31 Ağustos 2020 Pazartesi

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ekim 2020, Sayı:6




Şiir Sarnıcı, Yaşar Özmen



Şiir Sarnıcı, Yaşar Özmen




ŞİİR SARNICI (e-dergi) ÇIKIŞ BİLDİRİSİ
 Şiir Sarnıcı (e-dergi); kültürel ve sanatsal değerler ile sanat bilgisi doğrultusunda; insanın yaşamsal değerlerine hizmet eden etkenleri göz önünde tutarak; çağdaş sanat anlayışı çerçevesinde yaşama ışık olmayı hedefleyen üç aylık bir yayındır. Bilgisunar (blog) ortamında sayısal olarak yayımlanır. PDF dosya olarak özel iletişim kanallarında ve sosyal medyada paylaşılır. Ayrıca bizde adresi bulunan ve dergiyi isteyen okurlara PDF dosya olarak e-postalarına gönderilir. Ulaşım, dağıtım ve pazarlama kaygısı yoktur. Emek dışında ekonomik beklentimiz ve maliyetimiz olmayan bir sistemdir. Dünya genelinde yüz dört dile çevrilebilen üç aylık sanat ve yazın dergisidir.
Adresimiz: siirsarnici-e-dergi.blogspot.com
İletişim, yazı ve eser iletme adresimiz:
siirsarnici@gmail.com Yayımlanan sayıları indirme adresi:
https://www.facebook.com/groups/2718478678431667/
Maksadımız, “sanat evrensel bir olgudur” düşüncesiyle, gençleri ve dünya insanlığını sanatsal değerlerle buluşturmak, onlara nitelikli sanatsal bilgi sunmak ve estetik kaygılarını güçlendirmektir. Sanatseverleri bir platformda buluşturarak daha nitelikli tartışma ortamı yaratmaktır. Gençler ve sanatseverlerin sanatsal donanımını güçlendirmek ve başvuru kaynağı olabilecek yapıtlarla onları desteklemektir. Edebiyatı, özellikle şiiri, biraz olsun yapay kaygılardan kurtararak, nitelikli yapıt üretmenin yollarını araştırmak, şiirde tıkanıklığın önünü açmaktır. 
Hedefimiz; uluslararası düzeyde nitelikli bir yazın dergisi olmak ve sanatçılarımızın yapıtlarını ülkemiz ve bütün dünyaya duyurabilmektir. Yeni ve farkındalıklı bir sanat/şiir dünyasının önündeki sorunları görünür kılmaktır. Özellikle, tozlanmış bilgilerden, genellemelerden, yalan yanlış söylemlerden, hiçbir mantığa dayanmayan genel geçer kabullerden biraz olsun arındırmaktır Türk şiirini… Etik bir yazın/şiir dünyasının düzlemini hazırlamak ve estetik değer algısını, daha somut şeylerle törpülemektir.
Dergimiz; hiçbir algı güdülemesine boyun eğmeden; bilim ve sanatın olması gerektiği düzlemde yer almasına özen gösteren; öğrenilmişlik, alışılmışlık ve çarpıtılmışlıklara kulak asmadan; kendine özgü yaratıcılığı ve çağdaş sanatı temel alan; çağdaş bir anlayışla var olma çabası taşır. Dilsel şiddet içeren, ideolojik ve dinsel dayatmaya yol açan, propaganda, dinsel tebliğ ve misyonerlik maksatlı, bağıran, çağıran, hakaret eden ve kişiyi hedef alarak yazınsal eleştiri mantığını aşan metinler, sanat anlayışımıza sığmaz.  
Sanat görüşümüz; ortalarda dolaşan, ayrıştırılmış, onun bunun öğretisinin kuklası olmuş ve sanat biliminden soyutlanmış bir anlayış değildir. Çağdaş sanat veya evrimsel sanat kavramlarıyla tanımladığımız; akla, bilgiye, bilime, sınırsızlığa, sonsuzluğa ve yaratıcılığa dayalı bir sanat anlayışıdır; ögesi insan olan, sevgiyi temel alan, insanda yaşam sevinci yaratarak aklın evrimini hızlandıran nitelikli sanattır.  
Biliriz ki deneyim sanatta önemlidir. Deneyime yaslanarak yeni ve farkındalıklı yapıt üretilmelidir; çağı avucuna alan, günümüz bilgisiyle yoğrulmuş, çağdaş sanat anlayışıyla özdeş. Çağ değişiyor, sanatla insan arasındaki ilişki evrim geçiriyor. Sanat, çağının çocuğu olabilmesi için doğduğu çağdan ileride olmalıdır, bilinciyle hareket ediyoruz.
Dünyadaki tüm yazar ve şairler ile bizi izlemekte olan ülkemizin yazar/şairlerine çağrıda bulunuyoruz. Çevreye, insana, barışa, insanca yaşama ve sanatın itici gücüne karşı duyarlılığınız varsa; insanlığın içini acıtan olayları çözmeye yönelik söyleyecek bir şeyleriniz birikmişse, sanatın işleviyle ilgili evrensel olgu/olaylar çerçevesinde sorumluluk duyuyorsanız; kısacası sanat için bir şey yapmak istiyorsanız; işte bütün dünya yazar/şairlerinin buluşabileceği; uçsuz bucaksız, özgür ve sensiz-bensiz bir ortam. Söyleyecek sözü olan, paylaşılacak yapıtı olan, sanatın ve yazının niteliğine katkı vermek isteyen herkes gönüllülük esasına göre sayfalarımızda yer alabilir. Çatışmıyoruz, dayatmıyoruz, bir şeyler kanıtlamak peşinde değiliz; çünkü biz sanatın işlevi ve amacını, bilimsel yöntemlerle ele alan bir yaklaşıma sahibiz.
Ayrıca derginin uluslararası düzeyde tanıtımı, paylaşımı ve yayınlanacak eser iş birliğini yapmak üzere Türkçenin akraba dillerini konuşan ülkeler başta olmak üzere her ülkeden dergi temsilcilikleri oluşturmak istiyoruz. Bu konuda istekli ve sanat bilgi düzeyi iyi olan diğer ülke sanatçılarının başvurularını bekliyoruz. Ayrıca il bazında temsilciliklerimiz olsun istiyoruz. Dergimizde gönüllülük esasına göre yer almak isteyenler, bizimle iletişime geçebilir. 
Sanat; barışa ve insanca yaşama giden yolda en etkin rehberdir. Bu nedenle, hiçbir kaygı, saplantı, ön kabul ve çıkar çatışmasına aldırmadan sizlerle büyümek için oluşturulmuş özgür ve özgün bir yazın ortamı sunuyoruz. Egodan arınmış, bilgiyle donanmış; yaşamı ve insanı üst değer olarak gören sanatçı, yazar ve şairler; hep birlikte ve el ele yürüyelim isteriz.

ŞİİR SARNICI’NDAN
 Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın altıncı sayısına ulaştık. Salgının açtığı yaralar kolay kolay kapanacağa benzemiyor; hem politik hem ekonomik hem de ruhsal olarak oldukça sıkıntı yarattığını biliyoruz. Yaşadığımız süreç pek de iç açıcı görünmüyor. Tüm insanlık adına iyi olmasını dileriz.
Renkli ve resimli yepyeni bir dergi içeriğiyle okurla baş başayız. Farklı ve farkındalıklı şeyler üretmek istiyoruz; ancak bunun, yazar ve şairlerimizin yapıtlarıyla katkısı oranında gerçekleştirebileceğimizi biliyoruz. Hedefimiz, sanatseverleri ve gençlerimizi nitelikli sanatsal bilgiyle donatmak ve onları sanat dünyasında görünür kılmaktır. Ortaya koyduğu yapıtların bir değerinin olduğunu göstermek ve sanata yöneltmektir. Yetkin ve sanat bilgisi güçlü akademisyen, yazar ve şairlerimizin deneyimlerini bizimle paylaşmaları çabamıza katkı verecektir. 
Şiir Sarnıcı (e-dergi); elektronik ortamda (blogda) yayınlanır ve PDF dosya olarak e-posta kutumuzda bulunan adreslere gönderilir.
Blog adresimiz: https://siirsarnici-e-ergi.blogspot.com/ ‘dan ulaşabilirsiniz. E-posta adresinizi göndermeniz durumunda tüm sayıları gönderebiliriz. Veya https://www.facebook.com/groups/2718478678431667/ adresinden indirebilirsiniz.
Altıncı sayıdan itibaren derginin biçim ve tasarımında değişikliğe gidiyoruz. Dergi çıkış bildirisini güncelledik. Metin ve şiirler karışık olarak sayfalarda yer alacak ve fotoğraf desteği biraz daha fazla olacaktır. Ayrıca sayfa sayısını azaltmayı düşünüyoruz. “Beş Şair, Beş Kitap, Beş Şiir” isminde bir sayfa açtık ve derginin her sayısında tanıtım maksadıyla en az beş şair ve bir kitabına yer verilecektir. Ayrıca dergide şiir kitaplarının kapak görsellerine yer verilecektir.
Edebi değer taşıyan her tür metin dergimizde yayımlanabilir. Ancak yayım ve yazım kurallarına uygun olmalıdır. Bilgisayar ve kullanılan işletim sistemi uyumsuzluğundan kaynaklanan çok sayıda yazım ve noktalama hatası oluşuyor. Yazarlarımızdan isteğimiz; yazıların, noktalama ve yazım kurallarına uygunluğu titizlikle kontrol edildikten sonra gönderilmesidir. Örneğin bu tür hatalardan dolayı, yazı çok iyi olmasına karşın yayımlayamıyoruz.
Dergimizi bilgisunar ortamında ve sosyal medya hesaplarınızda paylaşabilirsiniz; maksadımız daha fazla okura ulaşmaktır; ekonomik ve telif kaygımız yoktur. Hesaplarınızda ve bilgisunar ortamında paylaşıp daha fazla okura ulaştırdığınız ve bizi okuduğunuz için teşekkür ederiz.


AĞULUM
Gönül Tokayeva

kış kundağında
süpürüyorum
yüzünün eteğini

ağzının keyfi yok
yine başı boş
dolanıyor üzerinde

gelmiyor cımbızıma
yakama dökülen
dilinin kıymıkları

hatır gönül düşüyor
keskin cümlelerle
açtığın derin çukura

sağ çıkabilir miyim
bu kin ırmağından
inan bilmiyorum

aslında eritsen
kardan şapkanı
her yanın bahar bahçe

neyleyim a ağulum
çöle kaktüs yakışır
dikenlerin hak getire

yılan ne yapsın
çıkamıyor deliğinden
tatlı dili bilmeyince


Ayaküstü bir ölümdü yaşadığım ve aşkımın peşine düştüm, huzurlu bir yuva sunabilmek ümidimden başka amacım olmadan gitmiştim, ömrüme ismini işlediğim kadına. Anladım ki beni ellerinin gerisiyle iterek öldürürken, dudakları da bana ait değildi. Yüreği sadece bana merhametsizdi. Gözlerimi ona vermek istedim o an, keşke Leylam benim gözlerimle görebilseydi. Ağlardı yaptıklarına, pişmanlıklarında tövbelere boğulurdu bir ömür. O hayatımda varken şeytanın fısıltılarına rağmen hatamı anlamış esir düşmüş bir komutan gibi aman dilemiştim. Ama yanılgılarımın gerçekliğini görmüştüm. Hayat bana yalan söylerken, aşk gurura bulanıp intikamını almıştı işte...
"Nefes alamıyorum sensiz, sakın benden gitme" demiştim ona. Şiirlerde onu gergef gibi işlerken, belli ki ben onun her şeyiyim diye gittiğimde hiçbir şeyi olduğumu görmüştüm. Haftalarca izin alıp hasta yatmış, gözlerim ona olan sevgimle akmış, dizlerim bedenimi taşıyamamış, kapaklanmıştım secdelere aşkla. Meğer bir hiçmişim, basit bir hevesmişim kendimce. Yeni yıla onsuz mu gireceğim diye üzülürken, arkadaşlarım kendimde olmadığımı söylüyordu, haklılardı, haddinden çok sevmiştim. Merhametsiz bir gurura yenilse de kulağımda çınlıyordu o ses: "Seni sevmiyorum, istemiyorum sana ait değilim anlasana adam! Ben senden gittim." Bu sesi geceyi ortasından bölen bıçak gibi bölmüştü bir kamyonun korna sesi...
Gözlerimi açtığımda hastanedeydim, tepemdeki ışık gözümü alıyor, kafamı çevirdiğimde bir adamın üstüne çarşafı örtüyorlardı, kopan çığlıklar beni sarsıyordu. Babam geldi aklıma, aralarda izin alıp her gün kaçıp gitmiştim ihtiyacı olmasa da, kanser denen illetin katili moraldi, buna ihtiyaç duyan insanın yanında olmak önemliydi, sevmek ve sevgini hissettirmek kadar. O telaşın içinde bana bakan bir çift gözü göremeyecek kadar kördüm demek ki. Aylin hemşirenin bakışlarını görememişim. Kalbim hava almayacak kadar sevdamla doluydu, canımı ortaya koyduğum kadının gidişi canımı acıtıyordu, başka bir aşka yer yoktu.
Kolumda serumlar, kalbim yerinden çıkıp gidecekken, gözlerimden yaş süzülüyordu. Mecnun sınavlarına hazırlanıyordu; Leylayı tanımadığı adamlar sahip çıkmış, Mecnun felç olmuş yatıyordu.
Bir hemşire sanki "Hayatını ters çevirdim, sevmek vaktidir şimdi" dercesine gülümsüyor, varlığıyla daha önce hayatımda oluşunu hatırlatıyordu. Kocaman bir tebessümle girdi içeri...Vazoya çiçek koydu, gülümsedi.
-Nasılız bakalım bugün, ben Aylin. Sana ben bakacağım. Şimdi konuşup yorma kendini.
-Tamam.
-Söz dinle ama, asileri ve itaat etmeyen hastaları sevmem.
-Benim gibi.
-Bak hala konuşuyor. Seni ben baban burada yatarken görmüştüm, o zaman kemoterapi görüyordu, hastama iğne yapmaya gelmiştim. Bir evladın babasına verdiği değeri ve aşkla hizmetini görünce bu adamın kalbi aşkla dolu dedim o an. Oysa ben gün içinde onca ölümü göre göre merhametsizleşmiştim, duygusuzlaşmıştım. O an keşke bu adamın eşi olabilseydim dedim kalbimden. Ama nasıl olduysa bir an kayboldun ortadan. Gittin…
Hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Yollarda sana rastlar mıyım diye yürüyor, insanların yüzüne baka baka ilerliyor, Allahtan hep her gün seni diliyordum. Sen yokken karşıma çıkan bir sürü nasip oldu elbet, platonik dedim önce, hatta bir an ümitsizliğe kapılıp nerdeyse evleniyordum. Ama son an içimden bir ses, bekle dedi. Düşlerimde seni ararken bile karşıma çıkanlar, "O kalbi nurla yıkanmış bir insan, onu tanısan aşkla ona sadık kalırsın, bak aşkla yanıyorsun bile onu tanımadan" dediler. Büyülenmiştim sanki. Uzun nöbetlerin ortasında sana çok ağladım ben, yüreğimde bir kuş çırpınıyordu adeta seni düşününce, damağımda anlam veremediğim bir gül tadı oluyordu, gülüm sadece sana açıyordu, yağmurlarım sana yağıyordu ve ben anlayamamıştım bu halimi. Yakışıklılığa, zenginliğe baksan seni milyon kere katlayanlar yoktu gözümde. Ağladım, gidişine ağladım, bir daha seni göremeyeceğim diye ağladım, varlığına şükrettim bekledim.
Arkadaşlar anlatıyordu, kamyonun altında kalmış bir adam, ne romantik adammış cebinden bir şiir çıkmış diyorlardı. Onlar anlatırken kalbim sıkıştı birden, merak eder ya insan, yattığın yeri öğrenmiştim. Senin olmadığını düşündüğüm için önemsemedim. Bir gün odanın yanından geçerken gördüm seni, tüm dualarım kabul olmuştu ve sen bana gelmiştin, varlığını biliyordum şükrümdeydin, şimdi yanımdasın.
-İyi de güzel kız, ben bu saatten sonra sana bir şey olamam. Felç bir adamın nesini seversin ki?
-Ben senin yüreğini sevdim.
-Senden önceki beni buraya getiren de öyle diyordu, gerçi o tercihini yaptı, çekip gitti. Sanırım ben sevilmeyen, istenmeyen bir hiç olmuşken, benim gibi sevmese de onu mutlu eden bir alternatifin gölgesinde kalmıştım. Sevmeye tövbe etmek üzereydim tam, kim bilebilir ki başına gelecekleri? Size deseler; aşk acısıyla ve sevdiğiniz kadının elleri, dudakları, ruhu yabancılaşmışken aldığın beddualar karşısında bir kamyon gelip size çarpacak, yatağa mahkum kalacaksınız, bir hemşire çıkacak ortaya, babanızla savaştığınız dönemden bu yana sizi arayacak ama bulamayacak ve bir gün hastanede yattığınız odanın yanından geçerken görüp sizi, felç bir aşka inat kabul edip, hatta yazı ve şiirlerinizi uzun nöbetlerinizde başucunuzda bekleyerek okuyacak, anneniz hakkını helâl etmeyip sizi sevmeyecek, sevdiklerinizin hepsi size sırtını dönüp istemezken, sevmezken, tanımadığınız bir kız çıkıp gelip Hızır gibi size sahip çıkacak, belki bir daha yürüyemeyeceksiniz ama bir insan sizi böyle sevecek deseler hanginiz inanırdı? Bende inanmazdım ama yaşamak inanmaktan daha başka...Kim bir hiçi sevebilir ki?
-Ben.
-Bak, seni tanıdığımda bilmem kaç yaşındaydım, gençliğimi yedin dersin sonra. Pişman olursun beni sevdiğine, kalbin beni kabul etmez merhametsizleşirsin.
-Yıllar sadece senin için ileri gidiyor ve ben sen yaşlandıkça gençleşiyorum ya...
-Vazgeç benden, bu halimle bir başka gidişi kaldırmaz yüreğim. Gidenler, ardına bile bakmadan gitti, sende yapabilirsin.
-Vazgeçmeyeceğim, bak eski aşkını anlatınca, sen yine dik durmuşsun boş ver, sadakatini de sevdim şimdi, hem Allahtan gelene bir şey yapamazsın, kader kalemi senin elinde değil. O sana nasibini getirir, alanda o veren de. Üzülme! Söyle nereye gitmek istersin yeni yılda, nerde girelim?
-Bir otel var merkezde, çok aradım ve ben çok seviyorum, beni oraya götür, madem kendim gidemiyorum.
-Tamam, hemen ayarlarım, pazartesi çıkacaksın ne de olsa. Anneye de haber veririz.
-Benim kimsem kalmadı Aylin hemşire, kimsemsin dediklerim kimsesiz bıraktı beni, haber verip izin alacağım kimsem yok, rahat ol o açıdan.
-Peki,
-Ya hemşire, elin ayağın tutuyor, genç ve güzelsin, yahu hâlâ sevmekte ısrarcı mısın bu felçli aşk gazisi sefili?
-Ben senin yüreğini sevdim ki...
-Ne yani, bir gidiş başka bir gelişin habercisi mi? Anlamadım. Bu nasıl bir hayat ya? Ailen ne diyecek bu konuya?
-Ailem yok can, kaybettim kaza da, yalnız kaldım.
-Beni böyle sevebilir misin ya?
-Yaşa ve gör canım.
-Ya sende diğer sevenler gibi gidersen…
-Ben senden hiç gitmeyeceğim. Sen korkmadan yaşa.

Baki Evkaralı

Dilsiz dalların dargın halleri
Bir huzur almaya gelen de kalmadı
İsyan eden baştacı oldu hayatta
Suskun kalan istediğini almadı
Bir nehir güzeli salındı geldi
Şehvet dudaklarında saklı
Bana Frida'nın aşkından verin
Sabah halsiz uyanışlar köyünden
Bir canlı mutluluk getirin
Belki bulunur bir seven
Derdine yanan derman aramasın
Hayat geçip gidiyor ruhumun aynası
Gel biz anı kaçırmayalım
Mevsimler ne yaparsa yapsın

GÜLÜŞ

Nüket Hürmeriç

 

Sıcaklık yağan mevsim

Göresim geldi sevenim

Gözlerinin ışığına gömülü

Parmaklarıyla dans ederim

 

Uzak yakın serüvenlerde

Sevince artış gelir

Ekonomi sayfasında olmayan

 

Ayaklarının uçuşu

Aklıma takar kuğu süzülüşü

Yalnızlık arkadan gelir

Önde sonbahar gülüşü

Eylül 2020




GÖĞE AÇILAN PENCERE 
Hülya Lebibe Başağaç

O bahar günü benden başka tüm varlıklar neşeliydi. Ağaçlar, kuşlar, böcekler, çiçekler, yedi tepeli kentin insanları; benliğimde kopan fırtınadan habersiz baharın coşkusu içindeydi.
 Denize doğru eğilmiştim. Demir parmaklıkları kavrayan ellerim uyuşmuştu. Sahile vuran iri dalgalar, yüzüme bir tokat gibi iniyordu sanki… Denize hızla dalış yapan martıların sevinç çığlıkları içimi ürpertiyordu. Saatlerdir kımıldamadan baktığım altımda kaynaşan deniz, beni çağırıyordu. Gözyaşlarım denizin tuzlu sularına karıştığı anda acılarım dinecek gibi geliyordu. Denizin dibindeki taşlar, gümüş renkli balıklar; güneşin ışıltılarıyla olduğundan daha yakın, iri ve parlak görünüyorlardı. “Tıpkı yapay dostlar, yapay yaşamlar gibi…” diye düşündüm. Gözlerimi denizin maviliklerinden güçlükle çekip bulutların ötesine daldım. “Tanrım, ne olur bağışla beni! Gücümü yitirmeden bitirmeliyim her şeyi… Denizde başlayan yaşamım denizde son bulsun!”
“Bunu yapmaya hakkınız yok! Çünkü size gereksinimi olan birisi var.”
Yanı başımda duyduğum bu sakin, şefkat dolu ses; beni şaşkına çevirdi. Bu, bulutların ötesinden gelen kutsal bir ses miydi? Kimdi bu, düşüncelerimi okuyup bana gereksinimi olan kişiden söz eden?
Gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim, başımı yavaşça sesin geldiği yöne çevirdim. Uzun boylu yabancının mavi gözlerinden yayılan sıcaklığın her yanımı sardığını hissettim. Gözleri gerçekten mavi miydi yoksa saatlerdir denizin mavisinden başka renk görmeyen gözlerim mi yanılıyordu?
O, dudaklarında tatlı bir gülümseyişle hafifçe eğilerek kendini tanıttı:
“Ben, ressam Faruk!”
Ağlamaktan kızarmış gözlerimle şaşkın şaşkın hala yüzüne baktığımı görerek sözlerine devam etti:
“Görüyorum ki içinizden geçenleri anlamam sizi şaşırttı. Sanatım yönünden insanları incelemekten hoşlanırım. Saatlerdir sizi izliyordum. Bu nedenle yaşlı gözlerinizdeki acı yakarışı, yüzünüzdeki derin ümitsizliği kolayca okudum.”
 Ancak fısıltıyla yanıt verebildim:                                                                        
“Ama bir noktada yanıldınız. Ne bir yakınım ne de yardım edebileceğim birisi var.”
“Hayır, yanılmıyorum. Çünkü size gereksinimi olan kişi, benim!”
Hayretten açılmış gözlerimle ona baktım ve “Siz mi?” dedim. Gözlerim yeniden denizin maviliklerine dalarken “Fakat beni tanımıyorsunuz bile… Size ne yardımım olabilir?” diye mırıldandım.
O “İleride küçük bir lokanta olacak. Orada daha rahat konuşuruz.” derken demir parmaklıklara kenetlenmiş ellerimi okşayarak açmaya çalışıyordu.
Titreyen bacaklarımla, bir robot gibi kollarıyla bana destek olan yabancıya uydum. Karşı koyacak gücüm yoktu zaten. Her şeyi gören gözleriyle aç olduğumu da anlamıştı galiba.
Bir saat kadar sonra tabağımdakilerin tümünü bitirmiştim. Kendimi daha iyi hissediyordum ve onun hakkında pek çok şey öğrenmiştim.
Faruk, İzmirli bir ailenin çocuğuydu. Güzel sanatlar eğitimi için İstanbul’a gelmişti. Yetenekli ama elinden tutup sanat çevresine kendisini tanıtacak saygın bir dostu olmadığı için yıllarca yoksulluk çekmişti. Uzun uğraşlar sonunda yeni yeni tanınmaya başlamıştı. Aynı zamanda atölye olarak kullandığı küçük bir çatı katında yaşıyordu. Kendini öyle içten, yalın ve gerçekçi bir dille anlatıyordu ki.
Sonunda sustu ve gülümseyerek “Şimdi sıra sizde!” dedi. “Bir saattir konuşuyorum ama henüz adınızı bile bilmiyorum.”
Günlerdir yaşadığım duygu karmaşasıyla ve ağlamaktan kısılmış sesimle yanıtlamakta zorlandım ve yutkunarak konuştum:
“Adım Derya. Bu adı deniz sevdalısı babam vermiş bana.”
“Tanıştığımıza memnun oldum Derya!” diyerek elini dostça uzattı, tokalaştık. Suskunluğum uzun sürünce beni yüreklendirmek için gülerek konuştu:
“Ben de denizi çok severim. Her gün inerim bu sahile, saatlerce denizi seyrederim. Resimlerimin çoğu da deniz temalı... Bakalım, başka ortak yönümüz var mı?”
“Babam, Balkan göçmeni bir aileden... Osmanlı döneminde Ege’nin şirin bir sahil kasabasına yerleşmiş, aile.” diye duraklamalarla sürdürmeye çalıştım.
“İşte, ortak bir yön daha. İkimiz de Egeliyiz, ne güzel! Sonra. Devam et!” diyerek yüreklendirdi beni.
“Birkaç dönümlük bahçelerinde yetiştirdikleri meyveleri satarak okutmuşlar onu. Deniz subayı olan babam, kısa süre sonra kasabanın en güzel kızı ile evlenmiş. Görev sırasında büyük bir kaza geçirince kasabasına geri dönmüş. Ordudan ayrılmış ama deniz tutkusundan vazgeçememiş bir türlü.”
“Deniz, onu iyi tanıyanların en yakın dostudur.” sözleriyle destekledi araya girerek.
“Evet, babam da böyle düşünüyordu. Bir tekne alıp turistleri koylara taşımaya başlamış, babam. Balıkçı kızı olan annem de en büyük yardımcısı. Anası ve babası böyle olunca bebek ne yapsın? Denize kavuşmak için acele etmişim ki yedi aylıkken teknede doğmuşum. Dededen kalma iki katlı taş ev yuvamızdı ama çocukluğumun çoğu teknede geçti. Ah, mutlu çocukluk günlerim!”
Bu kez de çocukluk günlerimin anıları yaşarttı gözlerimi. Yeniden ağlamaya başladım. Faruk, gözyaşlarımın dinmesini bekliyordu sabırla. Dakikalar sonra içimi çekerek konuşabildim:
“O günlere geri dönebilsem keşke. Erkenden kalkan annem ve babamla tekneye giderdim. Babama teknenin temizliğinde yardımcı olurdum. En sevdiğim iş, metal bölümleri ovarak parlatmaktı. Bu sırada annem, yolcuların öğle yemeği için hazırlık yapardı. Sebzeleri tek tek yıkamak da benim görevimdi. Benim için teknedeki en zevkli an; yolcuların iskele başında karşılanmasıydı. Babam, annem ve ben yan yana dizilir bir ağızdan konuşurduk: “Poseidon’a hoş geldiniz! İyi yolculuklar!” Yanı başımda iki ayağı üzerinde bekleyen köpeğim Keto da havlamalarıyla katılırdı bize…”
“Ne hoş! Teknenizin adı Poseidon muydu? Anlaşılan baban da benim gibi mitolojiye ilgi duyuyormuş.” diye mutluluğunu dile getirdi.
“Şarkı söyleyerek denizcileri büyüleyen sirenlerin öyküsünü her uykudan önce dinlerdim, babamdan. Turistleri götürdüğümüz bir koya “Denizkızı Koyu” adını vermiştik, babamla. Bu koyda demir atar, yarışma düzenlerdi. Yolcuları iki takıma ayırırdı: Gaia ve Poseidon… “Denizkızı” dediğim kayaya yüzerek ulaşan ilk grup birinci seçilirdi. Ödül törenimiz de pek güzel gelirdi, bana: Elimde bir tepsiyle ben… Tepsinin içinde defne dallarından yapılmış bir taç ve annemin deniz kabuklarından yaptığı vazo, biblo, takı gibi küçük ödüller. Annem; narin bir kadındı, yaptığı biblolar gibi. İlkokul son sınıfta iken onu yitirdim. Sonra İstanbul’daki üniversite yıllarım boyunca yoksun kaldım babamdan da, öykülerinden de. Bakardım, ne zaman babamın özlemi dayanılmaz boyuta gelse elime bir kitap almışım: Halikarnas Balıkçısı’ndan…
Geçen ay, son zamanlarda telefonlarının arası uzayan babamı aradım. Uzun uzun çaldırdım, açan olmadı. Tekrar denedim. Tanımadığım bir ses. Babamı sordum. “Kızım, ben de seni arayacaktım. Çok üzgünüm ama dün gece babanı yitirdik. Kalp krizi. Başın sağ olsun!” İnanamadım, babam nasıl ölürdü? Mitolojik tanrılar gibi ölümsüzdü, benim için…
 Öğrendiğime göre, son zamanlarda parasal sorunları varmış. Hiç belli etmemişti, bana. Önce evini satmış. Sevgili “Poseidon”una haciz gelince yüreği kaldıramamış bu yükü. Onu, kasabamızın koynuna bıraktım.  İstanbul’a döndüm, babasız ve beş parasız.
Birkaç gün sonra kendimi toparlayınca iş aramaya başladım. Çalışıp okuyacaktım. Ev arkadaşım, sözlüsünün arkadaşından söz etti. Genç adamın pazarlama şirketi vardı ve bir eleman arıyordu. Umutla koştum görüşmeye. Parasal değeri yüksek ürünlerini teslim alacaktım. Yüklü bir güvence bedeli vermem gerekiyordu. Düş kırıklığı içinde çıktım, iş yerinden.
Birkaç gün sonra kalan son paramı çekmek için bankaya gittim. Ve babacığımın sürprizi beni havalara uçurdu. Adıma açtığı ayrı bir hesapta, ölümünden sonra verilmek üzere yüklü bir para vardı. Parayı çekip şirkete koştum. Birkaç kâğıt imzalattılar. İşten çıkarsam bu para geri verilecekti. Patron “Artık bizim elemanımızsınız, yarın işe başlayacaksınız.” dedi. Sevinçle eve koştum, arkadaşıma sarılıp teşekkür ettim.
Ertesi günü, coşkuyla iş yerime gittim. Ofisin kapısını çaldım, açılmadı. Kapıcıya sordum. ‘Taşındılar.’ dedi. İnanamadım. Koca iş hanında kimse nerede olduklarını bilmiyordu. Umarsızca eve koştum. Hayret! Ev arkadaşım, tüm eşyalarını toplayıp gitmişti. Onun izini de bulamadım. Her şeyi öğrendiniz işte. Yaşama umudu bile kalmamış bir kız, size nasıl yardım edebilir?” diyerek sustum.
Faruk, bir yarışmaya katılmak için hazırlayacağı tabloya modellik etmemi istiyordu. Ben de kalacak bir yere kavuşacak, karnımı doyuracaktım.
“Bakın, taslağı bile hazır!” diyerek cebinden çıkardığı kâğıda baktım. Gökyüzünün sonsuz maviliği içinde parıldayan ışığa hüzünlü gözleriyle bakan bir genç kız. Hayranlığım, duymakta olduğum acıyı hafifletmişti.
“Bu, göğe açılan pencereden Tanrıya yakarışım sanki.” diye fısıldadım.
“Ah, çok güzel! Tablomun ismi ‘Göğe Açılan Pencere’ olacak.” derken coşkuluydu.
Bir ay sonra aynı yerde sevinçle kucaklaşıyorduk. Elimizde yarışmanın birincilik ödülü olan yüklü bir çek vardı. Tabloya vurulan her fırça darbesinde sevgimiz biraz daha büyümüştü. Mutluyduk artık.                Yarışmayı düzenleyen dernek, tabloyu kimsesiz çocuklar yararına açık artırmaya çıkardı. Tablo, umulanın üzerinde bir fiyata satıldı. Kısa zamanda tablomuz ve biz, sosyetenin ilgi odağı olduk. Sık sık toplantılara çağrılıyorduk.
Bir gün Faruk, elinde iki biletle eve geldi. Sevinçle kucakladı beni.
“Bugün “Denize Özlem” adlı tablomu iyi bir fiyata sattım. Çabuk bavulunu hazırla, gidiyoruz. Seni çocukluk günlerini geçirdiğin kasabaya götürüyorum.”
Bir hafta boyunca güzel kasabamda kaldık. Ailemin yokluğu dışında pek bir şey değişmemişti: Bir ya da iki katlı şirin taş evleri, yemyeşil bahçeleri, kır kahveleri, balıkçı lokantaları, allı-morlu tekneleri, turkuaz renkli koyları, pırıl pırıl gökyüzü ve yanık tenli, güleç, konuksever, çalışkan insanlarıyla benim kasabam. Öyle iyi geldi ki bana! Denizinde mi yüzdüm gerçekten, yoksa bir anı denizinde mi, bilemedim.
Çevremizde bir ressama esin verecek o kadar çok şey vardı ki. Faruk’un tamamladığı bir tabloyla ve eskizlerle döndük, İstanbul’a.
Yine çağrılı olduğumuz toplantılardan birindeydik. Tüm kadınların gözleri Faruk’un üzerindeydi. Onunla gurur duyuyordum.
Bir ara şişmanca, orta boylu bir adamın önümde eğilerek beni dansa davet ettiğini gördüm. Piste doğru yürürken adam “Tabloyu sizin güzelliğiniz değerlendirdi.” diyordu. Gözlerim Faruk’u aradı. Bunu fark eden kavalyem:
“Faruk Bey, Birsen Hanım’la balkona çıktı.” diye fısıldadı. “Milyarder, güzel ve zeki bir kadındır o. Böyle olunca her şeyi elde etmesi için bir engel kalmıyor ortada.”
Suat Bey’in bu sözlerinin anlamını Faruk’u görünce anladım.
Dalgındı. Gizlemeye çalıştığı bir heyecanla konuşuyordu. Birsen Hanım; sanat çevrelerinde sözü geçen, güçlü bir kişiymiş. Yardım elini uzattığı her sanatçı kısa sürede kendini ünün en üst basamaklarında bulurmuş. Fakat…
 Faruk’a bir türlü söyletemediğim gerisini, Suat Bey ile karşılaştığımızda öğrendim.  Birsen Hanım, kendisiyle nişanlanırsa Faruk’u tüm düşlerine kavuşturacaktı.
Anlamıştım, Faruk büyük bir bunalım içindeydi. Bir yanda ben, diğer yanda yıllardır gerçekleşmesini beklediği düşleri… Onun sanatına olan tutkusunu sezinliyordum. Benim içinse sevmek; benliğinden sıyrılmak, “o” olmak demekti. Kararımı verdim.
Birkaç hafta sonra gazetelerde şu haber vardı: “Mutluluk dağıtan tablo: Ressamı; sosyetenin kraliçesi Birsen Şen’in kollarında şöhret basamaklarını tırmanırken modeli Derya, tanınmış iş adamlarından Suat Namlı ile evleniyor.”
Gerçekten mutlu muyduk acaba? Sevgimi, acılarımı içime gömmüş; yalnız onun başarısı için yakarıyordum. Suat; iyi bir insandı, bir dediğimi iki etmiyordu ama…
Aradan üç yıl geçti.
Suat, kasabamdaki dedemin evini satın aldı. “Poseidon” adıyla butik otel yaptık.
O yaz akşamı, terasımızda radyodan yayılan neşeli müziği dinleyerek sofrayı hazırlıyordum. Müzik bitti, haberler başladı: “Ankara yönünden gelen tren, Polatlı istasyonu yakınında bir özel otomobile çarpmıştır. Otomobilde bulunan ünlü ressam Faruk Saner ve eşi tüm çabalara karşın yaşamlarını yitirmişlerdir.”
“Yanlış” diye düşündüm önce. “Olamaz, ben yanlış anladım. Birkaç yıl önce ölmek isteyen ben, yaşıyorum. Sevgisi ve enerjisiyle beni yaşama bağlayan Faruk ise öldü, öyle mi?” Sonra gerçek olanca ağırlığıyla çöktü üstüme ve yıkıldım.
Gözlerimi açtığımda başucumda sevecenlikle saçlarımı okşayan Suat’ı gördüm.
“Üzülme yavrucuğum!” diyordu. “Biliyorum, acın çok büyük ama tanrının verdiği acılara katlanmaktan başka ne gelir elimizden. O, öldü ama yapıtlarıyla sonsuza dek aramızda yaşayacak.”
Zorla oturtulduğum masada tabağımdaki etleri didikleyip duruyordum. Yemek büyük bir sessizlik içinde sürüyordu. Suat, kalkarak yanıma geldi, ellerimi tuttu.
“Biliyorsun yarın evlilik yıldönümümüz karıcığım! Sana bir sürpriz yapmak istiyordum. Fakat armağanımı bu akşam sunmaya karar verdim.” diyerek salondan çıktı ve az sonra koca bir paketle geri döndü.  Kendimi toparlamaya çalışarak kalktım. Ağır ağır açtım, paketi. Birden saatlerdir tutmaya çalıştığım gözyaşlarım boşandı. “Göğe Açılan Pencere” karşımdaydı.  16.09.2016



                    GELMEDİN YA…
                     Salih Sarısoy
Dedin ya aşk,
Aralık bırak
Kapıyı,
Gelebilirim ansızın.
Sonbahar da
Geldi geçiyor,
Gelmedin ya.
Kapatıyorum artık
Çok üşüdüm…


MUŞTULADIN BAHARI GÖZLERİNDEN
Cemal Karsavran

gözlerim asılı kaldı kirpiklerinde
işledim yüreğime ilmik ilmik
serden geçtim sır vermedim
ezberleyip hece hece adını
anlamlar çoğalttım kendime

gözlerime yıldız düşürdün geceden
inci inci imgeler topladım
suya düşmüş akşamın renginden
canlandı esir zamanlarımın senliğiyle
mağrur masum bakışların

galaksilerinde gezinirken
işmar edip gel derken engelliydim
sığınmasız tutundum sabah yıldızına
tebessümünle ebeledin beni
mabude zarafetin nezaketinle

goncalar sundun demet demet
ilahi ruhun güzelliğiyle
semadan mavileri topladığında
enlemler oğlak dönencesindeydi
muştuladın baharı gözlerinden

Mehmet Faruk Habiboğlu

Mitoloji, Yunanca (mithos) yani “söylenen ya da duyulan söz” ve (logos) yani “konuşma” kelimelerinin birleşiminden oluşmuş olup, Eski Yunan'da “geçmişte söylenenlerin tekrar edilmesi” gibi bir anlam barındırmaktayken zamanla Doğu dillerinde efsane Batı dillerinde ise mit anlamı kazanmıştır. Mitoloji günümüzde belirli bir din veya kültürdeki insanlık ile evrenin yaratılış ve doğasını, geleneklere özgü inanç ve uygulamaların sebebini açıklamaya yönelik söylencelerin tümünü tanımlamak için kullanılmaktadır. Mit sözcüğü gerçekte doğru olmayan bir hikâye veya anlatı için tercih edilir ve çoğunlukla bir yanlışlık, doğru olmayan unsur vurgusu barındırır. Mitoloji kelimesinin Türkçe karşılığı söylenbilim veya söylencebilimidir. Türk dilleri içerisinde en ilginç olan karşılığı Çuvaşçada yer alır. Bu dilde Halaplah kelimesi Mitoloji manasına gelir ve Halap yani Masal sözcüğünden türemiştir. (Kaynak wikipedia.)
Mitoloji, efsaneler bilimi anlamına da gelir. Hem masal ve efsanelerin toplandığı kitap hem de ilk çağ sonlarında mythos yazarı diye tanımlanan derleyicilerin yaptığı iş için mitoloji kelimesi kullanılırdı.
Eski Yunan dilinde ‘söz’ kavramını karşılayan üç sözcük vardı. İlki ‘mythos’, söylenen veya duyulan bir sözdür. Efsane, hikâye anlamlarına gelir. Fakat mythos güvenilir değildir, çünkü insanlar gördüklerini veya duyduklarını anlatırlarken birçok yalan ve abartıyla süsleyebilir.
İkincisi ise Epos, belli bir düzen ve ölçüye göre söylenen, okunan sözdür. Zamanla şiir, destan ve ezgi anlamlarına gelmiş ve şimdi epik veya epope olarak batılı dillerde yerini almıştır. Son olarak logos ise ‘gerçeğin insan sözüyle dile gelmesi’ olarak tanımlanır.
Logos sözcüğünü başta tarihçi Herakleitos olmak üzere doğa bilginleri yapmıştır. Bu sözcük bilimle ve araştırmayla öylesine bağdaşmıştır ki günümüzde halen araştırma ve bilim dallarının sonlarına eklenen logos-logia gibi bir ek olmuştur. Dilimize ise ‘-loji’ olarak geçmiştir. Örneğin; Antropoloji, Sosyoloji gibi…
Kelime, sözlük anlamında “Bir inanç veya bir topluluğun kültüründeki tanrılar, kahramanlar, evren ve yaratılışla ilgili tüm yazılı ve sözlü efsaneler birikiminin anlamlandırılması, yorumlanması ve incelenmesini kapsayan çalışmalar bütünü’’ olarak tanımlanmıştır. Çoğu kültürün kendine ait başlangıcı, evreni, türünün yaratılışını, doğayı anlamlandırmaya çalıştığı mitolojisi vardır.
Eğer mitoloji en genel şekilde sınıflandırmak istenirse bölgelere göre sınıflandırmak doğru olacaktır. Bunlar ise;
-Asya Mitolojisi
-Avustralya ve Okyanusya Mitolojisi
-Avrupa Mitolojisi
-Orta Doğu Mitolojisi
-Amerikalar Mitolojisi
Fakat mitoloji dendiğinde günümüzde akla ilk gelenler Yunan, Roma, Türk, Pers mitolojileri olacaktır. (Kaynak tarihlisanat.com)
Bu bağlamda Edebiyatta Mitoloji, mitolojik temalı, içerikli ya da anlatılı bütün edebi türleri kapsar diyebiliriz.
Mitolojik Şiir
Kısaca mitolojik ögeler barındıran veya mitolojik anlatımlı şiir türü diyebiliriz. Bunun da ilk örnekleri Eski Yunan’da.
Eski Yunan şairlerinden Homeros’un “Su Perileri Mağarası” şiirini örnek olarak vermek mümkün:
“Koyun tepesinde dal budak salmış bir zeytin ağacı,
Taçlandırır gölge veren dallarıyla sarp kayalığı.
Güzel ve loş bir mağara yer alır burada,
Naiadlar denen Nymphaların yeri.
İçinde, tanrısal işçiliğe sahip taştan küpler, testiler,
Ve bir de tezgâhlar vardır, mermer kadar parlak,
Nymphaların mor renkli ince işlenmiş dokumalarını sergilediği.
Arılar testilerin içine kurarlar peteklerini, leziz bal, nektar kadar saf.
Sular, hiç durmadan çağlar durur burada.
Yüksek birer kapı açılır mağaranın iki yanında,
Kuzeye açılanı, insanlara geçit verirken,
Kutsal olan güneydeki, ölümsüzlerindir.”


Mehmet Faruk Habiboğlu

“Ama kaçış yok ecelden, zamanı geldiğinde her insan, en sevgili kullar bile göçüp giderler bu dünyadan.” Victor Hugo

Sabah:
Dur durak bilmez kalbim iğreti
Gölgeni aradım palyaço yüzlerde
Koridorlarda, mitinglerde
Yanıldım bizzat 
Adam kılıklı boş libaslar
Mehamet haraç mezat

Öğlen:
Fırat doğduğu yerde çığlık çığlığa
Dağlarda feveran, kentlerde figan
Çouklar korkulu ve öfkeli
Ka revan bir coğrafya önümde
SenTanrısın bilirim de
Bir zaman gökleri kuşatan
Meleklerin nerde

İkindi:
Homeros Sendromu'nu yaşıyor ölüler
Kalbini kaşıyor ölüler
Kibirle dolaşıyor ölüler
“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.”
Oysa her anne bir şiirdir
Hem bilirsin
Hüzün kalbe iyi gelir

Akşam:
İlkin şiir ölür
Bir kuşun kanadı kırılır
Yakın iklimlerde ihtilal olur
Umutlar öldürülür kirli savaşlarda
İlkin şiir ölür

Yatsı:
Hepimizin acelesi var
Hepimizin ellerinde büzülüyor dünya
Ey yalvacın kalbinden dökülen rapsodi
Ey pejmürde gülüşlerimin turkuaz görkemi
Ey hiç yorumlanamayan rüya

Seher:
Bir keşiş oruca durur
Bir haham ağlar duvar önünde
Bir mümin tekbir getirir
Yağar gökten bela
Yağar kahır
Zalim sırıtır aşüfte

Hülasa:
Sen Tanrısın bilirim de
Bir zaman gökleri kuşatan
Meleklerin nerde?



AYNALI YOL
Elif Burcu Özkan

Aynalı bir yol hayat
Cam geçitte yürüyor insanoğlu
Soluna iblisler üşüştüğünde
Kendi taktığı prangalarına sövüyor
Çetin kışlar zincir misali
İnce boynuna dolanıyor

Kimliğini bilmeyenin sınırları yok
Yolunu çizemeyenin
Kırık hep kanadı
Tüm mızraklar dönüş uyarısı
Ruhun başka dili yok

Kuru otlarla uğraşırken
Savurur dikenli teller hiçliği
Boğan nefesler aldırır kaypaklıklar
İçine döner derdin oğlu
Elin cenneti yok

Kendinden uzaklaşana
Ayna tutar geçit
Mayınlı gönüllere değdirir
Sarsar en ince noktasından
Özüne gizler denge çiçeğini

Aynalar ruhun yansıması
Takılı zihnin, asılı inancın, kırılan kanadın
Ondan uğrayıp duruyor
 Tüm yolsuzlar ve yolsuzluklar
“Sen yoksun ki” diyorlar







ÇEVRE VE YAŞAM
Abdullah Şanal

      Yaşamak ciddi bir iştir. Çevre ile yaşayan varlık arasındaki bağ, ilişki ise çok önemli. Sağlıklı bir yaşam; temiz bir çevrede gelişir ve sürdürülür. Çevre, yakınımızdan uzağa doğru tüm nesneleri kapsayan; toprak-su-hava temeline dayalı yaşayan bir ortamdır. Biz bu ortama ‘doğa’ diyoruz. Doğasız bir yaşam düşünülemez. Evinizden 3 gün dışarı çıkmayın bakalım neler hissedeceksiniz? Doğa doğurgandır, cömerttir. Tüm güzelliklerini insanlara sunar. On binlerce yıldır neyi varsa vermiş insana, insanlığa. Yaşlanmış, yıpranmış, yorulmuş... Kendini yoran, harcayıp savuran vefasız insanlıktan yardım istiyor şimdi de...
   İnsanın ise derdi çok, vakti yok ‘ince şeyleri düşünmeye!’. Sorunları dağlar gibi büyümüş. Yaşamanın gereğini atlamış çünkü. İlk insan, doğadaki gizli güçlerden korkmuş önce ve bu yüzden düşman bilip doğa ile savaşmış. Bu savaşta kazandığı zaferlerin sarhoşluğu içinde hâlâ. Ayıkamadı insanoğlu. Vurup kırmaktan, yakıp yıkmaktan, ölmekten, öldürmekten barbarca bir haz duyuyor. Psikolojik bir hastalığı var yani! Çevreyi koruyup onarmakla kendisini de tedavi edeceğinin farkında değil. Farkında olanlarsa doğayı kurtarmaya yetişemiyor... Şu dünyada türlü çeşit (!) insan var. Kimi aşmış karanlık çağların eşiğini. Doğaya da insana da sevecen, dost. Kimi ise yıkıcı, hain. Bindiği dalı kesmekten çekinmiyor. Zehrediyor hayatı. Aslolan yapmak, korumak, yok olanın yerine yenisini koymak ki zor iş tabi. Bu iş bilinç, kültür, özveri, kötülere karşı savaşım gerektiriyor. Yıkmaksa kolay iş ki müşterisi çok! Cahiller, sorumsuzlar, anarşistler, kapkaççılar, açlar, açıklar da az değil. Yaşamanın da yaşam kaynaklarının da içine edilmiş; dengeler bozulmuş bir kere
     Örgütlü bir demokratik kültür toplumu olamadın mı, devletin devlete, politikacıların politikacıya benzemedi mi işler aygaz! Çevreymiş, ağaçmış, yeşilmiş, kuşmuş, gökyüzüymüş, mutlulukmuş, paylaşımmış iplemiyor sürü olup güdülen insancıklar. Günü kurtarmanın, yarını ‘düşünmekten’ geçtiğini hangi eğitimle bilecek? Vurup kırmaya, öldürmeye, acımasızlığın çorağında sevgisizliğe, iftiraya, kumpasa ayarlanmış adam... “Bu Vatan Kimin?” diyorsun “Bu vatan toprağın kara bağrında/ Sıra dağlar gibi duranlarındır/ Bir tarih boyunca onun uğrunda/ Kendini tarihe verenlerindir.” diye hamasi şiirler döktürüyor ama, vatanı sevmeyi ‘yeni topraklar edinmekle karıştırıyor. Eldeki vatanı yaşanılır kılmak konusunda olumlu fikri ve eylemi yok. ‘Yeşil’ diyorsun. “Türbe yeşilimiz var, neyine yetmez!” diye dayatıyor. Ölülerden medet ummaya kaldıysa, koyuver gitsin! diyesi geliyor insanın.
     Öte yandan kiminin bir dikili ağacı yokmuş, kiminin bir kedisi falan... Oysa dünya hepimize yeter, hırslarımızı dengeleyip biraz mütevazı yaşamayı denesek. İnsanoğlu uygarlığı, tekniğin güç gösterisi olarak algıladıkça ham ayvayı (!) çoktan yemiş sayılır. Çıkar için dokunduğu dalı kurutan, toprağı buhar eden, suları tersine akıtan, avladığıyla yetinmeyip katliama vardıran bu “kör gözüm gidişat”ta herkesin sorumluluğu var. Bencillikler yüzünden topluca intiharın sınırını geçmişiz... Yok olmanın baş döndürücü hızı fren miren tutmuyor! “Binmişiz bir alamete; gidiyoruz kıyamete!” Katliam, tecavüz, kıyım barbarlığı içinde kıyamete çeyrek var.
     Nüfus artışı da felaket. Toprak, ayağımızın altından kayıyor. Her doğum, yeni ihtiyaçlar demek. 55 yıl sonra Türkiye’miz çöl olacakmış. Siyasilerimiz ise erozyondan beter! Sahilleri, ormanları, sulak alanları, sarayları, kasaları, ödenekleri falan “çevrecilik” ayağına bir güzel koruyorlar! Dokundukları her şey kirleniyor. Ses, müzik, görüntü, hava, cıva, medya, yürek, böbrek, dalak, akıl, izan, namus, dostluk kirleniyor. Her doğan gün, kirli çamaşırları döküyor sokaklarımıza... Kuşlar ölüyor bu leş gibi kokudan, çiçekler soluyor, inekler deliriyor... Halkımıza pek bir şey olmuyor galiba! Yanılmış olabilirim. Halkım çoktan ölmüş de ağlayanı yok, farkında değil! Farkındalığı olsa toplum dayanabilir mi bunca rezilliğe?!...
    “Yeryüzünün akciğerleri” sayılan tropik ormanlara da girdi Azrail’in baltası. Amazon’da, Güney Doğu Asya’da, Batı Afrika’da yoğunlaşan bu yağmur ormanları, yeryüzündeki karaların yüzde 7’sini oluşturuyor. Bitki ve hayvan türlerinin de yarısı buralarda. Örneğin Hindistan’ın o canım ormanları 20 yıl sonra sizlere ömür. Bir milyarı aşkın nüfus, dımdızlak ortada kalacak. Dünyamız, karıncalar gibi kaynıyor iş ve aş telaşında. Savaşları, açlığı, ölümleri düşünmek bile ürkütücü.    Hem bilim-kurgu falan seyretmiyoruz. Hurda yığını bir dünya ve sürünen yaratıklar yarına elbirliğiyle hazırladığımız, UFO’ların kurtaracağını da hiç ummayın, beklemeyin sakın. Olacak iş değil ki ürettiğinden fazlasını tüketen insancıklar, kemirgen farelere dönecek sonunda. Yazık ki çok yazık. Benden söylemesi...
    Oysa; Behçet Necatigil’in dizeleriyle “Kır Şarkısı” söylemenin mutluluğu ve umudu da hâlâ tükenmiş değil:
  “Tam otların sarardığı zamanlar / Yere yüzükoyun uzanıyorum / Toprakta bir telaş, bir telaş / Karıncalar öteden beri dostum.” & “Ellerime hanım böcekleri konuyor / Ne şeker şey onlar! / Uç böcek, uç böcek! diyorum / Uçuyorlar...”


Erçağ Akarca

Gölgeleri eskiten bir ağaçtan yükselen tını,
Tarihi hırpalayan bir freskin gövdesinden taşan hüzün,
Yağmurun bir caddenin nefesinde gezinen telaşlı ayakları,
Ayakları yere sağlam basmayan bir balkonun yükseklik korkusu,
Mevsimlerce zorlanan zıtlıkların bir idare lambasının altında yankılanan tiz çığlığı
Özünden koparılan bir gramafonun kendi benliğiyle yaşadığı çelişki,
Sessizlikten düşen yorgun bir sesin bir gazoz kapağı içinde esrimesi,
Mitlerden sarkan bir siluetin kaldırımlarda söylediği sonsuzluk şarkısı,
Güneşli bir tebessümün yemyeşil kırlarda kendi kimsesizliğiyle diyaloğu,
Ruhları besleyen bir uykudan yükselen rüya,
Karıştı bir insanın kendini kaybettiği bir gölgenin uçurumuna,
Sessizlik benzerdi odalardan odasızlığa taşınan bir armağana,
Berkit yalnızlığını sessizliğin, gölgelerden gövdelere ulaşmasın,
Berkit yalnızlığını odaların, eşyalardan balkonlara taşmasın....


  
YAZMAK
Esat Yavuztürk                                       
Yazmak, sözlükte şöyle tarif ediliyor: “Sözü ve düşünceyi yazarak anlatmak,” deniliyor. Yazmanın da çeşitleri vardır. Kişisel olarak duyuru ve haberleşme, kurum ve kuruluşlarla yazışma, toplumu ilgilendiren duygu, düşünce ve bilimsel yazılardır. Bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz ‘toplumu ilgilendiren’ yazılardır, ama izninizle ülkenin yakın geçmişten günümüze kadarki durumuna kısa bir göz atalım…
Bilindiği gibi ülkenin insanı, Padişahlık döneminde kula kul olmaktan kurtulamamıştı. Cumhuriyetle beraber uyanış başlamış. Özellikle, 1940’ta kurulan Köy Enstitüleri, İkinci Dünya Savaşı koşulları içinde bile 21 okuldan, 20 bine yakın mezun vermiş. Bu okullarda okuyanlar ise; bacağında şalvar, ayağında çarık olan köylü çocuklarıydı. Bunlar köyünde kalsaydı ya çiftçi ya da çoban olacaktı. 7 yıl gibi kısa bir sürede Köy Enstitüsü sayesinde ileri gelen değerli aydınlar oldular. Bu da insanımızın aptal değil, sahipsiz ve bakımsız olduğunu gösteriyor. Atatürk: “Türk Milleti çalışkan ve zekidir,” derken bu gerçeği dile getiriyordu. Toplumdaki bu uyanışı gören düzenin çıkarcı ve ağaları baskıyla Köy Enstitülerini 1947’de Köy Öğretmen Okuluna dönüştürüldüler. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, 27 Ocak 1954’te kapattı. Demokrat Parti ile geri dönüş başladı... Özellikle, AKP döneminde ise halkın mantığı, ‘paslanmış çember’ ile tutsak edildi.
Cumhuriyet kurulduktan beri ülke aydınları; kalemiyle, diliyle, hatta politik olarak uğraşmışlar, ama ne yazık ki istenilen hedefe ulaşamamışlar. Değerli okurlar, Türkiye İstatistik Kurumu’nun, 27 Kasım 2018’de bilgisayarda yayınladığı bilgiye göre 20 gazetenin toplam baskısının 2.258.780 olduğunu yazıyor. Şayet hepsi satıldıysa bu gazetelerin tümünün okunduğunu, hatta her gazeteyi 2 kişinin okuduğunu varsayalım. Toplam 4.517.560 kişi gazeteyi eline almış oluyor. Kitap ve dergilerin de etkisi vardır ama Türkiye’nin nüfusu 83 milyon olduğuna göre yaklaşık 78 milyon insan gazete okumuyor. Acaba gazete okumayan kitap okur mu? Bu kısa özetten sonra asıl konumuz olan “yazmaya” gelelim.
Yazma eylemi, bizim arayış ve isteğimize bağlıdır. Kişi okul ve çeşitli eğitim yoluyla öğrendiğini anlatmak ister, bu da yetmeyince heveslenip yazarak kendini kanıtlamaya çalışır.
Bazı yazarlar veya yazma heveslileri toplumun genel durumunu hesaba katmadan, yani araştırma ve sınıflama yapmadan aklına geldiği gibi yazar, ama bu yazı herkesin ilgisini çekmez. Belirli bir kesim ise bilgi birikimini düzenli şekilde yazıya dökmeye çalışır. Elbette ki aydın ve sanatçılar saygı değer insanlardır, ama her yazı ve yapıt, toplumun aydınlanmasına yetmiyor. Evet, meslek sahipleri mesleği ile ilgili yazılar yazarlar, bunlara bir sözüm yoktur. Bazı yazarlar, entelektüel okurlar için yazmayı tercih ederler. Köşe yazarlarının çoğu suya sabuna dokunmadan, bilinenleri tekrarlayıp kendilerini kanıtlamaya çalışıp tencerelerinin kaynaması peşinde koşarlar. Diğer bir deyimle faydalandıkları iktidarın değişmesini istemezler. Post modern denen yazarlar ise bir bulamaç yaparak toplumu şaşırtıyorlar!... 
Ülkemizde belirli bir azınlığın (tuzu kuru) haricindeki 78 milyon çoğunluk günübirlik ekmek peşinde olduğu için ki okumak ve öğrenmek aklına bile gelmiyor. Asıl acı olan ise mutlu azınlığın ve din bağnazlarının inanç duygusunu kalkan olarak kullanıp; toplumun mantığını ‘paslanmış çemberiyle’ tutsak etmeleridir. Ne yazık ki bu korkunç çember kırılmadan, halkın tutsaklıktan kurtulma olasılığı mümkün görünmüyor.
Yazmak, yaza yaza öğrenilir, ama bu eş-dostla sohbet niteliğinde olursa, tadı tuzu olmayan yemeğe benzer. Elbette eş-dost değerlidir, ama toplumu kucaklayan gerçekçi yazı ve yazarlar daha değerlidir. Çevresindeki olaylara ilgi duymayan bir yazar gerçekçi olamaz. Güzel yazı yazabilmek için ise bilgi birikimi olmalıdır. İlhan Selçuk’un dediği gibi: “Bilgi birikimi olmayanın fikri de olmaz.” Bu da okuyup öğrenmekle elde edilir. Yazar, yazısından sorumludur. Kullanacağı sözcüklerin anlam ve yazıya uyumuna dikkat etmek zorundadır. Özellikle din konusunun uzmanları eğer halkına yardımcı olmak istiyorlarsa, mangal yürekli olup; cesaretle dinlerin bir ahlak okulu olduğu, peygamberlerin de birer başöğretmen olup, hedeflerinin de toplumun mutluluğunu sağlamak olduğunu cesaretle söylemelidirler. İşte o zaman din yobazlarının yarattıkları ‘korku çemberi’ kırılıp, insanlar da bu dünyalı olduklarını kabul ettikleri zaman, uyuyan dev uyanır, insanımız da özgürlüğe kavuşur. Evet, yazar da karınca kararınca bir öğretmendir. Yazmak demek, fotoğraf çekmek değil; olayları mantıklı olarak yorumlamaktır. Gerçekçi bir yazar, öncelikle kendinden korkmamalı. Güzel bir yazı ise, karanlığa açılan penceredir!..      



TATLI YEŞİLİN ACISI
Mehmet Büyükçelik

Hiçbir yaşam ötekinden üstün değildir
yalancı rüyaları saymazsan.

Yeşili nerden topladın, pembeyi nerden
zaten siyah beyazları yüklüsün.

Hangi nehirlere daldın kim bilir
geçtin hangi köprülerden.

Eski bir gülüşün izi dudaklarında
buzlaşan anılar dökülmüş kalbinden.

Meyvelerin ağacından çalınmış
o suskun avuçlarında yanar günlerin

Yaban gözler açamaz ki kapılarını
anlamı yok avluya girenlerin.

Koşmaktasın arkasından dünyanın
yuvarlansın bırak, gülümse ardından.

Aklındaki yarınlar çiçekli bir bahçe
atlayıp girmek için duvarından.

Durgun gözlerinle sarsana beni
baharım yeşile doysun.

Nerelerden geçip geldin?
karşımda oturuyorsun.





Bilimsel ve sosyal kuramlarla uyuşmayan, bilginin, mantığın, zekânın ve aklın çıkarımı olmayan, ithal ve ezbere dönüştürülmüş her tür yaklaşımı, söylenceyi, yargıyı ve çıkarımı; şiir sanatının gelişimi için sorgulamak şair sorumluluğudur.
Sanat, şiir ve sanat felsefesi ile estetik konusunda kafa yormuş adı belli kişilerin geçmişte yazdıklarına ve söylediklerine bakılırsa bu kişilerin, doğru bildiğimiz pek çok yanılgının savunucuları olduğunu görürüz. Yaptıklarının yanlış olduğunu söylemiyorum. Kaldı ki yanlış olduğunu söylemem, sanat hakkında öne sürülen düşünceyi zamandan ve bilgi birikiminden bağımsız değerlendirmiş olurum ki bu da sağlıklı bir sonuç doğurmaz. Ayrıca doğrunun, doğruluk değerinin göreceli olduğunu düşünebilecek birikime sahibiz artık. 1882 yılına kadar kimse içten yanmalı motoru bilmiyordu. İki yüz elli tonluk dev bir kütlenin okyanus ötesi uçabileceğini 1900’lü yıllardan önce kimse bilemezdi. Bilinçaltının güçlü bir bilgi deposu olduğunu Sigmund Freud’dan önce ayrıntılı olarak kimse çözümlememişti. Sanatın insan aklı dışına taşma girişimi olduğunu, insanın varlığını ve sürekliliğini sağlamaya yönelik temel yönelimin bir sonucu olduğunu kimse düşünemeyebilirdi. Bugünün bilgi birikimi ile geçmişi yargılamak, geçmişte yapılanları, ileri sürülen düşünceyi önemsiz bulmak, üstünde oturduğumuz kazanımları görmezden gelmek anlamına gelir ki böyle bir tutum, metinler arası ilişkiyi ve bilginin tarihselliğini yok saymak olur.
Sanat, estetik, şiir gibi kavramlar; insan zihninin sahip olduğu bilgi yüküne, yaşam koşullarının şekillendirdiği duygu gücüne göre şekil alırlar. Bunları, bugün sahip olduğumuz teknik ve bilgi birikimi ışığında yeniden değerlendirmek gerektiğinin altını çizmeliyim. Sanat/şiir hakkında söylenmiş hiçbir çıkarıma yanlış gözüyle bakmıyorum; sadece zamanın sundukları ve bilgi birikiminin doğurduğu zihinsel gücün boyutlarına göre şekil aldığını anlatmak istiyorum. Günümüzde ise insan beyni öylesine çeşitli bilgiler ile donatılmıştır ki neyin doğru neyin yanlış olduğunu tespit edemeyecek kadar kirli bilgi bombardımanı altındadır. Aynı zamanda karmaşık olguları, çözümlemek için ayrıntılı araç ve birikime de sahiptir. Zamanın olanakları, bilginin teknolojiye dönüştürülmesinden çıkarılan sonuçlar ve aklın evrimsel gelişimine koşut, sanatı ve sanatın amacını yeniden tanımlamak durumunda kalabileceğimizi göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyorum.

İlk Çağdan bugüne kadar üretilen bilgi, sanatsal çalışmalar, emek ve düşünce; bizler için çok değerlidir.  Sanat tarihine konu olan, özellikle modern sanatın içinde var olan akımlar, diğer bir deyişle ...izm’li sanat yaklaşımları, numaralandırılmış ve ışıklı vitrinlere konmuştur. İnsan bilincine ve sanat anlayışlarına gerekli verileri kazandırmış, sanatta tarihsel bilgiyi oluşturmuş, etkilerini değerleriyle kanıtlamış ve çağdaş sanatın içerisinde verilerini yaşar kılıp köşelerine çekilmiştir. Bunlar; sanatın ve bilginin tarihselliğini; metinler arası ilişkinin anlamsal boyutunu; sanatsal yaratıların sürekliliğini ve engin bir sanat deneyimini; önümüze hazır bilgi olarak sermişlerdir. Kübizmden sürrealizme, fovizmden dadaizme kadar pek çok sanatsal yaklaşım, bugünkü sanat anlayışının bilgi birikimi ve deneyimini oluşturmuş öncü akımlardır; her biri çağdaş sanat anlayışına önemli miras bırakmışlardır.

Kabul edilmelidir ki ...izm’li sanat akımları, deneyimsel bilgi zenginliği, görme ve sezi yetisi ile sanatsal gelişmelere evrimsel bir devinim kazandırmıştır. Sanatçı, bu akımların ürettiği bilgiye dayanarak görme ve sezi yetisini güçlendirmiş, beklenenden daha hızlı gelişen bir sanatsal harekete yönelmiştir. Artık çağımızda parça bölük bilgilerle tanımlanması olası olmayan, çok boyutlu ve açık uçlu, aklın sınırlarını reddeden bir sanat yaklaşımı kucağımızdadır.
Bu yüzden, şiire ilişkin eski söylemleri tarihin arka cebinden çıkarıp sorgulamadan kabul etmek, savunmak, hayran olmak ve işin magazinsel tarafıyla ilgilenmek; bugünün şairinin/yazarının kabul edebileceği bir durum olmamalıdır. Tarihsel ve sanatsal bilgiyi yadsımadan, bilginin kullanılabilirliği, uygulanabilirliği ve sonuçlarını ince eleyip sık dokumalıyız. Bu durumda, neyin ne olduğunu, doğru bildiğimiz pek çok şeyin de yanlış olduğunu, görme şansı elde ederiz. Yeni düşünce ve sanata yeni bakış biçimleri üretebiliriz. Var olan bilginin yinelenmesi, çözümleme için gereklidir; ne var ki o bilgiden yeni bilgiler üretemiyorsak anlamı yoktur. Bugün şair-yazar-çizer dediğimiz büyük bir çoğunluk, hatta yazının hatırlı ağızları, -Türk yazınındaki metinlerden de anlaşılacağı üzere- üretilmiş bilgiyi tespit etmekle uğraşmaktadır. Birbirini yinelemekten, küçümsemekten, birbirini överek tanınırlık devşirme arayışından fazlasını yapamamaktadır. Şiir sanatı kocaman bir dünyadır; söz bağlamlarından ve kısıtlı bilgiden genellemeye gidecek kadar sığ yargılarla hiçbir sonuç üretemeyiz. Örneğin, “Şiir dili yapay bir dildir” deme lüksünü kendimizde görmemeliyiz. En önemlisi de bunu söyleyeni alkışlamamalıyız. Her yazar/şair, dilin farkındalıklı kullanımının yapay bir dil olmadığını, estetik/sanatsal değer üreten anlatımın zaten dilin kendisinde gizli olduğunu bilmelidir.
Bilimsel ve sosyal kuramlarla uyuşmayan, bilginin, mantığın, zekânın ve aklın çıkarımı olmayan, ithal ve ezbere dönüştürülmüş her tür yaklaşımı, söylenceyi, yargıyı ve çıkarımı; şiir sanatının gelişimi için sorgulamalıyız. Her sanatsever bu sorumluluğu duymalıdır. Yalan yanlış şeylerle, propaganda ve tebliğ mantığıyla sanat üretme, şiir yazma devri bitmiştir artık. Şiir sanatı bir düşün sanatıdır; bütün dil sanatlarında olduğu gibi.
Şunu biliyorum; toplumda anlamı içselleşmemiş sanatsal yabancı terim ve kavramlardan; duygu değeri oturmamış mitler, öyküler ve kahramanlardan tanınırlık devşirmeye çalışmak; öne çıkmış kişilerin isimlerini kullanarak bir yarar sağlamaya çalışmak; yazarın yetkinliğini değil, acizliğini ve artalan bilgisinin zayıflığını gösterir. Bu yüzden, metnin konusu olan söylence, yargı ve tamlamaların kime ait olduğu ve ne düşündükleri inceleme konum değildir. Bu metinde yapamaya çalıştığım şey; yargı, söylence, tümce ve tamlamaları günümüz verileriyle inceleyip bilimsel ve sanatsal gerçeklikle uyuşup uyuşmadığına dikkat çekebilmektir.
Sanat biliminde yeterliliğe ulaşmadan, çok iyi bir şair de olsanız, şiir sanatı hakkında yargıda bulunmanın ve eleştirmenin altı dolu olmayan söz kalabalığından başka bir anlama gelmeyeceği kanısındayım. Şiir sanatı; kendine özgü bir sanat, sanatsal edimlerin pek çoğunu kullanabilen etkinlik; bilgi disiplinine bağlı bir bilgi bütünlüğü; gerçek katmanı yanında gerçeküstü bir arka planı; bilgi, algı, düşünme ve anlamanın duyguyla örgütlenmesi gibi kendi usul ve tekniği olan; dil ve kültür varlıklarının tamamını en çekici ve akılcı kullanan, yazınsal bir alandır. Diğer sanat alanlarının pek çoğundan daha fazla gerece sahip; ses ve sesin parçalar üstü birimlerini; duygu, akıl, bilinçaltı, bilinç üstü ve sınırsız düş ve düşün sistemini; mevcut ve öngörülebilen tüm yaşam kaynaklarını en iyi örgütleyerek kullanabilen; sınırsız bir dil, kültür ve düşün evrenidir. İşte bu gerekçelerle, “Şiir akıl dışıdır” ya da “Folklor Şiire düşman” dır, diyemeyiz.
Neden diyemeyiz? ‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen de dinle’ der gibi bir durum ortaya çıkıyor bunlardan. Yani, “Şiir akılla tanımlanacak bir şey değil, git otur evinde. Araştırma, inceleme ve çalışma yapmana gerek yok, gelişigüzel yaz şiirini” demekle eşdeğerdir. Örneğin küçücük bir örneklemden “Folklor şiire düşman” diye büyük bir şey söylemiş gibi kocaman bir genelleme yaparsanız şu sonuca ulaşırsınız: “Boş ver şairim içinde doğduğun kültürü, git kendine başka bir kültür edin” demek olur. Bu sözleri, nesnel gerekçeleriyle çözümlediğinizde en iyimser haliyle ulaşacağınız sonuç bu ve buna benzer olacaktır. Çok bilinen sözler olduğu için isim kullanıyorum. Anıları güzel olsun. Bu söylemlerin sahibi, Melih Cevdet Anday ve Cemal Süreya’dır ve Türk şiirinin ustalarıdır, değerlerimizdir; şiirine şairliğine diyecek hiçbir sözümüz yoktur. Saygıyla ve hayranlıkla anıyoruz. Öneğin, Cemal Süreya’yı nasıl tanımlarsınız, diye sorsalar: Şiirde dili; asimetrik, güçlü, akılcı ve farkındalıklı kullanan; folklorü şiire ustaca giydiren; döneminin gelmiş geçmiş en başarılı şairidir, diye tanımlardım. Başta söylediğim gibi, maksadım değerlerimizi eleştirmek değil; neyin ne olduğuna körü körüne inanmadan bugünün bilgisiyle sorgulama gereğinin altını çizmektir. Kaldı ki söylenceleri, zamanının birikimi ve ilgili bilimlere egemen oluşlarıyla ilgilidir; bu durum, yaşayan şairler için de geçerlidir. Küçük bir örneklemden şiir ve folklor gibi birbirinden beslenen kocaman iki dünyayı düşman ilan eden bir söylemi hâlâ geçerli görebilen bir akıl, bilimsel süreçleri çalıştıramıyor; sağduyulu çözümlemeler yapamıyor demektir. 
Şiir yazıları, yorum ve çıkarımlarında; şiiri büyük bir sanat olarak göstermek için, atar tutar, söyler geçer, benzetir boyar türünde bir sürü söylem vardır. Bunlarla, şiir severleri ve okuru oyalamamak gerektiğini düşünenlerdenim; özellikle de lise ve lisans eğitimi alan öğrencileri. Bu maksatla; 
19 ve 20. Yüzyıl sanat literatüründe, şiir, şair ve sanat adına söylenmiş; içi boş tanımlamaları, tamlamaları (“estetik soyutlama” gibi, soyutun soyutlanabildiğini daha hiçbir bilim açıklayamadı) ve tümceleri toplayıp dikkatinize sunmaya çalışıyorum. Bunlar; şiiri/sanatı etkilemiş/oyalamış ama bugünkü bilgimizle çağın boş birer söylemi olduğu anlaşılanlardır. Bir kısmının; görüş biçimi, öğreti bütünlükleri gibi bilimsel aklı sınırlayan, büyük abilerinden aldığı emirlere göre söylem geliştiren, dış kaynaklı bilgilerin gelişmişliğinden kuşku duymayan bir mantığın çıkarımlarından/yinelemelerinden ibaret olduğunu açıklıkla anlayabiliyoruz. Aşağıdaki her tümce, tamlama ya da söylemin; şiir/sanat adına yarar sağlamadığını, bir anlam içermediğini hatta bir kısmının zarar bile verdiğini; nesnel gerekçeleriyle birlikte ortaya koyabilirim. Ne var ki ilgili alanın verileriyle ortaya koyduğum sonucun, tamamıyla anlaşılmasını sağlayabilir miyim, işte bundan emin değilim. Çünkü gerekçeleriyle birlikte ortaya koyduğum sonucu okuyabilmek için, yeni bir bakış açısı gereklidir. Bunca yıldır batılılar söylemiş bizimkilerin çoğunluğu yinelemişler ve kimse bunları sorgulamamış., Tam tersi yanlışı yanlışla düzeltmek için adeta yarış yapmışlardır. Şiir felsefesine yönelik deneme kitaplarına ve şiir yazılarına baktığınızda, çoğu kitapta bu söylemlerin izlerini, övgülerini, süslenerek yeni söylenişlerini ya da yakın anlam taşıyan temelsiz yorumlarını görebilirsiniz.  
Şiir sanatı ve kültürü, büyük bir evrendir. Ölçütü, değişkeni, değerler dizgesi; oldukça karmaşık bir alandır. Bu metinde amacım, şiir yazılarına ilişkin gördüğüm ve araştırma sırasında sıkıntısını çektiğim birkaç sorunu dile getirmekti. Şiirsel ezgiyi incelerken kaynak bulamadım dünya literatüründe. Yinelemeler, genellemeler, özlü sanat sözleri sayfalar dolusu; işin aslına değinen bütünlüklü metin neredeyse yok gibi. Elbette şiir sanatı hakkında önemli bilgiler üretilmiştir Türk yazınında. Geçmişten günümüze kadar çok güzel yapıtlar da ortaya konmuştur. Türk şiirine hizmeti geçen şair, yazar ve eleştirmenler; saygıyla önünde eğileceğimiz değerlerimizdir. Yapmaya çalıştığım şey, değerlerimizi eleştirmek ya da yadsımak değildir; onların o günkü bilgisinin bugünkü bilgiyle yeniden sorgulanmasının önünü açabilmektir. Şiir gelip tıkanmıştır genellemelerin kucağında. Sorgulanamaz, sorgulansa da bir sonuç çıkmaz, o zaman doğruysa bugün de doğrudur mantığından sıyrılmak için bir bakış açısı geliştirebilmektir. Tartışılan, sorgulanan her şeyin altından mutlaka dikkate değer bir şeyler çıkar. Zaten gelişim, dönüşüm ve yenilik de böyle gün yüzüne çıkar.
Şiirin felsefesinden yola çıkıp insanla olan ilişkisini bilimsel olarak çözümlemezsek tıkanıklığı aşamayız. Şairler arasında sağlıklı bir tartışma kültürü, iletişim ve eleştiri anlayışı yoktur. Bu şöyle olmalı dediğinde ya da söylediğini/yazdığını onaylamadığında, kendisine hakaret edildiğini düşünüyor. Ben konuya bu açıdan baktım; senin belirttiğin açıdan da sorgulanmalıdır, diyemeyecek kadar koşullanmış sıkıntılı bir anlayış çoğunluktadır. Şiir; düşünceden dile, bilinçaltından bilince, dilden dilbilime, fizikten biyolojiye, soyuttan somuta, gerçeklikten gerçeküstü dünyaya ve sanattan insan ilişkisine kadar koca bir dünyadır. Ben bilirim, ben doğuştan yetenekliyim gibi sözde tutumlarla, gelecek için değer yaratılabilecek bir sanat değildir.
Sonuç olarak, aşağıdaki aforizma/tümce/tamlamaları söyleyenler, bir bakış açısından ve bağlam altında konuya yaklaşmışlar ve kendilerince haklı gerekçeleri vardır ki söylemişler. Ancak ilgili disiplinlerin ilkeleriyle yaklaştığımızda, boş söylemler olduğu hatta şiire zarar verenlerinin olduğu gün gibi ortadadır; “Folklor şiire düşman”, “Şiir akıl dışıdır” gibi… Çoğu, şiir adına hiçbir anlamı olmayan çıkarımlardır. Boş yere zaman harcıyoruz; bunlarla oyalandığımız için asıl ele alınması gereken konular, havada kalıyor. Günümüz bilgisi, bunları kaldırıp atacak kadar güçlüdür ve dolaşım/iletişim olanağına sahiptir. Bunu yazarken abarttığımı düşünmüyorum; ne yazık ki yazınımızda şiir yazısı diye yayımlanmış/yayımlanan çoğu metin bu durumdadır. Neyin doğru neyin anlamsız olduğu ve neyin şiire zarar verdiği konusunda biraz çaba gerekiyor yazınımızda. İşte ben bu çabaya: Şiiri, şairden korumak, diyorum. Şiir ve şiir yazılarıyla, şiir sanatına önemli değerler kazandıran şairlerimizi, yazarlarımızı bunun dışında tutmalıyız tabii ki.
İşte bazı örnekler aşağıdadır: Kaç tanesinden şiir adına kazanım elde edebileceksiniz? Bunların büyük bir kısmının çıkış noktası, yabancı şairlerin sözleri olduğunu söylersem sizler için bir şey anlatır mı, bilemiyorum.  
Şiir düşünceyle değil, sözcüklerle yazılır…
Şair, dili kullanmayı reddetmeden şiir yazamaz.
Şair, dile başkaldırarak işe başlamalıdır.
Şiirde anlam aranmaz. Şiir bilgi içermez.
İdeolojik brikimi olmayanın estetik birikimi olmaz.
Şiirin kıyısına düştü.
Sanatsal birikimi olmayanın estetik beğenisi olmaz.
Kurallar şiirden çıkar; kaç çeşit gerçek şair varsa o kadar da gerçek kural vardır.
Bir şiirde önemli olan ne söylenendir ne söyleyiştir ne anlamdır ne de musiki. Başka bir şeydir, tarif edilemez.
Şiir tarif edilebilseydi yüz türlü değil bir türlü şiir tarifi olurdu.
Gerçek şiirin, asıl sanat eserinin kendi varlığından başka bir amacı yoktur. Kendisinde başlar kendisinde biter. Bütün soyluluğu da buradan gelir. 
Estetik soyutlama, Mücadele estetiği, Estetik farklılaşma
İdeolojiye hizmet etmeyen sanat, sanat değildir.
Şiir dili bir üst dildir. Şiir dili yapay bir dildir.
Şiir dikey doğruların Tanrısıdır.
Şairin en büyük yükü üstünde bir buyruğu taşımasıdır.
Şair, şiirinde kendisi olmalıdır.
Şiir, sözcüğün kavramla buluşması sürecinde oluşur.
Şiir diyalektik bir dildir.
Şiir geldi sözcüğe dayandı veya Şiir geldi dayandı kelimeye…
Folklor şiire düşman…
Sanat, sanat içindir veya sanat, toplum içindir.
Şair, dünyayı sözcüklerle gören insandır.
Şiirin konusu yoktur, hayatı vardır.
Şiir de kendisinin ne olduğunu bilmez.
Şiir yazmak sözcükleri savurma sanatıdır.
Şiirin estetiği bir matematiktir.
Şiirler, şairlere kendilerini yazdırtırlar.
Şiir imgelerin soyutta birleşmesidir.
Şiir aykırılıkların imgelenmiş halidir.
Şiir politik/apolitik olmalıdır. Şiir iktidar karşıtlığıdır.
Şiir asidir! Şiir her şeye muhaliftir! Şiir isyandır, başkaldırıdır!
Şiir ne söylemediğindir.
Şiir sözcüklerin arasındaki boşluklardadır.
(…)

Ömer BEKMEZCİ

Hücrenin en kuytu yeri,
Geceleyin yalnızlığındır.
Sefaletin en acısı,
Yarına umut olmayışıdır.

Sadece kaybolan günler var yaşamımızda;
Hatırlanan en güzel anı bile,
Mutluluğa yetmiyor.

Gelecek bir kilit,
Mutluluk ise onun anahtarı…
Ne yazık ki
Anahtarı çevirecek kimse bulunmuyor.                                                           
                                                         1999

Savaş Karaduman

Her sanat ve sanatçı içinde yaşadığı zamanın, toplumsal ve siyasi koşulların, iktidar biçimlerinin, kendi sınıfının ve ulusunun çocuğudur. Sanatçı doğrudan siyasete karşı bir ilgisi olmasa da içinde yaşadığı toplumsal ve siyasal koşullardan etkilenir. Bu koşullara göre biçimlenir ve ona uygun sanatsal-politik bir kimlik ve tutum edinir.
“Sanatla; edebiyatla, şiirle, tiyatro ve müzikle siyaset yapılmaz” diyenler; aslında -sanat sanat içindir- sloganıyla -içinde yaşadıkları gerçekliği görünmez kılmaya çalışarak- siyasetin daniskasını yapmaktadırlar.
Sanatta bu tavrı kendilerine yakıştıranlar, toplumsal meselelere uzak ve salt sanat için –estetik bir kaygıyla- ve aslında kendi için sanat yaparak (ki böyle de yapsalar da burjuva sanatçıları arasında da güzel sanat ürünleri ortaya çıkaran sanatçıların varlığını inkâr etmeden) siyaseten suya sabuna dokunmadan topluma ve bireylere; tüm yaşanan yokluklara, yoksulluklara, acılara ve ayrılıklara “razı olma” durumunu öğütlerler.
“Her şey politiktir. Dolayısıyla sanatta-sanatçı da politiktir” diyenler -sanat toplum içindir- anlayışıyla yaşama siyasi ve eleştirel yaklaşıp yaşamı özgür kılmanın, değiştirmenin, dönüştürmenin ve yarını kurma işinin “insanların ve toplumların işi olduğunu” öğütlerler. (böyle yapsalar da işçi ve yoksul emekçi sınıfların sanatçısı olma iddiasında olanların da her zaman iyi sanat ürünleri ortaya çıkaramadığı gerçeğini asla unutmadan)
Her iki tutumda politiktir. Birincisi -farkında olup olmaksızın- siyaseten iktidarların “her şeye razı ol” borusunu çalar. İkincisi ise emekçilere ve yoksullara; siyasal iktidarlara karşı özgürlük, barış, demokrasi, eşitlik, değişim ve dönüşüm için “mücadeleye ve değişime hazır ol” mesajı verir.
Sanatçı bunu yaparken -sanat icra ederken- herhangi bir siyasi partinin üyesi olsa dahi; herhangi bir siyasi partinin doğrudan borazancılığını yapmaz. Salt sloganik, politik olan bir görsellik ve dilden özellikle kaçınır. Toplumsal, politik sorunları olabildiğince sanatın görsel, ses ve dilsel estetiği içinde eriterek -kendi özgünlüğü içinde- görselliğe, sese, yazı, dize ve notalara yedirerek politik ve sanatsal bir tutum sergiler. Sanatçının önceliği doğrudan siyasetin kaba dilini kullanmak değil-estetik bir kaygıyla- siyaseten ve insani açıdan sanatın incelikli ve duyguda hissedilir görselliğini, sesini, notasını ve dilini kullanmak olmalıdır.
Mesela sanatçılar açısından; yokluğu, yoksulluğu, açlığı, dünyada yaşanan savaşları, göçleri, savaşlarda ölen, öldürülen bir halkı, çocukları ve kadın cinayetlerini, iktidarların zorbalığını ve zulmünü, kayıp çocukları, Cumartesi annelerine yapılan zulmü görmeyenden sanatçı olabilir mi?
Her sanat ve sanatçı; insan yaşamının, gerçekliğinin, koşullarının, insanlığın gelişmesinin ve değişmesinin bir yansıması olarak hayat bulur...0u bağlamda sanat; edebiyat, şiir, müzik, resim, heykel, tiyatro, dans… Yaşamın bir eleştirisidir. Yaşamın gözlemler, ses, duyular ve duygular üzerinden yansımasıdır.
Dolayısıyla sanat-şiir politiktir…13 Haziran 2020


ADINI ARAYAN ŞİİRLER
Savaş Karaduman

Mis gibi dünya kokuyorum;
Toprak, gökyüzü, deniz…/ ağaç, su ve ateş…

Mis gibi dünya kokuyorum;
Yağmur oluyorum, küçük bir çukurda küçük bir göl
Akan ırmak, taşan sel…

Mis gibi dünya kokuyorum;
En yükseğinden bir dağ oluyorum -rüzgârlarla sıkı fıkı arkadaş-
Geniş bir ova -deniz gibi kocaman…/ ve depderin maviliklere dönüşen-
Susuz bir çöl oluyorum –bir ömür arayıp da bir damla suyunu bulamadığım-

Mis gibi dünya kokuyorum;
Göz gözü görmeyen sis ve pus oluyorum -üzerine çöküyorum güneşin-
Dokunduğum her yeri yıkıp gecen bir fırtına oluyorum bazen
Gök gürültüsü…/ çakan şimşek…/ dolu…/ kar kış kıyamet…
İçinize sarkan buz oluyorum…

Mis gibi dünya kokuyorum;
Aşk oluyorum…/ aşık oluyorum, ayrılık, hasret, sevinç ve hüzün…
Ve… Sevgili oluyorum günün birinde sana -ne mutlu bana-

Mis gibi dünya kokuyorum;
Ağaç oluyorum, dalda bahar…/ dalda yemiş
Dallarda alabildiğine yaprak
Alabildiğine çok yeşil
Çiçek…/ çiçek…/ çiçek…

Mis gibi dünya kokuyorum;
Dengesini bozsa da dünyanın;
Ve ben hiç istemesem de başına gelmesini hiçbir kimsenin
Yanardağ olup patlıyorum -yüzüne yüzüne dünyanın-
Yangın oluyorum…/ istenmeyen deprem -iki yakasına yapışıp da dünyayı sarsan-
Öldüren, yok eden, ağlatan savaş…
Şiddet, taciz ve tecavüz -yakmanın, yıkmanın ve ezmenin en erkek hali-
Kendimden utanıyorum…

Mis gibi dünya kokuyorum;
Ölüp ölüp diriliyorum –ömrüm boyunca-
Kavga oluyorum…/ hürriyet, yenilgi, zafer…

Mis gibi dünya kokuyorum;
Yeni doğan bebek…/ büyüyen çığlık…
Ve güler yüzlü bir yaşam oluyorum -az da olsa…/ ağlanacak halimize güldüğüm-
Ve nihayet ölüm… Ebedi ayrılık oluyorum… Ve aklınızda neysem öylece kalıyorum…

Mis gibi dünya…/ mis gibi insan kokuyorum
En güzel parçasıyım dünyanın…/ ve senin…
Temmuz 2020
  

DİNMEYEN, DİNDİRİLMEYEN ACILARIZ BİZ… YİNE BİR KADINA YÖNELİK VAHŞET!
Hatice Altunay
  “Şu muhakkak ki biz Türkler, şeriat bataklığına saplandıktan bu yana özellikle iki güzel niteliğimizi yitirmişizdir. Bunlardan biri akıl diğeri de kadına saygıdır.” İlhan Arsen
Ülkemiz nasıl bu hale geldi anlamakta güçlük çekiyorum. Özge Can cinayetinde tüylerimiz ürpermişti. Yıllar sonra Muğla’mızda burnumuzun dibinde cinayet işlendi. Katilin nefesini ensemizde hissettik. Bilindiği üzere 16 Temmuz’da kaybolan Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi son sınıf öğrencisi Pınar Gültekin’in cansız bedenine 21 Temmuz sabahı ulaşılmıştı. Korkunç vahşetle tüylerimiz yeniden ürperdi. Muğla’mızda iki kadın cinayeti erkek hegemonyası ve vahşeti ile oldu ne yazık ki…
Meclisteki vekilden başlayan balığın baştan koktuğu, insanın insanlığını unuttuğu bu zamanda polisin, askerin, öğretmenin, doktorun, avukatın, mühendisin dahi tecavüz, taciz, cinayetle adının anıldığı yerde daha çok kadın tecavüze uğrar, taciz edilir, öldürülür... Ne kadar acı…
Yalnızca 2019 yılında neredeyse beş yüze yakın kadın istismara uğramış, canından olmuştur.
 Bugünlerde corona virüs ölümlerinden daha korkunç olan da budur. Cezaevindeki katillerin salıverildiği bu dönemde, kadın, çocuk, hayvan tecavüzleri, ölümleri o kadar sıradanlaşmıştır ki hep iyi giyim, efendilik vs. indirimleri alarak serbest bırakılmıştır caniler. Ölen kadınsa mutlaka kuyruk sallamıştır yani ölümüne susamıştır. Hele erkek arkadaşı varsa… Eskisini bırakıp yeni arkadaş edinmişse… Eski erkek arkadaş ne demek! Kadın kesinlikle suçludur. Hiç arkadaşı olmasa da kadın mutlaka erkeğe kuyruk sallamıştır. Erkekse ne yaparsa yapsın masum sayılmıştır. Ağır tahrik altında işlemiştir bu cinayeti.
  “Ahlâk ve namus deyince sadece kadından konuşmaya başlayan herkes namussuz ve ahlaksızdır.” Frida Kahlo. İşte bugünlerde böylesine eril bir baskının altında nefes almaya çalışıyor kadınlarımız. Aile içinde de cinsel istismar sürüyor, ensest ilişkiler vs vs… Hep örtülüyor üzerleri... Töre kılıfı, din kılıfı geçiriliyor üzerine... Denilmiyor ki sapkın erkekler, iktidarsız erkekler ciddi bir tedaviden geçirilsin, hep kadın suçlanıyor.
Neden mi doğuşundan kutsanmış bir varlık o. Onu doğuran anadan başlayarak köklerini sürdürecek olan biricik varlık o. Doğrulduğunda yedi köye ilan edilen, sünnet törenleri düzenlenen, üst cinsel model o. Büyüyüp serpilince de babası tarafından cinselliği alkışlanan, kız arkadaşı ile cinselliğini onaylayan biricik insan baba.  “Benim oğlum yapar. Aferin ona babasının oğlu” yakıştırmasıyla… Kadını mal gibi alınıp satılan hatta mümkünse türlü bin işkenceyle öldürülmeye layık görüyor her zaman cinselliği hep aç olan erkek.
Siz hiç kız çocuğuna ilk aybaşı olduğunda tören yapan baba, anne gördünüz mü? Ben geleneksel olarak kırsal kesimde yetiştiğim için görmedim. Hep gizlenirdi uluorta yere serilmezdi aybaşı bezleri. Egede olduğum için şanslıydım biraz erkekten kaçmazdık, fakat onunla can ciğer kuzu sarması da olunmazdı, öğretimiz böyleydi.
 Eğitimsiz ve hastalıklı, ikiyüzlü toplum bakışının yarattığı erkeklerden ne yazık ki kendini koruyamıyor genç kızlarımız.   “Bizde kız çocuğuna bebek, erkek çocuğuna tabanca alınır. Sonra da oturup kadın cinayetleri neden var? Ve bunları nasıl durduracağız? diye düşünülür.” Sunay Akın
Sunay Akın’ın da vurguladığı hastalıklı eğitim köklerimizden doğup bugüne geliyoruz.
Anadolu’da sofra geleneği diye bilinir erkeklerin karnı doyurulur önce, sonra kadınlar kalanları yer. Başlangıcında erkeğe saygı diye başlayan gelenek, erkeğe kadına her türlü işkenceyi yapmayı ne yazık ki reva görür hale gelir. 
Yasalar olmalı elbette kadınımızı, genç kızlarımızı, çocuklarımızı, hayvanlarımızı koruyan kollayan, ancak kadınla erkeği eşit görmeyen, göremeyen eril bir baskıyla yönetiliyoruz ki yasaları beklemek yerine kadın dernekleri, sivil toplum örgütleri kenetlenmeli yeni çözümler üretmeli…
Her kadına döğüş sporları kendini koruyabilme adına öğretilmeli. Karate, Tekvando, Judo, Aikido… Kulakları çınlasın Dilek Akay adlı öğrencimin. Aikido sporlarına gitme nedenini söylediği zamandan bu yana on beş yıl geçmişti. Kendimi savunmak için gidiyorum öğretmenim deyişi belleğimde yankılanıyor şimdi. Özge Göçer adlı öğrencim de genç kızlarımıza, kadınlarımıza döğüş sporlarının belediyeler ve kurumlarca kadının kendini savunması gerçekleştirecek kadar öğretilmesi gerektiğini savunuyor bugünlerde. Bence yerden göğe kadar haklılar.
Kadınlarımıza, genç kızlarımıza bedenini savunabilme eğitimi verilmeli. Uygar insan sandıkları, yanıp tutuştukları erkekler “hayır” cevabını alınca canavar kesilebiliyor. Aşk dolu hallerden şiddetin akıl almaz boyutlarına geçebiliyorlar. Adları değişiyor yalnızca, değişmiyor cinsel şiddet.
Yıllar öncesi kız öğrencilerimin çantalarında kesici alet gördüğümde “Kendimi savunmak için” dediklerinde haklılık payını düşünmüştüm ve gelinen nokta gerçek oldu ne yazık ki… Kadının kendini savunma sporlarını öğrenmesi şart oldu. Erkek şiddetinin sonu yok, yasaları işlemiyor zaten. O halde kişi kendisini savunacak.
Çocukluğumda ve gençliğimde anneannemin kendini savunma öykülerini dinlemiştim. (Genç yaşta eşini kaybedince ve dul kalınca) Çakaralmaz tüfeği ile namusuna göz diken erkeklerin bacağına sıktığı kurşunları… Ondan çok öykü dinlemiştim, bu yüzden erkeklere düşman kesilmiştim.
Yalnız başına yola çıkmışsam rahmetli ninem “Çakaralmazın var mı yanında?” Su uyur düşman uyumaz” diyerek kendimi savunmam için uyarırdı. Babamı erken kaybettiğim için annem evlendirilmişti. Üvey babam da yalnız başına dağ yürüyüşü yapmamı hoş karşılamazdı.
“Yanına Çakmaklını aldın mı? Düşmanın nereden geleceği belli olmaz buralarda.” derdi
Ben de “Bıçak aldım yetmez mi?” derdim. Çocukluğum, gençliğim böylesi öykülerle doluydu. Zeliha halam dağda tüyler ürperten bir vahşetle öldürülmüştü geriye çocukları ve kocası kalmış çok acı çekerek yaşamışlardı hayatlarını. Halamı ne yazık ki dünya gözüyle görememiştim. Acılı yaşamlarını halamın kızından hep dinlemiştim. Bu yüzden erkeklerden adeta iğrenmiştim. Çantamda mutlaka bıçak bulundururdum. Meyve bıçağı bile olsa bana güven verirdi.
 Gelelim bugüne, erkek çocuklarına iyi bir eğitim verilmeli, kadına saygı öğretilmeli, kadını cinsel obje olarak görmemeli. Bugün de genç kızlarımız adına sevda, aşk her ne ise dedikleri coşuşlarında uyanık olmalılar, kendilerini savunabilecek donanıma sahip olmalılar. Ne yazık ki başımızdakilerden başlamak üzere kadını “mal” gören zihniyetler sayesinde palazlanıyor böylesi olaylar zinciri… Köklerine… kıran giresi erkekler dünyası kuşatmış etrafımızı ya kabulleneceğiz av olmayı ya da güçlerimizi birleştireceğiz bedenimizi savunacak eylemleri öğreneceğiz başka da çaresi yok, zira yasa masa yok. Eril dünyayı şişiren, kutsallaştıran çocuk yaşta cinsi münasebetleri savunan akıl daneleri çok, üstelik dinimiz de çoktandır alet edilmiş bu konuya.
Yasalar ne zaman işler muamma. Bıçağın ucu kendilerine dokununca anında çıkar yasa.  Bekleyelim. Kadının alkışlandığı günleri görmek bize değil ya bizden sonraki kuşaklara kısmet olur kim bilir. İkinci bir çıkış kapısı daha var biz kadınlar kenetlenelim.

İsmail Güneş

Ne zaman seni düşünsem
Bir fırtına kopar yüreğimde
Alabora olur hayallerim

Seninle her akşam
Yıldız koparırım bulutlardan
Yağmur sesine karışır
Çığlıklarım

Seni düşündükçe
Hasretin dalga dalga büyüyor
Gökyüzünü avuçlarımın içine alırım
Yıldızları bir bir kovalarım


Ayhan ARITÜRK

Dalgalar tersine gidiyor yarısı gölge,
Taşları yalıyor suları denizin,
Çocuklar ve kaykayları yok,
Sevgililer öpüşüp sarılmıyor yürüyüş
                                                 yapan az.

Kuyruğunu kaldırmış,
Üç köpekle dalga geçiyor,
Saldırınca memeli olan,
Tel örgüyü geçerek hızla güvenli
                                     yere kaçıyor,
Diğeri araba tekerine,
Başkası sağ patisini yüzüne sürüyor
                                                  kedilerin.

Bayat ekmek sıkıştırılmış suriyeliler alsın
Çöp konteynerinin kenarına.

Kafeler kapalı,
Koşturan yok çoğunun ağzında maske,
Kent sakin hava nemli kapalı ve ıslak
                                                     bu gün.                            Mart 2020, Mersin


AŞKI NASIL TANIMLARSINIZ?
Derleyen ve yayına hazırlayan: Seçkin Zengin

Seçkin Zengin, şairlerimize aşk hakkındaki düşüncelerini sordu: Aşkı nasıl tanımlarsınız?

Josef Kılçıksız
Aşk
Aşk, her şeyin merkezi olduğu acımasız yanılsamasından ısrarla kurtulmak istemeyen içimizdeki narsistin semptomu, morbid bir şeydir. Cinsel organıyla düşünen içimizdeki narsistin seçici körlüğüdür aşk. Çünkü sevgilide bizi etkileyen onun kim olduğundan çok olmasını istediğimiz kişidir. Aşk bizi dünyanın tasalarından kurtaran anestezik bir durumdur. Aşk, yalanlara gönüllü olarak inanma eğilimidir. Kendimizi acımasızca itip kaktığımız bu hayat serüveninde bir teneffüstür, çirkin gerçeklikten kaçırıp bir yanılsamalar ülkesine götürür. Bir korkudan, bir eksiklikten doğar aşk: yalnızlık korkusu ve tamamlanma arzusundan. Aşk, acı çekmenin en nadide başka bir kaynağıdır. Aşk, türün devamı için doğanın kurduğu bir tuzaktır, buna ödül de diyebilirsiniz. Aşk çikolatadır aslında, serotonin salgısını harekete geçiren düzeneğin arkasındaki yaşama ve haz tutkusudur.

Yaşar Özmen
“Aşk hastalıktır.” Duyunca zihniniz küçük bir sarsıntı geçirdi mi? Aşk üstüne yapılan tanımlar, söylenen tekerlemeler ve yazılan güzellemeler meğer bir hastalığın biçimlendirilmesiymiş. Duyda inanma. Ben demiyorum, tıp adamları diyor. İnsanın mantıksal karar yetisi zayıflamış, bütün çabası bir noktaya yoğunlaşmış, ruhsal-kimyasal dengesi bozulmuş ise buna verilecek isim nedir? Aşk bir hastalıktır, hem de gelecek kaygısının doğurduğu hastalık. Gelecek kaygısı derken; gen ve canlılığın sürekliliğine yönelik gelecek kaygısıdır bu! Doğal ve mutlak canlı davranışıdır. Bu yüzden aşk güzel hastalıktır. Aşkın öyküsünü, hastalığı güzelleştiren yerde aramak gerekecektir. Duyulardan duygulara, kimyadan yetilere kadar insanda çok şeyin savrulduğu durumdur ve varoluşun duyumsanan sevincidir.

Şener Aksu
Bir bağlanma biçimi olarak aşk.
Aşk, önünde sonunda bir bağlanma biçimidir. Dolayısıyla özne nesne ilişkisi içinde anlaşılabilir. Diğer bütün bağlanma biçimlerinden farklı olarak aşk, özne nesne özdeşliğini içeren bir yanılsama oluşturur. Onu yüceltenlerin de onu değersizleştirenlerin de haklılığının kaynağı budur. Bir özne, bir nesne yahut özneye aşkla bağlandığında, onu kendi evreninin merkezine koyar. Tıpkı kendisini kendi evreninin merkezine koyduğu gibi… Elbette bu bir yanılsamadır, kaynağı ister biyolojik olsun ister duygusal isterse zihinsel olsun… Demek ki aşk, varoluşsal değil, ilineksel bir durumdur. Gerçekliğin kolaylıkla çarpıtıldığı, yanılsamalarla dolu bir bağlanma biçimi olarak güvenilmezdir. Çoğunlukla nefrete dönmesi de bu yanılsamanın bir sonucudur.

Hakan Unutmaz
Bana göre aşk, yasal zorunluluktur. Hatta bu zorunluluktan doğarak mezarımıza kadar bizi takip edecek acıyı da aşka dâhil edebiliriz. Kendimizi aileye karşı, topluma karşı, en önemlisi benliğimize karşı zorunlu olarak sorumlu hissettiğimizden bu acıya katlanırız. Acı, bir süre sonra şehveti yaratır. Tensel veya sanal hazzın doruklarına ulaştığımızda ise doğa anayasasının bize verdiği yetkiye dayanarak kıskançlık güdümüzü harekete geçiririz. Kısaca acı, şehvet ve kıskançlık üçgeninde sunulan akrostişvari betim, karşımıza “aşk”ı oturtur. İç yasaları, uç yasaları ve sanrı hükmündeki kararnameleriyle her insanın doğaya karşı en az bir kere ödemeye çalışacağı bir vatan borcudur aşk.

Ertan ALP
Aşk salt duygusal değil, varoluşsal bir müdahale biçimidir...
Klasik zamanların aşkı idealize edilmiş, örneksenmesi istenen, tarihe bir kayıt gibi düşülen ahlak ve erdem sahibi gönüllerin büyük ülküler uğruna kendinden vazgeçmesine kadar temellendirilir. Toplumsal algıların, siyaset kültürünün, sosyolojik ilişkilerin ve teknolojik yeniliklerin insani sürüklediği modern dünya,çok çeşitli algı ve değerler oluştursa da gönül ile ilgili olan birçok tutku biçimi aşkın eğrisel dairesinde konumlandırılır.Oysa aşk dediğimiz olgu veya duygusal dışavurum salt duygusal transı değil,varoluşun zorunluluğu bir kendini tanıma ve hayata eklemlenme sürecinin aşırı duygusal boyutudur.İnsanın kendi kırmızı çizgilerini aştığı,çılgınlık ve delilik sınırlarını zorladığı hayata müdahale ve kendini gerçekleştirme yanılsamasıdır.

Mustafa Demircioğlu
Diken Kuşu
Aşk diken kuşunun hikâyesidir biraz da. Bu kuş, ömrünce ötmek ister ama bir sorunu vardır: Ötebilmek için, yani o güzelim sesinin çıkabilmesi için göğsünü dikene dayaması gerekir. Ve öttükçe diken batacaktır göğsüne elbette. Kan revan içinde kalma ve sonunda soluğunun bitmesi pahasına ötmek!
Ve aşk neticede biten bir şeydir her zaman. Alevin benzini kapması gibi birden ve kaçınılmaz başlasa da.
Temmuz sıcağında küpteki su gibi ferahlatan aklına gelince.
Tek ve gibisiz olan.
Hiçbir dilin ve edebiyatın birebir anlatabileceği sözcüklere sahip olmadığı durum.
Fırtınalı gecelerde kaçılan liman.
Cevizin içindeki ateştir o.
Vapurların eşiğinde birlikte alınan poyraz.
Bir simitte susam olmaktır aşk.

Hüseyin Korkmaz
Gözün göze değmesiyle çıkan kıvılcımdır. İlk göz ağrısı kıvılcımınızın yürek yangınına dönüşmesidir. Kalbin sedası; şiirin nefsi ve nefesidir. Söylenmemiş veya sözlenememişlerin dili. Gözde konuşur iki kelâm iki yara: acının kalbe değmesiyle çıkan ağrısıdır! …sizin ağrınız pardon aşkınız kaç kıvılcım eder ki! Tanrı’nın gözyaşına boğulduğu yerdir. Yaşama enerjisidir.
Bedenin, benliğin hiçleştiği durumun kendisidir. Çöl dar gelir Leyla ile Mecnun’a; Ferhat’ın Şirin için dağı delme iradesidir aşk. Aşk, tarih karşısında yerini, varlığını kanıtlar. Mademki aşk, bir olanak, bir fırsat, bir tür tinsel ve tensel kayırmasıdır hayatın; bunun bedelini ödemelisin.
Can’ı canan için ateşe atın ki, yanma hevesi olsun aşk!

Nursen Ural
Aşk: bir çarpılma; kendini aşıp yine kendine, diğer benden ulaşmaktır. Manevi zenginlikle şehvetle yaşama sımsıkı özgür iradeyle bağlanmadır. Doğal mucize kadar doğal afettir. Sevgi, kin, yaşam, ölüm birbirinden saç teli kadar uzaktır. İnsani duyuların hayvani içgüdülerle harmanlanmış; melankoliyle mutluluğun bilge, cahil tatlı, acı çocuğudur.  İlkesiz harçtan yapılan ahlaki evrendir. Diğer benin yüreğinden milyarları; milyardan biri toplumsal kavramların üstünde ilkesiz kıymetle sevmektir. Aşk; varlığın içindeki Tanrı cenindir. Kimi on yedisinde kimi yetmişinde doğar.   Aşk için her şeyimi feda ederim; ama özgürlük içinde aşkımı. Aşk; diğer yarını bularak onda eriyip varlığını abideleşmektir. Aşk, düşünen varlığın doksan dokuz sıfattan tanrılaşmasıdır.

Volkan Hacıoğlu
Aşk Üzerine Bir Deneme
Varoluşun kaygan zemininde ayakta durmaya çalışan insan ancak aşkla kendisine tahammül edebilir. Mümkün olan bütün dünyaların kıyısında aşk, her şeyi sürekli olarak yeni baştan yaşamanın zahmetine katlananların tesellisidir. Unutulmuş bir düşün su yüzüne çıkmasıdır aşk. Tanıdık bir simayla derinlerden seslenir. Zamanın menzillerini sessizlikle kat eder. Yeni bir hayat vaat ederken ölüme meyleder. Borges'in Sonsuz Labirent'inde gezdirir gün ışığını. Geceyi masumiyet perdesiyle örter. "Bazı aşklar da bazı yaşları bekler," demiş şair. Oysa aslolan yaş değil, ne yaşadığındır. En genç yaşta kötü şeyler yaşamışsan bu senin talihsizliğindir. İleri yaşta güzel şeyler yaşamışsan talih yüzüne geç gülmüş demektir. Aslına bakılırsa bu da bir tür talihsizliktir. En güzel yaşta en güzel şeyleri yaşamış olmak talih kuşunun başına konmuş olması demektir. Fakat en güzel yaş hangisidir? En güzel şeyler nelerdir? Bu soruların cevapları kaderin kendisidir. "Her ölüm erken ölümdür," sözüne inanırsak "Her doğum geç doğumdur," dememiz gerekir. O zaman insan ne kadar 'erken' doğup, ne kadar 'geç' ölürse kendini o kadar mutlu hissedecektir. Oysa tabiatta ne 'geç' vardır ne 'erken.' Her şey tam zamanında gerçekleşir. Olguların bize geç veya erken gibi görünmesi bizim kendi algımızdaki bir yanılsamadan kaynaklanır. Beklentilerimiz daima en ideal olana doğru yakınsarken, gerçeklerle yüzleşme yetimiz hep imkânsıza ıraksar. Aşk imkânsızın ihtimal dâhilinde olduğu bir mucizedir.

Mustafa Şanlı
Aslında hiçbir zaman gitmemiş olan, beklenenlerin ilki. Evrende tilki uykusuna yatmış o tavrıyla belki ilke neden de. Kendi içinde o kararlı cansızlığıyla bir anlık bile olsa, her insanın kendi içindeki ilk şairliğin de mucidi. Bir şeylerin (neyin) uğruna delinmiş dağı zamanın doldurmasına göz yuman, her şeyde olan. Belki bu kahredici yalnızlığın da tek sonucu, tek dayanması onun. Tavanda sallanan iple arandaki mesafeye kurulmak, mesafeler eklemek kendinle arana. İşte bu demirden içini dövmek, işte bu titremeyle kendini eşitlemek varlıkta. Her gün bir şeyin (neyin) sankisi olmak. Belki birbirine bakmanın, bürünebilmesi uzaktan bakılma haline, bakmak yani varlıktan. Eşitleşmek.

Berivan Kaya 
   Aşk, biricikleşmiş bir arzu nesnesine yönelik, karşılıklı çekim ve yoğunlaşma halinden kavrayış, kapsayış ve yeniden yaratım sürecine geçiştir. İki kişi arasında olan biten temel duygu, onsuz kalındığındaki ağır yoksunluk hissidir. Yoksunluk, doyurulmamış arzudan çok, ölüme karşı direnme; yaşamsal süreçte ise bir yenilenme ve bütünlenme isteğine işaret eder. Aşkın yoksunluk/tutku durumundan yoğun coşku durumuna ulaşması, karşılıklı nitelikli emeğin ve çabanın sonucu olacaktır. Tarafların kendilerinden vazgeçerek birbirine körü körüne bağlanması değil, kendilerini sürekli bağımsız bir biçimde inşa ederek (yaratarak) birbirleriyle bütünleşmeleri ve birbirlerini sürekli yeniden yaratmaları, üst insani süreçler olarak bu emeğin işlevidir.
 “Hakiki” aşk, doğada, en ilkel dönemdeki insanın, arzu(üreme) nesnesine yönelme ve onu alımlama sürecinden başlayarak, insanlık gelişiminin en son uğrağındaki insanın tüm üst nitelikleri amaçlar. Bu uğrakların devamlılığı içinde, aşk, mülkiyet ve sınıflı toplumla birlikte özgürlüğünü yitirmiş, insana yabancılaşmıştır. İnsanın emeğinin kontrolünden çıkması, bedenin duyusal ve duygusal doğasını akıldan koparmış, iktidarın bilincine indirgemiştir. Aşkın yeniden akla uygun olması, beden ve akılla dolaysız bütünleşmesi, insan emeğinin özgürleşmesine doğrudan bağlıdır. Hakiki aşk bir devrim sorunsalıdır. Diyalektik ve ontik durumdan dolayı ise; insan ve kolektifinin sürekli gelişiminde, aşk hiçbir zaman tamamlanamayacaktır; arayış, keşif ve coşkuyu sürekli olarak bir emek hareketi odağında üretecektir.

Oya Gündüz Aksu
Aşk;
Bir öznenin başka bir özneye tutkuyla bağlanmasıdır. Aşk için geçici bir akıl tutulması durumudur da diyebiliriz. Ne kadar süslü söz ve hallerle üstü örtülmeye çalışılsa da bir kimseye yönelen aşkın temelinde cinsel dürtüler ve arzular yer alır. Aşk; tutkuların da beslediği gönüllü tutsaklıktır. Aşık olan özgürlüğünü tamamen aşkını yönelttiği kişiye vermiştir. Bedenin ve ruhun tamamen ele geçirildiği bu gönüllü tutsaklığın, yani aşkın süresi kavuşma süresiyle belirgindir. Kavuşma ile alışkanlığa ya da sevgiye, kavuşamama durumunda ise hastalıklı bir tutkuya dönüşür. Tarih kavuşamayan aşıkların tutkulu öyküleriyle doludur. Kısaca aşk; sözün bittiği aklın yittiği yerdir.

Gökhan Gurbetoğlu
Aşk Yaşamaktır                              
Yaşamın kendisidir aşk...
Doğada birbirine aşık olmayan bir varlık var mıdır?
İnsan... insan... desem.
Doğa bir bütün içerisinde büyük bir aşkla yaşamsal döngüsünü sürdürür. Bir arı çiçeksiz... çiçek topraksız... toprak susuz yapamaz. İnsan doğayı esirleştirdikçe... sömürdükçe... maddi bir dünya yarattıkça kendine, aşkı da unutur. Kendini yalnızlığa iter durur. İnsan artık minicik bir sözden bile yalnız olandır. Dokundukça kokar fesleğenler ya... ya insan... ya insan...
 İnsan saklanan ve saklayandır... korkularla ördüğümüz duvarlar ve tanınmamak için taktığımız maskeler içinde. Hediyelerin en güzelidir oysa dolu dolu kendini sunmak bir yüreğin sesine.
Aşk insan olmaktır...
Aşk kendin olmaktır...
Aşk yaşamaktır...
Aşk filizlenmektir...

Tataryen Lokman
Aşk, boyutlanmaktır. İç'ten dış'a çıkmaktır. Uzamdaki varoluşun, sayısız nitelikle birleşip ''tek olması''nın yarattığı ''büyü'' dür. Aşk, büyümektir çocuklukla. Büyüttüğümüz küçük sevinçlerin, bir bir uyanıp uçmasıdır yepyeni güneşlerle.
Aşk, geçirebilmektir güneşi sözcüğün içinden.
Sorumluluktur aşk, farkındalıktır. ''Fark''ı fark edebilmektir. Kalbimizin ''insan''a, en yakın uzaklığıdır aşk.
Aşk, ''hiçlik''teki varlığın parlamasıdır. Çoraklaşmış ''unutuş''ta, belleğe yağan ışık parçalarıdır aşk. Sonsuzluğun kuşatmasını, her şeye karşın aşma çabasıdır.
Aşk, geçmiş ve gelecek iklimlerden sürekli bir aydınlığı açan en güzel, en çetin kardelenlerdir.     Aşk, görüp anlayabilmektir.
Aşk, aşkınlaşmasıdır sevginin.
Aşk, dünyayı ve her şeyi değiştirir.
Öyle bir sıcaklıktır ki aşk, eritir bütün buzullarını uzayın ve geçmiş zamanların.

Mehmet Büyükçelik
Aşkı tanımlamak: Bu doğa harikası tutku, beyinde oluşan bir takıntıdan ibarettir. Kendisine yakıştırdığı bir karşı cinsi düşünmeye başlamışsa, aklını çelen bu düşüncenin kaç saat, kaç gün ve ay süreleri biriktikçe karşısındakine kapılıp kalmaktır. Aşkın çarptığını anlamak için “aşk ağlatır, dert söyletir’’ derler. Aşka düşen kişi her olayda sevdiğini bulur. Onu içinde taşır. Ayağı yere değil boşluğa basar. Çevresini görüp fark edemez hiçbir şeyi. Kendisini mutlu hisseder ama aklını zorlayan bir sözcükle korkuya kapılıp aşkının biteceğinden ürker.
   Aslında aşk, insanın üremesi için, en sağlam yönlenmedir. Yaratılışın yazılımında yer alır. Doğal amaç insan neslinin sevgi hamuruyla en iyi şekilde sürmesini sağlamaya yarar.

F.Kadri GÜL

Bıçak sırtı imgelerde
nar ekşisi sözcüklerde

Tansiyonun düşer de
kanatlanır mısın şiirce

Kutsalın kutsalın günah
garibin garibi sürgün tohum

Direnir durur yaban ellerde
yaşamak için kendi düzeyinde


MAZİ
Sezer Esensoy

hayalinde küçürek bir anı ile belirginleşen
gerçeklik,
tüm varsıllığını takınıp oturunca gündemine
yaşıyorsun aynı tarihi
“geçmiş” izleri ile…

bir gülüşü sızmış onun, bakışından içeri
ona ne olduğunu bilemediğin bir yakarışı var
sessizliği, kuşkusundan ötürü diyemediklerine
hislerinin yoğunluğundan heyecanlı halleri…

hayatın son demlerinde,
düş ötesi vuku bulunca karşılaşmalar,
-söyleşiler arasında
mazinin derinliklerinde gezinirken dile getirilen
“gün” ile pek bağdaşmayan görünümler
yoruyordu…                         
                                                          Ada, 15/08/19

ÇOK ŞİİR, ÇOK ŞAİR Mİ?
Mehmet Büyükçelik

Sevilen ve etki yaratan her sanat, toplumda taraftarlarını ve ilgi duyanlarını çoğaltıyor.
Konuya ilgi duyan herkes yaratıcı olma isteği ile yanıp tutuşuyor. Bu bir yaşamdır ve yaşamın görünürlüğüdür. Renklerin kıpırdanışıdır aynı zamanda. Binlerce ilgilenenin içinden sıyrılıp çıkanların daha iyi şeyler üretmesi ile sıradan bir ürüne imza atanların farkı nedir öyleyse? İşte bu konu toplumu düşündürüyorsa her şey iyiye doğru yol alacaktır kuşkusuz.
Herhangi bir sanatın ya da işin temel bilgilerini önceden edinip de yapmak, o işi sadece sempati ve hevesle yapmaktan daha doğrudur; daha iyi sonuç verir. Bunun doğruluğunu yaşamın kendisi kanıtlamaktadır.  Bugün bir mobilya mağazasına girsek ve yalnız masaları incelesek bile, ilk çağların çok basit modelinden, zamanımıza kadarki bilgi birikimiyle çizgi ve tasarımın nerelere ulaştığını net olarak görebiliriz. Her sanat, çağlar boyu gelişimini ve estetiğini yılların üst üste koyduğu bilgi birikimine borçludur.
Şiirin geçirdiği bin yıllar içinde birçok akımlar ve bireysel katkılarla zenginleştiği; ince estetiğine kavuştuğu bilinmelidir. Bu gelişimi yıllar ilerledikçe sürdürecektir kuşkusuz. Bugün şiir üretenlerin geleceğe katkısı ne olacaktır? Tüm şiir yazan bireyler bunu düşünmeli midir? Düşünce özgürlüğü kavramı bu alanda da kendini göstermeli mi (!); kim ne isterse onu yapsın mı? Şiirin geleceğinde etkili olma kaygısı, dünyanın her yerinde toplumun daha az bir kitlesinin uğraşı olabilmektedir. Her ülkede sanatla uğraşanlar, toplumda azınlıktadır. Üstelik sanat izleyicileri bile azınlıktır. Ama popüler sanat diyebileceğimiz eğlencelikler hiçbir incelik taşımadan izleyici bulur. Duygusalı sömüren şiir piyasasının arkasında da sanattan ayrışan bir olgu vardır. Sanatın olağanüstü gücünü yaratan gerçek sanatçılar ise aynı toplumun ulusal/uluslararası övünç nedeni olmakta; bu da popüler sanata koşan toplumun iyi bir seçici olamadığını kanıtlamaktadır. Sanatın yüceliği karşısında, onunla oynamak değersiz bir uğraş olmaktan öteye gidemez.
Bol miktarda üretilen mal, ekonomiyi geliştirir; yaşam kalitesini yükseltir. Mal kötü ve kalitesi düşükse, aldatılmış insanlarla dolar dünya. Yaşam kalitesi yükselmediği gibi, beğeni kültürü de gelişemez.
Kalite dediğimiz şeyin sırrı aranırsa mutlaka bulunacaktır. Hangi çekmecede, dosyada, çantada, dergide, kitapçıda ise ortaya çıkarmalı, tüm topluma yayılmalıdır. Bunun adı, doruktaki bilgiye ulaşmak ve onu kullanmaktır. Bilgi yayma işini karşılıksız yapan değerli sanatçıları saygıyla anıyoruz.
Yaşadığımız dünya, egemenlerin düzenlediği eğitim sistemiyle ancak üretimi sağlayacak ve daha çok para getirecek bir yapıyı gözetir. Yani eğitim üretim içindir. Şiirin, resmin ya da tiyatronun doğru bir şekilde yaygınlaşıp halka kolayca ulaşması, ancak bu işle uğraşan fedakâr ve işine aşık sanatçıların çabasıyla olabilmektedir. Devletlerin, yönetimlerin tamamına yakını “güçlü sanatçıların muhalefeti” korkusu ile ona pek yüz vermezler, şöyle bir geçiştirirler. Sanatla uğraşanların, sanat dünyasından beslenmesi doğrudur. Önce şairliği öğrenip şiir yazmak yerine, şiir yazıp şair olmayı düşünürsek; olamayız. Şiirle uğraşan binlerce kişi bilgi ile beslenmek gibi bir kaygı taşımadan, etkilendiği bir yapıtın peşinden palas-pandıras koşturmakta, üretmeye çalışmaktadır. Şiirleri birkaç dergide çıktığında, ya da bestelendiğinde; bu iş tamamdır diye düşünmektedir. Hele bir de kenardan bir “jüri” eliyle ödüllendirilmişse, şiir arenasındaki duruşu hemen değişir. Olayın arkasında, şiirin yeryüzündeki yaşamını, genel poetik doğruları ve en yakın akımları dahi ancak sohbetlerde biraz öğrendiğini, önemli yapıtları hiç okumadığını (bir sır olarak) belki de ancak kendisi bilir. Yaşadığımız “çok şiir ortamı” çok şair yaratmıyor.
Güzel bir sanatın temsilcisi olmanın verdiği mutluluk, hak etmeyenleri sapkınlaştırmakta; o mutluluğa erişme hırsıyla, yetersiz kültür ortamı da kullanılarak sanat adına toplum aldatılmaktadır. Geçmişte güzel sanat yaratabilmek için zorluklara göğüs gererek incelikler ortaya koyanları tanıyıp-düşünmek doğru ve yararlıdır.
Hiçbir sanat, başta da şiir, yanından geçerken şöyle bir ilgilenip yaratılan bir şey değildir. Bu anlayışla pişirilen yemek bile tatsız olur.
 Biz hepimiz o güzelliklere sarılmayı sürdürmeli, ancak kişiselleştirmekten ve onu kullanmaktan sakınmalıyız. Şiir denilen koca anıtın üzerine tırmanıp ismimizi oraya yazmaya çalışmamız onu kirletir.

NAMUSLU SOKAK ÇOCUKLARI
Nermin Akkan

Ellerinin zifirini öpeydim senin
Gün doğumu kokan
.......tütün tütün sararan

Ağzını öpeydim
Kokaydım şeker şeker dilinde
Akşam serinliğinde
Köklemekten patlayan ellerin pancarı
Pataklasaydı keşke memelerine asılan bu acarı

Buğulu gözlerinde kanat çırpaydım senin
Haşhaş uçaydım sarı siyah
Toz toz bayram sabahlarında
Öpeydim ekmek arasında
Mayalı ellerini

Keten kenevir çedene
Rüya gibi şimdi
Tarla taban çift çubuk nerede
.......kışlık odunum, cin atım kenevir çubukları
......nerede anam namuslu sokak çocukları

Karasaban tırpan yaba
Dirgen tırmık çapa
Hepsine fitim anam hepsine
Emek emek çaba çaba
Yeter ki sen koka
Vatan koka

Gavurun kılıcı ince belli bardağımda şimdi
Sigaramda duman duman

Yanağım elma
Dudağım kiraz
Gözlerim çimen değil artık ana
Memleketim kırk yama

Keşke ana
........kına kına kurbana gideydim yine
Memleketin yok yerine
....de
Öldürmeye ölmeyeydim varsıl bebeler yerine
Ölünmeyeydim memleketimde mülteci diyetine

Çanakkale nere ana
Maraş nere kahraman kahraman
Urfa nere
Koçhisar nere şerefli şanlı

Şimdi kahraman Kazan
.......uyurken sen ben
.....ve uykudayken komutan
Kazı kazan şimdi ana
Çöle öykünük vatan

Temmuz tekesi kokaydın
Tezek yakaydın
Vara ayaydın anam
Aydıraydın vara
......yozla yaymadan


AHMET CENGİZ, “KANATLARIYLA DÜŞÜNÜR KUŞLAR”
Canan Gürtunca Sanlı

Ahmet Cengiz, edebiyat ve şiire emek veren, kendini şiirleri ile ifade eden bir şiir işçisi; değerli bir eğitmen, bir şair. Şiire olan ilgisi lise yıllarında başlar. Şiir birikimi, defterlerde saklı kalır uzun bir süre. Daha sonraki yıllarda; bir gün şiirlerini sakladığı defterlerden alıp şiirle yakın bağı olan bireylerle buluşturmaya, şiir yolculuğuna çıkmaya karar verir. İlk şiir yolculuğu Kehribal (2013) şiir kitabı ile başlar, Mavinin Boynu Kuğu (2014), Bir Dilim Deniz (2015), Eşkiya Çiçek (2016), Dilaltı (2017) şiir kitaplarıyla devam eder. Her yıla bir kitap sığdıran çalışkan ve üretken şairimiz, 2 yıl sonra da kuşları kanatlarıyla düşündürerek, 2019' da yayımlanan “Kanatlarıyla Düşünür Kuşlar” şiir kitabını edebiyattan, şiirden payını alan bireylerle paylaşır.
'’Kanatlarıyla Düşünür Kuşlar'' kitabı bir bölüm halinde 74 adet şiiri ile var olur. Lirik + Serbest vezin olarak yazılmış şiirleri 7 li, 8li, 3lü, 2li bentlerle biçimi oluşturur. Ahmet Cengiz, şiirlerinde yer yer dizeler arası eğik çizgi işaretini kullanır, örneğin; ‘’gülpembe beyaz esmer’’ (s.63) şiirinde, “ellerinde nargile/ mor harelerle’’, yine ‘‘güvercin taklası hüzün’’ (s.54) şiirinde ‘’ha/ senin ay’ı hecelemene bayılırdım’’ gibi. Biçim olarak şiirlerinde noktalama işaretlerini de kullanmaması şairin tercihi olarak görülür. Ayrıca şiirlerinde, büyük harf kullanmadığı gibi özel isimleri de büyük harf kullanmadan yazar; ancak küçük harf ile başlayarak yazdığı özel ismi, üstten kesme işaretini kullanarak kendine has biçimini oluşturur. Örneğin;’’eylül’ün sisi” (s.36),’’kıvırcık sözcükler’’ (s.58) şiirinde,’’berenis’i gökyüzüne tane tane işlemeyi’’, ‘’belkahve’’ (s.27) şiirinde ‘’zülcelal’in yeri’’belkahve’’dir, gibi.
Kuşların kanatları ile düşünmesi alışılmamış bir bağdaştırmadır. Özgürlük çağrışımı uyandırır. ‘Kanat' hareket demektir. Ülkemizdeki adaletsizlik, baskı, zulüme karşı pasif insanlara eylemlilik önerir. Kitapta, yaşamdan izlerle insana odaklanır. Özne yine toplumun aynası insandır. Şiir dilini, sanatını iyi kullanan şairin şiirlerinde içerikle ses uyumunun bütünleştiğini görüyoruz. İnsani duyarlılığı ile yaşanmış, yaşanan toplumsal olayların içinde aşkı, sevgiyi de tensel, cinsel, duygusal olarak şiirlerinde vurgular Ahmet Cengiz; gerçekçi, toplumcu bir şair olarak. Somut aşkı metafizik soyut bir duygu olarak değil, var olan bir nesne (kadın-erkek) ilişkilerini gerçeğe dayandırarak somut bir eylemlilik halinde, gerçekliği bütün boyutları ile ele alır. Zira gerçeklik nesnelerin tümüdür.
Kitabın önsözünde ''Barışa emek verenler’ ‘özlü sözü yer alır. Şiir sanatının incelikleri ile işlenmiş şiirleri, çağrışımlarıyla anlamlanır. (s.5) de ''bir sürtünmedir kent'' şiiri kentin insanlar üzerindeki ağırlığını yansıtır her bir dizesinde. Günümüz kentleri yorucudur, bunaltıcıdır, yeşilden yoksundur. Seslenir, '' kent bir sürtünmedir hanımlar beyler''// ''raylara sürtünür ıslıkla insanlar/ binalar/ağaçlar otlar çalılara/ burnunu sürter beton toprağın eteklerine/makinalar sinir boylarına insanların/ insanlar insanların ar damarlarına''. Doğanın yok edilmesini, kentlerin betonlaşmasını, makinalaşmasını alışmamış bağdaştırmalarla çağrışımları, şiir sanatına özgü anlatımlarla devam eder. ‘pis sakallı fırtınalar'', ''kaldırım gümüşleri’ ‘betondan kanatlar'', ''gri sürtünmeler'‘. Toplumsal duyarlılığı ile şiirlerini sürdürür yaşamın içinden geçerek.
Yaşanmış, bugüne ait tüm olaylar şiirlerine konu olur... (s.8) ''bu şehir o şehir değil'', (s.9)''misket'', (s.11)''mecbur soylu'', (s.12)''amenna'‘, (s.13)''canımı acıtıyorsun özgürlük'', (s.14) “o gün”, (s.15) “post modern heykel'', (s.16)''serçelerin'', (s.17) ''yırtılır ar damarın'', (s.18)''evliya ağaçları'', (s.19)''kavilleşelim, (s.20)''zor'', (s.21)''acep'', (s.22)''acıları gözlerine sürme'' gibi.
''bu şehir o şehir değil''(s.8) şiirinde zaman değişmiştir, yaşanılanlar geride kalmış bir rüyadır artık. Toplumsal hareketler, işçilerin, öğrencilerin özgürlük uğruna haykırışları duyulmaz. 12 Eylül sonrası ülke kocaman bir değişime uğramıştır. Sindirilmiş, korkutulmuş bir halk. Yeni sığ bir dönem başlamıştır. İşte bu dönemin sancıları, hayal kırıklığı, ateşli düşler kurduğu yarınları, şiir sanatına özgü mecazi anlamlarla dizelerine yansıtır Ahmet Cengiz. ''Bu şehir o şehir değil/dilsiz ezik sancılı//cazz şarkıları söylemiyor sokaklar/mavi tulumlu karıncalar kaybolmuş/cıvıldaşmıyor öğrenci serçeler/ kumrular sevişmiyor kuytularda// slogan da duymuyorum yoldaşlarım nerde''.
''amenna'' (s.12) şiiri Tanrıyla hesaplaşmadır. Toplumun acılarına isyandır. ‘Tanrının kudretinden sual olunmaz /amenna / kurar günümüzü geleceğimizi ''//''onun da gücü yetmez değiştirmeye geçmişimizi/Kanar 12x12 yaralarımız'‘…// ''kırar fidanları biçer madımak'ları /yetinmez /uzar suruçtan anka- gar'a/ ''et-kan etmek''ten gocunmaz’’ Şair yakın geçmişte yaşanan acı olayların, vahşetlerin hesabını Tanrı ile ilişkilendirir. İronik bir dil ile kinayeli bir biçimde şiirine yansıtır.
Öte yandan canını acıtır özgürlük, ironiktir soylemi ''canımı acıtıyorsun özgürlük'' (s.13) şiirinde duygularını yoğunlaştırır özgürlük uğruna yaşanılan acıları vurgular. (Bu arada bu şiiri arkadaşımız Erkan Karakiraz bestelemiştir.)
Bir resim canlandırır ''postmodern heykel'' (s.15) şiirinde. ''camekanın önünde bir yaşlı çınar/kımıldamadan oturuyor / -kahvehanede-/ gözlerini ödünç almış da/ puhu kuşundan//uzaklara bakıyor/uzaklardan beklediği bir şey var '‘…//''görenler /bir heykel sanacaklar /postmodern'' dizeleriyle 'yaşlı çınar' imge olarak yaşlı bir adamı çağrıştırır. Yaşlılıkta duyguların hassaslaştığını, kişilerin yaşamdan ve yakınlarından beklentilerinin çoğaldığını yalın bir dille, mecazi anlatımlarla dizelerine yansıtır Ahmet Cengiz. Şiirde yaşlı adam bir nesnedir. Esas olan duygulardır.
''yırtılır ar damarın'' (s.17) şiirinde şiirin tamamı imgedir. Anlatılmak istenen haksız, adaletsiz yönetim şekillerinde, egemenlerin üste çıkmaları, kendilerini bir nevi savunmalarıdır (…) ''yaşamın çarkına çomak sokan sen/ nasıl atarsın suçunu / mephisto' nun üstüne'' dizelerinde, ''mephisto'' hristiyan mitolojisinin lider şeytanlarından biridir. Burada bir imge olarak kullanılmış, mecazi çağrışımdır.
Toplumsal duyarlılığı ''evliya ağaçları'' (s.18) şiirinde yine bir yaraya parmak basar, acı bir geçmişi dizelerine yansıtır Ahmet Cengiz. Ülkemizin yakın geçmişinde yaşanan büyük oyunların eseri olan Suruç katliamında canlarını kaybeden 34 insanla, Kobani olaylarında yaşanan acılar dizelerine yansır. Şiirlerinde geçmişin izleri, yarına tarih olacak belgelerdir. Evliyalar diyarı Anadoluda, bu coğrafyada yaşanan acıları evliyalar da kurtaramaz. ''organlarını topluyor suruç'ta insanlar/ evliya ağaçlarının dallarından/ düğüm düğüm dua sanki/ ne kadar da çoklar'' 'evliya ağaçları' alışılmamış bağdaştırmadır. Şair ironik bir üslup kullanır. Ancak yüreğinin haykırışı dinmez, dizelere yansır…//''Kutsal yuvalar yaptı suruç/evliya ağaçlarının dallarına/bekliyor hala onları savaş çocukları/ açsusuz anasız oyuncaksız/düşlerinin yıkıntıları arasında''.
Tüm toplumsal sorunlara çare birlikten doğar. Şair seslenir yüreğine, tüm duyarlı yüreklere ''Kavilleşelim'' (s.19) şiiri ile... Biz olmanın önemini vurgular. (…) ''Kavilleşelim bizimkilerle/ çağırıp diğer serçecikleri/ dallar uzatalım konabilecekleri/ yollarını arayalım biz olmanın//yoksa/hepimizi yiyecekler /tek tek.'' Şiir çaredir. Şiir umuttur. Şair şiirleriyle sesini duyurmak, tüm çıkmazlara çıkar yol olmak ister.
Tarih öncesinden beri acıların yüreklere gömüldüğü bu coğrafyaya ''Acep ''(s.21) şiirinde…// ''bi' kaç doz şiir versem/ acep / acıları diner mi ki'' der. Umudunu yitirmez.
Yaşamın içinde kavgalar, savaşlar, acılar toplumsal olaylar sürer gider geçmişten bugüne. Biçimler değişir, öz hep aynıdır. İnsan, duygularıyla vardır. Tüm olayların içindedir acısıyla, tatlısıyla; aşkları, sevdaları, özlemleri ile. Olgular, olaylar, durumlar insan ile ilgilidir. Aşk toplumsal bir olgudur. Aşk tarif edilmez, anlatılamaz yaşanır. ''bir kibrit çakarsın oyar karanlığı/telaşlı ışık yol gösterir gecekuşlarına/bir ritüele dönüşür kavın kanat çırpması/ ondandır dudaklarında titreyen sıcaklık/ boş durmaz/ kem gözler de çakar pusuda''. ''bırak suzinak bir ırmak olsun'' (s.7) şiirinde sevgiliyle yaşanan aşkın heyecanını çevreden gelen sıkıntılı, baskılı anlara rağmen yaşanması gerektiğini, sevgiliye seslenişi ile sürdürür (…) '' senin sesin mavidir/ bırak suzinak bir ırmak olsun / yarışsın gece yatmaz kuşlarının kanatlarıyla/ayaklarını git falezlerden denize sarkıt/ topuklarını /git bir istiridyenin içine akıt// bırak/ sakar bir oğlak öpsün incilerin tuzunu/vurgun yerse süngerciği sensağılt''. Ahmet Cengiz, aşkı tüm özellikleriyle yalın bir dille dizelerine yansıtır.
''al da gel'', ''azarladı beni'', '' anlamayı tarif et'', ''bel kahve'', “ben şiir döktürürüm'', “bir kırmızıormandır avanos'', ''büyük baharın ucundaki sızı'', ''cennet'‘,'' denizatının her şeyi tekmil iken'', ''diyalog şiir'', ''eyvallah'', ''gülmeyi”, ''keser dönüyor da'', “köz oldu'', ''ney / zen '', '' şiirkıblesidir.'' ''şiir şair aşk'', '' tutamadım tuttum'‘, ''ağzıyla geldi'','' balıkların en cevval saati'', “dibace'', “ecelleri ile ölsünler'', “güvercin taklası hüznü'', “huy edinmek'', '' kanatlarıyla düşünür kuşlar,'' ''öfkenle kılınla dikeninle'',” mavi ten'', “sevabı günahından beter'', “tüm kuşları yardıma çağırdım'' şiirleri ses ve ahenk uyumu içinde kitabında yer alır. Şiirlerinde şiir sanatının tüm inceliklerini nakış nakış işler Ahmet Cengiz. Her şiirin bilgisi kendine içkindir. Şiirleri yaşam izlekli kendine has üslubuyla yazılmış şiirlerdir.
''deltanı al da gel demiştim unuttun mu/ ellerimi dik istedim humuslu toprağına// korkma utandırmam yarıp gövdeni'' bir diğer dizede de (…) '' sütünü al da gel demiştim iştahla/ delifişek oğlakların açlığını sustur'' dizeleri ''al da gel''(s.24) şiirinde aşka çağrıyı, sevgiliyle yaşanması gereken aşkın hallerini imgesel anlatımla okuyucuya hissettirir.
Gençliğe ilk adımlar, aşka ait duygular, yaşanan masumca hareketler ''azarladı beni''(s.25) şiirinde, yalın mecazlı anlatım ve dilin ince ince işlenişi ile dizelere yansır. ''gül fidanı şakalaşırken ispinozla /gözleri takıldı bana gülün/ eğri hançerini çekip birden/ konduruverdi ağzımın kenarına //kanı görünce annem / azarladı beni yüksek perdeden/ bir nane yediğimi düşünerek'‘. Gençlik yıllarında duygu yoğunluğu üst seviyelerdedir. Şiirin son bendinde de Turgut Uyar'ın '' Göğe Bakma Durağı'' na gönderme yapar. (....) ''derken/ turgut abi yetişti de/ beni atıp şiir defterinin içine/ ‘’göğe bakma durağı’’na götürdü''. Şiir sanatına özgü telmih ile çağrışımı sürdürür dizelerinde. Şiirin tamamı imgedir.
Şair, (belkahve’den şehre bakışı) erotik anlatımla, bir kadına benzeterek teşhis sanatı yapar dizelerinde. ''bacakları uzun ve ıslak bu şehrin/ bir körfez oyulmuş kasıklarına/ üstünde/ düğmesi açık bir döpiyes'' (…) ''zülcelal'in yeri ''belkahve''dir/ sekmez''. ''belkahve''(s.27) şiirinde, Tanrı’nın bahşettiği güzelliği ''belkahve'' ile örtüştürür. Yoruma açık bir şiir.
''İnsan yaşadığı yere benzer/ o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer'' demiş Edip Cansever (“Mendilimde Kan Sesleri”) Ahmet Cengiz de memleketinden izlerle'' bir kırmızı ormandır Avonos''(s.29) şiirinde yörenin çamuruyla el maharetiyle üretilen sanat eserlerine değinir. Şiir sanatına özgü güzelleme ve teşhis yapar. ''balçık zarafetinde kucağındaki tezgâh/testiyi oyarken parmaklar/ usta /okşar karnını maşrapanın/ uzatır şarabın boynunu/ fısıldar kulağına''. 'Maşrapanın karnı', 'şarabın boynu', 'balçık zarafetinde tezgâh' şiir sanatına özgü kişileştirilmiş mecazi anlamlar taşır.
''cennet'' (s.31) şiiri de yalın ve düz bir anlatımla açık bir şekilde anlatılmış. ''cennet_ i ala dedikleri mesnetsiz/ meymenetsiz bir yer/bize vaat ettikleri melek sürüsü/-yani kıyamet kadar melek-/ cinsi cibiliyeti/ ne idüğü belirsiz/ruhsuz iştahsız şehvetsiz/ bir kadının bile eline su dökemez'' şiiri ile yol gösterici, uyarıcı bir tavır içindedir şair. (....) ''insanca yaşayın bu dünyada / kerizlik size yakışmaz'' diyerek.
“diyalog şiir''(s.34) de biçem olarak diyoloğu seçmiş. Söyleşi biçiminde kurgulanmış. Şair bu şiir diyoloğunda telmih yaparak sürdürüyor dizelerini. Şiirde aşkın halleri ironi şeklinde işleniyor. (…) ''gezdireyim hadi bin terkime/hani nerde/ mecal ister/ sandallara, gondollara atayım/ yüzme bilmem /adım ''süheyla'' değil/ sülalene götüreyim sevdiklerine/sülalem yere batsın”. Yalın bir dille yazılmış. Anlamı dizelerde saklı.
''eyvallah '' dedi gözleriyle''(s.37) şiirinde yine toplumsal bir olguya parmak basıyor şair. Yalnız ya da dul kadınların toplumda bir baskı altında olduğunu, yalın açık bir dille toplumsal bir gerçeği vurgulamış Ahmet Cengiz. ''direksiyona yampiri oturmuş/ bıçkın bir şoför/ dolmuştaki genç bir dulu kesiyor…//ben üstlerine geldim/ ayaküstü/ gördüklerimi kamburuma gizledim/ kadın bana ''eyvallah'' dedi/ kösnül/ puhu gözleriyle.
Kitaptaki şiirlerde alışılmamış bağdaştırmaların, aktarmaların mecazi anlatımla çağrışımlarına verebileceğim dizelerden örnekler... (s.74) ''sunturlu bir küfürdü dudakları'', (s.72) ''balkıyan şehvet amansız'', (s.66) ''kaz tüyü ile beslenmiş şarampoller'', (s.64) '' dutun komşuluğu görmelere değer'' (...) ''şu bıçkın sığırcıklar olmasa'' ,(s.63) ''erguvan balıkları var tamam / gümüş gerdanlı'', (s.59) ''yoksa mor bir hüznün marifeti miydi/ uzun ayaklı kadehlerin terlemesi”, (s.58) '' ağzımda iki dilim dinamit lokumu'', (s.54) '' bir güvercin taklası alıp gidiyor'' ,(s.50) '' saçlarını tarıyor bir salkım söğüt/omurgası muhteşem bir kirkit tarakla'', (s.47) ''tutmuştum/ düştü avuçlarımdan parçalandı su'', (s.46) ''şiir/ küçük titreşimlerdir çün / dünyanın kalçasındaki'', (s.30) '' nalçalı bir küf'rün kalbimde bıraktığı iz'' (.....) ''ağzıma turp sirkesi sunuyor tepsiler''.
''kanatlarıyla düşünür kuşlar'' (s.57) kitabın adı olmasının yanı sıra şiir olarak da kitapta yer almıştır. (....)''kanatlarıyla düşünmez  mi kuşgiller // bak orada söğüt dalı bekliyor seni/ tırtılböreğiyle''....//sakın unutma/konarken bir yere/dikkatli olmak gerek/ama sen/ uç uç uç /uçmayı asla bırakma / hele/ kara bulutları yırtıncaya dek/ çün / kanatlarıyla düşünür kuşlar''. Kuşlar kanatlarıyla düşünürler zira hareket halinde olmalarını, uçmalarını, özgürlüklerini kanatlarına borçludurlar. Mecazi anlamla insanlara eylemlilik önerilir. Şiir bütünüyle imgedir.
Ahmet Cengiz şiirlerinde sade temiz bir dil kullanarak, şiir sanatını gözeterek düşüncelerini, duygularını özgürce dile getirir. Okura verdiği mesajlarla daha özgür düşünmelerini sağlamak ister. Kuşlar kanatlarıyla özgürlüğe uçarlar. İnsanlar da bilgilendikleri oranda gelişir, düşünür, sorgular, özgürlüğe kanat açmayı öğrenirler...
Şiir düşünce özgürlüğüdür. Şiir sevgidir, mücadeledir, imkansızlığın imkanıdır. Şairimiz tüm bu özellikleri   kitabına yansıtarak, topluma şiirleriyle mesajlarını iletir...
Eğitmen, edebiyat ve şiir emekçisi Sevgili Ahmet Cengiz'e şiir yolunda başarılarının daim olmasını diliyorum. Sevgi ve saygımla.  4.03.2019, KARŞIYAKA   
Nilüfer Uçar
                              
ışığın sığınmacı yanaşmasına kanmadan
kırılgan yüzsüzlüğün yetisine rağmen

dağ dil döker ovanın çiçekli yüzüne
yine de toprağa yüz sürer içimin deli ırmağı
kalbime takılan o çocukluk düşte uyanınca

yosun gömleğinde terleyen göl gözler
bakır yılların törpüsüz hayallerine ağlar
gökkuşağına dolanan ispinozun
                                    kanat sancısı gibi
tuhaf bir yangın oturur düşlerimin kıyısına

Rodin ki; rekabet zincirinden düşsel bir heykel yaptı
Camille Claudel’in zihin tutsaklığı yaşadığı
                                            dar fanustayken
anarşist sanatın militan ellerinde ruh kanadı
akıl sürçülisan etti taşı yontan keskinin dilinde

o ruh ki; kalbi tokatladı kusurlu zaman direnciyle

bak sevgilim; bilir misin aşk uçurumlarını, bilir misin?
gelincik tarlası sanma, meltemde dalgalanan al’ı
aklın pürtelaş halleri durulmaz
                              çoban çökerten yola saparsan
günahımı sağaltan ay güneşten pay kaparken
bil sevgilim bil ki; ruh kalbi tokatlamasın                                                
                                                              5 Ağustos 2020       
  

DELFİNYUM'UN GÖZLERİ

Filiz Kalkışım Çolak

Gelincikler ıslanırdı gözlerinde, kirpiklerinden kızıl kısrak taylar kanatlanırdı. Yanardı göğsü güneşin, şöyle dönüp bakınca Delfinyum. Ahu ahu bakışlarında büyürdü gökyüzü. Saçlarını salar sinelerinden o mavisi pür pak bedenini büker, eğilip öperdi alnından ham güzeli. Samur samur saçlarında gece başka güneşlenirdi, susadıkça, gerdanının dizisinden bir çiy taneciği aşırıp sabaha durulanırdı…

 Gece başka yosmaydı Delfinyum’un kollarında. İnci tanesi doğardı gözeneklerinden, ta ki güneş kıskançlığından kamaşıp, hepsini ısısıyla eritip, yeşil yosunlar aralanan vadilerden sızıncaya değin. Şeffaf ırmaklar acelesi gelmiş bakir çaylar akardı gizlerinden. Çiçekli fistanını çıkarıp ne zaman uykuya dalsa, koyaklarından gelin eteği kovalayan şelaleler dökülürdü. Sırılsıklam düşler ne güzel yakışırdı körpe kızın koynuna. Uyku onunla sarmaş dolaş, kim bilir yine sevdiğiyle hangi hayalin duvağından salınırdı ah Galanima’ya Galanima’ya. Ah Ganita, yeşillimin yosma Rum kızı, aşüfte Ganita sevdiğimi benden alan, ırağa en ırağına gölgesini bırakan gavur dölü Ganita! Kaç yalanı görmezden geldi gözleri, kaç aldanmışlığı ağlayarak anlattı, sığınıp kucağındaki oyuğa? O ağladıkça, yalezin karnı büyüdükçe büyüdü. Ah ağladıkça kaç kız, yavrum hayallerinin akıntısına kapılıp kayboldu açıklarında bulanık meçhullerin. Bir Delfinyum gördü onu bir de kuzey. Sustular, şahit olmak aldanmışlığa meğer ne zor şeymiş, aşka sevdaya savrulan yalanları duymak; çelimsiz bedende filizlenirken tomurcuklar, henüz sızısı tazeyken bedenin Allah’ım, meğer aşkın bir aldanmışlıktan bir yalandan ibaret olduğuna şahit olmak ne zor şeymiş!

Hep buğday tarlalarına koştu bu yüzden, hep gelinciklere. Gözlerinde tutunamayan yaşlarıyla suladı gelincikleri. Yoksa kırmızısı böylesi içli olur muydu, bu kadar güzel gelinciklerin! Yeşil tepeler, dağ başları, hep mekânı oldu kimsesiz kumsallar mavisi ağaran körfezler… Yılmadı, bekledi; bir gün ellerinde çiy tanelerinden sonsuz bir demet, aşkla gelecek olan sevgiliyi! Belki de hep yakınlarındaydı. Belki de hep kıyısından sekti, hunharca yağmalanırken düşlerinde mavileri!

Onun gözlerinde Nisan; hep yeşil sineleri olan bir peri kızıydı, sütü kar suyu kadar saf ve temizdi. Rahmet yağarken sinelerinden nisanın hep yüzünü döndü, hep dudaklarını nemlendiren yağmurun o taneciklerini emdi şuursuzca. Utanmadan açtı göğsünü aşka sevdaya. Öylesi dirildi öylesi, incelen bileklerindeki titreyişle. Saçları masmavi şarkılara haykıran Nisan, sabaha çiylerini bırakarak yavrulardı kucağına Delfinyum’un. İlk şiir sancısı yine bir Nisan yağmuruyla doğdu.

Atilla ne güzel okşuyordu oysaki ruhu ‘’Elimden tut yoksa düşeceğim, yoksa bir bir yıldızlar düşecek…’’ Yoksa şair miydi; ondan mı içinde tırmanan o yoksulluk dile gelip haykırmaya başlamıştı içine, arasında ah neleri sakladığı dizelerin! Nitekim ilk ağrı, ilk sancının suyu geldi, ıslandı mısralar, yazdı yazdı ve yazdı aşkı gözbebeklerinin suyuna…

Sonrası ardı kesilmeyen bitmek bilmeyen o aşk dolu sevgi sözcükleri. Nereden geliyordu bunca sevgi? Yaşamış mıydı aşkı yoksa yaşayamadığında mıydı bu denli duygularının temiz oluşu, kirlenmemiş oluşu diye düşünürdü bazen. Sevmek ne kutsal duyguydu. Sevmek ah sevmek! Mayıs dallarında cıvıldarken kuşlar birbirine ve yumurtadan çıkan aşkın o sonsuz cıvıltılarındaki yavrularına, domates dilimi yedirirken gülümseyişiyle göğe dikip gözlerini ‘’Kime gülüyor derken’’ anne kuşun telaşla dalda yavrularını besleyen bu delinin yavrularına bir şey yapıyor endişesiyle ötüşünden özür dilemesi tam kuzeyliydi, Delfinyum’luktu. Kuzeyliydi, deliydi en çok. Hayvanlarla konuştuğunu gören ne demezdi ki ardından. Mayıs, bir gelin edasıyla yeşil tellerini şakırdatırken, duvağından kopan o toz kümesiyle kendinden geçer; derin bir sessizliğe bürünür ormana dalıp giderdi susup şarkılarının koca köyü inleten nağmelerini. O koca gözlerini ormana dikip andıranaların ormana yaktığı türküleri dinliyor, “Şarkılarına nota çalıyor olacaktı” ki yaprak hışırtılarının ruhunda kıpırdayan sancısıyla adeta tenini silip süpüren o konçertonun en baskın sesini duymuş olmanın derinliğiyle, birazı yeşil, birazı mavi bir çift göze süzülürcesine göçüyordu. Kirpiklerinde bir tutam hayal yeşili, burnunun ucunda kıpkırmızı uğurböceklerinin benekli dansı, iç içe arıların ballanan vızıltısı; ilk çiçeklerin tomurcukları çatırdarken sabaha… Sevmek ne güzel şeydi onun ruhunda hayallenen şelalelerin dizelerden uçuşunda. Bal rengi miydi gözleri, yoksa elasını yeşil bir halka çevreleyen irislerinde harelenen düeti miydi güzden kalan baharların? Kaç aşık gömülüydü o gözlere, kim bilir? Kaç kişi o gözlerin büyüsüyle kuzeye kendini sunarken yitirip gitmişti? Ve çığlıkları yırtılırken kumsalların, kaç kızın gözleri yüzü suyu hürmetine avuntu oldu Delfinyum’un uğrunda. Aldatmak tam burada takınıyordu ya o ürküten ifadesini. Aldatılan gerçekte kimdi? Çok sevilen Delfinyum mu, yoksa kucağına sığınıp zavallılıkla sahip olduğunun sinesinde sayıklanırken Delfinyum, sahip olunan mı? Duymak hissetmek ve yaradılış serüveninin o sonsuz senfonisini dinlemek, ruhuna yatırıp çayırları dinlendirmek, sırtında yükü anaları ve oyalı yazmasını çözüp rüzgâra dilek tutmak, uğruna bir yıldızın kayacağını bile bile gözlerinde koyulaşan aşkın kararlılığıyla. Yaratan’ın huzurunda ağlamak hıçkıra hıçkıra, kalbini alıp avuçlarına ağlamak, sesini dinlenmek, bir nazlı sevgili için kanı çekilene kadar damarlarından, kurutuncaya gözlerinde lerzan gelincikleri...Ve hiçbir zaman kavuşamayacağını bile bile sevmek birisini, haziran eteklerini savura savura gelip çatmışken. Bilseydi bütün ömür beklediğinin defalarca yanından teğet geçtiğini, defalarca ona yaklaştığını ve nedenini bilmediği bir gücün varlığıyla hissettiğinin o olduğunu, böylesi haykırır mıydı içine karanlık ve kamçılar mıydı bedenini nefessizliğin hışmı? Leylak hüznü bulaşan sürmelerinden akar mıydı izlerine rastladığı sevgilinin o mağrur halleri? Kaldırımlara düşer miydi karanfiller, sevda böylesi gazete altlarında uzanır mıydı? Sahi, sevdiği böylesi mağrur olur muydu Delfinyum eğer bulsaydı Ganita’nın dar geçit, Zağnos’un ander kaldırımlarında denizini?

Aydınlandı ya bir şekilde karanlık, bakışlarıyla kesişen bakışların yanan yakan ışıyışında. O an gönlünde kıpırdayan, debisi ıslanan kuraklaşmış yatağına dolan rahmet pınarlarına değen, sevgilinin gözleriydi. Sanki yıllardır hep birlikte olduğu oydu, hiç yabancı değildi, hiç yabancı gelmiyordu bu adam. Artık o bitmeyen şarkıyı bestelemek zamanıydı, ay ışığıyla sevişen uslanışında yanıp sönen irislerinde. Notaları portelerine iliştirmek için kuzeye göz kırpma zamanıydı, körfeze şöylesi zira. Nitekim öyle yaptı, göz kırptı Kuzey Yıldızı damlarken koynuna, küçük ancak sevgilinin çenesinde derinleşen o masmavi okyanuslarca açıklara süzülen, derinliği sığlarında saklı gülümseyişiyle.

Deniz gözlerine verdi sırtını, yaslandı senliğine sevdanın. İster kabul görsün, isterse görmesin çılgın ya adı delikanlı ya; alacak sevdiğini hiçe sayıp erlik makamının şanını, daldı o sonsuz bestenin senfonisine! İspinozlar, isketeler, ah yağmur sonrası gözeciğini bedenin taşıran karatavuk ötüşleriyle yaslandı billur ırmakların çağlayan dügâhlarına! Rüzgâr bir es bastı, dağıldı etekleri yârin suyuna. Baldırlarında okşanırken suyun dokunuşları, saç uçlarından damlayan su damlacıklarından havalandı su gövde kuşları filizlerinin. Boynunda birkaç saniye durup yerinde dönen su; kendini sinelerinden vadilerine doğru bırakıyordu. Yosunlar şımarıyordu ayaklarının altında ve su aynı hızla vadilerinden şelalelerce dökülüyor, şarkıları susuyordu kaynağına sevgilinin. Şapşallayan sevgili bir düş gördüğünü sanarken suyu, Delfinyum’un o saf boynunda duraklıyor, yerinde birkaç kez döndükten sonra sinelerinin üzerinden vadilerine süzülüyor, bakire bir şelale gibi haykırarak kaynağına çarpılırcasına geri dökülüyordu. Kabardı göğsü, kar tanecikleri tutamlanmış göğsünde ağaran kuşların sevinci miydi, yoksa yılların yorgunluğu mu bilinmez ya; debisini aşan suyunun altına Delfinyum’u alıp derinliklerinin akıntısına aldırmadan, öylesi gusletti, yüz sürdü çağlayanlarına safir gözesinin suyu karışırken Delfinyum’la ruhunu. Sonra çekildi kısıldı göz bebeklerinde aralığı vaktin, derken derinliğinde hep düşe kalmanın ağırlığıyla açtı gözlerini Delfinyum.

Gözleri, ah Delfunyum’un o ceylan gözleri… Okyanusları bakışlarına sığdıramayan sevgiliyi, ışığına sığdıran gözleri… Şafağı koynundan öptüğü, izlerinde tutuştuğu, inadına kuzeyin,  sevdiğini güzden kalma koynundan öptüğü, teninde beyazlattığı, gurbeti yakınına mızraplarıyla çizdiği gözleri… İçine yansıdığı geceyi kozasından  yırtan, kuşluk bağırtısı gelen fısıltıları çırılçıplak bir dokunuşla Kule’nin duvarlarında okşanan yalnızlığına sevgilinin resmeden seviyorum, aşığım, aşığım, aşık… diye buğulanan gözlerini.  Boğaz’a haykırtan susamışlığına tan çığlıklarının yağan gözleri… Harelenen çalkantısıyla duvarlara yansıyan ah! Yüreğiyle sevişen gözleri…Yıldızlarla içselleşen valsini galâksinin, sevgilinin hayaliyle kuşanan Delfinyum’un gözleri…

Kimseyi kırmak incitmek onun gibi birinin bilemeyeceği bir şeydi. Her şeyin yavrusunu, o büyük aşkla seven, her şeyde Allah’ın yüceliğini hisseden biri için. Belki de gözlerinin bu denli anlamlı oluşunun sırrı buydu ve bundan suçlanamazdı. Herkese kalbini veremezdi, yapamazdı. Hayır, onun sevgisi kutsaldı. Öyle herkesi sevemezdi. Sevdiği şüphesiz çok merhametli, inanç yüklü bir kalp olmalıydı. Deli olmalıydı da biraz, duygulu, şen; sevdiği uğruna tüm dünyaya kafa tutacak çılgınlıkta, her şeyden mühimi yokluğunda en az onun kadar sevecek, sevdiğini ebediyen yüreğinde yaşatacak biri olmalıydı. Biraz çılgın, biraz haylaz, ama çok merhametli, ille de inançlı. Herkese her şeye sonsuz sevgi beslemek, zira her vicdanın harcı da değildi. Yaratan’dan ötürü sevmek, sevebilmek, aşkla donanmak tepeden tırnağa… Böylesi seveni insan bulabilir miydi? Yaratan’dan ötürü sevebileni aşkla sonsuz bağlılıkla? Daha ne ister ki insan, artık sevdiğini bulmuşsa, başka güzellikleri istemek sevgisizlik değil miydi? Zira seven, sevilen yar olan, bunu yapamazdı hayır! İşte öyle birisiydi bir akşam aktiyle sözleştiği. Aykırıydı, çılgındı, sahiciydi, sevimliydi çocuktu, çocuğu gibiydi sevdanın hiç bilinmeyen makamında. Hep aşka gebe, hep baharlara müjdeli bir cıvıltıydı hissettiği ruhunun zerreciklerinde kıpırdayan ve öylesi sevilen, öylesi arzulanan peltek bir şarkıydı of tüm hücrelerinde karıncalanan!..

Mayıs tomurcukları henüz lohusayken, henüz sütlenmişken dimağı ceninciğinin sabaha akan güneşin ilk ışıklarında, üstelik güneş onları henüz görmeden cilveyle açılıyorken; birbirlerine… Öpmek kavrulan kanyonlarından, öpmek ve taşırmak, yeşertmek inadına kül kanatları kavrulan kelebeği sevgilinin o cennet kırsallarında. Haykırmak bozlak bozlak, yakmak elvan elvan, koklamak fesleğenler tutmuşken ve başı dönüyorken dünya… Deniz, yeni doğum yapmış bir annenin göğüsleri gibi kabarıp ilk sütünü verme telaşıyla yavrusuna, kumsala sokulup kucağına o sevgiyle boşalırcasına kesik kesik ağlayan yavrusunu gelip gidip emzirirken Delfinyum’un gözlerinde sevmek ah sevmek!.. Bebekler emmek için ağladıkça ana yüreği bir kuş gibi pır, yavrusunun yanına konup yavrusunu emzirirken aşk dolu sürgünlerinde sağılmak çisem çisem yollarına sevdanın. Her bir damlasında hasret hasret büyütürken sevdiğini, maviye doyamayan nice sabahı uyuttuğu kirpiklerinde Delfinyum’un ah sevmek, sevmek!.. Ve elasına yeşil kaçan alazlarında gözlerinin gittikçe koyulaşan o haylaz renk uyuşmazlığını, ekmek yatağının sürrealist nemine! Şeftali çiçekleri gün ışığıyla sevişirken, sevgilinin yollarını kaplayan toz kümesinin çekirdeğinde epifitlenen pembelere, çiy dilekler üflemek gizlerinden Delfinyum’un… Gökkuşağını sarıp boynuna, uykunun yadına düştüğü melez geceleri ayak üstünde, sevgilinin eşiğinde beklettiği gözlerinde sevmek... Bakışlarıyla sararak, düş çarşısından aldığı görünmezlik kuşlarıyla ısıttığı aydınlattığı yüzünden melekler eğilip eğilip öpsün, dehlizlerine kendisini bıraksın diye terk edip bedeni, kıvrılmak sevgilinin o cennet kokan diyarına açık bıraktığı gözlerinde seyre dalmak aşkı Delfinyum’un. Ve gelincikleri sıkıp dudaklarına, dağ çileklerinden nehirler inceltmek sevda geçerken eteklerini çekip baldırlarına Delfinyum’un gözlerinde. Biraz yeşil, biraz mavi alazlarının deliliği Kuzeyin Kızı oluşundandı Delfinyum’un! Gözlerinde güneşin bal arayışı, Güneşin Oğluna sevdalı oluşundandı. O titreşimleri evrenin suretine Delfinyum’un her daim taze nefesiyle üfleyen Yaratan’ın adıyla, aşka sevdaya boyun eğen iki yüreğin tek ruhta birleşen vuslatıydı güneşin yıldızları emip sabahı doğurduğu gün sızısında… Ve gelinciklerin günün uçlarında böylesi dirilişi, masum oluşu… Bakir bir cennete, hiç öpülmemiş bir koyuna sağılışı vakitli vakitsiz Delfinyum’un. Duyduğunuz ses yağmurun dinlenmiş gelişine sinmiş martıların çığlıkları olsa da Delfinyum’un enginler silkenen gözlerinde aşkın kanat sesleriydi…   12 Haziran 2019

 


Yusuf Özdemir

Bir cumartesi akşamı ūcretli kölelik saati bitmiş
Metroya biniyorum iki aktarma
Ve Danforth
Grek rengi mavi ve beyaz
Atıyorum kendimi bir restoranda
Cam kenarına oturuyorum
Uzo, yoğurt ve karides sote
Tek dil bilmenin eksikliği işte
Az sipariş çok Uzo
Kadehleri yudumluyorum Grek ezgileriyle
Kürdi bir yalnızlığa
Kızılbaş acılar eşlik ediyor.
Kadehleri yenilemeye Maria geliyor
İstanbul, Atina ve Toronto
Bir göç hikayesi
Göçmenliğin acısıyla suladığı
İğde kokan bakışları
Anadolu’nun kadim sahiplerinin öteki olmuş hali
Aynı göğün altında aynı kederleri topluyor
Yurtsuz bırakılmış kavimler.
Kimliksizliğimin kimliğini içiyorum artık
Masalar doluyor her masa şen şakrak
Bana hüzün doluyor
Uzo şisesinde karides oluyorum


DAVUN AĞACI   
 Zeynel Güney

Otuz baş nüfusu olan bir aileye gelin olmuştu Cemile. Köyden köye kız verme olduğu için altı ay baba evine gönderilmedi. O yıllarda adet öyleydi. Yiğit, çalışkan ve kendine hiçbir işinden dolayı söz getirmeyen biriydi. Herkesi hayret ettiren, pek rastlanmayan bir gözü karalık etti.
Ekine elliğiyle girdiğinde tarla açılır giderdi. Sabah kalktığında büyükbaş küçükbaş hayvanların ahırlarını süpürürdü. Su taşımalı olduğu için evin biraz ötesindeki pınardan sitilleri doldurup getirirdi. Koyun keçi sağımı geldiğinde sitilleri kaptığı gibi sürünün yatak yerinde olurdu.
İlk çocuğunu doğurduğunda yalnızca bir gün işten kaldı. Son güne kadar çalıştı. Bir kere bile doktor kontrolüne gitmedi. O yıllarda doktor kontrolü ayıptan sayılırdı. Sonraki doğumlarda da yalnızca birer gün işten kaldı. Geleneğe göre aile büyüklerinin yanında gelinler çocuğunu kucağına almazdı. Cemile de almıyordu. Çocuğunu alıp seven onunla biraz fazla zaman harcayan olursa bu davranış da yadırganırdı.
Son doğumu ellik ve orakla yapılan ekin derimine denk geldi. Sabah biraz orak salladıktan sonra doğum belirtileri başladı. Hemen kendisi ile yan yana ekin deren eltisinin kulağına fısıltıyla durumu anlattı.  Konu hemen büyük kayın kardeşe bildirildi. “Burada doğum zor olur sen doğru evin yolunu tut” dediler.
Üç kilometrelik yolu yürüyerek geldi. Yalnızca yolun kenarındaki taş üstünde bir kere oturup biraz dinlendi. Sonunda eve ulaşmıştı. Ev kapıya kadar konuk doluydu. İnilti çıkarmamak için kendini tutuyordu. İşin kötüsü evde tek göz yazlık bir bölme var ama orası da sıralı kara kovan dolu arılık. Evde bu kadar konuğun arasında doğum yapamayacağına karar verdi. Hemen sandığından birkaç temiz bez aldı. Sonra eşinin tıraş kutusundan bir açılmadık jilet buldu. Hiç kimseye bir şey söylemeden evden çıktı.
Evin biraz ötesinde taşlıkta bulunan davun(*) ağacının dibine bezlerden birini serdi. Orada inleye bağıra doğurdu. Tedarik ettiği jiletle çocuğunun göbek bağını kendi eliyle kesti. Yanında bulunan çit bezle çocuğu kundakladı. Yine orada ilk sütünü tattırdı güzel oğulcuğuna. Eve gelenlerin gittiğini gördükten sonra, tek başına gittiği davun dibinden nur topu gibi bir oğlanla iki kişi olarak döndü Cemile.
Bir gün sonra oğlanı belediği beşiği ince cecim desenli kuşağıyla sırtına yüklediği gibi ekin tarlasının yolunu tuttu…
Davun ağacı (*): özellikle Hekimhan ve çevresinde taşlık yerde yetişen, ağacı sert yaprağı küçük, iki mercimek boyunda tatlı meyvesi olan bir ağaç.



     YAŞAMAK YAŞATMAK GİBİ
Yaşar Özmen 

Kaldır başını bak gökyüzüne adamım
Çıkar örtünü süz dünyayı kadınım
Bir aklın var okyanuslara egemen
Düşlerin var dar zamanda evreni fetheden
Bir gökyüzü var alabildiğine hür ve sonsuz
İki ayağının altı senden evvel sevgiyle örtünen
Acının ardılı sevmektir, var git aklın doğrultusuna
İnsanı insanda bul, tut elini, öp yüreğinden
göreyim güzelliğini.

Ne önünde engel olsun, alışılmışlık gibi
Ne kuralların olsun, dayatılmışlık gibi
Ne sınırların olsun, öğretilmişlik gibi
Ne beklentilerin olsun, dünyaya egemen olmak gibi
Ne de nefretin olsun, hemcinsinden öç almak gibi
Hedefin olsun hedefin, barışı koynunda beslemek gibi
Sevgin olsun sevgin, yeni bir insana ten örmek gibi
Özlemin olsun özlemin, şiirle barışa varmak gibi…
Çaban olsun çaban yaşamak yaşatmak gibi…
                                                               Haziran 2018


KALICI OLAN
Uğur Olgar
 Asliye Hukuk Mahkemesi ile Silifke'nin uzak bir dağ köyünde keşifteydik. Yargıç bey, gözlerini belerterek, bildirimde bulunurken kendisine "Abi" diye hitap eden poyraz yanığı yüzlü köylüye çıkıştı: "Be hey kuş beyinli adam, ben senin nerden abin oluyor muşum, hitaplarına dikkat et." Neye uğradığını şaşıran köylünün başından kasketini çıkarmadığını gören yargıç bey bu kez mübaşire bağırmaya başladı: "Şaban efendi, niye uyarmıyorsun tanığın kasketini çıkarması için? Külâhları değişeceğiz bak. Görevini doğru dürüst yapsana be adam!"
 Biraz önce kendisine çıkışıp kuş beyinli diyen yargıca şaşkın gözlerle yiyecekmiş gibi baktıktan sonra "Kusurumuza bakma abi, biz cahiliz, bilemedim." diyerek boynunu büküp soruların yöneltilmesini bekledi tanık köylü. Yargıcın kızmasına karşın, ikinci kez abi diye hitap ettiğinin bile ayırdında değildi.
 Avukatlar, orman, ziraat ve harita mühendisleri, yerel tanık ve bilirkişiler, kâtip, mübaşir, minibüs şoförü ile meraklı köylülerden oluşan topluluk yargıcın sinir ve öfkesine bir anlam verememiş, kimse müdahale etmek için bir girişimde bulunma cesaretini de gösterememişti. Sadece ben bir ara mübaşiri bir kenara çekip: "Yahu Şaban efendi madem yargıcın huyu böyle, keşif başlamadan, ifadesine başvurulacak olanları uyarsan olmaz mı, hitap ve kasket vs. konusunda?" diyebildim.
 Dağ köyü uzak olduğu için yargıç, yedi-sekiz dosyanın keşfini aynı güne toplamıştı. Bu yüzden sabah erkenden geldik. Karaman sınırında ve Yüğrük Dağı eteğindeki keşif mahallinde neredeyse akşama kadar kalmamız kaçınılmazdı. Tanıkları, yerel bilirkişileri dinle, sonra bildirimleri tutanağa yazdır, imzala vs. yargıcın işi hiç de kolay değildi. Öğle dinlencesi verilince, teknik bilirkişilerin yanlarında getirdikleri karpuz, tulum peyniri, siyah salamura zeytin, ekmek ve fantadan oluşan öğle kahvaltısı sofrasına yargıç, kâtip ve mübaşir dışında herkes oturdu. Aslında kâtip ve mübaşirin canları çok istiyordu bizimle bir şeyler atıştırmayı ama sinirli yargıçtan çok korkuyorlardı.
 Son lokmalarımı çiğneyip yutmaya çalışırken telefonum çaldı. Telefonuma çağrı sesi yaptığım Çerkes 'Seriday' ezgisinin akordeon versiyonu tüm keşif mahallini çın çın çınlattı. Bir kenara çekilip telefonuma baktım. Bilmediğim, bende kayıtlı olmayan bir numara arıyordu. "Buyurun, Avukat Uğur benim” dedim. Telefonun öteki ucundaki ses: "Ben, Hüseyin Avni Cinozoğlu. Safranbolu'dan arıyorum Uğur Bey," dedi güven veren, sıcak ve babacan bir ses tonuyla. Sonra içten konuşmasını sürdürerek: "Benim de seçici kurulunda bulunduğum 8. Uluslararası Altın Safran Şiir Ödülü'nde dosyanız birinci mansiyon ödülüne lâyık görüldü, tebrik ediyorum" dedi. Çok sevinmiştim. Teşekkür ettim. "Biliyor musunuz, ben de sizin gibi hukukçuyum. Şiirimiz de birbirine çok yakın. Ben, dosyanızın birincilik ödülüne lâyık görülmesi yönünde oy kullandım. Birinci gelen Ersan Erçelik ile aranızda çok az fark vardı" dedi ardından. Dünyalar benim olmuştu. Sinirli yargıca bile sarılasım geldi sevincimi paylaşmak için. Sonra neme lazım, azarlar mazarlar diye düşünerek vazgeçtim. Sessizce birkaç avukat ve bilirkişi arkadaşla sevincimi paylaşmayı yeğledim. Tebrik ettiler.
 Akşam keşif dönüşü yolda, minibüsün içinde 'Keşif' adlı şiirimi yazdım:
 KEŞİF
 uzak bir köyde yapılan
bir tarla davasının keşfinde
yargıcın, başında kasketiyle konuştuğu
ve “abi” diye hitap ettiği için
azarladığı köylüyü
unutamam hiç

oysa Atatürk’ün yakıştırdığı
efendiliği ve çalışkanlığı
üzerindeydi o gün
ve nasırlı elleriyle boğacakmış gibi bakmıştı
poyraz yanığı yüzündeki
çukura kaçmış gözleriyle,
keyifle bacak bacak üzerine atmış
sigarasını tüttüren
sinirli yargıca...
 On beş yirmi gün sonra ödül töreni için çağrılı bulunduğum Safranbolu yollarındaydım. Ankara üzerinden Safranbolu'ya geçeceğim için Mülkiyeliler Lokalinde dostlarla çay içip söyleşmeden gitmek olmazdı. Kayınbiraderim İsmet Özen'in mutâd konukseverliği içerisinde Mahzun Doğan, Osman Namdar, Şehriban Ebem ve adını anımsayamadığım bir dostla toplandık. Çay ve sıcak şarap içtik, söyleştik, elbette şiirleri masaya yatırdık bir güzel. Mahzun'la Osman olur da şiirler elimizden kurtulabilir miydi öyle çabucak?
 Safranbolu'da Halil Nihat Yıldız beni otogarda karşıladı. Hüseyin Avni Cinozoğlu, Hüseyin Özmen, İsmail Arslan, Gülderen Canyurt, Ersan Erçelik, Sevim Yazar, Atila Er ve eşi, ağaç altı güzel bir kafede oturmuş söyleşiyorlardı, ben de katıldım. Ödül töreni güzel geçti, konuşmalarımızı yapıp şiirlerimizi okuduk. Yıllar sonra aramızdan ayrılacak olan ve şiirler içinde uyumasını dilediğim Hüseyin Avni Cinozoğlu o gün ödül töreninde çok güzel ve anlamlı bir konuşma yaptı. Omuzlarına inen uzun saçları ve heybetiyle Fransız aktörü Gerard Depardieu'ya benzettim. Bir söyleşi esnasında kendisi de belirtti, o ünlü Fransız aktöre benzetildiğini sık sık. Şöyle bir doya doya Safranbolu'nun tarihi evlerini gezemeden Silifke'ye dönmek zorundaydım en büyük kayınbiraderimin amansız hastalığı nedeniyle. Ama Safranbolu'nun ünlü lokum ve şekerlerinden satın almayı da ihmal etmedim.
 Aldığım birinci mansiyon ödülü karşılığı bana, dosyamın 'Denize Düşen Nehir' adı ile kitaplaştırılıp 1000 adet bastırılarak verilmesi ise kuşkusuz çok sevindirdi beni. Yıllar geçti, dağıta dağıta bitiremedim hâlâ.
 Birkaç ay sonra o sinirli yargıç başka bir ilçeye atanıp gitti. Kâtip, mübaşir ve Asliye Hukuk Mahkemesiyle işi olan herkes çok rahatladı. Gittiği ilçede şimdi kimleri azarlayıp aşağılıyordur kim bilir?
 Yargıçlar, yasalar sürekli gelip geçiyorlar ve kimsecikler anımsamıyor bir süre sonra, ama şairler ve şiirleri hep yaşıyor ve anımsanıyor sonsuza dek.
 Önemli olan olumlu izler bırakıp kalıcı olmak...
  
YAŞIYORDUM SENSİZ!
Mir Murat Demir

Yaşamak kolay elbet, nefes alıp vermekse
Yiyip içip tutunmak, an be an tükenmekse
Yaşıyordum, kendimde, inzivam da, sessiz sedasız
Yaşıyordum, içimde, hayallerim de, sensiz sevdasız
Işık verdin, coşku verdin, umut verdin, sevgi verdin
Yalnız yaşanır mı sevda, yarım sendin, sen geldin
Dağ çileğim dört duvar ve boğulmamak için
Açın pencereyi kapıyı, kıyım bu, ışıklı bir hayat seçin
Ne haykırıyorum, bağırıyorum çığlık çığlığa
Hislerimi tercüme edecek yok, değmez ağlamaya
Ceza mı, nadas mı, mutlu günlere vuslat mı
Beni aldın gönlüne, uçurdun, ışık mı, kanat mı
Seninle bir gün konsere gidelim, enstrüman obua olsun
Belki sana yazdıklarımı denk getiririz, eşini bulsun
Dağ çileğim, canım benim, ebedimsin, edebim
Bu can enerji dolu, döndü yüzünü hayata, aşk olsun
Beni ben gibi, kendi gerçeğimle halimle sevdin
Birleşti yürekler çıktı zirvesine, aramadın kusur
Sen mi, ben mi çok sevdim, hesaplar bitmez, küsur
Nasip diyelim sevdamıza, mutluluk kısmetimiz, zuhur
Hayattaydım, kendimde, inzivam da, sessiz sedasız
İnzivadaydım, içimde, hayallarim de, sensiz sevdasız
Mümkün mü hayata tutunmak, umutsuz, havasız
Mümkün mü yaşamak, ışıksız, sevgiden uzak, çabasız
Mutluluğa yelken açmışız dağ çileğim, yol uzun
Yakala gülmelerimi ve çokça gül, hatırası kalsın pozun
Hayat sonu belirsiz bir süreç, her an ömrü yitirmek
Başarı değil mi, güzel ve hoş anılar, mutluluk biriktirmek
Sar sarmala, bitmesin, tükenmesin, sonu yok bu dansın
Canımda can, coşkum, sevincim, ışığım, bana cansın


Metin Soydeveli

Yatağı atlayıp geçilemeyecek kadar geniş,
Gürül akan sancılar götürecek sanki insanı,
Sevsem pişmanlık, sevmesem ondan da kötü
Korkum bu, ayrılık; yapışıverecek ateşin eli
enizlerin göle akması kadar umutsuz bekleyiş

Elime tutuşturduğun ucu kör bir iğne,
“Dik” diyorsun, dünyanın söküğünü
Yalandan bir iş güç sahibi yapıyorsun beni
Geçse bile yordasından, ibrişim olsa ipi, atlas yaması,
Dikiş tutmaz, kumaşı yatık, etinden ayrılmış derisi

Ses ver dünya!
Değer mi yaşamaya bu nafile hayat
Suç aramanın, suçlu aramanın sırsımı ki şimdi
Kim tutuşturursa tutuştursun, hasret yakar iki ucu
Güneş alır duvardaki asılı fotoğrafların rengini

Karalar yetmiyormuş gibi…
Bir de okyanusu sardın başıma
Mavilerim barışık değil lacivertin koyuluğuyla
Aşılmaz dağların soğukluğuyla kavgalı beden
Dilimden düşürdüm ıslığımı,
Çağırmıyor artık ten kokun

Yanmış, yıkılmış bir dağ artık gönül,
Sanki ordu çiğnemiş bedenimi
Ateşten bir gömlek üzerimde
Ne sıkılan suyu tanıyor, ne verdiği serinliği,
Kafamın içinde sorunlar yumağı, aklımda hâlâ sen
Beni yakan ateş öğretsin sana, nasıl özlenirmiş saçının teli


YOKLUĞUNLA BAŞ BAŞA

Yaşar Özmen 

 

Biz benle oturduk ay ışığına

Karşılıklı iki laf kırıyoruz belinden

 

Seni tuttuk oturttuk sol yanımıza

Yüreğimize merhem iki söz düşmedi dilinden 

 

Bazen yokluğundan

Bazen geçmeyen arabalardan

Karşı bacaya bu bahar yuva kurmayan martılardan

Aramızda oynamayı unutan çocuklardan söz ettik

Akşam kokusunu yıldızlara saklayan yaseminleri geç

Ayın içime saplanan okları daha derin

Ve şu zeytin yapraklarının ruhumla oynayışı

Gelip bir tutam hüzün aldı içimizde büyüyen anılardan…

 

Yokluğunla baş başa

Biz benle oturduk denize karşı

Ne deniz deniz gibi içinde düşler küskün

Ne pazar pazar gibi tezgâhta gözler süzgün

Ne de varlığın yok gibi tüm sözler üzgün

Dört duvar günleri sıyrılır sabahlardan

Yarasa gölgesinde uyuyan gündüzler

Yokluğun gelip dikildiğinde ince akşamlardan

Ben bizle, çekip öptük gözlerini rüyalardan…           

                                      Temmuz 2020 Narlıdere













BİLGİYE DUYARSIZLIK
Yaşar Özmen
 Çağımızda çok fazla bilgi üretiliyor ve bilginin dolaşım hızı oldukça yüksektir, bunu biliyoruz. Sanat veya şiir alanında da. Çağın gereği, hangi bilginin yetkin bilgi olduğunu, hangi bilginin sanatsal bilgi olduğunu ve hangi bilginin kirli bilgi olduğunu ayırt etmek de bir mühendislik işi. Bu yüzden ticarette, sanatta, siyasette danışmanlar ve yol yordam gösterici kuruluşlar, mantar gibi ortaya çıkmaya başladı. Doğal bir süreçtir; kabul etmek gerekir. İnsan beyni her bilgiyi yetkin ve gereğine uygun anlamlandırmaya, işlemeye yetişemiyor. Her alan kendi bilgi havuzunu oluşturmuş ve uzmanlık gerektiren dallara ayrılmış durumdadır; bilgiler arası eşgüdüm ve yorum sizin zekânızla doğru orantılı duruma gelmiştir. 
Böyle bir girişten sonra bilgi yoğunluğundan söz edeceğim diye düşünebilirsiniz; ne var ki bilgi yoğunluğunun sorunlarından söz etmeyeceğim. Daha özel bir konuya değinmek istiyorum. İşin ilginç yanı kendi deneyimim olan bir konuyu gündeme getirmek üzere bu yazıyı kaleme aldım. Aslında kendi deneyimlediğim bir durumu örnek vermekten sıkılıyorum. Birebir yaşadığım deneyim olması nedeniyle, kendim için bir şey yapmış görünmekten çekiniyorum. Öyle de olsa, sosyolojik ve gerçek bir durumu ortaya koymak, bazı konulara dikkat çekmek için kendime ilişkin bu örneği vermek istiyorum. 
“Saf Sanattan İnsana Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi” isimli kitabım Kasım 2018’de yayımlanmıştır. Kitapta yeni önermeler, kuramlar, katman edebiyat eleştiri sistemi, şiirsel ezgi, şiir/sanat çözümleme tekniği ve yeni terimler/kavramlar ileri sürdüm. Türk ve dünya yazınına farklı bir şeyler ürettiğimi, sanat/şiir anlayışının önünü açıcı, özellikle şiir için yeni ve farklı bir şeyler ortaya koyduğumu düşünüyorum. Kullanılabilir, bilimler arası eşgüdümle araştırılması ve değerlendirilmesi gereken bilgiler öne sürdüğümü söylemeliyim. Bunların yanında bazı etkinliklerde, katıldığım medya programlarında, Kuramlar ve Şiir Çözümleme Tekniği gibi kitaptaki pek çok bilgiyi sözlü olarak açıklamaya çalıştım. Ayrıca Vedat Günyol 2020 deneme yarışması seçici kurul özel ödülü alan ‘İmgelem-İmge-İmgelem’ isimli deneme kitabım ve Homeros edebiyat ödülleri bir şiiri inceleme yarışmasında dereceye giren bir çözümlememin yer aldığı ‘Sanat/Şiir Çözümlemesi’ isimli deneme[1] kitabım, ileri sürdüğüm konulara açıklık getirmek üzere e-kitap olarak yayımlanmıştır. Aradan uzun zaman geçmesine karşın sosyal medyada birkaç tepki dışında ileri sürdüğüm bilgiler konusunda doyurucu açıklama, yorum ya da olumlu/olumsuz eleştiri almadım. Yazınsal platformlarda bunların konu edildiği bir yazı veya eleştiri görmedim. Yeni düşünce, yaklaşım ve daha önce dillendirilmemiş yazılara karşı herhangi bir tepki ve geri dönüş almadığım için, eksik bir şeyler mi ortaya koydum, yanlış veya yinelemeler mi yaptım diye kuşkuya düştüğüm zamanlar da oldu. 
Bunların yanında, ‘Şiir Sarnıcı (e-dergi)’ isimli üç aylık sanat ve yazın dergisi çıkarıyorum ve şu anda altıncı sayısını okuyorsunuz. Bu dergi, bloğumda ve internette aradığınızda ilk sıralarda görünen kolay ulaşılabilir bir dergidir ve yazınla ilgili sanat camiasının e-posta (bende bulunan) adreslerine PDF dosya olarak gönderilmektedir. Emek dışında hiçbir gideri ve geliri yoktur. Şiir Sarnıcı ve şahsım, herhangi bir öğreti, inanç ya da kalıplaşmış/ayrıştırtılmış düşüncenin temsilcisi ya da sezdiren bir uydusu değildir. Aklı, bilgiyi, bilimi, sanatı, sevgiyi ve insanlığı önceleyen; kalıplaşmış, ayrıştırılmış veya güdülenmiş düşünceyi dikkate almayan bir içeriğe sahip olması için çalışıyoruz. Olabildiğince bilimsel, yazınsal ve sanatsal nitelik kazanması için çaba harcıyoruz. Yazın, şiir ve sanat için bir şeyler yapamaya çalışıyoruz; edebiyat adına deyip dikte edilmiş fikirlerin peyki durumuna düşmek istemiyoruz. Grupların, komünlerin, çıkar çevresinin, ben bilirim tarzı ego yumağının barınabileceği bir alan dışına çıkarmaya çalıştığımız bir yazın platformudur bu dergi.
Derginin PDF dosyasını e-posta adresine gönderdiğimiz birkaç okur, dönüş yaptı; eleştirdi veya teşekkür etti. Bunların dışında ben şiir adına şöyle yapıyorum diye yazan çizen, şiirsel mecrada boy gösteren, şiir elden gitti diye çevresindekilere dert yanan, yurt içi/dışı şiir çağrılarında önde dolaşan, şiir adına sağda solda ahkam kesen; kısacası şiir ustası denen şair dostlarımdan ne bir dönüş oldu ne kutlayan oldu ne yorum yapan oldu ne şöyle olsa daha iyi olur diye yardımcı olmak isteyen oldu ne de yapıtını gönderip dergiye katkı sağlayan. Şiir öldü, dil elden gitti, sanat öldü, edebiyat adına, şiire zarar veriyor gibi yargı tümceleriyle feveran eden büyük yazar, şair dostlarım; bundan sonra sakın ola böyle tümceler kurup bir de güvenimizi sarsmayınız; çok açıktır ki kendiniz için olanın dışında bir şey yapmıyorsunuz. Sanat insanı; yararın, çıkarın, egonun, popülaritenin olduğu yerde değil; insanın ve insan için bir şeyler yapanın yanında olur, içinde olur.
Şimdi temel soruyu soruyorum: Bu ülkede sanatsal etkinlikler yürüten, sanatı işi olduğu için yapan ve sanat eğitimi veren yüzlerce akademisyen var. Binlerce şair ve yazar var; daha doğrusu var olduğunu biliyoruz. Ayrıca bir o kadar da edebiyat fakültesi, mezunu ve bunların öğretim üyeleri ile emeklileri var. İki binli yılların başında Güzel Sanatlar Fakülteleriyle ilgili bir yasa teklifinde açıklanan bir istatistiki bilgiye göre, kırkı fakülte düzeyinde olmak üzere sanat eğitimi veren yüz otuzun üzerinde kurum ve kuruluş var olduğu söyleniyordu. Üretilmiş yeni bilgi, kuram, kavram, yazınsal sistem ve ileri sürülmüş yeni bir teknik karşısında bunlar neredeler? İki sanatsal kuram, bir katman edebiyat eleştiri sistemi ve bir sanat çözümleme tekniği ileri sürdüm. Bunlar anlaşılmadıysa en azından bu nedir, diye sorulabilirdi. Yanlışsa yanlış, kötüyse kötü deme cesareti gösterin hiç olmazsa. Yeni bilgi bu kadar değersiz mi? Edebiyat çevrelerinin ağzında sakız olmuş konular dışında yeni bir şeyler söylemek bu kadar mı ürkütücü, anlam veremiyorum. Bilim, bilgi, kuram, estetik, sanat ve felsefe dediğimizde herkesin kaçıştığı bir edebiyat camiasında varlık bulmaya çalıştığımızı biliyoruz ama bu kadar da olmamalı…   
İsterseniz bu sorunu biraz açalım. Sanat bilimine yönelik çalışmalar ve sanata ilişkin bilgi üretimi yinelemelerden öteye geçmiyor, diye bir yargı ileri sürersem ne dersiniz? ‘Türk şiiri magazinsel söylemler üzerinde yönlendirilmektedir.’ diye her ortamda kullandığım bir tümce vardır. Bu yargıyı haklı olarak ortaya koyduğumu düşünüyorum. Neden, diyeceksiniz. Haklı olduğumun kanıtıdır yukarıda sözünü ettiğim deneyim. Popülist bir yaklaşım, popülarite yığılmış bir ortam ve birbirini yineleyen sanatsal bir bilgi dünyasının içinde yaşıyoruz. Türk yazınında ödül uygulamalarından eleştiri sistemine kadar aşılamayan temel sıkıntıların olduğunu hepimiz biliyoruz. Ayrıca kendini kanıtlamış, toplumda beğeni kazanmış şairlerin söylemleriyle şiiri öğrenebileceğimizi düşünüyoruz. Bunlar iyi bir birikimdir; tarihsel bilgidir. Metinler arası ilişkinin doğal bir sonucudur. Ancak şiirin gelişimi ve geleceği için yeterli değildir. İyi şiir yazmak istiyorsak, yeni bir biçem kurmak istiyorsak, şiir felsefesine ilişkin yeni kuramlar üretmek zorundayız. Çağın bilgisine ve ileri teknolojisine uyum sağlamak öncelikli işimiz olmalı. Yapıt ile insan arasındaki ilişkinin tanımlanmasında hâlâ sıkıntılar var ve net şeyler söyleyemiyoruz. O öyle demiş bu böyle demişle birbirini yineleyen ne var ki bilgiyi uygulamaya dönüştürmekten çok ötede kısır döngü içinde debelenip duruyoruz. Çağdaş sanatın önünü açan soruları ve evrimsel sanat yaklaşımına doğru gidişin yollarını, araştırmaktan kaçınıyoruz.
Kuramsal bilgi üretmeden çağı önceleyen biçem kuramayız. Yinelemeyle bir adım daha öteye gidemeyiz. Ayrıca bu tür yaklaşımla sadece öykünen bir sanat biçimi kurabiliriz ki bunun adı sanat değil, taklit olur. Sanatın temel ilkesi, her geçen gün yeni bir şey ortaya koymaktır. Kendini aşan yeni yapıtlarla yaşamın karşısına dikilmektir. Türk şiiri veya yazınının ileri gelenleri, kendilerine öykünmeci türetme peşindedirler. Yazının önünü açıcı, yol gösterici tutum; ne ödül sisteminde ne eleştiri sisteminde ne de diğer etkinliklerde duyumsanmaktadır. Bunun böyle olmadığını birisi bana açıklayabilir mi?
Sanatçının ben kaygısı yüksektir; onu sanat üretmeye iten şeyin, çıkış noktasıdır. Buna diyecek bir şeyimiz yoktur. Ancak üretilen bilgiyi görmezden gelmek, Orta Çağ mantığından kurtulup olaylara mantıksal bir açıdan bakamamak, açıklanmaya muhtaç önemli bir sıkıntıdır kanımca. Sanat çevresinde yaygın ve kanserojen bir hastalık durumudur. Sanatın, şiirin, kültürün, eğitimin, bilginin, insanın, emeğin; değersiz görüldüğünün birebir gösterenidir.   
Sanat dünyası; özellikle anlam sanatları, yeni ve farkındalıklı bilgiyle zenginleşir. Aklın sınırlarını ve normalin çeperini kırmakla kendine yaşam alanı ve etki alanı kurabilir. Her geçen gün yeni ve farklı bir şey üretmeliyiz. Bilgiye duyarsız kaldıkça köreliriz. Bilgiyi öteledikçe saplantılarımız bizleri esir alır. Yenilikleri kıskanıp ondan uzak durdukça kabalaşırız. Sanatsal bağlamda iyi bilgi, kullanılabilir bilgi, yeni bilgi; bazen bir çocuğun sorusundan bazen bir rüzgârın sesinden üretilir. Her üretilen bilgiyi, didik didik etmeliyiz ki bir kazanım, bir sonuç elde edebilelim. Çıkalım artık yirminci yüz yılın tozlu sayfalarından, nesnellik ilkesi kırılalı yıllar oldu. Kurtulalım kalıplaşmış genellemelerden; genellemeler şiir gibi bir düşün sanatını açıklamaya yetmez. Dünyadaki olgu ve olaylara bakıp yeni bir şeyler yapalım. Dinozor hattını aşmak çok zor olsa da değiştirilmesi gereken çok şey var bu kulvarda; en başta anlayış…   
Sonuç olarak, prestij, statü, popülarite ve toplumsal profil avantajı sağlamayan platformlarda görünmek, rüştünü ispatlayamamış kişiler için sıkıntılı ve ürkütücü bir tavırdır; biliyoruz. Bu, çağın dönüştüremediği başka bir rahatsızlık. Asıl sorun, çağı ve ürettiği bilgiyi okuyamıyor olmamızdır. Okumak da istemiyoruz. Sanatta yeniliğe karşı duyarlı değiliz ve yeni şeylere güvenimiz yok. Dahası sahip olduğumuz bilgi birikimini, günümüzün teknolojisi ve anlayışıyla kullanmayı beceremiyoruz. Kullananı da öğreti, inanç gibi sözde gerekçelerle görmezden geliyoruz. Sanatta gelişimin önündeki en önemli engel, yeniliğe ve bilgiye karşı duyarsızlaşmaktır. Duyarsızlaşma şairi kabalaştırır; estetik değer üretme yeteneğini elinden alır.

Yavuz Dinç

Bir şair diyorum
Yorulmuş kelimeler yüreğinde
Demlenmeyi bekler her daim
Bir şair diyorum
Kayaçların altında kaynayan sular gibi
Fışkırmak için beklerken eşref vaktini
Durulmayı bekleyen bir çağlayanın
Dudaklarında mahrem kelimeler
Bir şair diyorum
Çölün ortasındaki vaha gibidir
Gündüzün ihtişamında
Gecenin gizeminde arar mısralarını
Dimağında harmanlanmış duygular 
Kelimeler harmanlanır kaleminde
Bir şair diyorum
Bir çocuğun saflığında
Arar ilham dolu kelimelerin saf duygularını
Bir çocuğun sevincinde oynar kelimelerle
Bir çocuk gibi bir arkadaş gibi
Bir şair diyorum
Varoşlarında şehrin acı neşe ve çığlığı
Yansıtır mısralarında
Umuda koşan göçmenlerin feryadını
Duyar mısralarında
Umudu koparılmış bir annenin
Kitap yüklü bakışlarını görür mısralarında
Bir şair diyorum 
Nadasa bırakılmış toprağı işler gibi
Ellerinde nasır bağlanmış çilekeş insanların
Yorgunluğunda gizlenmiş kelimeleri
Hisseder nasır tutmuş parmaklarında
Bir şair diyorum
Şehrin göbeğinde kurulmuş sosyete köşelerinde
Kadeh seslerinde gizlenmiş kelimelerin
İğreti olan boş vermişliğini bulur mısralarında
Taverna köşelerinde kahkaha atan kadınların
Hayat hikâyelerini okur mısralarının dizilişinde
Bir şair diyorum
Sır kapılarını aralarken harflerin
Musikinin derinliklerinde gizlenmiş kelimelerin
Bir keşişin âlemi seyrinin derinliklerinde saklanmış
Benliğinde hakikati arayan bir derviş gibi
Yolda bulur lâfızların deruni manalarını
Bir şair diyorum
Sözcüklerin büyülü tılsımında arar kendini
….

Hızır İrfan Önder

daha
kaç güz
kaç bahar
bekleyeceğim seni?

yoruldum
tik takını saymaktan
büyük saatin!…

hayatım dümensiz gemidir 
kalbim pusatsız er!...

uzun bir kış gecesinde
elimi ölüm tutacak,
kapımı kar!...

bari sen de
hasatsız ömrüme ağla!..

HEY
Emine Çakır

hey... siz
siz de bir gülü koklamak yerine
bibloları öpen ve sonra
reklâm panolarına geçenlerden misiniz

ölüme direnenler yerine
kafesteki bir papağanın küfrüne
bütün aklıyla kesilenlerden mi

bozuyor artık buzdolapları yemekleri
saklayıp sayıklıyor can parçalarını
kırk gün kırk geceye sığmayan analar

sevdiklerini göremeyen babalar
kırk katır kırk satır sır olup gidiyorlar
meşkle boğulup savrulurken birileri
ötmüyor besili horozların hiç biri
tanrı şahitlik istiyor kullarından ve
horozlardan geliyor tilkilere can suyu

BEŞ ŞAİR
                          BEŞ KİTAP
                                                         BEŞ ŞİİR
                                                                                                          KÖŞESİ

        Şiir Sarnıcı’nda bu sayıdan itibaren “Beş Şair, Beş Kitap ve Beş Şiir” köşesi oluşturuyoruz. Şairleri, kitaplarını ve şiirlerini tanıtmak üzere her sayıda beş şaire, kitabına ve bir şiirine yer vereceğiz. 

Ayrıca şiir kitaplarını tanıtmak maksadıyla, şiir kitabı ön kapak görselini, derginin “ŞİİR SARNICI KİTAP SEÇKİSİ” başlığı altında bir bölümde yayımlayacağız. Her sayıda ortalama 12-18 kitap kapağına yer vermeyi düşünüyoruz. Kitabının tanıtımını yapmak isteyen, kitaplarını veya görselini gönderebilir, iletişim kurabilir. Şair, kitap ve şiirleri hakkında herhangi bir yorum veya değerlendirme yapmıyoruz. Şair ve kitaplarının değerlendirmesini, okur görüşlerine bırakmanın daha sağlıklı olacağını düşünüyoruz. 

  Yayın ilkelerimizi blogdan veya derginin ilk sayılarından okuyabilirsiniz. Dergiye alacağımız veya tanıtımını yapacağımız şiir kitaplarının sanat değeri en önemli ölçütümüzdür.
  Bu sayıdaki şairlerimiz:
Mehmet Rüzgâr
Ahu Neda Olsoy
Gülşen Ersan
Elif Burcu Özkan
Hasan Çapik



















KİTAPLARIM VE DERGİ KAPAK GÖRSELLERİ


Yaşar ÖZMEN

 

ŞİİR YARIŞMASI ŞARTLARI:

 

1- Yarışmada konu ve tür serbesttir. Daha önce ödül almamış, hiçbir yerde yayımlanmamış en fazla iki şiir ile katılabilecektir. (Serbest ve hece ayrımı yoktur.)  (Kitap, dergi, gazete, internet sitelerifacebook gibi sosyal paylaşım ağları ve bloklar dahil yayınlanmış olursa derece alsa dahi ödülü geri alınır.)

2- Gönderiler e- posta yoluyla yapılacaktır.

3- Şiirler, (en fazla 2 tane) 12 punto Times New Roman karakterli bilgisayar ile 1 satır aralıklı olarak yazılacak. Her şiir için ayrı rumuz kullanılacak, şiirin başlığının yan tarafına rumuz belirtilecek. Ayrıca bir wört dosyasına özgeçmiş, 1vesikalık taranmış fotoğraf, yazışma adresi, telefon, e-posta bilgileri yazılarak e-posta yoluyla alanyaguncel@gmail.com adresine ileteceklerdir.

4- Şiir yarışması için ödüller: Kaygusuz Abdal ödülü, Güzel Alanya, Alanya Kale, Alara, Alanya Kızıl Kule, Güncel Sanat ve Seçici Kurul Özendirme” ödülleri olarak belirlenmiştir.

Seçici kurul: Prof. Dr. Tuğrul İnal / Yar. Doç. Dr. Mehmet Yardımcı / Hasan Uğur TAŞÇI / M. Demirel BABACANOĞLU  

 

ÖYKÜ YARIŞMASI ŞARTLARI:

 

1- Yarışmada konu ve tür serbesttir. Daha önce ödül almamış, hiçbir yerde yayımlanmamış bir öykü ile katılabilecektir. (Kitap, dergi, gazete, internet sitelerifacebook gibi sosyal paylaşım ağları ve bloklar dahil yayınlanmış olursa derece alsa dahi ödülü geri alınır.)

2- Gönderiler e -posta yoluyla yapılacaktır.

3- Öykü (en fazla 4 sayfa olarak) 12 punto Times New Roman karakterli bilgisayar ile 1 satır aralıklı olarak yazılacak. Öykünün başlığının yan tarafına rumuz belirtilecek. Ayrıca bir wört dosyasına; özgeçmiş, 1 vesikalık taranmış fotoğraf, yazışma adresi, telefon, e-posta bilgileri yazılarak e-posta yoluyla alanyaguncel@gmail.com adresine ileteceklerdir.

4- Öykü yarışması için ödüller: “Akdeniz Öykü Ödülü, Güzel Alanya, Alanya Kale, Alara, Alanya Kızıl Kule, Güncel Sanat ve Seçici Kurul Özendirme” ödülleri olarak belirlenmiştir.

Seçici kurul: Öner YAĞCI / Yaşar YILTAN / Münevver OĞAN, Ahmet AKMEHMETOĞLU 

Başvuru atılım; 1 Temmuz 2020 tarihinde başlayıp, 31 Aralık 2020 tarihinde sona erecektir.

Sonuçlar:1 Mart 2021 tarihinde açıklanacak, ödül töreni daha sonra belirlenip, duyurulacaktır. 

* Yurt dışından ve öğrenci müracaatları olursa, yaş gruplarına göre önceki yıllar da yaptığımız gibi ayrıca değerlendirilecektir.

* Yarışma ödülleri: Kitap seti, kazandı belgesi ve plaket verilecektir.

* Gerektiğinde yarışmalar için, alanyaguncel@gmail.com ve 0532 409 4521 numaralı telefondan da ayrıca bilgi edinilebilir. 

* Eserler ön elemeden kuruldan geçtikten sonra seçici kurula gönderilir.

Derece alan eserlerin ilk yayınlama hakkı dergimizindir. Sonrasında eser sahiplerinindir. Derece alan eserler “Güncel Sanat Öykü ve Şiir Ödüllü Eserler” adı altında ortak bir payda ile kitap olarak yayınlanacaktır. Eşit payda ile katılım yapılacaktır ve kitap eşit sayıda verilecektir. Derece alsa da kitaba girmek istemeyen arkadaşlarımızın ödülleri iptal edilecektir.

Yarışmaya katılanlar yukarıda belirtilen şartları kabul etmiş sayılırlar.

 

BAYGENÇ YAYINCILIK, ÇOCUK ÖYKÜLERİ DOSYASI YARIŞMA DUYURUSU

 

Katılım ve Değerlendirme:

1-Yazarlarımız, 64 sayfa kitap olacak şekilde bir dosya ile katılabilirler. Dosya bir veya birkaç öyküden oluşabilir.

2-Daha önce ödül almamış ve kitaplaşmamış öykü veya öyküler ile başvuru yapılabilir.

3- Başvurular internet üzerinden alanyaguncel@gmail.com ya da baygencyayincilik@gmail.com adresine yapılacaktır.

4-Başvuran eser sahipleri öykünün üzerine bir rumuz yazacaklar. Ayrıca özgeçmiş, iletişim bilgileri bir vesikalık fotoğrafını tarama yaparak ikinci bir mail ile gönderecekler.

5-Öykü ya da öyküler 1,5 satır boşluğu bırakılacak şekilde 12 punto, Times New Roman karakteri ile yazılmış olmalıdır.

6-Derece alan dosyalar yazarı ile varılacak anlaşma doğrultusunda Baygenç Yayıncılık tarafından yayınlanacaktır. İlk yayın hakkı Baygenç Yayıncılığa aittir.

7-Dereceler:1.2.3. lük ödülleri dışında jürinin gerek görmesi durumunda “Jüri Özel Ödülü” verilebilir.

8-Son başvuru tarihi 31 Aralık 2020, gecikmeden yayınevimiz sorumlu değildir.

10-Ödül töreni ileride duyurulacak bir tarihte yapılacaktır. Kazananlara plaket ve kitap paketleri verilecektir.

11- Katılımcılar yukarıda belirtilen şartları kabul etmiş sayılırlar. Şartnamenin dışına çıkan olursa derece alsalar dahi ödülü iptal edilir.

Jüri üyeleri: Vedat YAZICI, İncila ÇALIŞKAN, İlhan SOYTÜRK, Bilge ÖNGÖRE

* Ayrıntılı bilgi için; alanyaguncel@gmail.com ya da baygencyayincilik@gmail.com adreslerine veya 05324094521 nolu telefona başvurabilirler.

* Yarışmaya katılanlar yukarıda belirtilen şartları kabul etmiş sayılırlar. Şartlara uymayanlar derece alsalar dahi ödülleri iptal edilir.




Şiir Sarnıcı, Yaşar Özmen





3 yorum:

  1. Emek yoğun bir dergi. Kutlarım emeği geçenleri.

    YanıtlaSil
  2. Emeğinize yüreğinize sağlık sevgili Yaşar Özmen. Katkılarıyla dergimizi yücelten tüm dostlara selam olsun

    YanıtlaSil