmış kitapları yeniden gözden geçirme gereği duydum. Gördüm ki ne kadar sallarsanız sallayın yıkılmayacak bir eksene oturtmuşsunuz Türkiye Cumhuriyeti’ni… Girilebilecek bir açık kapı, yani önlem alınması çok zor olan zayıf nokta kalmış; o da inançların amaçlara uyarlanarak kullanılması… Ülkemiz, bu konuda oyun alanına dönüştürülmüştür. Bunu kullanmak için, merdiven altında çok başarılı toplum mühendisleri türetilmiştir, bilincindeyiz. Umarım yakın kuşaklar da bu tehlikenin ayırdına tez varıp önlem alırlar…

Mektubumun kurgusunu yaparken kendime söz verdim: Konu her ne olura olsun asla yakınmayacağım, size şikâyet etmeyeceğim. Yazdıklarım kişisel olarak saptayabildiklerimdir. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki şikâyetlerimiz, sayfalara sığmayacak kadar kalabalıktır. Yakınana, sızlayana değil; çözüm bulandan yana olduğunuzu biliyorum. Ayrıca şikâyet konusu olan her şey; benim kuşağım ve benden önceki kuşakların birebir yanlışıdır. Önümüze bunca tutarlı öngörü ve net resim koyduğunuz halde biz sizi okumakta, anlamakta yetersiz kalmışız. Özgürlük ve bağımsızlık kavramlarını yan yana koyduğumuzda üzerine oturması gereken temelin, sütunun ve kirişin; din ve vicdan özgürlüğü olmak zorunda olduğunu ne çok vurgulamışsınız.  Düşünce özgür olmadan; sağduyu, bilgiye ve mantığa dayanmadan; insanın değeri, insan olduğu için diğer insan tarafından yeterince anlaşılmadan; ne özgürlükten ne de bağımsızlıktan söz edebiliriz. Keşke şu iki kavramı; sağcısı, solcusu, dindarı, tutucusu, bağnazı, ateisti bir anlasaydı da sağından solundan çekiştirip kendi yararına kullanmasaydı! Hele siyasiler, hedef tahtası yapıp üzerinde tepinerek yağ çıkarmasalardı!

Ödünç yetkinin verdiği şımarıklıkla, özgürlüğü belirli bir anlayışın tekeline bağışlamayı hedeflemiş uygulamalara tanık olduk. Bugün bilginin dolaşımı oldukça yüksek, gelen kuşak bilgi kuşağı ve yüksek kavramlar arasındaki ayrımı daha küçük yaşta yapabilme yetkinliğine sahip. Kaygı duysak bile sizin hedef gösterdiğiniz o uygar dünyanın kapı tokmağı hemen ellerinin altındadır. Özgürlüğün kapsamını ve sınırlarını dibine kadar özümsemiş bir kuşak geliyor… İşte o zaman tam bağımsızlık, din ve vicdan özgürlüğü, odak noktası olacaktır insanların… O zaman anlaşılacaktır; uygar ülke ve uygar insan niteliklerinin ne olduğu… Korkuyla büyütülmüş, şekil verilmiş bir insandan özgürlük ve bağımsızlık kavramlarını kapsamıyla anlamasını bekleyemeyiz. Özgür ve bağımsız yaşaması için de zorlayamayız; çağdaş bilinç, algı-anlama-düşünme süreciyle bağlantılıdır. Gönül borcu altında eğitilmiş ve unvan sahibi yapılmış bir kısım emir erlerinden umut sağamayız. Sınırları çizilmiş bir dünya ve sınırları belirlenmiş bir yaşamın oyun alanı, yeterince geniş değildir. İsteklere göre tasarlanmış bir bilinç, olsa olsa böyle bir sonuç üretebilir. Dökmek oldukça zordur kafalara doldurulmuş çakıl taşlarını… Bağımsız ve özgür bir bilinç, nedir, nasıl oluşur; bu, günümüz için oldukça çelişkili bir soru olsa bile başarmak zorunda olduğumuzu her geçen gün biraz daha duyumsuyoruz.

Tam bağımsızlık derken, salt ülke bağımsızlığından söz etmiyorum. Kişisel bağımsızlıktan, yani düşüncenin/bilincin bağımsızlığından söz ediyorum. Düşünce, özgür ve bağımsız olursa çağdaş dünya daha açık ve duru görünür. Gösterdiğiniz hedefi anlamakta, o yola koyulmakta gecikmeyiz. Bilgi kirliliği altında kaybolup toplum mühendislerine en azından kendimizi teslim etmeyiz. 

Bizden sonraki kuşaklara çağdaş bir dünya ve yaşam alanı bırakamayacağımız için kaygılıyım. Bizler, her ne kadar terör ve doğal afetlerle boğuşmuş olsak da savaş ve kıtlık görmemiş kuşaklarız. Her ne kadar özgürlük ve bağımsızlık sorunundan söz etsek de sizler gibi kelle koltukta yaşamak ve savaşmak zorunda kalmadık. Bugün herkesin, geçmişteki koşulları ve koşulların doğurduğu sorunları anlamasını, duygudaşlık kurmasını bekleyemeyiz. Tarihi tersinden okuyan tahtası eksikler hep olmuştur ve sonsuza dek olacaktır. Umut her zaman vardır: “Güneş balçıkla sıvanmaz” derler ya işte onun gibi gerçekler, er geç hak ettiği yere oturur.

“Köylü milletin efendisidir” derken; ezilmişliğe, yoksulluğa, atılmışlığa, çaresizliğe ne güzel bir tanım getirdiğinizi biliyorum. Emekçi ayağa kalkmadan sofra, sofra olmaz. Uyandırırken onurlandırmak, bir dünya liderinin tavrı olabilirdi ancak… Bilinç kıpırdamadan gövde devinmez. Bilinci bilinç yapan tutkal, özgürlük ve bağımsızlık anlayışının derinliğidir. Ben özgürüm ve özgür istencimle karar veriyorum demek, kendini kandırmak için söylenmiş kocaman bir yalandır. Bugün söz sahibi kişilerin karar merkezinin gerisinde yatan gereç ve gerçeklere baktığımızda, ne çok kirli ve paslanmış bilgi birikmiştir; ayıkla ayıkla, süpür süpür bitiremezsiniz. Aslında karar kendininmiş gibi bir yanılgı sürer gider yaşam boyu. Söz ettiğim nokta tam da burasıdır: Özgür ve bağımsız düşünce; öğreti yandaşlığı, gönül borcu ve inanç korkusundan uzak olandır. İnsan, yaşam ve gerçek arasındaki ilişkiyi çözmenin bir tek yolu vardır; bilimlerin yakasına sıkı sıkı yapışmaktır; tıpkı sizin gösterdiğiniz gibi… Yıllardır izliyorum ülkemizde dönen olay ve olguları. Ne zaman özgürlüğün temelini inançlara dayandırmışsak başımıza gelmeyen kalmamıştır. Ne zaman ırkçılık kaşınmaya kalkılırsa kavgasız günümüz geçmemiştir. Ne zaman gösterdiğiniz yoldan sapmışsak, nedensiz ölümler ödül olarak karşımıza dikilmiştir. Ne zaman çağdaş dünyaya doğru bir adım daha ileri atmışsak batıl inanç duvarlarıyla önümüz kesilmiştir.

Samsun’a ayak basışınızdan İzmir’e girişinize kadar olan süreci ayrıntılı inceledim. Büyük Taarruz’a yönelik yapılan hazırlıkları ve uygulanan stratejiyi hayranlıkla izledim. Yoktan var edilen bir ordunun emir komutasını, savaş sanatı konusunda yetkinliği olmayan hiçbir beyin yeterince anlayamaz. Bu yüzden, Büyük Taarruz’un içinde saklanan sanat, topluma bugün bile tam anlamıyla anlatılamamıştır. Hele bir sigara kâğıdına yazıp ordulara ulaştırdığınız o harekât emri! Sanırım harp tarihinde böyle bir örnek yok… Duygularımı saklamadan söyleyeyim: Belkahve’den İzmir’e her baktığımda, bir komutan zaferiyle nasıl duygulanırsa aynı duyguları yaşadığımı söylemek isterim. Çünkü bu zafer, bir veya birkaç ülkeyi dize getirme sorunu değildir bana göre… Çağdaş dünyaya, özgür ve bağımsız bilince doğru atılmış ilk somut ileri adımdır. Böyle büyük bir zafere ve başarıya karşın, güdüleriyle değil, dürtüleriyle düşünen bir kısım tarihçi, zaman zaman ortaya çıkıp kendilerince mizah yapmışlardır, yapmaya çalışacaklardır elbet… Alkış da almışlardır. Biliriz ki yolu bilinçsizlikten geçenlerin alkışı boldur. “Nesnel gerçeklik karşısında sapkınlıklara gülmek eğlenceli olur” deme olgunluğunu göstermek gerek… Şikâyet niteliği taşımasını istemiyorum; ancak yeri geldiği için daha önce yazdığım şiirimden bir birim aktarırsam daha az sözcük kullanmış olacağım:

(…)*
Aslanlı yolda eflatun laleler
Kadife sesli bir ayazın düşüne vurgun
Mevsim mi güz, göçe zorlar kendi neslini
Varoşlara yükselti, kavruk yıkıntılar.
Tandoğan'da karanfil şenliği cıvıl cıvıl
Gıcırdak bir kağnı kucağında şen Dumlupınar.
Ak sigara kâğıdında bir satır iki cümle
Avcılar küheylanı Akdeniz'de vuramasalar.

 

''Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.'' diyorsunuz. Biliyorum ki bir toplumun geleceğini kurgulayan, üretime ve daha güzele yönelten, diğer bir deyişle düşünceyi bileyen; sanat gibi yüksek değer kabul ettiğimiz olgulardır. Düşünceyi bilemek ve onu nesnel biçimde kullanmak, kirli bilgiden arındırılmış, nesnel gerçeklikle desteklenmiş olmayı gerektirir. Ne yazık ki insanımızı nesnel gerçekliklerden uzak tutabilmek için her tür yol, demokrasi kılıfının arkasında denenmektedir. Eğitime, sanata ve iletişim kanallarına hınç alırcasına saldırmak alkışlanan bir tutumdur. Kadını yok sayan ya da evine kapamaya çalışan bir anlayış ve bu anlayışın kurguladığı yaşam biçimi, uygar yaşamı benimseyenleri baskı altına alacak kadar yoğunlaşmıştır. Sanat yaparken bile, “Vurduğum fırça, kurduğum dize, yazdığım öykü kime nereye dokunur, dokunursa bana yaptırımı ne olur” diye düşünmek bu çağda ne kadar acı değil mi? Bugün insan;  inancından, tercihinden, ırkından, düşüncesinden, sanatından dolayı sorgulanıyorsa, özgür ve bağımsız düşünce adına söylenebilecek söz kalmış mıdır?

Aldığını satan, gördüğünü yineleyen, yapılmışı yapan insan işi değildir, beklenti. Sizin yaptığınız gibi gerekli olanı, yeni olanı, özgün olanı ve başarılması zor olanı yapandır, sanatta aranan… Her şeyde olduğu gibi sanat da özgür ve bağımsız bilinç ister; uzagörüm ister, yaratıcılık ister; daha da ötesi kararlılık ister. Baskıdan korkudan uzak kalmak ister… Kavgadan, kaygıdan, savaşımdan beslenmek ister. İsterim ki sanat; sevinçten, kıvançtan, güzellikten, farklılıktan beslensin. Çünkü kavgayı, kaygıyı değil; sevinci sanata giydirmek daha zordur… Güzeli daha güzel yapmak zordur…

Sağlıklı ve mutlu bir toplum yaşamı, özgürlük ve tam bağımsızlık kavramlarının arkasında gizlidir, biliyorum. Felsefe sağlam, temel dayanıklı, çatı iyi; ne var ki konuklar genel geçer tutum içindeler. Bu yüzden olması gerektiği gibi gerçekleşmiyor elimizle tuttuğumuz her şey… Yeterince gizilgüce sahip olmamıza karşın yerimizde sayıyoruz. O gücü, ortaya çıkarıp harekete geçirebilecek özgün, özgür ve bağımsız beyinler gerek…

İnsanın insana saygılı olduğu, yaşam sevincinin açıkça haykırılabildiği, yaşam ve güvenlik kaygısının en alt düzeye çekildiği çağdaş bir ülke düşlüyorum. Savaşın, çatışmanın, kavganın, açlığın, yokluğun, tecavüzün, şiddetin, nedensiz ölümlerin yaşanmadığı pırıl pırıl, yeşil bir dünya olsun istiyorum. Bilim, akıl, mantık ve ortak insani değerlerin egemen olduğu bir yaşamı özlüyorum. Yıllar önce Cahit Sıtkı Tarancı ne güzel dillendirmiş özlemimi. Dilerseniz mektubumu büyük şairin şiirinden bir birim alıntıyla bitireyim:

“Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.”

  * Özmen Y., Bir Damla Suda Halkalar, Temren Yayınları, 2018, s48


Nüket Hürmeriç
GİDERKEN
               
Şarkılarımı götüreceğim giderken
Şiirlerim yerleşsin hüznüne
Zorbalık huzur verir mi?
Kırılgandır camsı ruhlar
Onarılamaz bir daha
Kalıcıdır yalnızlıklar
Sevdalarsa geçici
 
Yaşlılık hoş gelir artık
Sessizliği ister yorgunluk
Dinlenmeler ve dinlemeler
Veda etmek yakınlaşır
Azaplar azar azar
Sindirilir mi acılar
Yeniden düşünülür mü doğmak
Çocukluk çoktan öldü
Olgunluksa yasak!
                                                  Haziran 2022

  

Nilüfer Uçar
BİLGİ DENİZİ/OKUMA

 

 “Bir ulusun en değerli hazinesi, onu yükselten yayınlarıdır.”                                                                                           Churchill

 

Bugün ne yaptım, sorusunu kendimize soracak olursak birçok şey sayabiliriz kuşkusuz. Uyandığımızdan yatıncaya kadar geçen süreyi verimli değerlendirmek kişinin kararı ve plânlamasına bağlı olduğunu varsayarsak, bu zaman diliminde okumaya ne kadar yer açtık?  Okumak, bilgiyi besleyen ana kaynağımız olduğu gibi güç kaynağımızdır da. Zorunlu olarak yapılması gereken işlerden arta kalan süreye boş zaman demesek de istediğimiz şekilde değerlendireceğimiz bize ait zaman dilimidir. İşte bu zaman diliminin ne kadarını okumaya ayırabiliyoruz, buna bakılmalı. Okuma ortamında büyüyen çocuklar, okuma alışkanlığını küçük yaşlarda edinirler. Çocukların algılama yetisi gelişkindir. İşte bu nedenle onlara örnek olmak bize düşer. Okumaya zaman ayırabilmek için kişinin okumayı sevmesi, alışkanlık haline getirmesi, bilgi edinme ihtiyacını duyumsaması gerekir. Kısacası istek duymalı. Okumaya yaş sınır çizilmemeli.

Londra Üniversitesinin 16-42 yaş aralığındaki katılımcılar ile gerçekleştirdiği bir çalışmada, sözcük dağarcığı ve dil öğrenme kapasitesinin yaşa bakmadığını ortaya koyuyor. Gençlerin test başarısı yüzde elli beş daha ileriki yaştaki katılımcıların ise yüzde altmış üç. Düzenli kitap okuma alışkanlığı, hangi yaşta olursa olsun sözcük dağarcığını hazineye dönüştürebilir kişi. Bilinenin aksine bir dili gereğince öğrenmek yaşa başa bakmıyor.

Okumanın sayılamayacak kadar çok yararının olduğu elbette bilinir. Belki de eklemek gereken bir yararı da; yaşlanmanın beyinde yapacağı olumsuzlukları azaltması. Alzheimere karşı okumanın olumlu sonuç verdiği biliniyor. Beyin, aktifliğini koruduğu oranda işlevselliği artar. Uyku kalitesini arttırır, arkadaşlık bağı kurma, sosyalleşme, duyguyu kontrol etme, duygudaşlık kurma, açık fikirli birey olma gibi pek çok olumlu etkilerinin olduğunu da söyleyebiliriz. En önemlisi başarının anahtarı, okumakla ilintilidir diyebiliriz. Bunu şöyle de söyleyebiliriz; başarılı kişilerin en önemli alışkanlığı iyi birer okur olmalarıdır.

Şimdi kendimize soralım: Bugün ne kadar zamanımı okumak için ayırdım?  Farklı pek çok yanıtın geleceği kesin. Okumaya zaman ayıranlar bilsin ki kendilerine çok değer veriyor. Ya okumaya zaman ayıramayanlar!

“İnsanlık, yalanı ve adaletsizliği kılıçla değil, kitapla yenecektir.”   Emile Zola

Kılıçtan daha keskin silahımız okumak olmalı.

Harry S. Truman; “Her okur bir lider değildir, fakat her lider bir okur olmalıdır.” der. Belki lider olmak için okumuyoruz ama kendimizi geliştirmek, zihinsel gıdaya ulaşmak, beyni beslemek, yalnızlığımızın sadık dostunu yanımıza almak,  bilgi ağacını yeşertip çiçek açmasına katkı sağlamak, yüreğe yeni kapılar açmak, beyinden katmanlar oluşturmak, bireysel kimliğinin farkına varmak gibi pek çok nedenlerle okumalıyız. Belki de kendimizi öteki kılarak, kendi bilgi kabımıza değer taşımak için de okumalıyız. Okumak sabır ve istek işidir. Aynı zamanda terapi görevi üstlenir. Okurken geçen zaman, kişiyi dinlendirdiği gibi bilinci sağaltan doktordur aynı zamanda. Kısacası ruh ve beden sağlığımız için dahi okumalıyız. 

Okumanın zihne açtığı sayısız pencereleri düşünürsek; evreni algılamak için pek çok bilgi ışığının bize ulaşma yollarını açar. Hafıza güçlenir, algılama yetisi gelişir, ön yargıdan uzaklaşılır, bakış açısı genişler, güzel bakmayı bilir, dil zenginleşir, sevgi - saygı - erdemli insan olma özelliklerini kazanmasına katkı sunar. Kişinin gelişimi topluma nitelik kazandırır. Çok okuyan toplumlar olgunluk seviyesine ulaşmada öncelik kazanır. Kaliteli ve farklı bilgi alanlarında kişiyi gezdiren her yazı okunmaya değer.

Sokrates; “Okumayan insan hayata tek bir pencereden bakar, bildiği ezber cümlelerle yorumlar ve dar kalıplı bakış açısına sahip olur.” 

“Ne kadar meşgul olduğunu düşünürsen düşün okumak için zaman ayırmazsan cahilliğe teslim olursun.” KONFÜÇYÜS   

Aydınlanmanın temel koşullarından biri belki de en önemlisi okumak, okumak, okumak…  Okuyan bireyin beyni engin ufka yelken açar. 

Bilgi denizinde yelkenin rüzgârı okumaktır.

Kitap denizine bir damla “kırılgan su” düşse o bizim kazanımımızdır. O damladan varım diyebilmek önemlidir. Denizin özü damlaların birikimidir. Her damla bilgi olarak bize geri döner. Kitap denizinde yüzmenin bilinciyle kulaç atmalıyız.

Toplumların gelişmişlik düzeyi ve kültürel birikimi kuşkusuz okur-yazar oranının yüksekliğiyle ölçülür. Sosyokültürel ve sosyoekonomik etmenlerin içinde eğitimin  kapsadığı alan, edebiyata verilen  önemle doğru orantılıdır.

Ekonominin belirleyici unsur olduğu yerlerde olumlu, olumsuz etkilenenlerin başında  edebiyat gelir. Bütçesi kısılan üvey evlat gibidir. Çağdaş bir eğitim; ilerlemenin aydınlık yolu, ilerlemeyi başlatan adımların itici gücü ve potansiyelidir. Kültürel gelişmeden okullaşma kadar yazınsal yayınların etkisi yadsınamayacak kadar önemlidir.

Edebiyatı önemseyen okur-yazar oranı yüksek toplumlarda; bilinç gelişir, ileriye doğru atılacak adımlarda cesur olur.

“Sen şimdi bunları birkaç saat içinde okuyacaksın fakat inan bana ben bu işi yapabilmek için saçlarım ağarıncaya kadar çalıştım.” Charles de Montesquieu.  Ne kadar doğru bir söylem. Çünkü bir yazar-şair bilgi birikimini emeğe dönüştürüp okuyucuya ulaştırması zahmetli, yorucu, uzun bir yol alıştır. Yani sanıldığı kadar kolay değildir yazın serüveni.

“Okumak özgürlüğe uçmaktır.” Aliya İzzetbegoviç Özgürlüğümüze sahip çıkabilmek için okumalıyız.

Kitaplar kadar değerli ve bilgi edinmemize katkı sunan dergilerimizin yeri elbette önemlidir. Edebiyat kültürün yaşamsal  koluysa edebiyat dergileri de bu kolu güçlü kılan ve görev yüklenen önemli kaynaklarımızdır. Elbette dergiye kişilik ve kimlik kazandıran yayın yönetmeni ve editördür. Asıl sorumluluk yüklenicisi onlardır.   

Bilgi birikim kumbaramız, vazgeçilmezlerimiz ‘Edebiyat Dergileri.’ Kitaplarımız kadar okunmayı hak eden yayınlarımızdır onlar. Edebiyat elçisi de diyebiliriz onlar için. Çünkü yazarlardan aldıklarını okuyucuya sunarak önemli bir görev üstlenirler.

Tarihte ilk yayınlanan dergi, İngiltere’de “The Gentleman’s Journal” olarak bilinmekte. “Ülkedeki beylere; haber, tarih, felsefe, edebiyat, müzik ve çeviri mektup” alt başlığıyla çıkan derginin ilk sayısı Ocak 1692’de basıldı.

Türk Edebiyatına bakacak olursak; Mecmua-i Fünûn (1861), Servet-i Fünûn (1891), Genç Kalemler, Türk Yurdu, Varlık (1932) gibi pek çok dergiyle başlayan ve günümüzde yayınları devam eden çokça dergimiz var. Basılı ve internet ortamında çıkan dergiler. Kültüre katkıları azımsanamayacak kadar çok. Genç yazarların, şairlerin öne çıkmasını, eserlerin editör süzgecinden geçirmesine olanak sağlayan edebiyat mutfağı gibidir. Yazın dünyasına ilk adım atılan yerdir dergiler. Günümüzün usta yazarları, şairleri ilk nefeslendikleri edebiyat balkonudur aynı zamanda. Dergiler hangi boşluğu dolduruyor, diye kendimize soralım: Belki de yeteri kadar iyimser olmadan yanıtlamaya çalışırsak, diyebiliriz ki doldurdukları boşluk, gördükleri ilgi kadardır.

Kitap ve dergilerde yer alan yazılar bilgi terinin damladığı satırlar olduğunu varsayarsak, okunmayı fazlasıyla hak ediyorlar.  

 “Okumadan geçen bir gün, yitirilmiş bir gündür.”  Paul Sartre

Bahane bulmadan, nedenler üretmeden okumaya zaman ayırmayı alışkanlık edinmeliyiz.

Edebiyat, toplumların kültürel şahdamarıdır…

Bilginin temiz hava soluması için kitabın penceresini açmayı unutmayalım.                            

                                                                                                                               18 Mayıs 2022

 

 

Meriç Aydın

UMUT İLE ŞARKISI


 I

Hiç

 

gecenin geç saatleridir

türküler söyler düşümde bir çocuk

başucumda cpap cihazı, yüzümde maskesi

ve dolaşır durur içimde atlılarıyla

yaşlı ve çirkin suratlı bir hüzün.

 

ben neredeyim hiç!

 

uzun gürültüler günün sonunda

klişe yalnızlığa yol açar

gerçek yalnızlar karanlığın içinde

yanıp sönen ateş böcekleri gibidir

bir tatlı söz bekler saksıda çiçeğim

 

çocuklar büyürken ilgi ister!

 

insan insanın içini görür gözlerine bakarken

kiminin gözleri kulaklarıdır, kiminin elleri

kiminin muhbir kuşları vardır kalabalıkta

kiminin kısık sesleri

insan insanın aynası değilse peki ya nedir?

 

dert değil olmaması hiç!

 

onlar toprağın değil, betonun

nem kokan yerlerinde yuva yapan

kalbi küflü, örümcek ağları gibidir

hep temizlenmeyi ister göz önünden

örümcek ağları da temizlenir, mat renklerde

senin sabahın güneşi doldurman yüreğine

 

şiir kocaman olacak sen büyüdüğünde!


II


umut

 

bazen kendi içine anlatır insan her şeyi

kendi derdine güler, kendi yarasına sarılarak büyür

kuşları tanıdığını söyler, doğayı tanımlar yeniden

insan büyürken kendine yalanlar söyler

sonra tekrar şarkısına döner…

gün biter, herkes kendi ıssızlığına çekilir

günün sonunda gideceği tek yer yalnızlığıdır.

 

bazen durur, biriyle bir şeyler paylaştığını sezer

oysa kendi içine dökülüyordur sözcükler

bir kara delik gibi, insanın içi hep kendini yutar

şiirlerden geçer, şarkılardan geçer

kendi içine dökülen bir nehir gibidir insan

denizi de içinde taşır göğü de

illa bir bahane bulur konuşmak için kendisiyle

kendisiyle konuşmayanlar zaten delidir. 

 

III


şarkı

 

seni diyorum, o kadar çok öldürmüşler ki

şarkını bile tam anlayamamışsın

yağmurlar kaç defa vurmuş pencerene

rüzgârlar kaç defa çalmış kapını

kendi gürültünden başka hiçbir şey duyamamışsın.

 

o kadar çok öldürmüşler ki seni

yüreğinle söylediğini, dilin nereye koyacağını bilmiyor

sadece seni değil, seninle birlikte

milyonları öldürmüşler sanki

ne savaşı bitiyor içinin ne yoksunluğu

kendi içine bile yabancı kalmışsın. 

 

IV


olmak için

 

yenilmektir biraz

bir kenara çekilerek beklemek umutsuz.

 

unutmaktır bildiklerini

kendini korkarak seyretmek.

 

aynalara gülmektir

bir insanın en yalnız hali.

 

sevmeyen bir insana

gideceği hiçbir yer mutluluk vermez. 

 

V


dövüşebilmektir her şartta*

herkes ve her şey için

doğru bulduğun ve inandığın ne varsa.

 

inanmaktır güzelliğine

tek başına açan bir çiçeğin

doğadaki inatçı mücadelesine.

 

tutunmaktır çünkü biraz da yaşam

gücün yetmiyor olsa bile

yalnız kaldığında umuda.


VI


sessiz oyun

 

hayatından çıkardığın

bütün fazlalıkların toplamı

şiir olabilir mi?

ruhu da yenilemektir

fazlalıklardan arındırmak biraz.

 

belki de zaman

yarım kalmış bir şiirden alıntıdır

hiç söylenmemiş

ya da vazgeçilmiş bir şarkıdan artakalan.

 

aşk sessiz bir oyun, sadece sevmek için var.

Mayıs 2022

                            *Nazım Hikmet, Şaşıp Kalmak

  

Bedriye Korkankorkmaz
THOMAS STEARNS ELİOT İLE YAPITLARINA YANSIYAN KİŞİLİĞİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ

 

Thomas Stearns Eliot. 1888-1965 yılları arasında yaşadınız ve Amerika’nın Yeni İngiltere bölgesinde, Missouri eyaletinin St. Louis kasabasında doğdunuz. Hakkınızda yaptığım araştırmalardan tanıyorum sizi. Araştırmalarımdan öğreniyorum; sizin 1906 yılında Harvard Üniversitesi’ne girdiğinizi ve üniversitede salt Irving Babbitt’in etkisi altında kalmadığınızı onunla birlikte Elizabeth Devri/James Devri edebiyatı ile İtalyan Rönesans’ı mistik Hint felsefesinin de etkisi altında kaldığınızı.

İnsan öldükten sonra da mutlak kendi görüş açısına inanan insanları arıyor. Ben her zaman insanın kendisine yetebilen, içinde yaşadığı dış dünyanın ahlâkına dâhil olmayan, kendi hayatındaki değişken akışına bir anlam ve düzen getiren kişi olduğunu düşünüyorum. Senin düşündüklerinin aksine ben: İnsanın tecrübelerinden edindiği değerleri bu mantıki tutarlılık ölçüsünün yardımıyla bağdaştırabilir ve kendi içinde tutarlı olan dış dünyada objektif karşılığı bulunan bir sistem oluşturabileceğine inanıyorum. Tezimi F.H.Bradley’in idealist felsefesi üzerinde hazırladım. Benim hayatıma yansıyan sanat felsefemin içinden çıkmak zor olduğu için sana yardımcı olacağım. Hayatıma yansıyan sanat anlayışımı tümüyle mercek altına almaktansa önemli konuları karşılıklı olarak konuşursak benim gerçeğime daha kolay erişirsin. Zor bir insan olduğum için sanatım da bu zorluktan payını aldı. Üniversitede okurken hayatımı edebiyata adamaya karar vermiştim. Edebiyat bilgimi artırma konusunda oldukça hırslıydım. Bu yüzden Birinci Dünya Savaşı çıktığında Fransa ile Almanya’ya gittim. Orada zamanınım büyük çoğunluğunu felsefe ve edebiyat üzerine çalışmakla geçirdim.

Şimdi anımsıyorum oradan da Yunan felsefesi hakkında bilgi edinmek için İngiltere’ye gidiyorsun. Bir süre sonra da Londra’da öğretmenlik yapıyorsun. 1925 yılına dek Lloyd Bank’ta çalıştıktan sonra Faber and Faber adlı bir basımevinin müdürlüğünü üstleniyorsun. Yerleşmek için Londra’yı tercih ediyorsun. Öğrendiklerini özümsedikten sonra şiirlerinin yayımlanacak olgunluğa eriştiğine karar veriyorsun.   “J.A.Prufrock’un Aşk Şarkısı” adını verdiğin ilk şiirini kısa bir süre sonra kapanan bir dergide yayımlıyorsun. Şiirlerini daha sonra bir kitapta topluyorsun. Şiir konusunda oldukça üretkensin, hızına erişmek mümkün olmuyor. 1919-1920 yılları arasında iki ayrı şiir kitabı daha yayımlıyorsun. İki yıl sonra “Çorak Toprak” adlı yapıtın İngiltere’de The Criterion’da, Amerika’da The Dial’da basılıyor. 1909-1925 yıllarında ise yazdığın tüm şiirleri bir kitapta topluyorsun. Yanılmıyorsam senin ününe ün katan edebi eleştirilerin oluyor. Edebi eleştirilerini de 1920 yılında The Sacred Wood ve Homage to John Dryden adlı eserlerinde topluyorsun.  “For Lancelot Andrews” ve “Selected Essays”  daha sonraları kaleme aldığın yapıtların.

“Sevgili Bedriye, benimle ilgili bu bilgilere nasıl ulaştığını merak ediyorum?” 

Doç. Dr. Sevim Kantarcıoğlu’nun T.S. Eliot’ın Şiirlerinde İnsanın Kendisini Gerçekleştirme Teması adlı yapıtından ulaştım. Ben sadece yapıtta yer alan bilgileri seninle paylaşıyorum.

“Anlıyorum. Yazar benim şiirlerimde insanın kendisini gerçekleştirme teması üzerinde yoğunlaştırmış yapıtını. Yapıtta da yazıldığı gibi Hulme ve Ezra Pound ile birlikte romantizme karşı tavır aldık. Benim şiirlerimde dönemin birçok şairinin şiirlerinin etkisi vardır. Bunlardan bazıları XIX. Asır Fransız şairlerinden olan Jules Laforgue, Theophile Gautier ile Charles Baudelaire’dir. Ayrıca Fransız sembolistlerinden Paul Verlaine, Arthur Rimbaud ve Stephane Mallarme’nin derin izleri vardır şiirlerimde. Şiirlerimin derinliğine ulaşman için şiirlerimi iki bölüm başlığı adı altında toplaman gerekiyor.”

Biliyorum. Birinci bölümde yer alan şiirlerinde çağdaş batı dünyasının manevi çöküntüsünü konu olarak işliyorsun. İkinci bölümde yer alan şiirlerinse, Anglikan Kilisesi’ne girdikten sonra ruhsal huzur arayışında olduğun devrenin ürünleridir. Öyle sanıyorum ki, birçok şiir üretmene rağmen kendini inzivaya çekmeyi düşünüyor olmalısın ki Anglikan Kilisesi’ne giriyorsun. O dönemde yazdığın şiirlerinde Dante’nin şiirleri/ İncil ve dini edebiyat konuları belirleyici olmuş. Bir süre sonra dini sorgulamaların başlıyor. Bu yüzden 1930 yılından sonraki şiirlerini dini şüphenin etkisi altında kalarak yazıyorsun. “Dört Kuartet” adı ile 1943 yılında bastırdığın yapıtında zaman ve ebediyet arasındaki ilişki üzerine yoğunlaşıyorsun. Ününe ün katan eleştirilerini bir şairin duyarlılığı göz önüne alınarak okunmalı, diye düşünüyorum. Eleştiri yönündeki dehanı Milton/ J.Donne ile Tennyson’a karşı Hopkins lehine kullanıyorsun. İngiliz edebiyatı tarihinde eleştirilerinle yeni bir düzen kuruyorsun. Sen şiirlerinin temelini İngiliz şiirleri ile kendi şiirlerindeki duygu ve düşünce birlikteliğini sağlamak amacı üzerine kurduğun için,  çağdaş şiir teorisinin en büyük şairi unvanını alıyorsun. 1927 yılında ani bir kararla İngiliz vatandaşlığına geçerek Anglikan mezhebini benimsiyorsun.  Edebiyatta klasik,  politikada krallık taraftarı, inançta ise Anglo–Katolik olmaktan büyük bir keyif alıyorsun. Dini konuları işleyen şiir/eleştiri ve tiyatrolar yazıyorsun. “Munder in the Cathedral (1935), “The Family Reunion”(1939) ile 1950 yılından sonra yazdığın “The Coctail Party”, “The Confidential Clerk ve de “The Elder Statesman” bunlar arasında yer alan yapıtlarındır.  Senin şiir dilinde yaptığın yenilikler senden sonra gelen birçok şairin ilgi alanı oluyor. Özellikle şiirde sınırlı temaları işlemene rağmen eleştiri alanındaki başarılarından dolayı Nobel ödülü alıyorsun. “Metafizik–sembolik bir şair olarak edebiyata ve Batı düşüncesine getirdiğin sentez, sana edebiyat alanındaki hemen herkesin ulaşamayacağı yeri kazandırıyor.” Sen gerek hayatının anlamını gerek şiirlerinin temasını insanın kendisini gerçekleştirme teması üzerine oturtuyorsun. İçinde yaşadığın hümanist çağın ürünü olan romantik bir edebiyatın temel kavramlarına karşı çıkarak edebiyat kariyerini başlatıyorsun. Çağdaş bilincin geleneklerini şiirlerinde yoğurarak kendi çağdaş klasik felsefeni kuruyorsun.  Kimsenin etkisi altında Romantik şairlerin “Düşünüyorum ve hissediyorum, öyle ise varım” biçimiyle özetledikleri felsefesine “Düşünüyorum ve hissediyorum, öyle ise sadece görüntüyüm” diyerek karşı çıkıyorsun. “Prufrock’un Aşk Şarkısı”, “Gerontion” ile “Çorak Toprak” da insanın ruh ve bedeni arasındaki dengeyi yerli yerine oturtmadığı için tabiattan ve Tanrı’dan kopuk yaşadığını belirtiyorsun.  Hayat felsefenin yanı sıra Tanrı/insan ve sanat kavramlarını Francis Herbert Bradley ile Sören Kierkegaard’ın Hıristiyan egzistansiyalizmi arasındaki büyük benzerlikten yararlanarak geliştiriyorsun. İnsanın hayatı hakkındaki yapıtlarına yansıyan görüşlerini şöyle özetlemek gerekiyor: İnsanın Tanrı’sıyla direk iletişime geçmesi için ruhunun mutlak görüş açısını oluşturan hiyerarşik düzeni içinde kurması gerekiyor.

“Sevgili Bedriye, ben sadece bir insanın ruhundaki hiyerarşik düzeni kurmasıyla kendini gerçekleştiremeyeceğini, kendisini tam anlamıyla gerçekleştirmesi için de kendi yaratığı Tanrı’sıyla birebir ilişki içine girmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yöndeki görüşlerimi, yazdığım bir şiir dizesinde şöyle yansıttım: Ebediyetle zamanın kesiştiği anın şuuruna varabilmek azize vergidir. Ben sadece şair değilim. Aynı zamanda oyun yazarı, eleştirmen ve fikir adamıyım. “Bradley’in Görüntü ve Gerçek” yapıtı benim en çok etkisi altında kaldığım yapıttır. Bu etkinin bendeki önemini “F.H.Bradley’in Felsefesinde Bilgi ve Tecrübe” adını verdiğim tezde görebilirsin. Çağdaş eleştirmenlerden olan Hilis Miller ve Hugh Kenner’e göre bu etki benim ilk şiirlerimden son oyunum olan Eski Devlet Adamı’na kadar devam etmiştir. Ben romantizmin ve hümanizmin sanat ve kültür içinde şaire verdiği yeri abartılı buluyordum. Bu konu hakkındaki görüşlerimi şöyle dile getirdim: “Bir kişinin veya bir sınıfın kültüründen bahsetmenin anlamsız olduğunu söylerken demek istediğim şey, bir kişinin kültürünün, bir sınıfın kültüründen; bir sınıfın kültürünün de bütün bir toplumun kültüründen soyutlanamayacağıdır. Kültürde kusursuz olmaktan bahsederken, aynı anda kültürün üç anlamını da düşünmekteyiz. Kültürde gelişmenin hangi derecesinde olursa olsun, bir toplumda kültürün farklı dallarıyla uğraşan grupların birbirinden tamamen kopuk ve birbirleriyle hiçbir ortak yanları olmadığını söylemek de istemiyoruz. Aksine kültürün farklı dalları arasındaki ortak vasıflar, birbirinin sahasına taşmalar, karşılıklı takdir ve hizmetler sayesindedir ki kültürün farklı dalları birbirinden kopmadan yaşayabilirler” (s. 5)

Sevgili dostum. Sana göre din ve kültür bir paranın iki yüzü gibi aynı şeyin farklı yönleridir. Kültür ve din arasındaki diyalektik çatışmanın sürekli olduğunu savunuyorsun. Bir dinin sayısız kültürlere analık etmesi o dinin o kadar çok kendisini geliştirmesine vesile olacağına inanıyorsun. Batının yetiştirdiği büyük şairlerden birisisin. Sen, Tanrı merkezli dünya görüşünü savunuyorsun. Hümanizmin insan odaklı dünya görüşüne karşı çıkarken bir yanda da hem romantizmin hem hümanizmin hem de çağdaş ilimdeki gelişmeleri yazdıklarında toplayarak kendi klasik dünya görüşünü sanat anlayışınla birleştiriyorsun. Bu bakış açın sayesinde sadece sana özgü sentez üzerinde inşa ediyorsun sanat yapıtlarını. Rousseau’dan sonra tanrılaştırdıkları insanın üstünlüğünü yadsıyarak Tanrı’nın yüceliğini anımsatıyorsun. Sana göre insanlar belli sınırlar içinde bir imanın gereklerini özünde yaşatarak yücelebilir ancak. Sanatın amacı konusundaki düşünceni de şöyle açıklıyorsun: “Sanatın amacı, didaktik olmaksızın insanın kendisini gerçekleştirmesine hizmet etmektir. Sanat, en büyük meyli kendisinden kaçmak olan insana kendisini tanıtarak zaman ve mekân içinde insanın ne ölçüde yücelebileceğini zevk vererek öğretmektir.” Senin hakkında öğrendiklerimden yola çıkarak senin kendini gerçekleştirdiğini anlıyorum. Yazdıkların ve yaşadıklarınla hayatın/hayatının anlamını ifade ediyorsun. En çok da insanın tanrılaşamayacağı gerçeğine karşı çıkıyorsun. Karşı çıktığın romantik ve hümanist hayat görüşünden pek de farklı olmayan dinamik bir hayat felsefeni Hıristiyanlığın özüyle birleştiriyorsun. İnsanın zaman ve mekândaki misyonunun gerçek bir arayış olduğunu sık sık anımsatıyorsun. Hayatında belirsizliklerin olmaması kendi çizdiğin yolda tutarlı bir biçimde ilerlemeni sağlıyor. İç huzuruna dine yönelerek kavuşuyorsun. Senden önceki ve içinde yaşadığın çağın edebiyatlarını inceleyerek elde ettiğin bilgileri kendi bakış açınla yeniden yaratarak sadece sana özgü sanat anlayışına kavuşuyorsun. Kendine çizdiğin yolda ilerlediğini görünce daha büyük bir heyecanla yeni yapıtlar üretiyorsun. Eleştirideki başarını da bu bakış açısıyla yakalıyorsun. Sadece kendi dünya görüşünü kendine rehber olarak alıyorsun. Sana göre inançlı insanlar Tanrı’ya daha yakındır. Bu bakış açında bilimle insanı birbirine karıştırmıyorsun. Bilimin insan hayatındaki önemini yadsımıyorsun. Senin insandan beklediğin şeyse insanın bilimin ötesine geçerek arayışını gerçeğin fiziki boyutunu inkâr etmeksizin fizik ötesi bir boyutta sürdürmesidir. Bu gerek arayışında fizik ötesi arayışı vurgulamakla çağın ihmal ettiği bir noktayı su yüzüne çıkarmak istiyorsun. Tüm bunlara ek olarak inancın mutlak görüş acısı içinde, çağın uzlaşma kabul etmeyen, nispeten geçerli olan ideolojilerine hoşgörülü bir barışma zemini sağlıyorsun. (s. 75.) Yazdıklarında kendi gerçeğini gerçekleştirdiğin için başkalarının yazdıkların hakkındaki olumlu ve olumsuz görüşlerinden etkilenmiyorsun. Özünde insan sever olduğun için yapıtlarında insanın kendi gerçekleştirmesi üzerinde yoğunlaşıyorsun. İnsanın hayatında bilinmesi gereken şeylerle kendisini sınaması sana ne anımsatıyor bilmiyorum ama yazdıkların kuşaklar boyunca bir kılavuz olma özelliğini koruyor.

“Sevgili Bedriye, bana ayrılan süre doldu. Bir sonraki söyleşimizde aile hayatıma dair gerçekleri karşılıklı konuşuruz. Seni sevgiyle kucaklıyorum.”

Ben de seni sevgiyle kucaklıyorum sevgili dostum.

 

Yaşar Özmen
KÜL KEDİSİ*

 
Bir zamandır sen öyle
Uzun bacaklarınla bembeyaz yatıyorsun ya
Seni şu tuvale koymadan edemiyorum Külkedisi
Bakışın törpü, suskunluğun bıçak
Kırmızı yakışıyor dudaklarına, bir o kadar gülüşüne
Renkli bir kuru kalem düşünde ince uçlu
Gözlerimi çiziyor tam oraya
Sol yanın vuruntulu bilirim ve şu mizansen
Ne var ne yok saklamışsın avuçlarına
Düşü düşe sarıp üstüme koşuyorsun…
İşte o an
Yalnızlığın tadını bir kez daha seviyorum…
 
Sen ne dersen de dillerine dolanayım
Salma atlarını üstüme bu kadar tez
Sevmenin bedeli ağırmış deyip geçelim
Susma öyle susturulmayı hak etmiş gibi
Bilirim yırtıcısın sen yüreğine karşı
Dibine tokmak vurmuşsun şu dünyanın
Kalçana takıp zillerini
Çarşıyı birbirine katmışsın durduk yerde
Avuca sığar panda yavrusu yumuşaklığı
Kumkuat tadı var ya o dudaklarında
Ellerim varmaz tombul yerlerini tutmaya
Zor zamanların açılmaz kapıları işte
Bir kilit daha kondurursun şu akıntıya
İşte o zaman ben bir kez daha kaybolurum…
 
Gurur mu duymalıyım senin bu susmalarından
Bilemedim nereye saklarım sessizliği
Bakışımı özgür mü bırakmalıyım üstüne
Her kentin kapıları bizim gibi örtük değil ki
Değme bana, sen yine de gezdir ellerini
Kaleminin ucundaki mürekkebe
Ansızın bulaşabilirim ben, sabahı bekle…
 
Biliyorum sen yüreği yeter bir ‘ay’sın
Üzümler senin için kararır bu akşamüstü
Pireye yorgan yakarsın, girilmez dengine
Var sakla kendini
Oyalan dünya işleriyle nefes nefese
Zordur bilirim gözlerini kaldırıp bakamamak
Karıncanın ağzındaki yüke
Ve üzerine düşmüş bir çift göz bebeğine
Pulla gitsin, sen bir zarfın içinde ipek kozasın
 
Ne o, parmak uçların bir boşluğu tarıyor
Bir görünür bir susarsın, susmaların karlı dağ
İlik gibi yatıyorsun şu tuvalde görüyorum
Düşlerini al götür yanında buraya sığmıyor
Saklama gözlerini öyle suçlu gibi Külkedisi
Her bakış, bazen insan yüreğinde acıya oturuyor…                                                

                                                                         Ocak 2020

* “Umut Bekler Bizi” isimli Görsel-Sayısal Şiir Kitabımdan

 

Banu Elçi
DOĞA VE DİNGİNLİK

“Ormana gittim; çünkü bilinçli yaşamak istiyordum. Hayatı tatmak ve yaşamın iliğini özümsemek istiyordum. Yaşam dolu olmayan her şeyi bozguna uğratmak ve ölüm geldiğinde aslında hiç yaşamamış olduğumu fark etmemek için.” Henry David Thoreau

Döngüsel bir zamanın ve değişimin renkli, coşkun ve derinden algılandığı en büyük ortamdır doğa. İnsanoğlu da zaman içerisinde elbette biçimsel olarak değişime uğrar. Doğum, yaşam, ölüm süreçlerinde var olan insan, ilk benlik algısı ile birlikte kendinin de farkına varmasıyla,  toplumsal yaşamın gerektirdiği bazen de insana zorla dayatılan basamaklardan geçerken değişime uğrar. Ancak bu değişimler biçimsel değişimler olup, çoğunlukla dış koşullar çerçevesinde şekillenir. Çocukluk dönemi, oyun süreci, eğitim süreci, meslek ve diğer toplumsal roller girer insanın yaşamına ve böylece biçimsel kavramlar yüklenir benliğine. Bu dönem, kişinin var olma sürecinde yapma eylemleri üzerine odaklanır. Ancak insanın özü denilen şey tüm düzenlenmiş, kuralları belirlenmiş, görevleri tanımlanmış bir biçimsellikten çok ötededir. Yapılması gereken her şey yaşamın içerisinde bireysel ve daha çok da toplumsal yönlendirmelerle şekil alır. Oysa ki insanın özü için biçimden daha öteye, derine bakmak gerekir. İşte orada insanın doğaya, toprağa olan bağı daha içkin hissedilebilir. Doğa insanın varsıllığını daha derinden hatırlatır ve var oluşun aslında doğanın büyük bir parçası olduğu gerçeğini vurgular. İnsan ve doğa birdir. Doğar, büyür, filizlenir, renklenir, bereketlenir ve yavaş yavaş dönüşüme doğru yol alır ve en sonunda ise toprakla bütünleşip, evrensel bilincin boşluğunda yerini alır.

Bir çiçeğin, bir ağacın, toprağın ve suyun tüm varlığında insan kendisini bulur. Kendine varacağı ve kendini tanıyacağı en berrak yoldur doğa. Orada ne büyük savaşlar, ne ırksal ya da ulusal kavgalar ne de yıkım dolu bireysel çatışmalar vardır.

Bir ağaç var olmaktan başka bir tanım içermez. Sadece var oluşu bile başlı başına doğaya katkı, doğaya sevgi sunar. Doğanın kendisidir o çünkü.

Herman Hesse “Ağaçlar” adlı kitabında şöyle der;

“Ağaçlar ibadethanelerdir. Onlarla konuşmayı, onları dinlemeyi bilenler hakikati öğrenebilir. Talimat ya da salık vermezler onlar, vaazları değişmeyen antik yaşam yasaları üzerinedir.

Bir ağaç şöyle der; “Benim gücüm güvenden gelir. Atalarım hakkında hiçbir şey bilmem, her yıl benden çıkan binlerce çocuğumu hiç tanımam. Tohumumun sırrını sonuna kadar götürürüm ve daha fazlasını umursamam. İçimdeki Tanrı’ya güvenirim. Emeklerimin kutsallığına güvenirim. Bu güven beni yaşatır.

Dağılma eşiğimizi aştığımızda ağacın bize söyleyecekleri vardır. Dayan! Dayan! Bana bak! Hayat kolay değil, hayat zor değil. İzin ver Tanrı içinde konuşsun, böylece düşüncelerin susacak. Endişelisin çünkü yürüdüğün yol anadan ve evden uzaklaşıyor. Ancak aslında her gün, her adım seni anaya geri götürüyor. Ev senin ya içindedir ya da hiç bir yerde.”

Doğada da yaşam döngüsü bir canlının geçirdiği değişikliklerle tekrar başladığı noktaya geri döner.

Doğa insana kendi özünü hatırlatır.  Doğada yürüyüş yapmak bile yalnızca ruhumuzu değil, bedenimizi de güçlendirir. Aslında genetik açıdan bedenimiz doğa ile iç içe yaşamak için kurgulanmıştır. Onun içinde olup ağaçlarla bütünleştiğinizde ve kuş seslerine kulak kesildiğinizde şehirlerdeki insan aklıyla kurulan sistem içerisindeki tüm gürültülerden ve sıkıntılardan uzaklaşır, kendinize doğru naif bir yolculuk yaparsınız.

“Ölü Ozanlar Derneği” filminde Bay Keating (öğretmen) öğrencilerine şöyle bir cümle kurar; “Ormanda yol ikiye ayrıldı ve ben hep daha az kullanılanı seçtim. Bu hayatımdaki tüm farkı yarattı.” Ve yine der ki; “Carpe diem’i dinleyin, o size yol gösterecektir.”

Yaşanılan her günü duyumsamak, bir hayata sahip olmak değil, hayatın kendisi olmaktır. İnsanın, yaşamın, varlığın ne olduğunu ve aslında ne olmadığının bilinci ile yaşadığı uyanışı yine tüm okurları ile paylaşan Eckart Tolle şöyle seslenir insanlara; “Doğada yürürken ya da dinlenirken, tam olarak orada bulunarak o âlemi onurlandırın.  Sessiz ve dingin olun. Bakın. Dinleyin. Her hayvanın ve her bitkinin nasıl tamamen kendisi olduğunu görün. İnsanlardan farklı olarak onlar kendilerini doğadan ayırmamışlardır. Geyik kendisidir, Nergis kendisidir. Yaşamın ta kendisi.”

Kendinizi doğanın sesine, suyun akışına, yaprakların hışırtısına, rüzgârın uğultusuna, kuşların cıvıltısına tamamen verdiğinizde o seslerin ötesinde çok daha büyük bir şey vardır. Düşünceyle anlaşılamayacak bir kutsallık.

Doğayı düşünceyle, zihinle anlayamaz, onun varlığını derinden hissedemezsiniz.  Bu durumda siz sadece biçimleri görür, çiçekleri, ağaçları tanımlar, meyvelerini belki toplar, güzel olduklarını söyler ve yolunuza devam edebilirsiniz. Ancak biçimin içinde yaşayan o özü, o kutsallığı, varlığı zihin ve düşünce olmadan hissedebilirsiniz.

Kadim ağaç bilgeliği, kesilecek ve kereste haline getirilecek bir araç, dağlar maden olarak işlenecek toprak, su kirletilecek ya da kurutulacak kaynaklar değildir.

Doğayı tüm özünüzle, derinden, düşünce olmaksızın dinlediğinizde, o da evrensel bilincin gizeminde hislerinize olanca varsıllığı ile karşılık verecektir.

Bir bitkinin, bir ağacın, bir hayvanın ne büyük bir masumiyet ve kutsallığa sahip olduğunu görebilmek için herhangi bir tanımlama yapmaya ya da onu anlamlandırmaya ihtiyaç yoktur.  O içinize nüfuz eden ve size asıl kendinizi, yaşamın kendisi olduğunuzu ve sizin içinizde bulunan o uyum ve kutsallığın farkındalığını yaşatacaktır.

Ormandaki o kutsal sesi duyduğunuzda size şöyle seslenecektir:

“Ben; düşüncelerim, duygularım, duyusal algılarım, yargılarım, deneyimlerim değilim.  Ben, bir yaşamsal form, biçim değilim. Ben içinde her şeyin olup bittiği alanım. Ben bilincin kendisiyim, ben şu an’ım ve ben yaşamım.”

 

Heybet Akdoğan
UMUDUM KAPANMAYAN ÖLÜ GÖZLERİ


ateşi ıslatan terim
isyanı harlar yüzyılıma
zaman
mayası tuttukça canımda
dilim söyleşir bir kölenin yalvarışlarında
 
ecelimi parmaklarımda tutarcasına
kanayan tenim damlar toprağa
ele avuca sığmaz vatan
kırmızıya boyanır ülkem
ellerimde hâlâ ezdiğim çakıl taşlarının tozu
çatlamış avuçlarımla
tutunmak isterken yeryüzüne
nerede bir uçurum varsa
kıyısında başlar yazgım
bedenim savrulur yarınlara
ruhum artık talandır sonsuzluğa
 
şimdi yine duyulmaz sesim
kahrım dağ olup çöker üstüme
günün gölgesinde ağlarken çocukluğum
utanırım
bu yüzden gizlerim büyümüşlüğümü
 
pencereme konar göç kuşları
dikiş tutmaz sürgünlüğüm
yamanmayan düş kırıklarımla
ağır aksak yürürüm çıkmaz yolları
geri döner mi arşınlanmış ömrüm
umudum kapanmayan ölü gözleri

 

Nermin Aşıcı
ŞEKER MAŞASI

 Yine mi çöpe gidiyorum? Yılda iki kez çöpe gitmekten bıktım artık. Önceleri oyun gibi geldi. Bahar temizliklerinde çöplerle bir araya atılmak, birkaç saat geçirmek eğlenceliydi. Kulpu kırık fincanlar, kopmuş kolyeler, bozulmuş rujlar, yüreğini döktüğün kâğıtlar, adresler.  Narçiçeği, turuncu en sevdiğin renk, bozulan rujlardan biliyorum. Porselen fincanda çay içmeyi seviyorsun. Kısacık boyuna bakmadan iri kolyeler, küpeler kullanıyorsun. Ah hele o kâğıtlar yok mu? Yırtılan yerlerin bir araya gelmesi, anlamlı bütün oluşturması ne zor oluyor. Kızgınlıkların, öfkelerin, sevinçlerin, sevgilerin, özlemlerin… Yaşamının her anına tanıklık ettim neredeyse.

Yapma! Nasılsa gecenin bir yarısı gelip çöpten çıkaracaksın. Yıkayıp kurulayacaksın, en görünür yere yerleştireceksin. Yalnızca bakışacağız, sonraki temizliğe dek bana dokunmanı bekleyeceğim. Senden başka kimse dokunmadı yıllardır. Sen de temizlikten temizliğe… Bir tek küp şekeri, şekerlikten alıp bardağa bırakmadım. Kısacık bir an bile olsa çayı koklayamadım yakından. Sıkıldım artık, işe yaramak istiyorum eskisi gibi.

Yıllar önce, kısacık akşamlarda elli kez şeker taşırdım birbirine benzemez bardaklara. Çaydanlık sobanın üstünde kaynarken sıramın gelmesini beklerdim. Kaç kişinin eli değerdi. Küçük odaya nasıl sığıştığınızı hâlâ çözemedim. Gençtiniz, kocaman seslerle konuşur, tartışır, okurdunuz. Masanın üstünde oturup izlemeyi severdim. Konuştuklarınızı yabancılardım, hele okuduğunuz o küçük kitaplar çok aptalca, anlamsızdı bana göre. Bir sözcük üzerine coşkuyla tartışırken kızaran yüzlerinize gülerdim. Severdim sizinle geçirdiğim zamanı.

Tanıştığımız günü anımsıyorum. Aylarca dükkânın tozlu rafında, beğenip alacak kişinin gelmesini bekledim. Adamın biri aldı beni ederimi ödedi, sahibim oldu. Ceketinin sol göğüs cebine koydu. Yüreğinin üstünde üç gün dolandım onunla. Arada bir beni okşadı, o kadar. Bir akşam “Şeker maşan yoktu senin” diye çıkarıp avuçlarına koydu beni. Kalabalıktan, seslerden, yükselen kahkahalardan ürktüm. Pırıl pırıl gözlerle bana baktın, yumuşacık dokundun. Neden bu kadar sevindin anlamadım. Evinde çay bardağı yokken şeker maşası armağan edilmesiyle çok eğlendiniz. Aranızda istenmediğimi düşündüm, üzüldüm.

Alıştık birbirimize, çay kokusunu, odadaki sıcaklığı, şakalaşmalarınızı sevdim. Konukları dört gözle bekler oldum. Çay demleme biçimini görünce çok güldüm, duymadın sesimi.  İki küçük demliği üst üste koymuş, çaydanlığın üstüne oturtmuştun. Zavallı çaydanlık, iki demlik çay için pofurduyordu durmaksızın soba üstünde. Küçük odadaki yoğun koku öyle güzeldi ki herkesin gelmesini beklerken sabırsızlanırdım. Taze çay dolu bardaklara, şekerin düşerken çıkardığı sesi duymak en büyük coşkumdu.

Her gün yeni bir yaşanmışlık yüklendik, bağlandık birbirimize. Unutmuş olamazsın, hani beni sana getiren arkadaşın, Melek’i kaşlarını alırken görmüştü. Onun geldiği gün beni eline alıp aynanın karşısına geçmiş, kaşını alır gibi yapmıştı. Siz gülerken Melek kızmış, küçük yumruklar indirmişti omuzlarınıza. Anımsa, Zafer kırmızı ip bağlamıştı beni süslemek için. Senin değildim yalnız, hepinizin sevdiğiydim.

Bana sormadan taşındın oradan, yabancı yerlerde yalnız kaldım. Müzede, bakılıp geçilen sanat eseri gibiydim. Biliyorum sen de yalnızdın. Gülmüyordun, konuşmuyordun eskisi gibi. Bazı geceler ağladığını duydum, üzüldüm senin için. Biliyorum, yaşadığın her günü özlüyordun. O güzelim dostlarından, sevdandan neden vazgeçtiğini hiç anlamadım.

Tanımadığım bir erkek arkadaşın gelince sevinmiştim. Beni koyduğun kaba seramik fincanın içinden aldı, şekerliğe daldıracaktı, elinden çekip aldın, yerime koydun. Gümüşten yapılmış bir şeker maşası çıkarıp verdin. Önemsizleştim ansızın kendi içimde.

Çok hızlı gelişti aranızdaki yakınlık, evlilik kararı çabuk geldi. Birlikte yaşayacağınız eve taşınırken yine çöpe gittim, gece yarısı gözyaşlarıyla çıkarıp temizledin. Sardın sarmaladın kutunun birine sakladın. Yeni evinde bardakların dizildiği rafta aldım yerimi işlevsiz. Kocan birkaç kez paslandığımı, kullanılmadığımı söyleyip atılmamı önerdi. Söylemedin ona, ilk kalp çarpıntının, ilk sevda ateşinin tanığı olduğumu.

 Saltanatım iki yıl sürdü bu evde, kocanın sert bakışlarına karşın. Karnın hızla büyürken bana ilgini yitirdin. Günlerce yüzüme bakmadığın oldu. Bir haftadır evi gelecek küçük insana hazırlıyorsunuz. Her gün annen, kardeşlerin geliyor yardımına. Anneliğe hazırlanırken birçok şeyi gözden çıkardın, yer açtın yeni gelene. Ben de çöpteki yerimi aldım, nasılsa çıkaracaksın, aklım rahat.

Bugün kocan da evde, yardım ediyor işlere. Sana iş yaptırmak istemiyor. Bakışların sönük, düşünmen yavaş, devinimlerin ağır. Daha hızlı soluk alıyor, daha sık oturuyorsun. Sen salonda dinlenirken kocan küçük çöp torbalarını daha büyük bir torbaya topladı. Götürüyor hepimizi, sokaktaki büyük çöp kutusuna atacak. Kalk, durma, engel ol. Gece uyanıp ararsan bulamayacaksın, çocuğuna anlatacağın bir şeker maşası kalmayacak.  2022

 

Sakineh Asadzadeh (İRAN)
DİLEĞİN TONU
 
Gökyüzünün şansı üstüne
Toprak serptim
Ve kısırlaşmış bulutların gebeliğini beklemek için
Vücudumdaki doğayı
Ganimet verdim
Ta belki bir parça ekmek getireyim
Acizlerin sofrasına
Burada damla damla yağmur oldum
Ama mumlarım söndü
Fikirlerimi ucuzca satmak yüzünden
Bu noktaya yetiştim ki
Bazen taş olmak güzelmiş
Dayanıklı düşmek için
Günbatımının denizine
Ve bazen lale gülü olmak güzelmiş
Kan içine dalmak için
İşvenin nağmelerinde
Ben göz dikmişim zamana
Ta ki beni serseriliğe sevk etsin
Ya da haç olmak dileğine...
Ben rüzgârın kumarında bir tozum
Sona dek...
Ve dileğimin tonu bir serçedir
Pençeleri kartal
Uçmasıysa hükümdar olmuş sanki
Sessiz rüzgârın omuzlarına yaygın olmuş
Şafağın mavileriyle birlikteyim
Kâbus piyanosunu çalıyorum
Uyanık konik notalarla
Uygulananlarsız
Ferhadın meyhanesinin alma ağacından uzak
Ben hikâyenin
Şiriniyim
Yeri zamana kancalıyorum
Ekinlerin kenarından geçiyorum
Çince kaktüslere ilgim çok
O kaktüs ki geceleri kırılıyor
Ve gündüzleri çiçekleniyor
Benim bir altın madalyonum var
Hokkalığı bomboş
Ama yazıyor...
Kızıl tüyleri olan kumrulardan
Hamur gibi aşklardan...
Pişmanlığa buruşmuş
Burada çembere konuşandır
Ve biz konuşulmuş
Gariptir ki üçgenler işe yaramazlar
O an ki hayat benim tümüm
Ve ben hayatın tümüyüm.
 
Canan Gürtunca Sanlı
SABAHIN YÜZÜ
 
Sabahın yüzü asık, serçelerin gözleri yorgun
ağaçların yaprakları gülüyor sıcak güne
yaşlı kadın çekiyor ayaklarını güçsüz bedenine
gülümsemiyor gözleri. Selam vermiyor kedilere.
 
Çocuk ipin üzerinde düşünüyor
durup durup uçurtma uçuruyor
annesinin sesi sesinde çığlık!
 
Sokaklar hızlı herkes farklı yöne bakıyor
gürültülü kalabalık sessiz. Yaşam kavgalı kendiyle.
Balıkçı kahvesinde ‘Muhsin Bey’
yalnızlığını bölüşüyor martılarla…
Şehirli olmak farklı, kuytu köşeler akraba!
 
Mercanlar kayalara inat öpüşüyor denizin mavisinde
şarkıları kırıyor demir kapının kilidini.
Ressam yaşama karşı savuruyor renklerini.
Yanakları al al tonton 'Hüseyin'in kuşları uçuyor havada
elmas yüzük heyecanlandırıyor aşkı nikah masasında!
 
Yaşam bir masal! Her son baştan başlar
sözler aynalarda, hülyalar rüyalarda saklı.
Muhabbet kuşunun ıslığına eşlik et.
Kavra yaşamın anahtarını sımsıkı.

Temmuz 2019, Karşıyaka

  

Fazilet Özkan Por
SEVDA TEPESİ

 Sonunda binebilmişti dolmuşa.

Şoförün hemen arkasındaki koltukta oturuyor, arada bir dikiz aynasındaki görüntüsüne, kimseye fark ettirmemeye çalışarak göz ucuyla kaçamak yapıyordu. Güzelliğinden hoşnut, “Beni beğenecek!” coşkusuyla hafiften gülümsedi bir kez daha.

Onun için süslenmişti. İlk gördüğünde çok yakıştığını söylediği, ince vücudunu saran çağla rengi mini eteğinin üzerine, bahar çiçekleriyle bezenmiş, uçuk sarı kolsuz bluzunu giymişti. Çok hafif de makyaj yapmıştı, abartısız; var yok arası.

Dersten sonra yemek bile yememiş, acele yatakhaneye koşmuştu yeni şeyler giymek için. Sabah giydiklerinin neyi varsa! Günler öncesinden planlamış, yalnız ona ve güne özel olsun istemişti. Daha çabuk hazırlanıp azıcık erken çıkamadığına içten içe söylenip duruyordu. Ama bu denli uzun bekleyeceğini hesaba katmamıştı ki! Hep dolu gelmiş, durmamışlardı bile. Bu dolmuş da almasa, taksiye binecekti ki durdu.

Her cumartesi buluştuklarında, değişik yerlere gitmeyi severlerdi… Mevsim yaza dönmüş, sıcaklar da iyiden iyiye bastırmışsa; ver elini Suadiye, Bostancı, Moda plajları. Birinden birine gidip yüzmek, deniz keyfi yapmak olmazsa olmazlarıydı.

Kalamış sahillerinin yeri de ayrıydı hani. Yazı da, kışı da bir başka güzeldi…

Kalamış’ta, kıyıya yeni yanaşmış teknelerdeki balıkçıların, ağlarını boşaltmasını izler, atılan balıkları kapışırken, “O benim” dercesine, kendi payına düşeni, diğerine koklatmayan kedilerin kızgın miyavlamalarına gülerlerdi. Kedilerden balık kapmaya çalışan martılara avuçlarından simit yedirir,  kumsalda yürürlerdi; bir uçtan bir uca. Yürüyemez oluncaya dek. Sonra da denize karşı sıralanmış sahildeki çay bahçelerinden birinde otururlardı. Balıkçı teknelerinin arasında da uçuşan bembeyaz martıların çığlık çığlığa ok gibi denize dalıp avlanışına, dalgalarla olan dansına bakarlardı uzaktan keyifle.

Yarattıkları dünya tozpembeydi! Birbirlerine güvenerek besledikleri sevgiyle yüklü yüreklerinde, ipek örgülü kozadaydı yaşamları. Kimseyi görmeden, başka ses duymadan yaratıp yaşadıkları bir dünya... Kalabalıklara inat, yalnız ikisinin dünyası… Söyleşip suskunlaşırken, gülüşüp ufak kaprislerin tuzu biberiyle hüzünlenirken, nasıl da hızlı akardı zaman su gibi. Bir buluşmada daha gün akşama kayıverir, güneş; ateş topu gibi, sarının her tonundan, bakırın kızılına renkten renge bürünürdü. El ele sessiz, tutkun, büyüsünü bozmaktan çekinerek ağır ağır batan güneşin, ufuktan denize dalıp yok oluşunu izlerlerdi. Gün batar, umut yeniden doğardı yüreklerinde. Mutluluğun hep süreceği, ufacık gölge düşmeyeceği umudu.

Yolun kenarında, durması için el kaldıran delikanlıyı görünce yüreği hopladı yine. Dolmuşun, yolcu almak ya da indirmek için kısacık duraklamasından huzursuz oldu. Buluşma saati yaklaşırken, “Yolu uzatıyor” diye... İnenlere de binenlere de kızıyordu taksideymiş gibi… Dolmuşta olduğunu unutup!

Neyse, çabucak bindi, çok durmadılar.

Kış günlerinde de nerede güzel film ya da oyun varsa izlerlerdi. İkisinin de tutkusuydu sinema ve tiyatro, öğrenci bütçelerinin kısıtlı olmasına aldırmadan hiç birini kaçırmazlardı.

İki yıllık birlikteliklerinde, geçmişi günümüze taşıyan tarih kokan yerleri, müzeleri gezmiş, İstanbul’un güzellikleriyle dolu, ne çok anı biriktirmişlerdi…

Anılarını düşünürken, o günleri yaşamıştı yeniden. Genç kız yüreği buruk, ama sevgiyle ılıdı...

Bugün gidecekleri yeri daha önce görmemişlerdi. Adı gibi güzel miydi?

Saatine baktı bir kez daha; gecikme korkusuyla. İneceği son durak, iyi ki iskeleye yakındı. Beş dakikalık yürüyüşle ulaşabilirdi. Çabuk yürürse o kadar bile sürmezdi. Sonunda bitmişti upuzun gelen yolculuk. Hızla indi, koşarcasına yürüdü bir an önce kavuşmak için.

Kadıköy iskelesine geldiğinde nefes nefeseydi. Karaköy’den, bir buçuk vapuruyla gelecek, saat ikide buluşacaklardı. Vapur yeni yanaşmış, günlerden cumartesi, bir de iş dönüşü olunca, yolcusu çoktu. Vapurdan inen yaşlılar ağırdan ağırdan, gençler ardından kovalayan varmışçasına çabuk, çıkışa doğru yürüyor, kapıda yığılıyorlardı. Çıkışın dışında bekliyor, gelen yolcu kalabalığını tarıyordu arar gözlerle. Aralarında bulamayınca yüzü bulutlandı. “Gelemeyecek mi?” diye düşünürken, arkasından belini kavradı birisi. Döndü. Onu görünce yüzündeki bulut uçuverdi. Vapurdan ilk inenler arasındaymış. Dışarıda bekliyormuş aratmamak için, ama görememiş o da. Sarıldılar hafifçe, yanağına, dudağının kenarına yumuşacık bir öpücüğü konduruverdi. Ulu orta minicik selamlaşmayla, ayakları yerden kesilirken, ayıplanıyormuş gibi utandı; yüzü alevlendi.

Bir haftalık özlemle, elleri sımsıkı birbirine kenetli, iskeleden ayrıldılar; yakındaki otobüs duraklarına doğru. Son görüşmelerinden beri, ne çok şey vardı birbirine anlatacakları. En çok da kendisinin söyleyecekleri… Her zamanki gibi. Durağa geldiler konuşa konuşa. Bekleyen Kadıköy-Rasathane otobüsünün saatini sordular şoförüne, kalkmak üzereydi. Bindiler.

Bir arkadaşlarının, “Boğazın en güzel yerlerinden, kesinlikle görmelisiniz, tam size göre.” dediği Küçüksu’daydı gidecekleri kır bahçesi.

 Otobüsleri, göz kamaştıran yalıları ve köşkleri ardında bırakarak Anadolu Kavağına doğru yol alıyordu...

Bu yakayı yalnızca uzaktan görmüşlerdi.

 Boğazda tekneyle balığa çıktıkları bir hafta sonunda Rumeli Kavağı’na kadar gezmişlerdi karşı yakayı.

İstanbul Boğazı’nın iki yakasına inci gerdanlık gibi dizilmişti tarih kokan yalılar, köşkler... Birbiriyle yarışan, doyumsuz güzellikteki mimarîsi, bakımlı bahçeleriyle geçmişin yorgun yaşanmışlığıyla bile dimdik ayaktaydı yüzyıllardır… Ahşabın, oya gibi işlenerek sanat yapıtına dönüşümü daha albenili, daha sıcak gelirdi oldum olası.

Çapkın delikanlıların, denizden sandalla geçerken; sazıyla sözüyle, yalıda yaşayan sevdiği kıza aşkını ilan ettiği o dönemleri düşleyerek izlemişlerdi görkemli sanat eserlerini.

Denizin, susonalar gibi sevgilisini kucaklarcasına yalılarla oynaşmasının hazzını bozmak, güzellikleri kaçırmak korkusuyla, yalnızca gördüklerini yorumluyor, başka söz etmiyorlardı. Otobüsten, biraz arkadan biraz yandan değil denizden görmek gerek bu benzersiz yalıları.” diye düşündü. Kimileri de, kale gibi duvarların ardında gizem doluydu. Her birinin ayrı güvenlik kulübesi olduğuna göre korunacak çok şeyleri olmalıydı bu insanların. “Bu denli parayı nasıl kazanıyor ve kimler saltanat sürüyor bu yalılarda, nasıl bir yaşamdı buradaki?” ya da “Bu ne görkem.” diye soruyorlardı birbirlerine. Yanıtını bilmeden, bulamadan!

Küçüksu Kasrı durağına gelmişlerdi.

 İndiler.

Durağı geçince yolun sağında, bahçenin tabelasını gördüler, gidecekleri yön işaretlenmişti. Sevindiler. Kimselere sormaya gerek kalmamıştı.

Asfalt ana caddeden ayrılır ayrılmaz, Arnavut kaldırım döşeli yolda zikzaklarla, denize dik yokuşu tırmanmaya başladılar.

Gövdesinin kalınlığından yaşı okunan çınar ağaçları, yemyeşil çamlar, daha yapraklanmamış ama pembeden mora çiçek açmış erguvanlar, akşamın hafif esintisiyle mis kokularını yayacak leylaklar arasından yürüyorlardı. Baharın kokusunu içlerine çekerek…

Baharın renkleriyle, kokusuyla tüm güzelliğini sunduğu, kış yorgunluğundan silkinmiş yaşlı ağaçlarda ötüşen kuş cıvıltılarının dinginliğiyle, doğanın mis kokusunu içlerine sindirircesine ağır ağır çıktılar tepeye yürüyerek. Nefes nefese gelebildiler kır bahçesine.

Gökyüzüne uzanan yüzlerce servi ağacının süslediği Kıbrıslı Yalısı’nın koruluğundaydı bahçe. Kış mevsiminde,  dışarıda oturmak istemeyenler için kapalı bir restoranı da vardı. Binanın girişindeki şık çerçeveli tabela çekti dikkatlerini.

Sevda Tepesinin öyküsüydü…

Yaşadıkları büyük aşkın mutlu sonla taçlanmayacağını anlayınca; bu korulukta, babasının tabancasıyla, önce güzeller güzeli Belkıs Hanım’ın sonra da kendi canına kıyar yakışıklı Vahit Bey. Sonu hazin biten sevdalıların anılarını yaşatmak üzere; Çamlıktepe adı Sevda Tepesi olarak değiştirilir.

“İşte böyle bir şey ölümüne sevmek!” dediler…

Buğulu gözleriyle, Belkıs Safter ile Teğmen Vahit Emin’in acıyla son bulan büyük aşklarını saygıyla anarak…

Yoğun duygularla oturdular, doğayla uyumlu, eskitilmiş ahşap masalardan birine.  

Boğazın doyumsuz görünümüyle, sevda kokan tepede nefesleri kesildi mutluluktan. “Daha önce nasıl duymadık, gelmedik.” diye yazıklandılar, ama arkadaşlarına “teşekkür” etmeyi de unutmadılar.

Kalabalık değildi. Çevrelerine bakındılar, masalarda oturanlar seçkin insanlardı.  Çocuklu ya da çocuksuz aile görünümündeydiler. Arabasında uyuklayan bebekleriyle, genç bir çift oturuyordu yan masada.

“Karı kocanın; arkadaş, dost, sevgili, birbirlerine eş olabilmesi, yaşamı her şeyiyle paylaşabilmesi ne güzel! Kocasına eşlik etmesi, içkilerini birlikte yudumlayabilmeleri ne büyük keyif!” dedi. Sımsıcak sevgiyle, dostça bakarken...

Şimdiye dek hiç içki içmeyen genç kıza, yan masada rakı içen çifti anlatıyordu. Çağdaş bir ailede yetişmişti. Tutucu değillerdi, ama genç kızlar içki içmezdi ailesinde. Oysa sevdiği erkek; arkadaş canlısı, gezmeyi, eğlenmeyi, yemeyi, içmeyi çok seviyordu. Üniversiteyi yeni bitirmişti. İş bulduğu bir Anadolu kentine gidecek, ayrılacaklardı yakında…

Seviyor muyum? Yaşamı paylaşmaya hazır mıyım? Yaşamı paylaşırken, kişiliğimden ödün vermeden alışkanlıklarımı ne ölçüde değiştirebilirim? Bu bir evlenme teklifi olabilir mi” diye düşünürken, sayılı günlerinin hüznüyle…

 Garson geldi. Yiyecek ve içeceklerini ısmarladılar…              15/11/2021

 

Habil Yaşar (Azerbaycan)
Xazar
 
Bu gün sahilində dayanacağam,
Səninlə söhbətə gəlirəm, Xəzər.
Sirrimi tək sənə mən açacağam,
Səndə pənahımı gəzirəm, Xəzər.
 
Sən də dalğalısan illər boyunca,
Mənim ürəyim tək dayanmayırsan.
İnsan rahat olur həmdərd olunca,
Nədəndi dərdimə inanmayırsan?
 
Nəhəng olmağınla öyünmə, Xəzər,
Mənim dərdlərimdən böyük deyilsən.
Alarsan qoynuna o səni əzər,
Götür dərdlərimi götürə bilsən.
 
Sevin ki, başına dolanır quşlar,
Mənimsə başıma dolanan hanı?
Sənin üzərinə yağan yağışlar,
Mənim göz yaşımdır gəzir dünyanı.
 
Ulduzlar bərq vurur suyunun üstə,
Ləpələr şirin bir nəğmə söyləyir.
Mənsə dayanmışam ürəyi xəstə,
Dərdlərin əlindən içim inləyir.
 
Demə paxıllığım tutacaq sənə,
Paxıllıq deyilən o mənə yaddır.
Baxsan ürəyimin dərinliyinə,
Bir deyil min Xəzər sıxışacaqdır.

  

Saime Bircan Sak
BIÇAK

 Ben tanığım hâkim bey. Her şeyi gördüm. Görmez olaydım, olmaz olaydım. Beni yapan usta yapmaz olaydı. Ustalığıyla ün yapmış Sürmeneli Ali Usta otuz yıllık emeğinin imzasını atmıştı çeliğime ve o imzaya kan bulaştı. Çok direndim ama yapamadım. Elinden kurtulamadım. Öyle bir öfkeyle kavramıştı ki sapımı, ormanın bütün ağaçları gelse çekip alamazdı elinden.

Yapma, etme diye yalvardım. Sesim beton duvarlara çarptı, camlarda yankılandı, göğe yükseldi kuşların kanadına ulaştı. Sokaktan geçen arabaların tekerleri ezip geçti feryatlarımı. Güneşin alazı kelebeğin kanadından geçti, çelik gövdemden hızla yansıyıp öfke fışkıran göz bebeklerine oturdu adamın. Rüzgâr, tozu dumana kattı, göz gözü görmez oldu. Koca bir yaprağı koparıp kim bilir hangi ağaçtan, damarları çıkacak gibi gerilmiş kaba, hoyrat elin üstüne konup “Vaz geç” dedi. Nafile…

Adam bütün kötülüklerin toplandığı bir mağara karanlığıyla açılmış ağzından hırıltılar çıkarıyor, kadının imdat çığlıklarını bastırıyordu. Son bir gayretle güneşin yakıcı ışınlarını kahvedeki tavlanın pullarına yansıttım, pullar toplaşıp adamın başına yağsın da aklı başına gelsin diye…

Tavlacı gevrek gevrek gülerek iki pulu eline alıp sertçe koydu kenara, kahraman edasıyla gerindi, göbeğini kaşıdı. Öteki zarları aldı eline “Hadi koçum! Kemik!” Hırsla sallayıp attığı anda neşeyle bağırması bir oldu. “Düşeş…”

Kadının kalbine giden yol çok kısaydı, kısa bir an. Sonraki gidiş gelişleri sayamadım. Ve çeliğe su yerine kan yürüdü. Kan, fışkırıp şımarık bir cep telefonunun kamerasına sıçradı, çok uzaklara yayıldı. Kaldırım taşlarının çatlağında ince bir sızı oluştu.

Adam tüm gücüyle koşarken kadının can çekişen bedeninin üstüne gölgeler düşüyordu. Flaşlar patladı art arda.

 

Mehmet Bardakçı
YAĞMUR
 
Ne güzel yağıyor yağmur, nasırlaşmış
tinimi arındırıyor kararmışlığından
siliyor yunmayla ne varsa kötücüllüğe
yenik gaipten gelen cadılar kalıntılarını.
 
 
Çok derinden Daniel Castro blues çalıyor
yanıtsız anlar toplanıyor, unut diyor tuttuğun
dili geçmiş zamanlardan kalma dileklerini
bir ırmak akıyor söndürerek yangınlarımı
 
kaç kere saydım etekleri açılan rüzgarı
uçan adamdım Maharishi gibi, ikindi
vakti geldin bembeyaz bir buluta sarılıp
 
 
kurak düşlerim koşuyor bahara, seni soruyor
dudaklarım, kanatlanıyor yine gizemlerim
isyanlarım susuyor, kördüğümlerim çözülüyor
yağmur oluyorsun kurak düşlerim ve sonra
gökkuşağı çıkıyor görkemiyle, tüm renkleri sen

  

Nesrin Z. İnankul
NEVAL SAVAK'IN "ANNEYLE KIZI" (*)

 Neval Savak, 2016 Yılında "Siyah Avuntu" şiir kitabıyla çıktı karşımıza. Sonra dört şiir kitabıyla buluşturdu bizi: Saklıçöl, Tenuçumu, Denize Doğru Gül, Bir Bıçak Reveransı. 2020 Yılında da iki romanıyla şaşırttı bizi: Anneyle Kızı, Gecenin İçinde Koşanlar ve Işığın Peşinde. 2021 yılında ise romanlarının devamını getiren Savak: “Bir Bozkır Öğleni” adlı romanını çıkararak bir kez daha şaşırttı. Kısaca karşımızda çok üretken bir yazar var.


Anneyle Kızı, tam olmasa da biyografik bir roman. Bunu romanın ilerleyen bölümlerinde yazar da onaylıyor: "(...) Derlediğim tüm hayatlardan bir demet haline getirdiğim bu romana kendimizden de kesitler koydum. Bütün kadınların acıları ortak değil mi bu coğrafyada? Hepimiz tek bir kadınız. (...)" (s.95) Yazarın böyle bir açıklama yapması doğru mu bilmiyorum. Buna okurun karar vermesinin daha iyi olacağını düşünüyorum. Bazı bölümlerde romanın kapısını nasıl çaldığının ipuçlarını da veriyor bize Neval Savak:  "(...) Bir sözcük dokunur insana, sonra bir yerlerde yeşerir de kitap olarak döner sana. (...)"

Kitabın dili akıcı, neredeyse hiç yabancı sözcük kullanılmamış, yazım yanlışı yapılmamış. İki yerde yazım yanlışı gördüm, bunların da baskı yanlışı olduğunu düşünüyorum. Okumaya başladığınızda elinizden bırakamıyorsunuz, ilgiyle, merakla bir solukta okuyup bitiriyorsunuz. Zaman zaman şiire, şiir düşüncelerine, kendisini şiirle tanıştıran öğretmeni Muhittin Bilgin’e rastlamak hiç şaşırtmadı beni: "(...) Şiir sokağın ayak sesidir. Evlerin gölgesini düşürdüğü, gelen giden herkesin bir yanından iz bıraktığı yaşam bahçesidir. (...) İşte benim şiir yolculuğum kendi içimden başlayarak yaşamla beslenen gerçekliktir. (...) Şiir pencerenizden bakarken sokaktan geçen insandan kalandır. (...) Sahi sence neydi şiir?" (s. 51 - 52 - 53 - 54) Kızının ısrarıyla gittiği şiir dinletisinde seslendirdiği, 12 Eylül için yazdığı "Şiirli İp" şiiri ile kızı Neva'nın yazdığı bir şiir de konuk olmuş romana: "(...) hangi balıkçı duydu / kaç karga kaç baykuş / uykuların bölündüğü yerde / gidenlerin şiirli ip sesi" (s.36) Romanda sanatçıları da eleştirmeden yapamamış Neval Savak: "(...) Bu toplumda sanat yapmak da ayrı bir meziyet istiyor. (...) Yazarlarımız da eleştiriye gelemiyor." (s.39) Yazarın sokak betimlemelerinde çocuklar, yoksullar, kimsesizler, çöp toplayanlar, sokak hayvanları, fahişeler, kadın satıcıları, işe ya da başka bir yere yetişmeye çalışan telaşlı insanlar çok güzel gözlerimizin önünde canlanıyor.

Yazar, zaman zaman okura sorular yöneltiyor: "(...) Gitmek deyince Şems... Neden Şems gelir aklıma, bilmem. Senin ne geliyor aklına, peki?" (s.34) Gidenler de çok üzüyor onu: "(...) Burada insanlar kaybolmazlardı. Ya kendi istekleriyle gitmişler ya da çoktan ölmüşlerdi. (...) Gidenden kalanlarmış en çok yaralayan. Geçmeyen... Anımsadıkça kanatan... (...) Seni canlı canlı yeryüzüne gömen..." (s. 120 - 121)  Geleneği yadsımayan, geleneğe saygılı biri Neval Savak: "(...) Geçmişini bilmeyen yeni bir gelecek oluşturamaz çünkü. (...)" (s.24) Her türlü zorluğa, sıkıntıya rağmen okumak ve yazmak yaşamının temel direği. "Yazmak ve okumak ne kadar ikiz."

Roman, bir hayat kadını Nihan'ın bıçaklanmasıyla başlıyor. Romanın başkahramanı Gülfem, bir roman yazmak uğruna ölümün üç dakikalık yasa dönüşmesine tanık oluyor. Gülfem, kocası tarafından terk edilmiş, etrafındaki kalabalığa rağmen yalnız, yorgun, işsiz bir kadın. Aynı zamanda oyuncu olmak isteyen Neva'nın annesi. Kızı için yaşayan bir anne. Kızı olmasa çoktan ölümü seçecek. Dünya, herkesin telaşıyla evli olduğu bir yer ona göre.  Anneye benzemekten korkan, babasıyla arası uçurum bir kız; kızının kendisine benzemesinden korkan bir annenin öyküsü…

Roman yazmayı düşünen Gülfem, söyleşi yapmak için yazarın deyişiyle bir fahişeyle buluşmaya gidiyor. Söyleşi yapamadan bir cinayete tanık oluyor. Vicdanının sesini dinleyerek polise ifade vermeye gittiğinde cinayet şüphelisi, polise mukavemet, hakaret suçlarından tutuklanarak hapse giriyor. Çünkü polisler gerçek suçluyla işbirliği halinde ve ondan başka olaya tanıklık eden kimse yok. Hapishanede Nazi kampını, çalınmış bir yaşamı yaşıyor. Kızı Neva'nın ziyaretine gelirken getirdiği şiir kitabını hapishanedeki kadınlara dağıtıyor. Ne yazık ki daha çok olumsuz tepkilerle karşılanıyor: "Atın şu entelin kitabını! İçimizi kirletmesin! Bozmasın façamızı!" (s.54) Burada tanıştığı Ayten'i çok seviyor, kan bağını çürüten bir dostluk kuruyor onunla. Ayten, koca şiddetine karşı koyan, kocasını felç bırakan bir kadın. Hapishaneden çıktıktan sonra ona mektuplar yazıyor Gülfem. Bu mektuplar iç döküşler, hayatından kesitler.

Gülfem zaman zaman geçmişteki anılarına, ailesinin yaşanmışlıklarına götürüyor bizi. IV. Bölümde annesi Cennet'le ve babaannesiyle tanışıyoruz. Bunlar da ezilmiş, horlanmış, sessiz kadınlar, başka bir deyişle Gülfem'le çok ortak yanları var. Bu bölümde romanın adına Anneler ve Kızları'nın daha çok yakışacağını düşünüyorum. Babaanne, küçük yaşta anne ve babasını kaybetmiş. Aile Selanik'ten Ayvalık'a zorunlu göçmüş. Yazar zorunlu göçü "(...) insanın çiçekten farkı var mı? Ait olduğu yerden koparılana kadar değil midir tazeliği?" sözleriyle anlatıyor.

Gülfem, babasının baskılarına, sözlerine dayanamayacak hale gelince kızını da yanına alarak baba evinden ayrılıyor. Kiralık ev, iş ararken yine çaresizlik, tacizler yakasını bırakmıyor. Evlere gündelik işlere gitmeye başlıyor. İnsanlara güvenini yitiriyor. Dünyanın çıkar ilişkileri üzerine kurulduğuna inanıyor ezildikçe, haksızlıklara uğradıkça: "(...) Siz insanları memnun ettiğiniz sürece başkalarının hayatında varsınız. Yoksa bir hiçsiniz, unutmayın. Yalnızsınız... Yüzleşin!" Bu düşüncelerini arkadaşı Erkan'a da açıyor bir keresinde. Erkan da Gülfem'e şaşırmamasını söylüyor: "(...) Bu ülkede hem yazar hem kadın hem dul hem de temizlikçi olacaksın ha, şaşarım!" Gülfem, saçmalıklar cumhuriyetinde saçmalıklar biriktiriyor. Hapse girmesine neden olan adamın onu takip etmesi, işe gittiği evlerde erkeklerin onu taciz etmesi, sokak hayvanlarına bazı insanların vicdansız davranması, onu çöp toplayıcılarından başka kimselerin anlamaması, eski kocasının hâlâ devam eden yalanları, kızına ilgisizliği...

Gülfem az da olsa güzel anlar yaşıyor hayatında. Ancak o kadar alışmış ki üzünce, mutluluğa giderken bile kendisini eğreti hissediyor. Tam aşka inanacakken, tam mutluluğu yakalayacakken mutluluk uçup gidiyor avuçlarından. Ona göre devrim kanla, silahla, gırtlak gırtlağa kavgalarla olmaz. Devrim, insanın yaşamından sağ salim çıkabilmesi, insanın kendini baştan yaratabilmesidir. (s.137)

"Anneyle Kızı", şair olarak tanıdığımız Neval Savak'ın, ilk romanından biri. Romanda geçenleri daha fazla sizlerle paylaşmak istemedim ki sizler de merakla okuyun. Şunu söyleyebilirim, Neval Savak kitabın sonunda bizleri şaşırtıyor. Yolun açık olsun Neval Savak... Ekim 2020

(*) Anneyle Kızı, Neval Savak, Roman, Klaros Yayınları, Mart 2020, Ankara, 138 s.

 

Esat Yavuztürk
DUVARIN ÖTESİ

    

Değerli okurlar. Şiir Sarnıcı özveride bulunarak şiir ağırlıklı ve her türlü edebiyat ürünlerine yer vererek okurlara daha da faydalı olmaya çalışıyor. Sanki bu yetmez gibi bir de yazarlara seslenerek: “Kitap tanıtımına da yer vereceğiz” diyor.


Sayın yönetmen, çağrısında bir de düzenleme yaparak: “Kitapla ilğili özet bilğileri, şiir ve öykü hakkında düşüncelerinizi ve kimliğinizin özetini de yazın,” diye uyarıyor. İzninizle bu çağrıya uyarak bir açıklamada bulunacağım:

Otuz beş yıl öğretmenlik, bunun on beş yılını da müdürlük yapıp emekli olan, şimdi de eleştirmen ve köşe yazarı Hüseyin Erkan Hoca’nın, Duvarın Ötesi isimli kitabım ve benim için yazdığı yazıyı buraya aynen alıyorum:

“Ünlü romancımız Yaşar Kemal gibi, kendi kendini yetiştirmiş değerli yazarlarımızdan biri de H. Esat Yavuztürk’tür.”

İlk eseri Umut Peşinde adlı ‘Almanya anı romanını’ okuduktan sonra sevmiş, taktir etmiştim kendisini. Daha sonra; Garip Hasan, Deli Veli, Sudaki Halkalar, Bulanık Suyun Balıkları, Emekçinin El Kitabı ve Özgürlüğe Çağrı Destanı’nı da beğenerek ve zevkle okudum.

“Şairlik iddiasında değilim” diyen yazar; 258 sayfalık Duvarın Ötesi isimli şiir kitabının, Birkaç Söz başlığı altında yazdığı önsözde şöyle diyor: “Ben halktan biri olarak, süse-sükseye sarılmadan, deyiş ve manzum öykü şeklinde de olsa, düşünce ve gözlemlerimi halkın anlayacağı dille halka sunmaya çalıştım. “Okuyunca sizde göreceksiniz ki gerçeğin ta kendisi bu sözler.” (*) 

Duvarın Ötesi isimli kitabın arka sayfasında az ve öz tanıtım var. Edebiyatcı Hüseyin Erkan Hoca’nın açıklamasını da yeterli bulup değerlendirmeyi okuyanlara bırakıyorum.

Şiir tanıtım ve düşüncemi de istiyorlar. Hoşgörünüze sığınarak, kişisel görüş ve düşüncemi açıklayacağım. ‘Şiir, acı veya tatlı bir olayın duyguları depreştirip, yürekten titreyerek gelen sesi ve de yazın türünün özetidir. İyi de, halkımız niçin şiir sevmiyor ve okumuyor diyorlar? Kanımca, Neoliberalizmin taktik gereği ‘modern şiir’ diye tanıttığı, halkın hiç anlamadığı bu şiiri nasıl sevsin ve okusun?

Örneğin, bilğisayarın 26 Eylül 2021 günü için verdiği rakama göre Türkiye’de günde 3.247.616 adet agazete basılıyormuş. Düşünelim, 84 milyon insanımızdan kaç kişi bu gazeteleri okuyor? Gazete bile okumayan insanımız bu ‘moderin şiiri’ nasıl sevip de okusun? Halktan özür dilerim. Bu acı sorun, halkımızı ‘inanç bağımlısı ve mantık tutsağı’ yapanlarındır. Şairlerimiz de kusura bakmasınlar, acaba halkımızı ötelediklerinin farkındalar mı? Kararı kendilerine bırakıyorum.

Sonuç olarak kimliğim isteniyor. Ben, Erzincan ili Kemaliye ilçesinin bir dağ köyünde 1933 yılında doğmuşum. Köy ilokulundan sonra İstanbul’a geldim. Tutunamadığım için Almanya sevdasına kapılarak 1959’da vasıfsız bir işçi olarak Almanya’ya gittim. Orada görüp-yaşadıklarımdan faydalanarak kendimi bulup bu dünyalı olduğumu öğrendim. Kendi kendimi yargılayarak, “Ben iki ayaklı hayvanım” dedim. Bu iki ayaklı hayvanlıktan kurtulmak için okumaya karar verdim. Yurda dönüp 34 yaşımda okul dışından sınavlara girip okullar bitirdim. Kitap okumayı da hiç ihmal etmedim. Bununla da yetinmeyip kitaplar yazmaya da başladım. Dilerim ki okuyanlar ilham alır ve faydalanıp bu dünyalı olduklarını kabul ederek ‘mantık tutsağı’ olmaktan kurtulurlar.                                                                                                      

(*) Duvarın Ötesi,  H. Esat Yavuztürk, Dorlion Yayınları, 2022 e-post: dorlionyayininevi@gmail.com