31 Aralık 2019 Salı

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ocak 2020, Sayı:3


ŞİİR SARNICI (e-dergi), SAYI:3  siirsarnici-e-dergi.blogspot.com
"Sanatkâr, toplumda uzun çaba ve çalışmalardan sonra alnında ışığı ilk duyan insandır." M.K.Atatürk

İÇİNDEKİLER
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Kimliği
Şiir Sarnıcı’ndan 
Dosya Konusu: Şiddet ve Yazın
Yaşar Özmen  
Şiddet ve Yazın
HaticeAltunay
Oldurulmuş Ad Erkek Öldürülmüş Adsız Kadın
Cevat Çeştepe
Şiddet Adında İçgüdü Terörü
Ayşe Yetişen  
Cinsellik ve Kadın Cinayetleri
Yaşar Özmen 
Dilsel Şiddet
Asuman Karaduman  
Mor Şemsiye (Öykü)
Emine Çakır           
Analarla Yunuslar Karanfiller (Öykü)
Handan Tan  
Ayar Arif (Öykü)
Selma Güzeltepe Sağlamtaş
Kırmızı gül öyküsü
Fahriye İpekçioğlu
Muzaffer Kale ile Söyleşi
Canan Gürtunca Sanlı
Şairin Günlüğü (Öykü)
Mustafa Turay 
Defolu Bir Yaşam
Şiirler                                  
Can Yücel  
Akdeniz Yaraşıyor Sana
Bertolt Brecht  
Bizden Sonra Doğanlara
Ece Ayhan  
Meçhul Öğrenci Anıtı
Sennur Sezer  
Akşam Türküsü
Arthur Rimbaud  
Ofelya
Ali Çapan 
Susturun Şarkılarda Ağlayan Kemanları
Ayşe Yetişen
Hiçbir Şeyim
Feyyaz Kadri
Gül Sürem
Filiz Kalkışım Çolak  
Senin Aydınlığında
Gülşen Ersan 
Parodi Yaşamak
Hasan Çapik  
Şiir Barikattır, Kumandan!
Hızır İrfan Önder 
Bir Eylül Hüznü Yaşıyorum Bir Leyla
Kerim Birlik  
Yüreğini Güneşe Çıkar
Nermin Akkan
Vardı Hiçti
Nesrin Aydın  
Yalancı
Nurullah Altun
Tohum
Oğuz Batın  
İnsan
M. Faruk Habiboğlu 
Yok
Metin İmer 
Teferruat
Özge Sönmez  
Kimsesiz Bir Eflatun
Savaş Karaduman  
Yalnızlık
Tan Doğan  
Kuru Kuyu,     Üç Dert
Yalçın Ulukaya
Değerli mi Hoş
Yaşar Özmen  
Öğrenecek Çok Şey Var
Ümran Erol  
Ağustos Böceği (Çocuk Şiiri)



ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) KİMLİĞİ
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ)
ÜÇ AYLIK SANAT VE YAZIN DERGİSİ


KURUCU VE YÖNETİCİ:
YAŞAR ÖZMEN

İletişim Adresi:
Bilgisunar Adresi:
Ayrıca Dergi PDF olarak saklanır ve 
isteyenlere e-postayla gönderilir.


Yayımlananlar:
01 Kasım 2019, Sayı:1
01 Aralık 2019, Sayı:2

PLANLANAN SAYILAR:
01Nisan 2020, Sayı: 4 Dosya Konusu: Şair ve Şiir Sorunlarına İlişkin Şiir Sarnıcı’na Hitaben Mektuplar (Genç Şairlerden)
01 Temmuz 2020, Sayı:5, Dosya Konusu; Şiir/Sanat Çözümlemesi ve Eleştiri Sorunları.
1 Ekim 2020, Sayı:6 Dosya Konusu; Önerilere Göre Belirlenecek
01 Ocak 2021 Sayı:7 Dosya Konusu; Önerilere Göre Belirlenecek


ŞİİR SARNICI (E-DERGİ)’NİN TEMSİLCİLERİNİ TANIYALIM

ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) İSTANBUL TEMSİLCİSİ

MEHMET FARUK HABİBOĞLU

1963 Şanlıurfa doğumlu. Uludağ Ünv. Mezunu.
 Türkiye Yazarlar Birliği (TYB), Anadolu Yazarlar Birliği (ANAYB) ve Dergizan Uluslararası Sanatçılar Derneği (DUSADER) üyesi.
 Mali müşavir olarak çalışıyor. Yayınlanmış şiir kitapları:
Bencileyin
Zuhur
Hoşça Kal Aşk
Çeşitli haber sitelerinde köşe yazıları yazmaktadır. Evli ve 4 çocuk babasıdır.



SARNICI (E-DERGI) ANKARA TEMSİLCİSİ


NERMİN AKKAN
1955 Tokat/Almus/Kadıköprü Köyünde doğdu.

Lise öğrenimini Tokat ve Amasya Öğretmen Okullarında sürdüren yazar, AÖF Eğitim Ön Lisans programını tamamladı. Dört çocuk annesidir. Çocuklarından Ceren adını taşıyanı Down sendromlu olarak doğunca yurt içi ve yurt dışında çeşitli eğitim programlarına katılarak özel eğitim formasyonu aldı.
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak yirmi yıl öğretmen, yazman ve araştırmacı olarak görev yaptıktan sonra emekli oldu. Çeşitli özel eğitim merkezlerinde öğretmen, yönetici ve refleksolog olarak görev yaptı.
Kitapları:
Hece Mavisi (şiir)
Ayrıksı Çiçekler (şiir)
Ceren’siz Olmaz (özyaşam öyküsü)

Halen Ankara’da yaşıyor.


ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) MOĞOLİSTAN TEMSİLCİSİ

TULPAR JANİBYEK



1993 doğumlu, SİNEMA, TELEVİZYON VE GAZETECİ
  Fırat Üniversitesi, Yayın ve Sinematografi Fakültesi
-Almanya Hochulder Medien Üniversitesi
-Anadolu Üniversitesi, Turizm ve İşletme Fakültesi ve
-İstanbul Medeniyet Üniversitesi, 
   Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans Mezunu
   Bildiği Diller: İngilizce, Almanca, Türkçe, Moğolca, Rusça




ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) IRAK TEMSİLCİSİ
TÜRKEŞ MEHMET TUZLU
1968 yılı Kerkük-Tuzhurmatu’da doğmuştur.
Türkmen TV'sinde program sunucusudur.
Aksu Gazetesi baş yazarı, Türkmen edebiyatçılar birliğinin Tuzhurmatu kolu başkanı,
Irak Edebiyatçılar ve Yazarlar Birliği üyesi
Dünya Genç Türk Yazarlar Birliği üyesi, Irak Medyacılar Sendikası üyesi. Halen Irak iletişim dairesinde çalışmaktadır. Evli ve üç çocuk babasıdır.



YAYIN İLKELERİMİZ:
Ayrıştırılmış, öğretilmiş ve sınıflandırılmış kalıpları yırtarak; sınırsız, çağdaş ve nitelikli şiir/sanat evrenine eşlik etmek amacıyla;
Yazarın/şairin; kimliği, aidiyeti, deneyimi, anlayışı ve görüşü ne olursa olsun; terör, şiddet ve propaganda ile dinsel tebliğ içermeyen şiiri, yazısı ve yorumu e-dergide yer alabilir.          
Sanat bilimi ölçütlerine göre sanatsal ve estetik değer taşıyan her eser; tutarlılık, bağdaşıklık ve bütünlük sağlayan her yazı dergide yer alabilir.
Yazı ve şiirler; dergi, gazete veya bilgi sunar ortamında daha önce yayınlanmış olabilir; iyi, temiz ve geliştirici bilgi/yorum veya estetik değere sahipse e-dergide yeniden yayınlanabilir. Ancak;
-Dilsel şiddet, ideolojik ve dinsel dayatma-tebliğ içeren; misyonerlik, terör ve şiddet yönelimli; kişiyi hedef alarak yazınsal eleştiri mantığını aşan yazı-şiir-yorumlar,           
-Değinmece, değişmece, sapma, bağdaştırma… gibi şiir tekniğini içermeyen-şiir niteliği taşımayan betikler; bunlar yanında, imge içermeyen ve okurda imgelem yaratma yeteneği olmayan sığ şiirler,
            -Estetik değer, dolayısıyla sanat değeri taşıdığına kanaat getiremediğimiz betikler. Şiir ve yazın dilinin gerektirdiği ayrıntıları karşılamayan betikler,
-Özgün ve gönderen yazara ait olmayan şiir, inceleme ve yazılar,  
-Sanatsal görünüşü dışında bilimsel gerçeklikle uyuşmayan düşünce yazıları
YAYINLANMAZ.
İyi eser ve yazılar diğerlerine göre yayın önceliğine sahiptir.
Metinler konuya göre, şiirler “ad abece” sırasına göre yer alır.
Anlatım ve noktalama yanlışlıkları editör tarafından düzeltilebilir.

Dergi İl Temsilcilikleri;

Maksadımız, derginin daha fazla okura ulaşması ve yetkin, güvenilir sanatsal bir yazın ortamının oluşturulmasıdır. Bu maksatla il temsilciliklerimiz aşağıdaki konuları göz önünde bulundurarak çalışmalarını yürütürler.
İl bazında sanatçılara (yazar ve şairler) ulaşarak derginin tanıtımı,
İlde bulunan yazar ve şairlere özel iletişim kanallarından derginin gönderilmesi,
İldeki yazar ve şairlerin eserlerinin dergide yer alması için teşvik ve iş birliği yaparak yönlendirilmesi,
Değer olduğu ancak eserlerini kamuoyuna ulaştıramayan genç yazar ve şairlerin tanıtımı için dergide yer almasının koordinesi,
Daha fazla okura ulaşması ve nitelikli bir dergi olması için çalışma ve teklifte bulunmaları beklentimizdir. Saygılarımla… 

Dergi Yurt Dışı Temsilcilikleri;
“Sanat; barış ve kardeşliğe giden yolda en etkin rehberdir.” düşüncesinden hareketle, ülke sanatçılarının eserlerini uluslararası dolaşıma sokmak, birbirleriyle tanıştırmak ve insanlık bazında ilişkileri geliştirmek maksadıyla, ülke dergi temsilciliklerinden;
-Derginin internet ortamında tanıtımını ve dağıtımını
-Ülkesine ait yayınlanacak eserler hakkında yetkinlik ve uygunluk kontrolünü
-Dergi ve sanatçılar arasında iletişim, iş birliği ve koordineyi sağlamasını
-Diller arası çevirilerde danışmanlık yapmasını
-Daha fazla okura ulaşma çalışmalarına katılmasını
-Ülkesinin yazar ve şairlerini dünya yazar ve şairleri ile tanıştırmak için çalışmasını
-Ülkesinin yazar ve şairlerinin eserlerinin yayınlanması için teşvik ve kolaylık sağlamasını bekliyoruz.
-Bu konularda katkı sağlamak isteyen sanatseverlerin başvurusunu bekliyoruz. Saygılarla…
Yaşar ÖZMEN, Şiir Sarnıcı Yöneticisi




ŞİİR SARNICI’NDAN

Mutlu, sağlıklı ve sanat dolu bir 2020 yılı geçirmeniz dileğiyle… İki bin yirminin ilk günlerinde Şiir Sarnıcı’ (e-dergi) nın üçüncü sayısını okuyorsunuz. Dergi çıkış bildirisinde de söylediğimiz gibi hedefimiz, yazın ve sanat alanında uluslararası nitelikli bir dil sanatları dergisi olmaktır. Dergimiz yüz dört dilde okunabilmektedir; bunu biz yapmadık, var olan teknolojiyi kullanıyoruz. Henüz nitelikli bir yazın dergisi ölçütlerine ulaşamadık; bu zaman ve ilgi gerektiren bir durumdur. Ne olursa olsun bu hedefi gerçekleştirmek için kararlılığımızı sürdüreceğiz. Ne var ki bu sayfalar, duyarlı ve gündelik algı biçimlerini aşmış sanat severlerin çabasına gereksinim duymaktadır. Derginin dağıtım, pazarlama ve parasal bir kaygısı yoktur; emek dışında maliyeti de… Bir kişiyle de yönetilebilir; istiyoruz ki duyarlı sanatçılar çabamızın bir ucundan tutsunlar. İmece yöntemiyle, parmakla gösterilecek, tarafsız, özgür bir yazın düzlemi oluşturalım. Yazın dünyasında aranan, nitelikli yazılarla sayfalarını dolduran, “yazım/şiirim Şiir Sarnıcı’nda yayımlandı diye gençler için gurur kaynağı olan, sanata heveslendiren bir dergi durumuna getirelim. Benimdi-senindi, oydu-buydu, küçüktü-büyüktü, ünlüydü-ünsüzdü yoktur algı dünyamızda. Kötü şair-ortalama şair-iyi şair, taşralı, kentsoylu gibi yer, makam, mevki yakıştırmaları da olmamalıdır. Yetkin, sanatsal ve estetik değer taşıyan yazı, öykü, şiir, deneme yazan yazarlar doldurmalıdır sayfalarımızı.  
Sanat görüşümüz; ortalarda dolaşan, ayrıştırılmış, onun bunun öğretisinin tutuklusu olmuş ve sanat biliminden soyutlanmış bir anlayış değildir. Çağdaş sanat veya evrimsel sanat kavramlarıyla tanımladığımız; akla, bilgiye, bilime, sınırsızlığa, sonsuzluğa ve yaratıcılığa dayalı bir sanat anlayışıdır; ögesi insan olan, sevgiyi temel alan, insanda yaşam sevinci yaratarak aklın evrimini hızlandıran nitelikli sanattır. 
Bu yüzden, çağın gerisinde sürünmeyen, dilsel şiddet, propaganda dili ve irşat dili taşımayan ancak sanatsal değer taşıyan elit yapıtlar olmalıdır sayfalarımızda yer alanlar. Bunu sağlamanın ilk koşulu, bilimden ve bilgiden alması gerekeni alanların yazacağı yazı ve yapıtlar gönderilmesidir. Çağa ışık, insana aydınlık ve yaşam sevincine kıvılcım çakan yapıtlarla beslemeliyiz sanatseverleri.
Genellikle çok konuşan, kendimiz dışındakileri umarsızca suçlayan, beğeni eşiğimiz düşük, başkalarının bilmesinden rahatsız olan ve sanatı birilerinin/öğretilerin kontrolündeymiş gibi varsayan bir algıya sahibiz toplum olarak. Bu saptama için istatistiki veriler yeterlidir; basılı dergilerdeki eleştirel denemelere ve yazılara baktığımızda kolaylıkla anlayabiliriz. Eleştirel bir tümcedir; ne var ki bir saptamadır. Gerçekle yüz yüze gelmek zorunda olduğumuzu da anımsatmakta yarar olduğunu düşünüyoruz. Algılarımız; hiçbir amacın, düşüncenin ya da sözde görüşlerin etkisinde değildir. İnsana ve sanata dönüktür; yapacağımız her şey insanda yaşam sevincini yüceltmek içindir.
Hedefimiz, gençlerimizi nitelikli sanatsal bilgiyle donatmak ve onları sanat dünyasında görünür kılmaktır. Bu konuda başarılı olabilmenin koşulu, yetkin ve sanat bilgisi güçlü akademisyen, yazar ve şairlerimizin deneyimlerini bizimle paylaşmalarıdır. Taşın altına elimizi koyup hep birlikte bir şeyler yapma çabası içinde olmalıyız. Şuna inanırız; “Altının değeri bulunduğu rafla belirlenmez; üzerinde taşıdığı saflık derecesiyle belirlenir.” Dergimizin henüz yayınlanmış olması ve bilgisunar ortamında yayınlanıyor olması, toplumda beğeni kazanmış sanatçılarımızın bizden uzak durmaları için bir gerekçe olmamalı... Sanat dünyasının en önemli noksanlıklarından birisi, birçok güzel sanatlar fakültesi olmasına karşın sanat eğitiminde yetersizlik ve deneyim aktarımında kopukluk olmasıdır. Sanatçılar, şairler, yazarlar duyarlı insanlardır; gelecek kuşakların ve yaşadığımız dünyanın sorunlarından daha fazla yara alırlar. Gerçekliğin gerisinde bir ortamda yaşadığımızı ve bunun nedenin biçimlendirilmiş bilinçlerden kaynaklandığını çıplak gözle bile görebilirler. Gerçekliğin gerisinde tutsak edilen bilinçlerin bir şekilde oradan kurtulmalarını sağlamaya yönelik çaba, en onurlu tutum olmalıdır. Çünkü; insanı, tam insan yapmanın en kolay yolu sanattır; sanatın işlevini uygun yönetmek; onları, çocukluk yıllarından başlayarak düşük yoğunluklu sanat ortamından yüksek yoğunluklu sanat ortamına taşımaktır.  Savaşım için nerede ve kimin yanında bulunduğumuzun bir öneminin olmadığını, her düşüncenin saygın ama geçerli olması gerekmediğini biliyoruz. Bu yüzden her kim olursa olsun herkesi, yapıtlarıyla sayfalarımızda görmek istiyoruz.
Çabamız içinde olmak isterseniz, dünyanın neresinde olursanız olun bir tuş sesi kadar yakınınızdayız. Mahalle ya da yerel dergicilik, hız çağına yakışmaz artık. Ulaşım ve iletişimin hızı anlıktır. Sayısal teknoloji uygulamaları sayesinde dünya insanlığı arasında dil sorunu da kısmen ortadan kalkmıştır. Her ne kadar sayısal uygulamaları yok sayarsanız sayın, geleceğin teknolojisidir ve er geç bu yönteme geçilecektir; bir an önce katılmalısınız bu katara… 

Dünyadaki tüm yazar ve şairler ile bizi kuşkuyla izlemekte olan sanatsal yetkinliğe sahip ülkemin güzel şair/yazarlarına sesleniyorum: Çevreye, insana, insanca yaşama ve sanatın itici gücüne karşı duyarlılığınız varsa ve insanlığın içini acıtan olaylara karşı bir şeyler yapmak istiyorsanız, işte bütün dünya yazar/şairlerinin buluşabileceği; uçsuz bucaksız, özgür ve sensiz-bensiz bir ortam. Hiçbir kaygı ve çıkar çatışmasına aldırmadan sizlerle büyümek için oluşturulmuş özgür ve özgün bir yazın evreni. Hep birlikte ele alıp elden ele büyütelim.  Saygılarımla…    


DOSYA KONUSU: ŞİDDET VE YAZIN
YAŞAR ÖZMEN

ŞİDDET VE YAZIN

Altının ayarı, durduğu rafın ya da yanında bulunduğu diğer nesnenin/kişinin niteliğine göre belirlenmez; kendi saflık derecesiyle belirlenir. 
Şiir Sarnıcı (e-dergi)
“Edebiyatın, şiddeti önleyici etkisini nasıl artırabiliriz” diye sorduğumuzda, buna doyurucu yanıt verebilecek çalışma var mıdır? Çocuk edebiyatında şiddet konusu üzerinde özellikle durulduğunu biliyoruz ancak yetişkinler için aynı çalışmaların yapıldığını söyleyebiliyor muyuz? Sanırım buna yanıtımız olumlu değildir. Çoğunluğumuz, neyin dilsel şiddet, neyin eleştiri olduğunu veya neyin alaysama olduğunu ayırt edemeyecek durumdadır.  Şiddetin her türüne karşı çok duyarlı bir toplum olmadığımız gibi şiddet ve dilsel şiddet konusunda bilgi noksanlığımız olduğunu hemen söylemeliyiz. Bu yüzden, dilsel şiddet içeren metinler, iyi bir şiir olarak topluma sunulabiliyor, alkış alabiliyor. Şiddet duygusunu kamçılayan şiir, öykü veya denemelere yapıt denebilir mi, bunlar ayrıca tartışılmalıdır.
Yazın dünyamızda, şair veya yazarlar hakkında yazmak pek yaygın ve geçerli bir tutumdur. Neredeyse bir yazın türüne dönüşmüştür; biyografi olmayanlardan söz ediyorum. Ritüeli şuymuş, alışkanlıkları buymuş, böyle yazar şöyle çizermiş, kahvaltısını böyle yapar, paltosunu şöyle giyer, votkasına şarap karıştırırmış gibi dedikodudan öte bir anlam içermeyen yazılar... Yapıtları hakkında söyleyeceğiniz bir şey varsa, eleştiri gibi eleştiri yapıp etkinliğini ve yetkinliğini yazacaksanız diyeceğim yoktur. Şair ve yazarları öteki tarafa koyup kendi tarafına geçerek, inceleyip eleştirmek yerine övgü ya da yergiyle metin yazmak sığ bir konu gibi geliyor bana. Çünkü yetkin bir eleştiri sistemi olmadan haklarında ortaya koyacağımız yargı, bir temele dayanmayacak, onları sadece övecek ya da yerecektir.

Konumuz şiddet ve edebiyatsa, saygınlık, makam, mevki algısından, yani kişisel dürtülerin en ilkel olanıyla hareket eden bir kitleden söz etmeliyiz öncelikle. Sadece sanatçılar arasında değil; hemen hemen her ortamda olan bu kaygı ve tutumdan. Ayrıştırılmış, akışkan, birbirine saldıran, birbirinin üstüne basan “bir ben” kaygısının görünürlüğü vardır buralarda. Ne var ki bu kaygıdan doğan tutum, dilsel şiddetin (edebî şiddet) altında yatan temel ögedir. Görünür olmak, bir başkasının omzuna çıkmakla veya yakınında olmakla özdeş tutulmaktadır. Sanata gönül vermiş insanları bu tür davranışlara zorlayan, ele geçirilmiş ve dayatılmış sistem ile alışılagelmiş algı biçimidir, düşüncesindeyim.
Toplum tarafından saygınlık görüyor olmak, kişiye rütbe ve makam verilmiş anlamına gelmez. Diğer taraftan iyi şiir yazmak ve çok güzel tablolar yapmak, ne rütbe verir ne de makam sahibi olmanızı sağlar. Sosyal medyada bir paylaşım, çok hoşuma gitmişti. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle yazıyordu: “Galaksinin içinde binlerce gezegenden birinde, taş çatlasa altmış-yetmiş yıl yaşayan küçük bir canlı formusun, senden önce milyarlarca insan yok oldu, sen de çevrendeki yirmi-otuz kişi dışında kimsenin umurunda değilsin. Ne diye kasıyorsun kendini?”
İnsan; sıkıntılarını, isteklerini ve eksikliklerini gidermeye çalışır. Bunlar, çoğu zaman yerleşik kurallara aykırı davranışlar olarak ortaya çıkar. Ancak başka bir konu vardır ve işin temeli burasıdır diye düşünüyorum. Üstün olma ve saygınlık sorunu… Bu sorun; insanda sonradan oluşan bir durumdur. Üstün olma güdüsüyle ilgilidir; ancak bu metinde, toplumsal olgu ve olaylardan öğrenilen sözde saygınlık sorunundan söz ediyorum. Toplumsal olgu ve tutumlar, kişiler üzerinde etkilidir. Bu tutumlar, bir anlamda toplum içerisinde öğrenilip taklit edilen, sonra da davranış biçimine dönüşen şeylerdir. Ayırdına varamayanlar veya davranış değişikliğine gidemeyenler, başkalarının ona dikte ettiği makam, mevki, iyi şair, ortalama şair gibi yakıştırmaları gerçekliğe taşıyarak bunlara boyun eğmek durumunda kalırlar. Buna göre tutum geliştirirler ve herkesin saygı duymasını isterler. Deyim yerindeyse, “Dünyayı kurtardığını” düşünerek herkesin onu omuzlar üstünde taşımasını bir hak olarak görürler. Ne yazık ki okuduğumuz çoğu metinde bu tür yaklaşımlar sıklıkla görülür. Buna, insan oğlunun kendisini savunma mekanizmasıdır, deyip geçelim.
Sosyal medyaya, dergilere, kitaplara, sanat veya şiire ilişkin yazılara şöyle bir bakalım. Bu yazıların çoğunda, yazar veya şair, kendini ışıklı bir vitrinin en üst noktasına yerleştirmiş, diğerlerini; kötü, bilinçsiz, bilgisiz, şiirden, yazından habersiz bir kalabalık olarak görmektedir. Sanatsal ve bilimsel yazılar konu dışı olmak üzere, eleştiri adı altında yazılan metinlerin büyük bir kısmı böyledir. Yukarıdaki tümceler, birer saptama olduğu için satırlara girdi. Yazınımızda sık sık karşılaştığımız eleştiri amaçlı metinler, çoğunlukla dilsel şiddet içeren metinlerdir. Yazı ve şiirlerimizde kullandığımız dil, başkasının üzerinden pay çıkarmaya, yarar sağlamaya, görmezden gelmeye, öç almaya, tanınırlık devşirmeye, saygınlığına zarar vermeye, küçük düşürmeye ve gülünç duruma düşürmeye yönelikse bunlar, dilsel şiddet içeren metinler olarak görülmelidir.
Başkalarını aşağılamak, kendine makam mevki vererek bir yerleri işgal etmeye yeltenmek, bir diğerini değersiz görmek, güzel değeri olmasına karşın sırf saplantılarınızdan dolayı bilerek görmezden gelmek, sanatta ve edebiyatta bir şiddet türüdür. Şiddeti sekiz kategoriye ayırıyor Franz Kiener. (İleten İmran Karabağ, Dil ve Şiddet, İkaros Yayınları) Maytap geçmeden başlayıp küçük düşürme ve sözlü saldırıya, hakaretten küfre kadar varan konuşma dilidir. Bir başkasını incitmeye, onun duygularını ve saygınlığını ezmeye yönelik sözlü eylemler bütünüdür.
Bunu biraz açalım isterseniz. Ruhsal şiddetin en etkili aracı dildir. Diğer bir deyişle sözle yapılan saldırılardır. Şiddet açısından düşünecek olursak çoğu metinde var olan, ancak çok üzerinde durmadığımız ayrıntılardır bunlar. Elbette dilsel şiddet konusu, eğitim ve yaşam anlayışıyla doğrudan ilgilidir. Ayrıntılı düşünmeyi gerektirir. Bu tür söylemlere başvuran kişi, kendisine bir yarar sağlamak amacıyla yapar. Ne kadar özen gösterilip gösterilmeyeceğini, toplumdaki ortak davranışlar belirler.
Dilsel Şiddet (Sözlü saldırılar) Kategorilerini şu şekilde belirliyor Franz Kiener:
1.    Şüpheye dayalı olanlar; yalan söylemek, bir başkası hakkında çarpıtıcı bilgi vermek… 
2.    Yerleşik kurallara aykırı olanlar; azarlama, uyarma, ön yargıya dayalı eleştiri, yargılayıcı sözler, alay etmek, görmezden gelme,
3.    Kötü niyetli olanlar; suçlama, iftira ve ihanet türü sözler, öç alma, dolaylı yoldan zarar verme, haysiyet ve onurunu kırma…
4.    Teşhir ediciler; küçük düşürücü, suçlayıcı, tahrik edici, saygınlığını yok edici söylemler
5.    Taciz ediciler; tartışmaya yönlendirenler, saygısız konuşmalar,
6.    Tehdit edici-meydan okuyucular; okura bağırma, saygı sınırlarını aşan söz kullanımı
7.    Sert tartışmaya neden olanlar; hakaret, küfür, hor görme, aşağılama…
8.    Gülünç duruma düşürenler; alaycı, taklit edici, iğneleyici ve makaraya alıcı, maytap geçme.
Aslında “şiddet, övgü, eleştiri ve dilsel şiddet” ayrımı önemlidir. Sınırları çok dikkatli çizilmelidir. Eleştiri olmadan gelişim olmaz. Dilsel şiddet içeren ancak göz ardı edilebilir gibi düşünülenler vardır ki bunlar, ruhsal çöküntüyü için için körükleyen şeylerdir. Görmezden gelme, hor görme, küçümseme söylemleri gibi…  Neden özellikle bunu belirtiyorum? Okuduğumuz pek çok metin, eleştiri gibi görünmesine karşın çoğunlukla dilsel şiddet içermektedir. Biz bunları eleştiri yazısı ya da deneme diye okuyor, üstelik “Ne güzel yazmış, ağzına sağlık diyoruz.” Çünkü bizden başka birini aşağılıyor veya toplum gözünde onun saygınlığını zedeliyor. Çoğunlukla bunlar, bizim de şiddet duygumuzu kaşıyan metinlerdir. Büyük çoğunluğumuz da bunların dilinden hoşnut oluyor.
Sanat adına ve eleştiri düşüncesiyle yazılan çoğu metin; kişi, grup, sınıf gibi hedef aldığı kitlenin toplum gözünde saygınlığının zedelenmesine neden oluyor. Bunları çok kötü iş yapıyor olmakla suçlayarak veya yaptıklarını kötüleyerek, okurların uzak durmasına yardımcı oluyorlar. Birey olarak bizler, birbirine bakarak karar vermeye eğilimli kişileriz. Olumsuz bildirilerden etkilenerek, etkinlikte, dergi sayfalarında veya bir grubun yanında bulunmaktan kaçınıyoruz. Hem de çok açık bir şekilde yapıyoruz bunu. Sanat dünyasında bilerek ya da bilmeden yapılan bu tür girişimler etkili birer şiddet türüdür, diye düşünüyorum. “Altının ayarı; durduğu rafın ya da yanında/ilişkide bulunduğu diğer nesnenin/kişinin niteliğine göre belirlenmez; kendi saflık derecesiyle belirlenir.” Sanatçı da altın gibidir. Bulunduğu, durduğu yere göre saygınlığı belirlenmez. Bu, dayatılmış ve sonradan öğretilmiş bir anlayış kalıbıdır. Diğer yazarın iyi ya da kötü olması kimsenin iyi yazar olmasıyla ilgili değildir. Düzeyleri hakkında karşılaştırma yapabilmek için somut bir kanıt da yoktur elimizde. Sınırsızlık, sonsuzluk ve özgürlük ortamında üretilmelidir her yapıt. Kimin ne yaptığını ve kimin nerede durduğunu küçümsemek bağnaz bir yaklaşımdır. Birinin yanında durduğu için şişinmek, kendi yetkinliğini kanıtlayamamış kişi tutumudur; başkalarına karşı dilsel şiddet kullanmak ise eğitimsizliktir.
Sonuç olarak; edebiyatı şiddetten uzak tutacaksak, daha doğrusu toplumda şiddeti önlemeye yönelik edebiyatın işlevini etkin kullanacaksak; önce yazar ve şair olarak, şiddetin kaynaklarından kendimizi arındırmalıyız. Dilimizden, kalemimizden uzaklaştırmalıyız. Dilsel şiddet, tek başına bir eylem/olgu değildir; içimizde yatan asıl şiddetin dışavurumudur. İster istemez kalemimize yansır. Okura aynı şekilde geçer. Okuru estetik yaşantıya yöneltmek yerine, şiddet eğilimli bir varlığa dönüştürür. Kadın, çocuk veya toplumun her kesimine karşı şiddet, içsel bir sıkıntının sonucunda ortaya çıkar. Bu sıkıntılar, sanat ve yazın gibi alanların gücüyle azaltılabilir. Yeter ki yazar ve şairler, son zamanlarda olduğu gibi içlerindeki şiddeti sağa sola cömertçe saçmasınlar. Ön almak için öncelikle yazar ve şairler dikkatli olmalılardır. Özet olarak, şiire silah, eleştiriye mezarcı, öyküye gardiyan ve denemeye bildirge süsü vermemek gerekir. Şiiri veya yazınsal metni, öteki üzerinde üstünlük kurma gereci olarak görmemeliyiz. Şiirin/sanatın hedefi, okuru ezmek ya da ötekini dövmek değildir; estetik yaşantıya sokmaktır. 14 Aralık 2019 Narlıdere/İzmir
Deneyim ve düşünceleriyle metne katkı vereler:
Hidayet Karakuş, Handan Tan, Ayşe Karadağ

HATİCE ALTUNAY
OLDURULMUŞ AD ERKEK/ÖLDÜRÜLMÜŞ ADSIZ KADIN
Kadına edilen sözler olumlayıcı değil; hep alçaltıcı olmuştur. Atasözlerimiz öylesine keskin sirkedir ki kadının tembelliğini asla kabul görmez. Kadın keyfince dem süremez. Erken davranır, günlük planını uygulamaya koyulur. Bakınız atalarımızın söylediği uzunçaya: “Erken kalkmayan avrat, söz dinlemeyen evlat, mahmuzla gitmeyen at; kapında varsa kaldır at.” Yetmemiş bu uzunca deyiş yine aynı anlamı içeren bir sözü kısaca: “Arpadan sonra ekilen darıdan, kocadan sonra kalkan karıdan hayır gelmez” deyivermiş ve kadının rahatına düşkünlüğünü, yapacağı küçük tembellikleri de engelleyivermiş.
Çocukluğumun kırsalında günü üstüne doğuran kadının evinden bereket uçar diyerek kız çocuklarının uykusu uçuruluyor; hamur leğeninin başına anasıyla birlikte oturtuluyordu. Çın sabahta evlerden kadınlar, kız çocukları uyanında bereket kaçmıyordu hiçbir evden. Eğer ekmek pişirme işi yoksa odun ateşinde pişirilmiş buğusu üstünde tüten tarhana çorbasının başına oturtulurduk. Uykulu gözlerle ne yediğimizin farkına varmadan, iştah açıcı o kokuyla doyardık. Tarlaya, otlağa giden gider; kalansa evdeki sıralı işleri görürdü.
Her zaman kadının beceriklisi, çalışkanı el üstünde tutulur. Atalarımız alkış tutar erkeğini var eden kadına. “Kadın var kara toprak eder, kadın var yeşil yaprak eder” diyerek bir parmak bal çalar ağzına. Şimdilerde kadının çabası güzellik, güzelleşme. Kent, kasaba kadını güzelleşme uğruna zamanını ve parasını baş döndürücü bir şekilde harcarken, köyler de nasibini alır. “Karısı güzel olan adam mutlu olur. Güzel olmayan ise filozof.” diyen Sokrates’i anımsamamak mümkün değildir. Nasrettin Hocamızın da hanımının çirkin olduğu söylenir. “Bana görünme de kime görünürsen görün.” Sözü dillerden düşmez. Azıcık güzelleşmeye çalışan kadınlara eşleri biraz Nasrettin Hoca tavrıyla davranır. Kadınların da kocaları için bir dirhem bir çekirdek olması erkeğin gözünü dışarıdan kesmek olan düz mantığında bütünleşir.
Her ulusun kadına bakışı çeşitlilik içerir. Japonlar erkeğin boşanmasını, ikinci, üçüncü evlilikleri sevimsiz bulur. Lafını yapıştırır. “İlk karını sana Allah, İkinci karını insanlar, üçüncüsünü ise şeytan gönderir.” Bizde ise makbul olan öğreti: “Kocasının aldatmasına tahammül eden kadın cennete gider. “Sözü ile din süzgecinden geçer, olumlanır. Bizdeki evlilikler erkeklerce pamuk ipliğine bağlıdır. Kadın erkeğin elinin kiridir sonuçta. Eksik etek, saçı uzun aklı kısa sıfatlarıyla sıfırlanır. Böylesi zihniyetin özgür ve çalışan kadına tahammülü yoktur. Kadın kıracak dizi kocasının biricik kölesi, hizmetçisi olacaktır. Eril kişiyi sorgulayamazsın, sorgularsan başına çorap örersin. O para getirir, güç getirir, kadın olarak asla sorgulamadan yaşayıp gidersin, haram ve helali erin bilir zaten.
Ülkemizde kız evlat kaşık düşmanı tınısıyla büyür; doğuştan ikinci varlığa itilir. Kadın doğuracağı cinse göre varlığı onurlanır ya da yuhalanır. Atalarımın sözü gelir yine “Oğlanı doğuran övünsün, kızı doğuran dövünsün. “Erkek çocuklarına yapılan ‘sünnet’ ve ardından muhteşem ‘sünnet töreni’ ile allanır pullanırken kız çocuğunun ergenliğe ilk adımı, ilk kanaması (kirlenme) gizlenir, ayıplanır. İkincil cinsel duruş sergilenir. Kız çocuklarının zihinlerine erkek çocuğuna yapılan törenin kutsallığı aktarılır, o erkek olmuştur artık. Babadan sonra evde erkek çocuğun varlığı sayılır. Önce erkekler oturur sofraya, önce erkekler doyar. Evin erilleri doyduktan sonra sıra kendilerine gelir; Allah ne verdiyse yenilir. Gelenek böyledir kimsenin itirazı olmaz. Dört kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğini karşılar.
Bir erkeği eşine, kızına şiddete iten güç ne yazık ki onu yetiştiren ananın ve babanın öğretisinden geçer. Erkek evladına karşı Anadolu kadınının dayanılmaz zaafı vardır. Kocasından, koca ocağından gördüğü işkencenin intikamını oğlu eşinden alacaktır nasılsa. Ana, baba “aslanım”, “koçum”, “paşam” sözcükleriyle bütünleştirirken sevgilerini, aslında, yükledikleri erkek çocuğun zihninde biricik ve vazgeçilmez oluşudur. İleride karısına kükresin, sözünü geçirsin diyedir. Kılıbık erkek, kadınsı erkek sonradan zamansız filiz çıkaran bitki gibidir, kabul görmez. Erkeğin bakımlı olması istenirken; maço olması da açıktan istenir. Maço adam da kadının sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etmemek mantığında donatılmıştır.
Sözün kadına ettiği ile kalsak iyi de nerede? Ötesine dolu dizgin geçtik kadına şiddet bizim birincil görevimiz. Kadını ezen, aşağılayan şiddeti meşrulaştıran zihniyetin muhteşem aralığında   maratona çıkmaktayız. Siyasi bakışın erkek egemen yasaları, kadını öldürmek için, her eylemi haklı çıkarmak da birincil ödevidir, tüm faturalar yine kadına kesilecektir. “Dişi köpek kuyruk sallamazsa erkek köpek arkasından gitmez” “Sıpanın oynayışı, eşeği yoldan çıkarır.” Sözleri o kadar ilerler ki hamile kadının sokağa çıkması tahrik unsuru olur. Güzel olmasın, süslenmesin, kırmızı giymesin, topuklu ayakkabı tahrik unsuru, bakımlı ve zayıf kadınlar bizzat ölüme davetiye çıkarır. Bir yığın alçaltıcı tutum uzayıp gider.
Din bezirgânları insan hak ve hürriyetlerini –bilakis genç kızları, kadınları-hiçe saymıştır. Teokrasinin dallarında oldurulmuşların kahramanları, biz kadınlara dünyada cehennemi yaşatır olmuştur. Kadının varlığı şeytandır, şeytansıdır. Bütün şeytanlıkların anası kadının katli vaciptir.
Cezaevinden firari birçok cani sokaklarımızı, çocuklarımızı, gençlerimizi ve özellikle genç kızlarımızı acımasızca öldürürken adaletin olmadığını en yetkin ağızlardan duyarken, sağlıklı yönetildiğimiz, içimizde hasta ruhlu caniler özgürce dolaşıp, aklına estiği kişileri gözünü bile kırpmadan öldürürken can ve mal güvenliğimiz ortadan kalkmıştır.
Genç kızlar, kadın öğretmenler intihar ederken, hatta ailecek siyanürle hayatlarına son verirlerken, hasta ruhlu sürüngen ruhluların aramızda yaşayıp gitmesi normal midir?
Birkaç güzel sözün hatırına yaşayıp gitsek, çiçek sevsek, hayvan sevsek, doğayı kucaklasak diyoruz mümkünü yoktur ya… Umarsızca doktor bekleyen hastalar gibi köşemizde.
Şimdi yalnızca “Cennet anaların ayaklarının altındadır.” Sözüyle öldürülmüş adsız kadınlar olarak o muhteşem günü bekliyoruz! Ötesi dünyada cenneti düşleyerek.
Ülkemiz yoklukta, açlıkta, cinsel açlıkta, ölümlerde, intiharlarda, kadına şiddet ve çocuklara şiddet dizileriyle ayakta. Ahlâk çürüdü din sapasağlam ayakta!
Yaşamak ağrısı ile nefes almak, ahlar ve acılar büyütmek yüreklerde…
Ağır geldi sürüngenler içimizde yayılmakta. Üzgünüm güzel günlerden söz edemedim
 Umudum hep diri kalsın isterim oysa. Çın sabahların huzuru dolsun içimize.
Güzellikler mumla aranmakta duyuyor musun?

SÖNMÜŞ YILDIZLAR
İçimizde büyüyen çıngı
Hangi canı yakacak
Yaşamak ağrısı sardı
Yoksunluk sınırında
Açlar
Eril baskılar.
Çanak tutan askılar.
Dört bir yanımız
Ucube kılıklı adamlar
Kadının köleliği alkışlansın.
Kadın seçmesin
Kadın seçilmesin
Eril dünya parlasın
İçimizde büyüttük çıngıyı
Din maskesinde ahlak çürüdü
İnsanlık gömütlüğünde
Sönmüş yıldızlar...    6 Aralık 2019



CEVAT ÇEŞTEPE
ŞİDDET ADINDA İÇGÜDÜ TERÖRÜ
Amerika kıtasının orta bölgesinde, gelenekleri ile yaşayan toplumlarda bekar bir erkek öldüğünde, yakınları tarafından yeni ölmüş bir kadının cesedi mezarından çalınıp, gelinlik giydiriliyor ve süslenip-püslendikten sonra ölen bekâr erkeğin yanına gömülüyormuş. Amaç, erkeğin hiç olmazsa mezarında yalnız yatmamasıymış…
Bu da bir “ölü gelinler” öyküsü. Sıkça tanıklık ettiğimiz “çocuk gelinler” gerçeğinin bir başka biçimi. Her ikisinin de özeti: Kadına yaşarken de rahat yok öldükten sonra da…
Çağdaş insan beyninin asla kabul edemeyeceği bu iğrenç öykü ve acı gerçekler, kuşkusuz cehalet ile cinsel açlık evliliğinden doğar. Adı, göbek adı ve soyadı “şiddet” olan ve genellikle erkek kimliği taşıyan doğuştan çıldırmış içgüdünün bir anlamda yaptığı ve yaşattığı terör uygulamasıdır.
Bu konuda kurbanlar elbette ki yalnızca kadınlar değil. Bireysel şiddetin kurban aldığı erkek sayısı, aynı sona yakalanmış kadın sayısından onlarca misli daha fazladır.
Baskı-şiddet-cinayet sebepleri ortaya döküldüğünde görüyoruz ki kadınlar, yalnızca özgürlük, eşitlik, insanca yaşamak, kul-köle değil birey olmak talepleri nedeniyle bu sona yakalanıyorlar. Talepleri erkek üstün sınıfının(!) ve otoritesinin sarsıntı geçirme olasılığını güçlendirdiği için şiddet terörü uygulama alanının içine düşmüş oluyorlar.
Devletin bile kendisine sığınanları korumaktan aciz kaldığı, kimi özel günlerde yapılan yürüyüşlere polisin şiddetle müdahale ettiği günümüzde., kadınlarımızı bu şiddet terörü belâsından nasıl koruyabiliriz? Cehalet ve tabu yasaklar ile iktidar gücünü kaybetme korkusu, ortadan kalkmadıkça bu mümkün mü? Peki bunlar, bugünkü karanlık koşullarda nasıl ortadan kalkacak dersiniz?
Bu soruya verilecek yanıt elbette var ama ne yazık ki o yanıt, bugün için sadece ambalajı açılmamış bir umut ve dilek paketinin içinde saklı kalacak, şimdilik oradan çıkacak durumda değildir.
Gün doğmadan neler doğar, değil mi?

AYŞE YETİŞEN
CİNSELLİK VE KADIN CİNAYETLERİ
Yazılı ve görsel basındaki haberlerde de görüldüğü üzere yurdum insanında kadına karşı duyulan şiddettin, kadın cinayetlerinin artması, 21 yüzyıl da bile ülkemizde kadının adının olmadığını kanıtlıyor. Günümüz toplumunda kadınlarımız kendini koruyamadığı gibi, her an şiddet ve ölüm tehlikesiyle burun buruna yaşıyor. 
Polis akademisi başkanı Prof. Dr. Yılmaz Çolak koordinesinde Doç. Dr. Coşkun Taştan ve Araştırma görevlisi Aslıhan Küçüker Yıldız tarafından hazırlanan 46 sayfadan oluşan raporda, ‘Türkiye'de son üç yılda 932 kadın cinayete kurban gitmiştir’ deniliyor. Bu ölümlerin büyük çoğunluğu kadınlarımızın cinsel obje olarak görülmesi ve toplumsal ahlaki değerlerinin çiğnenmesi bahane edilerek işleniyor.
Oysa cinsel ilişki iki insanın bedenlerini kullanarak birbirlerine haz vermek amacıyla yaptıkları ortak etkinlik olarak tanımlanıyor. Cinsellik her insanın kişiliğinin ayrılmaz bir parçası olduğu gibi insanlığın var olduğundan beri cinselliğin de var olduğu kabul ediliyor.
Çok eski zamanlarda bile insanların zevk için birbiriyle cinsel beraberlikte bulundukları görülmüştür. Bunun en büyük sebeplerden biri ise tanrı veya tanrıların yarattıkları en değerli güzelliğin kadınlar olarak görülmesiydi ve rahim olarak bilinen bölgenin, bebeğin anne karnında bulunduğu bölge olarak bilinen yerin tanrıya açılan kutsal kapı olarak düşünülmesi idi. Bu kapıdan geçmek doğal olarak tanrıya ulaşmaktı yani büyük bir ibadet ve zevkti.
Antik Mısır seks ritüellerinin görüldüğü toplumlardan bir tanesiydi. Nil nehrinde yaşanan gelgitlerin sonuçlarını tanrıların boşalması olarak kabul eden Antik Mısır halkı bu durumlardan yola çıkarak firavunlar da iktidarlarını kullanarak çeşitli seks ritüelleri keşfetmişlerdi
Cinsel ilişkilerimiz doğuştan ve insanlığın oluşmasından itibaren görülmekle birlikte, cinselliğe ilişkin düşüncelerimiz, yargılarımız, davranışlarımız ve tutumumuz yaşadığımız değer yargıları ve kişisel tercihlerimize göre değişmektedir
Cinsel özgürlüğümüz ise bireylerin tüm cinsel potansiyellerini ifade etmeleri, ilişkilerin diğer alanlarında olduğu gibi, cinsellik alanında da eşlerin karşılıklı onayı, eşit söz hakkı, etkin katılımı ve ortak doyumu söz konusu olmasıdır. Her çeşit zorlama, istismar ve taciz cinsel özgürlüğümüzün dışındadır. Eşlerin cinsel etkinliklerin zamanı, yeri ve biçimi konusunda farklı arzuları da olabilir. Her iki cinsel eş de bunları açıklıkla ifade edebilmeli, rahatlıkla cinsel etkinliği başlatabilmeli, eşinin talebini kırmadan reddedebilmeli, burada reddedilenin tümden kendisi değil, o anda ve orada cinsellik olduğunu anlayıp kabul edebilmelidir.
Son yıllarda artan kadına şiddet ve kadın cinayetlerini göz önünde bulundurursak, toplumumuzda kadınlarımızın cinsel özgürlüğünün hiçe sayıldığını görürüz.
Eşinden ayrılan bir kadınımız boşanmış olduğu eşine geri dönmediği için kızının gözü önünde hunharca boğazı kesilerek katledilebiliyorsa, yine bir hemşire boşanmış olduğu eski eşi tarafından takip edilerek, bir toplantı sonucu iş yerindeki doktor arkadaşının arabasına bindiği için hem kendisi, hem de doktor arkadaşı hunharca öldürülüyorsa bu biz kadınların cinsel özgürlüğümüzün yok olması sebebiyledir.
Bu cinayetler göstermiştir ki bir kadın eşinden boşansa bile bağımsız ve özgür bir şekilde hayatını şekillendirememekte, bırak cinsel özgürlüğünü, yaşam özgürlüğünü bile kullanamamaktadır.

YAŞAR ÖZMEN
DİLSEL ŞİDDET
Dilsel şiddet. Bu da nedir demeyin! Estetik bilimi penceresinden bakarsak şairin kullandığı dilde dikkat etmesi gereken en önemli konu, şiirlerinin “dilsel şiddet” içerip içermediğidir. Bu kavramdan ne anlamalıyız? Bunu sekiz kategoriye ayırır Franz Kiener. (İleten İmran Karabağ, Dil ve Şiddet, İkaros Yayınları) Maytap geçmeden başlayıp küçük düşürme ve sözlü saldırıya, hakaretten küfre kadar varan konuşma dilidir. Bir başkasını incitmeye, onun duygularını ve saygınlığını ezmeye yönelik sözlü eylemler bütünüdür.
Salt düşüncede kalan eleştiri yöntemi, kızgınlık göstergesi veya anlatım özgürlüğü içerisinde bir konuşma dili olarak düşünülmemelidir. Fiziksel şiddetin gerisinde tamamlayıcı rol oynayan bir olgudur dilsel şiddet. Tersinden söylersek, düşüncede yerleşmiş şiddet anlayışının birebir çıktısıdır. Şiddet eğiliminin gerisindeki gösterendir, dışavurumdur. Fiziksel şiddeti olağan karşılayan, hakareti, baskıyı, saldırıyı, korkuyu, terörü ve ölümü onaylayan bir anlayışın dil kullanım biçimidir. 

Baskı, korku, şiddet ve güvensizliğin egemen olduğu bir ortamda yetişen bizlerin; bugün hâlâ aynı mantıkla eğitilmekte olan bir kısım çocukların; dilsel şiddetin altında yatan gerçeği tam anlamıyla kavrayabileceğini beklememek gerekir. Dilsel şiddet içeren her metin, bu şiir olsa bile, sırasıyla baskı, korku ve egemenlik kaygısı üzerinde konumlanır. O metni okuyan kişi ise doğduğu ortamın onda yarattığı kaygılara dayanarak, metni olumlu karşılar ve anlamlandırma yoluna gider. Şiddet havasını olumlar ve yeni bir yandaş olarak istenmeyen ortamda sürekliliğini korur. Hangi sanat alanı olursa olsun, esere giydirilen şiddet havası, “ben” kavgasının en etkili ve uzun menzilli silahıdır. Bu anlayış ve ortamdan beslenen okur ise bu silahı edinme çabası içine girer.
Konuya daha sağlıklı baktığımız zaman şunu görürüz: Şiddet içeren söylem ve davranışlar, sağlıksız ve bozuk duygu durumunun dışavurumudur. Sanat ruhunun karşıtı bir durumdur. Şiddeti normal davranış biçimi olarak gören bir anlayışın çıktısından başka bir şey değildir bunlar. Bütün dinlerde olduğu gibi tanrı korkusuyla ya da ideolojilerin egemenlik baskılarıyla şekillenmiş günümüz insanları, elbette dilsel şiddet kavramını anlamakta güçlük çekecektir. Hatta bu tip söylemlerin sanatı geliştireceğini, insanı dönüştüreceğini, terbiye edeceğini savunacak kadar ahmaktırlar. Bu söylemlerle kendini gerçekleştirme yolunu benimsemiş zavallılar, elbette şiddetin gerisinde yatan ereği ve yıkıcı etkilerini anlayamazlar. (Son üç tümce için okurlarımdan özür dilerim; bold yazılan üç tümce, dilsel şiddete yerinde örnek olması için kurulmuştur. Okurlara yönelik değildir; bu tümceler konuyu görünür kılabilmek içindir.)
Şiir; duyarlılığı, duygulanımı ve estetik kaygıyı uyarıcı bir anlatımı öngörür. Daha doğrusu bütün sanatların asıl ereği, estetik değer yaratmaktır. Bununla birlikte şiirin maksadı, sevgi duygusunu var ederek insanda yaşam sevincini doğurmaktır. Bu nedenle; baskı, korku ve şiddet içeren söylem biçimi, şiirin duygusal ve sanatsal değerini, dolayısıyla estetik değerini yok eder. Dilsel şiddetin şiirde yaratacağı iticilik, sanata ve şiire gönül vermiş şairlerce iyi okunmalı, şiddet ile şiire giydirilen söyleyiş biçiminin sınırı doğru yerden çizilmelidir.
Şiirin kullandığı gereçler, ideoloji ve inançlarla birlikte tüm bilgi kaynaklarıdır; bunu göz ardı edemeyiz. Şair, ideoloji ve inançları sanat ve şiirin gereci değil de onların emrine girmiş bir yaklaşım tarzı sergilediğinde durum sanat ve şiir dışında başka bir düzleme evrilir. Bunun en bilinen tanımı; propaganda, irşat (dinsel tebliğ) ya da misyonerliktir. Daha hafifleterek ve açıklayıcı biçimde söylersek, egemenlik ve üstünlük kaygısı taşıyan her tür sanat dili, ister istemez dilsel şiddetin türevlerine başvurmak zorunda kalır.
Okurlar, sanatçılar veya sanat eleştirmenleri; egolarına yenilerek, ideoloji, inanç, öğrenilmişlik ve önyargı zinciri altındaysa, diğer bir deyişle zihinleri bazı edinilmiş kalıplardan dolayı baskı altındaysa, estetik kaygı diye tanımladığımız durum farklılık gösterir. Bu durum, estetik kaygıdan dayatmacılık ve yararcılık kaygısına evrilir; sanat dünyasında yaşanagelen ve bugün yaşadığımız en geçerli davranış gibi görünen temel sorunla karşı karşıya olduğumuzu gösterir. 
Ayrıca sanat, özgürlük kavramından anladığımız kadar özgür; sanatçı ise, önyargı ve bilinçaltı güdülerini ehlileştirebildiği kadar tarafsızdır. İnsan zekâsı; önyargı, inanmışlık, şartlı öğrenilmişlik gibi durumlarda, sanatsal anlamda yeni görme ve duyma biçimlerine yönelemez. Ona giydirilen kalıpları kıramayacağı için, yaratıcı ve farkındalıklı düşünme sürecine giremez. Artalan bilgisi dediğimiz, bilinç ve bilinçaltına saplanmış mutlak kabulleri kırmak pek kolay değildir. Sanatın en büyük düşmanı bu tür ön kabullerdir, keskin köşeli çizgilerdir. Bir anlamda yaratıcılığın önündeki en güçlü engellerdir. Aslında bu, estetik algı dediğimiz olgunun önünde duran en çetin hastalık durumudur.
İnsanlığa yaraşır barışçı ve yaşanabilir bir dünyanın halen kurulamamasının altında yatan gerçek, insan olarak insanı, evreni ve aralarındaki ilişkiyi okuma ve görme yetilerimizin çoğunlukla şiddetten besleniyor olmasıdır. Sanat, özellikle dil sanatları ve şiir, dilsel şiddete pirim vermemelidir. Şiirin ereği, baskı kurmak, korku üretmek, öğretmek, egemenlik taslamak ve insanı dönüştürmek değildir; sevme duygusunu duyumsanabilir hale dönüştürmektir, sevgiyi var etmektir, yaşam sevincini doğurmaktır. Sevgi duygusunu güçlü yaşayan insan, estetik değer üretebilir, güzellik yaratabilir, yeni ve yaşanabilir dünyaya doğru yönelebilir. Yaşanabilir dünyayı bu niteliklere sahip insan kurabilir.
Bir ülkenin okuru, sanatçısı ve ön çıkanları; şiddet ve dilsel şiddet nereden gelirse gelsin, hedefi ne olursa olsun, çağdaş insan ile uyuşmayan bu tür konulara karşı duyarlı olmalılardır. Şiir; şairin duygu gücü öncelikli etken olmak üzere, algı-düşünme-anlama-yargı sisteminin dış gerçeklik ve gerçeküstülüğü yorumu ile şekillenir. İşte bu yüzden şairin dünyayı okuma, anlamlandırma ve görme biçimi çok önemlidir. Şiirden önce kendisi şiir kadar şiir olmalıdır. Her ne kadar konusu şiir de olsa, önemli olan insandır. Şiir sanatında asıl amaç, estetik kaygıyı güçlendirecek estetik değer yaratabilmektir.
Estetiğin doğuma hazırlandığı rahim, kişisel algı ve yargının özgünlüğü ile ortamın özgürlüğüdür. Şiddetin bulunduğu yerde özgünlük ve özgürlük olamaz.

Estetik ya da güzelduyu dediğimiz kavram, insanın tam insan olabilmesine katkı sağlayacak verilerin yaşam alanıdır ve güzelliğin yaşanma biçimidir. Her ne kadar güzelliği gereksinimlerimiz arasında ele almıyor olsak da güzelliğin her insanın temel gereksinimleri arasında olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle aydın insanın iş görme, sanat üretme yetisi, güdülenmesi, iç huzuru, doyumu, mutluluğu ve yaşam sevincinin sürekliliği, güzellik olgusunun içinde gizlidir.
Bu bağlamda üzerinde tartışılması gereken önemli bir dönemden geçiyoruz. Yirminci yüz yıl sanat bildirilerine baktığımızda, çoğunluğunun yıkmak, kırmak, dökmek, devirmek üzerine kurgulandığını görürüz. Örneğin, sürrealizm, Dadaizm vs. gibi akımların yaklaşım ve uygulama tarzlarına bakalım. Modern sanat diye tanımladığımız zaman diliminde; Birinci ve İkinci Dünya Savaşı travması; on dokuzuncu yüz yıldaki diğer kargaşalar; totaliter rejimlerin baskısı gibi sıra dışı koşullar; sanatsal eğilimleri çatışma mantığına yöneltmiştir. Zamanın koşullarını anlayabiliyoruz; normal karşılayabiliriz. Ancak, sanatta veya şiirde çatışma kültürünün günümüzde hâlâ sürüyor olması anlaşılır bir durum ötesi gibi geliyor.
Sanatın beslendiği kaynaklar çatışma, karşıtlık, uyumsuzluk, yenilik, aşırılık gibi durumlardır. İnsanı insana, kuramları kuramlara, sistemleri sistemlere, devleti devletlere egemen kılma adına çatışmalardan söz etmiyorum burada. Bugün çatışma kültürü, toplumlarda saplantılı, önyargılı ve ayrıştırılmış akışkan kitleler yaratmıştır. Hem düşünsel hem ekonomik anlamda. Bu doğrudur. Ancak günümüzde, sanata ilişkin istenen özgün ve özgürlük ortamının kurulamıyor olması, aydın insana yakışmıyor. Şiir, bilgi ve kültür birikiminin yarattığı imgelem çıktısıdır; kendi gelişimine ve yenileşmesine engel olan yaklaşımlardan kurtulmalıdır.
Toplumumuz açısından bu konuya değinmek gerekirse, bireyin kul olma sürecine doğru bir dönüşüme tanık olduğumuzu yadsıyamayız. İşte biz böyle bir ortamda sanat eseri ve izleyici üzerindeki dilsel şiddet, estetik değer ve algısından bahsediyoruz. Toplumsal katmanlar hangi hamurdan yoğrulmuş olursa olsun, sanatın işlevi ve yolu, aydınlık ve yeni bir dünya algısının başat olduğu evrendir. Sanatçı da bu bağlamda, zihin ve duygu gücü ile geleceği öngörüp, yaşadığı dünyanın döngüsünden daha hızlı davranmak zorundadır. Bakınız dünya tarihine, tiranlar, baskılar, korkular, şiddetler, savaşlar tarihidir. Hangisi ayakta kalabilmiştir? Savaş, terör, şiddet ne zaman insan için iyi bir sonuç üretmiştir? Kaldı ki dilsel şiddet şiire estetik değer kazandırmaz; tam tersi itici, ayrıştırıcı bir oluşuma yöneltir ve şiddet algısını güçlendirir. Dolayısıyla bu tür şiirler, şiir tavrıyla çelişirler.
Sonuç olarak, çağdaş şair ve çağdaş şiir; şiddeti olumlayan ya da olağan karşılayan algı ve duyuları naif koşullara yaslayarak harekete geçirmeli, olumlu duygu durumuna dönüştürmelidir. Şiddeti kaşıyan bir dil değil; sevinci güçlendiren bir dildir sanatta asıl olan. Şiir deyince bizlerde oluşan imge ve imgelem, güzellik dediğimiz değerler üzerinde anlam bulmuyor mu?  Ağustos 2018, Narlıdere       

ASUMAN KARADUMAN
MOR ŞEMSİYE (ÖYKÜ)

Hava bir açıyor, bir kapanıyordu. Biraz sonra güneş gülen yüzünü tekrar gösteriyor, sanki bulutlarla saklambaç oynuyordu. Yağmur yağdı yağacaktı.
Kahvaltı sonrası yine sabırsızlanıyordu torun. “Parka gidelim anneanneciğim sıkıldım” diye tutturdu mu bir kere, artık susturmak olanaksızdı Ada’yı. Yürümek, koşturmak istiyordu. Elini tutturmuyor, arabasına binmek istemiyordu. Oysa arabasına binse, bir yağmurlukla örtüp kolayca koruyacaktı onu. Arada bir Arnavut damarı tutuyordu sarı papatyanın. Çabucak hazırlanıp ne olur ne olmaz diye yanlarına sevgili mor şemsiyelerini de alarak kendilerini sokağa atmışlardı. 
Sıradan bir şemsiye değildi anneanne ve torunu için. İlk kez bir 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde ilçelerinin nikah salonunda düzenlenen panel sonrasında açmışlardı rengarenk şemsiyelerini kadınlar. Onlara da mor renkli bu şemsiye düşmüştü. Kadınlara yönelik her türlü şiddete ve ayrımcılığa karşı düzenlenen tüm eylemlerde onların yol arkadaşıydı bu mor şemsiye.        
Kısa bir yürüyüşten sonra parka ulaşmışlardı. Burası ağaçlarında papağan, serçe ve daha birçok değişik türdeki kuş cıvıltılarının çocuk çığlıklarına karıştığı küçük, şirin bir parktı. Her zaman oturdukları bankın kenarına asmıştı mor şemsiyeyi Ada. Sonra çok sevdiği atlıkarıncadaki denizatına binmek istedi. Daha sonra tahterevalliye ve salıncağa bindi.  Parktaki diğer çocuklarla birlikte oynayan Ada’nın keyfine diyecek yoktu. Gülücükleri giderek kahkahaya dönüşüyordu.
Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadılar.  Ada uzun uzun esnemeğe başlayınca eve dönme vakti gelmişti artık. Hemen yola koyulmazlarsa kucak isteyecekti yavrucak, belki de uyuyakalacaktı.  Bu yüzden acele ediyordu anneannesi.
Kucağında uyuyakalan torununu yatağına yatırırken bir anda bankın üzerine astığı mor şemsiyeyi almayı unuttuğunu anımsadı. İçi cız etti o anda. Nasıl unuturdu? Kendisine kızdı. Çünkü sıradan bir şemsiye değildi o. Birlikte ne çok şey yaşamış, nice anılar paylaşmışlardı. Uyuyan torununu yalnız bırakıp mor şemsiyeyi unuttuğu yerden almaya gidememek canını iyice sıkmıştı. Hava ile birlikte anneannenin de içi kararıyor; ancak umudunu yitirmek istemiyordu.
Ertesi sabah erkenden uyandığında aklına ilk gelen parkta unuttuğu mor şemsiyeydi. Çabucak giyinip acele acele parkın yolunu tuttu. Halen orada bulabileceğine olan inancını korumaya çalışıyordu. En kötü olasılıkla ihtiyacı olan biri almış olabilir diye düşünüyordu. Parka yaklaştığında ilerde yerde duran bir şey gözüne ilişti. Ona doğru adımlarını sıklaştırdı. Ne olduğunu ilk anda anlayamadı. Telleri tek tek söküldüğünden kloş bir kadın eteği gibi açılan mor şemsiyenin kumaşı parçalanmış halde duruyordu. Yavaşça eğilerek yerdeki şemsiyeyi aldı. Pırıl pırıl mor kumaşı bıçak darbeleriyle delik deşik edilmişti.     
Başının döndüğünü, gözlerinin kararmaya başladığını hissedince güçlükle yandaki banka çöktü. Şemsiyenin aldığı darbeler, ruhunu ve bedenini derinden yaralamıştı. Bu bıçak darbeleri sanki kendi bedenine vurulmuştu. Kim, neden böyle bir davranışta bulunabilir diye düşünmekten kendini alamıyordu. Bir şemsiyeye bunları yapan kişi, savunmasız çocuklara, kadınlara ve diğer canlılara neler neler yapmazdı!..
Sabahın serinliği yanaklarına doğru süzülen damlalara karıştı.   Eve dönmeden önce yeni bir şemsiye almak üzere hızlı hızlı yürürken birden içinde yüzlerce mor şemsiye açılmıştı.  27.02.2017, İzmir

HANDAN TAN
AYAR ARİF (ÖYKÜ)
 Nurten, Tarabya’da bindiği otobüsten Kuruçeşme’de indi. Evdekilere nasıl bir açıklama yapacağını düşünüyor, bir türlü kendine de inandırıcı gelen bir çözüm üretemiyordu. Evden çıkarken takıp takıştırdığı bilezikleri, yüzükleri, teyzesinin görmemiş olmasını dilerdi. Görmüştü ne yazık ki. Öyle olmasa, sessizce eve süzülürdü. Böylece, her davranışını casus gibi izleyen teyzesi, altınların yerlerinde olmadığının ayırdına varana dek günler, haftalar geçerdi. O vakte kadar da daha parlak bir fikir gelebilirdi aklına.
  Ev yolunda da düşünmek için birkaç durak önce inip yürümek istemişti. Ortaköy Dereboyu'na girecekken vazgeçti. Etz Ahayim Sinagogu'ndan çıkıp evlerine gitmekte olan birkaç mahalle arkadaşına görünmemek için Muvakkit Sokak'a saptı.
       Dün gece aldığı alkolden dolayı beyni oldukça yavaştı. Adımları da. Aydınlık sokak köşesinde durdu. Yapımı süren Boğaziçi Köprüsü'nün ayakları geçeceği için yıkılan bir apartmanın, ortalık yerde sağlam kalmış merdivenlerine çöktü. Bir sigara yaktı. Sonra küçük el aynasında kendine baktı. Göz altlarında birikmiş rimel kalıntılarını dilinde ıslattığı parmak ucuyla sildi. ‘’Tüh, sana! Bunca yılın Nurten’i. Bu kadar salakmışsın işte! '' dedi. Küçük aynada gördüğü tek gözüne küçümser bir bakış attı.
        Evdekilere yakalanırsa diye bula bula bulduğu açıklamayı kendisi de beğenmiyorken, teyzesine nasıl yutturabilirdi? Kaçın kur’asıydı teyzesi. Çaresiz, kalktı. Paket taşlı dik yokuşa vurdu. Teyzeler, dayılarla beraber yaşadıkları köşk yavrusu ahşap evlerinin kapısını, kendi anahtarıyla açtı. Kimseye görünmeden, pıtır pıtır sekerek odasına girdi. Duygularıyla oynandığına mı, aile yâdigârı takılarına mı yansın? Bilmiyordu.
    ''Otobüs bekliyordum. Başka kimse yoktu durakta. Bir araba durdu. İçinden inen adam bir hamlede kolumdaki bilezikleri sıyırıp aldı. Öyle korkmuştum ki elmas küpelerimi de, yüzüğümü de kendim çıkarıp verdim. Bastı gaza gitti. Durakta tek başımaydım. Korkudan ölüverecektim oracıkta. Sen olsan ne yapardın?''
        Olmuyordu. Daha güzel bir yalan uyduramıyordu.
        Her şey, komşusunun önerisiyle, tekrar en kısa zamanda hayırlı, kazancı yerinde bir koca bulabilmek için, Telli Baba’ya tel adamaya gitmesiyle başlamıştı. Adağını adamış, eve dönmek üzere durakta bekliyordu. Saçları briyantinli, Clark Gable bıyıklı bir yakışıklı yanına gelip kendisiyle tanışmak istemişti. Adak adayalı yarım saat olmamışken, Telli Baba'nın, dileğine bu kadar kısa zamanda cevap vermiş olmasına şaşırmıştı Nurten. Yatırın kerametine inanarak ve etekleri zil çalarak adamın teklifini kabul etmişti.
        Gelen ilk otobüse atlayıp Sarıyer'de indiler. Bahar olmasına karşın hava oldukça sıcaktı. Sahilde bir çayhanede oturup birer gazoz içtiler. Tanışalı yarım saat, belki de kırk beş dakika olmuş olmamıştı. Nurten, Telli Baba'ya duyduğu minnetle, Arif'in kolunu omuzuna atmasına, elini eline alıp okşamasına ses çıkarmıyordu. Dileğini yerine getiren Telli Baba'ya hürmetinden ve Arif'i çok yakışıklı bulduğundan.
        Haftaya aynı gün saat ikide, Sarıyer'de buluşmak üzere ayrıldıklarında henüz ikindi vaktiydi. Nurten, otobüsün kalkmasını beklerken tatlı düşlere dalmış, Arif ise Telli Baba yönüne giden bir dolmuşa binmişti yeniden.
        Akşam üstü Tophane semtinin bitirim kahvehanelerinden birine daldı Ayar Arif.
        -Ne o Ayar? Bugün erkencisin!
        -Tezgâhı erken topladım abi. Yüz vermedi evde kalmış, turşusu kurulası kızlar bana. Haftaya kadar başka işlere bakarız artık. Ya da otlanırız sağdan soldan. İyice kokoroz pilâkisi olduk bu günlerde.
        -Gel bir tavla atalım öyleyse.
        -Kemik de gülmez ki yüzümüze be abim. Dur, şu altılıyı oynayıp geleyim. İki çay getir ufaklık bu tarafa!
        Abi dediği, Çatalca'lı, Göçmen Rıdvan'dı.
        -Kısmet çıkmadı mı ülen bugün? Maakeme duvarı gibi suratın?
        -Abi çıktı bir kısmet ama benim gönlüm kaymadı hiç. Biraz geçkince hani. Bir keklik düşmedi ki yoluma.
        -Oğlum, nikâhına almayacaksın ya, beyaaa.
        -Öyle deme be abim. Biz de insanız yâni.
        -Senin manita nasıl, ailesine açılamadın mı daa?
        -Nasıl açılayım be abim. Cep delik, cepken delik, kalmadı bir metelik.
        Kahvehanenin ortacısı genç, iki tavşankanı çay bıraktı masaya. Eli yanağındaydı. Ağrıya ne yararı olacaksa.    
        -Ne o ufaklık, diş mi, çene mi?
        -Dişim ağrıyor Arif Abi.
        -Oğlum, ağrıyan dişi ne tutuyorsun ağzında, git çektir len. Benim gözüm ağrıyordu geçen yıl, gittim çektirdim, kurtuldum. Takmadır gözümün biri.
        Çaycı çocuk, ağzı bir karış açık, yuvarlak tepsinin halkasını parmağına takmış havada savura savura ocağa doğru gitti.          
        Üçüncü bardak çayları da içtiler. Tavlada ikisi de ikişer oyun almıştı. Bir mars, bir oyuna kalmıştı işleri. Ocaktan masalara çayları taşırken Arifleri kolluyordu genç.  Çatalcalı, bir marsla işi bitirince geldi, dikildi başlarına.
        -Arif Abi, yazık etmişsin gözüne be. Sırf ağrıyor diye gözünü çektirir mi insan? Yok muydu tedavisi, ameliyatı falan?
         Arif, şaşkın şaşkın baktı gence.
        -Lan oğlum, makaraya mı sarıyorsun beni? Nâmı almış yürümüş Ayar Arif Abi’ni?
        -Âdi oğlum sen uza biraz, dedi Çatalcalı Macır Rıdvan. ''Epten delirtecen erifi.''
        -Ülen Arif, tam da adamına çattın. Te be görmezdi bu kızancağzın gözü çocukluktan berim. Göz nakli yapılınca görmeye başladı ülen, garibim.
         -Abi, yapma ya... Tüh! Üzdüm çocuğu. Hay kafama......
         -On yedi yaşında gördü dünyasını ilk kez. Saftır o yüzden, inanır kızancık. Dolap, dümen bilmez. Senin gibi anadan gözü açık, üç kâğıtçı değil ağnayacağın.
        -Abi tamam, üç kâğıtçıyım da garibana üç kâğıt açtığımı gördün mü? Görmedin, göremezsin de.
      Çocukluğuna gitti. Rıdvan'la aynı köyde doğmuştu. Çiftçiydi babası. Küçüktü, çoraktı toprağı. Bir tanecik de inekleri vardı damda. Ortaokula başladığı yıl, babası ölüvermişti. Anası kansere yakalanmış, ameliyat için İstanbul'a, kardeşlerinin yanına gitmişti. Arif, evin erkeği oluvermişti bir anda. Kızkardeşiyle bir başlarınaydılar. Küçük kız, ne kadar çekelerse çekelesin ineğin memelerini, dört buçuk litreden fazla süt alamıyorlardı hayvandan. Oysa günlük yiyecekleri için beş litre sütün parası gerekiyordu.  Arif, her sabah bakraçtaki sütü beş litreye tamamlıyordu. Hiçbir zaman daha fazlaya değil.
        Sattığı bakkal da anlıyor olmalıydı yetim Arif'in süte su kattığını. Yüzlemiyordu. Güğüme dökmüyor, ayrı kaba boşaltıyordu onun getirdiğini.
        -Bizim üç kâğıtçılığımız, zorunluluktan be Rıdvan Abi. Vermeyince Mâbut, neylesin Mahmut?
        Kalktı Arif, Tophane'deki kahveden çıkıp Kabataş'a doğru yürüdü.  Set Üstü denilen, denizi kucaklamış varsıl apartmanlarına giden merdivenli sokaktan yukarı çıktı. Semih Bey'in arabası kaldırım kenarına park edilmişti. Otoparka bırakmak Arif'in işiydi. Kapılarının zilini çaldı.  Anahtarı aldı. Sabah patronun işe gideceği saatte geri getirmek üzere ‘mercedes’ marka siyah, pırıl pırıl arabayı çalıştırdı. Cihangir Otoparkı'na gelmeden dar bir sokak buldu. Orada arka sağ jant kapağını söktü. Döndü. Semih Bey'in zilini tekrar çaldı. Konuşma düğmesine basan Semih Bey'e haberi, üzgün bir ses tonuyla verdi.
        -Efendim, aracınızın sağ jant kapağı düşmüş.
        -Yaa? Sokaklar köstebek yuvası gibi. Olacağı buydu. Ben böyle belediyenin...!
        -Beyefendi, lüks otomobillerin parçaları da zor bulunur bu devirde. Nişantaşı Topağacı'nda bir tamirci arkadaş var, onda buluruz belki. İsterseniz bir bakıp geleyim.
        -Al aracı da git bakıver o zaman.
        -Emriniz olur.
        Kız, Firuzağa'da oturuyordu. Hemen şuracıkta. Gitti, bastı kornaya. Japone kol, çiçekli empirme, üstten iki düğme açık, sevgilisi Sebahat indi aşağıya. Çapkın çapkın baktı Arif’e, geçti yanına oturdu. Ver elini Beşiktaş. Akaretlerden sağa saptılar. Biraz ileride dükkânının demir kepenklerini indirmeye hazırlanan arkadaşını gördü Arif.
        -Bak sana ne getirdim. Pırıl pırıl hem de. Var mı sende uygun bir jant kapağı, takas edelim. Kıza çaktırmadan haaa...Yoksa, Gültepe tarafına gazlayayım mı?
        -Olmaz mı oğlum? Daha geçen hafta uğruladığın duruyor. Biraz çiziği var ama o kadar kusur kadı kızında da olur. Al bakalım. ''Kaça aldın?'' dediğinde yüz elli papel çekersin. Pahalı derse, bulduğuna şükretsin. Al geri getir.  Memlekette döviz mi var da jant kapağı getirtecekler?
        Bagajda gizlediği kapağı çıkarıp verdi Arif. Yenisini taktılar.
        Ertesi gün, kırkını arkadaşına toka ettiğinden elinde kalan yüz on papel kapak parası, yanında da bahşişiyle yüz altmış papeli vardı Arif'in.
        Gitti, Beyoğlu'ndan jilet gibi giyindi.
        Bir ay kadar sürdü sürmedi. Nurten her pazar giyindi süslendi, çıktı evden. Parklarda, deniz boylarında el ele gezdiler. Liseli gençler gibi. Arif her hafta değişik giyim kuşam, başka    başka takılar gördükçe Nurten'de, ‘’Lan oğlum Yetim Arif…’’ dedi. ‘’Çek bir ayar bu işe.’’
         -Hayatım, haftaya bugün buluştuğumuzda sana çok güzel bir şaşırtma yaşatacağım. Ömür boyu unutamayacağız o günü. Ben birkaç günlüğüne memlekete, ana babama gidip döneceğim. Onların da öğrenmesi gerek artık, gelinlerini. Sen, o akşam için çok güzel hazırlan bir tanem. Çok şık ol. Tarabya Oteli'nde yer ayırttım. Ben biraz geç kalırsam, çık odada dinlen. Senin adına ayrıldı oda.
        Üç gün sonra Nurten otelin restoranında bekliyordu. Oturdular. Geç saate kadar konuştular. Arif, aldığı arsa üzerine yapmayı planladığı evin proje taslağı diye bir kâğıt serdi ortaya.
   -Canım benim, beraber yaşayacağız bu evde. Sen de fikrini söyle. Mutfak bu köşede mi olsun? Yoksa…
        Nurten mutluluktan sarhoştu. Telli Baba dileklerini kabul etmişti çok şükür.
        Odaya çıktıklarında bir şişe de şampanya getirttiler. Devrildiler yatağa. 
        -Sevgilim, küpelerin, yüzüklerin bir yerlerime batıp duruyor, bileklerindekiler de şıngır şıngır. Çıkarıp koy çekmeceye, sabah takarsın.
        Nurten dut gibi sarhoş, küpesini çıkaramayacak durumdaydı. Arif'in yardımıyla bütün takılar çekmeceye konuldu.
        Sabah uyandığında boş çekmecede Arif'in notunu buldu.
        ''Odanın parasını ödedim. Telli Baba'ya duacıyım.''
        Hemen o akşam, Arif'in elinde kocaman bir buket çiçek, en pahalısından bir kutu çikolata, yanında Rıdvan Ağabey, Firuzağa'daki kızın kapısındaydılar.
''Abi, kızı bana verirse babası, adağım var. Vallahi Telli Baba'ya tel bağlayacağım!''
        Bastılar kahkahayı.                            Urla, Mayıs 2017
Not: Öykü, Patika Dergisi Aralık 2018/ 103. Sayıda yayımlanmıştır.



SELMA GÜZELTEPE SAĞLAMTAŞ
KIRMIZI GÜL ÖYKÜSÜ    

Küçük bahçemizde ki kırmızı gül ağacının yanındayım, Umutsuz, kırık, pişman, özlem doluyum. Kırmızı güllere bakarken tomurcukları görüyorum.
Bir ses duyuyorum, derinlerden, gelen…
-Anne, bak bu gül fidanlarını buraya dikelim.
-Olmaz kızım, güneş gelmiyor oraya gölgede kalıyor. Evin duvarı rutubet içinde.
-Olsun güneş gelir, bir tutsunlar, kırmızı kırmızı gülümserler güneşe, sonra neşeyle gülüyor.
Öyle bakma! Anne doğru söylüyorum.
-Canım kızım bak! Ellerinle diktiğin güllerin açtı, kırmızı kırmızı.       
Başım dönüyor. Anılara tutunuyorum, gözyaşları içinde acı anılarıma…
Babasından ayrılmıştım, dayağından, kumarından yokluğundan, annemin evine sığınmıştım. Dul maaşına ortak olmuştum annemin. İki kadın on yaşın da bir kız çocuğu ile, onu okutmak istiyordum, benim gibi olmasın, böyle düşünüyordum. Zorluklarla lise ikinci sınıfa kadar getirdim. Örgü örmekle okul giderlerini karşılıyordum.
Annemin karşı çıkmasına rağmen, “Benim durumum göz önünde, bana karışma!” diye karşı çıkıyordum.
Uzaktaki akrabalar bir kızımın olduğunu babasından ayrıldığımı biliyorlardı. Büyümüş güzelleşmişti, Ayşegül. Israr ettiler. Rahat edecekti. Gül gibi geçinip gidecekti kızım. Güllerin fidanlarını diktiği sene, lise üçe geçmişti. Annenesiyle hep evlilikten, konuşuyorlardı. “Üniversiteyi nasıl okursun, azıcık maaş bize yetmiyor. Ev desen üstümüze yıkılacak, rahat edersin varlıklı aile sadece senden on iki yaş büyük, dedenle aramızda on beş yaş vardı.
Yıllarca geçindik, işte böyle konuşa konuşa kızımı kandırdı.
Genç kız, giyim, takı derken mutlu, neşeyle gelin oldu. Bizden uzaklara sekiz saatlik yere gitti. İyi haberleri geldi, önceleri evde telefonu vardı. Pastaneye gidip onunla görüşebiliyorum. Her defasında kayınvalidesi telefona çıkıyor, onun gözetiminde görüşüyorduk. Ayşegül’ü çok özlüyordum. Sesini duymak az da olsa beni mutlu ediyordu.
Gelmiyorlardı, bende gidemiyordum, annem yatalak olmuştu. Ona bakıyordum. Dışarıya örgü örüyordum
Telefonla bile görüşemez olduk, her defasında bir neden uyduruyorlardı.
Canımı çok sıkıyordu bu olay, orada neler olduğunu az çok tahmin ediyordum. Elim kolum bağlı gidemiyordum. Bir gün Ayşegül’ün mektubu geldi. Mektupta, “hamileyim” Haberini veriyordu. Gözyaşı yuvarlandı, soğuk yanaklarından.
Sevindim. En güzel örgülerimi torunum için ördüm. Doğumunun haberini beklerken ölüm haberi geldi. Bebeğini düşürmüş bu nedenle canından olmuş. Dizlerimi döve döve gözyaşları içinde annemi komşuya emanet edip, gece otobüse binip gittim, sabah oradaydım. Yüzünü bile göremedim acılarla kızımın mezarına gittim. Zaman durdu. Hiçbir şeyin önemi yok artık! Dünya başıma yıkılmıştı.
Bir gece zor kaldım. Baş sağlığına gelen komşular kendi aralarında konuşurlarken duydum, Ayşegül’ü dövüyorlarmış, bebeğini düşürmüş, hastaneye bile götürmemişler. İsyan ettim, bağırdım çağırdım. Şiddet gördüm. Beddualar ettim, ama onlar apar topar beni otobüse bindirdiler. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Ağlaya ağlaya döndüm. Kader mi? Yoksa insanoğlu mu? Kötü bilemedim.
Annemi kaybettim. Yalnızım artık, günler geceler akıp geçiyor, ben sevdiklerimi çok özlüyorum. Ayşegülüm bu gülleri dikmişti, güneş ışığını güllere veriyor, kırmızı kırmızı açıyorlar. Güllere sarılıyorum, kızım diye.
Ellerim kan içinde, yüreğimde yastan kanıyor ben sağ oldukça kanayacak.


EMİNE ÇAKIR (ÖYKÜ)
ANALARLA YUNUSLAR KARANFİLLER 
              
Bursa İl Emniyet Müdürü Kemal Bayrak, boyu posu yerinde, konuşması düzgün, insani iletişimleri güçlü olan sempatik genç polis memurlarından, motorize yeni bir ekip oluşturulmuştu. Oluşturmuş olduğu bu ekibin adına o zaman "Yunuslar" ismi verildi. Yunuslar'ın kullandığı yazlık, kışlık özel giysilerin, kar maskelerinin, bellerine astıkları askılı çantalarının ve kullanmış olduğu kırmızı aksesuarların renk seçimi ve tasarımları, ekibin içindeki Suphi ve yakın arkadaşlarının emeğiyle yapılmıştı. Tasarımı yapılan giysi ve aksesuarlar her birine çok mu çok yakışmıştı.
Yunuslar, süsledikleri motorları ve içten davranışlarıyla göreve başladıkları ilk günden büyük ilgi toplamışlardı.  Diğer polis arkadaşlarına göre daha özgün bulundukları için halk tarafından çok benimsenip sevilmişlerdi. O gördükler ilgiyle Bursa sokaklarının solmayacak karanfili gibiydiler.
O ekibin çalıştığı o yaz günleri, tatlı bir akış içinde geçiyordu. O gün yine devriye görevi sonrasında, merkezdeki parkın girişinde yenice dinlenmeye durmuşlardı. Suphi de devriye ekibinin içindeydi. Masmavi gözleri, beyaz teni, ince, genç ve sempatik haliyle ekibin en dikkat çeken memuruydu. Karşıdan kendilerine doğru gelen; anası yaşındaki kadının bakışlarıyla göz göze gelince gözleri kamaştı. Kadının bakışlarından ipek gibi süzülen bir sevgi vardı. İyice yaklaştı, elini incelikle kaldırıp Suphi'nin omzuna koydu, uzunca bir süre böyle bakıştılar. Kadın;
"Benim... benim güzel oğlum, çok güzelsin çok, çok yakışıklısın, ayrıca çok tatlısın, çok yakışmışsın işine de..." derken; yumuşak sıcak eliyle önce Suphi'nin yüzünü, sonra sırtını sıvazlayıp sarılarak, kulağına yavaşça fısıldadı. "Ama oğlum, sana yakışmayan tek bir şey var sende. O da elindeki tespih. Onu kimlerin kullandığını ben söylemeyeyim, sen anla" derken yanağını öptü. "Allah sizi kötülükten korusun, Yunuslar temiz ve güzel olmalı yavrum" dedikten sonra dönüp arkasını gitti.
Suphi sessizce kalakaldı. Özlemi içinde gittikçe büyüdüğü halde, gidip göremediği annesine benzeyen o kadının ardı sıra, kaybolasıya dek uzun uzun baktı. Sonra sol elinin iki parmak arasında gizleyerek oynadığı gümüşten tespihine baktı.              
O anda; "Halkımızın gözünü, gönlünü hem görüntünüzle hem vicdanınızla doyurmanızı ve onlara yüreğinizin en sıcak yeriyle dokunmanızı istiyorum" diyen Müdürleri Kemal Bayrak'ın sözleri beyninin içinde bir kasırga gibi döndü. Birdenbire içinde bir ilmek çözüldü. "Evet haklılar" dedi. Gizleyerek oynadığı tespihine son kez hüzünle baktı ve içinin duyacağı şekilde fısıldadı; "Sen oldun, başkası olmayacak, yolumuz buraya kadarmış, bir daha yoluma çıkma." O gözü gibi koruya geldiği gümüş tespihi, uzattı arkadaşı Sedat'a; "Senin olsun. Bana gösterme."  Bir anda şaşkına uğrayan Sedat:              
"Ne oldu? Neden? Çok sever, ona dokunmama bile izin vermezdin. Sana ne oldu?" diye merakla sorduysa da hiç açıklama yapmadan "Senin olsun" dedi.
Sonra uzaklara bakıp uzun ve derin bir soluk aldı. Etrafındakilerin kendini duyup duyumsamadığını anımsamadan “Sevgi dediğin hiç durmadan büyümeli, Yunuslar da bir ananın temizliği ve güzelliği gibi yaşamalı... Evet... Evet..." dedi ve motoruna hızlı adımlarla yürüdü, şimdi karanfillerin anlamı Bursa sokaklarında daha büyülüydü...


FAHRİYE İPEKÇİOĞLU (SÖYLEŞİ)
MUZAFFER KALE İLE SÖYLEŞİSİ

Diyarbakır Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden başarılı öğrencim olan Muzaffer Kale, günümüzde tanınan değerli bir şairimiz. Oldukça da tevazu sahibidir. Bu nedenle de kuşağı içinde, gerçekte olduğundan az değerlendirilmiş bir şair. Hiçbir gruba girmemiş olmasından da kaynaklanıyor bu. Yıllardır kendi köşesinde, hiçbir oyuna kaçmadan bildiği tek dille söylüyor söyleyeceklerini ve şiir oluyor yazdıkları. Sözcükleri gündelik anlamları içinde öyle bir ustalıkla yan yana getiriyor ki şaşırtıcı imgeler oluşuyor kendiliğinden. Renklere tutkun, insanların da küçük hallerini seviyor. Yaşantısını da şehirlerde değil, ara sıra inzivaya çekildiği memleketi Milas’ın köyünde sürdürür. Bir konuşmasında “Milas, çıraklık demekti arastada, Özen Kundura’da Beşiktaşlı Yılmaz Usta’nın, Serinkanlı Cemal Usta’nın, çırağı olduğum için, lise sona kadar, kendi ayakkabımı kendim yaptığımdan, yağmurda kışta ayakkabım su almadığı için şanslı çocuklardan sayılırdım…” der çocukluğunu anımsarken.  
  Muzaffer Kale “Çiçekli Şiir Bildirisi”nde, İnsanlar önemsedikleri neyse, onu öne çıkararak yaşarlar. Niçin şiir? Gibi kocaman kocaman sormak da ondan ileri geliyor. Kimin için önemlidir şiir? Elbette şiirce düşünenler için. Kimileri şiirle kendini temize çeker. İnsanın kendi içinde bu işlemi yapması çok zor bir iş olarak görünse de çözüm bulunmuştur buna: Mutlak itaat! Mutlak itaatin olduğu yerde çiçek açamaz. “Yaşasın Efendimiz Çiçekleri” açabilir yalnızca. “Bu da hapiste açan çiçeklere benzer, insanın ayaklarını yerden keser yalnızca. Şiirde kurulan oranda dil de özgürleşir, şairde, soyut algılayış eğitildikçe, buna paralel olarak somutlama gücü de artar. Böylesi bir şiirce düşünme, insanı kendine yabancılaştırmadan önceki saf haliyle buluşturur. Şiir, yere göğe sığan bir gerçekliktir” diyor.
İzmir’de yaşadığını biliyoruz. Edip Cansever, “İnsan yaşadığı yere benzer” diyor. Son zamanlarda İzmir, yaşam ve Muzaffer Kale’nin arası nasıl peki, diye soruyorum, yanıtlıyor:
 “Bence her insanın kendine göre bir müziği varsa, her kentin de kendine özgü bir müziği var. İnsanın müziği ile kentin müziği dost olabilirler. Ben bunu yirmili yaşlarda gittiğim sokaklarında başka bir dilin konuşulduğu, büyüleyici kent Diyarbakır’da da bulmuştum. Meydanlarında, pazar yerlerinde, binlerce yıllık şehrin arka yüzünde dolaşırken de daha önceleri orada yaşamışım gibi bir duyguya kapılmıştım. Bu başka bir duygu, bir tür yabancı olmama hali. Bu fotoğrafta şiir, yüzünü gösterip çekiyor işte. Bu duygu beni yirmi yıl yaşattı Diyarbakır’da. Kentin müziği ile benim müziğim arkadaşlığını çok ilerletti. Bu arada güneyde, kuzeyde, doğu ve batıda başka kentlerin müziğini de dinledim. Hepsinden farklı tatlar aldım. Aynı derecede, müziğimle çocukluğumdan beri yakından ilgilenen İzmir’de yaşamaya karar verdim. Öyle gerekti. Yaslı karanın içinden geldim. Bu iki kentin dışında bir yerde uzun süre yaşayabileceğimi sanmıyorum.
Niçin şiir yazıyorsun? sorumu şöyle yanıtlıyor:
Niye şiir yazıyorum? Veysel Çolak’ın yönettiği bir edebiyat etkinliğinde, niye şiirle uğraştığımı şöyle açıklamıştım: Şiirin bir tamamlanma isteğinden doğduğu belli; fakat şiir gibi çok katmanlı bir yoğunlaşmayı nedensellik olarak tek bir seçeneğe bağlamak, ortaya çıkan sonucun yalınkat kalmasını da beraberinde getirecektir. İnsan kendini değişen şartlar altında psikolojik, toplumsal örüntülerle seçikleşmiş bir değişik gerçeklik şeklinde algılayabildiğinde bu yapısal birikintinin eksikliğiyle karşılaşır. Eksik olunan yerde bilinmeyenin olmasından doğal ne olabilir. Şiir de tümüyle bilinen, açıklanabilen bağlamlar üzerinde işleyen bir yapı olmaktan oldukça uzaktır. İnsanın “öteki”sini görmesi, önce bu eksikliği görebilmesine bağlıdır. İnsan kendini öteki olanla tamamlar. Ayrıca şiir, dilin özgüvenidir. Özgüven önemlidir. Şiir denen çok eylemliliğin birey olma serüvenini tamamladığını, insana dayanıklılık kazandırdığını düşündüğüm için şiir yazıyor ve okuyorum. En azından nedenlerin başında gelenler bunlar.
Muzaffer Kale şiiri, toplumsal sorumluluğuna rağmen, kuşağı birçok şairin düştüğü” toplumcu gerçekçiliğin” şiirinden uzaklaşan; slogancı, toplumsal mesaja şiirin kurban edildiği hataya düşmeyip şiirsel ağırlığını ve toplumculuğunu hep korudu. O, Nazım’ın “Çocuklar güneşe koşun-Güneşin zaptı yakın” anlayışının şairleri şiirden uzaklaştırdığı dönemde, şiiri amaç edinerek “Çocuklar güneşten ölüyorlar” demiştir. Kale de “Şiir biçim ve öz itibariyle yeni bir hayat projesini, yeni bir dille yapmadıkça devrimci olamaz. Şiir, eşitlik, özgürlük gibi kavramları, bağırarak, acı edebiyatı yaparak devrimci görevini yerine getiremez. Şiir, ancak şiir olarak ilerici görevini yerine getirebilir.” diyor.
Sevgili Kale, seni hep O.Rıfat, S.K.Aksal (kısmen İkinci Yeninin anlamı daha çok gözeten şairleri) gibi şairlere yakın görüyor edebiyatçılar. Soylu, ince, bağırmayan; ama toplumsal duyarlık taşıyan bir şair olarak tanınıyorsunuz. Türk şiiri içindeki yerinizi tanımlar mısınız?
Sayın Hocam, Sevdiğim şairlerle ve duyarlılıkla beni ilişkilendirerek beni onurlandırdınız, teşekkür ederim. Aslında Türkiye’deki günümüz şairlerinin bir İkinci Yenisi vardır. Benimki Şeyh Galip’e kadar gider. Bu bir yöntem meselesi. Toplumsal bir duyarlık taşımayan şiirden de bir şey anlamam mümkün değil. Bugün şiir çalışan herkes, yalnızca, şiir geleneğiyle ilişkilendirilerek ilgi sınırları daraltılamaz kanısındayım.
Başka söylemek istedikleriniz varsa, eklemenizi isterim.
Şiir konusunda çok şey söylenebilir. Kendileri için şiir yazdığımı sandığım, tanıdığım, tanımadığım bütün şiir dostlarına buradan sevgi ve selamlarımı yolluyorum. Söyleşi için de teşekkür ederim sayın hocam.
Ben teşekkür ederim sevgili öğrencim. Sevgi ve barış dolu bir ortamda başarılarının devamını dilerim.

MUZAFFER KALE
RÜZGARIN TAPINAĞINDA

Acının saati tıkır tıkır işlemekte bu topraklarda
Ayağa kalkmış ateş, kum
Ve ince sızıları kemiklerin
Ayışığı yağıyor ağıtların üstüne

Papatya! Gözyaşı mıydı senin asıl adın
Beyaz bir hüzünle
Ülkenin gözpınarlarında.

Süt sağıcı kadın! Senin asıl adın neydi
Üstüne gökyüzü düşmüş yaralı papatya

Rüzgârın Tapınağı’na geldim.
Bu aslında uzun bir geçmiş.  Dicle’nin kenarında
Unutulmuş bir sazı kumlarından temizledim

Akdeniz’in mavi masalıyla büyüdüm ben.
Tersanelerde gemi büyütüp, denizlere uçururdum eskiden

Böyle bir hüzünle
Baş başa kalmamıştım hiç!



CANAN GÜRTUNCA SANLI
ŞAİRİN GÜNLÜĞÜ (ÖYKÜ)
Ayvalık şiir kokuyor; evleri, sokakları, insanları, kedileri, köpekleri… Hepsi ayrı bir dünya. Öyle anlar oluyor ki her şey iç içe yaşanıyor acı, tatlı, hüzün bir arada…
Mahalle kültürü insanlar ve hayvanlarla birlikte yaşanır kasabalarda. Ayvalık bu bakımdan özeldir. Tarih öncesinden kalma sokakları, evleriyle, açık hava müzesi niteliğindedir adeta. Ayvalık sokaklarını gezerken tarihi ve o eski dokuları yaşarsınız büyük bir hazla. Ayvalıklıyım şanslıyım bu bakımdan. Ayvalık sokaklarında, evlerinde öyküler bitmez. Çok renklidir. Hele eski anılara bir uzanırsak, mübadele günlerine örneğin; ne şiirler çıkar o güzel insanlardan, mahallelerden her biri ayrı beste olur şarkılarla günümüze kadar…
‘Ayvalık anlatılmaz, yaşanır.’ Bu deyiş Ayvalık’ la özdeşleşmiştir artık. Slogana dönüşmüştür.  İkinci kuşak Midilli mübadil çocuğu olarak Ayvalık’ta doğdum. Çocukluğumdan, gençliğimden bu yaşıma kadar acı, tatlı anılarla yaşadığım evim, mahallem çok özeldir, güzeldir benim için. Mahallenin en eskilerinden biriyim. Anılarla sarmaş dolaş yaşıyorum. Benden başka iki aile daha var mahallenin eskilerinden. Diğerleri mahallenin yenileri. Yaşam devir devir yinelenir... 
Evlendikten sonra, Ayvalık’ta sürekli yaşamamakla beraber ara sıra İzmir- Karşıyaka’dan Ayvalık’a geliyoruz eşimle birlikte. Eşim de Ayvalıklı. O da Ayvalık mahalle kültürü ile büyüyenlerden. O gün yine Ayvalık’a gelmiştik. Akşam üzeriydi. Mayıs havasının ilk günleri. Hava mis. Denizin kokuları evimizde. Karşıdaki ağaçlarda toplanan kargaların seslerinin uğultusu balkonda. Ressamın çizgilerinde, renklerinde yaşanıyor akşamın kızıllığı an ve an doğanın içselliğinde…
Eve gelmenin mutluluğunun yanında uğraşlar, düzenlemelerle zaman geçerken, yan bahçelerden kedi miyavlama sesleri de aralıksız sürüp gidiyordu. Alışıla gelen sesler olduğu için o akşam fazla önemsemedim, önemsemedik. Sabahleyin bitişiğimizdeki bahçeden gelen kedinin sesi dikkatimizi çekti. Pencereden aşağıdaki evin bahçesine baktığımızda küçücük yavru bir kedinin bahçe betonlarında miyavladığını gördük. Canımız çok sıkıldı, çok üzüldük. Kimsesiz yavru bir kedi. Sürekli miyavlamaktaydı. Bahçeli evde kimse oturmuyor. Sahibi başka yerlerde. Çare sahibini bulmaktı bir an önce.
Uğraşlarımızın sonunda sahibini bulmakta gecikmedik. Bahçenin anahtarını alarak o küçücük yavru kediyi evimize aldık. Ona süt verip okşayarak bütün gün ve bir gece boyunca onu beslemeye uyutmaya çalıştık. İki gün misafirimiz oldu. Sonra o da ne! Yine bir ses yan bahçeden kedi miyavlama sesi. Pencereden baktık bir yavru daha ve yanında annesi. Vay canına! Çok şaşırdık ve sevindik. İsmini Şair koyduğumuz yavru kimsesiz değil. Annesi ve kardeşi yan bahçede. O onlardan nasıl ayrılmış bilemedik, çok ilginç! Oysa biz Şair’i veterinere götürmeyi planlıyorduk. Zira henüz gözleri açılmamıştı yavrunun. Nasıl bakacağımızı bilemiyorduk. Bir yardım almamız gerekiyordu. Neyse sorun halloldu diye düşündük. Şair’i alıp annesi ve kardeşinin yanına getirdik. Onlara güzelce yumuşak bir zemin hazırladık. Anneye sütü bereketli olsun diye beslenmesine özen göstermeye çalıştık, çaba sarf ettik. Ancak neler olduğu anlaşılmaz bir biçimde anne yavrularını emzirmekten kaçıyordu resmen. O olgun bir anne değildi, çok gençti ama anneydi. Doğanın gereğini yapması gerekiyordu. Ancak anne aklı havalarda, devamlı başka mekanlarda. Bütün bir gece yavrular yalnız. Anne kokusundan mahrum, açlıkları caba sürekli miyavlıyorlar. Anneleri yanlarına gelince açlıklarını bile fark etmiyor huzur içinde uyuyorlardı anne kokusuyla. Biz ne yapacağımızı bilemez halde elimizden geleni yapıyor devamlı ilgileniyor, annenin enerjisini yavrularına vermesini sağlamaya çalışıyorduk. Bu uğraşlar beş gün sürdü annenin bir görünüp, bir kaybolmasıyla... Beşinci gün yine bahçeye yiyecek getirdiğimizde, anne yine yavrularının yanında değildi, maalesef bizim Şair’in gücü tükenmiş sesi çıkmıyordu. Kardeşi de kesik kesik miyavlayıp duruyor, yumuşak zeminin üzerinden sıyrılmış, betonların üzerinde dolaşmaya çalışıyordu. Usulca onları tekrar yumuşak zeminin üzerine koyduk. Hazırladığımız sütü ağızlarına vermeye çalıştık. Bir süre yanlarında durarak onlara güç verdik. Bahçe onlar için emin bir yerdi. Dışarıdan gelen bir tehlike yoktu. Ancak annelerinin yokluğu onlar için bir felaketti. Bir süre sonra yanlarından ayrıldık. Bir saat sonra pencereden onlara baktığımızda annenin gelmiş olduğunu ve yumuşak zeminde kurulduğunu gördük. Yavrularınla ilgilenmiyor hatta yumuşak zeminde kendisi oturuyor yavrular betonun üzerinde miyavlıyorlardı. Canım çok sıkıldı hemen bahçeye indim. ‘’Sen burada ne yaptığının farkında mısın’’ dedim. Bana boş gözlerle bakıyordu. Hemen iki yavruyu onun yanına koydum. İlgilenmesini sağlamaya çalıştım. Şair’in gücü tükenmiş, yine de anne kokusunu almaya çalışıyordu. Kardeşinin miyavlaması kesilmişti anne kokusuyla rahatlamıştı. Anne kayıtsız öylece kıpırdamadan duruyor, yavrularına yabancı gözlerle bakıyordu. Sanki dinlenmeye çekilmiş bir hali vardı...
Gece olduğunda kesik kesik miyavlamalar duyduk sadece. Ertesi günü bahçeye indiğimizde yine anne kedi yoktu yavrularının yanında. Şair’in gücü bitmiş, maalesef yaşama veda etmişti. Oysa onun güçlü olduğunu düşünmüştük. Bu kadar çabuk pes etmesine çok üzüldük. Şair’i defnettik. Kardeşi yalnız kaldı. O da yaşamak için gayretliydi. Ona da aynı özeni gösterdik ama anne bizim gösterdiğimiz özeni yine gösteremedi.
Şair’in kardeşi de iki gece boyunca sesini duyuramadı annesine. Onlar çok küçüktü, çok güçsüzdü henüz gözleri bile açılmamıştı. Kendilerinin ne olduğunu, nerede olduklarının bilememenin acizliğiyle, sadece anne kokusuna, anne sütüne, sevgiye ihtiyaç duyuyorlardı. Ve sekizinci günün sabahı Şair’in kardeşi de yaşama veda etti. Anne yavrularını heba etti. Böyle olmasını istemezdi sanırım. Hangi anne bile bile yavrularını ölüme terk eder. O çok genç yavru bir kediydi.
Yavrularını bakacak yaşta olmadığı için miydi, annelik duygusunu mu bilmiyordu. Bunu çözemedik bilemedik. Şaşılacak olan durum, doğası gereğini yapmamış, yapamamıştı. Böyle bir rastlantıyla karşılaşmak bizi hem çok üzdü hem de çok şaşırttı. Uğraşlarımızın sonunda yavruları yaşatamamak, mutlu sona ulaşamamak çok üzücüydü.
Aradan iki gün geçti. Bizim anne kedi ağlayarak miyavlıyordu, yavrularını arıyordu. Pencereden göz göze geldik. Soran gözlerle bakıyordu ‘yavrularım nerede’ der gibiydi!  20.05.2018


MUSTAFA TURAY 
DEFOLU BİR YAŞAM
Kalabalık tüm şehre akıyor, trafik ve sonu gelmeyen binalar. O sesler, o yüzler, çiçekçiler, polisler, simitçiler, bunalımlı liseli kızlar; dudaklarında mutlaka kırmızı ruju olan, perçemli, mavi-siyah düz saçlar. Sokağa dökülüp, bazen ağlaşan ama genelde hırçın hırçın etrafa bakan kızlar. Sonra saçlarının etrafını kazıtan oğlanlar. Konuşma şekilleri, ses tonları nereye gitmiş? Neyin aynılığı bu? Bir de kel kafalı ve uzun sakallı adamlar. Ağızlarını yayarak çıkardıkları o garip seslerle iletişim kuran kızlı erkekli diğer türler. Suratsız, topuzlu, sarı saçlı, topuklu ayakkabılı ve gözlüklü kadınlar, memur adamların siyah çantaları, parlak siyah ayakkabılar ve jöleli saçlar. Ve şehre benzeyen seyyar satıcılar. Sıkılıyorum; üniversite öğrencilerine af için açılan imza stantlarından birinde. İmzalıyorum, mesleği; işsiz. Bazen kendimi bir şey sanmak istediğimde ki bu zamanla bir savunma mekanizması haline geldi. İşsiz imzasını atarken, bir biat kuşağı yazarının edasıyla davranıyorum. Önemliyim, işsizim ve önemliymişim gibi davranıyorum. Öyle olmadığımı biliyorum ama öyle davranmak hoşuma gidiyor. Belki de bir memur olsaydım Orhan Veli ve Kafka ile bağ kuracaktım, sigarayı tutuşum başkalaşacak, sesim değişecekti, ‘’memurum’’ derken.
İşsizliğin verdiği eziklikten kurtulmak niyetiyle gazetelerin ilan sayfalarının sağladığı bir algıda seçicilikle, o çirkin binalardan birinin bilmem kaç no'lu dairesinde buluveriyorum kendimi. Herkes iş bulmak istiyor. Kendimi geçindirme zorunluluğum var. Hak veriyorlar ve hemen piyasayı, işverenlerin acımasızlığını anlatıyorlar. Bir anda tüm patronlar Marksist oluyor ve "Yemek parası ve yol parası, ne dersin?" diyorlar. Bense gözümün içine bakılarak söylenen bu sözlerin netliğinden ve kendine has güveninden etkilenerek öylece bakakalıyorum. Dondurduğum bir filmde, dikkat etme zorunluluğumun olduğunu düşündüğüm aktörün tek bakışı ya da gülüşü gibi donduruyorum bakışlarımı. O ses yinelenerek beynimde yankılanıyor. Süre uzarsa kendi kendime "iyiyim" diyorum. Birden kendimi dışarı atıveriyorum. Nefes almak istiyorum ama yürüme devamlılığım ilanlara bağlı. Bundan nefret ediyorum. Umut etmek ve inancımı kaybetmemek istiyorum. Kabul ama belirsizliklerden de korkuyorum, hem de çok korkuyorum.
Bilmediğim bir şehirde, bilmediğim bir dilde ve bilmediğim insanların ortasında duruyor gibiyim. Etrafa bakınıyorum; hangi yöne gitmeliyim der gibi. Önüm o kadar açık ki o sınırsızlıktan korkuyorum. Korkularım artık beni ürkütüyor. Hiçbir şeyin kolay olmayacağını biliyorum. İş görüşmeleri için gidilen her odanın girişinde "Bu kez olacak" diyorum hislerime güvenerek. Her çıkışta kendime yenildiğimi görüyorum. Hayatta o kadar hayret verici şeylerle karşılaşıyor ki insan, bir an filmlerin, romanların en fantastik karakterlerin bile ne kadar olağan olduğunu görüyor. Hayattaki bu olağanlık hayallerimizi de tüketir hale getiriyor. Bu hayatta ne kadar özne, ne kadar nesneydik? Özne olmayı geçtim de nesne bile olamadığım bu hayatta kafamın içinde hep türlü sorular yankılanır oldu.
Hayata seyirci olmakla katılmak nerede başlayıp nerede bitiyordu? Bir gün defosuz bir insan olup kalabalığa akacak mıydım?
Günün sonuna vardığında ne kadar uğraşırsan uğraş, herkes ve her şey tarafından nasıl da sıkı sıkıya kuşatılmış olduğunu anlıyorsun. Bir yolu yok gibi hissediyorsun. Biliyorsun hiçbiri sana ait değil. Hiçbir şeyin senin olmadığını gördüğünde çareler aramaya başlıyorsun; kendi küçük barınağını yaratmak için. Bazen kısa bir çiş molasında, sigaran ve klozetle baş başa kaldığında, o tuvalet senin sıcak, gizli yerin olabiliyor. Kalabalığın içinde bir süper market işte orası da barınağın oluyor, gözler fark etmiyor. Yatağında her yerini kapadığın örtün de güvenli yerin olabiliyor. Bazen de kendinin güvende olduğunu hissetmek kendini anlamaktan geçiyor. Anlamak için de kâğıdı kalemi eline alıp yazmak gerekiyor. Sadece kendini anlamak değil yazmak; dışarısında kaldığın yaşamın insanlarını da anlamana yardımcı oluyor.
İnsanları ve daha çok kendimi anlamak için yazmaya başladığım o anda, hayatı inişli-çıkışlı bir borsaya benzettiğim günleri anımsıyorum. Şimdi iki dudak arasındaki harflerin bir araya gelmesinden ibaret olmayan bir gerçekliğin sarmalındayım. Alyuvarlarımın hayatın kan dolaşımında attığını hissettiğim an başlayan bir gerçeklikte. Ve ben o gerçeklikten nefret ediyorum. "Bir yer yok mu?" diye için için ağlayıp yakaranlar kervanında ağızdan öylece atılmış bir sövgü gibiyim. Benim susuşumsa o kadar temelli değil. Bazen aptallık gibi geliyor. Peki, hangi akla karşılık? Sabrın gücüne ve erdemine inanmak istiyorum. Bana yeniden zeytin dalı uzat cesaret!

ŞİİRLER

CAN YÜCEL
AKDENİZ YARAŞIYOR SANA

Akdeniz yaraşıyor sana
Yıldızlar terler ya sen de terliyorsun
Aynı ıslak pırıltı burun kanatlarında
Hiç dinmiyor motorların gürültüsü
Köpekler havlıyor uzaktan
Demin bir çocuk ağladı
Fatmanım cumbadan çarşaf silkiyor yine
Ali dumdum anasına sövüyor saatlerdir
Denizi tokmaklıyor balıkçılar
Bu sesler işte sessizliğini büyüten toprak
O sesinin sardunyalar gibi konuşkan sessizliği
Hayatta yattık dün gece
Üstümüzde meltem
Kekik kokuyor ellerim hala
Senle yatmadım sanki
Dağları dolaştım
Ben senden öğrendim deniz yazmayı
Elimden düşmüyor mavi kalem
Bir tirandil çıkar gibi sefere
Okula gidiyor öğretmenim
Ben de ardından açılıyorum
Bir poyraz çizip deftere
Bir ada var sırf ebabil
Dönüyor dönüyor başımda
Senle yaşadığım günler
Gümüş bir çevre oldu ömrüm
Değince güneşine
Neden sonra buldum o kaçakçı mağarasını
Gözlerim kamaşınca senden
Ölüm belki sularından kaçırdığım
O loş suda yıkanmaktır
Durdukça yosundan yeşil
Kulaç attıkça mavi
Ben düzde sanırdım yıkıntım
Örenim alkolik asarım
Mutun doruğundaymışım meğer
Senle çıkınca anladım
Eski Yunan atları var hani
Yeleleri bükümlü
Gün inerken de öyle
Ağaçtan izdüşümleriyle
Yürüyor Balan tepeleri
Yürüyor bölük bölük can
Toplu bir güzelliğe doğru


BERTOLT BRECHT
BİZDEN SONRA DOĞANLARA
I
Gerçekten, karanlık günlerde yaşıyorum!
Doğru söz delilik. Düz alın
Kanıtı vurdumduymazın. Gülen ki
Korkunç haberi
Henüz almamış.
Ne günlere kaldık, ki
Neredeyse suçtur ağaç üzerine bir konuşma
İçerir çünkü susmayı bunca kötülük üstüne!
Orda ağırdan caddeyi geçen
Erişilmez mi dara düşen
Arkadaşları için?
Doğrudur: geçimimi sağlıyorum daha
Ama inanın: bu bir rastlantı yalnız. Yaptığım
Hiçbir iş doyma hakkını vermiyor bana.
Rasgele korunmuşum. (Talihim dönüverse. Yokum.)
Bana diyorlar: ye iç! Bak keyfine!
Nasıl yer içerim, kaparsam
Yiyeceğimi bir açın elinden ve
Bardaktaki suyum bir susuzda yoksa?
Ve yiyip içiyorum gene de.
İsterdim bilge olmak.
Eski kitaplarda yazılı nedir bilge
Kavga dışı kalmak dünyada ve kısa yaşamını
Korkusuz geçirmek
Zora başvurmadan edebilmek
Kötülüğe iyilikle karşılık vermek
İsteklerine ermeyip, unutmak
İşi bilgenin.
Yapamam bütün bunları:
Gerçekten, karanlık günlerde yaşıyorum!
II
Şehre geldim bozuk düzen günlerde
Açıklık sürerken.
İnsan arasına karıştım ayaklanmada
Ve onlarla birlikte öfkelendim.
Böyle geçti zamanım
Yeryüzünde.
Yemeğimi yedim iki savaş arası
Katillerin arasında yattım
Sevgiye saygısız
Ve doğaya sabırsız baktım.
Böyle geçti zamanım
Yeryüzünde
Her yol batağa çıkardı benim zamanımda.
Dilim durmaz ele verirdi beni.
Elimden gelen azdı. Ama hükmedenler
Daha rahat olurdu bensiz, buydu umudum.
Böyle geçti zamanım
Yeryüzünde.
Gücüm azdı. Hedef
Uzak mı uzak.
Apaçık belliydi, benim ulaşmam
Mümkün değildiyse de.
Böyle geçti zamanım
Yeryüzünde.
III
Siz, siz ki çıkacaksınız
Battığımız tufandan
Düşünün
Eksiklerimizden söz ederken
Karanlık çağı da
Sizin kurtulduğunuz.
Gittiydik, ayakkabıdan çok ülke değiştirip
Sınıf savaşları arasından, umarsız
Yalnız haksızlık var da baş kaldırma yoktuysa.
Biliyoruz oysa:
Alçaklıktan nefret bile
Çarpıtır çizgileri
Haksızlığa öfke bile
Kısar sesi. Ah, biz
Hazırlamak isterken dostluk yolunu
Dost olamadık kendimiz.
Siz ama, o gün gelince
İnsanın insana el uzattığı
Anın bizi
Hoşgörüyle.
...
O gün mavi eylül ayında
Sessiz körpe bir erik ağacı altında
Tuttum onu, sessiz beyaz aşkı
Kolumda kutsal bir düş gibi.
Ve üstümüzde güzel yaz göğünde
Bir bulut vardı, çoktan gördüğüm
Çok beyazdı ve çok yukarılarda
Ve başımı kaldırıp baktığımda, değildi orda.
O günden beri birçok, birçok aylar
Geçti sessiz aşağı kaydılar
Yok oldu o bütün erik ağaçları
Ve bana sorarsan aşk n'oldu diye
Sana derim ki: hatırlayamıyorum
Ama gene de, inan ki, biliyorum ne demek
istediğini.
Ama gene de gerçekten hatırlamıyorum onun
yüzünü.
Yalnız: o zamanlar öpmüştüm onu, biliyorum.
Ve bu öpücüğü de çoktan unutmuş olurdum
O bulut olmasaydı orada
Onu bugün de hatırlıyorum ve hep hatırlayacağım
Çok beyazdı ve yukarılardan geliyordu
Erik ağaçları belki çiçek açıyordur gene de
Ve o kadının belki de şimdi yedi çocuğu olmuştur
Ama o bulut yalnız birkaç dakika için açtı
Ve yukarı baktığımda, rüzgârda kayboluyordu
bile.


ECE AYHAN
MEÇHUL ÖĞRENCİ ANITI

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek


SENNUR SEZER
AKŞAM TÜRKÜSÜ

Kimse öldüremez bu boşunalık duygusunu
Soğan doğra kıyma koy ateşi kıs
Ateşi kıs pirinçler diri kalsın
Salçalı pilavlar votkalar kahkahalar

Ödemez arkadaşsızlığımı
Zor günler yaşadım
Utanmam anmaktan
Çirkindim yoksuldum arkadaşsızdım
Kocaman sözler iri göğüsler hantallıktı simgem
Utanmam
Ama akşamları
Bu boşunalık duygusu kapıyı çalmadan
Usulca ilişiverir yanıma
Çocuğu giydir parklara çık
İşten dönenleri gözle
Köfte güzel olmuş saçın yakışmış
Orhan ağbi ölmüş... Artık yazmıyor musun?
Kirazlar aldandı
Ben aldanmadım
Ayşeyi büyüttüm
Büyüttüm öfkemi... arkadaşsızlığı
Çirkinliği
Hadi saçlarını kes ninniler söyle:
Kızımın da adı Ayşe
Yiğit atılır ateşe
Bu ışık böyle büyüsün
İş düşmez bir gün güneşe
Hadi çamaşırları yıka ölülere ağla
Ninni söyle:
Kızımın da adı Bengi
Dünyaya saldığım türkü
Sular aktıkça durulur
Bozuk yapılar yıkılır
Çürür sarı yaprak gibi

Hadi kendini yen hadi kendini


OFELYA
Yıldızların uyuduğu, sessiz, kara
Dalgalarda Ofelya iri bir zambak,
Yüzüyor duvaklı, uzanmış sulara...
-Avcı borularının ezgisinde bak.

Bin yıl geçti, Ofelya yine üzgün,
Uzun sularda kefen gibi akıyor.
Bin yıldır, gündüz gece, deli gönlünün
Hüznünü meltem yellerine döküyor.

Açıp sularda salınan tüllerini
Beyaz göğüslerini öpüyor rüzgar,
Söğütler eğmiş omzuna dallarını
Ağlıyor. Uykulu alnında kamışlar.

Yöresinde üzgün nilüferler bazan
Dağıtıyor Ofelya kızılağacın uykusunu,
Bir kanat vuruşuyla dallar yuvadan
-Salıyor yıldızların altın şarkısını.

Sen ey solgun Ofelya, kar gibi güzel!
Sulara gelin oldun ergen çağlarda!
-Çünkü Norveç doruklarında esen yel
Acı özgürlüğün tadını öğretti sana:

Savuran bir soluk gür perçemlerini
Büyüyordu düşlerinin akışında;
Dinliyordun doğanın ezgilerini
Ağacın, gecelerin yakınışında;

Çünkü boğuk sesi çılgın denizlerin
O tatlı, çocuk göğsüne vuruyordu;
Bir nisan sabahı, yorgun bir atlı senin
Dizlerinde sessizce oturuyordu!

Gök! Aşk! Özgürlük! Bu nasıl düş Deli Kız!
Güneş vuran kar gibi eriyip gittin;
Konuşma, sus! Seviyi bizlere dilsiz
O mavi gözlerinle çoktan öğrettin!

-Ve diyor ki Ozan: Aydın gecelerde
Ofelyam çiçekler devşiriyorsun;
Hep böyle yüz, ak gelinliğinle suda
Dalgalar beşiğini sallayıp dursun.
15 Mayıs 1870 Çeviren:Erdoğan Alkan


SUSTURUN ŞARKILARDA
AĞLAYAN KEMANLARI

1.
Dönüp arkama baktım ki
o çocuk
hala söğüt dalından atına binmiş
Karpuz atanın
tozlu yollarında
şarkılar söyleyip
koşturmaktan yorulmuş
gibi.

Mevsimlerden
ilk bahar aylardan nisan
mendilinde bir avuç kar
Deliklitepe’ den
yokuş aşağı
nefes nefese koşarken
ceplerinden
Çiğdemler dökülmüş
gibi.

Kurtuluş mahallesindeki
Merkez ilkokulunda
beyaz yakalı siyah önlükle
yıl sonu karnesinde
bütün dersleri pekiyi
sevinçten ağlamış
gibi.

2.
Ey sevgili
otuz dokuz derece aşk ateşinde
kavrulan yüreğim
zangır zangır titreyen bedenim
adını sayıklıyor
gibiyim.

Ey sevgili
içimi ısıtan
o gülüşün sanki
senin için
aşka dair yazdığım şiirim
aylık edebiyat dergisinde
yayınlanmış
gibiyim.

Ey sevgili
mevsimlerden sonbahar
aylardan kasım
seninle el ele
kavaklıkta gazel tepelerken
mutlu günlerin hayalini
kurmuş
gibiyim.
20 Kasım.2019

AYŞE YETİŞEN
HİÇBİR ŞEYİM

Gel hiçbir şeyim ol benim
Bakışlarımızda hissedelim
Ellerimizin sıcaklığını
Dokunmadan sevelim

Gel hiçbir şeyim ol benim
Bir deniz kenarında
Çayımızı yudumlarken
Seyredelim güneşin batışını
Biz olmaktan bahsetmeyelim

Gel hiçbir şeyim ol benim
Sevgi sözcükleri söylemeden
Kalp atışlarımızı hissedelim
Sen bana sahip olma
Ben sana mahkûm olmayayım

Gel hiçbir şeyim ol benim
Hiç anlatmayalım geçmişi
Hiç bahsetmeyelim gelecekten
Anı yaşayalım

Sen yeter ki gel
Hiçbir şeyim ol benim
Ayrılık olmasın lügatımızda
Bir ayrılığı daha kaldıramaz yüreğim
Şiirim ol sen benim


FEYYAZ KADRİ GÜL
SÜREM

Var olmaya çabalarken
bu ne kadar zulüm böyle

Günü bulguladığımızı sanarak
ölüme yakın olmak

Görünmez olduğum yerde
güneşin saygınlığı sürse bari



FİLİZ KALKIŞIM ÇOLAK
SENİN AYDINLIĞINDA
salında gel
halhalından gelin püskülü saçaklanan yarim
bakışlarının ıslak
bana deli bana mavi vuslatından…
kirpiklerinin aya dokunuşlarından
damlasın ahlarıma çiyi yıldızların
allansın uçuğunda sızıma banan kanatları
günbatımının
titresin eşiğinde denizin şafak
yansın hareler
eteği düşsün kıvrımlarından
mürverlere yıkansın baldırlar
ah! Dudağı kirazlım
kozasında sevişmelere ipek salgılayanım
polenciklerinde çapkın arıcıkların
mayıslara aşılananım
 esmeden çayırlara ayvacıklar gel
tutuşsun areolasında çisecikleri öpüşlerin
 zarından tene yırtılsın rüzgarlar
yansın çillerinde kızıla kaçışlar
kehribar taneler üflensin kaşlara
tüttürsün budaklarında tanyeli
başaklansın koyunda tepeciklerine lavantalar
ırmaklar aksın gel
çatlasın gizlerinde gıdıklanışı kestaneciklerin
sulansın derinliklerine böğürtlenler

ah! Şekerlerinde karamelleştiğim
cam kuşaklı sabahlığına yakamozların
düşlere iliştirdiğim

mayalansın iyot içen mahzende
şaraba yakutlar gel!

günaha dursun kabuğunda
ışığından boşalan vakitler...


GÜLŞEN ERSAN 
PARODİ YAŞAMAK
        
Sizi tanımadan önceydi
okul sevincine saklı aşklardan şiir
devrimlerimizden ders çıkarır
kızlı erkekli gün ışığına kardeş
karışırdık denizlere
bulutlardan pamuk düşler
türkülerle şarkılarla
aydan aydınlık
gecelerdik gün be gün
 

Öğrendik ki
ölmek için gelmişiz bu dünyaya
sevişmeden yok yere çalışmaya
aykırı bilsek de  işittiklerimizden
her gün bitimine yanmak yerine
bir yeni şarkıyla başlamalı yeniden
"Her şey çok güzel olacak!.."


Umut dediğin bir kuyu ağzı gök
çocuk başına kır çiçeği sevinçler
düşle gerçek arasında
Parodi yaşamak!


HASAN ÇAPİK
ŞİİR BARİKATTIR, KUMANDAN!

panoramik tavanlı dünya
kumandası, kumanda edende!
açılıyor arada
sanmayın oksijen veya gökyüzü için
bombalar atılsın diye işaretli yerlere
herkes şansına bu guernica tablosunda
içerdekiler de ilginç suçlarken birbirlerini
eşitlenir herşey yukardan inen kavramlarla
sayın kumandan, yüzünüz pek kızarmış
karın neşesinden, uyanmazlığından ezilenlerin
haklısınız elbette, tarih ilerliyor tekerrürle
ama diyalektik de var sayın kumandan
tavana desen düşündüğünüz zamanda
çatırdatırım tanrısallığınızı bir şiirle!


BİR EYLÜL HÜZNÜ YAŞIYORUM BİR LEYLA

yağmur yağmayı unuttu
yüzü gülmez anılarımın…
güneş alabora oldu
bir çocuk ölse ölüyorum
Nuh’un gemisi gibi gönlüm…
öksüz kaldı hayallerim
yarınlarım saralı
g/itme
k/al!

saçlarımı okşayan rüzgâr durdu
karardı güllerim!
bir Eylül hüznü yaşıyorum
bir Leyla…
insanlık öldü
geceler yasta
ben kayıp şehir
g/itme
k/al!

hayat damarlarım tıkalı
başucumda endişeli yıldızlar!
ölmek kaçış
yaşamak azap
g/itme
k/al!


KERİM BİRLİK
YÜREĞİNİ GÜNEŞE ÇIKAR

Dinsin öfke yağmurların
Kibir ırmakların kurusun
Erisin içindeki tüm buzlar
Yüreğini güneşe çıkar biraz
Bitsin bu kasırga bitsin bu ayaz

Nefret rüzgarları esmesin artık
Gök kuşağı doğsun gözlerinde
Lale karanfille küsmesin artık
Yüreğini güneşe çıkar biraz
Seninde vicdanın ısınsın bu yaz

Umut çiçekleri kırağı çalmasın
Düşmesin toprağa fidelerimiz
Bükülmesin menekşelerin boynu
Yüreğini güneşe çıkar biraz
Bahçende güller açsın kırmızı beyaz
27. 04.2019 Ankara


NERMİN AKKAN
VARDI HİÇTİ

Anam ırgat,
Anam çiftçi,
Anam vardı, ama hiçti.
Anam dilsiz,
Anam köle,
Dertleri gelmez dile.
Anam karasaban,
Anam yaba,
Anam bir çift boyunduruk.
Tepesinde yumruk,
Sağnak sağnak buyruk.
Anam bel, çapa, kazma
Gözlerindeki kan çanağından yazma sarmış eğik başa,
Direği kırılmış burnunda hızma
Gökgürültüsü yoğunluğunda
Azma kadın azma
Emeği boş, emeği hor, hayatı zor
Çocukla çocuk anam
Hâlâ sabi
Hâlâ bebe
Benle beraber anam
Dünyanın tüm çocuklarına gebe.


NESRİN AYDIN
YALANCI

Biliyorum, yalanlarından kendin de nefret ediyorsun,
Kendin de, kızıyorsun kendine ihanetlerin için,
Herkesten yabancısın aynada baktığın yüze,
Yamıyorsun yüreğini, herkesten kopardığın bir parça kederle…
Parmağın başkalarını işaret etse de,
Yalnızlıktan korkan sensin ölesiye…
Uğur getirmiyor sabahları yüzünü yıkayan güneş,
Ölgün düşlerini süpürmüyor kapından rüzgâr…
Gece saklayamıyor utançlarını.
Üstelik, geçmiyor göğsünden hançerlediğin zaman…
Söylesene;
Melek mi, şeytan mı gülerken yüzünde beliren adam?
Sinmiş üstüne mahşerden savrulan o meşum duman.
İçin rahat olsun,
Çıktım gönlünün kilit tutmayan kapısından,
Köprülerimi yıktım gözlerinin karasına uzanan…
Bir daha görmeyeceksin yüzümü…
Duymayacaksın bir daha,
Altında uyuduğumuz kavaklar sustu şarkılarını,
Güvercin ölüsüyle yıkandı baharlar.
Soğudu bardaktaki çayımız,
Arafa savruldu merhabalar…
İyileşmedi;
Kan kokusu yayıyor okşadığın yaralar...
Yasaksın, yasaklısın kendine bile...
Yalancısın daha da kötüsü.
Hüzünler biriktiriyorsun gözlerinde aşka tuzak…
Koşarken bir kalpten diğerine,
Terk etmenin ateşiyle ısınıyorsun,
Geride kalanları cehennemine atarak,
Bembeyaz alınlarına karalar çalarak...
Maskeleri sevmediğini söylüyorsun,
Her çeşidini yüzüne takarak…
Asıyorsun gülüşlerimi gurbete,
Ah !
Sende inandığım ne varsa dağlayarak...
Biliyorum,
Yanılmadım kimsede sende yanıldığım kadar
Ve kimsede yorulmadım, sende yorulduğum kadar…
İnsaf !
Yusuf ile Züleyha'da bile mutlu son var...
Kim haklı, kim haksız artık ne önemi var?
Adı suskunluk olan keskin bir uçurumsun yar…


NURULLAH ALTUN
TOHUM

Koyu nemli bir toprağın altındayım
Zifiri karanlıklar
Amansız kışların ayazında
Uğultusu fırtınaların
Karlar üzerinde yürüyen sesleri ayakların…
Ben nefes bile alamazken
Tonlarca toprak üstümde

Ne de az dostum var burada
Birkaç çiyan, birkaç böcek yalnızca
Yutmak isteğiyle yanıma sokulan.
Ya çürümek tohumken daha,
Görememek gün ışığını bir daha?

Bir yol olmalı
Küçük bir yarık, ince bir sızıntı
Çıkarmalı başımı derinliklerden dışarı
Sürgün vermek
Doğrulmak dimdik gövdemin üzerinde
Dönmek yüzümü parıldayan güneşe
Açmak kollarımı olabildiğince uzaklara
Ve sunmak benzersiz güzelliğimi yaşama

Özlüyorum zerrelerimle, ruhumla
Rüzgârın fısıltısını, baharın kokusunu

Hasretleri bir yana bırakarak
Kucaklayacağım ayı, yıldızları, sonsuzluğu
Bütün hazları özümde toplayarak.


OĞUZ BATIN
İNSAN


Beş dakikalık bir zevk sonucunda aktığımız hayatta,
Beşiğimizi tıngırdatıp yüklemeye çalıştığımız anlamda,
O kadar saf o kadar temiz ve berrak sularda,
İnsan...
Kıçımıza bir hemşirenin vurmasıyla ilk ağlayışlarımızın,
Masumiyeti gider zaman su gibi aktığında,
Ağlar bir dediği hemen olmayınca,
İnsan...
Kâh evin önünde kah eve yakın parklarda,
Tanışıp kaynaşır masumca komşunun çocuklarınla,
Oynanan ilk oyunlarında öğrenir oyun oynamayı hayata,
İnsan...
Anne kucağından düşer ilim ocağına,
Ağlamasıyla ana yüreği nöbettedir okulda,
Kaynaşırsa arkadaşlarınla ilk satışı anasına,
İnsan...
Bir filozoftan farkı yoktur sorgulamakta,
Sorularının sayısı artar zamanla,
Karşı cinsle ilk iletişiminde dikkati farklılıklarda,
İnsan...
Soruları azalır zihni dolmaya başladıkça,
Karnı toktur artık öcü diye korkutmalara,
Sever, kendini bulur peri masallarında,
İnsan...
Sever, aşkın ne olduğunu tanımlayamasa da,
Girer, çıkmak istemez peri masallarından,
İlk ihanettir! İhanet anne ya da babaya,
İnsan...
Anne kucağı baba ocağı anlamsızlaştığında,
Aşk koyulaşıp meşk sohbeti attığında,
İlk tecrübedir! Aşka ve arkadaşlığa,
İnsan...
Soruları çoğalır zaman aktıkça,
Sormaz önceki gibi anne ya da babaya,
Sorduğu soruları zihindedir ve cevabı da,
İnsan...
Sorulu cevaplı hayata hazırlanmakta,
İşiyle aşkıyla denemeler yapmakta,
Kâh canı yanmakta kâh can yakmakta,
İnsan...
Bitmez soruları bitmez sorunları hayata atıldığında,
Bir başka soru bir başka sorunla karşı karşıya,
Evliliğimi nasıl yürütürüm, nasıl çocuğumu büyütürüm layıkıyla,
İnsan...
Değişen rollerde farklı hayat sahnesinin karşısında,
Yaşantılarından edindiği donanımlarla,
Oynar üzerine düşen rolleri layıkıyla,
İnsan...
İçindeki çocuğu öldürüp mezara koyduğu zamanda,
Vermiştir kendi ellerinle ağlayarak toprağa,
Anne ve babadan kalmıştır bir kuru hatıra,
İnsan...
Yine rol değişimiyle karşı karşıya,
Soran değil cevaplayandır saçına karlar yağdığında,
Mazisini konuşturan,
İnsan...
Döker gözyaşlarını masasından eksilen arkadaşlarının arkasından,
Döker kalp yaslarını hayat arkadaşının elvedasıyla,
Tek başına kalan,
İnsan...
Muhtaç kalır evladının bakımına,
Çeker kahır el kızı ya da el oğlundan,
Fedakarlığından susan,
İnsan...
İsmimizin kulağımıza fısıldanıp okunan ezan,
Duyulduğu gün bütün herkes tarafından,
Ağlayan değil olur ağlanan,
İnsan...
Arkasından ardına bıraktıkları ile bırakılan,
Bir hiç uğruna başlanan kavgalardan,
Kemikler sızlatan,
İnsan...
Der ki "Sadece bu dünyaya nefes almaya gelmişim."
Der ki "Keşke paradan ziyade size insanlık verip öğretseydim."


MEHMET FARUK HABİBOĞLU
YOK

Ben bu kentin yalnızlar meydanında
Bir bankta bir başıma
Oturup seni anarım her gün
Her günüm bin bir telaş içinde
Sensizliğin, yoksunluğun
Gönlümü bir türlü alıştıramadığım
Yorgun telaşı.

Ben bu kentin bütün sokaklarında
Seni hiç bulamadım
Bütün caddelerinde bu kentin
Dolaşır ve adını sayıklarım
Çehreler yabancı
Sesler yabancı
Vitrinlerin camlarında
Senin yüzün aksetmiyor
Duyduğum şarkılar sensizliğe merhem olmuyor.

Hiç bir şiir kifayet etmiyor yokluğuna
İçim dolandıkça sessizliğe
Senin o Leyla makamındaki yüzün doğuyor
Uzaklarda güneş diye
Ben nutku tutulmuş bülbül misali
Ölüyorum böyle.

Ne ses veriyorsun ne geliyorsun
Sensizliği bir ben biliyorum bir de dokuduğum şiirler
Yoksa yarasaların çığlığı mı kulağımı tırmalıyor, yırtıyor
Yoksa benim sürgünüm mü bu köhne şehirler
Yoksa
Yoksun işte!

Güvercinler taşırım sol cebimde
Çok uzak bir denizden kopup gelmiş bir gemiyim
Ben kayalara vurmuş kırık bir yelkenli
Senin o her renk gözlerine salarım
Kanadı kırık güvercinleri
Ve oturup her gece
Ağlarım.

Ben bu renksiz, soysuz kentte
Arenaya atılmış bir köleyim
Sokaklarda gölgenin izleri, Kaldırımlarda adının yankısı
İsterim ki koynunda öleyim
Çalsa bütün barlarda gençliğimin şarkısı
Ve sadece sen dinlesen
Ben seni dinlesem rüyalarımda.

Diliyorum
Hayal ediyorum işte.
23.09.2018 Gebze


TEFERRUAT


Gecenin telaşı apış arama sıkışmış / köz yürek
Dans ediyor ayaklarımın altında kuş masalı / Spinoza
Titrek uçlu sakız külbastı, terzi dikişi astarsız
Boy aynasında vampiri gitmiş, yampirisi kalmış / “çıplak kral”
Mor kelebekler sonsuz çığlığa uçuşur
Benim kelebeğim cebimde uçmadan durur
Örtünür kefenler sessiz, dil sürçmesi sırasını bekler.
Destursuz gecenin siftahında.
Korkarak alır yarım kalmış arzuyu
Atar bir gözünü yitirmiş kuyuya
Ağlar, günahlarını döker taşsız eteklerine
Bende sabahın olmasını beklerim
Ama olmaz sabah


ÖZGE SÖNMEZ
KİMSESİZ BİR EFLATUN


yalnızlık inatçı bir böğürtlen lekesi dişinde
ne söylesen dilin kimsesiz bir eflatun
suyla sıcacık konuşurken yıldızlar
ellerin eskimiş tren rayları gibi soğuk ve yorgun
yüz yıllar öncesi, bin yıllar, milyon yıllar
tanrı defterinin bomboş ve parlak olduğu o zamansız zamanlar
otlar vardı bilir misin
çiçek olma düşüyle titreyen
çiçekler vardı
tek hayali ulu bir çınara varmak
ve beklemek yorgunu ağaçlar vardı
rüyası, gölgesini de alıp bir suya karışmak

şimdi ölüm bekliyor görünmez bir bekçi gibi eşikte
biz seninle birdir bir oynuyoruz
kahkahalarımız umarsız
kederlendirmiyor bizi hiçbir yangın
küçüğüz, serçeyiz, minnacığız
ellerimiz yetişmiyor büyük hüzünlere
ayaklarımız yere değmiyor
büyük geliyor annemizin terlikleri
hayat boyumuzun ölçüsünü alana kadar
üstümüz başımız neşe

sonra birden umut sarıyor yeni günü
ışıldayan berrak bir su gibi yürüyor içimize güneş
yokuşları çıkıyoruz yine nefes nefese
ceplerimizden taşıyor yoksulluk
direncimiz anasız bir çocuğun alnında yükselen ateş
kavuruyoruz kimsesizliğimizi
tellere dizilmiş kuşlar
birden bire uçup bakıyorlar gökyüzü yerinde mi
usulca salınıyor yine üstümüzde mavi, oh ne iyi, ne iyi
varsın karşıdan sırıtsın bize yalnızlık ve ölüm, biliyoruz
biz koşarak denizde taş sektirmeye gidiyoruz



SAVAŞ KARADUMAN
YALNIZLIK

Akşamüstü, alaca karanlık ve ben
Gecenin bir yarısı, içime işleyen soğuk ve ben
Sabahın kör vakti, derin sessizlik ve ben

Sudan çıkmış balık gibi çırpınan deniz,
İyot, yosun, havada yağmur kokusu, derin mavilik ve ben
Gökte bulut,
Bulutta ha düştü ha düşecek ağırlaşan yağmur tanesi ve ben
Islak sokak,
Sokakta sırılsıklam kedi, çocukların gürültüsü ve ben

Dağlarda bahar, dallarda yaprak,
Tepemizde sarı sıcak güneş, çiçekler ve ben

Bir adam ve bir kadın birbirini özleyen
Aşkın hüzün halleri, uzun uzadıya bir uzaklık, hasretlik ve ben
İçerde, zindanda ıssız bir mahkûm
Dışarda, gökyüzünde kaçak bir yıldız/ peşinde ay ışığı
Peşinde -ışık hızında uçan- çelik kanatlı kuşlar
Issız mahkûm, tüysüz-tüneksiz kuşlar, kaçak yıldız, ay ışığı ve ben

Yokluk, yoksulluk
Çöpten ekmek toplayan kadın ve çocuk
Utancımı yüzüme vuran sokak lambası ve ben
Derin bir ah!
Aşktan dilenen aman/ nehir gibi akıp geçen zaman
Çocukluğum, gençliğim, şiirlerim ve ben          

İyi ki ben varmışım 
Ben olmasam onlarda hepten yalnızmış meğer…
Mayıs-Kasım 2019


TAN DOĞAN
KURU KUYU


ben de taş sektirdim göl’de tam üç kez
doğmuş olmanın bin bir ‘ad’ı var
seksek oynayan kız ‘yarın’ını düşlemez
un serilmez atlanılacak ip’e
çivi’yle çamur eşen tetanos olur
örgülü saçlıları nedense sevemedim
çingene arkadaşlarım yuttu misketlerimi
saklambaç  köşe kapmaca  yakan top  tamam
yağ satarım-bal satarım eksik yanım kaldı
ben de harf sektirdim ruh’ta yirmi dokuz kez
kamburumdur birdirbir  “bir-’ki-üç tıp” lâl hâlim
hep sınıfta kalmak istedim  gün geldi kaldım
taralı saçlılara nedense sevemedim
ebeler-sobeler ‘hayat’mış meğer
üç taş  beş taş  dokuz taş  yaman mı yaman
“aç kapıyı bezirgânbaşı”  aman
anamla aşık attım  nenemle çelik-çomak  babamla babamla… babam âh babam
limonlu saçlıları nedense sevemedim
mahalle arkadaşlarım unuttu beni
ben de top sektirdim çöl’de tam bin kez
seksek oynayan kız ‘geçmiş’ini düşünmez
hep sokakta kalmak istedim  gün geldi kaldım
çingene arkadaşlarıma helâl-i hoş olsun
un serilmez koparılacak ip’e
çivi’yle hamur açan aç-susuz kalır
kıvırcık saçlıları ‘sâhi’ bilip sevdim
ebeler-sobeler ‘yalan’mış meğer
ölmüş olmanın bir tek ‘ad’ı var
mutsuzluğum çocukluğumdan kalmadır









TAN DOĞAN
Ü Ç   D E R T

Dik

söz dilenmez düş
kara-kalın hayat
çöl istiyor su
gözyaşı yalanı insanın
acı kanatır  gök duymaz
“ten neden diken sever” diyor ter
gülmez gül’ün tarihi
zehir istiyor sefîl
hayat suratsız  ölüm sûretsiz
“küf(r)üm güzel” diyor yeşil yel
ne aş diler onur ne de aşk
 kamburunu sıvazlıyor el
*
Birden

yoksun kış lâl
göz kırpar ömre ölüm
hayat nef(e)se avuntu
kim sırtlar ‘acı’yı
gönlün gücü yok yalana
ruh sıkışmasıdır can
daha ten var daha ter var yanık
şeytandan bilinmez kâbûs
gece kuş gece kış gece kar
yâr dedim sustum
**
‘aşk’tan sonra

‘aşk’ varken bir şey yoktu
gayrı kan ve kir
zehirdir nef(e)se zaman
dil  ağzın suçlusu
ham dudak gam: öpüşmek harâm ––––sevişmek meğer
‘aşk’ varken yoktu cehennem
ölmek mâşûka farz



YALÇIN ULUKAYA
DEĞERLİ Mİ HOŞ, YOKSA IŞILTI BOŞU PARLATIR MI?
*
paketi pastadan daha mı hoştur
*
elbise mi bedene göre edilir
bedene göre mi elbise olur
*
evlenmek mi değerli olan
yoksa aşk mı, tadı mı eşin
*
iyilik doğrulukla mı seçildi aşar
var olana benzemiş mi bunlar
*
zaten anlattığın yeter söyle ağıra
sözün ağırı yapılana perde koyar
*
tabutun törenin duanın ışıltısı
ölümü ölüyü boşu parlatır mı
*
zeus"tan önemli miydi kurbanları


YAŞAR ÖZMEN
ÖĞRENECEK ÇOK ŞEY VAR


Öğrenecek çok şey var be ustam
Öğrenecek çok şey var nasırlı ellerden
Kuralım ortaya dilden dile bir sofra
Dökelim artıları, eksileri
Var gitsin, üstümüze sarmayalım
Memleketime abanmış gamı kederi.
Derinden bir özlem kokusu
Sürelim gözlerimizin dolgun yerlerine
Bırakalım sözcük sürüsünü şairlere
Yaşamanın dibine panayır kursunlar
Biz bu akşamüstü
Karanfilli bir neşe kuralım
Bir yanda kavun, diğer yanda tarator
Sonra iki kadehlik aşk has komşumuz
Bir de aslan pazarı, üzerinde palmiyeler olsun

Öğrenecek çok şey var birbirimizden
Oturalım dize diz, sağlı solu
Değelim gökyüzüne parmak uçlarımızla
Kursun özgürlük saçaklı otağını
Biraz tebessüm çağıralım yeryüzüne
Yanında acısı olsun, hani tuzu biberi…
Düşleyelim özlediğimiz günleri
Gelmeyecekse ayağımıza kendiliğinden
Biz varalım çizmelerimizle

Öğrenecek çok şey var acılarımızdan
Her acıdan bir şehir kurar gibi
Şöyle bir masa kuralım
Adı memleketim, üstünde gökyüzü olsun
Yeryüzü bir yana çekilsin, acılar kabına
Büyüdükçe uyumayı öğrenir gibi
Şehvetimiz Şahmeran’a masal olsun.

Sal sürüleri, var pusuya ustam
Çekilecek çok acılar var, avcılarımızdan… 
Temmuz 2019




ÜMRAN EROL
AĞUSTOS BÖCEĞİ

Ağustos Böceği derdin ne?
Saatlerdir susmadın.
Karınca bilmiyor, saz çalmıyorsun
Sesinin tınısında neşe yok,
Çığlık çığlık ağlıyorsun,

Bak bu uç uç böceği,
Al al küpeli kiraz, şu ağaç,
Umut satar kelebeğin kanat renkleri,

Anlat bize haydi.
Sesindeki acılı yankıların nedenini.

La Fontaine seni yanlış anlatmış,
Sonra pişman olmuştur belki.
Anlat bize derdini
Gitme karıncaya, borç isteme
Öteki çocuklar da tembel bilmesin seni...

                              22.06.2019




Şiir Sarnıcı Ocak Şubat Mart Sayısı arka kapak (Tasarım Yaşar Özmen) 


4 yorum:

  1. Dopdolu bir dergi. Kanayan yaralarımıza parmak basılmış. hayatın içinden..

    YanıtlaSil
  2. Yazıları ,öyküleri ,şiirleriyle bizden, içimizden arkadaşlar.Onlardan çok şey öğreneceğim.Şiir sarnıcının içinde buluşmak güzel...

    YanıtlaSil
  3. Hatice Altunay,"güzel günlerden söz edemediği için üzgün olduğunu"yazmış.GÜZEL GÜNLER OLACAK.Siz burada yazıyorsanız,bir çok kadın yönetim basamaklarındaysa tünelin sonundaki ışığa yakınız.Sevgilerimle.
    Kırmızı Gülün Öyküsü içimi kanatırken seni kutluyorum arkadaşım.

    YanıtlaSil
  4. Bu çok şaşırtıcı bir tanıklık, hepinizin Kiriji aşk büyüsüne teşekkür etmede bana katılmanızı istiyorum, çünkü kendisi gerçekten de onun sözlerinin bir adamı. Yıllardır kalbim kırıldı, bana yaklaşan her erkek beni hiç ciddiye almadı, beni her zamanki gibi hayal kırıklığına uğratan adamla son deneyimimden sonra, sorunumu bitirmek için bir çözüm aramaya başladım sonra işteki meslektaşım tanıttı benden Büyük Kiriji aşk büyüsü Temple'a gittim, sonra e-posta adresi aracılığıyla onunla iletişime geçtim; kirijilovespell@gmail.com, bana cevap vermeden önce birkaç gün sürdü ve cevapladığında, manevi esaretten kurtulmadan önce ne yapmam gerektiği konusunda talimat aldım, söylediği her şeyi yaptım ve bugün kocamla mutluyum. Beni sebepsiz yere terk eden adam 3 gün içinde bana döndü, ayrıca meslektaşımın boşandıklarında kocasını geri getirmesine yardım etti. Bu onun iletişim bilgileridir; kirijilovespell@gmail.com veya ona whatsapp numarasından hala ulaşabilirsiniz: +2349020168697

    YanıtlaSil