18 Mart 2022 Cuma

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Nisan 2022, Sayı:12

Şiir, serzeniş ya da yakınma sanatı değildir; ne var ki ortam ve koşullar, bunların ötesine aşacak bir anlayışa izin vermiyor. Çalışalım ve dileyelim ki bizim de tanık olabileceğimiz en kısa zamanda… Dünya şiir gününüz kutlu, mutlu, umutlu olsun.

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Sayı 12, Yaşar Özmen


Şiir Sarnıcı Bilgi Sayfası




























































YAYIMCIDAN

Bu sayının giriş yazısında Şiir Sarnıcı’nın dosya konusuna, içeriğine ya da son durumuna değinmeyeceğim. Duyduğum, duyumsadığım, gözlemlediğim birkaç konuyu okurlarımızla paylaşmak istiyorum.


Eşekle köy köy dolaşıp Anadolu insanının okuması için seferber olmuş bu ülkenin kahraman kütüphaneci ve eğitimcileri, hakkınız ödenmez. Okuma alışkanlığını kazanmak için seferber olmuş bir toplum, okuma yeteneğini yavaş yavaş yitiren bir topluma mı dönüşüyor? Günümüzde büyük bir kesim, bir şeyler okuyor ya da okumak zorunda kalıyor. Nitelikli bir okuma sayılır mı bunlar? Geçmiş yıllarda sorun kitaba ulaşmaktı, şimdi bu durum ortadan kısmen kalkmış olmasına karşın çağın daha büyük bir sorunuyla karşı karşıyadır okur. Bunca yayın kirliliğinin arasında doğru kitabı okumak, temiz bilgiye ulaşmak ve yaşamsal duyarlılığı kazanmak…

Teknoloji ve bilgi varlıkları, çok hızlı değişiyor ve buna uyum sağlamakta zorlanıyoruz. İletişim ve yayım olanakları o kadar çoğalmasına karşın iletişim sorunu yaşayan bir toplum olduk. Yakında Metaverse (sanal evren) devreye giriyor. Üç boyutlu olarak, yüz yüze görüşür gibi sanal gerçeklik ortamında görüşebileceğiz. Bunun dışında düşleyemediğimiz pek çok gelişme gündemdedir; yakın zamanda kullanımda olacak. Gelişmeler şunu gösteriyor: Güncel, artık aklımızı zorluyor. Kavramakta zorlandığımız bir çağ, kendi edebiyatını üretecekse yazar ve şair değişimin önünde olmak zorundadır. Edebiyat, çağın aynası olmakla birlikte çağa yön veren itici güçtür. Bu önermenin gerçekleşmesi için, nitelikli yapıt üretecek donanımlı yazar-şairler olmalıdır. Okumadan, araştırmadan, çağın gerçeklerine egemen olmadan iyi yapıt üretme devri kapanmıştır. Modern sanat çağının bilgilerini yinelemekle günümüzün aynası olacak yapıt üretmek zor görünüyor. Başımızı kaldırıp ufka doğru bakmalı, ufukta bizi neler bekliyor okumaya çalışmalı ve ona göre önlem almalıyız.

Sanat kaygısı taşıyan yazar ve şairlerin iletişimde bulunmasını; çağdaş bir anlayışla yazınsal tartışmalara katılmasını; kazanılmış bilgi, deneyim ve becerinin genç kuşağa aktarılmasını; gençlerin yazın ortamına adım atması için yüreklendirilmesini; ortaya konan yapıtların çağın sanat bilgisiyle değerlendirilmesini amaçladığım için, Şiir Sarnıcı’nı kurdum ve herkesin okuyabileceği birkaç sayısal ortamda ücretsiz yayımlıyorum. Onca çaba ve emeğe karşın Şiir Sarnıcı’nı, bir dergide olması gereken nitelik ve niceliklere ulaştıramadım, kanısındayım. Dergicilik, imece biçiminde işleyen bir yayıncılıktır. Niyetim kimseyi sorgulamak değildir elbet. İçtenlikle yazıyorum ki dergicilikte aradığım yazınsal niteliği ve ortamı bulamadım. İlgi, yaklaşım ve anlayış, bir yayın ortamında olması gereken değerleri oluşturmaktan uzak duruyor. Gözlenen durum; şiir adına, sanat adına kaygı duyduğunu söyleyenler, ne yazık ki “Ben kaygısını gidermek için bunu bir kılıf olarak kullanıyorlar”, düşüncesini uyandırıyor. Sanki amaç, yazınsal bir yapıt ortaya koymak değil, herkesin parmakla göstereceği bir oyuncu olmak… 

Köklü kurumların ve edebiyat işçilerinin, kurum kültürü diye adlandırdığımız yerleşmiş ve özlenen davranış biçimleri vardır. Buna etik anlayış ya da genel yazınsal kültür de diyebiliriz. Edebiyat çevresinin, bu köklü kültüre sahip olduğunu düşünüyorum. Çağımızın bir sorunu olsa gerek, yazınsal kültür, yeniyle eski arasına sıkışmış, çıkmaz bir sokakta debeleniyor. Ne yaparsak yapalım, ayrılmışlık, bölünmüşlük, taraftarlık ve gruplaşmanın yarattığı edebiyat ortamını; daha hoşgörülü, demokratik, tartışmacı ve özgür bir ortama taşımak bugün için zor görünüyor. Özgür, hoşgörülü, düşünceye saygılı, tartışma kültürüne sahip, demokratik bir yazın ortamını oluşturmak için saydığım bu özellikleri taşıyan şair ve yazarların çoğunluk olması gerekir. Bu niteliklere sahip yazar şair çok var mıdır, yorumunu sizlere bırakıyorum. Örneğin, deneyimli yazar ve şairlerin çoğu, ne deneyimini bizimle paylaşıyor ne de kendi söylediklerinin dışına çıkılmasına katlanıyorlar. Saygın bir edebiyat ortamını, içtenlikle elimizi taşın altına koyarsak oluşturabiliriz.

Dergiler bir bir yayın yaşamını sonlandırıyor. Yapıtların görücüye çıktığı yerdir dergiler. Yazın ilişkisinin ve kültürünün oluşturulduğu coğrafyadır. Ekonomik nedenlerden dolayı kapandığını düşünsek bile daha büyük bir sorun vardır yazın ve sanat dergilerinde: Nitelikli yazı ve yapıt bulup yayımlamakta zorlanıyor yayımcılar. Edebiyat tarihçiliğinden ve hamlamış bilgiden kurtulup geleceğe yüzümüzü dönmenin zamanıdır. Söyleyecek iyi sözünüz varsa biz yakınınızdayız…   

Her ne olursa olsun karamsarlığı bir yana bırakıp umutla bakalım geleceğe…

(…)

Korkma Dilhan zaman ilaçtır;

                                    taş gediğini bulur,

                        Felsefe uygun, temel sağlam;

                                               çağ ışığını her türlü alır*… (…)

Mutlu ve esenlikli günlerde okumak dileğiyle…

 Yaşar Özmen, Dilhan, e-şiir kitabı, 29 Ekim 2021

Değerli Şiir Sarnıcı Okur/Yazarları

Şiir Sarnıcı (e-dergi), yazın ve sanat dergisidir. Salt şiir ya da dil sanatlarıyla sınırlı değildir. Sanat değeri taşıdığı sürece sanatın her dalına yer verebilme esnekliğine sahiptir. Fotoğraftan sinemaya, grafitiden karikatüre kadar her tür yapıta yer verebiliriz. Dergimizin ekonomik bir kaygısı olmadığından sanat değeri taşıyan yapıtları sayfalarımızda sizlerin beğenisine sunmak bizi zenginleştirir. Bu yüzden her tür yazı, çizim, görsel, inceleme ve araştırma gibi yapıtlarınızı gönderebilirsiniz. Yayın kurulumuzun yayıma değer bulduğu her yapıt, dergimizde yer alabilir.

 

Şiir, yaşamı ve değerlerini çağrışım gücüyle özümüzde duyumsatan bir sanattır.



Şiir Sarnıcı (e-dergi)

  

KARANFİL
 
demek geldin
çoktandır hiçbir yerdeydin
ne kadar değişmemişsin
ellerin ne kadar kalabalık
gözlerin ne kadar ansızın
seni böyle değişmemiş görmedim hiç
demek geldin
 
bu kent burada her zamanki ilkesizliğini yaşıyor
bir çarşı her gün ölüp ölüp diriliyor
radyoda iyi ayarlanmamış bir istasyon
gibi insanın sinirine dokunan sesiyle
bu kent burada her zamanki ilkesizliğini
demek geldin
çoktandır hiçbiryerdeydin
 
sen denize bakıyorsun ya
ben sana aşkları anlatmak istiyorum
                        unutulmuş masalları
unutulmuş masallardaki aşkları anlatmak istiyorum
sen denize yürüyorsun ya
ben sana herkesten önce özgür olmak için
mahkum ranzalarındaki çentiklerden çalıp
kendi çentiklerime kattıklarımı
anlatmak istiyorum
çarpıp duran bir pencere kanadı gibi
            çarpan kalbimi
sen denize gömülüyorsun ya
bir karanfil kalıyor
girdabında 
                                                 Salih BOLAT
 

Gazanfer ERYÜKSEL
ELEŞTİRİ Mİ TANITMA YAZISI MI?

 

Zıtların birliği esasıyla oluşan ve dönüşerek devam eden doğanın ve kâinatın bir parçasıdır insan. Doğanın olmazsa olmaz yordamlarından biri de iletişimdir. İnsan da bu bağlamda konuşup yazışarak, mimikleriyle ve beden diliyle iletişimde bulunur.

İnsanlar arası iletişimde sözcük ve kavramlar, onun anlama ve anlatma araçlarıdır. Her kavramın ise zaman içinde oluşan bir tanımı vardır. Dil yaşayan bir yapı olduğundan gelişen hayat şartlarıyla yeni sözcükler üretilerek iletişim kolaylaştırılır.

İşte bu noktada kavramların tanımlarının önem ve değerine değinmemiz gerekir. “Tarif, efradına cami, ağyarına mâni olmalıdır” derdi eskiler. Öyleyse eleştiri nedir veya ne değildir sorusu ile başlamak gerekir ki anlaşalım.

Eleştiri, bir kişi, eser ya da konuyu doğru ve yanlışlarını göstererek anlatmak amacıyla yazılan metinlerdir. Sanat, edebiyat, düşünce eserlerini hem öz hem yapı yönünde açıklayan, başarılı ve başarısız ya da değerli ve değersiz yönlerini gösteren, bunları örneklerle somutlayıp belirten yazıdır. Bu tanımdaki “doğru ve yanlış” kavramlarının kişiye, zamana, zemine göre değiştiğini sinek pislemedik bir yere yazarak sürdürelim yazıyı.

Eleştirinin Özellikleri;

Eleştiri objektif olmalıdır.

Eleştiride amaç okura ve yazara yol göstermektir.

Eleştirmenin kişisel duyguları kattığı eleştirilere öznel eleştiri, kişisel duyguları katmadığı, objektif olduğu eleştirilere de nesnel eleştiri denir.

Eleştiri her yönden yapılabilir.

Eleştiride yazar okurla konuşma halindedir.

Biz de kendimizce söylersek eğer eleştiri; olanla, yapıt-metin, olması gereken arasındaki örtüşen ve ayrışan yerlerin, şüphesiz eleştiriyi yapanın bakış açısı ve ölçütleriyle irdelenmesidir. Bir diğer deyişle hem sübjektif hem de objektif bir metindir. Eleştirinin objektifliği olguları (burada metin) sebep-sonuç ilişkisi bağlamında okunabilmesiyle doğru orantılıdır.

Eleştirinin Türk toplumuyla tanışması Tanzimat dönemiyle başlar, Cumhuriyet döneminde gelişerek devam eder.

Bizim edebiyat ve toplumsal hayatla ilgilenmeye başladığımız 1960 ve 1970’li yıllar göz önüne alındığında eğer günümüzle karşılaştırırsak ortaya çıkan fotoğrafta 12 Eylül 1980 darbesinin hemen her konuda olduğu gibi kırılma noktası olduğunu görürüz.

1980 sonrası eleştiri konusunda yetkin isimlerin önde gelenleri, 1960 ve özellikle 1970’li yılların imzalarıdır. Fethi Naci, Asım Bezirci, Rauf Mutluay, Berna Moran, Tahsin Yücel, Nermi Uygur, Atilla Özkırımlı, Konur Ertop, Mehmet H. Doğan aklımda kalan isimlerdir.

Biz okurlar için eleştirmen imzaları o kitaplar için referans ve güvence olmuştur o dönemde. 21. Yüzyılı yürüdüğümüz şu dönemde aynı derecede güvendiğimiz kaç eleştirmen var sorusunun cevabını sizler katılımcı okur olarak vereceksiniz.

1980’den bugüne geçen kırk yılda gördüğümüz net fotoğraf, ülke genelinde eleştirinin kurumsallaşamamasıdır. Bir diğer deyişle eleştiri kültürünün hâlâ oluşamamasıdır.

Bu durumun yanı sıra eleştiri ile kitap tanıtma yazısının ayırdına varmada zorlanan bir algı zafiyeti de eklendiğinde eleştirinin sıkıntısı daha da netleşmektedir.

Geçenlerde sosyal medyada bir arkadaş kitaplar için kaleme alınan yazıların hep övgü olduğuna değinerek; “Hiç mi eleştirecek bir şey yok” diyerek yakınmaktaydı.

Ticarette “hatır çeki” diye bir kavram vardır. Siz o kişiye bir mal ve hizmet satışı yapmazsınız ama bir çek alarak işinizi görürsünüz. Bir süre sonra da ona bir çek vererek ticarete devam edersiniz. Buna benzer durum KDV ödemeniz çıktığında ödeyecek paranız yoksa, tanıdık bir şirketten sanki mal almış gibi fatura istersiniz. Fatura hesaba girince sizin ödemeniz gereken KDV hesabınız tersine döner ve ödemeden kurtulursunuz. Bir süre sonra “hatır faturası” için iade faturası kesersiniz.

Bunları niye yazdım? Günümüzde de “hatır çeki” misali “hatır yazıları” kaleme alınmaktadır. İşte bu tablo sosyal medyada ve dergilerde “Niye hiç eleştiri yok” sorusunun da cevabını içermektedir. “Sen bana yaz, ben de sana yazarım, ödeşiriz” şeklinde bir gündelik terazi kurulmuştur.

Sanatın ve eleştirinin er meydanı 1980 öncesi dergilerdi. 12 Eylül 1980 sonrası medyanın el değiştirerek gazeteci kökenli olmayanların gazete sahibi olmalarına paralel olarak yayın dünyası da dönüştürülmüştür. Holding dergilerinin yanında banka yayınevleri edebiyat kökenli yayıncılığı kısa sürede tasfiye etmiştir.

Burada gazetelerin kitap eklerine de değinmemiz gerekir. Arşivler duruyor, kitap eklerini karşılaştırırsanız net fotoğrafı görmemiz mümkündür. Eleştiri bu eklerden ötelenmiştir. Sanat-edebiyat dergilerinin de el değiştirdiğini buna eklerseniz bugünün resmi daha açık seçik görülecektir. 

TRT Antalya Radyosu’nda Yayın Dünyamız adlı programı hazırlayıp sunarken bütün kitap eklerini düzenli olarak izlemeye başlamıştım. Böylece büyük fotoğrafı görme imkânım oldu.

Gazeteler için ek yük getiren kitap eklerinin maliyetini düşürmenin hatta sıfırlamanın çaresi yayınevlerinden alınan reklâmlardır. Büyük yayınevlerinden alınacak reklâmlarla kitap ekinin maliyetinin karşılanmasının bedeli o yayınevinin kitaplarının ister istemez öne çıkarılması olacaktır. Tamamen duygusal bir durum bu!

Romancı Elif Şafak’ın kitabının piyasaya yeni çıktığı günlerde her Perşembe çıkan kitap ekinde tam sayfa Elif Şafak reklâmı yanında tanıtım yazısı vardı. Cuma günü çıkan üç kitap ekinde de aynı manzara. Sermaye gücünün tartışılmaz önem ve değeri burada işte.

Eleştiri, girişte de ifade etmeye çalıştığımız gibi başka bir şey. Ey sevgili katılımcı okurlar, lütfen son yirmi yılda öne çıkan ve imzasına güvendiğiniz kaç eleştirmen var, sorusuna cevap vererek bu yazıyı siz bitireceksiniz.

 

SU TADINDA
 
-Yalnız değilim ki orda...
O çıplak
göğün altında,
sabahtı! ormana karışan
bir sabah
gibi indim
nice güzel duyguyla...
 
Çoğaltarak beni, yan yana
geçtiler, tuhaf bir tıpırtıyla
giden süre
uzakta, bir çizgi olunca,
yazdım erken
başlayan günü:
 
Mavidir
diye yazdım.
                                        Sina Akyol

 

Uğur Olgar
SU YALNIZLIĞI


Şiir sandığım çile işlemeli
gözyaşlarımla göller oluşur
düşlerimdeki memleket nerede
doluşur umut nehir yataklarına
apansız uyandığımda saatlerin
tersine ilerler yelkovan gölgeleri
duvarsız hayat tiyatrolarında.
 
Tabutlar yorgun bu süreçte
tahtalarımız yangınların kaçkını
sularımız kurur âtiye göçerken
en sakin kalabalıklığımızla
en gürültülü ıssızlığımız arasında
Brazos nehrini geçerken yiten
kovboylar gibiyiz 1883’lerde.
 
Tut cevizleri, yeşil kabuklu
ellerin kına görsün düğünsüz
fazla yüz verme tabutlara
kâğıtlara dilinin isi sinsin
kalemlerin boyu devrilsin
uzakları bırakma çek kendine
şimdiki yakınlardan fayda yok.
 
Sokak müzisyenleri Bahariye’de
günahlarımı çalsınlar güpegündüz
gıkımı çıkarırsam martılar çarpsın
beni duvarından duvarına denizin
onlardan biri olmak için âh
dünyaya yeniden gelmeye razıyım
gebe uykuların içinden öyle mahmur.
 
Ucuz üzgülerim var, alır mısınız? 

Yaşar Özmen
ELEŞTİRİYE KATLANAMAMAZLIK
(Ç. Türk Dili Dergisi, Şubat 2022, Sayı 408’de yayımlanmıştır.)


Eleştiriye katlanamamazlık… (tahammülsüzlük…) Sanat ortamını, insan ilişkilerini, sosyal yaşamı ve sanatı etkileyecek tutum bozukluğu. Eleştirinin amacı bakımından ilginç ve can sıkıcı bir durum. Bu tutum, basit bir nedene dayanmıyor. Sorunu çok yönlü sorguladığımızda altından neler çıkacak, birlikte görelim.

Şiiriniz eleştirildiğinde nasıl tepki verirsiniz, diye sorsak hemen hemen herkes; “Eleştirilmek, göremediklerimi gösterir onun için eleştirene saygı duyarım” der… Gerçekte böyle midir? Sağduyumuzu yanımıza alıp kendimize soralım. Yapıtı veya sanat anlayışı eleştirildiğinde olumlu tepki gösteren sanatçıyla çok seyrek karşılaştım. Asıl neden nedir, kısaca değinelim mi?

Yazınla ilişkisi ve ilgisi olanlar, az çok bu ortamın işleyişini bilirler. Hemen hemen herkesin sık sık tanık olduğu bir eleştiri tahammülsüzlüğü ile karşı karşıyayız. Sosyal medya, şiir, metin ve görsel paylaşım ortamına dönüştü. Paylaşılan şiire, beğeni dışında olumsuz bir yorumda bulunursanız başınıza akla gelmedik işler açılabilir. Bunun yanında eleştireni; çok bilmekle, bilgiçlik taslamakla, hadsizlikle ya da taraftarlıkla suçlayıp sıyrılıveririz eleştirinin güzelliğinden… Paha biçilemez bilgileri, fırlatıp atarız önyargılarımızın kol gücüyle; övgü kıvamında değilse…

Eleştiri, özellikle dil sanatlarında vaz geçilemez ve paha biçilemez bir konudur. Neden? Dil sanatları, o kadar çok değişkenle karşı karşıyadır ki en usta yazar bile çoğu yerde çoğu değişkenin ayırdına varamaz. Kerelerce üzerinden geçmesine karşın gözünün önündeki pek çok yanlışı göremez. Diğer taraftan yapıtta estetik değer yaratacak örtük olgu ve olayı çoğunlukla yakalayamaz. Yazında böyle bir durum vardır; normaldir ve insan beyninin çalışma süreciyle ilgilidir. Bu yüzden her ne olursa olsun, metnin ikinci hatta üçüncü bir gözle eleştirilmesi sorunlu yerlerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Yazarın/şairin eğitimi ve gelişimi için de çok değerlidir. Keşke bilinçli ve yetkin eleştirmenler, ortaya koyduğumuz her yapıtı eleştirebilseler. Yazara ve sanata rehber olabilseler. Burada ayraç açıp küçük bir soru yöneltmeliyim: Bilinçli, yetkin ve sistemli bir eleştiri Türk yazınında var mıdır? Ayrıca tartışılması ve yanıtlanması gereken kapsamlı bir sorudur bu.

Bu yazımda, sistemli ve bilinçli bir yazın eleştirisinden yola çıkmayacağım. Bir şiir eleştirisi, ayak üstü bir yargı, sanat görüşüne yönelik bir söylem karşısında; gösterdiğimiz yaklaşım ile takındığımız tavrın nedenleri üzerinde duracağım. Tahammülsüzlüğün sınırları öylesine daralmış ki patlama noktasına gelinmiş gibi bir ortam havası alıyorum. Ayrıca şunu da belirtmeliyim. Ben eleştirmen değilim; birikimim ve deneyimim, eleştirmen sıfatını kullanmak için yeterli değildir. Bu yazıyı kaleme almamın amacı, gözlemlerimden ortaya çıkardığım önemli bir eksikliğin ve tavır bozukluğunun ayırdına varılmasıdır.

Sosyal medyada ya da değişik ortamlarda şair ve yazarlarımızın sanat düşüncelerine karşı yorumlarım olmuştur. Olumsuz görüş ileri sürdüğümde, olumsuzluğun altında yatan gerekçeyi değil benim anlayışımın sorun olduğu bir ortam yaratılmıştır çoğunlukla. Adı bilinen ve bu ortamın bilirkişisi görünümünde şair/yazarlarımızın ileri sürdüğü veya savunduğu sanat düşüncesine, başka bir açıdan ve başka bir gerekçeyle olumsuz bir yorum yaptığımda çok ağır sözlerle saf dışı bırakılmaya çalışılmışımdır. Bazıları iletişimi kesmişlerdir. Düşüncelerine, sanat bilimi verileriyle açıklık getirmeme karşın bu verileri anlamamakta, bildiklerinden şaşmamakta ve işin doğrusunu öğrenmemekte ısrarcı davranan bilirkişi tavırlı pek çok kişiyle karşılaştım. Doğru ya da yanlış; haklı ya da haksız… Sonuçta eleştiri, söz ya da yapıtın var olan verilerle uyumlu olup olmadığı, sahip olduğumuz bilgiyle çelişip çelişmediğiyle ilgili bir gereksinimdir. İleri sürülen düşüncenin gelişimi ve geliştirilmesi için değişik açılardan, değişik verilerle yorumlanmasında yarar vardır… Örneğin şiirin en duyarlı yanı, şiire yansımış anlam ve söz duygu değerinin görünmezliğidir. Saçma bile olsa onun hakkında yapılan sıradan yorumlar, görünmezi görünür kılabilir; yaratıcılığın önünü açabilir.  

Sanat adına kaygı taşıyan insanlarız. Ezbere işler gördüğümüzde düzeltme gereği duyan kişileriz. Okur, yanlışları ve sıradanlığı göre göre her zaman övmek zorunda değildir yazarı… Bunları göre göre yazarı övüyorsa zaten içten değildir; ileride umduğu bir yarar için bu tavrı gösteriyordur. Bu tür tavır, bizim kültürümüzün bir parçasıdır; yadırgamıyorum. Ekranların karşısında ya da sokağa çıktığımızda sürekli karşılaştığımız bir alışılmışlık durumudur. Biz, bu denemede doğru olanı, olması gerekeni ele alalım. Olumsuz eleştiriye katlanamamanın nedenlerini düşünebildiğimiz kadarıyla sıralayalım:

Birincisi; olumsuz eleştiriye gösterilen tepkinin gerisinde olgunlaşmamış bir bilinç vardır. Olumsuz eleştiri, onun kişiliğine yöneltilmiş önemsizleştirme girişimi olarak algılanır. Böyle bireyler, varsaydığı bu tutum karşısında kendisini savunmak zorunda kalırlar. Eleştiri, gelişkin bir yöntem ve sanat ilkeleri temel alınarak yapılsa bile. Aslında bu tür durumlarda önemsizleştirmeden söz edemeyiz; eksik ya da yanlış bir bilginin açıklanmasından, daha farklı bir biçimde ele alınmasından oluşur eleştirinin içeriği…

İkinci neden, bilgi ve bilginin işlenmesi konusunda genellikle sıkıntımız vardır. Özellikle sanata yönelik üretilmiş yeni bilgi, bizim anlağımızda önemli bir yer tutmaz. Antik çağdan bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm sanatçı ve düşünürleri referans veririz, güveniriz bilgisine. Hayranlıkla anlatır da anlatırız. Ne var ki onlara göre daha fazla bilgi ve sezgiye sahip günümüz insanının ürettiği bilgiye güvenimiz yoktur. Eleştiri sonucu, ortaya koyduğumuz gerekçelerin altı ne kadar dolu olursa olsun, ne kadar bilimsel dayanağı olursa olsun, eleştiri olumsuz olduğu sürece günümüz yazar ve şairi, bir kılıf bulup bu bilgiyi yok sayabilme yeteneğine sahiptir. Çünkü kabul edilmiş doğruları, izlediği modelleri vardır; yeni bilgi bunlarla çelişmektedir. Bu, alışılmış/kalıplaşmış düşüncelerini geçersiz kılmaktadır. İnsanoğlu, alışılmış ve kalıplaşmış düşüncesinin sarsılmasına karşı tepkilidir. Altı dolu olumsuz eleştiri, bu durumda saldırı niteliğindedir onun için. Saldırı olarak algılanan bir durum karşısında eleştiriye katlanması beklenemez. 

Üçüncüsü; çoğu sanat alanı, usta çırak yöntemiyle öğrenilmek zorundadır. Akademik eğitimi ya da bir sistemi yoktur. Örneğin şiirin; resim, tiyatro ya da sinema gibi akademik eğitimi yoktur. Edebiyat fakültelerinde verilen şiir eğitimine içerik açısından baktığımızda, şiir tarihiyle ilgili olduğunu görürüz. Diğer bir söyleyişle yazılmışın incelenmesi ve yapılmışa benzeme yeteneğinin artırılması yönündedir. Şiirin yapısıyla ilgili değildir. Sağda solda şiir atölyesi şeklinde verilen şiir eğitimlerinde de, şiiri dil açısından inceleme biçiminde ve şiire dair ön kabullerden oluşan bir içerikle sürdürüldüğünü düşünüyorum. Şiir yazıları bunu gösteriyor. Şiir sanatında isim yapmış şairlerin sözü yasa gibi önlerine konup bunun üzerinden hareket edilmektedir. Yanlış mı, değil elbet ama yeterli olamaz. Dil bilgisi, şiir örnekleri ve tarihsel bilgiyle şiir gibi bir sanatın felsefesini öğrenciye kavratmak bir yere kadar verimli olabilir. Çünkü şiirin duyusal ve nesnel yapısını açan ve onun öz-içerik-biçimine yönelen bir eğitim sistemi yoktur. Estetik bilimi, sanat sosyolojisi ve psikolojisi verilerine göre, daha kısa anlatımla sanat felsefesi bağlamında şiir bilgi bütünlüğü yazınımızda sağlam temeller üzerine oturmamıştır. Bu nedenle şiir konusunda kendini yetkin gören şairlerin sözü üzerine söz söylediğinizde bunun bir hadsizlik gibi algılanması olağan bir durumdur. Çünkü şiir sanatının doğruları çalakalem bulunmuş ve bu doğruların üzerine doğru yoktur gibi bir ortam oluşmuştur. Salt sanat alanında değil tüm alanlarda bu yaklaşım yanlıştır.  Bu durum ve yöntemle, yeniliğe açılan kapılar tıkanmaktadır. Yeni biçem deneyen gençleri de görmezden ve duymazdan gelince şiir sanatı hepten kısırlaşır. Doğruları bulduğunu ve bunları şiirin en büyük ustasından edindiğini düşünen insanların kalıplarını kıramazsınız; bugün olduğu gibi… Bu durumda olumsuz eleştiriye katlanamaz; çünkü doğular en yetkin kişilerden teslim alınmış ve üstüne söz söylenemez kesin bilgiye dönüşmüştür.

Dördüncüsü; duygudaşlık eksikliği, her alanda olduğu gibi sanat dünyasında da üst düzeydedir. Birey olma bilinci, sanatçı/şair olma bilincinden daha temeldedir. Birey olma bilinci, kendi özgürlüğü ve yapabilirlikleri ile diğer bireylerin özürlüğü ve yapabilirlikleri arasında kurulabilen dengede kendini gösterir. Bireyin bireye saygısı; özgürlük anlayışı, insana sevgi ve saygının sonucunda oluşan bir tavırdır. Bilgiye dayanan, hakarete varmayan ya da dilsel şiddet içermeyen her eleştiri, tutarlı ve geçerli olmasa bile saygındır. Çağdaş insanın tavrı bunu gerektirir. Birey bilinci oluşmamış, özgürlük ve duygudaşlık bilinci oturmamış her kişi, bir başkasının kendisi hakkında ya da yapıtı hakkında söylediği her olumsuz sözden alınır. Düzey olarak kendisinden daha aşağıda birisinin eleştirisinden kendisinin sorgulandığını, sorgulamanınsa hadsizlik olduğunu düşünür. Olumsuz eleştiriyi dilsel şiddetmiş gibi algılar. Kısacası sanatçının diğer sanatçıya karşı olumsuz algısından kaynaklanır. Bu durumda eleştiriye katlanmasından söz edemeyiz. Çünkü sanatının eleştirilmesi değil, kendisinin sorgulanması biçiminde bir tavır olduğu kanısındadır.

Şairin sözde haklı olduğu, beşinci sırada bir konu daha vardır: Eleştirinin amacı, kapsamı ve yararı hakkında yeterince bilgi sahibi olunmaması. Örneğin, eleştirinin yararı ve amacı konusunda özet birkaç tümce kuramayan pek çok kitaplı şair olduğunu söyleyebiliriz. Sanata yönelik, sanat bilgisiyle ilgisi olmayan yorum ve söylemlerle her an her yerde karşılaşabiliriz. İster istemez bu durum karşısında şair, eleştireni/yorum yapanı bilgisizlikle suçlar. İlişkiler, suçlama ya da aşağılama biçiminde gelişir.  Bugün yazınımızda olduğu gibi bir şiiri eleştirmek ya da şiir hakkında görüşünü söylemek, sıradan bir beğeni durumuna dönüşür. Kimse gerçek düşüncesini ortaya koymaz. Hatta okur veya şair, yapıtı eleştirmekten ya da yapıt hakkında görüş bildirmekten kaçınır. Şair, şiirini eleştiren okuru hiç eleştiri bilgisi olmasa bile özenle ele almalı, sıradan bir yorum bile olsa o görüşü bir kenara atmamalıdır. Hele az çok şiir bilgisi olan okur, bir şey söylüyorsa mutlaka altında görünmeyen bir gerçek var demektir. Yaratıcılık, sıradan düşüncelerden yola çıkarak ulaşılan bir durumdur.  

Eleştiriye katlanamamazlığın diğer bir biçimi daha var ki bu, türümüzün ayıbıdır: Şairin, şaire karşı gösterdiği hazımsızlık. Çağdaş insanın kabul edemeyeceği tavırdır bu… Dergi ve kitap sayfalarından sosyal medya kanallarına kadar taşmış durumdadır. Eleştiri adı altında hazımsızlıktan kaynaklanan söylemler… Ortam bunu gerektiriyor gibi düşünülebilir ama ortamın işi değil; insan mühendisliğinin bir oyunudur bu tür duygular. Beğenisizlikten hasat beklentisidir. Kutuplaşmış iki dünya, sınırları keskin çizilmiş inançlar ve yaşam gerçeği karşısında sıkışmış şair; birbirinin hem de yakınındaki birinin omzuna basıp yükselmeyi ya da yamanarak görüntü vermeyi başarı olarak algılar olmuştur. Herkesin şiiri kendisinedir. Kimse kimsenin şairliğini elinden alamaz. Kimse iyi şiir yazmakla dünyayı değiştireceği yalanına kapılmamalıdır. Gelecekte sözümüzün ağırlığını ve kalıcılığını istiyorsak, tutumumuz ve şiirimiz insanın değerlerine yönelik olmalıdır. Ne öğreti ne inanç; evrensel değerler…

Yedinci sırada ise eleştiriye katlanamadığı için siper gerisinde saklanan kahramanları ele almalıyız. Sosyal medyanın olanaklarını kullanmak çağımızın bir gereğidir. Alışılmışlıklarımızın gölgesine sığınıp bunu göz ardı edemeyiz. Bu olanağı kullanmayan ve kullananı azarlayan pek çok yazar/şair olduğunu da biliyorum. Eleştiriden kaçınmak için siper gerisinde saklanan ya da medya ortamında olmasına karşın küçük bir yorum ve iletişimde bulunmayan… Bu, saygı duyacağımız kişisel bir tutum olmakla birlikte altında başka bir neden yatmaktadır. Kendisi hakkında yapılacak bir yorum ve eleştiriye katlanamayacağını baştan kabul etmesidir. Anlamsız diye nitelendirdiği boş söylemlerden kaçınmanın yolu olarak görmüştür. Daha doğrusu kendi gerçeğinden kaçmanın en güzel gösterenidir. Eleştiriye saygı; sanata güvenmek, bilime inanmak, gerçeği aramak için çıkış kapısı gibidir. En önemlisi yüceye ulaşmak için can atmaktır. Yüceye ulaşmak için can atan sanatçı, ne eleştiriden korkar ne yanılmaktan ne de sosyal medyanın yozlaşmışlığından. Diğer bir yönden baktığımızda, övgü-yergi dışında bilimsel temelli bir eleştiri kültürünün olmadığı, şairin okura ve eleştirmene güvenmediği bir ortamda, siper gerisinde saklanmak, haklı bir gerekçe de sayılabilir.

Eleştiriye katlanamamazlığın ruh bilimsel bir nedenini daha açmalıyız. Herkesin inancı ve siyasi bir görüşü vardır. Yadsınamaz. Ne var ki biz bunları hem derin hem katı hem de duygusal yaşarız. Tutucu ve bağnaz yanımız bu konularda oldukça güçlüdür. Sıkı sıkıya bağlıyız ve onun dışına çıkabilme yeteneğimizi yitirmişizdir. Ayrışmış, bölünmüş, karşıt düşüncenin kendisine zarar verdiğini düşünen, aynı şeyi düşünse bile ayrı şey söyleyen insanlarız çoğunlukla. Biliyoruz ki toplumumuz, belleğinde derin izler bırakmış travmalar yaşamıştır. Yaşamı algılayış biçimi; şiddete yatkındır. Üstünlük kurmak, el âlem gözünde küçük düşmemek gibi fazlaca sıkıntılı kişisel çabalarımız vardır. Bu tür sıkıntılarımız yüzünden şair; şiiri ya da şairliği olumsuz eleştirildiğinde, bunu bir kişilik sorunu olarak algılamaktadır. Savunduğu davanın çökeceği korkusuna kapılmaktadır. Bu algı sonucu, yapıtının niteliğine ya da kendisine bakmaksızın, eleştirenin kimliğiyle uğraşmaya başlayacaktır. Acıtabileceği en yumuşak noktayı hedef alacaktır. Eleştirel deneme diye ortaya konan metinlere bakınız, büyük bir çoğunluğu bu ve buna benzer sataşmalarla süslenmiştir.  

Eleştiriye katlanamamazlığın başka bir nedeni daha vardır: Sanatın oluş, işleyiş, etki, tepki ve döngüsünü iyi bilmemek. Yani sanat felsefesine egemen olmamaktan kaynaklanır. Eleştiri, yapıtla okur arasında kurulan ilişkinin görünümüdür. Bu, aynı zamanda estetik biliminin konusudur. Sanat felsefesini kavramış bir sanatçı, yapıtının okurda bulduğu karşılığı; ölçme gereği duyan, bunları verilerle görmek isteyen kişidir. Salt kendi yaşadığı duyarlılığı yansıtan değil; yaşanan duyarlılığı da görme amacı taşıyandır. Bilir ki estetik değer, sanatın hangi dalı olursa olsun, sanatçı-yapıt-alıcı üçgeninde kurulan bir sonuçtur. Şiirinde önerdiği dünyanın, okur değer yargılarıyla örtüşüp örtüşmediğini, onu dönüştürecek ögeleri şiirine giydirip giydiremediğini araştırandır. Özellikle bu konuda amaç saptırıcı yerleşik genellemeler olduğundan şu tümceyi eklemeliyim: Bunlar, yazarın/şairin özgünlüğünden, özgürlüğünden ödün vermek anlamına gelmez; gelişimi ve daha yetkin yapıt üretmesi için önemli bir eğitim kaynağıdır. Şair, ben bilirim mantığıyla hareket ediyorsa, işte o zaman şiiri hakkında yapılan eleştiriye katlanamaz. Hele toplumdan biraz ilgi ve övgü gördüyse, yapıtı hakkındaki eleştiriyi hakaret olarak algılar. Sanatın işleyişindeki en değerli süreci, buruşturup bilinçsizce bir kenara atmış olur.  

Sanatçı ne eleştiriye katlanamamazlık gösterir ne göz ardı eder ne de eleştiriden korkar… Yapıtının eleştirilmesi, yorumlanması, okunması, olumsuz yerlerin açıklıkla dile getirilmesi için çaba gösterir. Çok kişinin süzgecinden geçen yapıt ve ondan sonra üretilenler, kısa sürede olgunlaşır. Bu arada şair, göremediği, duyamadığı konulara karşı zihinsel beceri kazanır. Sezgisi güçlenir. Eleştiri veya yorumu kimin ya da nasıl bir anlayışın yaptığına değil; ileri sürülen düşüncenin niteliğine bakar… Göremediği, bilincinde ulaşamadığı yanlarını eleştiri/yorum sonuçlarından alıp değerlendirir.

Her olumsuz eleştiri ya da yorum, dikkate alınırsa yapıta işlenmiş oya niteliğindedir. Bunları saygın bir görüş olarak ele almak; bencilliği aşmanın, insana saygının, sanata saygının, düşünceye saygının bir sonucudur. Kısacası eleştiriye katlanmak, çağdaş ve aydın sanatçının tavrıdır. 30 Aralık 2021 Narlıdere/İzmir

 

NİLÜFER
 
Ben oraya koymuştum, almışlar,
Arasına sıkışık saatlerin.
Çıkarır bakardım kimseler yokken;
Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.
 
Kışken ilkyaz, sularımda açardı;
Buzlu dağlar gerisine kaçıracak ne vardı?
Eski defterlerde sararırmış yaprak.
Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar.
 
Bir ışıktı yanardı gecelerde;
Akşam, çiçekler uykuya yattı,
Sardı karşı kıyıları karanlık-
Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar.                       
                                       Behçet Necatigil

 

Elif Burcu Özkan 
BULUŞALIM CESUR RÜZGÂRLARDA

 
Işık hızıyla kaçıp kendinden
Akladın sen kokmayan cesur yalımları
Gözyaşın kuruyunca döndün rahmine
Pişmanlık artık iki büklüm göz karası
 
Dağlarca özledin, sular boyu taştın
İçinde biriken dikitlerden gözledin
Komşunun dingin ovalarını
Meşaleler mevzilendi yaralı yasaklarına
İnsanlığına neferler düştü
Yalan omza, kıt’a dur
 
Yalnızlık okşadı başarının saçlarını,
Başarı, yalnızlığını sıvazlayan vekil
Sütler biriktirdin, unlar, zor zamanlara
İnsanlar kesilip ayrıldılar tedarik çemberinden
Elinde cansız, kara kuru zulalar
 
Kendini ölümün soğukluğuna vur
Endişeler dizilsin huzurunda tek ayak
Sana söven pişmanlıklarını al yanına
Buluşalım cesur rüzgârlarda

 

Hüseyin Tahir Savali
EDEBİYAT ELEŞTİRİSİ ÜZERİNE NOTLAR

 
1

Bizde gelişmiş bir edebiyat eleştirisi yok. Çünkü eleştiri yüce gönüllü olmayı, vicdanlı olmayı, adalet duygusunu, nesnelliği, öznelliği, tarih bilincini, felsefeyi gerektirir.

Güncel politik gelişmeler nedeniyle hiçbir yazarı yok sayamaz, ideolojik nedenlerle küçümseyemezsiniz. N. Hikmet-N. Fazıl, T. Fikret-M. Akif'i birlikte değerlendirebilme esnekliği ister eleştiri.

2

Her derginin iyi bir okul olabilmesi için bir eleştirmeninin olması gerekir. Bir dergi, kendisine gönderilen yazıları yayımlayabilmek için eleştiri işlemini uygular: Yazarına bakar (kimdir), yazının içeriğine bakar (nitelik), yazının üslubuna (etki gücü) bakar. Hangi ölçütler varsa, derginin eleştiri anlayışı odur.

3

Eleştiri... elemek... Eleğin altı ve üstü... Eleğin altına ince, küçük taneliler düşer (yalınlık, doluluk, işçilik). Anneler eleğin altındaki undan ekmek yapar. Bu ekmeğe kültür ekmeği denilebilir.

Eleğin üstünde ise binlerce şiir-edebiyat gönüllüsü... Küçümsenemez. Adı sanı bilinmez. Ama onlar sayesinde eleğin altı var olabilir. Onların çokluğu ve sürekliliği eleğin altını besleyebilir. Onların arasından birileri sıyrılabilir. Onlar olmadan olmaz.

4

Eleştiri kuramları: Marksist eleştiri, Feminist eleştiri, Yapısalcı eleştiri, Psikanalitik eleştiri, Yeni eleştiri, Tarihi eleştiri, Okur merkezli eleştiri, Öznel eleştiri...

Bazı eleştiri kuramları metin merkezli, bazıları okur, bazıları yazar, bazıları eleştirmen merkezli... Bazıları öznel, bazıları nesnel...

Bir edebiyat ürününü hangi eleştiri kuramının ölçütleriyle değerlendirmeli? Her eleştiri kuramının güçlü ve güçsüz yanları var. Her kuram her esere uygun değil. Eserin potansiyeli hangi eleştiri kuramını gerektiriyorsa, o eleştiri kuramının ölçütleriyle mi, yoksa dönemin ideolojik-politik ihtiyaçları doğrultusunda mı değerlendirmek gerekir?

5

Şiir Sarnıcı'na yazı göndersem, muhtemelen şunlar olacak:

Kimdir Hüseyin Tahir? Yani yazan kişiyle ilgili bilgi ihtiyacı ortaya çıkacak.

Hüseyin Tahir'in gönderdiği yazının konusu ne?

Yazının bir değeri (anlamı-etkisi) var mı?

Dil-üslup nasıl?

Olması gereken Şiir Sarnıcı'nın bu aşamalara ad vermesi, her aşamayı açması, derinleştirmesidir.

Neden Hüseyin Tahir adıyla ilgili bilgiye ihtiyaç hissediyoruz? Bize kolaylık/yardım sağlayacak mı? Yoksa önyargılarımızın rahatlığını mı sağlayacak? Örneğin Hüseyin Tahir'in ilk yazısı ise farklı değerlendirilecek, başka çalışmaları da varsa güven oluşturacaktır. Bu güven biraz da bizim yetersizliğimizin, ölçütsüzlüğümüzün belirtisidir.

Yazının konusu hoşunuza gitmeyebilir. Tanıdık olmadığınız bir konu olabilir. Dolayısıyla değerlendirmeye hiç alınmayabilir. Bunun örnekleri çok. Birçok yazar ilk kitabını kendi gücüyle bastırmıştır.

Yazının değeri var mı? Benzeri yazılardan farkı ne? Hangi türdür? Hem edebiyat kültürü hem felsefi hem eleştirel aklı gerektiren bir aşama.

Dil-üslup…

6

Marifet iltifata tabiidir, derdi eskiler...

Eleştiri, olumsuz yanlarıyla birlikte, bir şeyin olumlu özelliklerini görünür hale getirme etkinliği.  Yergi, küfür, karalama, iftira etkinliği değil. Her alanda olduğu gibi edebiyat alanında da eleştiri önemli bir etkinlik.

Eleştiri süreci eğitim/okul işlevli. Eleştirinin reklâm/tanıtım işlevi de var.

Özeleştiri ise kendimize karşı yaptığımız bir eleştiri işlemi.

Her yazar kendi ürettiklerinin ilk eleştirmenidir. Bir yazar iyi bir eleştirmen olmalıdır.

7

Beğendiğimiz bir dizenin/bir şiirin öncesi ve sonrası... Dizenin/şiirin bütün içindeki yeri/evrimi. Şairin yaşı, mekânı (ülkesi), zamanı (çağı).

Bir romanı okurken nelere ihtiyaç duyuyorsak, eleştiri için gereken ölçütler onlar. Asıl olan okurdaki etkisi/anlamı belki de. Yeniden üretim sürecine katkısı... Her okur eserin eleştirisini de yapar.

8

Bir eleştiri, eleştiri kuramlarından birinin ölçütleriyle mi değerlendirme yapmalı?

Yeni bir eleştiri kuramı, bir felsefi akımın (bütünün) ölçütleriyle mi değerlendirme yapmalı? Yeni bir eleştiri kuramından söz edebilmek için bir felsefi anlayış mı gerekli?

Eleştiri, estetiğin uygulama alanı... Estetik, felsefi bir etkinlik. Her bir ölçüt felsefi bütünün birer parçası. Yazmak, felsefe yapmaktır. Şiir, öykü, roman birer felsefe yapma aracıdır/yöntemidir.

Yazar dünyaya kendi gözleriyle bakar. Dünyaya kendi gözleriyle bakan yazarın üretimlerini çok yönlü (birkaç eleştiri kuramının ölçütleriyle) değerlendirmek gerekir. Hiçbir eleştiri kuramı yüceltilemez. Dünyaya kendi gözleriyle bakan yazarın üretimleri değerlendirilirken ölçütlerden uzak olunmalı belki de. Her eleştiri kuramı esere yaklaşabilme denemesi sayılabilir.

9

Ya da edebiyat-sanat öznelikler alanı olduğu için eleştiri çabası da öznel mi olmalıdır? Size göre çok iyi olan bir eser, başkalarına göre iyi bir eser olmayabilir. Öznellikler alanı, görecelikler alanıdır.

10

Eleştirmen değerlendirmelerinin sonucunda antoloji hazırlayarak her bir şairin/yazarın bütün içindeki yerini mi verebilmeli?

11

Bir eseri eleştirebilmek, yazarın bütün eserlerini görmeyi gerektirir mi? Örneğin Nazım Hikmet'i bildiğimiz için herhangi bir şiirini değerlendirebiliriz. Bu bilme, bize kolaylık sağlar. Eleştiri etkinliğinde bu konularda susmak var demektir. Yazarın hayatını, eserlerinin tümünü bilmemek söz konusu değil burada. Eleştiri çalışması yapmak üzere şu değil bu yazarın bir eserini seçmiş olmak bile yazar hakkında ön bilgimizin sonucunda olur.

12

Hangi metnin edebi metin, kimin yazar olup olmadığı kararını vermez eleştiri. Edebi metinleri, yazarları derecelendirmez. Kimin ünlü, kimin görmezden gelineceği kararını da... Ölçütler oluşturup nasıl yazılacağı kararını da veremez. Yazar, eleştiri kuramlarının ölçütlerine göre yazmaz, tersine eleştiri kuramları edebi metinlere yaklaşabilme yollarını bulabilmek için ölçütler oluşturur.

Ya da edebi metinle eleştiri kuramları iç içe ve aralarında birbirini oluşturma ilişkisi var.

13

Edebiyat nedir, sorusuna verilecek yanıtla bir eleştiri kuramının ölçütleri oluşabilir belki de.

14

Eleştiriye tahammülsüzlük varsa olasılıklar/nedenler şöyle sıralanabilir:

Eserin potansiyelini açığa çıkarıcı bir yöntem uygulamamış olabilir.
Eserin bütün içindeki yeri gözetilmemiş olabilir.
Politik-ideolojik ölçütlerle değerlendirilmiş olabilir.
Edebiyat dışı ölçütlerle değerlendirilmiş olabilir.
Eserin olumlu-olumsuz yanları birlikte görülmemiş olabilir.
Yaygınlaşma potansiyeli olan yazarın önü kesilmek istenebilir.
Gelişmemiş eleştirinin sonucu olabilir (Bizde eleştiri kültürü yok.)
Yetkin bir eleştirmenin eleştirisi olmayabilir.
Yöntemsiz-ölçütsüz bir şekilde değerlendirilmiş olabilir.
Okurun tepkileri eleştirmeni etkilemiş olabilir.
Yazarın güncel politik eğilimleri eleştirmeni etkilemiş olabilir.
Yazarın-yayıncının satış kaygısıyla tahammülsüzlük olabilir.
Yazar kendi eserini kendince çok değerli buluyor olabilir. (Çok yaygın)
Yazar kendi eserinin özeleştirisini yapamamış olabilir (İlk eleştirmen yazarın kendisidir.)
Rakip yayınevleri kendi eleştirmenleri aracılığıyla dövüşüyor olabilir.

15

Yakın çevreden gözlemler/izlenimler:

Bütün içindeki yeri gözetmeden tek bir üründen sonuçlar çıkarıcı eleştiri denemeleri sorunluydu.

Göz ucuyla bakılarak yapılan eleştiri denemeleri sorunluydu.

Ürün sahibinin ayakları yere basmadığı durumlarda eleştiri sorunluydu.

Ürün sahibi yazdığı metnin edebi bir metin olduğu yanılgısı içinde olduğu durumlarda yapılan eleştiri girişimleri sorunluydu.

Edebi metinlerin ince bir işçiliğin sonucunda ortaya çıktığının farkında olunmadığı durumlarda sorunluydu.

Ölçütsüz/öznel değerlendirmelerde sorunluydu.

Yazarın kendi ürününe karşı duygusal bağı güçlü olduğu durumlarda her eleştiri girişimi sorunluydu.

16

Eleştiri denemesiyle öznellikler alanında duran eserin sanatsal değeri ölçülmeye çalışılmış olur. Ölçme denemesidir yalnızca.

17

İlk eleştiri işlemini yazarın kendisi yapar. Yazmak, eleştiri süreciyle birlikte süren bir etkinlik. Yazma etkinliğinin işleyişi yazarın eleştiri anlayışının ölçütleriyle sürer. Yazar eleştirmendir de. Ölçütlerini eserleriyle gösterir. Eser, yazarın ölçütlerini gösterir. Yazar dışında eleştirinin ölçütlerini metnin potansiyeli belirler.

Yazarın dışındaki eleştiri okurun eleştirisi olabilir ancak. Okur ise konumuyla, zaman ve mekanıyla, edebiyat/sanat kültürüyle değişik yerde durur. Durağan olmayan bir okur için, durağan olmayan bir eleştiri (etkilenim-etkileşim) söz konusu. Eleştirmen ise donanımlı bir okurdur.

Eserin eseri eleştirmesi... Her eser kendinden önceki eserlere kendiliğinden bir eleştiridir/yanıttır. Övgü, hayranlık, taklit, esinlenme bunun belirtisi sayılabilir.

 

ÇOK GÜZEL ŞEY
 
Yaşamak güzel şey doğrusu
Üstelik hava da güzelse
Hele gücün kuvvetin yerindeyse
Elin ekmek tutmuşsa bir de
Hele tertemizse gönlün
Hele kar gibiyse alnın
Yani kendinden korkmuyorsan
Kimseden korkmuyorsan dünyada
Dostuna güveniyorsan
Iyi günler bekliyorsan hele
Iyi günlere inaniyorsan
Üstelik hava da güzelse
Yaşamak güzel şey
Çok güzel şey dogrusu.
                                                             Melih Cevdet Anday

 


Vildan Çalışkan
HANGİ KİTAP

 

Birazdan korkacağım yine

Rüzgârdan ateşten ve uykudan

Uyuyunca geçecek gibi olacak

Geçeceği o kitapta yazıyor

İnanmıyorum!..

 

Söndürdüm gözlerimi

Sadece kirpiklerim kavuştu birbirine

Uykudan sadece uykudan...

 

Bahaneden kavuşan kirpiklerim

Sabaha yine uzak kalacak birbirine

Kalmasaydı hep sönseydi gözlerim

Şartmış sönecekmiş sönmeliymiş

Ama uykudan

Yine o kitapta yazıyor

 

Açtığımda gözlerimi

Neden diye sormasam

Korkmasam üzülmesem

İçime ata ata ağlamasam

Hıçkırmasam

Hıçkıracakmışım!..

Hem de avaz avaz

Zaten o kitapta yazıyor

İnanmıyorum!..

 

Gözlerimin canı acıyor

Görmekten

Sönmekten

Senden...

Bu da o kitapta yazmıyor!..


Seval Arslan
YAZAR OLMAK MI İSTİYORSUNUZ!* 

Erken yaşlarda başlamıştı okuma yazma merakım. Okul hayatımda kütüphaneler ikinci adresimdi. Kitaplar dolusu raflar arasında tanışmıştım, edebiyat klasikleri ve gerçek yazarlarla.

Kitap okumayı çok seviyordum. Okumak içimdeki yazma fişeğini ateşlemişti. Yazmalıydım, mutlaka yazmaya bir yerden başlamalıydım. Kendime sürekli sorduğum, içimi kemiren soru şöyleydi: “Ben de yazar olabilir miyim?” Öğrenciliğimde kompozisyonlarda oldukça başarılıydım ama iyi bir yazar olmak için yeterli değildi. Yazmayı öğrenmenin tek yolunun iyi örnekleri okumak ve alıştırma yapmak olduğuna inanıyordum. Okudukça hiçbir şey bilmediğimi öğrendim, döndüm yeniden okudum. Biliyordum, zaman içinde bilimsel bir disiplin ile değişim, dönüşüm, gelişim gerçekleşirdi.

Siz de yazar olmak mı istiyorsunuz? Yazmak düşünmektir, sabırlı olmaktır, yalnızlıktır, hayatı derinlemesine gözlemlemek ve irdelemektir, vazgeçmemektir. Zaman ve emek ister, en önemlisi bilgi ve cesaret… Öncelikle, yazı yazma sanatını öğreten, gelişimin aşamalarını gösteren, farklı bakış açıları sunan yazarların kitaplarını okumanız, incelemeniz, özümsemeniz gerekir. İlk adımda ölmek gibidir yazmaya başlamak. Çünkü yazmak ciddi bir iştir.

Cemil Meriç’in dediği gibi “Anladım ki aklına geleni yazmak, yazı yazmak değildir.” [1]

Sicilyalı yazar Giuseppe Culicchia’nın Demek yazar olmak istiyorsun! [2] adlı kitabı, yazar olmak isteyenlere yol gösterici kaynak niteliğinde… Arka kapak metninde özetle şöyle yazıyor: “Editörden basın bürosuyla olan ilişkilere, kapak tasarımından imza günlerinin gerçekleştirilmesine kadar bir yazarı ilgilendiren önemli noktaları tüm metne yayılan bir ironiyle inceliyor.”

Siz de yazdığınız kitabı yayımlatma hayalinden önce; ne hakkında yazdığınızı, öykü ya da roman yazıyorsanız, ana karakterinizin ne istediğini çok iyi bilmeniz gerekir. Ayrıca; “Ne anlatmaya çalışıyorum?”,  “Bu yazımın amacı ne?” gibi soruları önce kendinize sormalısınız.

Heyecanla yazılanlar, yayımlanmadığı sürece masumiyetini korur, çünkü yayımlandığında her şey değişecektir. İlk romanınızı ya da ilk öykünüzü ya da ilk şiir seçkinizi gönderdiğiniz yayınevi yapıtınızın yayın ilkelerine uygun olmadığını belirtebilir. Bu nedenle kitabınızı ‘dünyada yayımlanmayan hiçbir şey kalmamasını amaçlayan’ bir yayınevine ya da evinize yakın bir matbaaya ‘cebinizden para vererek’ bastırmanız gerekecektir.

Sonrasında; yapıtlarınız kadar siz de irdelenecek, değerlendirileceksiniz. Kitaba hızlıca göz atmış birileri aklına geleni söyleme hakkını kendilerinde bulacaklardır. En kötüsü (elli yaşını aşmış da olsanız) “Genç yazar” ya da “Genç şair” olarak etiketleneceksiniz.

Aralarında ünlü yazarların da olduğu birçok dergi ve gazetenin Amerika’yı yeniden yeniden keşfetmekten sıkılmayan kültür sayfası yazarları, son dönemde yayımlanan kurmaca türündeki yapıtlardan ‘Edebiyatta yeni akım’dan söz ederler. (Bu yeni akım, elit kültür ve elit sanat kavramlarını da ortaya atmıştır.)

Yaşlı yazar diye bilinenler bu şekilde hitap edilmesine çok kızarlar. Ne kadar başarılı olursa olsun, Genç yazar dediklerini genelde görmezden gelirler. Lider medya kuruluşlarınca gerektiği kadar ‘kasılmayan’ yazarları yok saymasalar da hafife aldıkları bilinmektedir. Herhangi bir yapıtı yayımlanan bazı yazarlar kitap satışı önemli olsa da ilgilenmiyormuş gibi tavır sergilerler. Polemik yaratmanın satışları arttıracağı gayet iyi bilindiğinden oyunun kurallarına göre oynandığı bir gerçekliktir.

Giuseppe Culicchia; “Siz de gereği gibi kasılabilmeniz için bazı temel kuralları aklınızdan çıkarmamanız çok önemli” diyor ve söz konusu temel kuralları şöyle sıralıyor: “1- Kendinizi ve eserlerinizi kıyaslamanız durumunda kullanacağınız isimleri özenle seçmelisiniz. 2- Eserinizin tanıtımını yaparken, aslında herhangi bir kitabını okuma zahmetinde bulunmadığınız birçok yazardan bahsetmelisiniz. 3- Konuşurken sözcükleri tartıyormuş gibi hava katarak çok yavaş konuşmalısınız. 4- Saçlarınızı sık sık düzeltin ya da en büyük silahınız bakışlarınız olsun. 5- Kitabınız hakkında olumlu görüş belirtmelerini beklediğiniz yazarlar haricinde herkese selam vermeyi bırakın. 6- Size gelen tüm röportaj tekliflerini kabul edin, yöneltilen sorulara çapraz ve kanıtlanabilir yanıtlar verin. 7- Konuşma yapacağınız mekâna siyahlara bürünmüş halde gitmeyi ihmal etmeyin. 8- Televizyona çıkabilmek için elinizden geleni yapın. 9- Tüm festivallere, kitap fuarlarına, sanal dünyanın edebiyat söz konusu olduğunda sınırsız bir narsisizm etrafında döndüğünü tartışan forumlara katılmalısınız. 10- Kendi görüşlerinizi ifade etmekten kaçınmayacak diğer katılımcılar arasında bir kavga çıkmasına neden olacaksınız. Arkadaşlarınızla sohbetinizde ya da bir gazetedeki köşe yazınızda kavgaların ve fanatik taraftarların şiddet gösterilerinin nasıl midenizi bulandırdığının altını çizerek işin içinden ustalıkla sıyrılmayı bilmeniz gerek.”

Demek oluyor ki ne kadar kasılırsanız kitabınızı kendi cebinizden değil de tanınmış yayınevi tarafından ‘başkalarının cebinden’ yayımlatmayı başarabilirsiniz. Çünkü yazarlar asla ödemez. (Bu uygulama bizde yalnızca popüler ya da büyük yazarlar[!] içindir.)

Yayımlayacağınız yapıt her ne olursa olsun bir yayınevi tarafından yayımlanacak ise bir sözleşme imzalayacaksınız. Zafer hayalleri kurmaya başlamanız kaçınılmaz. Mutlu, heyecanlı ve safsınızdır. Yayınevlerinin bir yardım vakfı değil, diğerlerinden farksız bir ticari şirket olduğunu unutuverirsiniz, sözleşmede belirtilen şartların değiştirilebileceğini de… Yayın sözleşmelerinin altına bir daha silinmeyecek imzanızı atmadan önce dikkatle okumalı ve anlamadığınız noktalar konusunda açıklama istemelisiniz. Örneğin, telif hakları için ödenecek tutarın yüzde hesabının kitabın etiket fiyatı değil, satış fiyatı üzerinden (düşük telif bedeli) yapılacağı ya da telif karşılığı verilecek kitap adedi maddesi…

Giuseppe Culicchia, “Size en iyi öneri, herhangi bir yayınevinin sizden para talep ettiği bir sözleşmeyi imzalamamanız. Kendisini para karşılığı kitap basmayan bir yayınevi olarak tanıtan, ama kitap karşılığı cüzi bir miktar talep eden yayınevlerinin tuzağına düşmeyin. Ulusal çapta adı duyulmuş bir dağıtıcı firmayla anlaşmadıklarından kitabınız mutlaka çok az satmaya mahkûm olacaktır.” sözleriyle uyarıyor yazar olmak isteyenleri.

Işıltılı edebiyat dünyasının da yöneticileri vardır. “Pazar pazardır. Kitap satmak, aynen süpermarketlerde deterjan satmaya benzer.” Günümüzde gerçekten de kitapları süpermarketlerde bulabiliyoruz. Genel yayın yönetmenleri kendi ticari mesleğini yaparlar, kitapların bir satış ürünü olduğunu düşünürler. Sizi ve kitabınızı ne kadar umursadıklarına dikkat etmelisiniz.

Kitabın kapağı, adı kadar önemlidir. Kapak tasarımı konusunda söz hakkınızın olduğunu unutun. Yayıneviniz tarafından “Kapak tasarımından grafikerlerin sorumlu olduğu” söylenecektir. Yazarlığın yanında grafiker de değilseniz düşüncenizi dile getirmeniz boşunadır. “Böyle bir kapak, kitabevinde kimsenin dikkatini çekmez.” sözleri yüzünüze çarpılır. Kitaba dikkat çekici başka bir ad bulmanız da istenebilir.

Kitabınızın yayımlanmasıyla birlikte hem olumlu hem olumsuz tepkilerle karşılaşacağınızı bilmelisiniz. Elbette ki bunun için birilerinin kitabınızı yorumlama zahmetine katlanmış olması gerekecektir. Eleştiri mekanizması ters yönde işleyebiliyor. Kendisine karşı duyulan kıskançlık ve antipati, bir yazarın yerle bir edilmesine neden olabiliyor. İşte tam da bu yüzden, basının okuyucu kitlesine ulaşmayı başaramayan kültür sayfaları ve edebiyat ekleri, “körler sağırlar birbirini ağırlar” deyişinde olduğu gibi, yayıncılık dünyası çalışanlarına hitap etmekle yetinmek zorunda kalıyor. Birçok yazarın meslektaşlarının kitaplarını eleştirmek suretiyle kendilerini eleştirmen kategorisine yerleştirmelerine sıklıkla tanık oluyoruz.

Siz de ister istemez kendinizi bu ve bunun gibi durumların tam ortasında bulacaksınız. Hiç beklenmedik övgüler alırken hemen ardından yine beklenmedik saldırılara maruz kalabileceksiniz. Bir yazarın başına gelen en tehlikeli şey, kendi kendine “Ne kadar iyi yazıyorum be!” demeye başlamasıdır. Eleştirilerin belirli bir mantıklı temele oturtulmadığı, hakarete vardığı durumlarda karşılık vermeniz enerjinizi boşa harcamaktan başka bir şeye yaramaz. Enerjinizi yazmak için kullanın.

ÇSLS olarak bilinen Çok Satanlar Listesi Sendromu’na yakalanmayın. Önemli gazetelerin geniş okuyucu kitlesiyle doğrudan buluştukları çok satanlar listesi bazı yazarların bu hastalığa (öfke, tedirginlik, bunalımlı ruh hali, paranoya) yakalanmasına neden olur.

Yayınevi, ‘Gelecek Vaat Eden Yetenek’ için bir dizi tanıtım tekniğine başvurur. Gazetelere ve Twitter, Facebook, Youtube gibi sosyal paylaşım sitelerine reklam vermek, kitabın bir kopyasını belirlenen çıkış tarihinden en az bir ay öncesinden ilgili kültür sanat mecralarına ulaştırmak, üzerinde kitap başlığının yazdığı dev bir posteri kitabevlerinin vitrinlerine asmak kitabın gerçekten de önemli bir yapıt olduğu izlenimini yaratmak ister. Bu yayınevi ve yazarın egosunu tatmin etmekten başka bir şey değildir. Sizi sömürmek isteyen birilerinin karşınıza her zaman çıkacağını unutmayın! Yine de kitabınızı tanıtmak üzere programlara davet edilmeniz size verilen değer ve önemdir.

Kitap tanıtım günlerinin size daha fazla tanınırlık kazandıracak, birkaç kitap daha fazla satmanızı sağlayacaktır. Henüz genç yazar sınıfında olduğunuzu; cebinizden para vererek kitabınızı bastırdığınız yayınevi tarafından davet edildiğiniz, kitap fuarlarına ya da etkinliğin yapılacağı farklı kentlere yaptığınız yolculuklar, kalacağınız otel, yiyecek harcamalarınızı kendinizin yapacağınızı aklınızdan çıkarmayın: Okurlarınızla yüz yüze tanışmanız en büyük armağan…

Akım-eğilimler söz konusu olduğunda edebiyat ve moda dünyasının her iki dünyayı temsil eden bireylerin aslında ne kadar benzer olduklarını fark etmenizle birlikte, çabalarınızın sonunda, “En büyük başarı, kalıcı olabilmektir” diyen Ernest Hemingway ile aynı noktaya varacaksınız. “Gerçekten de iyi yazılmış kitaplar, kalıcı olmaktadır.” diyor, Giuseppe Culicchia.

İkinci, üçüncü hatta onuncu kitabınız yayımlansa bile (yazın dünyasında tanınmış bir yönetmeniniz yoksa), genç şair olarak anılmaya devam edersiniz. Kitabınızla bir ya da birden fazla ödül kazanabilirsiniz. Ödül konusu gerçeküstü ya da çelişkili olarak tanımlayabileceğimiz bir olaydır. Adil jüri olduğu kadar “danışıklı dövüş” durumların yaşandığı, yadsınamaz bir gerçekliktir.

Giuseppe Culicchia; “Megalomanlık söz konusu olduğunda, başka kimsenin egosunun entelektüellerinkiyle uzaktan yakından kıyaslanmayacağını unutmayın! Bu nedenle, er ya da geç acımasız eleştirilerle yüzleşmek zorunda kalacaksınız.” diyor.

Her yerde, her alanda olduğu gibi edebiyat dünyasında da hep çekişme, hep kutuplaşma, topluca ve gizlice yürütülen planlar olduğu bilinir. Günümüzde yazılı basın ya da sanal medyadan görüldüğü üzere tarikat-barikat-rekabet sarmış yazın dünyasını. Kimi genç, kimi yaşlı, kimi mürit, kimi militan yazar… Kimi modern, kimi postmodern sanat lideri… Yazın dünyasının kahramanları yıllardır kalem savaşı sürdürürler. Günümüz internet demokrasisi, yazılı sert tartışmaların yaşandığını da açıkça göstermektedir her gün.

Gerçekte yazmak kötü düşünceleri zihninizden uzak tutar. Hayatınızda kendi düşünce gücünüz, çabalarınız ve başarılarınızla güzel, kalıcı yapıtlar vermeyi sürdürün. Büyük yazar kademesine erişebilir misiniz, bilemiyorum. Öyle olmasını dilerim.

[1] Ümit Meriç, Babam Cemil Meriç, İnsan Yay. İstanbul, 2018. s.33.

[2] Giuseppe Culicchia, (E cosi vorresti fare lo scrittore) Demek Yazar Olmak İstiyorsun!, Çeviren: Nazlı Birgen, Aylak Adam Yay. İstanbul, 2014

* Üvercinka Dergisi, Nisan 2021, Sayı 221'de yayımlanmıştır.


Yaşar Özmen
ÖPSEN

 

Kar gibi örtüneceğim bir bulut

Okşayacağım yağmur gibisin…

Ne söylesem şiir olur gözlerine değince

Öpsem eriyeceksin…

Gel kuralım seninle

Ateşi barutu olmayan bir dünya

Yoksa incineceksin…

Bir umut benimkisi şahlanmayı bekleyen

Yüzünü okşayıp

Öpsen alnından

Göğünde göneneceksin… 

Olmaz ki susmakla

Ardı gelmez saklanmanın

Sırılsıklam tutunsan bakışlarıma

Şiirleşeceksin…

10 Aralık 2021

 

Banu Elçi
MADAM SCHLİMAZEL

“Yıldızları süpürürsün farkında olmadan
Güneş kucağındadır, bilemezsin
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür.
Ciğerinde kuruludur orkestra duymazsın
Koca bir sevdadır yaşamın, anlamazsın.
Uçar gider, koşsan da tutamazsın.”
                                                Shakespeare

-Öğreneceksiniz Madam Schlimazel öğreneceksiniz. Yanlış insanlara harcadığınız zaman yüzünden doğru insanlara gücünüz kalmadığında “pişmanlığı” öğreneceksiniz. Söndürün güneşi tüm umutlar öldü deyip düşlerden af dileyeceksiniz.

Sevmekten korkar mı hiç insan yavrucuğum derdiniz oysa. Görüyorum ki aşk tanrısı sizi fazlasıyla sınamış. Bilgi ağacının kötülük meyvesine el uzatmış, ihtiras ve tutku kurbanı olmuşsunuz.

Dua edelim Madam Schlimazel. Aklımızı, yüreğimizi, inancımızı korumak için dua edelim.

-Fakat Amiral Egbert, görüyorum ki siz denizlere, okyanuslara açılıyor, bir tek kalbinizin derinliklerine açılamıyorsunuz. Açık denizlerdeki onlarca fırtınaları atlatıyor da yüreğinizin fırtınalarını dindirmek konusunda ne kadar gayret gösterseniz de kalbinize yenik düşüyorsunuz.

-Ah Madam Schlimazel, benim şu naçizane insanlığım derin okyanusları aşarken şeytanların gölgeleriyle boğuşur da bir damlacık aşkta boğulur... İşte bunu yüreğim de, aklım da almıyor.

-Amiral Egbert, yaşam dediğiniz şeyin en anlamlı bölümünü sevgi oluşturuyorsa bu anlamsızlık denizinde boğulmak niye? Sonuçta eğer güçlü bir iraden yoksa, girdaba kapılmış bir saman çöpü gibi bir o tarafa bir bu tarafa sürüklenirsin. Sevgi uğruna her rüzgâra kapılıp, o rüzgarla dört bir yana savrulursun.

O halde Amiral Egbert bu durumda hiç sevmeyecek miyiz?

-Seveceğiz sevmesine de, dümeni sahipsiz bırakmayıp rotamızı kaybetmeden seveceğiz. Eğer gemimizi kuzey denizine süreceksek o denizlerin koşullarını öğreneceğiz, eğer açık denizlere ulaşmak için bir kanaldan geçeceksek ağır ağır ilerleyeceğiz o kanaldan. Öyle okyanusların mavi büyüsüne kapılıp kendimizi hoyratça gelen dalgalara bırakmayacağız. Gün ağardığında olanca sakinliğiyle bizi içine çeken denizin aynı gün içinde şiddetli fırtınaları ile batırabileceğini de bilerek ilerleyeceğiz.

-Düşünüyorum da bütün bu oyunlar Amiral Egbert, yaşama dair insan eliyle yaratılmış olan bütün bu oyunlar, bana minyatür sanatını hatırlatıyor. Kendine has boyama tekniği ve kendine ait anlatım dili ile işlenmiş küçük boyutlu resimler gibi. İşlenen bir temayla olayları görselleştirmek, olayı resme işlenen figürlerle anlatmak. Minyatür adı da Latince küçük anlamına gelen “minör” kelimesinden geliyor. Zihin, tüm figürlerle ve olayları ince ince işlenmiş örgülerle, bir tema çevresinde kurup, yaratıyor. İnsan duyguları bu olayları ya ateşin altını harlayarak ya da tam tersi söndürerek işlemeye devam ediyor.  Ancak görüyoruz ki Amiral Egbert, bunlar insan zihninin küçük hatta bazen sevimsiz, pespaye, hain ve korkak benlik oyunları da olabiliyor.

Oysa evren kendi düzeninde, işleyişinde öylesine mükemmel ki bir zaman sonra taşlar yerine oturup ortam dinginleştiğinde elinde ne kalmış diye baktığında, kalan şeyler olanca basitliğiyle sana hayata meydan okumanın ne kadar aptalca olduğunu sorgulatıyor.

-Yani diyorsunuz ki Madam Schlimazel, açık denizlerin o korkunç fırtınalarına meydan okuyamazsın. Sadece fırtınayla birlikte temkinli ve dikkatlice yol alır fırtına dinginleşene kadar onunla uyum içinde denizde seyrine devam edersin.

-Öyle demeliyiz Amiral Egbert. Her şey olacağına varır, biz gönlümüzü ferah tutalım. İstesen de istemesen de hayat, sana ayakta durmayı öğretir. Sizin deyiminizle geminin içine ne kadar yük alıp, fırtınada ne kadar suyla dolup taşsan da batmayacağını elbet öğretecektir.

-Görüyorum ki sizden de bayağı iyi bir kaptan olur Madam Schlimazel.

Halbuki cancağazım ben de o gemi çoktan battı. Bile isteye bir enkaz yarattım ben kendimden. Üstelik bu duruma da ne sitem ediyor ne de durumdan kendime bir pay çıkarmak istercesine hayıflanıyorum. Şu insana dair, insansal meseleler yorucu vesselam sevgili madam. Yoruyor artık beni tüm bu ciddiyet, bu ağır insan dramları. Yüreğe ait olan her şey olanca derinliği ile insanın içini kazıyor. Ta ki kazdıkça o derin dehlizlerden su çıkana kadar, bir parçacık temiz suda arınmak için kazıyor.

-Neden öyle diyorsunuz Amiral Egbert?

Biliyorsunuz ki kader dediğimiz bir şey var. Temeli atılmış bir zeminin üzerine kurduğumuz bir hayatın önümüze düşen yollarında, özgür irademizi kullanmakta...

Her şey nasıl bir tek kadere bağlı değil ise bütünüyle her şey tek bir iradeye de bağlı değil. Bütün mesele hayata hazır olmak, hazır hissedebilmekte. Yoksa onca yükü nasıl kaldırabilir bir insan?

-Öyleyse seçimlerimiz bize mi ait Madam Schlimazel?

-Aslına bakarsanız dış koşulların şartlanmışlıklarından sıyrılabildiğimiz ölçüde özgür, özgür olabildiğimiz kadar da hayallerimize bir o kadar yakınız. Siz bir aşk istiyorsanız eğer, o aşkın tüm güzelliklerine olduğu kadar tüm sefilliklerine de hazır olmalısınız. Ya da bir insanı olanca varsıllığı ile sadece varoluşu nedeniyle seviyorsanız, arkasından gelebilecek her drama, kaybedişe, tükenişe, ihanete ve hatta belki rezalete de hazır olmalısınız. Dram dediğiniz şey; bir tiyatro sahnesinde sergilenen hüzünlü bir oyun gibidir. Onu hatta belki de kendi hikayenizi uzaktan izlediğiniz vakit, o kadar da dramatik gelmeyecektir size de. Yaşarken hissettiğiniz her acı sizi besleyip, ileriye taşıyor ve olgunlaştırıyorsa bir sonraki sahnenin komedi olmayacağını kim bilebilir?

İnsan eliyle şekil alan, insanın hayatını kolaylaştırmak için yapılan onca alet ve makinalar gibi insana yine yardımcı olabilecek soyut yardımcı araçlar da var aslında Amiral Egbert.

-Ne gibi Madam Schlimazel? Ağırlaşan ruhuma temas edecek, beni yüceltecek ve dimağımı sakinleştirecek tanrının sözleri ya da bir dua gibi mi?

-Belki de Amiral Egbert. Belki de... Sorgulayınız bir. Düşüncelerinizin ağırlığı ile yaşadıklarınızın ağırlığı aynı ölçüde mi?

Yargıladığınız her hüküm, her yanlış, her kötülük, evrensel doğrulardan sapan her kendini bilmez sapkınlık, bilmezlik ya da bilinçsizlik size ait değilse Tanrının suçu mudur bu?

Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını okuduysanız bir nedeni olmaksızın ya da içinde kötülük barındırdığı dahi düşünülmeden işlenen bir suçun cezasız kalmayacağını anlamışsınızdır. Dışarda verilen bir ceza, içe dokunmuyor ya da ruha bir ıstırap çektirmiyorsa o cezanın gerçek bir ceza olup olmadığını nereden anlayabiliriz ki?

İş ki insan en büyük günahı ya da cezayı kendine kesmesin?

-Rica ederim, vicdan muhasebesine girmeyelim Madam Schlimazel. Çünkü bu konuda insanoğlunun oldukça aciz olduğunu düşünüyorum. Burada Sokrat’ın erdemini salık veririm herkese. Evrensel doğruluk ve bilgi barındırmayan, sorgulamayan ve öğrenmeye açık olmayan her insan hayatı boyunca çokça hatalar yapmaya mahkumdur. O hatalar insanın doğrusu olmaya devam ettiği sürece de insanlığın kolektif hanesine yazılacak daha ulvi hikayeler asla olmayacaktır.

-Belki de hep bir kurtarıcı beklememiz de bu yüzdendir Amiral Egbert, ne dersiniz?

İnsanoğlu kendi içindeki güce, tanrısal yanına ve o büyük evrensel, sonsuz zekâya bir nebze olsun inanabilse... İnsanın, topluluğun ve dünyanın tüm hikayeleri de değişecek kim bilir?

Yoksa tüm bilgeliğini kabul etmek yerine aslında hiçbir şey bilmediğini ve sadece bilmeye cesaret ve niyet ettiğini ortaya koyan Sokrat’ı baldıran zehri ile zehirleyen bu zihniyet iki bin yıl sonra bile hâlâ aynı baksanıza.

-Öyleyse bizi kendimizden başka kurtaracak bir güç yok diyorsunuz, öyle mi Madam Schlimazel?

-Yeter ki insan önce kendine inansın Amiral Egbert.

Önce inandığı kavramları, öğretileri sorgulasın. Aksi taktirde egonun yapamayacağı hiçbir yıkım yoktur ki insanlığı hedef almasın!

-Madam Schlimazel, görüyorum ki dünya tarihinde ziyadesiyle kör inançtan kaynaklanan giyotinler, ölümler, yıkımlar, iftiralar ve suçlamalar bir hayli fazla. İsa, insanlık adına tüm günahları üzerine alıp acıları teniyle ve ruhuyla olanca ağırlığı ile çektiğinde tüm insanlık gerçekten kutsandı mı? Yoksa o tarihten bu yana aynı suçları, aynı günahları tekrar tekrar yaratmıyor mu insanoğlu?

Daha kaç kurtarıcı ya da Mesih gerek bu dünyaya?

-Üzülmeyin Amiral Egbert, her insan bu evrensel döngüde kendi kefaretini ödüyor zaten. Bir suç varsa ortada, suçlanacak birileri her zaman bulunur. Adil olan zaman içinde hakikatle zaten ortaya çıkacaktır. Aksi taktirde geçmişte tüm o haksızca idam edilenler bugün en büyük aydınlık için rehberlerimiz ve yol göstericilerimiz olamazlardı, değil mi?

-Sizin bu iyimser yanınıza hayranım Madam Schlimazel. Kadın ruhunun doğurgan, üretken, yapıcı ve ruhani yanını o kadar güzel yansıtıyor ki ruhunuz, içimi ferahlatıyor doğrususu.

-Amiral Egbert sizin de bir denizci olmanız işimi öylesine kolaylaştırıyor ki sanki size değil, suya döküyormuşum gibi içimi. Geriye sadece fırtınalar, dalgalar ve tabi yine denizin tüm dinginliği ile yol almak kalıyor.

-Öyleyse Madam Schlimazel ardımıza değil, önümüze bakalım bu durumda.

Aşka da, acıya da, sevince de, hüzne de rastgele! En çok da ihtiyacımız olan mutlak bilgiyle rastlaşsın yolu insanoğlunun...

 

AŞK
 
Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evvelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı
 
Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karakoy köprüsüne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik
 
Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik.                        
                                    Cemal Süreya

 













Yarısı yıkılmış bir köprüyü andırır bedenim
İpi üstüne edilmiş şu derenin serinliğinde
Vernalize olur, şişer gözlerim
 
Falakaya yatarken tabanlarım
Tansiyonum çıkar kayalıklara
Bakışlarım bulanınca anlarım
 
Çakıl taşlarını, bir bir yıkarım
Adını gömerim, su kenarına
Kuru gül dallarından ateş yakarım
 
Bir kaplumbağa yüklenir sırtına yalnızlığımı
Ben sırtüstü dereye yatarım
Nişan alırım ellerimle
Gez-inen serçelere
Arpacık gözkapaklarımda
Göz-lerin nerde?
  
 

NNilüfer Uçar
“YAŞAMAK ŞAKAYA GELMEZ” 

“Yaşam, ince bir cam gibidir, beklenmedik bir anda kırılabilir.”
Lev Tolstoy
 “Yaşam size verilmiş boş bir film. Her karesini mükemmel bir biçimde doldurmaya çalışınız.”
 Ara Güler

 Hangi yönden bakılırsa bakılsın, tüm zorluklara, olumsuzluklara rağmen yaşam denilen sürecin her karesini doldurma gayreti içinde olmalıyız ki dönüşü olmayan bu süreci yaşanılır kılalım. Kırılma noktasını, kalabalık telaşın kollarında var olmaya çalışan yaşamın hangi anda kayıp gideceğini bilebilir miyiz? Yok… Sonsuz yaşama duygusunu herkes içinde barındırır. Bu genç için de yaşlı için de böyledir. Hiç yaşanmamışçasına bırakıp gitmek mi, yoksa geride varsıl bir birikim bırakmak mı yeğlenir? Daha nice soruyu peş peşe sıralıyabiliriz kuşkusuz. Uzun bir ömür dilenir her nedense; sağlık, dostluk, üretken ve kaliteli yaşanmışlık fazla önemsenmez. Yaşam maraton koşusuna benzetilse; bu sürecin kimi uzun, kimi kısa mesafeli koşucusudur.  Hangisi olursa olsun adı yaşanmışlıktır.

Zaten dünyaya geliş nedenimiz bu değil midir? Kanuni Sultan Süleyman hasta yatağında söylediği gibi “Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi” Yaşam denilen süreçte sevinç ve mutluluk, acı ve sıkıntılar iç içe yaşanır. Kimisi bu olumsuz sürecin çarkına takılmadan yaşayabilme şansını yakalasa da sayıları o kadar az ki…

İşte tam da burada Sayın Seçkin Zengin’in ödev verdiği “Son Yaz Mektupları /ihtiyarlığınıza yazılmış mektup” yazının konusundayım. Ne yazılmalı geleceğe dair. Elbette yazılacak çok şey olabilir, yaşama, hayallere dair. Hayalin kapsadığı alana ulaşmak, onu elde etmek için harcanan çaba, taşınan umut, verilen kavgalar nasıl da değerlidir. Bir de zaferle sonuçlandıysa harcanan emek düşünülmez. Budur ki bizi yaşama bağlayan elzem nedenler. Türbülansa girilip çıkılsa da zaman zaman umudun ipini bırakır gibi olsak da genellikle mücadeleden vazgeçilmez. Zaten yaşamın olmazsa olmazıdır direnmek, zora göğsü siper etmek. Kimin yoktur ki böyle evreleri. Yaşamın damak tadı kimi zaman tuza, kimi zaman tatlıya tav olurken, acının o damakta dolaşmadığını söyleyebilir miyiz? Kuşkusuz her damak, yaşamın birçok tadını denemiştir, denemek zorunda kalmıştır.

“Geçmişi değiştiremezsin ama gelecek daha elinin içindedir.” der H. White

Biz de geçmişle hesaplaşır, irdeler; hataları, günah ve sevabıyla sahiplenirken isteyip de yapamadıklarımızı düşünür, belki de düşünemediklerimize dokunmadan geçeriz. Kim bilir düşünme fırsatını bulamadığımız daha nice güzel düşlerimizi sarıp sarmalayıp yaşam bohçamızda zamanın akarına bırakmışızdır.

Gelecek nedir?  Hayal mi, yoksa varılacak hedef mi? Gelecek belki yalnızca bir an’dır, belki yarındır, belki de uzun yıllara uzanan yaşam sürecidir. Ama belirsizliktir. Biz yalnız orayı hayallerimizle hayal ederiz. Kaf Dağı’nın arkasını merak eden masal kahramanları mıyız? Yoksa serabın arkasında koşan bir hayalperest miyiz? Nedir gelecek? Sonsuzluk mudur yoksa? Hayır gerçekçi olmak gerek. Var olan, ama ulaşmak için sürenin garantisi olmayan bir yer, bir zaman dilimi, ya da yaşamın terası. Ne denir, nasıl varsayarsanız odur gelecek. Nadide bir çiçektir gelecek. Narin, örselenmeye gelmeyen, hızla akarken kopup giden zamandır belki. Gelecek herkesin algıladığı kapasitedir. Düşün arka, yaşamın ön bahçesi de olabilir…

Yarın için garanti yok diye; günü, gün olarak yaşamak kadercilik olmaz mı?  Umudu, hayalleri bitirir bu düşünce. Yaşama sevincini katletmiş olur. Gelecek hedefi belli olmayan bir koşu eylemi olsa da yaşanılmaya değer ve olması dilenen hedeftir. Varsayalım ki bitiş çizgisi belirsiz bir eylemdir yaşanılan. O zaman dünün kolunda geleceğe güvenle yürümek, varoluşumuza olan saygıyı yitirmeden sarılmak ve yürüyüşe devam etmek gerekir. Mesafeyi düşünmeden ışığa yürümek, koşmaktır gelecek. Geçmişi değiştirme olanağı olmadığı gibi pişmanlıklar da hiçbir işe yaramaz. Olsa olsa onlardan ders çıkarabiliriz. Ama hiçbir zaman geçmişi yoktan sayamayız.  Olumsuzluklarına, acılarına takılıp kalmadan yola devam denmeli. Elbette bugün kıymetli. Onun içini doldurarak yaşayabilirsek geleceğe bırakacak değerlerimiz çok olur. Kalıt (miras); bugün yapılanların geleceğe aktarılmasıysa, bırakılacak en değerli kalıt eser ya da eserlerdir. Yokluğumuzda dahi varoluşun devamlılığını sağlar. Tıpkı; Atatürk, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Mevlâna, Rene Descardes, İbn-i Sina, Konfiçyüs, Baruch Spinoza, Lev Tolstoy, William Shakespeare ve daha niceleri yüzyıllara rağmen eserleriyle yaşıyorlar, yaşamaya devam edecekler. Resim, müzik, tiyatro, sinema, bilim, tarih, edebiyat, spor hangi alanda olursa olsun bıraktıkları eserlerle, ya da çağa damgasını vuran buluşlarıyla var olmaya devam ederler.

Böyle eserleriyle anılmayı kim istemez ki. Bir yerde yaşam noktalansa da kalıtlar onları yüz yıllara taşıyıp yaşatıyorsa… Malı, mülkü, serveti bunun dışında tutmak gerekir. Çünkü bu servet bitince iz bırakmaz. 

“Geleceği satın alabilecek tek şey bugündür” diyen Samuel Johnson’ın bu sözü önemsenmeli.

Satın alalım ama neyi satın alalım?  Kimi servet edinmeyi, kimi zevki için yaşamayı, kimi de yaşamı bıraktığı yerde onu yaşatacak eserler bırakabilmeyi yeğler. Kişiye göre değişir satın alınan değerler.  Bugünden yarına yatırımın yolu da yordamı da farklılık gösterir.

Ben mi? Gelecek için düşüncelerim zamanın değişik evrelerinde değişime uğradı desem. Çünkü her yaş basamağında gelecek için beklentiler değişiyor.

Gelecek için ne bırakabilirim düşüncesi birçok kişi gibi beni de ilgilendiriyor. Neden mi? Çünkü yaşamın üst basamaklarına doğru yol alırken nefesimi idareli kullandığımı anladım. Geç bir zaman denebilir. Başlamaya karar verildiği andan artık geç diye bir şey söz konusu olmaz, olmamalı. Tek dezavantaj alacağım yolun ne kadarını kullanabilirim sorunsalıdır. O nedenle yazın yaşamımda yol almanın hazzını yaşıyorum. Az olur çok olur, pek de önemli olmasın derim. Bugünü yaşanılır kılamazsak gelecek yelkenini yürütecek rüzgâr gücünü bulamayabiliriz belki. Yaşamda en değerli an içinde bulunduğumuz andır. Önemli olan bu anın içini nasıl dolduracağımızdır. Günün koşuşturması, toplumsal yaşantı, günü kurtarma çabası, çoluk çocuk, iş güç derken telaşın içinde hızla yol aldığımızın ayırdına varamıyoruz. Gün ne zaman başladı da hemen bitti, baş döndürücü bu süreç şaşkınlık ve telaşla izlenirken, yazmak için zaman yaratmak, sonra da emeğin dönüş sevincini yaşamak kadar güzel ne olabilir?

 “Sıkıntı var; boğuntu var, tedirginlik var, çirkinlik, yalan, her şey var. Ama hep umut var her şeyin içinde…”  diyen Edip Cansever’ e hak vermemek olmaz ki!

Yol hep umut meydanına çıkıyor. Tutunduğumuz o çınarın dalıdır. Direnciyle varoluşumuzun simgesidir.

Umudu yitirdiğimiz ya da yitirmeye an kaldığında, benliğimiz sarsılır, soluğumuz kesilir sanki. Bireysel sorunlara, toplumsal daralmalar eşlik ederse sonuç daha da ağır olur. Örseler, yoğurur, hırpalar, yılgınlık denen uçurumun kıyısına doğru sürükler.

Dünya salgının yapay parmakları arasında debeleniyor. 2019’da Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan Covıd-19 salgını orada çok can aldı. Daha sonra bize bir şey olmaz diyen ülkelerin kapısını tek tek çalınca, tehlike çanları da çalmaya başladı. Mart 2020’de bizim kapıyı çalmadan hop diye içeri girdi. Tam kapanmalar, kısmen kapanıp açılmalar derken bocalayıp durduk. Gelişmelerin iyi yönetilmemesi sıkıntıların derinliğini artırdıkça artırdı. Başlangıçta maske dağıtma işi tam bir komediydi, düşman başına dedirtti. Bilgilendirmedeki samimiyetsizlik, bilgi kirliliği, sosyal yaşamı olumsuz etkilediği gibi güven kaybına da neden oldu. Her bilgilendirmeden sonra acaba sorusu hemen ardı sıra gelmeye başlar oldu. Doğal maskeli yüzlere zorunlu maskeli yüzler eklendi. Birkaç cümleye sığdırılmayacak kadar zor bir dönem yaşıyor tüm dünya. Biz daha zorunu yaşıyoruz. Birçok iş yerinin kapanması, çalışanların işsiz kalması, işsizlik boyutu her geçen gün büyüyerek işsizler ordusunu oluşturdu. Temel giderlere yapılan zamların yırttığı kemer beli tutamaz oldu. Ne yazık ki sessizlik hâkim. Tasarruf önlemleri kime uygulanacağını söylemeye gerek bırakmayacak bir komedi. 

Geleceğimizin temel taşı olan eğitim-öğretim, bu olumsuzluklardan fazlasıyla nasiplendi. Zaten kırılgan olan eğitim sistemimiz vurgun yemiş gibi sendeledi. Öğrenciler, ilk kez bilgisayarla uzakta eğitimi yürütmeye çalışsa da her öğrenci bu olanağa sahip olamadı. Birçok çocuk eğitimsiz kaldı. Eğitimdeki eşitsizlik daha da arttı.

Aşıyı bulma çabalarının zaman alması, daha sonra aşının getirilip yapılmaya başlanması ayrı bir sıkıntı yaşattı. Geldi gelmedi derken uzunca bir süre geçti. Nihayet on sekiz yaşına kadar indi gibi... Bu demek değildir ki normal yaşantımıza başladık ya da başlayacağız. Yeni çıkan varyantlar kendi alanlarını genişletirken sıkıntı, kolay aşılacağa benzemiyor. Gerçi turizm için tüm önlemler askıya alındı. Sonuç, sezon bitiminde görülecek. İnsanlar uzun zaman uygulanan kısıtlamalardan sıkıldığı için sevinç yaşıyor. Hani sevinçleri kursaklarında kalmasın diyesi geliyor insanın. Bekle gör durumu yaşanıyor şu an. Üçüncü aşıya 1 Temmuz 2021 itibariyle başlandı.

1 Temmuz tarihine bir not daha düştü. Kadın şiddetini önlenmesini de içeren “İstanbul Sözleşmesi” bugün yürürlükte kaldırıldı. Birçok büyük kentte kadınlar olayı protesto etmek için gösteri yaparken yine güvenlik güçleriyle göğüs göğüse gelmesi ne acıdır ki yaşandı.  21. Yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanıyor bu direnç. Kısır bir döngünün içinde debelenip duruyoruz. En değerli varlıklarımız dediğimiz kadınlarımız, çocuklarımız, doğamız ne yazık ki korunaksız ve bu önlenemiyor.

Salgının yarattığı sarsıntıyla yetinmedik elbette. Ekonomideki dibe çöküş, gelir dağılımındaki uçurumun derinliği, yoksulluk sınırındaki keskinlik, işsizliğin tavan yaptığı bir zamanın hırçın kollarında daralmış durumda bir toplum. Siyasetteki kirlilik, dışa bağımlılık, iç acıtan yolsuzluklar, adalete olan güvenin yağ gibi eriyor olması, kadına uygulanan şiddetin artması, çocuk istismarının utanç verici boyutlara ulaşması, saygı ve sevgi dilinin kabalaşması… Toplumun gelecek için duyduğu kaygı, umut ışığının gittikçe azalmasına neden oluyor.

Umut; geleceğe randevu vermekti. Umutsuz yaşam zifiri karanlıkta yol almak gibidir. Her şeyini yitirmiş, tutunacak dal bulamayanlar için kolay mı sanıyoruz? Peki ne yapılmalı gelecek denilen Kaf Dağı’nın ardını görebilmek için. Burada durup geçmişimize bakmalıyız. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yurdumuz işgal altında inim inim inlerken, hiç umut yokken, karanlık günler yaşanıyorken; geceyi gündüze döndüren, dirençle, azimle, inanarak Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde nasıl yeniden ayağa kalktıysa, sönen ışık tekrar yakıldıysa; yine, yeniden o ışık yakılır ve ayağa kalkılır. İnançla umutla kol kola yürünür aydınlık günler için.

“Şayet bir gün çaresiz kalırsanız, bir kurtarıcı beklemeyin. Kurtarıcı kendiniz olun.” M.K. Atatürk

 Demek oluyor ki zaman zaman dibe battığının farkına varabilen bireyler, toplumlar, ülkeler; kurtarıcının kendi dinamiklerinde aramanın gerekliliğini bize miras bırakan Atatürk’ün bu sözünü ilke edinip umudun kendimizde olduğu bilincine varmalı.

“Yerinde duran, geriye gidiyor demektir… İleri, daima ileri!” M.K.Atatürk

Kazanımlarımızı ileriye taşıyabilmemiz için, iç dinamiklerimize sahip çıkmalıyız. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında günümüze değin hangi kazanımlarımızı kaybettik ya da üstüne neler ekledik, bunu irdelememiz gerekir… Bir ülkeyi ileriye götüren yolun, eğitimden geçtiğini söylemenin gereği var mı? Çağdaş bir eğitim sisteminden neler feda ettiğimizin ayırdında değilsek, bilinsin ki ileri gidildiğini düşünmek pembe hayaller ülkesinde masallarla uyutulan cücelerden farksız oluruz. Bir toplumun gelişmişlik ölçütü, çağdaş bir eğitim, kaliteli okur-yazarlardır. Yoksa sağlıklı bir değerlendirmeden yoksun olur.

Bireyin mutlu olması için, toplumun kararlı bir yönetimle yönetiliyor olması gerekir. Aksi durumda bu gerçekleşmez. Yoksul, gergin, gelecek kaygısı olan, üretim-tüketimde eşit yararlanmayan, eşit haklara sahip olmayan, adil yargılama yoksunluğu ve güven ortamı olmayan toplumların bireyleri kuşkusuz umutsuz ve mutsuzdur. Mutsuz bireyler, gelecek kuşaklara hangi varsıllığını taşıyabilir!

İlginç durumla karşılaştığımızda ilk akla gelen nüktedan, mizahçı değerli yazarımız Aziz Nesin’i anmamak olur mu? Her gün karşılaştığımız, yaşadığımız akıl dışı olaylar, bozulan toplum değerlerini anlatırken anarız onu. 

“Biz mağlup olduk efendim, çirkinliğe, kabalığa, bayağılığa mağlup olduk.”  Aziz Nesin

Neden demeyi, düşünmüyorsunuz sanırım. Çünkü haberleri dinlerken yüreğimize ters kelepçe vurulmuşa dönüyoruz. Kokuşmuşluk, kayırmalar, adaletsiz uygulamalar, mantar gibi büyüyen yasadışı oluşumlar, dilin ve saygının erozyona uğradığı, doğanın hoyratça kullanıldığını gördükçe, “Ah Aziz Nesin ah!” dememek mümkün mü?

Geleceğe mektup yazılacaksa; bugün yaşananları oraya taşımadan olmaz ki!  Ne yaşarsan onu yazarsın…

“Bütün yıldızlar sönse ve her şey kararsa, insanın ruhunda tek bir yıldız parlamaya devam eder, bu ümit yıldızıdır.” Eflatun

Yaşamın temel kaynağı içimizde yaşattığımız o yıldız ki pek çok badireleri atlatma direncini bize verir. İşte bu direnci yeri geldiğinde kullanmak, onun hep canlı tutmak kadar kıymetli ne olabilir? Madem yaşıyoruz, umudumuzu, güvenimizi yanımızda taşıyarak; bizden sonraki kuşağa miras bırakacak güzel eserlerimizle yol alalım.

Bu mektubu “Son Yaz”a yazıyorum. Son Yaz, hangi mevsim ya da kaçıncı yaşa denk gelen mevsim?  Hangi zaman dilimine son yaz diyebiliriz?  Ben yine de iç ısıtan, olgunluk seviyesine ulaşmış yaş olarak alayım. Tam da emek hasılatının kaldırıldığı, yaşamda fazlalıkların ayıklandığı, kendinle hem barışık hem de kendine yetindiğin bir zaman dilimi. Yaşanılanlar sergilenir, değerli olanlar ayrılır, eksikler tamamlanır, sonra yaptıklarınla (varsa) gururlanırsın. Neler bırakmayı düşünür insan gelecek adına. Zengin bir baba servet bırakmak ister, yoksul bir baba borç bırakmak istemez, kimi varsılım dediği çocuk ve torunlarını servet olarak görür, kimi de kendini merkeze koyarak dünyayı kendi etrafında döndüğünü sanarak egosunu doyurmaya çalışır. Hangisi olursa olsun kaliteli bir yaşamı geleceğe bırakmak en değerli kalıttır.

Yaşamak için geldiysek dünyaya, yaşamalıyız. Umutla, dirençle, dişini etine geçirerek, hırsını taşa bırakarak, gece ayın ışığında yıldızlar göz kırparak, bir derenin kıyısına oturup ayaklarını suya sarkıtarak, gölde nilüfer çiçeklerin ihtişamını içine çekerek, saçakta yuva yapan serçeye imrenerek, çiçeğe konan kelebeğin kanat zarına hayran hayran bakarak, salyangozun arkasındaki simi izleyerek, suya attığın taşın halkalarını sayarak, gün batımında bir kadeh şarabını burukluğunu damağına yaşatarak, soluk soluğa çıktığın yamaçta aşağıya bakarak, bir çocuğun gülüşündeki saflığı dudaklarına misafir ederek, ayağını sıkan ayakkabını attığında duyduğun rahatlığı yaşayarak, uçakta bulutların içinde geçercesine  yaşar gibi... Ve yaşadığını kendine kanıtlarcasına yaşamak…

Her mevsim baharmışçasına. Genç yaşayacaksın. Diri yaşayacaksın. İhtiyarlık vazgeçmişliktir. Vazgeçmek kaynaktaki suyun kurumasıdır.

Yazımı umutla bitirecekken, yine umut kanadı. Çünkü Antalya Elmalı’da yaşanan iki küçük kardeşin cinsel istismar sanıkları ile ilgili görülen davanın sonucu açıklandı. Ve sanıkları serbest bırakıldı, adalet yok oluş tokmağını masaya vurdu. Bu, binlerden biriydi…

Çocukların çocukça yaşayacağı, güzel günlerde büyüyecekleri, umutla gülümseyecekleri bir dünya var olsun…

Nazım Usta’yla bitireyim ki umut yeşersin, tüm olumsuzluklara inat…

“yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
 sincap gibi  mesela”
  2 Temmuz 2021

 

Sus be yüreğim! Ben de bilmiyorum özlediğimi. Sus da bilmesin özlendiğini.

                                                           Özdemir Asaf

 

Nimet Taner
MAVİCEK

 
yeryüzüne devamsız
göklere devam eder usun çocukları
başka vakitler vardır hayli şapkasız
rengarenkten rengarenk
 
annelerin uykusudur kiraz dalında çiçek
eğilip doğrulur çocukların oyunlarında gereç
göz getirir gözümüze
yüzümüzdeki mayıs elleri
 
bir bekleyiş bahçesinden
parmaklarının eylülüyle toplar
tarçından bir güzü bakırdan gökyüzünü
günaydınlar edinir en yarın haliyle
 
eti çağında yaşasaydı
keten giysi giyerdi mavicek
gümüş sular içerdi anneler
sonbahar bir defter gibi dürülüp kaybolmasaydı

 

Bedriye Korkankorkmaz
HAYATI GİBİ ÖLÜMÜNÜ DE DESTANSI KILAN, TRAJEDİNİN, TUTKUNUN, AŞIRILIKLARIN SANATÇISI: KLEİST

 Almanya'nın en büyük trajedi sanatçısı olan Heinrich von Kleist'ın mezarındayım. Bugüne değin onunla ilgili yaptığım araştırmaları aklımın süzgecinden geçiriyorum. Kişiliği hakkında aykırı düşüncelere savrulmak istiyorum ve ona yaşadıklarından sesleniyorum. Sesimin tınısına, yaşadıklarına ödediği bedellerin sesi karışıyor. “Zıt kutbunla akılcı dünyaya ait olamazdın sen” diyerek sohbetime başlıyorum. Sevmek, sevilmek, başkaları tarafından fark edilmek, şöhretli olmak ille de öç almak adına didindin durdun. Yaşadıklarının heybeti ürkütüyordu insanları. Yaşadıklarının/yazdıklarının senden sonraki yansımalarını sana anımsatmak istiyorum. Merak ediyorum, parçalanmış ruhun mezarda bir bütün olabildi mi? Doğarken mi yoksa ölürken mi daha adildir yazgı? İnsanın kendisine karşı sorumluluklarının içinde kendini öldürmek de var mıdır?  Ağzının içine tabancayı dayayıp ellerin titremeden tetiğe basarken acının hangi boyutuyla yüzleşiyordun o an? Neden insan, saygısına/saygınlığına değmeyecekler için kendini tüketiyor senin gibi. Bir yandan hayattan kaçıyordun diğer yandan kendinden. Kendini kendine unutturmak istiyordun. Sürekli yollardaydın. Huzursuz, ruhuna yenilmeyecektin böylelikle. İnsanın kendisi karşısındaki umarsızlığını, ölüm karşısındaki umarsızlığa benzetiyorum ben. Göçebe ruhun rehberin oldu senin. Ruhların sustuğu tek dünyadan sana sesleniyorum: Mezarlıklar neden bu kadar sessizdir? Taşkınlıkların, tutkuların, olağanüstü aşırılıkların adamı! Mezarda sessiz sedasız uyumana inanamıyorum. Ayağa kalk! Yık ortalığı! Ölü ruhlara inat ruhların dansına kaldır beni. İncitilmiş ruhumu sağaltacak bir iksir ver bana. Ben de senin gibi kendini eserinden yaratan bir heykeltıraş olmak istiyorum. Tepeden tırnağa incinmiş duygularımdan yaratayım kendimi. Güneşi getirdim sana, gecenin karanlığını ver bana; aydınlatayım yaşadıklarımla. Bedellerine benzeyen yüzüm yaşanmışlıkların izleriyle dolu. Korkma yüzüme dokunmaktan. Biz ki insanları kırmamak adına kendimizi parçaladık.  Yüreklerine dokunduklarımızdı ruhumuzu parçalayanlar.

Parçalanmış ruhumun sesi rüzgârın uğultusuna karışıyor ve baştanbaşa yalnızlık kesiliyorum mezarında. Gerçeğin gücü karşısında titriyorum. Üşüyorum. İnsanlığın botanik bahçesi mezarlıklar mıdır? Bitkiler gibi mezarlıkların dünyasında da aykırılıklar farkındalık olarak karşımıza çıkıyor. Sağken birbirlerine kurşun sıkanlar, ölürken koyun koyuna birlikte uyuyorlar. Mezarlıkları insanlığın evrenselliğe ulaştığı tek mekân olarak algılıyorum. Bu cennet bu cehennem mekânının tuvalini yüreğime kazıyorum. Kendinden kaçış hastalığına sen de bu mekânda şifa buldun. Hayallerinin hırslarınla el ele verip seni uçuracağına inanıyordun. Uçlarda yaşamalıydın, benim gibi. Özünde kendi derinliklerine kök salmak istiyordun ama isteklerinin kutbu birbirinin zıddıydı. Zıt kutbun burcunda doğanlar iflah olmazlar, kendimden biliyorum. Uçuruma doğru koşarken kendini ölümün kollarına, uçuruma yaklaştığın anda ise yaşamın kollarına atıyordun. İçinin kilometrelerini koşarken hayallerinin derinliklerine dalmak istiyordun.

18 Kasım 1777’de Oder üzerindeki Frankfurt'ta dünyaya geldin. Dâhi olduğunu çocuk yaşta öğrenme ve öğrendiklerini ayrıştırma kabiliyetin belli ediyordu. On bir yaşında anne/babanı yitirdin ve Berlin'deki göçmen bir vaizin koruması altına verildin. Baban gibi subay oldun. Bir yere ait olmama duygusu yetimliğinin armağanıydı sana. Hayatın soluk soluğa bir duygunun, bir düşüncenin peşinden koşmakla geçti. Kovalamaca hayatının mihenk taşı oldu. Sıradan bir yüze sahiptin. Yetimlik sende kimsesiz olmakla eşdeğerdi. Kimsesizlerin dış görünüşlerine özen göstermeleri gerekmiyordu. Sevgisizlik kendini ezik bir insan olarak hissetmene neden oluyordu ve duyguların içten içe ruhunu kanatıyordu. Sen de çağının diğer şair/yazarları gibi toplumda gündemi belirleyen birisi olmak istiyordun. İç dünyanın parlaklığını dış görünüşündeki sertlik, bir ağacı budar gibi buduyordu. Duygularınla ilgilenen yoktu. Dilinin ruhunla kavgaları bitmiyordu. Sözlü olarak kendini ifade edemiyordun. Konuşamadıklarını yazmaya başladın. Sen de kahramanlarından kendini yarattın. Hem hayatına hem de ruhuna giren insanları kendi ateşinle yakmayı seviyordun. Kız kardeşinin parasını aldın. Nişanlına tutarsız ahlaki isteklerinden dolayı azap çektirdin. Can dostunu da yalnız bıraktın. Sevdiğin herkese kendinle ölmeyi teklif edecek kadar deliydin. Nihayet senin gibi ölmek isteyen, hayattan bıkmış Henriette Vogel ile tanıştın. Kanser onun bedenini senin de ruhunu esir almıştı. Birlikte düğüne gider gibi ölüme gittiniz. Gergin mizacın, tutkularının fazla olmasındandı. Tutkularını dizginlemek yerine şaha kaldırıyordun. Şaha kaldırdığın tutkularını ne sözle ne de eylemle tatmin ediyordun. Kanayan ruhunun acısına iraden meydan okuyordu. Tutkularından biri de içini temiz tutmaktı. Doğru dürüst bir insan olmayı başarmak istiyordun. Düşüncelerin doğruluğa, duyguların ise aşırılığa tutkundu. Disiplinli çalışıyordun. Aşırı ahlaklı olman hırslarını hayata geçirmeni engelliyordu. Kafandaki ideal dünyaya benzetiyordun akılcı dünyayı. Duygularını abartılı yaşadığın için, içine ne kadınlar ne dostların ne de hayallerin sığıyordu. Taşkın ruhun aşırı gururluydu. Gururun kendin gibi herkesi bir kalıba sokamadığı için yaralanıyordu. Ahlaki azap duygunu izah edilmeyecek boyutlara vardırıyordun. İlk yaşadığın cinsellik deneyiminde iradene yenildiğini düşündüğün için ruhun azap içinde kıvrandı uzun bir süre. Cinsellik daha sonraları oyunlarının baş konuğu oldu. Penthesilea’da cinsellik tavan yapmıştı. Goethe, oyunlarında cinselliği gereğinden fazla öne çıkardığın için rahatsız oldu. Herkesin yaşadığı günlük olaylara yüklediğin anlamdan bir başyapıt değerinde, kütüphaneler dolusu eserler çıkar. Dedim ya zıt kutupların gökyüzü gibiydi kişiliğin.  

Takıntılarından biri de hayat planı yapmaktı. Ölmek de hayat planlarının arasındaydı. İsteklerin kırpık ipler gibi dikiş tutmuyordu. Parçalanmışlık ruhunda tiryakilik yaratmıştı. Sen ne ünlüydün ne de diğer sanatçılar gibi üniversite eğitimi görmüştün. Geleceğin için kaygılanan kimsen de olmamıştı senin. En büyük tutkun müzikti ve müzik alanında eğitim alman yasaklanmıştı. En sevdiğin flütü bile gizli gizli çalıyordun. Sen de kendi doktorun oldun ve yarana neşter vurdun.  Ruhuna ait olmayan askerlikten ayrılarak yetişkin insan olma yolunda ilk adımı attın. Felsefe, matematik, doğa bilimleri özellikle de edebiyat tarihini okuyarak kendi öğretmenin oldun.  Hayatın gerçeğini bilgiyle kavramak istiyordun. Kültürlü olduğun kadar erdemli de olacaktın. Erdemlerinden kendini yaratacaktın. Kendi çabalarıyla Latince/Yunanca öğrendin. Amacın kendine ulaşmaktı. Kant’la tanıştın. Kant, senin hayatını altüst etti. Kant, felsefesiyle senin hakikat olduğuna inandığın bilgi birikimini yerle bir etti. Amaçsızlık amacın oldu. Bilginin cefalı yolundan ayrıldın. Yerleşik hayata/hareketliliğe karşı tiksinti duydun. Çiftçi oldun. Yalnız ve sade hayat huzursuz ruhunu dinlendirmediği gibi teselli de etmedi. Çiftçiliği bırakıp Paris’e döndün. Kendi derinliğinde boğulma duygusuyla edebiyata yöneldin. Yazmak ruh cehenneminin tek cennet köşesiydi. Hırsın o tek cennet köşeyi de cehenneme çevirdi. Aşırılık ile abartıya olan düşkünlüğün, ruhunu rahat bırakmadı. İlk eserinle edebiyat dünyasının, önünde diz çökmesini bekledin. Gerçeklerle yüzleştiğinde sık sık hayal kırıklığı yaşadın. Sevgisiz olduğun kadar mutsuzdun da. Sözcüklerin ne munis ne mütevazı ne de olgundu. Sözcüklerinin her biri cehennem ateşinde yanan kütüktü. Acılarının hak ettiği tek ödül ölümsüzlüktü. Kendini tüketircesine tutkuyla bağlandın sözcüklere. Asıl yurdun trajediydi. Eserlerinin anahtarıyla açacaktın trajedi yurdundaki kilitli kasalarını. Seni ayakta tutan güç ünlü olacağına olan inancındı. Hırsının kazanının altına atabildiği kadar odun atıyordun bunun için. Oyunlarını, şiirlerini, mektuplarını… kanınla yazmaya başladın. Yazdığın her sözcük senin ruhunda ayaklanan halkın sesiydi. Aklında ayaklanan sözcüklere hırs kırbacıyla saldırıyordun sen. Kendini iyi hissetmenin tek yolu kan ağlayan sözcüklerin eserini yazmaktı. Ne yazma hırsından ne aşırı gururundan ne aşağılık duygundan ne de ünlü olma beklentinden vazgeçtin.  Yazdığın eserleri ve birçok taslağını da bu yüzden yaktın. Eserlerinin her biri kendine karşı verdiğin savaşın er meydanıydı. Yaşadıklarından aldığın yaralar seni drama itti. Bir yandan sanatı seni ayakta tutan bir güç gibi görüyor diğer yandan da sanatı sırtında taşıyamayacağın ağır bir yük haline getiriyordun beklentilerinle. Beynindeki depremin artçı sarsıntıları yansıyordu eserlerine. 

Almanya'da Goethe ve Schiller'le tanışman yararına olmadı senin. Goethe, samimiyetinde samimiydi ama senin garip yapını benimsemedi. Onun ünü ve toplum yapısı üzerindeki büyülü gücünü kıskanıyordun. Goethe, her sanatçının yaşanmışlıklarının eserine farklı yansıyacağını unuttuğu için senden de kendi eserlerinin bir benzerini yazmanı istiyordu. Ünlüler yazdıklarına dair görüşlerini önemseyen aday sanatçılara karşı yaklaşımlarında daha duyarlı olmalılar. Goethe ünlü olmak için ne kimsenin karşısında ezildi ne de sanat dehasını başkalarına onaylatmak ihtiyacı duyacak kadar kendine güvenini yitirdi. Senin acılarından ve aşırılıklarından yarattığın her karakter Goethe’ninkinden de daha saygındır; çünkü insanın yıkımları/dirilişleri tüm çıplaklığıyla yansıyor eserine. Goethe, önce olay örgüsü üzerinde düşünüyor sonra düşündüklerini felsefenin süzgecinden geçiriyordu. Düşünsel gelişimine katkı sağlayan sağlam düşüncelerle eserlerini yazmaya özen gösteriyordu. Senin gibi ruhunu bir anda kusmuyordu eserine. Goethe’nin sahip oldukları ile senin sahip olamadıkların ancak eşit olabilirdi. Seni de rahatsız eden eşitliğin bu türüydü. Yaşadığın her duygu sende bir yıkıma neden oluyordu. Düşündüklerini eyleme geçirememe, ruhunu kalbura çevirmişti. Ruh sağlığını korumak da aklının ucundan geçmiyordu, benim gibi. Hayatın doğal akışına kendini bırakmak ve hayatta payına düşene razı olmak doğanda yoktu. Yaşadıklarını hafife almanın bir insana kazandırdığı ruhsal avantajdan da yoksundun. Duygularını acılarınla sivrileştirdikçe ruhunun nefes aldığını hissediyordun. Hayatın gibi eserlerin de uzun soluklu hazırlık dönemine, akla hayale gelmeyen karmakarışıklığa ille de dramın dolambaçlı dehlizlerine ihtiyaç duyuyordu. Eserlerinde duygularının zirvesine çıkmak bile seni tatmin etmedi. Kendine işkence etmekten aldığın zevkin tadına varmak için sürekli gerilimin dozunu yükseltiyordun bir eroinman gibi. Sinirlerini benzer yöntemlerinle patlamak üzere olan bir volkan haline getiriyordun. Eserlerinde ya bir kabadayı gibi böbürlenme ya okyanuslarla yarışacak kadar derin olan yaşam sevinci ya ölüme kendini adamışlık ya ölüm döşeğindeki bir hastanın bitkinliği ya da bildiklerini mezara götüren ketumluk hâkimdi. Gücünü yalnız ve tek insan olmandan alıyordun. Sert sözcüklerini nihayet Kohlhaas eserinde olduğu gibi insancıl bir boyuta yükselterek yumuşatmıştın. Ahenk duygusu hayatında olmadığı gibi sözcüklerinde de yoktu. Taşkınlığını tersinden akan bir okyanusa benzetiyorum ben. Tersten akan bir ırmağın götürdüğü yeri yüreğinin seni götürdüğü yer olarak algılıyordun. Tersten gitmeliydin yüreğinin götürdüğü yere. Değerlerine saygı duyduğun ülkenin senin değerlerine de saygı duyacağını düşünüyordun. Düşüncelerinde yaşadın sen; düşüncelerinde! Kendi karanlığına gömülen duyguları görmekte mahirdin. İç dengeni dengesizlikler ayakta tutuyordu. Kahramanların şöhretli değil; senin gibi uçlarda yaşayan insanlardı. İnsan ruhunun derinliğini kıskıvrak kavrıyordun. Ruhundaki duygusal yoğunluğa kahramanların bile dayanamıyordu. Vatansız olan ruhundu. Ruhunun vatanı da duygularınla hayallerindi. Dramınla sarstığın okuru aynı anda olağanüstü coşkunla başka dünyalara götürüyordun. Bir anda ölümden yaşama dönüşü yaşatıyordun okuruna. Yazdıkların senin dramındı. Senin kadar gerçek olmaları doğaldı. Seni üzenleri eserlerin aracılığıyla okuruna şikâyet ediyordun. Okurunun gözünde dramlarını sıra dışı yapan da senin kendini anlatmaya/anlaşılmaya duyumsadığın isteğinin paramparça ettiği ruhunun kanlı fotoğraflarıydı. Prinz Friedrich von Homburg en iyi dramından birisidir. Dramında yaratılışının özünü oluşturan trajediyi zirveye çıkarıyordun. Hayatının iniş ve çıkış basamaklarında okuyucuyla birlikte çıkmayı/inmeyi seviyordun. Yalnız olmadığını hissettiğin zamanlar kendini bu duygunun büyüsüne kaptırdığın zamanlardı. İmkânsızı başarmak gibi bir anlamı vardı yaşadıklarının. Aşırılıklarını bu yüzden törpülemek istemiyordun. Yazgının sana kurduğu tuzağa düştün. Başta ilgisi ve sevgisi senin için önemli olan Goethe sırtını döndü sana. İşinden ayrıldın. Yaşama nedeni saydığın dergin yasaklandı. Oyunların boş sahnelerde sahneleniyordu. Halk seninle alay etmeye başladı. Kitaplarını basmıyordu yayıncılar. Çalışacak iş bulamadığın gibi dostların ile kız kardeşin de seni terk etti. Ustalık eserin olan Prinz Friedrich von Homburg’un, hayalini kurduğun üne seni kavuşturacağını algılayacak durumda değildin. Hayat standardın düştükçe düşüyordu. Pespaye giysilerinle bir ayyaş gibi ortalıkta dolaşıyor, zaman zaman da izini kaybettiriyordun. Ne yaşadıklarının ne hislerinin ne de isteklerinin bir değeri yoktu ülkende. Tanıdıkların kendilerinden yardım istediğin için senden kaçıyorlardı. Dizginlemeye kıyamadığın dik başlı ruhunu hayat dışlıyor, aşağılıyor, yerden yere vuruyordu gözlerinin önünde. İçindeki Azrail karşına dikildi. Umarsızlığın kıskacında seni kurtaran meleğindi. Kıskandıklarının hiçbirinin cesaret edemediği kendini öldürme cesaretine sahiptin sen. Yerinde olmak istediğin insanlara bir meydan okumaydı intiharın. Seni ve değerlerini dikkate almayan topluma yalnız ölmeyerek bir nanik attın. Senin gibi ölmeye meraklı olan bu kadının varlığıyla tanışacak, kıskanacaktı sana sırtını dönenler. İlk aşkına karşılık vermeyen kadından da öcünü alacaktın. Ölüm ortaklığından öte, kadına yüklediğin anlamlar çoğuldu. Bu kadın, hasret gideremediğin annene duyduğun özlemdi. Senin tam bir erkek olduğunu ispatlayan duygu raporuydu. Hasretini duyumsadığın hayallerinin sigortasıydı. Yazdıklarının seni şöhrete taşıyan mucizesiydi. Yazgının, acımasızlığını sana unutturan kıyağıydı. Ölmeden önce kız kardeşine ve seni sevmekten vazgeçmeyen gönül dostun Marie Von Kleist’e veda mektupları yazdın. Otuz dört yaşında önce Henriette Vogel’i sonra da kendini vurarak ölüme de imzanı attın. Ait olmadığın bir dünyadan ait olduğun dünyaya göçtün. Trajedinin şairi, aşırılıkların kefenine sarıldı vücudun.  Goethe gibilerinden ölüme gidiş biçiminle, ölümünü destansı kılarak öcünü aldın. Goethe, senin gibi halkın yaşama ve ölüme boyun eğişindeki evrensel hayatı da aşan adanmışlığın çılgınlığını ne yaşamaya ne de yazmaya cesaret edebilir. Yazık ki sen bu gerçekten bihaber ayrıldın dünyadan. Ölerek kendini ölümsüzlük mertebesine yükselttin. Cesedini kendin gibi acının, hasretin, sevgisizliğin, aşağılanmanın parçaladığı ruhlara ithaf ettin. Bu yüzden oyun yazarı olmuştun.  Hayatın sahnesinde yaşadıklarını sahneleyecektin okurlarına. Schroffenstein Ailesi, Kırık Testi, Robert Guiskardsu’yla oyunların birbirini takip etmişti. 

Michael Kohlhaas’da iki yağız at olayından yola çıkarak toplum mekanizmasının işleyişini irdeliyorsun. Bu işleyişte aksayan yönlerin bireyin hayatı üzerindeki olumsuz etkilerini bir belgesel gerçekçiliğiyle ele alıyorsun. Öyküde sevdiğin diğer bir filozof olan Rousseau’nun etkisi hissettiriyor kendini. Rousseau Toplum Sözleşmesi adlı eserinde bireyin özgürlüğünü elinden almadan bireyin kişiliği ile malını korumak sorumluluğu yüklenir topluma.  Bireyler yasal haklarından eşit yararlanıp her tür insani ilişki içerisine girsinler birbirleriyle; sadece kendi kanunlarına boyun eğerek özgürlüklerini/özgünlüklerini korusunlar. Öykü, bu görüşün manifestosu gibi. Senin manifeston da tutkuların değil; insanların basit olduğudur. Senin en büyük yanılgın kendine âşık olduğunu anlamamandı. Bu yüzden kendinde görüp sevdiğin yanlarını toplumun da görüp seni senin kadar sevmesini/benimsemesini bekleyip durdun. Kibrinle kinini yarıştırdın. Ateşle baruttansa ateşle ateşi yarıştırdığın gibi. Kibrin bir kalkandı içinde ezildiklerinin karşısında ezilmemek için. Beyaz sayfalar senin poker kağıtlarındı. Hayatının kumarını oynuyordun beyaz sayfalarda. Sözcüklerin ruletinde ya kendini kazanıyor ya da kaybediyordun. Melekleri değil şeytanları dansa kaldırıyordun. Eserlerindeki şeytana özgü zekâ kıvraklığı tesadüf değil. Özverini edebiyata adadın. Sözcükleri özverinle kendine âşık ettin. Ve bir erkek olarak ateşle yatan sözcükleri dölledin. Hissettiğin her duyguya kendini koşulsuz adadığın için adın –Ada- olmalıydı senin. Kuduz köpekler gibi sen de sözcükleri kudurtun. Karakterlerin ya tam bir varlık olarak kendilerini benimsiyorlar ya da varlıklarını bir bütün olarak dışlıyorlardı Kohlhaas’ta olduğu gibi. İki yağız at yüzünden; karısını, uşağını, malını kaybediyor. Katil oluyor. İdama giderken mutludur; çünkü insanlığı terk eden hak ve adaleti tekrar insanlığa armağan etmiştir.  Gerilim eserlerinin kalbiydi. Guiskard’da oyunun bir nevi çil çil altınlar gibi bir anda dökülüyor sahneye. Bunun aksine Homburg, Penthesiles, Hermannsschla adlı oyunlarının olay örgüsü değişiyor. İzleyici bir çırpıda oyunun gizine eremiyor. Oyun, karakterlerin her biri birbirinin bire bir eşitiymiş gibi başlıyor. Ortasında bir anda karakterlerin her biri kendilerini tamamlayan tutkularına hırsla sarılıyorlar ve birbirlerinden kopuyorlar. Oyunlarında iç içe geçen tutkular nasıl bir bütün halinde birbirini var ediyorsa aynı tutkular bir bütün halinde birbirinden ayrılarak kendi tutkularını yaratıyorlar.

Karakterlerini dengesiz insanlardan seçmeni anlıyorum. Dengesiz insanlar ancak akılcı dünyanın dengesini bozabilirler. Dengesizler içten pazarlıklı değildir senin gibi. Ve dengesizlerin ne dünyaları ne de duyguları küçüktür. Sen bir insanın bir başka insan karşısında küçülmesine tahammül edemiyordun, benim gibi. Akılcı dünyanın insanlarının duyguları çıkarlarının boyutuna göre değişiyor oysa.  Adiliğin kol kanat gerdiği dünyada kendi kendini kırmızı bültenle arıyordun.

Sevgili Kleist, tüyler ürperten öykün aşırı cömert davranarak yüreğini, beynini sağlığında tükettiğini kanıtlıyor. Tutkuya dönüşen iç tepkilerin şöhretin ayrıcalıklarından yararlanmana izin vermezdi yaşasaydın da. Yani kendini de fani dünyayı da tüketerek ayrıldın aramızdan. Kısa ömrüne asırlar sığdırdın. Dönek şöhretin zehrinden içmediğin için şanslısın. Başını mezarından kaldır da yirmi birinci yüzyılda eserlerinin seni halkın sanatçısı yaptığını gör. Mezarının başında “Dünyadan bir de Kleist geçti…” derken bak yıldızlar şapkalarını çıkarıyorlar göklerin zirvesinde. İşte zirvedesin! Gururunun yücelttiği insanlar başları dik mezara uzanırlar ki ölüm bile gururunu yerlerde sürümesin.

Evet, kimsenin eli sana kalkmayacak bundan böyle. Hayat da zaaflarının üstüne giderek senden mükemmel bir savaşçı çıkarmıştı. Küçülmeden, insanlığından ödün vermeden, kimseye benzemeden, acıyı, ihaneti, sevgisizliği, aşağılanmayı yüreğinin derinliklerinde duya duya ayrıldın cücelerin dünyasından. Cücelere değil ölüme boyun eğdin. Boyun eğerek ölümün elindeki hayatının kontrolünü aldın. Ona da boyun eğmiş sayılmazsın böyle düşündüğümde.

Mezarının başına bir buket kır çiçeği gibi bırakıyorum duygularımı. Sevgimin seni terk etmeyeceği bildiğim gibi mezarında da üşütmeyeceğini biliyorum.  Sevgilerimle.

 

ÖLÜMÜ DE KUSACAĞIM
 
çınar ağaçları ölüm orucunda
hasarat ayaklarımla geldim geceye
bu şehir şimdilik şurda unutulsun
uzun bir bıçak vardı ya avucumda
kendi kendini kanatırdı sessizce
 
sevdiğim adamın adı: sokak adları
sokak atları ve sokaksız yalnızlığım
içimde tuzlu bir mağma taşırmışcasına
yüzüme geldim yüzümde kuru çam yaprakları
çamlar dediysem inanmanız da gerekmez
pencerelerden sarkıtılan
kaçık erkek çorapları... aaah! ölüm!
zulmettikçe hicvedeceğim seni
içeceğim anasını satayım
kusacağım da! her yere bakan gözlerimle...
tut elimden istanbul!
tut elimden pis orospu!
tut ki elim sana bir mektup gibi kanasın
tut ki elim bir an olsun sıcak
bir an olsun bir sübyan ağlayışı gibi
imzasız kalsın!                       
Küçük İskender

 

Sanat; gerçek, gerçeküstü ve sanal uzamı kullanabilmesine karşın sanat bilgisi, daha mantıklı ve aklı esas alan bir yaklaşımda olmalıdır. Sanatçı, işin doğasını ve aklın gösterdiği gerçek dünyayı tam anlamıyla içselleştirmeden gerçeküstü ve sanal dünyayı kavrayamaz. Gerçeküstü ve sanal dünya, gerçek dünyanın üzerine yaslanarak anlamlandırılabilir, duyumsanabilir, düşüncede somutlaştırılabilir. Yapıta ancak ve ancak o zaman giydirilebilir.

 

Yalçın Ulukaya
DİZLERİ YARALI FARKLILIĞIN

 
sınavında "yerim olsaydı" dedi hoyratlığın
tenhalarda taşlığında olsam bile yaşamının
 
farklı bir duygunun sonu ayrı yansımasıydı 
resimden şiire uzanan canlılığın eşli soyadı 
 
zaman büyütüyordu farkı doğdukça yenisi
göze batıyordu değişene aynılığın sevgilisi
 
ateşin yansıması ilişirken desene ve dizeye
külleri uçuşurdu analığı su dökse ayrıntıya
 
renksiz olan balık kuş görüntüsü değildi ya 
bakanın görenin solmuştu rengi iç soğuğa
 
tekdüzeliği yok saymıştı küflü menteşeleri
çağrısı güçlenmişti aşkları yetenekli ilgileri
 
farklı bir duygunun başı ayrı yansımasıydı 
resimden şiire uzadı canlılığın eşsiz soyadı

 

Fahriye İPEKÇİOĞLU
TÜRKÇENİN DİRİLİŞ HAREKETİ

 “Dili elinden alınmış bir ulus; usu elinden alınmış bir ulus demektir.”

 Yoldaş ise; ortak bir görüşü benimseyen yol arkadaşı demektir.

Yoldaş, paylaşmadır, sevgidir, cesarettir, emektir.

Yoldaşlık, en onurlu devrimci yaşam tarzıdır. İlmik ilmik örülen, sabır isteyen yaşam tarzıdır. İlmiklerden biri hatalı örülürse ya da eksik olursa sağlamlığı bozulur… İşte o ilmiklerden biri ve en önemlisi de dildir. Dil bozulur, yozlaşırsa ilmikler kopar, yoldaşlıktan eser kalmaz. Zaten geriye kalanın da adı, yoldaşlık olmaz.

Türk Diline, dil tarihimiz boyunca çok saldırılar olmuş, hor görülmeye, küçümsenmeye devam edilmiştir. Türk Dili; henüz Kur’an yoluyla Arapçanın, sonraları sanat dili olarak kabul edilen Farsçanın egemenliği altına girmeden, 13. Yüzyıla kadar arı ve saf Türkçe olarak yaşamıştır. Ancak 13. yüzyıldan itibaren, Arapça-Farsça-Türkçe karışımından oluşmuş, giderek ağdalaşıp arapsaçına dönmüştür. Türk Dilinin yapay (yapmacık) bir lehçesi olan, medrese eğitimi alıp Arapça ve Farsça öğrenmiş olan ulemaların yalnızca yazıda kullandıkları Osmanlıca gelişmeye başlamış. Bu yüzyıldan sonra giderek yoğunlaşan Osmanlıca, yeni eklenen kelime ve terkiplerle doldurulmuş. Özellikle “Yüksek Zümre Edebiyatı” diğer adıyla “Divan Edebiyatı” şairleri, bir övgü şiiri olan kasidelerde; padişah, vezir-i azam veya şeyh ül islamı övdükleri, “Methiye” düzdükleri abartılı ve anlaşılmaz bir dil kullanmışlardır. Ne kadar anlaşılmazsa o kadar çok övüldüğünü zanneden “Saray Erkanı” tarafından, daha çok altın kesesiyle ödüllendirilmiştir. Osmanlıcayı hiç kimsenin, hatta Arapça ve Farsça bilenlerin dahi anlayamayacağı şekilde yoğunlaştırmış, ağdalaştırmış, içinden çıkılmaz bir hale getirmişlerdir. Ancak yüzyıllar boyunca halk ve halk ozanları Türkçe yazıp Türkçe konuşmuşlar. Bu durum, Türkçenin yaşamasını sağlarken Güzel Türkçemizin de yüz akı olmuştur. Kur’an dili olan Arapça sözcüklerden de bazıları halk arasında kullanım alanı bulduğu için halka mal olmuş ve anlaşılır olanları halk tarafından benimsenmiş, kullanılmıştır.

Osmanlı bile bu durumda Osmanlıcaya karşıydı; çünkü medreselerde Arapça Farsça eğitimi almış olanların anlamadığı gibi saray çevresindekiler de anlayıp yazamıyordu. Örneğin Şair Baki’nin Kanuni Sultan Süleyman için yazdığı övgü dolu kasideleri ve Kanuni’nin ölümü ardından yazdığı ünlü “Kanuni Mersiyesi”nde Türkçe sözcük bulabilmek için bir hayli uğraşmak gerekir.

Sonunda yedi yüzyıl sürmüş olan Osmanlıcanın en yoğun şekliyle yazılmış olan ve “Yüksek Zümre Edebiyatı”na ait olarak kalmış olan bu şiirler, 19. Yüzyılda Tanzimat Dönemiyle “Batı Edebiyatı” örnek alınmaya başlanınca büyük eleştirilere uğramış. Tanzimat sanatçıları batıya yönelerek, Osmanlıca yazılmış “övgü” şiirlerine son verip halkın anlayacağı tarzda toplumsal şiir yazarak; “Yüksek Zümre Edebiyatını” yıkmış, Batılı anlamda Tanzimat Edebiyatını kurmuşlardır. Şinasi, Ziya Paşa ve Namık Kemal’in atılımlarıyla başlayan bu edebiyat akımı, toplumsal olma özelliğini korumuş, giderek Milli Edebiyat Akımını da oluşturmuştur. “Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı” ve günümüz edebiyatına kadar da toplumsal niteliğini korumuş ve Türkçe olarak devam etmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkçeye verdiği değer sonucu Latin Alfabesine geçiş ve TDK. nun kurulmasıyla Türkçe için yapılabilecek en büyük atılım ve devrim de gerçekleştirilmiş oldu. 1928 yılında Atatürk’ün Sarayburnu’nda yaptığı bir konuşma sonrasında atılan “devrimci” adımla bu sorunlar aşılabilmişti. Harf Devrimi; kültürün, eğitim ve öğretimin gelişmesinde çok büyük bir adım oldu. Öyle ki Osmanlının onca çabasına karşın, okuma-yazma oranı yüzde üçü geçmezken, Türkiye Cumhuriyeti yazı devriminin beşinci yılında bu oran yüzde yirmi beşe çıkmıştı.

Bugün saray çevresinde çok tutulan, övülen Sultan İkinci Abdülhamit bile, Latin harflerine geçilmesini, Osmanlıcanın artık bırakılması gerektiğini söylemişti. Padişah bile Osmanlıcanın yalnızca yazı dili oluşundan, konuşulamayışından, anlaşılamayışından yakınıyordu. Bu dönemde çıkan “Terakki” gazetesi şöyle yazıyordu: “Kur’an, Arap harfleriyle yazıldığı için, Türkler bu alfabeyi kutsal ve değiştirilemez sanıyorlar. Ancak bu harfler değiştirilmedikçe, ilerleme mümkün değildir.” Aynı dönemde Azerbaycan ve Arnavutluk gibi ülkelerde de Osmanlıcanın yetersizliği ve anlaşılamaması üzerine yoğun tartışmalar yapılıyordu.

Böylece Türk aydınları, Osmanlı Devleti’nin son evresini, Osmanlı lehçesini, yazısını ve alfabesini tartışarak geçirdiler. 1911 yılında İstanbul’da Harfleri Islah Komisyonu kuruldu. Bir de kongresi yapıldı. Kongrede “Dil ve Alfabe” konulu araştırmalarıyla tanınan Ispartalı Hakkı Bey, yaptığı konuşmada şunları söyler: “Hiç kimse yazdıklarımızın kolay okunabildiğini iddia edemez. Çocuklarımıza bakınız! Okula gidenler, “okul” sözcüğünü bile okuyamıyorlar. Batılı ülkeler, çocuklarına kolayca okuma yazma öğretirken, biz bütün gücümüzü ve ömrümüzü bu yazıyı öğreteceğiz diye tüketiyoruz, bilgilendiremiyoruz. Peki bizim çocuklarımız, batılı ülkelerin çocuklarıyla nasıl yarışacak? Zavallı bizler! Zavallı bizim çocuklarımız!”

Askerimizin de okuma yazma bilmeyişi ve öğretilemeyişi nedeniyle savaş sırasında yazılan emirleri okuyamamaları, muhabere güçlüğü, Mustafa Kemal’in savaş yıllarında içinden çıkılması gereken bir sorun olduğunu anlamasına neden olmuş, savaşta en önemli konu olan “muhabere” adeta çökmüştü.

Üniversitelerde yıllarca, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmen adaylarına “Eski Türk Edebiyatı” ve Osmanlıca dersleri okutmama karşın, ben de işin içinden çıkamadım, hangi dönem Osmanlıcasını okutacağımı da bilemediğimden, öğretemeyişimin de üzüntüsü ve sorumluluk yükünü taşıdım. Şimdi ilk ve orta öğretimde nasıl ve Osmanlı lehçesinin hangi dönemini okutacakları ve kimlere okutacaklarını da ayrıca merak ediyorum. Sanırım İmam Hatip mezunlarına iş bulmuş olmak için okutmaya çalışacaklar. 1911’deki dil kongresinde Ispartalı Hakkı Bey’in dediği gibi “Zavallı bizler! Zavallı bizim çocuklarımız!” Biz bu gidişle yerimizde saymak şöyle dursun, ne kadar gerilere gideceğimizi de şimdiden hesaplasak iyi olur kanımca.

Türkçenin katledilme çabaları, Osmanlıca ve Arap harflerini ortadan kaldırıldıktan sonra da devam etmiş, zaman zaman da büyük bir hız kazanmıştır. Doğu dillerinin dilimizdeki hakimiyetinden kurtulurken, Avrupa’ya yönelip, Avrupa etkisine girmemizle ggüzel Türkçemizi de bu kez Avrupa dillerinin egemenliği altına sokmaktan hiç kaçınmamış, özellikle Avrupa hayranlığıyla yetişen gençlerimizin elinde “Ses Bayrağımız” olan Türkçemiz, yozlaştırılmaya doğru büyük bir hızla adeta yuvarlanmaya başlamıştır. Günümüzde Atatürk’ün tüm devrimleri hiçe sayılmaya çalışılırken “Dil Devrimi” de hiçe sayılmaya başlamıştır.

Artık; biletlerimizi-çek ettiriyor, opsiyon alıyor ya da okeylettiriyoruz. Fönlüyor, şutluyor, duş alıyor, çay alıyor, sahne alıyor, dring alırken fondip yapıyoruz. Babayyyy, okey okey ve wovvv demeye bayılıyoruz. Resim çektirirken chesss diyor, fast foodlarda besleniyor, Dürümtrak, Mantıhause, Aşroom, Dürümlandda yemek yiyoruz. Yine de prezantbıl olmalı, ambiansı yakalamalı, konseysusu sağlamalıyız. Ayrıca spesifik konuları konjüktür içinde öğreniyoruz. Okey okey, korkunç güzel bir olay, sizi feci seviyorum, diyor, sunucu da beklemede kalınız, size döneceğiz diyor. Bekleme nasıl bir yer? Orada nasıl kalınırsa? Buna benzer pek çok örneği sıralamış Sayın Nadiye Sarıtosun

Şimdi de Yusuf Yanç’a ait şiirsel yazıyla yazıma son noktayı koyacağım.

“Karamanoğlu Mehmet Bey’i arıyorum.
Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?
Hani bir ferman yayımlamıştı: Bugünden sonra; divanda, dergâhta, bergahta,
Mecliste, meydanda
Türkçeden başka dil konuşulmaya diye.
Hatırlayanınız var mı?
Dolanın yurdun dört bir yanını
Çarşıyı, pazarı, köyü, şehri
Fermana uyanınız var mı?
Nutkum tutuldu, şaşırdım, merak ettim
Dolandığımız yerlerdeki Türkçe olmayan isimlere
Gördüklerine, duyduklarına, okuduklarına üzüleniniz var mı?
Tanıtımın, demo, sunucunun spiker,
Gösteri adamının showmen, radyo sunucusunun disjokey
Olduğuna, şaşıranınız var mı?
Dükkânın store, bakkalın market, torbanın poşet,
Mağazanın süper, hiper, gros market,
Ucuzluğun damping olduğuna kananınız var mı?
İlan tahtasının billboard, sayı tabelasının skorboard,
Bilgi akışının brifing, bildirgenin deklarasyon,
Merakın, uğraşın hobby, olduğuna güleniniz var mı?
Bırakın eli, özün bile seyrek uğradığı,
Beldelerin girişinde, welcome,
Çıkışında good-bye okuyanınız var mı?
Korumanın, body-guard,
Sanat ve meslek ustalarının duayen,
İtibarın, saygınlığın prestij olduğunu bileniniz var mı?
Sekinin, alanın platform, merkezin center,
Büyüğün mega, küçüğün mikro, sonun final,
Özlemin, hasretin nostalji olduğunu öğrenebileniniz var mı?
İş hanımızı plaza, bedestenimizi galleria,
Sergi yerlerimizi center room, show room,
Büyük şehirlerimizi, mega-kent diye gezeniniz var mı?
Yol üstü lokantamızın fast-foot,
Yemek çeşitlerimizin mönü olduğu yerlerde,
Hesabını adisyon diye ödeyeniniz var mı?
İki katlı evinizi dubleks, üç katlı komşu evini tripleks,
Köşklerimizi villa, girişimizi antre,
Bahçe çiçeklerini flora diye koklayanınız var mı?
Sevimlinin, sempatik, sevimsizin antipatik,
Vurguncunun, spekülatör, eşkıyanın mafya,
Desteğe sponsor diyeniniz var mı?
Kır gezintisini piknik,
Bilgisayarı kompüter, hava yastığını air-bag,
Peki ve oluru, okey diye söyleyeniniz var mı?
Çarpıcı, önemli haberlere flash haber,
Yıldızları star diye seyredeniniz var mı?
Vırvırık dağının tepesindeki köyde,
Cafe-show levhasının altında, nes-cafe içeniniz var mı?
Toprağımızı, inancımızı, bayrağımızı çaldırmayalım derken,
Dilimizin çalındığını, talan edildiğini,
Özün, el diline özendiğine içi yananınız var mı?
Masallarımızı tekerlemelerimizi,
Şarkılarımızı, türkülerimizi, ninnilerimizi kaybettik.
Türkçemiz elden gidiyor, dizini döveniniz var mı?
Karamanoğlu Mehmet Bey’i arıyorum,
Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?
Bir ferman yayınlamıştı hani!
Hayal meyal hatırlayıp da sahip çıkanınız var mı?”
Yine de yazımı “Türkçem benim ses bayrağım!” ve “Ne mutlu Türküm diyene!” sözleriyle bitirmek istiyorum.

 

 

HAYAL OYUNU
 
Ellerindi ellerimden tutan
Ellerimdi ellerinden tutan…
Bıraktığı anda ellerimiz ellerimizi
Gökyüzüne vuracaktı gölgeleri ellerimizin
Kimbilir kaç martılar halinde
 
Bir masada karşı karşıya
Seyrederken dudaklarını senin
Dile gelmiş ilk Türkçeydik
Henüz başlamış kül rengi bahar
Ne savaş, ne barıştık biz…
Bu dünyaya yeni gelmiş bir diyar
Manolyaya gece konmuş kumrular
                                      Can Yücel

 

Servan Erdinç
DİDEM

 
Yasımı bir başıma tutuyorum
Ben, ayinim ve yalnızlığım, üçümüz çok tatlıyız
Gecenin dudaklarından öptüm, öpüyorum, öpeceğim
Bu bahtsızlık bir jilet yarası gibi gittikçe açılmakta
Ve ben seni vuslatın sesi gibi özlemekteyim
Tıpkı gözlerine bakarken ıslık çalmayı öğrendiğim gibi
Ayrılığın ellerini tutmamı istiyorsun ya
Didem ben seni seviyorum
 
Sen sevgilerin en çiçek büyüten damlası
Sen nisan yağmuru, sen eylül serinliği
Bir çay fincanı içmişliğimiz yoksa bile şiire karşı
Aynı sokakların üzerinden yürüdük yaşamaya
Kaldırımlara baharı getirdi gülüşün
Otogarlar bazen seni aldı, bazen seni verdi
Ben gözyaşları dinmeyen sensizlikler tanıdım
Unutmanın gözlerinden öpmemi istiyorsun ya
Didem ben seni seviyorum
 
Sevmek ki tutmak demektir nefesini nefesin için
Tuttum, sana vermek için
Sevdim, seninle ölmek için
Ölümün omzunda bir bıçak yarasıydı ismin
İsmine masmavi tebessümlerle koştum
Enginliğinde gözlerinin kayboldum
Masumiyetinde yüzünün tanıdım kendimi
Delirmenin şiirini yazmamı istiyorsun ya
Didem ben seni seviyorum
 
Teninin çukurunda yağmuru Tanrı bildim
Islanmalara ateşten kalbimle diz çöktüm
Gidişine sövmedim
Tek kadeh rakı kaldırmadım
Sen hiç gitmedin 
Sevildin, denize Tanrı diyen martı gibi sevildin
Bu kenti gülümserken görmedim bir daha
Yaşamanın sesini duymadım bağrımda
Ölmenin koynunda uyumamı istiyorsun ya
Didem ben seni seviyorum

Şahizer Senem Telli
AİLENİZ YOKSA BİZ VARIZ 

“Belma Yelkenci, Belma Yelkenci ziyaretçiniz gelmiştir, lütfen ziyaretçi kulübesine gidiniz!” anonsu aralıklarla üç kez yinelendi ama Belma da bir kıpırtı yoktu. Karşı yataktaki kız, başını yastığından kaldırarak, “Belma… Belma… Belma!” diye seslendi.

Bayramlarda, yarıyıl ve yaz tatillerinde tüm kızlar evlerine gider fakat o okulda kalırdı. Tek başına, yapayalnız… Babasının olmadığını bilirlerdi arkadaşları ama annesine neden gitmediğine akıl sır erdiremezlerdi. İçedönük, hüzünlü arkadaşlarını üzmek istemedikleri için ailesiyle ilgili soru sormazlardı. Son sınıfa kadar bu böyle sürdü.

Kendisi çağrılmışçasına yataktan kalktı, lavabolara doğru naylon terliğini sürüye sürüye gitti. Döndüğünde hâlâ yatıyordu Belma. Dudağını büktü, başını yana yatırdı ona baktı. “Neden acaba?” diye düşündü, ısrar etmemeye karar verdi, giyinmeye başladı.

Bayramla birleşen yılbaşı tatiliydi, uzundu. Hayriye’nin anne ve babası, ablasının doğumu için Almanya’ya gitmişlerdi. “Ben okulda kalabilirim” dediği için güvende olacağını düşünerek gönül rahatlığıyla gittiler, büyük kızlarının yanına.

Sevineceğini düşünerek Belma’ya müjdelemek istedi. “Tatilde seninle birlikteyiz, ben de okulda kalacağım” dedi coşkuyla ama ondan ses çıkmayınca, üzülmüştü.  Onu anımsayınca şimdiki davranışıyla birleştirerek, “Kimsenin bilmesini istemediği bir sırrı var, kesin” diye geçirdi aklından.

Koca okulda iki öğrenci kaldılar, o tatilde. Eğitim şefi, “Yatakhane çok büyük, ürkerseniz revirde kalabilirsiniz. Hatta hemen eşyalarınızı alıp oraya yerleşin. Ben de yatakhaneleri kilitlettireyim” demişti. Sevinmişler ve koşarak taşımışlardı kendilerine gerekli olanları revire. Başlarında birer sevimli komedin bulunan üç yataklı, perdeli, küçük odayı sevimli buldular. “Bir otelde olduğumuzu düşünüp tatil yapalım biz de” dedi Hayriye, arkadaşının kolunu dürttü. Belma’nın yüzünde belli belirsiz bir mutluluk belirtisi gelip geçti. Yılbaşı gecesi de müdürün evine çağrılıydılar. “Aileniz yoksa biz varız” demişti müdürün eşi. Konuk olacaklardı onların köşke benzeyen lojmanına...

Belma, iri memeleri, geniş kalçaları, uzun boyuyla arkadaşlarından seçilirdi. Okul zamanı topladığı saçlarını, tatilde omuzlarından aşağı salmıştı. Bu görünüşü, Hayriye’ye tedirginlik veriyordu çünkü kadınsı bir görünüşün elden geldiğince saklanması gereğine inandırılmıştı.

Hafta sonlarında evci çıkmayan kızları tiyatro, konser ya da sinemaya götürürdü, okul yönetimi. Herkesten iri görüntüsüyle dikkatleri hemen üzerine çeker; yol boyunca çevredeki gençlerden uygunsuz sözler işitirdi Belma. Kızarır, bozarır ama bunu göstermek istemediği için başını yerden kaldırmazdı. Konak Meydanı’nda yeme üşüşen güvercinlere karışmış bir leylek gibi dururdu sırayla yürüyen kızların arasında ama hiç sızlanmazdı.

Yatağının başucuna giderek, “Belma, Belmacığım…” dedi ama yine ses vermeyince, dürttü.

“Ne var, ne var! İnsan bir rahat verir değil mi? Anonsu işittim ama gitmeyeceğim” diyerek yorganı başından aşırdı.

Yüreği sıkıştı Hayriye’nin, eli ayağı boşaldı, gözyaşlarını tutamadı. Arkadaşı görmesin diye ivecenlikle çıktı dışarı. Merdiven basamaklarını seçemeden ayak yordamıyla indi bahçeye. Hemen kapının yanındaki banka oturdu. “Sakin ol, sakin…” dedi kendi kendine. Olamadı. Öyle ki gözyaşlarını elinin tersiyle silmek için başını kaldırdığında, kendine doğru gelen bekçiyi bir suliet olarak görebildi.

“Hayriye, Belma nerede, yatıyor mu?”

“Hıhı”

“Ağlama kızım, ailen yoksa biz varız” diye yöneticileri öykündü. İyi niyetle söylenmiş olduğunu düşünerek gülümsedi, kız.

 “Teşekkür ederim “

“Hadi haber ver de gelsin arkadaşın. Ben yukarıya çıkamam” dedi ama duvarlardan ses geldi, kızdan gelmedi. Bekçi, ısrarını sürdürünce; “Kahvaltı yapacağım ben” diye kantine doğru yöneldi, hızlı adımlarla.

Kahvaltısını bitirmek üzereyken omzunda yumuşak, sevecen, hafif bir dokunuş duyumsadı. Başını,  ürkütmek istemediği kelebeğe bakıyormuşçasına özenle çevirdi, Belma’yla bakışları karşılaştı. İkisinin de gözleri ıslaktı.

“ Benimle ziyaretçimi karşılamaya gelir misin?”dedi ürkek, üzgün ve pişman…

“Elbette”

Eteğini silkeleyip kalktı. Bir süre yan yana yürüdüler, ağaçlı yolda. Bekçi kulübesinin olduğu ana girişe doğru konuşmadan ilerlediler. Bir ara Belma’nın eli onunkine uzandı, güvensizce. Eli buz gibi terli ve titriyordu. Arkadaşının, kestiremediği duygu durumunu azaltma isteğiyle uzattığı eli, sıkıca tuttu Hayriye. “Yanındayım, seninleyim” iletisini alan Belma’nın yere bakan başı doğruldu, omuzları kalktı. Adımları daha kararlıydı artık.

Ana girişte; kuzguni siyah renkte upuzun saçlı, iri gövdeli, abartılmış makyajıyla açık saçık giysili bir kadın ve oldukça zayıf, uzun boylu, kamburu çıkmış, siyah takım elbiseli bir erkek vardı. Aralarında üç ya da dört adım kaldığında arkadaşının, kendi elini çekiştirdiğini duyumsadı Hayriye. Durdular.

“Hoş geldin” dedi yarım ağız, kadına.

“Kızım, yavrum, çok özledim seni” diye boynuna sarıldı ama Belma mesafeliydi. Fazla direnemedi arkadaşının elini bırakıp sarıldı annesine. Hemen yanlarındaki banka oturdular. Kadın, ağlayarak kızının saçlarını, yüzünü, ellerini okşuyordu. İkisi de birbirlerinin gözyaşlarını silmeye çalışıyorlardı. Ana kızın bu durumu fena dokundu Hayriye’ye. Usul usul yaklaştı ve ikisine birden sarılıp katıldı onlara.

Herkes sakinleşince tanıştırdı arkadaşını, annesine. Kadın, bir şey anımsamışçasına hemen toparlandı.

“Kızım, bak bu da Rıza Amcan. Hoş geldin desene” diye uzun süredir onlara bakan adamı gösterdi.

Adam, çökmüş avurtlarına hiç yakışmayan, yüzünde iğreti duran gülümsemesiyle kıza doğru bir adım attı, elini uzattı.

Belma, adamdan yana kafasını sertçe çevirdi. “Gülme!” diye bağırdı.

Yüz kasları seğirmeye başlamıştı. Görülmemiş ürkütücülükteki bakışlarını adamınkilere dikti. Kin dolu bir haykırışla, “Sana gülmek yakışmıyor. Bu kadar kadının vebalini almışken sen, ömrün boyunca gülme hiç!” diye azarladı. Elini, annesininkilerden kurtarıp koşarak uzaklaştı.

Hayriye, onu ilk defa bu kadar öfkeli görüyordu. Karşısındaki bir başkasıydı sanki. Şaşkın ve istem dışı doğruldu yerinden, arkadaşının arkasından seğirtmek istedi ama kadın koluna yapıştı.

“Bir dakika bekle kızım “ diye durdurdu onu. Gözyaşları sel gibi akıyordu.

Çantasından bir tomar para çıkarıp eline sıkıştırdı. “Belma’ya ver bunu” dedi.

 Sonra yüzündeki ifade donmuş, eli hâlâ tokalaşacak gibi ileriye doğru uzanan heykelleşmiş adama döndü.

“Gidelim” dedi.                           

 Urla, 23 Mayıs 2021

 

AYNA
 
Öyle durgun, sıcak saatler vardır ya,
Hani kararmış tahtalar, nikel, bakır
Işır karanlık odalarda, kanarya
                        Susar, kedi uyur, yazdır.
 
Hani yaprak kıpırdamaz, çakıl yanar,
Bir böcek sesi gelir bahçeden, fincan
Düşlere götürür sizi, kesik kanar,
                        Emersiniz, yazdır akan.
 
Öyle durgun, öyle sıcak saatlerde,
Sessiz bir bahçe görünür aynadan,
Nerde bu gök, dersiniz, bu ağaç nerde,
                        Ne Uzay kalmış ne Zaman!
 
Camdan duvarlara sıçrar da Yeşil
Parlar kararmış tahtalar, nikel, bakır,
Kanarya susar, kedi uyur, bir gül
                        Dalı pencerede, yazdır.
Oktay Rıfat

 

Gülsüm Işıldar
HANİ

 
Hani, iyi gelecektiniz bana, hani
Silince, dudağımdan taşan anne rujunu
Çimdiklemeyecektiniz çocukluğumu
Hani, kolunuzun, koluma dokunduğu
O kırılgan çizgi, toplayıp sivri harflerini
Delik deşik etmeyecekti kalbimi…
 
Hani, parmaklarınız portakal kokmasa da
Mentol serpecekti kentlerin kalbine, hani
İçeriği imhâ edilmiş lokal güzelliklerle
Doluyken aşkların indirim reyonu
Kaybetmeyecektik yırtılan kalbimizin
Ürün değiştirme kodunu…
 
Ah, bu kayıtsız Tanrı, niçin bekliyor?
Zaten upuzun doğrular sığmıyor çuvala
Biraz inceltse, törpülese, kıvırsa…
Keşke hoh/lamasaydınız, üşüyen ellerime
Tam ince eleyip sık dokuduğum tezgâhlara
Alıştırmışken parmaklarımı…
 
Haroşa örüyordum, çile çile
Kesmeyecektiniz şarkıların gırtlağını
Seksek oynamayacaktınız ruhumda
Lehim mi kattım gümüşünüze
Avuçlarımda bir çift siyah göz ve
Mor bir ihanet büyütüyorum
U dönüşü yaptığınız yerde…

 

Heybet Akdoğan
TOHUMUNDA ÖLÜM SAKLIYOR GÜLLER

 
hüzünden tebessümler örerdim çehremize
mutluluk çocukların yüzünden kaçtı
gecenin en karanlık anını bekliyor intiharlar
yıldızların usanmışlığına
artık harcı değil ayın ışıyan varlığı
 
üstümüze abanıyor betondan gökdelenler
canavar ağızlı fabrikalarla
her canlıyı ürkütüyor ruhsuz şehirler
konacak dalları kalmadı kuşların
savrulan her kanat
ürperen serçe telaşı
 
dünya seferi çıbanlar göğsümüzde
tohumunda ölüm saklıyor güller
talanlar yurt edinmiş adem'in toprağını
sürgün sakini kardeşliktir şimdi
 
tuğrasız fermanlar hüküm veriyor yarınlara
atların toynaklarında cehennem sesleri
yekindi firavun
yakıldı insanlığın kadim atlası
modern çağ söylencelerinde
haindir dost
ihanetten ayrılıktır sevgili
 
söz bitti
yanık bir tambur inliyor
gözlerimde güz güneşi
gördüğüm her şey
buğulanan çağın huzmesi
 

Canan Gürtunca Sanlı
MELİH CEVDET ANDAY’IN ŞİİR YOLCULUĞU 

“Dört kişi bir parkta çektirmişiz/Ben, Orhan, Oktay bir de Şinasi/Anlaşılan sonbahar/Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli/Yapraksız arkamızdaki ağaçlar/Babası daha ölmemiş Oktay’ın/Ben bıyıksızım/Orhan Süleyman Efendi’yi tanımamış/Ama ben hiç böyle mahsun olmazdım/Ölümü hatırlatan ne var bu resimde/Oysa hayattayız hepimiz.” birimiyle bir fotoğrafın izdüşümlerini yansıtır Melih Cevdet Anday samimi, gerçek yalın şiirsel tümcelerle… bir gün sonsuz yolculuğun kaçınılmazlığına gönderme yapar sanki. Evet, bu fotoğraftan çıkıp gitmişlerdir artık geriye sadece Türk edebiyatında Cumhuriyet Dönemi “Garip Şiir Akımı”nın unutulmaz isimleri olarak kalmışlardır.

Melih Cevdet Anday, 5 Temmuz 1915’te Çanakkale’de dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Muzaffer Melihtir. İstanbul, Fatih nüfusuna doğumundan iki yıl sonra kaydı yapıldığından doğum yeri İstanbul olarak kayıtlara geçmiştir. (3.10.1917) İlkokulu Kadıköy-Mühürdar’da, ortaokulu Kadıköy Sultani’sinde devam eder. Edebiyatla beraberliği, ilk kalem denemeleri “Tepegöz Hayri” adıyla bu yıllarda başlar. 1930’da babasının tayin durumuyla Ankara’ya yerleşirler. Liseyi Ankara Erkek Lisesinde tamamlayan Melih Cevdet Anday, Orhan Veli ve Oktay Rifat ile birbirlerinin kaderlerini etkileyecek bir arkadaşlığa, dostluğa imzalarını atarlar. Edebiyat, şiir ortak konuları olur. Okulda “Sesimiz” Dergisinde ilk seslerini duyururlar edebiyat dünyasına. Sesler, bir gün yankılanacak bambaşka bir sese dönüşecektir yürüdükleri yollarda.

1934’te liseden mezun olan Muzaffer Melih Anday Ankara Hukuk Fakülte’sinde daha sonra aynı fakültenin Dil ve Tarih-Coğrafya Fakülte’sinde yüksek öğrenime başlar ancak öğrenimini tamamlayamaz. 1 Eylül 1936’da Devlet Demiryollarında memur olarak göreve başlar. Bu arada şiir çalışmaları, uğraşıları devam eder Anday’ın. İlk şiir çalışmaları Beş Hececilerin biçim ve tema özelliklerindedir. Okul yıllarında Sesimiz dergisinden başka İnkılâp dergisinde de ‘Sarı-Siyah’, ‘Hatırlatma’ isimli ilk şiirleri yayımlanır. Ancak bu şiirleri pek bilinmez. Kasım 1936’da Varlık Dergisi’nde yayımlanan ilk şiiri “Ukde” hece vezni, uyakla yazılmış şiirlerinden biri olarak kayıtlara geçer. “Bir gün ışığa döner yaprak/Üzümler kızarır kütükte/Elbette diner bu sağanak/Üzümler kızarır kütükte.”  (’Ukde’, 15 Kasım 1936, Varlık Dergisi) şiirinin Varlık’ta yayımlanmasıyla Melih Cevdet Anday’ın şiir yolu açılır. Beraberinde Melih Cevdet, Orhan Veli ve Oktay Rıfat üçlüsü olarak Varlık’ta adları duyulmaya başlar. Garip şiirinin de kaderi belirlenir sanki ilerleyen sürelerde. Anday’ın şiirleri Varlık Dergi’sinden başka Ses, Yaprak, Yeditepe, Papirüs, Yeni Dergi, Yeni Ufuklar, Yön, Soyut, Ataç dergilerinde de yayımlanır.

Melih Cevdet Anday, bu şiir yolculuğunda tek başına değildir; daha sonra Türk edebiyat tarihine geçecek Garip üçlüsünden biridir. Arkadaşlarıyla Varlık Dergisi’nde yayımlanan ilk şiirleri ile edebiyat çevrelerince tanınmaya başlayan Melih Cevdet ve arkadaşları arayış içinde, kendilerince bambaşka bir şiir özlemi içindedirler. Melih Cevdet Anday, bu dönem hakkında “Şiirden çok şey ummuştuk, istediğimizi bulamamıştık. Rahatsızlığımızı yok etmek için hem saadet anlayışımızı hem şiir anlayışımızı değiştirmemiz gerektiğini sık sık konuşurduk.” der bir söyleşisinde. Garipçilerin geleneğin dışında bambaşka bir şiir anlayışı ile yazılan şiirleri, Varlık’ta daha önce yayımlanmış şiirlerinden dokuz ay sonra aynı derginin 15 Eylül 1937 tarihli sayısında Şiirler genel başlığı ile yayımlanan on şiirin altında Orhan Veli, Oktay Rifat ve Mehmet Ali Sel imzaları bulunmaktadır. Zira Melih Cevdet, Demir yolları olanaklarıyla sosyoloji öğrenimi için gittiği Belçika’dadır. O nedenle yayımlanan şiirlerin sayfasına “Bu sayfayı Şair Melih Cevdet Anday’a ithaf ediyoruz.” notuyla yayımlanarak bambaşka şiir tarzının temsilcileri arasında Melih Cevdet’in de olduğu vurgulanmak istenir. Varlık Dergisi sahibi Yaşar Nabi yeni bir şiir anlayışı getiren bu üçlü için derginin orta sayfasını onların şiirlerine ayırır. Artık Garip Şairlerinin, Melih Cevdet’in yolu belirlenmeye başlamıştır. Garip akımının yolu açılmıştır. Melih Cevdet üç ay aradan sonra yurt dışından döner, üç şairin ismi Varlık Dergisinde sıklıkla görülmeye başlar. Şiirleri edebiyat çevrelerince garip karşılanır, edebiyat kamuoyunda eleştirilere söz açar. Ancak bu konuda Melih Cevdet ve arkadaşları rahatsızlık duymazlar. Orhan Veli yayımladıkları bu şiirlerden bir seçki hazırlamak niyetindedir. Hareketin şiir görüşünü bir bildiri haline dönüştürerek edebiyat kamuoyuna sunmanın bu bambaşka şiirleri bir kitapta toplamanın zamanının geldiğini arkadaşlarınla paylaşır ve karar verilir. Orhan Veli’nin arkadaşı edebiyatçı Cavit Yalmaç bu kitabın adının edebiyat çevrelerince garip karşılandığı için ‘Garip’ olması önerisini getirir. Türk şiirine yeni içerik, yeni biçim ve deyiş özellikleri kazandıran ilk ortak kitap olarak 1941 yılında Garip adıyla yayımlanır ve aynı adlı bir şiir akımının başlangıcı olur. Üçlünün bu isimle anılmaları sağlanır. Garip Akımı; hece ve aruz kalıplarının, uyak düzeninin dışına çıkar, doğal anlatım, konuşma dili ayrıca ince bir yergi, mizah öğeleriyle, ironi, humor ağırlıklı halkın, sokağın sesi olan bir şiir anlayışıdır. Bu akım türlü tartışmalara, eleştirilere, karşı çıkmalara yol açsa da gerçekten sokağın dili olmuştur. Öyle ki bazı dizeler halkın diline dolanmış bir deyim halinde günümüze kadar gelmiştir. Örneğin; “yazık oldu Süleyman Efendi”ye, “Bir elimde cımbız/Bir elinde ayna/Umurunda mı dünya” böyle uzar gider.

“Bugünkü dünyayı dolduran insanlar yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda bulmaktadır. Her şey gibi şiir de onların hakkıdır ve onların zevkine hitap edecektir.” Söylemi ile edebiyat kamuoyunun karşısına çıkan Melih Cevdet Anday, değişimin her alanda olduğu gibi sanatta, şiirde de gerekli olduğunun altını çizerek, geleneğin dışında şiire bir ivme kazandırmanın önemini vurgular.

Edebiyatın bütün türleriyle; roman, deneme, oyun yazarı, çevirmen olarak tanınmış olsa da, Melih Cevdet asıl uğraş alanı olarak şiirin bilinmesini ister. Oysa şiirde olduğu gibi roman, oyun türlerinde de ödül alan bir sanatçıdır. Şiire adanmış bir yürek, şiir üzerine düşünen, düşünce üreten bir sanat adamı Melih Cevdet Anday. Şiiri bir araştırma alanı görür, şiirin birçok alanında olduğu gibi anlam konusunda da araştırma peşindedir. Süregelen şiir serüveninde bu defa da garip akımının konu, sanat, içerik tarzından uzaklaşarak kendine has bir şiir anlayışı bulmaya çalışır. Bir söyleşisinde; “Ben özgürlüğümü diyebilirim ki ozan olmama borçluyumdur. Çünkü yaratma, mecaz, imge, simge yoluyla özgür olarak düşündüklerimi söyleyebildim. Düşündükten sonra değil, şiir olarak düşünebiliyorum ancak. Şiir benim aklımdır.”

Garipten beş yıl sonra 1946’da çıkardığı “Rahatı Kaçan Ağaç” ta değişim rüzgârlarının esintileri okurlara ulaşır. Şiirlerinde konu, tema, biçem ile fark yaratmaya başlar Melih Cevdet. Toplumumuzdaki yoksulluk, haksızlık gibi olgulara ince bir yergiyle karşı çıkar. Duygudan düşünceye yöneldiği döneme geçerek dünya sorunlarını düşünür. 1947-49 döneminde Yaprak dergisinde yayımladığı şiirlerinden oluşan “Telgrafhane” adlı kitabı 1952’de çıkar. “Uyuyamayacaksın/Memleketinin hali Seni seslerle uyandıracak/Oturup yazacaksın/Çünkü sen artık o eski sen değilsin/Sen şimdi eski bir telgrafhane gibisin/Durmadan sesler alacak/Sesler vereceksin/ Uyuyamayacaksın” (Telgrafhane,1952) Şiirlerinde toplumsal sorunlara bağlı konuları işler. Garip şiirlerinde görülen humor, ironi yer yer hâkimiyetini korur. Dilde yalınlık, kent insanlarının deyimlerinden yararlanma, geleneksel şiirin izleri görülür. Şaşırtıcı olan Garip şiirlerinde dışlanan gelenek, söz sanatları şiirine girmiştir. Bu dönemin en başarılı şiirlerinden biri olan ‘’Tohum’’ adlı şiirinde ölçü, uyak büyük bir başarıyla kullanılmış, bütün şiir gizli bir simgeyle işlenmiş yaşama geçmiştir. Halk şiirinden beslenen bir anlayışla yazılmıştır. Bazı kaynaklara göre bu değişim Orhan Veli ve Oktay Rifat ile tartışmalara, Garip şiirinden iyice çözülmelere yol açmıştır. “Dörtnala haberci ilkyazdan/Aşağıdan inceden beyazdan/Dumanı tüten sıcak tohum/Dolan kara toprağı dolan.” (Tohum) Edebiyat kamuoyunda da şaşkınlık yaratan bu şiirler 1956 yılında yayımlanan ‘’Yanyana’’ adlı kitabında da devam eder. Not olarak ilave ediyorum: Yanyana adlı kitabının içeriği Türk Ceza Kanunu’nun 142. Maddesine aykırı görülür, toplatılır. Anday için, Savcı 7,5 yıl hapsini ister. Mahkemede, “Anı” şiirinin Rosenbergler için yazıldığı tanıtlansaydı yatacaktım” der Anday. Ancak kovuşturma sonunda aklanır. “Anı” şiirini Rosenbergler için yazmıştır. Tarih böyle akla ziyan olaylarla dolu maalesef.

Melih Cevdet Anday, bu dönemden sonra beş yıl şiir kitabı çıkarmaz, dergilere şiir göndermez.  Yeni bir akım olan İkinci Yeni’nin rüzgârlarını, coşkulu günlerini uzaktan izler. Sanat sürekli değişim içindedir. Garip şiiri döneminden sonra köprünün altından çok sular akmıştır. Anday şiir üzerine düşüncelerini sürdürür, şiir rotasını akılcı şiir, felsefi şiir anlayışı ile yer yer soyuta yönelerek ‘’Yanyana’’ adlı şiir kitabından altı yıl sonra 1963 yılında ‘’Kolları Bağlı Odysseus”u yayımlar. Kitapta farklı bir anlayışla yazılmış, mitolojiden esinlenerek kurgulanan, anlamını kolay ele vermeyen şiirler içerir. İkinci Yeni akımına yakın bir duruş görülür. Kitabın içeriği ile ilgili olarak Necati Cumalı 15 Aralık 1968’de Varlık Dergisi’nde kitabın konusu ile ilgili görüşleri şöyledir: ‘’Yabancılaşan İnsanın Destanı’’ başlıklı yazısında “Kolları Bağlı Odysseus” kitabı üzerine; ‘’Kolları Bağlı Odysseus yirminci yüzyılın yorgun kişisinin doğadan kopan, kendine yabancılaşan insanın destanıdır. Dört bölümlük kitap bu tema üzerine gelişir, tamamlanır. Mutluluğunu arayan insanoğlunu, mutluluğunun gene ancak kendi yapısında olduğuna inandıran, umutlandıran bir destan.’’ saptamasını yapar.

“O yabansı, o büyülü türküleri ben/Söylüyordum sağır gemicilere/Yalnız ben duyuyordum sirenleri/Kirke, bilge tanrıça, selam sana!/Sağ salim geçtim kendimi.” (4.Bölüm.5.Şiir)

Melih Cevdet’in Kolları Bağlı Odysseus’tan sonra 1970’te “Göçebe Denizin Üstünde”, 1975’te “Teknenin Ölümü” (1975-1976 Yeditepe Şiir Armağanı), şiirleri düşünceye yönelik, mitolojik, tarihsel olguların yer aldığı, geçmiş zamanı günümüze uyarlayarak, anlamı derin ancak anlaşılması zor bir dilin hâkim olduğu görülür. Öyle ki kimi şiirlerini yazarken açıklayıcı ekler (yararlandığı kaynaklardan) eklemiştir kitaplarına. 1978’de “Sözcükler”, (1978-1979 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü), Sözcükler, Toplu Şiirleri, 1981’de ‘’Ölümsüzlük Ardında Gılgamış, (1981-1982 Türkiye İş Bankası Şiir Ödülü), 1984’te “Tanıdık Dünya”, 1989’da “Güneşte”, 1995’te ise “Yağmurun Altında” adlı şiir kitaplarıyla yer yer felsefi düşüncenin yanı sıra, bazı metinlerin sade, lirik, hatta halk şiiri geleneğini günümüze uyarlayarak, örneğin; Tanıdık Dünya kitabı yeni biçim arayışlarına yönelik güçlü şiirlerini okuyucuyla buluşturur. Refik Durbaş, Tanıdık Dünya şiir kitabıyla ilgili görüşünü şöyle açıklar: “Melih Cevdet, Karacaoğlan’ın hemen tüm sözcüklerini kullanıyor. Ama Karacaoğlan şiiri yazmıyor. Karacaoğlan’dan çok halk şiiri geleneğini günümüz açısından yeniden özümseyip yorumluyor, yeni biçim arayışlarına yöneliyor.”  Refik Durbaş’ın bu saptamasını Melih Cevdet de doğrular gibi Nurullah Ataç’ın “Benim iki düşüncem var, değiştire değiştire kullanıyorum” sözünü benimseyerek “deneyimi böyle anlamaktan yanayım. Şiirime gelince bütün yazdıklarımım ben.”

Melih Cevdet Anday’ın edebi kişiliğinde; Garip akımına rağmen geleneksel halk bilimini özümseyen ancak sürekli şiir üzerine düşünen, araştıran, değişimi, gelişimi benimseyen bir sanat anlayışı olduğu görülür. “Değişmeyen ve tek olan gerçekliktir.” der. Ona göre “Şiir bütün özelliği olan bir söz sanatıdır.”

Artık Orhan Veli’yle şiir yolları ayrılmıştır ayrılmasına ama Garip şiirinin etkileri şiirlerinde yer yer sürmüştür. Anday, garip dönemin yaşanması gerektiğini, geleneğin dışında bir değişimin ilerleme, gelişme açısından önemli olduğunu vurgulamıştır bazı yazılarında, söyleşilerinde.  Ancak; “Garip şiiri artık geçmişte kaldı, yapacağını yaptı o şiir. Ben yeni biçimler, yeni konular denemeyi sevdim hep.” der.

Garip Akımı ve Orhan Veli için 7.10.1988’de Cumhuriyet’teki köşesindeki bir alıntıda şöyle bir açıklama getirir okuyucuya:

“Son Garipçi”ydi.

“Ben de okurum Orhan Veli’yi sık sık, bir antoloji, bir edebiyat tarihi, bir ansiklopedi çıkmaya görsün, ona ayrılan sayfaları merakla okurum, şiirleri üzerinde durur, düşünürüm. Bir bakıma kendi serüvenim sayarım onun serüvenini. Öyledir de. Sonradan Oktay Rifat’ın da, benim de Garip Akım’ından ayrı bir şiire yönelmemiz, bu ortaklığı zedelemez. Yaşasaydı, Orhan Veli de yeni yollar denemeye kalkacaktı.”

Melih Cevdet bu düşüncesinde bir bakıma haklıdır. Zira Orhan Veli de 1946’da çıkardığı “Destan Gibi” (Yol Türküleri) adlı kitabı Garip Şiirleri dışında halk bilimi içeren şiirlerdir.

Melih Cevdet Anday’ın kısaca romanları, oyunları ve deneme kitaplarından bazılarını alıntılamak isterim:

Romanları: Aylaklar (1965), Gizli Emir (1970), İsa’nın Güncesi (1974), Raziye (1975).

Oyunları: İçerdekiler (1965), Mikado’nun Çöpleri (1967), Dört Oyun (1972)

Deneme Kitapları: Doğu-Batı (1961), Konuşarak (1984), Yeni Tanrılar (1974), Sosyalist Bir Dünya (1975), Dilimiz Üstüne Konuşmalar (1975), Maddecilik ve Ülkücülük (1977), Paris Yazıları (1982).  Çalışmalarıyla bazı roman ve oyunlarında ödülleriyle edebiyata büyük katkıları olan değerli bir edebiyat adamıdır Melih Cevdet Anday.

Roman ve şiir kitaplarını yanı sıra çok sayıda çeviriye imza atmıştır. Anday yayımladığı yapıtlarında kendi adının haricinde Tepegöz Hayri, Yaşar Tellidede, Niyaz Niyazoğlu, A.Mecdi Velet, M.C. A.H. Mecdi Velet, Yaşar Tellidere, Gani Girgin Zater, Yaşar Tellioğlu gibi adları kullanması şiirlerinde ironi, humor olgularını akla getiriyor. Kullandığı adlar ilginç. Bu da esprili, renkli kişiliğini yansıtıyor sanki.

Anday’ın çalışma hayatı da edebiyatla örtüşür. Millî Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü’nde danışmanlık, Ankara Kitaplığında memurluk ve gazetecilik yapar. 1951’de İstanbul’a döner. Sırasıyla Akşam, Tercüman, Büyük Gazete, Tanin ve Cumhuriyet gazetelerinde makale yazarlığı, sanat sayfası editörlüğü yapar. 1964-69 yılları arasına TRT yönetim kurulunda çalışır. Sonrasında İstanbul Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümü fonetik-diksiyon öğretmenliğinden 1977’de emekli olur. 1979’da UNESCO Genel Merkezi Kültür Müşaviri olarak Paris’e gider. Ancak bir süre sonra ülkedeki bazı değişimlerden dolayı Türkiye’ye geri döner.

İlk şiiri 1933, son şiiri 1997 yılında yayımlanan; şiir, roman, deneme, öykü ve tiyatro türlerinde eser veren; çok yönlü kişiliğe sahip olan Melih Cevdet Anday bu türlerde birçok yabancı dilden (Rusça, İngilizce, Fransızca, Farsça, Yunanca) değişik türlerde eserler çevirmiş, edebiyata büyük katkı sağlamıştır.  

UNESCO’nun Courrier Dergisi 1971 yılında onu Cervantes, Dante, Tolstoy, Unamuno, Seferis, Kawabata düzeyinde bir edebiyat adamı olarak gördüğünü açıklamıştır Dünya kamuoyuna.

Ölümsüzlük Ardında Gılgamış/ Toplu Şiirleri 2’ nin arka kapağında bir alıntıda büyük dünya şairi Pablo Neruda, Melih Cevdet Anday üzerine görüşlerini şöyle söyler: ‘’Nazım Hikmet’ten sonra büyük bir Türk şairi daha buldum. Bütün gece gözüme uyku girmedi.’’  Bir dünya şairinin Melih Cevdet Anday için bu sözleri edebiyat dünyasına yansıtması çok değerli bir kayıttır. 

“Bir dünya daha olmalı, burada/Bir yerde o kadar yakın ki/Seslensem duyulacak belki/Belki başladım onu yaşamaya” (Yeni Bir Dünya, Sözcükler, Yaşarken) “Yeni Bir Dünya” şiirinde dile getirdiği dizelerde ‘Bir dünya daha olmalı, burada’ diyordu. ‘Seslensem duyulacak belki’ dediği dizelerden sesi duyuldu. “Ozan her şeyden önce ölmemeye bakmalıdır, yaş çünkü ona, dünyada yapılacak işlerin en yücesinin şiir olduğunu gösterecektir.” diyen Melih Cevdet Anday 87 yaşında bu dünyadan yeni bir dünyaya 28 Kasım 2002’de göç etti. Geride sözcükleri öksüz, Türk şiiri garip ancak unutulmayacak dolu dolu bir yaşam ve değerli yapıtlar bırakarak... “Melih Cevdet Anday edebiyatla, sanatla bütünleşen şiirin dışında, her türdeki bu çok önemli; sanatın her dalında yetkin... Deneme, anı, gezi, roman, oyun, çeviri gibi eserleri olan şair, yazar, düşünür, aydın, değerli bir sanat adamıdır. Anısına saygıyla...   28.11.2020, Karşıyaka                                              

Yararlanılan Kaynaklar:
1.Melih Cevdet Anday, Yeni Edebiyat, 20.Yüzyıl, Anadolu-Osmanlı-Türkiye
2.Wikipedia.org/wiki/Melih Cevdet Anday
3.Kalıpları Aşan Şair ve Düşünür, Melih Cevdet Anday
 

Hüseyin Balık
USULCA GİTMEDİN

 
Usulca gitmedin.
Ardına dizildi sancılar…
Bütün dünyanın talşarı içime oturmuş gibi.
Usulca gitmedin.
Ardına dolandı titreyen dudaklardan ağıtlar…
Gözler, uzaklara… En uçlara…
Dağların kara sevdalandığı doruklarına…
Kulaklar üşüyor, donuyor; ısınıyor, donuyor...
Yağmur yağıyor çatlak, kurak taşlara...
Taşlar canlanıyor, kuruyor... Canlanıyor...
Usulca gidemedin.
Ardına dizildi gönlümün yetimleri
Güller...
Bin asırlık nasırlı yüzler...
Yayıldığın her hücremden
Gidemedin görünmeden.
 

Mehmet Bardakçı
ZİNAİDA GİPPİUS

Zinaida Nikolayevna Gippius (20 Kasım 1869-9 Eylül 1945), Rus sembolizminin önde gelen isimlerinden biri olan Rus şair, oyun yazarı, romancı, editör ve dini düşünürdü. Elli iki yıl süren Dmitry Merezhkovsky ile evlenmesinin öyküsü, bitmemiş kitabı Dmitry Merezhkovsky'de anlatılmaktadır.

Küçük yaşta yazmaya başladı ve 1888'de Dmitry Merezhkovsky ile tanıştığı zaman, zaten kitabı yayımlanmış bir şairdi. İkisi 1889'da evlendi. Kitapları yayımlanmaya devam etti. 1905 Devriminden sonra Merezhkovsky’ler Çarlık eleştirmeni oldu. Bu süre zarfında, sağlık sorunlarının tedavisi için geziler de dahil olmak üzere birkaç yıl yurt dışında kaldı. Kültürel bir felaket olarak gördükleri 1917 Ekim Devrimi'ni kınadılar ve 1919'da Polonya'ya göç ettiler.

Polonya'da yaşadıktan sonra Gippius'un sert edebi eleştirisi düşman olmuş olsa da Fransa'ya, daha sonra İtalya'ya taşındı ve Rus göçmen çevrelerinde yer almaya devam etti. Gippius'un sürgün edilmesi, göç etmesinde önemli bir konuydu ancak aynı zamanda kısa öyküler, oyunlar, romanlar, şiirler ve hatıralar yayınlayarak mistik ve gizli cinsel temaları keşfetmeye devam etti. 1941'de Dmitry Merezhkovsky'nin ölümü şaire ağır geldi ve çok geçmeden 1945'te kendisi de öldü.

Zinaida Gippus iki şiiri aşağıdadır:
Çeviri: Mehmet Bardakçı
 
Böyle İşte
Işıklar kesildiğinde – Hiçbir şeyi göremem,
Bir adam kaba ise – Ondan nefret eder ve küçümserim
Kabadan daha öteyse – Gülüşümle öldürürüm
Eğer ülkem Rusya biterse – Ölürüm ve yas tutarım.
 
Güzel Bir Şey Söyle
Kükrerim – ölen bir aslan…
Bunların hepsini görür müsün, Tanrım!
Makinenin dişleri arasındaki demiri
İnsani doğam bozuluyor.
 
Kendi acılarıma katlanırım…
Fakat – hepsini, hisseder miyim?
Her şey bir sistem içinde sürüyor
Öğütülüyoruz çarklar arasında.

 

Yasemin Yazgan
YERE YERE

 
uğurlandık asker çiçekleriyle
diller dönmedi hiç bir duaya
kanlarımız çekik
bekleyen ansızlık
 
alnımızda yılkı atları
kazazedeyiz yüzyıllık çınarda
o yüzdendir büyümemiz
yere yere
 
uyurgezeriyiz sisli bozkırın
avuçlarımızda Habil’le Kabil
kanırtıyoruz durmadan
kasap vitrininde asılı kansızlık
 
eskimiş bakışlar gibi
kurumuş ağaç kökleri
mosmor gecede
yeraltına mı inmeli
 
çakmak alevinde suskun toprak
ağaç kabukları  vızır vızır sinek
hain yalancı gerçekler
ferman kimde
 

Nermin Akkan
HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL ŞİİRLERİNDE KADIN

 Bizliyordu Hasan Hüseyin senli onlu benli her şeyi. Farkı da buydu zaten benzerlerinden.
Kadının çığlık çığlıktı yangınlı yüzü
saçları kar sepkeni
Kolunda kirman
Baktı Yemen Yemen
Baktı Kore Kore
Baktı uzak uzak
Baktı yalnız ve bırakılmış
Babamı yemen yedi
Kocamı Kore
Anamın dilinde ağıt
Kolunda kirman
Benim dilimde ağıt
Kolumda kirman
Oğlak-babalardan artakalmış yetimlerdir onda.
 

Altıncı evlilik yıldönümü armağanı da sıradan bir kadın algısının çok ötesinde bir konuma yerleştirmiş olduğunun göstergesidir zaten.

Silahımsın
Başım havalarda gezerim
En yıkık günlerimde bile
Atımsın
Ölümü çiğnetmedin düşmanıma
Karanlıkta kurşun yağarken üstüme

Kan etmişler ellerimizi düşlerimizi
Canım gülüm
Kan
Gayri ölüm bize yol
Kavgayı
Şiiri
Ve seni
Çok seviyorum." derken H. Hüseyin eş-sevgili-kadın varlığını özdeşliyor yaşamla ve yaşamın merkezinde.

 

Şiirlerinde kadın onun salt dişil öge olarak dile gelmez şiirin kendisidir, kadın Anadolu'dur, acıdır, dirençtir, yoldur yoldaştır. Bu nedenledir ki aşkı dile getirirken bile dizelerinde.

Sanatçı Anadolu kadınının aşkla bilinçle güzellikle donanmasını ister.

Batılı kadınla kıyaslar Anadolu’nun ince sıcak kadınlarını.

"Yaprak döker bir yanımız

Bir yanımız bahar bahçe” dizeleri onun çelişkilere, kuşak çatışmalarına yozlaşmaya da kadın kimliğiyle değinir ki kadın varlığının sorumluluğuyla birlikte donanmasıdır istediği.

 

"Bütün bir evren ağlar
Ağlaşırken analar" Acılara Tutunmak kitabında "Ağlamalar" şiirine en somut şekliyle girer.
 
İnsanın Anası İki Kere Ölmez’ de
Nerde bir neler görsem anamı düşünürüm,
 
Basamam iklimlere anamın elleridir,
 
Sızlayan yaram değil
Anamdır anam”
 
Bahçede bir gül açsa
Kokusu anamdandı" diyor Analar şiirinde şair.
 
Kavel de Alaca Karanlıkta Kimlik Şiiri ise
“Yirmi uç baharımda
Kelepçe değil kollarımda
Yiğitler anası memleketim" dizeleri özetidir onun şiirlerindeki kadın algısının.
 
Kadınlar türkü türkü
Kadınlar ağıt ağıt
Kadınlar ki nakış nakış
Göz olmuş gözlemekten
Kadınlar
Çığrışırlar yaramızda
Çığrışırlar bıçak bıçak
Kurşun kurşun
Fitil fitil
Kadınlar
 
YURTTAN NAKIŞLARDA HÜSEYİNCE BAKIŞLAR
Ve kadını o
Anlayarak sevmek
Okuyarak tanımak

‘Birlikte düşünelim mi’li sever ve işte bu akıl ve yürek sentezinde şiirler.

 

Selam H. Hüseyin

Biliyorum beni duyduğunu, anladığını gönlümün kederini yeterince anlatamasam da. Sana öykünen kalem şairlerinin sığ solculuğunu gördükçe söküp alasım geliyor yüreklerini yerinden.

Senden sonra gönlümün özge ozanı, aşkın tarifi değişti. Hiç kimse "Seni tanıyarak seviyorum" demedi demiyor sevdiğine.   

Tanımak emek ister, tanımak gönül gözü keskinliği ister. Oysa şimdiki erkekler kaşa göze, dilde söze emekler.

İşte böyle Hasan'ım, tam da böyle Hüseyin'im bu günlerde şuaranın sevdası. Ne Azime kaldı ne H. Hüseyin, "Çocukların çocuklarım, al da gel ceylanım" diyen sevdalıların yerini, eski eşlerin maaşına tamahta aç gözlü müteşairler aldı.

Ne çok isterdim seninle aynı zamanlara denk gelmesini doğuşumun. Ne çok isterdim kaleminin ucundaki ışığı görmeyi yurdumun dört bir köşesine saldığın.

Kim bilir Azime'yi sollardım o zaman, aynı bilişip sevmeler adına koşarken sana.

Sence sevmeyi insanı, sence sarılmayı insana, sence inanmayı barışa savlayan kalmadı be Hüseyin senden sonra.

Kızılırmak'ta "Sen ne cömert topraklarsın ey Ortadoğu

Sen ne çok soyulansın ve hiç uyanmayansın" dediğin Ortadoğu'yu bir görsen şimdilerde çakalların dişlerindeki yavru ceylana benzetir şiir kanardın oluk oluk.

Sevgili, Sevgilim Hüseyin

Şaşırmadığını biliyorum "Sevgilim"li başlığa, biliyorsun sen her özgür yüreğin, her barış aşığının, her yoksul yoldaşının sevgilisi olduğunu zaten. Kızılırmak'ın doğuşunun Temmuz’la bir olduğunu öğrendiğimde dedim ki kendi kendime "Şiir şairin öz çocuğudur." Nasıl ki çocuğuna can verir insan, şair de şiirine öylece can verir. Işıtsın ısıtsın diye dünyayı.

Şu Kızılkuğu'da

"Kuzum benim güvercinim alabulutum
niçin tuz dökülüyor kirpiklerinden
ellerin niçin öyle forsa gemisi
söyle de kandır beni ey çocuk!" dediğin çocuklar var ya, ah Hüseyin'im bu günlerde ne çok açlar bir bilsen, kesintisiz bir nefese ne çok muhtaçlar. 

Biliyor musun, bana "Şairin kim?" diye soruyorlar zaman zaman. Duraksamıyorum hiç. Yapıştırıyorum cevabımı hemen. Hasan Hüseyin Korkmazgil, diyorum. Azime'nin Korkmazgil'i.

Selam ediyorum sana kıyısız, seviyorum çokça çocukça seni, hepimizin Korkmazgil'i.


 

GÜN OLUR
 
Gün olur, alır başımı giderim
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.
 
Dünyalar vardır, düşünemezsiniz
Çiçekler gürültüyle açar
Gürültüyle çıkar duman topraktan.
 
Hele martılar, hele martılar
Her bir tüylerinde ayrı telaş!...
 
Gün olur, başıma kadar mavi
Gün olur başıma kadar güneş
Gün olur, deli gibi…
                                 Orhan VELİ

 

 

Gökhan Gurbetoğlu
HAYALLER YEŞİLLENDİRİR DÜNYAYI

 Her şey değişir... Ki buna en çok sanatçı inanmalıdır. Çünkü sanatçı her gün kendisini yenileyendir.

Her şey var olduğu gibi yok da olacaktır. İşte bu iki nokta arasında da sürekli ve evrensel bir değişim söz konusudur. Zaman ve mekânda hareketliliğin getirdiği devinimle birlikte her şey değişime açıktır. Heraklitos’un, “Bir nehirde iki kere yıkanmaz” söyleminden bu yana diyalektik hem felsefenin hem de sanatın önemli bir düşünce şekli olurken belki de insanlığın metafizikten sıyrılmasının önünü açmıştır. Ancak bu değişimin bile ne kadar uzun sürdüğü unutulmamalıdır.

Değişim yaşamın içinde her an vardır ancak bireyler ve toplum değişime hep dirençle karşılık verir. Sanat için de geçerlidir. Değişim çelişkilerden kaynaklanır. Çelişkinin olmadığı hiçbir yer ve zaman yoktur ki aslında çelişki içsel bir olgudur. İnsanlık Hegel’den bu yana, çelişkinin yaşam ve düşüncenin şekillenmesine kaynaklık ettiğini bilince çıkarmış ama kabul edememiştir. O eksik kalan yanını da Marx tamamlar ve insanlık gerçek anlamıyla diyalektik düşünce ile yüzleşir. Bu noktaya gelene kadar geçen değişime karşın değişim, durmaz ve devam etmelidir. Çünkü diyalektik olarak değişim durdurulamaz. Marks, "...Düşünce, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir." diyerek, her an değişen maddi dünyanın düşüncenin kaynağı olduğunu insanlığa göstermektedir.

Toplumsal derin tahlillere daha fazla kapılmadan toparlayacak olursak değişim, kelebek etkisi gibi her şeydir. Bu yüzden de sanatçı değişime açık olmalıdır. Basit bir örnek verirsek, kim anne babasıyla tamı tamına aynı düşünceleri taşımaktadır ki kim çocuklarıyla aynı fikirdedir. Bizim kendimizden önceki kuşağa karşı başlattığımız içsel devinim, çocuklarımızı da etkilemiştir ve toplumsal bir değişime dönüşmüştür ve dönüşmeye de devam edecektir. Zaten böyle olmasaydı her şey sabit ve değişmez kalmalıydı ki bu durumda insanlığın gelişiminden söz etmememiz mümkün olmazdı.

Sanat, insanın var oluşundan beri içsel bir çaba olarak bizle birlikte gelişti ve değişti. Bir insanın yüzünü boyaması ya da elini kınaya banıp mağara duvarına basması gibi. Hatta en basit anlamıyla sanata, insanın yaşamı anlamlandırma ve güzelleştirme çabasıdır desek yanlış olmaz. O yaptığı ister bir mızrak olsun isterse bir testi olsun, üzerlerine kendisini anlatan izler bırakıp o nesneyi güzelleştirmek ister ve desenlerle, motiflerle donatır. Yani sanat insani bir eylemdir.

Sanatın sunuluş şekli de insani bir eylemdir. Çizerek, oyarak, işleyerek, yazarak hepsi de sanatçının düş ve düşüncelerinin yaşamdaki birer yansımasıdır. Yaşı ilerlemiş dostlar hatırlarlar, bir dergiye abone olmak ve onun her ay gelişini dört gözle beklemek nasıl bir duygudur. Ancak kimi zaman ise bazı sayıların ulaşmadığı da olurdu ki ona rağmen yeniden abone olurduk o dergilere. Elimize geçen her dergiyi belki çoğumuz koklamışızdır içimize çekerek. Bu hareket, edebiyatı, şiiri, öyküyü, eleştiriyi içimize çekmekti ve yazarlar, şairler, eleştirmenler yanımıza gelip otururlardı adeta. Peki şimdi kaç genç o heyecanı içinde duymakta ya da böyle bir anı yaşamaktadır. İşte değişim yaşanmıştır. Peki bunun basılı ya da sanal ortamda yani e-dergi olması sanatı ve sanatçıyı etkiler mi?

Picasso'nun Guernica tablosunu elli altmış yaşındaki kaç kişi gelişen iletişim teknolojileri sayesinde görmüştür; birçoğumuz. Şu an gençler istedikleri sanat eserlerini anında görebilmekteler, istedikleri kitabı okuma ya da dinleme imkanına sahipler. Birçok müze ve kütüphane dijital ortamda kendine yer açmaktadır. Artık onların duvarları yıkılmıştır. Ya bizim?

Günümüzde sanal bir dünya ile karşı karşıyayız. O gecikmeler, o kaybolmalar, o postaneye gidip; 'Rıfat abi benim dergi gelmedi mi hala?' diye soruşlarımızı sizce şimdiki nesle anlatabilir miyiz? Onların zihni, düş dünyası artık bunları algılayamaz. Değişene ayak uydurmak gerekir ki toplumlar ilerleyebilsin.

Bir derginin, günümüz koşullarında basılı bir şekilde hayatta kalması gittikçe daha da zorlaşmaktadır. Sistem 90'lı yıllardan beri bunu zorlaştırmak için elinden geleni ardına koymamaktadır. Öncelikle basılı yayınların dağıtımı için dağıtım şirketleri kurulmuş ve bu kuruluşlar bizim o zamanlar bahsettiğimiz gibi tekelleşmeye giderek, toplumsal faydadan çok rekabete girmişlerdir. Birçok basılı yayının dağıtımını ya yapmamışlar ya da çok yüklü ücretler öne sürmüşlerdir. PTT ile dağıtılan birçok basılı yayın ise PTT özelleştikten sonra dağıtılamaz hale gelmiş ya da yüksek dağıtım ücretleri ile karşılaşılmıştır. Ancak internet ortamının bir çığ gibi büyümesiyle birçok gazete, dergi sanal ortamda çok rahat bir şekilde yaşamaya devam etmekte ve üzerine yeni yayın kuruluşları da eklenmektedir.

Buradan edebiyat ve sanat dergilerine gelecek olursak, çağımızda kalıcılıktan çok tüketilmenin ön planda olduğu bir toplumsal yapı ile karşı karşıyayız. Ya ona karşı direnecek birliktelikler ve yapılar kuracağız ki örnekleri vardır, YAZKO gibi, ya da ortama ayak uyduracağız. Yakında tüm kitapların bile sanal ortamda sunulması planlanırken, bunun önünde olmaktansa yeni gelene nasıl uyum sağlayacağız diye düşünmeliyiz. Basılı bir dergi ile e-derginin, okura ulaşma hızı ve imkanını kıyaslamamız mümkün mü?

Sanatı ya da düşünceyi yaymanın yolu ne olursa olsun, o sanat veya düşüncenin değerini azaltmaz. Aksine daha çok insana ulaşarak belki de daha çok tartışılıp konuşulmasına ve hatta değer görmesine neden olabilir. Geçmiş ve gelecek hep çatışacaktır. Oğlum, bir düşüncesinin olduğunu söylemişti günlük gazeteler için. “Minicik bir çip satın alacaksın ve onu telefonuna takarak gazeteni günlük okuyacaksın. Böylelikle kâğıttan da tasarruf edeceksin” diyordu. Gelecek bize neler sunacak hayal etmek zor ancak; insanlık, sanat ve bilim buralara nasıl geldi unutmamalıyız.

Yaşar Özmen'in Saf Sanattan İnsana adlı kitabında belirttiği gibi "Sanatçı, eleştirmen, akademisyen, öğrenci, şair ve okur, hepsi birer insandır. İnsanın yargıları çoğunlukla mevcut bilgi ve alışkanlıklarının yansımasından beslenir, ancak bunu değiştirebilen insanlar geleceği şekillendirebilirler. Sanatı ve şiiri de..."  Elbette yaşamı da...



Şenol Zümrüt
Yaşam Öyküsü 

1967 yılı Yalova doğumludur. İlk ve orta öğrenimini Yalova ve İzmir’de tamamlamıştır. 1989 yılında Kara Harp Okulu’ndan teğmen rütbesiyle mezun olmuş, 2004 yılında İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi, 2007 yılında Ankara Atılım Üniversitesi’nde Yüksek Lisans, 2017 yılında ise Anadolu Üniversitesi’nde Fotoğrafçılık ve Kameramanlık dalında Ön Lisans eğitimini tamamlamıştır. 2019 yılında AFIAP (Artiste Fédération Internationale de l'Art Photographique) ünvanı kazanmıştır.

Ulusal ve uluslararası alanda 2 altın, 2 birincilik, 1 bronz, 3 özel onur ödülü ve mansiyonlar olmak üzere toplamda 113 ödülü bulunmaktadır. Uluslararası Moskova merkezli ‘’35 Awards‘’ Fotoğraf oluşumunun düzenlediği  “Gölgeler” temalı sokak fotoğrafçılığı dalında 115 ülke, 1079 şehirden 11935 fotoğrafçının yer aldığı yarışmada, 2020 yılının en iyi 100 fotoğrafçısı arasında yer almıştır. Ankara Fotoğraf Sanatı Kurumu (FSK) 2018-2019 yılında düzenlediği Ayın Fotoğraf Etkinliği (AFE) ve Portfolyo Değerlendirme Etkinliği (PODE) dallarında her iki branşta da yılın en iyi AFE ve PODE fotoğrafçısı seçilmiştir.

Sanatçı Ankara’da iki kişisel sergi açmıştır, ayrıca aralarında Yunanistan, Irak ve Bahreyn olmak üzere 7 uluslararası, 4 ulusal, toplamda 11 karma sergiye katılmıştır. Sanatçının birçok fotoğrafı, kitap kapağı ve çok sayıda yazı içeriğinde yayımlanmıştır. Bunlara ek olarak, Uluslararası dijital platformda yer alan ‘’Academia Edu‘’, uluslararası indeksli dergi Journal Of Awareness, ulusal periyodik türdeki ‘’Sanatım Dergisi’’ ve e-dergi zorbatv.com gibi değişik ulusal ve uluslararası dergilerde makaleleri bulunmaktadır.


YouTube kanalının yanı sıra
www.senolzumrut.com adıyla bir internet sayfası da olan sanatçının bu sitede çeşitli fotoğrafları ve fotoğraf sanatı konusunda görüş ve değerlendirmeleri yer almaktadır.

SOMUTTAN SOYUTA**

ABSTRACT

The aim in this paper could be indicated as an endeavor to dwell upon the least traits we need to possess rather than the technique of photography to take a photograph with a particular outlook to be able to see the artistry in a whole which the nature has granted us and to unveil the hidden image in it which is meaningful  and not totally different from the whole and the allurement from which the parts have been reduced. It is to display the concealed abstract in the concrete as per “photographic extraction of the abstract embedded in the concrete” statement of Haluk Naci Gülalp.

Key words: The Decisive moment, the right time, abstract, outlook, photographic vision

ÖZET

Bu makalede amacımız, fotoğraf makinelerinin kullanım kılavuzlarında açıklanan fotoğraf tekniğinden ziyade, fotoğraf çekmek için sahip olmamız gereken nitelikler ile doğanın bize bahşettiği güzellikleri görebilmeyi; güzelliklerin bütününden eksilttiğimiz parçaları anlamlandırmayı; eksiltildiği bütünden tamamen farklı olmayan ancak farklı bir bakış açısı ile o bütünde gizlenmiş görüntüyü yakalayabilmeyi; açıklamaktır. Haluk Naci Gülalp’in “Somutta içkin soyutu, fotoğrafla çıkarmak” özgün tanımlamasında olduğu gibi somuttan gizli soyutu çıkarabilmektir.

Anahtar kelimeler: Karar Anı, Doğru An, Soyut, Bakış Açısı, Fotoğrafik Görme

GİRİŞ

Görme, dünyayı algılama ve bilgi toplamadaki en önemli duyularımızdan biridir. Anatomik açıdan veri toplama aracı olan göz, günlük yaşamda milyonlarca fotoğraf çekerek beynimizde anlamlı bilgiler bütünü oluşturmamızı sağlar.

Fotoğrafçı ise bu milyonlarca görüntünün içinden bir tanesini yakalayarak tek karede en anlamlı olanı bir sanat eseri olarak topluma sunar. Fotoğrafçının gözüyle ölümsüzleştirilen bu görüntü, her bir ferdin farklı bir şekilde algılamasını sağlayabilir. Bu da insanlara ‘bakmak–görmek’ arasındaki ince çizgiyi daha keskin bir biçimde anlatır. Herkesin görebileceğinin ötesindeki sıra dışı bir algıyı açığa çıkarır.

FOTOĞRAFİK GÖRME

Aristo’ya göre başarılı bir sanat eseri, izleyeni konu hakkında düşünceye davet etmelidir. (Barrett,2017: 49) Rudolf ARNHEİM, düşüncenin temel ortamının görme olduğunu; akıl içinse, dişil bir yapıya sahip olduğunu, akla bir şey vermeden geri alınamayacağını, aklın bilgi ile zenginleştirilmeden çalışamayacağını dile getirir. Aristo, “Birinin bir şeye güzel demesi için o şeyin ne olduğunu bilmesi gerekir” derken, güzelliğin önce bilgiye, sonra güzel denen o şeyin görüntüsüne ve işlevine dayalı olduğunu iddia eder.  (Barret, 2017,50)

Görme, aslında tüm canlılar için ortak bir eylemdir. Görmenin gözlere gelen imgelerden mi yoksa görüş nesnelerine gönderilen ışınlardan mı kaynaklandığı hâlâ belirsizdir. Gelgelelim sıradan insanların bu tür kuşkulardan haberi dahi olmadığını dile getiren Romalı Filozof Boethius (M.Ö.500), görmenin seçici bir eylem olduğunu belirtir. (Arnheim,2015:35)

Görmeyi şekillendiren, yönlendiren görsel algı; burada devreye girerek bize bir bakış açısı sağlar. İnsan zihninin olayı nasıl yorumladığı, algılamada önemli bir yere sahiptir. Algı, kazanımlarımızdan oluşan bir akışın son evresidir. Yani geçmişin deneyimleri geleceği algılamak için önceden insanları koşullandırır. (Arnheim, 2015:35)

Bir fotoğraf makinesi ile çekilen kare aslında izleyiciye bağışlanan bir bakış açısıdır. (Bugin, 2002:157) Ayrıca fotoğraf makinesi mekanik bir alet olarak düşünüldüğünde, arkasındaki bakanın, bireysel yararlılığı önemli bir hale gelir. (Price, 2000:28) Yine Price’ın dile getirdiği gibi makine düşünmez, her şey fotoğrafçıya aittir. Burada da fotoğrafçının kişisel özellikleri devreye girerek geçmişteki kazanımları, birikimi, eğitimi, görsel zekâsı ve algıdaki farkındalıkları; belirleyici olmaktadır.

Herkesin gördüğü ama sıradan bularak göz ardı ettiği şeylerdeki güzelliği keşfetme, bize fotografik görmeyi kısaca tanımlamaktadır. Zaten fotoğrafçıdan beklenen de, herkesçe alkışlanan ve insan eli değmiş harika yerler dahil olmak üzere, salt dünyayı olduğu gibi görmekten daha fazlasını yapmaktır. Yoksa fotoğrafın ilk yıllarında fotoğrafçıdan beklenen idealleşmiş görüntülerde olduğu gibi gün batımı, manzara gibi güzel bir şeyin fotoğrafını çekmek olmamalıdır. Zaten amatörlerin de amacı budur ve doğa harikalarına aşırı heveslidirler. (Sontag, 2005:108) Price’ın dediği gibi “Amatörler bol bol enstantane çekerken, profesyoneller fotoğraf çeker.”

Bir fotoğraf çekilirken teknik faktörler açısından yetenek ve beceri eksikliği varsa, çekilen fotoğrafın, fotoğraf olarak değerlendirilmesi bir hayli güçtür. Ancak, fotoğraf tekniği olarak tüm yapılması gerekenler yapılıp çekilen fotoğraf yine de yalnızca ilgili nesnenin kopyalanmasından ibaret oluyorsa ona fotoğraf demek pek güçtür. Kısacası bir fotoğraf çalışması her şeyden önce neyin fotoğrafı ise onun basit bir kopyası asla olmamalıdır, aksi durumda sanatsallık nitelemesi bir hayli zor olacaktır. Fotoğraf makinesinin ardından bakan; bize neye, nasıl bakmamız ve ne görmemiz gerektiğini farklı bir bakış açısı ile göstermelidir. (Gülalp, www.academia.edu, 2018)

Fotoğraf gerçekliği keşfetmek için kullanılan bir araç değildir sadece; makineyle görülen doğa, insan gözüyle görülen doğadan farklıdır. (Freund, 2006:176)

Fotoğrafı çekmeden önce zihnimizde canlandırmamız ve çekilen şeyin daha önce görülmesi gerektiğini, Sontag ünlü eserinde ısrarla belirtir. Ansal ADAMS’ın dile getirdiği gibi “Bir fotoğraf, öylesine çekilen bir şey değildir, bir anlayışın ürünüdür.’’ Ortaya çıkartılacak çalışmanın zihni hazırlığının daha önceden yapılmış olması gerekir. Michelangelo’nun “İnsan beyniyle çizer, elleriyle değil’’ sözleri, durumu çok net bir biçimde açıklamaktadır. Minor White’ın “Sırf pratik olsun diye, gördüğüm her şeyin aklımdan fotoğrafını çekerim” (Sontag, 2005: 80) sözü, zihni hazırlığa güzel bir örnek olarak verilebilir.

DOĞRU AN

Özellikle herkesin sürekli baktığı şeyler ve yerlerin, yepyeni bir bakışla görülebileceği an’a “Doğru An” tanımlamasını veren Sontag (2005), doğru anı yakalayabilmek için çetin kış şartlarında saatlerce sabırla bekleyen Alfred Stieglitz’in hakkını vermeden edemez.

KARAR ANI

“Karar anı” fotoğrafçılık dünyasında manifesto gibi yer etmiş, Henri Cartier Bresson’un bu dünyaya hediye ettiği bir kavram olarak tarihe geçmiştir. Bresson’a göre ‘’Mutlak an saniyeden çok kısa bir süre içeresindeki, en doğru çerçeve ve kompozisyon ile ulaşabileceğimiz, bize fotoğraflanan olayın ya da insanın özünü anlatan zamandır.” (ealfokfotoclup.blogspot. 23.05.2018) Bu süreci Bresson, “Fotoğrafta, en küçük bir şey bile büyük bir özne haline dönüşebilir” diyerek özetlemiştir.

 

DOĞRU AN VE KARAR ANINI YAKALAMAK

Doğru an ve karar anını yakalayabilmek için antik çağdan günümüze değin geçen süreçte düşünür ve sanatçılar birçok değerlendirmede bulunmuş ve hemen hemen ortak bir paydada buluşmuşlardır. Bunun için; bilgi, birikim, tecrübe yanında teknik kazanımların olması yönünde ortak bir paydada buluştuklarını görüyoruz.Doğru an ve karar anını oluşturabilmenin asgari şartlarını özetlemek için Haluk Naci Gülalp’in makalesine başvurmamız gerekiyor.

“Gözün içine alabildiği en geniş çerçevedeki doğaya, aynı mekânda-aynı zaman diliminde yan yana durmuş bakan iki kişinin ellerindeki fotoğraf makinesiyle o görüntüden dondurup tutsak alacakları anın bizim gözümüze taşınmasında birinin ruhsuz-anlamsız, en iyi olasılıkla donuk bir ayna yansımasından öteye geçememesi, diğeri için ise ‘bir sanat yapıtı’ denebilmesi, birinin sanatçı olmasına, diğerinin olmamasına bağlıdır. Fotoğraf sanatçısı, makinesi yanındaysa bir avcı gibi her an tetiktedir. Diğer sanat dallarındaki sanatçılar gibi, önce görüp sonra gördüğü üstünde yeterli düşünme süresi, fotoğraf sanatçısında yoktur. Fotoğraf sanatçısı, tüm birikimlerini, o birikimlerinden çıkması olası tüm yorumlarını ve/veya bilgi-yorum bileşkesi oluşturma bilinç ve hazırlığını, her an en üst düzeyde uyanık tutmak zorundadır. Çünkü doğada gördüğü ile bildikleri/genel yorumları ya da o an oluşacak bileşkenin önce bilinç düzeyinde örtüştüğünü kavraması anı ile makinesini doğrultup düğmesine basması, gördüğü karşısında bilincinde uyanan sanat yapıtını gerçekleştirebilmesi için yalnızca saliseleri vardır, yoksa tan geçmiş güneş tüm çıplaklığıyla ortaya serilmiş, kuş uçmuş, süzülen yaprak yere konmuş, aşk duygusal ön-oynaştan fizyolojik eylem nesnelliğine dönüşmüş olabilir. Bu yüzden, birikim ne denli çok, estetik yorum yeteneği ne denli yüksek, beceri ne denli yetkin, bunların bileşkesi ne denli başarılı ve tezse; fotoğrafçı o denli sanatçıdır.” (Gülalp, www.academia.edu, 2018)

Mimetik (Kopyalayıcı) gerçeklik, değer görmek için tek başına yeterli olmadığı, sanat eğitimi olmayanların gerçekçi akıma hayran olduğu (Barrett, 2017:93) düşünülecek olursa farklı akımların değerlendirilmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır.

Fotoğraf makinesinin düşünmediğini, fotoğrafa vizörün arkasından bakanın anlam kattığını yukarıda söylemiştik. Mimetik anlayış, işin en kolay yönü olduğu; nesneleri kopyalamanın, ayna gibi yansıtma ile oluşturulan fotoğrafın; soğuk, ruhsuz olduğu açıktır. Cindi Sherman’ın bu konudaki düşüncesi konunun anlaşılması açısından çok önemlidir. Sherman “Tipik güzellik ideasını takip etmek bana sıkıcı geliyor, çünkü bu dünyayı görmenin en kolay ve garanti yolu” (Barrett,20017:30) diyerek, genel estetik anlayışa uygun, beğeni garantisinin yüksek olduğu fotoğraf çekmenin anlamsızlığını belirtiyor.

Sanat değeri olan fotoğraf oluşturabilmek için mutlaka vizörün arkasından bakanın yetkin olması gerektiğini belirtmiştik. Doğadaki muhteşem güzelliğin, sanat olarak değerlendirilemeyeceği, sanat olarak nitelendirilmesi için insan eliyle oluşturulmuş olması birçok kereler düşünürler tarafından dile getirilmiştir. Sanat üretebilmek için çeşitli araçlar kullanılabilir, fırça, keski, müzik enstrümanı, çekiç ve daha teknolojik aygıtlar… Kısaca bir sanat eseri oluşturabilmek çeşitli araçlar kullanmak zorunludur. Alet işler el öğünür, atasözünde ise işi yapanın alet olduğu, öğünenin ise insan olduğu belirtilir ve sanatı üretenin alet olduğu iddia edilir ve insanla araç arasında bir çelişki ortaya çıkar.

Üretilmiş tüm sanat eserleri kullanışlı bir aracın ürünüdür. Ancak bir kusuru vardır aracın; ona bir sanatçı gereklidir. (Gülalp, www.academia.edu, 2018 ) Ara Güler, “En iyi daktiloya sahip olan, en iyi romanı yazardı” der. Ya da Bertolt Brecht, “En güçlü araçları kullanabilmek için insana ihtiyaç duyulur” diyerek etkileyici bir şekilde aşağıdaki dizelerle dile getirir.

Tankınız ne güçlü generalim,

Siler süpürür bir ormanı,

Yüz insanı ezer geçer.

Ama bir kusurcuğu var;

İster bir sürücü.

Bombardıman uçağınız ne güçlü generalim,

Fırtınadan tez gider, filden zorlu.

Ama bir kusurcuğu var;

Usta ister yapacak.

İnsan dediğin nice işler görür, generalim,

Bilir uçurmasını, öldürmesini, insan dediğin.

Ama bir kusurcuğu var;

Bilir düşünmesini de.

 

Dünyamızı güzelleştiren, hayatı anlamamızı sağlayan sanat eserleri, insan ve araçların mükemmel iş birliği sonucunda ortaya çıkmaktadır.

 

Soyut kavramı; Latince (Lat. Abstractum; çekip çıkarılmış, sıyrılmış) kökenli bir sözcük olup nesnelerin niteliği gibi gerçekte kendi başına var olmayan, nesnelerin niteliği olarak var olan, ancak nesnelerden çekilip çıkarılarak tasarımlanabilen kavramlar olduğunu Türk Dil Kurumu açıklamaktadır.

Günlük dilde “somut kavram”, belli nesneleri, duyumlarımıza konu olabilen maddi varlıkları dile getiren kavramlar olarak tanımlanır. Sandalye, masa, bardak gibi, “Soyut kavram” ise, duyular aracılığıyla algılanamayan şeyleri dile getiren kavramlar anlamına gelir: Tanrı, adalet, özgürlük gibi.

Soyutlama kavramını ise TDK: “Bir nesnenin özelliklerinden veya özellikleri arasındaki ilişkilerden herhangi birini tek başına ele alan zihinsel işlem, gerçeklikte ayrılamaz olanı düşüncede ayırma, tecrit, abstraksiyon.” olarak açıklamaktadır. Kısaca bir nesnenin herhangi bir yanını diğerlerinden ayırarak, eksilterek tek başına ele almak olarak özetlenebilir.

Fotoğrafta soyut çalışmalar daha çok biçim, renk, doku, çizgi, gölge, yakın çekim gibi yollarla üretilebilir. Fotoğraf çekmenin birçok yöntemi ve çeşidi vardır: Sokak fotoğrafçılığı, belgesel fotoğrafçılık, toplumsal gerçekçi yaklaşım, doğa, makro, deneysel vb. gibi daha sayabileceğimiz pek çok tarz. Soyut fotoğrafçılığı da bu tarzların içeresinde en ilgi çekici olarak sayabiliriz. Soyut görüntülere aslında çok kolay erişebiliriz. Bu tarzın kolay yanı vardır: Diğer tarzlar gibi gezmek, yeni yerler keşfetmek, pahalı ekipmanlara sahip olmak gibi maddi ve zaman-mekân zorlukları hemen hemen yok gibidir.

Eğer fotoğrafçı farklı bakış açısına sahip, düşünce dünyasını zenginleştirmiş, bilgi ve birikim sahibi ise arzulanan soyut görüntülere yer ve zaman kısıtlaması olmaksızın her yerde ulaşabilir. Örneğin evde, çalışma ortamında, seyahatte, otobüste, trende v.b. gibi birçok yerde.

Fotoğraf, resim ve çizim gibi daha eski sanat biçimlerinden yukarıda da açıkladığımız gibi; çizgi, şekil, renk, doku, kitle, mekân ve hacim unsurlarını devralmıştır. Ayrıca, siyah beyaz ton skalası, kontrast, negatif karşıtlığı, odak uzaklığı, lens çeşitliliği, bakış açısı vb. fotoğraf için anılan diğer unsurlardır. (Barrett, 2017, 48)

Fotoğraf çekimlerinde, illaki soyut çalışma yapılacak diye bir kaygı güdülmemesi gerekir. Doğada ve çevremizde, renk, ışık, gölge, grafiksel görüntüler, çizgiler zaten oralarda yer almakta, durduğumuz yerde o görüntüler kendisini feryat figan göstermekte. Bize kalan ise o görüntüleri makine yardımıyla zaman diliminden ve bütünden eksilterek kaydetmektir.

Soyut fotoğraflama ne kadar kolay olsa da bazı zorlukları da içeriyor. Tabii ki bu zorluklar diğer fotoğraf tarzları için de geçerli. Diğer sanat dallarında, sanatçının zaman ve mekân rahatlığı, fotoğrafçıya göre daha özgürdür. Ressam ya da heykeltıraş zamansal bir gerilime kolay kolay girmez, ancak bu serbesti fotoğrafçı için pek geçerli değildir. Doğru anı yakalamak ve karar anını uygun yerde uyulamak için çok az zamanı vardır. Otobüs durağında beklerken, merdivenden inerken ya da çıkarken, koridordan geçerken, o anda bir görüntü oluşur ve onu belgelemek için bir ressam kadar zamanımız yoktur. O kısıtlı zamanda orada mevcut olan görüntüyü hissetmek ve belgelemek hiç de kolay değildir. Soyut fotoğrafta, fotoğrafçı algılarını daha açık tutarak dikkatini çevresine daha çok vermelidir. Bununla birlikte deneyim ve birikimini kullanarak bakış açısını daha da genişletmelidir. Soyut fotoğraflama yapan sanatçının işini kolaylaştıran en önemli ögeler; dikkat, algıda seçicilik ve bilgi birikimidir.

Soyut fotoğraf örnekleri:

Soyut çalışmaların kolaylığından bahsederken her yerde karşımıza çıkabilir demiştik, bir akşam üstü ATM’den para çekerken ATM’nin köşesinin bir ışık tayfı yaptığını ve siyahla bir karşıtlık oluşturduğunu görünce bunun çekilmesi gerektiğini düşündüm ve fotoğrafı hayalimde çektim. Ertesi gün makineyi de alıp hemen oraya koştum ve hayal ettiğim kareyi sabitledim.

 






Ankara’da bir AVM önündeki açık konser alanının koltukları, dikkatimi çekti ve o kareyi hayalime yerleştirdim. Uygun bir zamanda o bölgeye gidip hayalimdeki görseli, fotoğraf makinesi ile gerçeğe dönüştürdüm.                       





Fotoğrafın diğer sanat dallarından devraldığı ışık ve gölge unsuruna uygun, ters ışıkta ikiz görüntüoluşturan yangın merdiveni.











Diyarbakır Sur Mahallesinde ki tarihi Surp Grigos kilisesinin bahçesinde ters ışıkta, çan kulesi ve çatıların oluşturduğu bir kompozisyon.



Çalışma odamın bahçe korkuluk demirlerinin arkasındaki saç levha ile oluşturduğu ışık gölge oyunu
.

                         

 









Kuzey Kıbrıs T.C Girne’de bir arabanın üzerine aydınlatma lambalarının yansıması ve çizgilerin oluşturduğu kompozisyon.
   









 


Gelibolu’da ters çevrilmiş plastik sandalyelerin, bütününden eksiltilerek oluşturulmuş bir kompozisyon.















                                   


İstanbul Modern Müzesinde çatlamış camın arkasındaki renkle oluşturduğu görüntü.
      

  








Erzurum Çifte Minare çevresindeki bir marketin kepenklerine gece aydınlatmanın oluşturduğu gölgenin, kepengin dikdörtgen alanını simetrik olarak iki üçgene bölmesi ve kepengin yatay çizgileriyle uyumlu kompozisyonu,










 


Ankara Ulucanlar’da bir gecekondunun duvarına, soba borusundan akan kurum ile yağmur suyunun elbirliği ile oluşturup bizleri sıra dışı yoruma zorlayan görüntü.

 









İstanbul Modern Müzesi’nin merdivenlerinin zincirlerle oluşturulmuş tasarımının ışıkla oluşturduğu kompozisyon

















 


İstanbul Balat’ta yırtık afişlerin duvardaki renklerle uyumunu kadraja taşıyarak oluşturulan kompozisyon.
        










 


İş yerindeki çalışma odasmın penceresinden gelen ışığın jaluzilerle oluşturduğu ve duvara yansıttığı gölgeler.

















 


KKTC Karpaz bölgesinde yalnızlığı, yaşamda ki kaostan uzaklaştıran, korunaklı, sığınabileceğimiz bir mekanı düşündüren bir çalışma.          

 











Aksaray Ankara karayolunda kırsal bir bölgede seyahat ederken arabamı durdurmama ve tarlaya girmeme neden olan, insanda yalnızlık duygusunu etkin bir biçimde uyandıran, yalıtılmış, çevreden koparılmışlık duygusunu çağrıştıran, tek başına bir hayatı betimleyen kompozisyon. Fotoğraflamasaydım uzun yıllar aklımdan çıkmayacak olan bir görüntü.

                                                                                                                             

SONUÇ

Yolda yürürken, bir yerde beklerken, çalışma odasında, iş yaparken, araç ile seyahat halindeyken bir manzara için durup o anı belgeliyor, çevremizdeki  nesnelerden, gölgelerden vb. gibi şeylerden bir görüntü oluşturuyorsak, artık fotoğraf bizler için bir eğlence olmaktan çıkmış, yaşam tarzı olmuş demektir.

Daha öncede belirttiğimiz ve bir çok kuramcının da üstüne basa basa açıkladığı gibi fotoğraf çekmek için bir makineye ve iyi bir göze ihtiyacımız var. Ancak bu gözün sahip olması gereken bakış açısı, fotoğrafik görme, algıda seçicilik, farkındalık yaratma, olmayanı çekebilmesi için dişil bir yapıya sahip olan, almadan bir şey veremeyen zihnimizi kullanma, onu kullanırken de yapması gerekeni yapabilmesi için beslenmesi bilinen bir gerçektir. Ansel Adams “Fotoğrafı, yalnızca fotoğraf makinesi ile gerçekleştiremezsiniz. Fotoğraf etkinliğine, gördüğünüz tüm resimleri, okuduğunuz tüm kitapları, duyduğunuz her müziği, sevdiğiniz tüm insanları taşırsınız” diyerek  fotoğrafçının geçmiş birikim ve yeteneklerini çektiği kareye yansıtabildiği oranda sanat üretebileceğini ifade eder. (İleten Gülalp, 2015)

*Çanakkale Üniversitesi Rating Academy Uluslararası İndeksli Dergide Mayıs 2019’da yayımlanmıstır. 

**Journal of Awareness, 2018 Sayı 5’te yayımlanmıştır.

 

KAYNAKAÇA

ARNHEİM Rudolf, 2015, Görsel Düşünme, Metis Y., İst.

BARRETT Terry, 2015, Neden Bu Sanat, Hayal Perest Y., İst., 

BARRETT Terry, 2017, Fotoğrafı Eleştirmek, Hayal Perest Y., İst.

BUGİN, Victor, 2013, Fotoğrafı Düşünmek, Espas Y., İst.

FREUND, Gisele, 2006, Fotoğraf ve Toplum, Sel Y., İst.

Karar Anı, Henri Cartier Bresson, www.ealfokfotoclup.blogspot. (28. 05. 2018)

GÜLALP Haluk Naci, 2017, Somutta İçkin Soyutu Fotoğrafla Çıkarmak, www.academia.edu. (25.05.2018 )

GÜLALP Haluk Naci, 2014, Estetik Açıdan Fotoğraf, www.academia.edu (25.05.2018)

GÜLALP Haluk Naci, 2015, Fotoğraf Sanatı ve Sanat Fotoğrafı Üstüne Bir Tartışma, www.academia.edu , (‘9.05.2018)

SONTAG Susan, Fotoğraf Üzerine, Agora Kitap, İst.

PRİCE Mary, Fotoğraf, Çerçevedeki Gizem, Sanat ve Kavram Y. İst.    

 

Efe Güzelgöz
SAFRANBOLU'YA NEFES VERENLER


Şair-yazar Döndü Açıkgöz'ün son derleme kitabı "Safranbolu'ya Nefes Verenler”in tanıtım ve imza günü, Safranbolu Turizm Vakfı'nda gerçekleşti. Eski ve yeni dostlarla buluşup konuşma fırsatım oldu kısa da olsa... Benim çocukluk ve gençliğimin geçtiği bir kentte bulunmak duygu yumağı oluşturur; her görülen insanla, dağıyla, ormanıyla ve dokusuyla... Karabük'te Safranbolu'da Şiir Sofraları artık kurulmasa da anılarıyla Şair İbrahim Yıldız, İlhan Karaman, Necdet Yaşar, Fatma Kılıç, Tahsin Şentürk, Hür Kalyoncu, İsmail Arslan, Mustafa Yanık, Döndü Açıkgöz ve Hüseyin Özmen'i saygıyla anıyorum...

Döndü Açıkgöz'ün; Söylediğin Türkülere Ne Oldu, Susmanın İki Yakası, Haziran Büyüsü şiir kitapları yanı sıra Hoşça Kal Annemin Cenneti deneme kitabı var. Daha fazlası olurdu elbette ama hayatın gereksinimleri için çalışmak gerekiyor.

Bir kentin kültürel dokusunu o kentte yaşayan sanatçılar oluşturur. Tek başına yapamaz bunu, gücü yetmez. O, kentin yerel yöneticileri, sivil toplum kuruluşları, vakıflar ve ileri gelenler... Yöneticiler hem siyasi hem de sanatsal etkinliklere inanmadıkları için halkla kültür sanat insanlarının buluşmasını istemezler... Dinsel değerleri bahane ederek destek olmazlar ve engel de olurlar. İnanç, insanın sanatsal değerler üretmesine aykırı olur mu? Olmamalı, asla ve asla ama oluyor... Bizim ürettiğimiz sanatsal değerlerin içeriği insanla, doğayla, sevgiyle yoğrulmuş ürünlerdir. Artık bu inanç eşiğini geçememiş yöneticiler, bırakın sanatı-kitabı-görsel eserleri, şairi-yazarı-tiyatrocuyu-karikatüristi-ressamı-balerini-jimnastikçiyi-heykeltraşı, görmek bile istemiyorlar... Böyle olunca yerelde de olsa ulusalda da olsa kendi olanakları ölçüsünde gelişiyor kültür sanat; sevenlerce ve uğraş edinenlerce... Ancak fuarlar, yaz eğlenceleri, ses getiren konserler ve diğer tanıtımlar için para buluyorlar. Çıkaracağın bir kitap için yardım istesen vermezler. Döndü Açıkgöz’ün bin bir emekle bir araya getirdiği bu çalışması için tebrik ederim öncellikle...

Al yazmalı bir masala benzer gün vurduğunda
Öyle bir haziran öncesidir güneşin gerdekliği
Umut katarıyla geçer sarılıp rüzgarlarına
Safranbolu sokaklarında anıların gözleri
Üşümüş sevdam gibidir dörtnala gidip gelen hüzün...

Safranbolu'ya Nefes Verenler kitabında Açıkgöz, bu işin kıyısından köşesinden sıkı tutmuş. Bizler destek vermeli, eksiklerini yapıcı olarak söylemeliyiz...Satın almalıyız, okutmalıyız. Yeni adımlar için bu da gereklidir. Her eser yüzde yüz doğru ve tam olmaz, mümkün değildir. Bu eserin bence ciltler halinde yayınlanması daha uygun olurdu. Örneği, birinci cildinde; şairler, öykücüler, romancılar, gazeteciler yer alabilirdi... İkinci cildinde; ressamlar, karikatüristler, fotoğrafçılar, operetler, yönetmenler yer alabilirdi... Üçüncü cildinde ise yerel el sanatları, yerel müzik toplulukları, yerel eserler ve diğer sanatlarla uğraşanlar...

Kitapta yer almayan ancak Karabük'ten ayrılmış olan değerlerimiz var. Aramızda olmayanları saygıyla anıyorum, olanlar da kitapta yer almalıydı. En azından birer sayfa ayrılarak yer verilebilirdi. Bu bir zincirin halkası gibi, birine ulaşılırsa, diğerleri de başkalarına ulaşır. İstenen belgeler, bilgiler gönderilmez ise yer verilmemeli. Bunda küsecek bir durum yok. İşin ciddiyetinde olmayanlar buna katlanmalı. Kılı kırk yarmaya da gerek yok kanımca. Bu çalışmanın kolay olmadığını herkes bilmeli. Derleme-toplama-tarafsız olma ve yazma, özveri ister. Yer alan isimler soyadı sıralaması ya da ad sıralaması biçiminde olsaydı daha güzel olurdu. Keşke kitapta yer alanların çoğu etkinliğe katılsaydı, ne güzel bir birliktelik olurdu...

Duyulmasa da kaç tarih öncesinin nal sesleri
Her asma kapıda dürülmüş ayrılıklardan bir anahtar döner
Gülüşü çıplak dokur yıldızlar göğünde gurbeti olan
Çardaklarına serpilmiş yalnızlığın sağanağı kendiliğinden diner
Özlemler düşer yollarına zamanla yarışır gibi

 Kitap tam bir kompozisyon olmuş, her daldan meyveler her ağaçtan yapraklar her buluttan birer damla yağmur her rüzgârdan bir parça yel var...

Zaman, emek ve maliyet gerektiren zor bir uğraş, işin içindeyiz ve biliyoruz. Arkadaşım Döndü'yü bu konuda tebrik ediyorum.

Birlikte aynı havayı soluyan, kültür ve sanata gönül vermiş insanların, yürekten çıkarsızca bir araya gelmesi en doğru davranış olur. Birlikte iyisiyle kötüsüyle bu kentte neler yapabiliriz, neler başarabiliriz sorusunu herkes kendine sormalı... Desteği olmayan bir yolda ancak bir araya gelinerek bir şeyler yapılır. Geçmişte omuz omuza çalışma içinde olanlar şimdi neden uzaklar bilmiyorum... Hastalık, ölüm dışında isteyen gelebilir, gelmeli de...

Kurnalı çeşmelerde kırklanır bütün umutl

Yaralı ceylanlar inleyen mor serinliklerinde
Bir beyaz güvercin geçer ömrün her sayfasından
Kınasız bir gelin ağıtlar yakar sazların telinden
Alnında yolculukların izi öfkeli bir yiğidim vardır.
 
Bağlara çıkın yolların ince kıvrımında konuşur tarih
Ut seslerine karışan şarkılar duyulur dudakların bozkırından
Tanıdık güzelliklerdir her yol üstü uğrağı...
Aralık 2021-Konya

 









Şiir Sarnıcı Okur/Yazarlarına

Kitap tanıtımlarıyla ilgili dergimize çok sayıda istek gelmektedir. Bu sayımızdan sonra, şiir ve öykü kitabı tanıtımlarına yer vereceğiz. Tanıtımı, yazarın-şairin kendisi yapabileceği gibi bir başka yazar-şair de yapabilir. Dergimizde, sanat değeri taşıdığı kanısına vardığımız kitabın tanıtımına yer vermek istiyoruz. Bu yüzden kitap tanıtımları, bütünlüklü olmalı, metin değeri taşımalı ve görselle desteklenmelidir. Tanıtım amacıyla gönderilen bazı şiir kitapları oldukça iyi olmasına karşın kitabın tanıtım metni, dergide yer alacak bütünlükte ve içerikte olmadığı için yer veremiyoruz. Tanıtım metinlerinde en az bulunması gereken başlıkları aşağıya çıkardım. Her yazar-şairin, yaşamı tutuş ve onu açıklama biçimi vardır. Bu nedenle, başlıklar bir format gibi düşünülmemeli; yazar-şair, tanıtımı daha vurgulayıcı kılmak için gerek duyduğu başka başlıklar da ekleyebilir. Örnek olması bakımından bir şiir kitabımın tanıtım metnini, dergide yer alacak şekilde sizler için hazırladım. Kitabınızın dergide yer almasını istiyorsanız ya da herkes okumalı diye düşündüğünüz kitap varsa, Şiir Sarnıcı (e-dergi) 13. Sayı için tanıtım yazılarınızı hazırlayıp gönderebilirsiniz.

 

Tanıtım metni ve görseller iki sayfa olacak şekilde:
Kitabın ön arka kapak görseli 
Tanıtılacak Kitabın Kısa Künyesi
Kitapla ilgili okurun bilmesini istediğiniz konular
Kitaptaki şiir-öykülerle ilgili tanımlayacağınız nitelikler
    Kitaptan alıntı dizelerle, öykü özetiyle 
    Ya da kitaptan bir şiirle/öyküyle açıklama
Şiir/öykü sanatıyla ilgili düşünceler
Yazarın kısa özgeçmişi fotoğrafı ve yayımlanmış kitapları.

 

 

Yaşar Özmen
ŞİİR KİTABI TANITIMI
UMUT BEKLER BİZİ (Görsel-Sayısal Şiir Kitabı)

 

Görsel-Sayısal şiir kitabım Umut Bekler Bizi, Elektronik Yayın Derleme Sistemi tarafından onaylamış, 15 Mayıs 2020 tarihinde birinci sayısal sürümü, 16 Mart 2021 tarihinde de ikinci sayısal sürümü yayımlanmıştır. Kitap, fotoğraf ya da resimle birleştirilmiş elli dört şiirden oluşur. Yayım tarihinden itibaren, blok ve sosyal medya kanallarında erişime açılmış, PDF dosya olarak sayısal ortamda yayımlanmıştır.

Neden “Görsel-Sayısal Şiir?” Görsel ismi, resim sanatı ve fotoğrafın, şiir sanatıyla bütünleştirilmesinden doğar, sayısal ise bilgisunar ortamında yayımlanmasından kaynaklanır. Bir anlamda görsel imgenin, anlamsal imgeyi desteklemesi veya tersi durumdur. Bunların görevdeşliğinden okurda daha zengin bir imgelem dünyası yaratma çabasıdır.

Görsel-Sayısal Şiir; görsel sanatla dil sanatını birleştirerek daha zengin, daha güçlü ve daha somut imge elde edebilen; okuru daha zengin ve kapsamlı imgeleme taşıyan; daha yüksek estetik değer elde ederek okur zihninde kalıcı ve sarsıcı bir tat bırakmaya yönelen şiirdir.

Görsel-sayısal şiir, Türk şiirinde bilinen görsel veya somut şiir anlayışından ayrılır. Bildiğimiz görsel ve somut şiir, şiirin kendi kullandığı malzemeyle imge açılımı yapmaya, biçim üzerinde oynamaya çalışan bir tekniktir. Harfler ve dizelerin veya birimlerin biçimsel kullanımıyla oluşturulan bir yöntemdir. Türk şiirindeki örnekleri, bu şekilde anlaşılıp uygulandığını göstermektedir. Görsel-sayısal şiir ise iki sanat alanını birleştiren ve bunların imge gücünü topluca kullanan, birlikten bütünlük doğurarak daha yüksek estetik değer yaratan bir yöntemdir. Resim sanatı, şiir sanatı veya fotoğraf-şiir sanatının ayrı ayrı ortaya koyduğu imge gücünü, imgelem yeteneğini birleştirir ve estetik değeri yükseltir. Bileşke güçten yeni, sinerjik (görevdeş) bir estetik değer yaratma mantığı üzerine kurulu bir yaklaşımdır. Burada önemli olan şudur: Resim, şiir ve fotoğraf; hem anlamda hem imgede hem görüntüde bütünleşmeli, aynı çağrışım yelpazesinde olmalı, aynı hedefe yönelmeli ki estetik değeri, sarsıcılığı ve vurgusu daha güçlü olabilsin.


Yandaki fotoğraflar ve şiir, görsel-sayısal şiiri açıklayan iyi bir örnektir. Fotoğraf karesi birkaç fotoğrafın birleşimidir. Gar, Güvenpark, Bakanlıklar’daki bomba yüklü araç ve canlı bomba saldırılarını konu alan fotoğraflardır. Fotoğrafların imgesel değeri aşağı yukarı birbirine yakın tema üzerinde konumludur. Şiirse bu fotoğrafların imge değerini ve imgelem gücünü daha ayrıntıya götürmekte ve daha farklı çağrışım ortaya koymaktadır.

Kitaptaki şiirlerim, zaman içerisinde yazılmıştır. Görsel-Sayısal şiir düşüncesi sonradan oluştuğundan şiirlere göre tablo ya da fotoğraf seçmek zorunda kaldım. Aslında fotoğraf, tablo ve şiirler, aynı düş ve duygularla yapılmalı/yazılmalı ki güçlü imge görevdeşliğini ve benzer imge yelpazesini sağlayabilelim. Bu kitap ilk görsel-sayısal şiir denemesidir. Umarım yazınımızda, bu tekniği deneyen ve daha başarılı yapıtlar üreten şairlerimiz olur. 

Sanatta sınır ve kural tanımıyorum; temel ve teknik gereklilikler dışında. Sınırsızlık, sonsuzluk ve yaratıcılık; sanatın temel ilkesi ve çıkış noktası görülmelidir. Örneğin görsel-sayısal şiir, şiir türlerinden bildiğimiz somut şiir ve görsel şiirle de birleştirilebilir. Fotoğraf-resim-somut şiir-şiir, şeklinde de ele alınabilir. Yenilik ve farklılığın sınırı yoktur. Sanatta estetik değer yaratacağı inanılan her şey yapılabilir. Bu durumda yapılacak bir tek şey vardır: Öğretilmiş olanları, dayatılmış olanları, sınır ve kural getirilmiş olanları buruşturup atmak. Bilgi, bilgiyi üretir; akıl, bilgiyi teknolojiye ve sanata dönüştürür. Bu yüzden düşüncenizi ve düş gücünüzü özgür bırakmak, sanatta yaratıcılığın olmazsa olmazıdır.


Kitabımda yer alan Uçurtma isimli bir görsel sayısal şiiri daha beğeninize sunmak isterim. Yorum size aittir.

Bir coğrafyanın felsefesini, şiirine ve öyküsüne katıp geleceğe aktaran yazar ve şairlere selâm olsun… 




















Yaşam Öyküsü


Yaşar Özmen, 1964 yılında Eskişehir’in Mihalıççık ilçesi Kızılbörüklü köyünde doğdu. 1985’te Kuleli Askerî Lisesi’ni, 1989’da Kara Harp Okulu’nu bitirdi. 2007 yılında Selçuk Üniversitesi’nde Yönetim Organizasyon konusunda yüksek lisans yaptı.

Yayımlanan Kitapları:
Bir Damla Suda Halkalar, (Şiir kitabı)
Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, (Kuramsal kitap)
Umut Bekler Bizi, (Görsel-Sayısal Şiir Kitabı)
Dilhan (Nehir Şiir Kitabı)
İmgelem-İmge-İmgelem, (Denemeler-1) (e-kitap)
Şiir/Sanat Çözümlemesi (Denemeler-2) (e-kitap)
Sanatsal Denemeler (Denemeler-3) (e-kitap)
ŞİİR SARNICI (e- dergi) yayımcısı.

 

Not: Aşağıdaki bağlantılardan kitaba ulaşabilir, okuyabilir ya da indirilebilirsiniz.

https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/2020/05/umut-bekler-bizi-gorsel-sayisal-siir.html

https://www.facebook.com/groups/1599953170100351/permalink/4368359756592998