30 Kasım 2019 Cumartesi

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Aralık 2019, Sayı:2

Yaşar Özmen, şiir, öykü, siirsarnici@gmail.com

DERGİ ÇIKIŞ BİLDİRİSİ
Neden “Şiir Sarnıcı”? Su nasıl yaşamın doğuş-oluş-işleyişinde temel bileşense, sanat da düşünsel dünyanın bir bileşenidir, çarpanıdır bana göre. Yaşam kaynaklarını özenle biriktirmek ve kullanmak gerekiyorsa, değişim dönüşüm ve gelişimi sağlamak için yeni baştan anlamlandırılan söz değerlerini ve ona yön veren bilgi birikimini de öyle biriktirmek ve dağıtmak gerekir. Şiirse sanatın dolayısıyla birikimimizin özüdür; biriktirmek ve sunmak gerekmez mi?
Şiir Sarnıcı; kültürel ve sanatsal değerler ile sanat bilgisi doğrultusunda; insanın yaşamsal değerlerine hizmet eden etkenleri göz önünde tutarak; çağdaş sanat anlayışı çerçevesinde yaşama ışık olmayı hedefleyen aylık bir “e-dergi” (sayısal dergi)’dir. Ulaşım, dağıtım ve pazarlama kaygısı yoktur; sanatsal ve emeğe dayalıdır. Bilgisunar ortamında yayınlanır; ayrıca basılı dergi bütünlüğünde PDF dosya olarak, kişisel e-posta ve sosyal medya kanallarından paylaşıma açıktır.
Sanatseverlerin görüş, yorum ve eserlerinin; yayınlanması, eserlerinin en kolay ve en kısa zamanda okura ulaştırılması maksadıyla bilgi sunar ortamında günümüz bilişim sistemlerinin olanaklarıyla oluşturulmuştur.  
Dergimiz; “Sanatın temel hedefi; sevme duygusu ve yaşam tutkusunu güçlendirerek aklın evrim sürecini hızlandırmaktır”, düşüncesinden yola çıkar; yaşama, insana, varoluşa ve çağa estetik değer katmak ister.
Ayrıştırılmış, öğretilmiş ve kategorize edilmiş kalıpları yırtarak; sınırsız, çağdaş ve bilgiye dayalı şiir/sanat evrenine eşlik etmektir amacı. En önemli özelliği; insan, emek ve sanat temellidir; çıkar, yarar ve kâr amacı gütmez.
Maksadı, ünlü-ünsüz ayrımı, kayırmacılık, kotarmacılık yapmaksızın sanat değeri olan eserlerin okur ve izleyicisiyle en kolay yoldan iletişime geçmesini sağlamaktır. Özellikle gençler ve olanak bulamamış sanatseverler için, kendini tanıtabilecekleri tarafsız bir ortam oluşturmaktır.
 Günümüz iletişim teknolojileri gereği, gençlerin yolculukta, kuyrukta veya arkadaşını beklerken bir dokunmayla sanat bilgisine/şiire/öyküye ulaşmasını sağlamak; sanatsal ve farkındalıklı bir dünya görüşünü güçlendirmesine katkıda bulunmaktır.                    
Dil sanatlarının bütünü ilgi alanı olmakla birlikte, derginin ağırlık merkezi “şiir sanatı”dır. Bilindiği gibi şiir sanatı bütün sanatların temelinde yer alan ve hepsinin özelliklerini içeren bir varlık yapısına sahiptir. Başka bir söyleyişle, sanat biliminin içerdiği her konu bu derginin ilgi alanıdır. (Sanat felsefesi, Sanat ruh bilimi, Sanat toplum bilimi ve Estetik bilimi)        
Henüz dergi yayın ve eser seçici kurulu oluşturulamadı. Bu kurul oluşturuluncaya kadar yayına girecek yazıların niteliği hakkında ben karar vereceğim. Gönüllülük esasına göre yayın ve eser seçici kurulunda görev almak isteyenler benimle iletişim kurabilirler. Bildiğiniz gibi Türkçe dünyanın pek çok yerinde konuşulan bir dildir. Ayrıca şu anda okuduğunuz sayfalara, yüz dört dilde dünyanın her yerinden sayısal olarak ulaşılabilmektedir. Bu nedenle diğer ülkelerden yazın bilgisi iyi olan ve dergi temsilciliği sorumluluğunu üstlenebilecek isteklileri beklemektedir.
Sanat ve yazın bilimi konusunda altyapı sahibi yazarlarımızı/şairlerimizi tasarlanan beş kişilik yayın seçici kurulunda görmek istiyoruz. Ayrıca il bazında dergi temsilcilikleri olmasını planlıyoruz. Hedef ve maksadımızı benimseyen yazar ve şairlerimizin gönüllülük esasına göre il bazında temsilcilik sorumluluğuna ve yayın seçici kurulunda istekli olmaları durumunda iletişim kurmalarını arzu ediyoruz.
Ayrıca derginin uluslararası düzeyde tanıtımı, paylaşımı ve yayınlanacak eser iş birliğini yapmak üzere başta Türkçenin akraba dillerini konuşan ülkeler olmak üzere her ülkeden dergi temsilcilikleri oluşturmak istiyoruz. Bu konuda istekli ve sanat bilgi düzeyi iyi olan sanatçıların başvurularını bekliyoruz. 
Şiir veya öykü, deneme gibi yazılarda, imleme ve yazın kurallarına, dilin temizliğine ve Türkçe sözcük kullanımı konusuna özen gösteriyoruz. İmleme ve yazım yanlışları belli bir oranın üzerinde olan metinler değerlendirmeye alınmayacağını anımsatmak isteriz.
Elektronik posta ile gelen iletiler, yazarın “Onay”ı kabul edilir; gönderilen eserin altında başka bir ad belirtilmediyse kendisine ait demektir. Yazıların ve eserlerin sorumluluğu yazarına aittir.
YAYIN İLKELERİMİZ:
Ayrıştırılmış, öğretilmiş ve sınıflandırılmış kalıpları yırtarak; sınırsız, çağdaş ve nitelikli şiir/sanat evrenine eşlik etmek amacıyla;
 Yazarın/şairin; kimliği, aidiyeti, deneyimi, anlayışı ve görüşü ne olursa olsun; terör, şiddet ve propaganda ile dinsel tebliğ içermeyen şiiri, yazısı ve yorumu e-dergide yer alabilir.          
Sanat bilimi ölçütlerine göre sanatsal ve estetik değer taşıyan her eser; tutarlılık, bağdaşıklık ve bütünlük sağlayan her yazı dergide yer alabilir.
 Yazı ve şiirler; dergi, gazete veya bilgi sunar ortamında daha önce yayınlanmış olabilir; iyi, temiz ve geliştirici bilgi/yorum veya estetik değere sahipse e-dergide yeniden yayınlanabilir. Ancak;
-Dilsel şiddet, ideolojik ve dinsel dayatma-tebliğ içeren; misyonerlik, terör ve şiddet yönelimli; kişiyi hedef alarak yazınsal eleştiri mantığını aşan yazı-şiir-yorumlar,           
-Değinmece, değişmece, sapma, bağdaştırma… gibi şiir tekniğini içermeyen-şiir niteliği taşımayan betikler; bunlar yanında, imge içermeyen ve okurda imgelem yaratma yeteneği olmayan sığ şiirler,
-Estetik değer, dolayısıyla sanat değeri taşıdığına kanaat getiremediğimiz betikler. Şiir ve yazın dilinin gerektirdiği ayrıntıları karşılamayan betikler,
-Özgün ve gönderen yazara ait olmayan şiir, inceleme ve yazılar,  
-Sanatsal görünüşü dışında bilimsel gerçeklikle uyuşmayan düşünce yazıları,     
YAYINLANMAZ.
İyi eser ve yazılar diğerlerine göre yayın önceliğine sahiptir. 
Yaşar ÖZMEN, Şiir Sarnıcı Yöneticisi



All to Whom Consern
Starting from the science of art, we started publishing the magazine Art and Literature ŞİİR SARNICI (Poetry Cistern, e-magazine), which can be translated into one hundred and four languages ​​around the world, and in December 2019, the second issue is launched. Our magazine address: siirsarnici-e-dergi.blogspot.com Contact, writing and work forwarding address: siirsarnici@gmail.com It is published on the internet and shared as a PDF file on special communication channels and social media.
Our aim is to bring together young people and world humanity with artistic values, to provide them with qualified artistic knowledge and to strengthen their aesthetic concerns with the idea that “art is a universal phenomenon”. In the meantime, to bring together art lovers on a platform.
Our goal is to become an internationally qualified literary magazine and to announce the works of our artists to the world, especially to our country. Apart from labor, a system without economic expectation and cost was designed.
For this purpose; You can contribute to the magazine by submitting works that have artistic and aesthetic value (such as poetry, story, essay, examination / research writing, criticism and memory…). We are waiting for the contributions of our well-known writers, poets, critics and amateur professional art-loving friends with their works.
We would like to see our writers/poets who have a background in art and literature science on the five-person publication selector committee. We are also planning to have magazine representatives on provincial basis. We wish our writers and poets who adopt our goals and aims to communicate on provincial basis on the basis of voluntariness and if they are willing in the editorial committee of the publication.
In addition, we would like to establish e-magazine representatives from all countries, especially those who speak Turkish related languages, in order to promote, share and collaborate on the international level of the magazine. We are waiting for the applications of artists who are willing and have a good knowledge of art.
Note: Our magazine is carried out on a voluntary basis without any cost; it is non-profit and economic.

Dergi İl temsilcilikleri;
Maksadımız, derginin daha fazla okura ulaşması ve yetkin, güvenilir sanatsal bir yazın ortamının oluşturulmasıdır. Bu maksatla il temsilciliklerimiz aşağıdaki konuları göz önünde bulundurarak çalışmalarını yürütürler.
İl bazında sanatçılara (yazar ve şairler) ulaşarak derginin tanıtımı,
İlde bulunan yazar ve şairlere özel iletişim kanallarından derginin gönderilmesi,
İldeki yazar ve şairlerin eserlerinin dergide yer alması için teşvik ve iş birliği yaparak yönlendirilmesi,
Değer olduğu ancak eserlerini kamuoyuna ulaştıramayan genç yazar ve şairlerin tanıtımı için dergide yer almasının koordinesi,
Daha fazla okura ulaşması ve nitelikli bir dergi olması için çalışma ve teklifte bulunmaları beklentimizdir. Saygılarımla… 

Yurt dışı Dergi Temsilcilikleri;
“Sanat; barış ve kardeşliğe giden yolda en etkin rehberdir.” düşüncesinden hareketle, ülke sanatçılarının eserlerini uluslararası dolaşıma sokmak, birbirleriyle tanıştırmak ve insanlık bazında ilişkileri geliştirmek maksadıyla, ülke dergi temsilciliklerinden;
Derginin internet ortamında tanıtımını ve dağıtımını
Ülkesine ait yayınlanacak eserler hakkında yetkinlik ve uygunluk kontrolünü
Dergi ve sanatçılar arasında iletişim, iş birliği ve koordineyi sağlamasını
Diller arası çevirilerde danışmanlık yapmasını
Daha fazla okura ulaşma çalışmalarına katılmasını
Ülkesinin yazar ve şairlerini dünya yazar ve şairleri ile tanıştırmak için çalışmasını
Ülkesinin yazar ve şairlerinin eserlerinin yayınlanması için teşvik ve kolaylık sağlamasını bekliyoruz.
Bu konularda katkı sağlamak isteyen sanatseverlerin başvurusunu bekliyoruz. Saygılarla…

Other Country Magazine Representations;

       In our opinion,"Art; is the most effective guide on the road to peace and brotherhood.
Fort his reason, in order to introduce the works of the artists of the country to the international circulation, to introduce each other and to develop relations on the basis of humanity; our expectation from other country magazine representatives;
Promotion and distribution of the magazine on the internet
Responsibility for competence and conformity control
Ensuring communication, cooperation and coordination between magazines and artists
Counseling in interlingual translations
Participate in efforts to reach more readers
To introduce the writers and poets of his country to the world writers and poets.
We would like to encourage and facilitate the publication of the works of the writers and poets of his country.
We are waiting for the application of art lovers who want to contribute to these issues. Sincerely…
ŞİİR SARNICI



Handan Tan
Anadolu Halk Bilimleri Akademisi
Yaşar Kemal Öykü Ödülü 2’ncisi-Eylül 2019
NİNNİLERİ KİM SÖYLER
   Buraların toprağı killi olur. Rüzgârın havalandırdığı toz, konduğu her yeri, her şeyi kendi rengine boyardı. Yol kenarındaki çalılar ve çakırdikenler, yağmurlar başlayıp da sığırcık sürülerinin ovaya konduğu vakte dek öylece kalır. Dağlardan yaya inenler, yolun sonunda topraktan karılmış devinen birer yontu gibi görülürlerdi. Sonra bulutlar boşalır, kır çiçekleri filizlenir. Mevsim yeşerirdi.
  Çetin kış günlerinde nerede kışlar, bilinmezdi. Bundan gayrı her mevsim, yürürdü, yaşlı kadın. Kuraklıkta, sırtındaki urba da yol kenarındaki çalılar gibi bozarmış olur; göğün rahmeti toprağa indiğinde ıslanarak, başındaki beyaz örtüsü beline dek sarkmış, yürürdü.
Düze indiğinde tarlalara giden kadınları taşıyan traktörler görürdü. Kadınlar traktör kasasında karşılıklı sıralara yan yana oturmuş olurlardı. Gölgesini yanına alıp kenarda beklerdi.  Ucu iyice aşınmış, boyu da kendi boyu gibi gitgide kısalmış bastonunu havaya kaldırıp, geçenleri selâmlardı.
Yazın traktörün kaldırdığı sarımtırak toz daha çalılara konmadan nine, gölgesini ardında sürükleyerek giderdi. Uzaktan bakanlar rüzgârın önünde oradan oraya uçuşan beyaz bir kâğıt parçası gördüklerini sanabilirlerdi. Başındaki beyaz tülbentten ötesi, tozdu.
Köye yaklaşıp da asfalt yola çıktığında gölgesi kısalır, adımlarının altında kalırdı. Koyu selvilerin hışırtılı serinliği, yol üstündeki mezarlığa çekerdi nineyi. Hayrat çeşmesinde bir yazı vardı, okuyamazdı kim yaptırmış. Urbasına sinen tozu silkelerdi önce. Sonra zincire vurulmuş maşrapayı doldururdu. Yüzünü, boynunu yıkayıp kana kana su içer, ellerini Yaradan’a kaldırıp hayrat sahibi için dua ederdi. Bir önceki köyden ayrılırken, kadınların aceleyle sarıp çıkınına koyduklarını duvarın üstüne açar, yerdi. Biraz çökelek, birkaç zeytin tanesi, yeterdi.
Neden sonra, dinlenmiş bedenini alıp tekrar yola çıkardı. Köye vardığında gölgesi önüne düşer, gideceği evi ona gösterirdi. Alçak yapılı evlerin avluları ıpıssız, sokakları köpeksiz olurdu. Meydana yakın evlerin önlerinde, ellerindeki topaçlar gibi renkli giyimli çocuklar oynardı. Nineyi görünce sevinçle el çırparlardı.
-Pomak Hoca Ninesi gelmiş!
Nine, bastonunu gölgesine vura vura ilerler, köy halkına göre, herhangi bir avlu kapısında dururdu. Bu kapı onun için herhangi bir kapı mıydı, bilinmez. Köye her gelişinde başka kapılarda durur, o evde konaklardı.
Kendisiyle birlikte kapıya ulaşan çocuklar kilidin ipini çeker, kapıyı aralarlar; nine, gacırdayarak açılan, etekleri çürümüş kapıdan avluya girerdi. Kaçışan tavukların ve horozun sesine, köpeğin kuyruk sallayarak dostça havlamasına evin kadını, o yoksa da gelini çıkardı.
-Kişt! Ülen kışşşt! Ooooo, Nine hoş geldin. Sefalar getirdin. Yorulmuşsundur. Sen soluklan, bir tas ayran getireyim.
Nine, yorgun bedenine söz geçiremez, çardağın gölgesinde, sedirde kıvrılıverirdi. Hane halkı toplanınca akşam yemeği, uzaklardan bir akraba gelmiş gibi sevinçle yenirdi. Sonra erkekler köy kahvesinin yolunu tutarlardı. Kadınlar, duymayanlara da duyururlar, evin odaları Pomak Hoca Ninesi’ni dinlemek isteyen çocuk ve kadınlarla dolardı.
Nine, genç, yaşlı ve çocuk hepsini tek tek süzüp yalnızca bir kez konuşurdu. Her köyde, her seferinde aynı soruyu sorardı.
-Hepiniz bu köyden misiniz, aranızda yeni gelen var mı?
Topluluk, bunun ilâhi okunmadan önce yapılması gerekli bir hazırlık olduğunu düşünür, hep bir ağızdan cevaplardı.
-Hepimiz bu köydeniz!
Ya da:
-Bu kardeş yeni geldi.
Nine, yeni gelen kadının gözüne dalar giderdi bir vakit. Sonra, ilâhilerini okumaya başlardı. Okurken temiz yüzünden bir huzur, sesinden sıcak bir inandırıcılık doldururdu odayı. Bu sesi duyan en inançsız biri bile, cennetin varlığına iman edebilirdi.
“Şol cennetin ırmakları, Akar Allah deyû deyû. Çıkmış İslâm bülbülleri, Öter Allah deyû deyû.” Peşinden:
 “Dervişlik baştadır, yaşta değildir. Issılık odtadır, sacda değildir. Eğer bir müminin kalbin yıkarsan, Hakk’a eylediğin secde değildir.’’
Saatler böyle geçerdi.
Sabah erkenden uyanan Pomak Hoca Ninesi, ev sahibinin hazırladığı lokmasını çıkınına sarıp yola koyulurdu. Bir sonraki köyün meydanına vardığında gölgesi gene önünde olurdu. Çocuklar çığırışırlardı: ‘’Pomak Hoca Ninesi, bize gel...Bize gel.’’ Bazen aynı köyde başka bir evde de bir gece konaklayıp öyle ayrıldığı olurdu. Böyle böyle dağlar tepeler aşar, köyden köye, yıldan yıla geçerdi.
Ne adını bilen vardı ne nerede yaşadığını. Gerçekten Pomak mıydı? Kocası var mıydı? Hoca mıydı? Soran olmuş muydu? Onu böyle yollara düşüren neydi? Ermiş miydi, meczup mu? Bilinmiyordu.
Varlığında sorulmayan sorular, ninenin artık köylere gelmez olduğunda sorulur olmuştu. Bu yanıtsız sorular çoğaldıkça çoğaldı. Öldü denildiği de oldu, aradığı neyse, buldu da evine çekildi denildiği de. Erenlere karıştığı da konuşuldu. Oysa Nine uzak, çok uzak bir dağ köyünde kışlamış, baharla birlikte bu kez başka bir yön tutturup gitmişti. Ne kadar yürüdü, ömrü ne kadar kısaldı bilmezken, bir meydanda çığrıştı çocuk sesleri; kadınlar kapılara çıktılar.
  -Pomak Hoca Ninesi gelmiş! Ne özlemiştik billur sesini.
  -Bu nine de kim, öyle isim mi olurmuş?
  -O bir garip nine. Akşama gelirsen, görürsün. Derdini dağdan dağa, köyden köye taşır da insana anlatmaz; ağaca, ota, kuşa anlatır bir garip.
        Nine konuşulanı duydu. Yaklaşıp kendisini tanımayan gözlere dikkatlice baktı. Kadının yüzünde bir şey arar gibiydi. Bir anlam yakalamıştı sanki; belki bir renk, bir meneviş. Bu mahallede konaklamaya karar verdi. İlk kapının tokmağına uzandı.
        Gece kendisini dinlemeye gelenlerin karşısına oturduğunda köy meydanında gördüğü kadını aradı gözleri. Odayı yarı aydınlatan gaz lambasının ışığında, çocuğuyla oturuyordu. Çocuğun varlığı annesin duruşuyla bütünleşip ninenin usunda kendi gençliğini canlandırdı. Pomak Hoca’nın, kızlarını alıp sırra kadem bastığı çok eski zamanlar canlandı gözünde. Yıllardır iz süre süre, kendi izini yitirmişti.
        Bakışını çocukla anasından ayırmadan İlâhilerini okumaya başladı.
        “Ben yürürüm yâne yâne, Aşk boyadı beni kâne. Ne akilem ne divane, Gel gör beni aşk neyledi.”
        Her zamankinden heyecanlıydı. Okumasını eksik bıraktı. Bağdaş kurup oturduğu yerde kımıldandı.
        “Dinleyin!” dedi. ‘’Ekmeğinizi yedim, suyunuzu içtim. Benden çalınan kızımı arar dururum yıllardır. Hangi köye bir yabancı gelmiş yerleşmiş duysam, yürür gider bakarım. Mavişimi ararım. Yüzünü unuttum. O da beni tanımaz belki. Neyleyim ki tükendim, yoruldum artık. Bir dahaki yazı ya görürüm ya görmem. Hakkınızı helâl edin.’’
        -O nasıl söz ninem, sen helâl et hakkını bize.
        Pomak Hoca Ninesi, bakışlarını yeniden odanın loş köşelerinde gezdirdi. Gözleri, kadınla çocuğunu buldu. Kadın, uykusu gelen çocuğunu kucağına yatırmış sallıyordu. Nine birden, yerinde sağa sola salınarak ve elini göğsüne hafif hafif vurarak tatlı bir sesle, odadakilerin anlamadığı bir dilde bir şarkı söylemeye durdu. Sanki o da kucağına bebeğini almış, melek yüzüne sevgiyle eğilmiş; kokusunu doya doya içiyordu.
        “Nani mi nani, inci tanem.
         Annenin ninnisi bu.
         Gökyüzünde parlayan yıldız,
         Senin yıldızın.
         Nanni mi nani, büyü, güzel bir kız ol.
         Anneciğinin gönlünü yap.
        Nanni mi nani, anneciğinin yavrucuğu ol.’’
        Gitgide alçalttığı sesiyle şarkısını bitirdi. Kadın, uyuyan çocuğunu sallamayı bıraktı. Nineyle göz göze geldiler. Kulağında kalan bu ezgi, bulundukları odadan çok uzaklara götürmüştü onu. Küçüklüğünde annesinin söylediği, bir daha hiçbir vakit, hiç kimseden duymadığı Pomakça bir ninniydi bu.
        Çocuğunu bırakmadan usulca doğruldu yerinden.   Urla, Ocak 2018
Öykü, ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ DERGİSİ Sayı: 364’de yayımlanmıştır.


Gamze Gürel
ZİHİN BEDEN RUH
Yaşadığımız dünyada hepimiz, teknolojinin getirdiği yaşam koşullarından mıdır nedir, akıl oyunları, para hırsı ve görselliğe olan maymun iştahlı yüzeyselliğimizden, ruhlarımızı beslemeyi unuttuk.
Günümüzde psikolojik ilaçların ve psikologların pirim yapması (moda haline gelmesi) bunu kanıtlıyor.
Şimdi düşünün, paranın, görsel estetiğin hükmü olmadığı bir dünyada ne yapardınız. Amaları bırakın, sadece aynadaki gerçek, maskesiz kendinizi hayal edin! Bu dünyada amacınız gerçek istediğiniz nedir, niçin yaşıyorsunuz?
İnsanlar genellikle kendilerine iyi gelen şeylerden kaçma eğilimindedirler. Galiba kendilerine iyi gelen ne varsa onları ruhlarına götürdükleri için. Onları, bütünün parçasına ‘’BİR’’ e götürdükleri için. Bu düşünce hiç hoşumuza gitmez, egolarımız özümüze izin vermez.
Bunca sanatçının geceler boyu obsesif bir şekilde evrene, kendisine has melodisini sunmaya çalışması nedir sizce?
Yaşamdaki kayboluşlarımız, ruhlarımıza kulak vermememizin nedenidir. Bu yüzden, onca yaratıcılığı olan beyin hayat koşturmacası içinde yitip gidiyor.
Mitolojik bir öykü vardır;
Tanrılar toplanmış yeryüzündeki canlıları seyrediyorlarmış. Bu fanilerin varoluş nedenlerine aldırmadan, üstelik de yeryüzünde bu kadar kısıtlı zamanları varken, yaptıkları anlamsız şeyleri hayretle izliyorlarmış. Sonra da oturup günlerce nedenini ve niçinini tartışıyorlarmış aralarında. Örneğin şu domuzları… Domuz denen şu yaratıkların çamurda debelenmelerine bir türlü akıl sır erdiremiyorlarmış. Bu domuzlar neden durmadan çamur denen pis ıslak toprak parçasına batıp çıkıyorlar sanki?
Sonunda Tanrılar domuzların çamurda neden debelenip durduklarını anlayabilmek için içlerinden bir tanrıyı yeryüzüne domuz olarak yollamışlar.
Görevlendirilen Tanrı domuz bir annenin karnından doğacak ve bir süre domuz olarak yeryüzünde yaşayacaktı. Sonra da kendisi gibi Tanrı olanların yanlarına gelip domuzların çamurda yuvarlanma amaçlarını anlatacaktı.
Ve öyle de oldu. Seçtikleri Tanrı yeryüzüne domuz bir anneden doğarak dünyaya geldi. Biraz büyüyünce diğerleriyle birlikte çamur göletinin yanına gittiler. Önce çamuru kokladı biraz tiksindi, sonra da alıştı. Günlerce diğer domuzlarla birlikte balçık çamurun içinde yuvarlanıp durdu.
Diğer Tanrılar merak ve sabırsızlık içinde onu beklerken domuz kılığında yeryüzüne inen Tanrı görevini unuttu balçıklarda yuvarlanıp oynamaya devam etti. Öyle ki diğer Tanrıların yukarıdan seslenip çağırdıklarını duymadı bile. Verilen süreyi çoktan aşmıştı üstelik.
Domuz şeklinde yeryüzüne inen Tanrı amacını umutmuş olmalı ki Tanrılar onun yaşamına son verip yeryüzünden ayırmak zorunda kalmışlar. Görevi biten Tanrı diğerlerinin yanlarına geldiğinde ise cevabı BİLMİYORUM olmuş.
İnsanoğlu da böyle. Bilmiyoruz! Doğduğumuz ilk halimizdeki saflığımızı, zekâmızı, yaratıcılığımızı kısaca Tanrısallığımızı duyumsayıp üretmek, hissetmek yerine, diğer ölümlülerle birlikte kıyaslamalar, egolar, kıskançlıklar, kinler, savaşlar, tatminsizliklerle yuvarlanıp duruyoruz.
Bilmiyoruz! Varoluş amacımızı ve gerçek mutluluğumuzu. Tanrısal gücümüzü unutup yeryüzü denen bu çamur aleminde kayboluyoruz.

Dizdar Karaduman
 HAVA KÖSEOĞLU: ŞİİRE SEVDALI BİR YÜREK
…Ve Sustu Kuşlar, Hava Köseoğlu’nun ilk şiir kitabı.  Kitaplar yayımlandıklarında önce kapakları ve adlarıyla dikkatini çeker okurun. Çünkü bir kitabın kapağı ve adı onun en iyi tanıtan reklam afişi gibidir. Bu yüzden çarpıcı, etkileyici ve akılda kalıcı özellikte olmalıdır. Özellikle de şiir kitaplarının adı ve kapak düzeni, içindeki şiirlerle mutlaka bir ilişki içinde olmalıdır. Okura “Ne duruyorsun beni alıp okusana” diyebilmelidir.
Hava Köseoğlu’nun ilk yürek ağrısı olan …Ve Sustu Kuşlar da böyle kitaplardan biri. Adıyla okurun ilgisini çekiyor hemen. Çoğu şairin şiirlerinde kullandığı kuş imgesi, çağrışım yönünden zengin bir sözcük. Bu sözcükle yapılacak bağdaştırmalar, şairin yeni ve özgün imgeler yaratmasına, okurda da zengin çağrışımlar oluşturmasına yol açabilecektir. Dış dünyanın nesnel bir gerçekliği olarak “Kuş”, uçma özelliğiyle daha çok özgürlüğü dile getiren, şair ve ressamların çok kullandığı bir metafor.
 “Ve Sustu Kuşlar” başlıklı şiirinde, kuşlar, özgürlüğü ve ele geçirilmezliği çağrıştırırken okurun da zihninde   farklı farklı imgeler oluşturabilme olanağı sunması bakımından yeni bir sürü benzetmeler için geniş bir kapı aralamasıyla daha bir anlamlı oluyor. Benzetme, eğretileme, abartma, ad ve deyim aktarması gibi söz ve anlam sanatlarının bir araya gelmesinden oluşabilecek bir hayâl(imge) zenginliği yaratacaktır bu bağdaştırma. Bunu örnekleyen Gülten Akın’ın Kuşbaz adlı şiirindeki “severdim aslında kuşları severdim / tahta köşkler yapardım, severdim / suya inerlerdi severdim / ayrı ayrı uçsaydık konsaydık / odaklandım, yok başka hayatım / olsaydı severdim” dizelerinde olduğu gibi bu şiirin tamamı kuş imgesi üzerinden kurulmuştur. Havva Köseoğlu da kitaba adını veren “…Ve Sustu Kuşlar” (s.9) başlıklı şiirindeki “…kuşlar ki / yarışırken poyrazla / rahvan yürüdü bulutlar / yağmur alabildiğine koştu / esrik saat tıkırtıları ile öpüşürken / mahcup geceye hüzün gizlendi / gülüşün “ah” diyordu çerçevelerden” dizelerinde görüldüğü gibi “kuş”, Hava Köseoğlu’nun şiirinde de önemli bir imge. Onun bu dizelerinde doğadan doğaya, insandan doğaya aktarmalarla çağrışım zenginliği ve derinliği olan imgeler kullanıyor.  Biliyoruz ki kuş, edebiyat ve sanat yapıtlarında özgürlüğün ve barışın simgesi olarak anlamlandırılır. Bu şiirdeki kuşları da bununla bağdaştırabiliriz. Behçet Necatigil, Bile Yazdı’da: "Şiir iki şey ister. Hem seni hem hünerini. Tek başına sıkıcı bir ağırlıksın, hüner ağırlığı hafifletir." Paul Valery, İmge ve Sanrı''da "önemli olan tüy kadar değil, kuş kadar hafif olmaktır" der ve böylece, ''hafiflik'' sözcüğüyle hüner bir bağdaştırma olarak kuş imgesinin bir özeti olur.
Kuş, sadece özgürlük, barış, hüner ve hafiflik imgelerini çağrıştırmaz; ölümü ve yaşamı da hatırlatıyor kullanıldığı bağlama göre: "Günler gelip geçmekteler / Kuşlar gibi uçmaktalar" diyen Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, ölümün adını bile anmadan, can ile kuş arasındaki o güzel bağdaştırmayı imgelem gücü sayesinde kurabilmiştir.
Sevincimizi, mutluluğumuzu, aşkımızı, erincimizi, hünerimizi çoğu kez kuşlardan esinlenerek dile getiririz. Deyimlerimize bile girmiştir kuş imgesi: kuş kadar canı olmak, kuş gibi uçup gitmek, kuş uçurmamak, kuş gibi çırpınmak, kuş gibi hafif…Kısaca insanın sevinçten uçacak hale gelmesi, yüreğimizin pır pır atması, gönlümüzün kanatlanacak gibi olması … Güzel olan şudur: Sevinç ve aşk, kuş kadar hafiftir, hünerlidir.
Kitap, şiir adeti bakımından oldukça kabarık, 65 şiir var. Bence 35 ile 45 arasında şiir olmalı. Sanırım kıyamamış çoğu şiirlerine Hava. Özellikle de kitabının sonuna aldığı âşık tarzı şiirlerine. Kitapta zaman zaman Tevfik Fikret’in Sis şiirine ve Âşiyan’ına, O. Veli’nin İstanbul’u Dinliyorum şiirine göndermeler yaparak hüzzam makamında şarkılar boynu bükük dolaşır Topkapı Sarayı’nın bahçelerinde. Lale devrinin o tumturaklı eğlencelerinin anıları sanki saklanır onun dizelerinin içinde. Böylece bir İstanbul sevdalısı olan Yahya Kemal ve Piyer Loti yeniden hatırlatılır İstanbul’un tarihsel, kültürel ve doğal güzelliği içinde Mahur Gecede Bir Hüzzam İstanbul (s.14) başlıklı şiirinde. “yedi tepesinde sır tutmuş nazlı şehir  / sevdalar gizlenmiş gecende / Kızkulesi bakışlarındaki selamı  / götürür Aşiyan’a inleyen bir soluk / Yahya Kemal Piyer Loti tepesinden bakarken / içermiş gözleri Haliç’i / Tevfik Fikret, sisten elbisesine bürünen / “fahişe”sini kucaklar / susar Orhan Veli, sessiz bir köşede / akar mavilerinde şiirleri sabahlara” dizelerinde görüldüğü gibi ad aktarmalarından deyim aktarmalarına, eğretilemelerden telmihlere dek söz ve anlam sanatlarını ustalıkla kullanabiliyor Hava Köseoğlu.
Şair, şiir dilini kurarken en çok aktarmalardan yararlanıyor. “Can ritminde doru atlar doludizgin / yemyeşil çimenler ekiyorum nefesime / ırmak, yakamoz küpelerini takmış / şarkılar söylüyor yatağında” (s.11, Sular da Susar) Bu dizelerde de insandan doğaya aktarmalar “kim bilir kaç bulutla dans etti rüzgâr / nazlı uçuşmaların koynunda” (s.21, Yeşilin Halayı) dizesinde de doğadan doğaya aktarma yaparak şiir dilinde önemli bir yere sahip olan söz ve anlam sanatlarını imge oluşturmada çok rahat kullanabiliyor.
Hava Köseoğlu’nun zaman zaman şiir dilinden uzaklaştığı da oluyor. Gök Düştü (s.23) ve Nasır (s.53) başlıklı şiirlerindeki “ne zaman susmayı öğreneceksin / diye soruyor annem”, İzmir’e Medhiye (s.49) başlıklı şiirden alınan “yürümek kesmedi bugün ne hikmetse / oldu olacak ver elini konak vapuru / gelmişken uğramadan olmaz Kızlarağası’na / nargile içmeye ney sesiyle” bu dizelerde günlük konuşma diline yaslanan düz anlatım örneklerine de başvuruyor. Ancak şiirlerinin çoğunda sözgelimi Yirmi İki Mayıs Özlemi (s.38) şiirinde dizelerde olduğu gibi “...gözlerimde ıtır kokulu ıslak telaş / güvercin ayağına bağlı düşlerim /gözlerimde yağmur dansı var / zamanı içine hapsetmiş / dar bir geçit yüreğim / anılar tırmalıyor kapıyı / kapatın gülümsemelerin duvağını” benzetmeler, eğretilemelerle özgün imgelerin yer aldığı şiir diline ulaşıyor.
Hava Köseoğlu dıştan bakıldığında son derece neşeli, içten hayat dolu bir resim çiziyor karşısındaki insana. Ancak şiirlerine baktığımız zaman bunun tam zıddı bir Hava Köseoğlu portresi görülüyor. Yüreği acılar ve hüzünler yumağına dönmüş bir şairdir o. Yaşadığı acıları, sıkıntıları içinde atıp biriktiren onlarla yoğrulan bir kadın imajını çiziyor şiirlerinde.
İzlek yönünden pek zengin değil kitaptaki şiirler. Aşk, sevgi, ayrılık, özlem, anılar, yalnızlık, ölüm en çok işlenen temalar…Ancak bu izleklerin dile getirildiği şiirleri bir bulut gibi saran hüzün hemen fark edilir.  Güz Günahım (s.30) başlıklı şiirinde naif bir erotizm var. “Ve sen nisan yağmuru gibi / yağdıkça toprağıma / kadın yanım filiz sürecek coğrafyanda / giz bahçelerimden / toplayıp çisil tanelerini / sarıp yosunlarımı gövdene / her gün başka çiçek olup geleceğim sana / hep gözlerimin günahı kalsana”   
 Kitapta hem divan şiiri tarzında beyitlerle kurulu, hem de halk şiiri tarzında dörtlüklerden oluşan şiirler de yer alıyor serbest şiirlerin yanında. Beyitlerle kurulanlarda tam ve zengin uyaklar, mesnevi tarzı uyak düzeni yeğleniyor ses ve ritmi sağlamak için, ölçü olarak da 7+7:14 hece kalıbı kullanılıyor: “Aşka aşık Leyla’yım mecnunum bilinmeze / Bilirim gidiş belli alnımda silinmeze” (s.63, Siyah Bir Gecedeyim)
Aşık tarzı şiirlerinde ise nazım birimi olarak dörtlük, hece ölçüsünün 7+7:14’lü kalıbını daha çok kullanırken, yarım uyaklarla ve rediflerle de ahengi sağlıyor. Çapraz uyak örgüsünü başarıyla kullanırken söz ve anlam sanatları olarak benzetmelerden, abartmalardan, eğretilemelerden, kişileştirmelerden yararlanıyor imge olarak. Ancak halk şiirinin bilinen konularının ve kalıplarının dışına çıkamıyor ne yazık ki. “Olur ya unutursun yağmurlu bakışımı / Kaç şafağı karşılar deniz taşıran gözler / Alev bile kıskanır suları yakışımı / Silinmez anılardan yosun çiziği izler” (s.62, Alev Bile Kıskanır) 
Havva Köseoğlu, zaman zaman biçim denemelerine de girişiyor. Sözgelimi Sınırsız (s.46) başlıklı şiiri görsel şiire güzel bir örnek. Bu şiirde dizelerin yatay ve dikey kurgulanışı simetrik bir yapı oluşturuyor. Yine Mavinin Hınzır Düşü (s.66) başlıklı şiirde ise üçlüklerle kurulu terzarima nazım biçimi ve onun örüşük uyak örgüsü aba bcb cdc d kullanmış. Bize batı şirinden Servet-i Fünun döneminde geçen Terzarima, İtalyan edebiyatı nazım biçimidir. Üçer dizelik üç bent ve sonda yer alan tek dizeden oluşur. Dante’nin İlahi Komedyası terzarima örneğidir. Bizde de Tevfik Fikret, sadece Şehrayin adlı şiirinde bu nazım biçimini denemiştir.
Yine ikilik ve bir dizelik kavuştaklardan oluşan türkü formunda yazdığı Seni Düşünüyorum (s.70) başlıklı şiir de onun halk şiirini iyi tanıdığını ve ondan yararlandığını bize gösteriyor.    
Türk şiirinin geleneğini görmezden gelemeyiz ancak, onu tekrarlamak yerine günümüz modern şiirinin şaire sunduğu olanakları kullanarak geleneği dönüştürebilme becerisini göstermeliyiz. Divan ve halk şirinin ulaştığı düzeyin altına düşmemek, onu aşmak koşuluyla bir yenilik getirebiliyorsak. Zaman zaman her şair kendinden önce yazılan şiirden ve şairlerden etkilenebilir. Hatta çağdaşı olan şairlerden de. Ancak bu etkinin uzun süre devam etmemesi gerek. Eğer bu etki süreğen bir hale gelirse bu edinilmiş şiir zevki ve beğenisiyle kendimize ait olmayan bir şiire çalışıyor oluruz. Bu yüzden kendimizin olan bir şiire çalışmalıyız, yazmamızın amacı bu olmalı. Kısaca öykünücü değil, özgün olalım, kendiniz olalım. Böylece daha güzel ve üretken oluruz şiir çalışmalarında. İşte Hava Köseoğlu da kendi sesini ve şiirini kurmaya çalışan şairlerimizden. Onun, şiirin bu uzun yolunda kendi şiirini yaratacağına inanıyorum, çünkü onda bu cevher var. Hava Köseoğlu, şiire sevdalı bir yürek, kendisini kutluyor, şiir yaşamından eksilmesin, nice kitaplara diyorum.  26.01.2018 Bornova, Sokağın Kalbi

Mehmet Büyükçelik
ŞİİR KENDİNİ YENİLER
     Doğa yenilenirken insan da yenilenir. İnsanın düşünceleri ve ürettikleri de hep yeniye doğrudur. Yaşanan yeni gün, yeniliklerle gelir; duyulmamışı duyurma heyecanı vardır. Yaşam, yeni kurallarıyla ve güncelliğiyle eylemi zorunlu kılar.  Bu yeni enerji öyle güçlüdür ki popüler sanatın çelmelerine aldırmaz bile.  Üretilen her şey hızla eskirken, yerine aynısının konulması izleyiciye tat ve heyecan vermez; çünkü kanıksanmıştır.  Yeni olan her neyse merak uyandırır ve özlenir.  Ancak şiirin de omurgası sayılan değişmez değerleri vardır ve bu değerler geçmişten geleceğe onun var olmasını sağlar.
     Şiirin kendini yenilemesinin dinamiği, her geçen gün yazılanın üstüne çıkma heyecanı ve dürtüsüdür. Doğallıkla kendini yenilemeye programlı saydığımız şiiri, şairinin taşıyabilmesi ancak onu iyi tanımasına bağlıdır.  Bildiğimiz “büyük şairlerin” tümü de kendince yeni olabilmeyi başarmışlardır.
     Yaşanılan ve yaşanacak olan zaman geçmişin tekrarı gibi görünse de asla öyle değildir. Yeni gün her şeyi ile yüzünü ilk kez gösterendir.  Zaman kendi insanlarını oluşturur ve geçmişin üzerine yeni kazanımlar da katar.  Yeni sayılabilecek şair, kendinden önce gelenlerin yazdıklarında bulunmayan bir öz getirmiş olandır. Yeni şiir de günü gelip eskise bile, “yenilik getirmiş olan şair” hep yerinde ve büyük olarak anılmaktadır.  Eskiyen şiir de varlığı ile şairlere yeniyi yazdırmak için heves ve heyecan vermeye devam ediyor.  
     Halk ve Divan Edebiyatında mazmun, benzetme, kalıp ve uyakların yıllarca tekrarlandığı ve şiiri yerinde saydırdığı bilinmektedir. Çağdaş bir şair, “Halk sanatını, örnek değil, hazine saymalıdır. Tıpkı doğa gibi.” diyor Sabahattin Eyüboğlu. Ondan içerik olarak yararlanmak ve bugünün yaşamında değerlendirmek gerekiyor.  Bugün endüstriyel tasarımcıların yenilik uğruna verdikleri emeği, elbette şair ve sanatçılar da vermek zorundadır.  Benzersizi bulma isteği sanatın yenilenmesini sağlıyor.  Şiirin yarattığı bu güç, kendini yenileyecek şairi mutlaka yaratacaktır diyebiliriz.
     Yaşamak için kendini yenileyen her sanat, gerçek sanatçıyı da yenilikçi kılmıyor mu? Şiirin ne olduğunu tam olarak kimselerin bilemediği ve net olarak tanımlayamadığı bu devir, şiirin kendini yenileyerek ulaştığı bir aşamadır.  Şiir ele avuca sığmıyor; seziliyor ve yaşanıyor.
     Yeni olarak tanımlanan bütün sanatların yeniliği geçicidir.  Şiirin de kalıcı olan en önemli özelliği ise kendini sürekli yeniletmesidir.
     İyi şiir yaşadığımız gün gibidir.

Metin İmer     
YALNIZLIK                                                                               
Adam sabahın ilk ışıklarında kahveye daldı. Çay ocağında hafif kamburu çökmüş yaşlı bir adam yedekte çay demliyordu. Suyun buharı içeride bir huzur, güven yayıyordu sanki. Üçüncü sınıf bir kahvehaneneydi burası. Sandalyeler tahta ve boyası aşınmıştı. Burası genelde Yörük köylü ve çiftçilerin uğrağı bir kahve olsa da arada bir emekliler takılırdı. Bornova’nın Eğridere ve Yaka Köylüleri mandıraya sütünü verir, kendi gibi köylülerle burada toplanır, o yıl ne ekeceklerini ne biçeceklerini, hangi hayvanı satıp salhaneye vereceklerini kendi aralarında konuşur, iskambil ve okey oynarlardı.
Kahvenin yerleri rabıtadandı, ama ısı yönünden sağlıklıydı. Belki parke taştan olsaydı içerisi buz gibi olurdu. Kış olduğundan orta yerde bir kömür sobası ve üstünde bir güğüm, kahveye ayrı bir köy kahvesi görünümü veriyordu.
Adam sağa sola bakındı, kahvede kendisinden başka kimsecikler yoktu.
“Günaydın!”
Kahveci tuhaf, biraz da ilgisiz baktı… Adamın yabancı olduğunu “Günaydın!” deyişinden kavradı hemen. Buranın müşterileri köylü olduklarından içeri girerken “Selamünaleyküm!” derlerdi hep.
“Aleykümselam!” diyerek yabancıya kinayeli baktı azıcık.
Dışarıda soğukta tek tük işe yetişmeye çalışanlara baktı adam. Karşı nalbur da kepengini kaldırıyordu gıcırtılı gıcırtılı.
“Çay alabilir miyim?”
“Henüz demlenmedi, biraz beklemen lazım.” dedi kahveci.
“Olur, işim yok nasıl olsa, özür dilerim sigara yakabilir miyim? Hani yasak kondu ya?”
“İçebilirsiniz beyefendi. Burada sorun yok. Herkes içiyor. Yeter ki şikâyet olmasın.
“Doğru ya şikâyet, herkes herkesten nefret ediyor, bir yanlışını bulmak için fırsat kolluyor.” diyerek cebinden çıkarttığı Winston sigarasından bir tane çıkartıp yaktı.
“Anlamadım” dedi kahveci… Adama tuhaf tuhaf baktı.
“Tekel satılmadan önce Samsun, Bafra, Maltepe içerdik. Gelincik, Bahar, Yenice” diye ekledi kahveci. “Bakın siz de biliyorsunuz” diye sevinçle gözleri parladı. “Ama artık ne eski sigaralar ne de eski dostlukların tadı kaldı.”
“Sizi ilk görüyorum, yabancı olmalısınız?”
“Evet, bu semte yeni taşındık, daha doğrusu karım ve çocuklarım öyle istedi. Gecekondu mahallede çocuklarımız büyürse oranın kültüründen etkilenirlermiş.
Kahveci, çayını getirip önüne koydu, peştamalı ile ıslak elini kuruladı. İçeriyi sidik kokusu sardı birden.
“İşeyip işeyip su dökmeden çıkıp gidiyorlar şu inşaat işçileri. Ulan, Allah bilir götünüzü yıkamadan da gidiyorsunuzdur siz! Olacağı şu “arızalıdır” deyip tekrar kapatacağım. Gidip karşı camide bir lira versinler de akılları başlarına gelsin. Birkaç kez yaptım gidip beni patrona şikâyet etmişler. Demin sizin dediğiniz gibi herkes herkesin kuyusunu kazıyor.
“Ellerine akıllı telefon almayı biliyorlar ama?”
“Hay ağzına sağlık. En çok da ona tav oluyorum ya. Çıkarıp sigara yaktı sandalyeyi yanlamasına oturdu.
“Nerelisin? Ne iş yaparsın?” Birden kanı ısınmıştı yabancıya. Sonunda kendi gibi düşünen biri denk gelmişti ona.
“Nereli olduğumun ne önemi var? Türkiyeliyim. “Emekli öğretmenim.”
“Ya” dedi saygı duyarak. Kendini toparladı, sandalyesini düzeltti.
“Hayat çok acımasız değil mi?”
“Hangi yönden hocam?”
“İnsanlar, insanlar neden bu kadar zalim sizce?”
“Bilmem, siz daha iyi bilirsiniz. Okumuş insansınız.”                                                        
“Yaşamak neden bu kadar zalim ve bir o kadar güzel?”                                                       
“Zalim evet, ama ben güzel olduğunu sanmıyorum. Sabahın köründe gelip kahveyi açıyorum, temizliyorum. İlk müşterilere çay, salep ikram ediyorum. Saat ikide çekip evime gidiyorum.
Ben de sizin gibi emekliyim. Aileme de üç kuruş katkım olsun diye uykumu bölüp geliyorum işte.
Gerçi alıştım artık. İstesem de evde duramam artık.”
“Anlıyorum. Hayat seni de zorlamış buna. Sen bıraksan da ailen seni rahat bırakmaz evde oturmana. Neden niçin? İnsanlar anlaşılmamak için neden bu kadar çaba gösterir bilmem. Seni neden anlamak istemezler de seni sabah sabah işe gitmeye zorlarlar? Sen bunun için mi emekli oldun?”
“Tabii ki değil… Ama ihtiyaçlar fazla.”
“İhtiyaçlar biter mi sanıyorsun? Bugün sana No Frost alan zihniyet, yarın sana dev ekran da ihtiyaç deyip aldırtacak.”
“Aynen öyle, geçen gün aldım valla 126 ekran LG …”
“Karım bana kızıyor biliyor musun? Gidip ek iş yapmıyorum, ona istediği gibi bir hayat sunamadım diye. Sanki çalışsam istekleri bitecek. Tıpkı seninki gibi olacak. Telefonunu yenileyecek, 3 G alacak karşı komşusuyla görüntülü arama yapıp konuşacak, kızımda otuz liralık ayakkabıyı hor görüp arkadaşların babaları aldı diye beni de Nike ayakkabı almaya zorlayacak. Nereden baksan Nike ayakkabı yüz elli lira. Sen kaç günde kazanıyorsun bu parayı?
“Ee, beş günde…”
“Bak, gördün mü bir Nike ayakkabı almak için şu istemediğin sidik kokusunu onun bunun ağız dalaşını çekiyorsun. Üstelik emekliliğin tadını çıkaramıyorsun bile. Sabah gözünü bu kahvede açıyorsun, akşam da sana rota çizilmiş evde soluğu alıyorsun? Ne için? Karın çocukların plazma ekranda dizi izlesinler diye, lüks çanta koluna takıp, lüks ayakkabı giysinler diye.”
“Ne yapabilirim ki?”
“Evet, ne yapabilirsin? Güzel soru…” Çayından bir yudum aldı etrafı yokladı. Gelen giden yoktu henüz.
“Bu saatlerde hep boş mu olur burası?”
“Evet, genelde köylüler gelir, önce mandıraya uğrar sonra buraya çay içmeye, oyun oynamaya gelirler.”
“Oyun oynamak, zaten vaktimizin çoğu ya oyun oynamak ya da oyun oynayanları seyretmekle geçiyor.”
“Futbolu kastediyor olmalısınız hocam?”
“Evet, futbol… Yirmi iki kişi bir meşin yuvarlağın kıçına tekme vuruyor deliğe girsin diye. Onca feryat figan, şamata, rant dönüyor ortalıkta. Millet artık işi gücü bırakmış hangi oyuncu hangi takıma transfer olacak onu konuşup duruyor. Kendi sülalesini say desen on tane sayamaz ama tuttuğu takımın sülalesini bilir, nerede ne zaman yemek yediğini, hangi tesiste kalıp dinlendiğini bile.
“Alemsiniz valla hocam. Arada bir gelin de şu bizim salak insanlarımızı aydınlatın biraz.”
“Onlar bilmiyorlar mı sanki kendilerine bir faydası olmadığını?”
“Belki de haklısınızdır…Pek bir şey diyemem.”
“Sade futbol olsa yine iyi. Ganyanı var, iddiası var. Var oğlu var.”
“Ne yapsın millet can sıkıntısı. Kurtuluş çaresini onda buluyor. Bir umut dünyası.”
“Diyorum ki futbol sahasına yüzlerce top atıver, bol bol vursunlar, her futbolcunun ayağı değsin, o deliğe soksunlar bakalım.”
“O zaman kıymeti kalmaz hocam top çoğalınca.”
“İşte para da öyle. Onu basan işçiler bol bol herkese yetecek kadar bassa sen de bende çalışmayız, üretim durur değil mi?”
“Her halde…”
“Ne tuhaf değil mi? Bol paramız olsun deriz, ama bol para basıp dağıtmayız kendimiz. Üreten dağıtıp paylaşamıyor, yöneten çoğunu elimizden alıp birazını bize veriyor ve bu yüzden açlık, sefalet, savaş, terör oluyor.”
“Bir bakıma doğru söylüyorsun hocam.”
“Üreten yönetse bu sıkıntı olmaz işte.”
“Olmaz mı gerçekten?”
“Bak para olduğu müddetçe herkes seni parana göre değerlendirir. Örneğin eşim istediği elbiseyi alamadım diye, altına araba çekmedim diye benimle aylardır konuşmuyor. Komşularım bana çay içmeye gelmiyor bile. Akrabalarım onlardan borç isterim diye telefon bile etmiyorlar. Neden dersin? Onların istediği gibi bir adam olmadığım için. Ailemi yemeğe götürmediğim için, akrabalarımı, dostlarımı yemeğe çağırmadığım için bana kızıyorlar, beni adam yerine koymuyorlar. Onlara ayak bağı olduğumu düşünüyorlar. Devlet de bana kızıyor. Daha çok vergi vermediğim için. Ben çalışmayı reddettikçe daha çok üzerime gelip beni toplumdan dışlıyorlar.
Sisteme ayak uydurmamı, onlar gibi ezilmemi istiyorlar. Kendi ihtiyaçlarını kısacakları yerde beni çalışmaya zorluyorlar. Beni bekleyen sömürü çarkının içine atıyorlar daha çok ezilmem, sömürülmem için, yıpranmam için. Zaten akciğerlerimden rahatsızım. Çabuk yoruluyorum.
Astımım var. Her an krizim tutabilir, yere yığılı veririm. Ama bunu düşünmüyorlar.”
“Geçmiş olsun.”
“Arada bir soruyorum bana neden böyle davranıyorlar diye? Bana bu kez kızıp yanlış partiye oy verdiğimi söylüyorlar, beni dışlıyorlar. Oysa onların oy verdiği parti on iki yıldır ülkeyi kan revana döndürdü, satmadık kurum, kuruluş bırakmadı, ama onlara sorsan hala özelleştirme iyi diyorlar onca işsizliğe bakmadan, asgari ücretin düşüklüğüne bakmadan.”
“Ama bir yandan oto yollar, köprüler yapıldı.”
“Ama sen hala peyniri otuz liradan alıyorsun. Turizm ilerledi diyorsun ama sen aileni alıp da bir aylığına otele götüremiyorsun, tatilini yapamıyorsun. Onlar tatilini yaparlarken bizler onların bulaşıklarını yıkıyoruz, önlerinde hizmet ediyoruz.”
“Biz gitsek aynısını onlar da bize yapacaklar ama?”
“Ama sen gidemiyorsun? Sabah gelip burayı açmak zorunda kalıyorsun yaz – kış.”
“Bu kuralı değiştiremezsin. Uymak zorundasın hocam.”
“Bazen onlar gibi olmak istiyorum ama beceremiyorum.”
“Neden?”
“Onlar gibi olmak için yalaka, düzen savunucusu, ihbarcı, ezileni görmemek, doğaya, çevreye zarar vereni görmeyip uyarmamak zorundasın. Bazen bizim solcuları da anlamıyorum. Solculuğun yalnız emekçiyi savunmaktan ibaret görüyorlar. Oysa görmüyorlar ki emekçi silah üretmezse, tetiği çekmezse savaşın olmayacağı. Emekçi plastik, otomobil, baz istasyonu, termik santral kurup üretmezse ağaçları kesip beton dikmezse doğaya ve çevreye zarar vermeyeceğini bir bilse ah bir bilse?
“Senin işin çok zor be hocam, deyip boşalan bardağı önünden aldı, çayını tazelememi ister misin?”
“Ne oldu bize, eskiden böyle değildik?”
“Ne anlamadım?”
“Her şeyimizi paylaşırken birbirimizi arayıp sorarken neden şimdi kimse kimseyi dinlemiyor, arayıp derdini dinlemek istemiyor? İnsanlar neden bu kadar hızla koşuyorlar? Neden dünyaya niçin geldiklerini bir an olsun diye sorgulayıp düşünmüyorlar? Sistemin önüne koyduklarını yiyorlar? Neden bazı şeyleri elinin tersiyle itmiyorlar? Beni bir kez dinleseler ah! Beni neden samimi bulup fikirlerime saygı göstermiyorlar, fikirlerimi neden uygulamıyorlar neden, neden?
Adam kendini tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağladı.
Kahveci önlüğünü çıkardı, götürüp çay ocağında askıya astı. Gelip ağlayan adamın saçlarını okşadı, omzuna dokundu.
“Hadi kalk, artık yalnız değilsin. Bundan sonra fikirlerini uygulayacak biri var yanında. Hadi senle bir Kordon havası alalım. Çayın yanında bir de simit alır yeriz.  Sanırım ikimize de bu iyi gelecektir. 16 Ocak 2016 C.tesi, İzmir

Fahriye İPEKÇİOĞLU
“AL GETİR İLK SEVGİLİYİ BEŞİKTAŞ’TAN”
Tarancı’nın “ABBAS”, “İLK SEVGİLİ”, “KANDİLLİ İSKELESİ’NDE” gibi şiirlerinde sözünü ettiği ilk ve belki de tek sevgilisi İstanbul Kandilli Kız Lisesi’nde yatılı öğrenciyken bizim edebiyat öğretmenimiz Tomris ÖLMEZ’di. Beşiktaşlı köklü bir ailenin tek kızı olduğu, Cahit Sıtkı’nın da (kendi deyişiyle) çirkin, kısa boylu oluşu, şairliğin de meslek sayılmayışı nedeniyle, aileden kızı istediği halde vermeyişleri her ikisinde de derin izler bırakmıştır. Tomris Hanım o yıllarda 45 yaşlarında güzel bir hanımdı ve hiç evlenmemişti.
Şimdi okurları İstanbul Boğazı’nın en güzel yerinde, her penceresinden ayrı Boğaz manzarasının izlenebildiği Kandilli Kız Lisesi’nin tarihçesi hakkında da bilgilendirmek istiyorum:
 Sultan Abdülmecit 1856 yılında satın aldığı konağı, çok sevdiği kız kardeşi Adile Sultan’a yazlık ikametgâh olarak vermek istemiş, ancak bu isteğini Sultan Abdülmecit’ten sonra tahta çıkan kardeşi Sultan Abdülaziz yerine getirmiş. 1861’de Sultan Abdülaziz, eşsiz Boğaz manzarasına karşılık harap durumda olan konağı yıktırarak yerine saray yaptırmıştır. Sarayın mimarının kesin olmamakla birlikte, tarihsel araştırmalarda Hassa mimarı Sarkis Balyan ya da aynı aileden Kirkor Balyan olduğu belirtilmektedir.
  Osmanlı Hanedanı içinde divan sahibi tek kadın şair olarak tanınan Adile Sultan’ın Kandilli’nin imarına katkıda bulunduğu, yoksullara yardım ettiği, eğitim konularına büyük ilgi duyduğu bilinmektedir. Çok sevdiği eşini ve dört kızını kaybettikten sonra bu güzel sarayda oturmak istememiş ve 1868 yılında sarayı terk etmiştir. Adile Sultan 1901 yılında da sarayı “Maarif Nezareti” ne bağışlamış, kız okulu olarak kullanılmasını vasiyet ettikten sonra vefat etmiştir…
 İkinci Meşrutiyet’in Kişi özgürlüğü ve kadın haklarını da kapsayan reformist hareketleri arasında ilk Meclis-i Mebussan Başkanı Ahmet Rıza Bey ile ilk kadın gazetecimiz olan kız kardeşi Selma Rıza Hanım’ın çabalarıyla Adile Sultan Sarayı bir eğitim yuvası olan Kız Mektebine dönüştürülmüştür.
Ali Rıza Bey, saray restorasyonu ve okula dönüştürülmesi için yardım derneklerinden ve varlıklı kişilerden bağışlar toplatmış ve piyangolar düzenletmiştir. Nihayet rüya 1916 yılında gerçekleşmiş, Türkiye’nin ilk yatılı kız lisesi olan “Adile Sultan İnas Mektep-i Sultanisi” açılmıştır.
  1986 yılında Saray, bir elektrik kontağının neden olduğu bir yangın nedeniyle bir gecede harabeye dönüşmüştür. Boğazdan gemilerle geçerken yıllarca simsiyah sütunlara dönüşmüş okulumu gördükçe içim burkulur, anılarımızla birlikte Tomris Hanım’ın da hayalimden kayboluşuna çok üzülürdüm.
1986 yılında Saray, bir elektrik kontağının neden olduğu bir yangın nedeniyle bir gecede harabeye dönüşmüştür. Boğazdan gemilerle geçerken yıllarca simsiyah sütunlara dönüşmüş okulumu gördükçe içim burkulur, anılarımla birlikte Tomris Hanım’ın da hayalimden kayboluşuna çok üzülürdüm
Sonraları Sakıp SABANCI sağlığında enkazı devralmış, sanata ve tarihe verdiği değerin nişanesi olarak KANKEV’in de uzun ve zorlu çabalarıyla yeniden hayata geçirilmiştir. Sabancı’nın deyişiyle, Örnek bir kültür ve sanat merkezi olarak yeniden toplumumuzun hizmetine sunulmuştur. Ancak Sakıp Sabancı orayı yanmış haliyle devraldığında önce yol kenarına güzel bir okul inşa ettirerek yine Kandilli Kız Lisesi olarak Millî Eğitim Bakanlığına bağışlamış olması da onun eğitime verdiği değeri açıklar.
Benim 1955-1961 yılları arasında bu tarihi okulda yatılı olarak geçen öğrencilik yıllarımda, prensesin kabul salonu yatakhanemizdi. Yatarken tavandaki altın yaldızlı desenlere dalar giderdik. Cahit Sıtkı’nın ünlü ABBAS şiirinde “Al getir ilk sevgili’yi Beşiktaş’tan” dediği sevgilisi Tomris Hanım ile Cahit Sıtkı’nın o büyük aşklarını konuşur, Tomris Hanım’ı sarayında dolaşan Adile Sultan’ın yerine koyar, hocamıza yaşadığı bu ölümsüz aşk nedeniyle hayran olurduk. O hayranlık bende de edebiyat sevgisini geliştirmiş ve beslemiş olmalı ki ileride edebiyatçı ve yazar olma isteğimi de Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Türkoloji Bölümünü bitirerek gerçekleştirmek istedim. On yedi yılımı Diyarbakır Eğitim Fakültesinde, DEÜ ve Celal Bayar Üniversitesi Eğitim Fakültelerinde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenleri yetiştirerek dergilere yazılar yazarak, kitaplarımı bastırarak bu idealimi gerçekleştirdim. Sonunda Cahit Sıtkı’nın Müze Evi’nin açılışında görev almak ve açılışı gerçekleştirmek de bana kısmet oldu.
Emekli olarak İzmir Karşıyaka’ya yerleşmemden bu yana her sene İstanbul’a gider Ada Turu, Boğaz Turu, Adile Sultan Sarayı, Tarabya sırtlarında bulunan aile kabristanı ile Sarıyer’deki evimizi ziyaret eder sonra İzmir’e gönül ferahlığıyla dönerim. Okuyucularımızdan da yolu İstanbul’a düşenlerin bu eşsiz manzaralı sarayı görmelerini Tomris Hanım ile Cahit Sıtkı’nın ölümsüz aşklarını yad etmelerini isterim.



Selahattin Süzer
SMYRNA KALEMLERİ’NİN LİSE ÖĞRENCİLERİ İLE BULUŞMASI                                                    
      Hayallerinin peşinden git... Hayal gücünü daima zinde tut, dedim. Düş yolculuğuna çıkmak için okumanın önemini anlatmaya çalıştım. Görkemli yeşillikler içindeki Sahilevleri Fen Bilimleri Anadolu Lisesinin pırıl pırıl öğrencilerinden sevgili Ata Uysalcık. Zeki olduğu her halinden belliydi. “Yazmak istiyorum hocam, ama çekincelerim var”, diyordu. Biraz cesaret ona yetecek gibiydi. Ancak okuyan bir bireyin insan ruhuna dokunabileceğini, okumanın başka diyarlara yapılan bir yolculuk olduğunu anlatarak onu okumaya ve yazmaya karşı yüreklendirmeye çalıştım.
       Yazabilmek için hayal gücünün önemini, bunun için de yine okumanın şart olduğunu belirttim. Hayal kurmaktan asla korkmayın, bu kapıyı daima aralayın, hiç kapamayın, dediğimde Ata’nın gözlerinin içi gülüyordu. Ata’ya kitabımı imzalarken, bu güzel ülkenin geleceğine sahip çıkabilecek başarılı ve mutlu güzel yüreğine inancım çok yüksekti. Ata ile yaptığımız bu sıcacık kısa sohbet hedefine varmış olmalıydı ki yanımdan ayrılan Ata on dakika sonra gülen gözlerle elinde bir kitap masamın önündeydi.
        Heyecanı kaybolmuş gibiydi. “Hocam sohbetiniz için teşekkür ederim. Ben de size bir kitap hediye etmek istiyorum, kabul ederseniz sevinirim” dediğinde biraz şaşırmıştım doğrusu. Çok kez kitaplarımı imzalamıştım ama böyle bir geri dönüş yaşamamıştım. Memnuniyetle kabul ettim. Ata yanımdan ayrıldıktan sonra kitabın ilk sayfasının üzerine “Bazıları hayatına yön vermeyi kitaplarda öğrendi, ben ise bir okul bahçesinde”, diye yazmıştı kurşun kalemiyle...
       Smyrna kalemleri olarak katıldığımız öğrenci yazar buluşmasında yapmaya çalıştığımız bu etkinliğin insan hayatında ne kadar önemli, yapıcı etkileri olduğunu bir kez daha yaşamanın sevinciyle okuldan mutlu ayrıldık. Bu etkinliği hazırlayan ve hayata geçmesini sağlayan Nuran hanıma, Ümran hanıma ve etkinliğe katılan değerli şair ve yazar arkadaşlarıma teşekkür ederim. Saygı ve sevgimle. 


Mustafa SÖYLEMEZ
SELMA SAYAR VE ÖYKÜCÜLÜĞÜ
Düşüyorum Tut Elimden İstanbul -2018 güzel bir kapak içindeki öyküleri beğenerek okudum. Arkeolojik kültürü ve tarihi önceleyen ‘’SON BİR BAKIŞ ‘’ Öyküsünde içsel konuşma ve resimsel betimlemeleriyle Medusa başı heykelini saklandığı yerden örselemeden çıkaran Arkeoloğun zamanı algılaması düşsel dünyası ilgimizi çekiyor. Önyargıları yıkarken şu sözleri söylüyor. “Hatta biraz havalı duruşu, lüle lüle saçlarını rüzgârda savuruşu, kırıta kırıta yürüyüşü vardı ki herkesi kendisine hayran bırakıyordu. Bu yüzden ona mesafeliydi ama ilgisini çekmiyor değildi. Zaman zaman içinden, kızın bu haliyle kazılara nasıl katılacağını düşünüyordu.’’ Bu düşüncelerle, kıza kahramanın ilgisi ve merakı sürekli artar. Asi Ovası, yurdu olan yazar sıcak ve serinletici akıcı bir üslup taşımaktadır.
Öyküleri okurken kendinizi Asi Köprüsü üzerinde serin meltem ya da imbatla (henüz adı konmamış hafif rüzgâr) adsız bir yelle, yılın her günü tanımsız bir rahatlamaya uğramış gibisiniz.
Günlerinin büyük bir kısmını birlikte geçirirler. Bir sabah “Senin bir suçun yok” notuyla çekip giden vefasız, bir enkaz bıraktığına aldırmamıştır. Sonu ayrılık olan öykü içimizi sızlatıyor. Bize, “suçu olan kim” sorusunu bırakıyor. Yanıtlar aramaya başlıyoruz. Öykünün gücü bu işte. Sf.18 de, ‘’Sen gittin mevsimler renk değiştirdi.’’ Farklı bir söylem, büyüleyici bir eğretileme. “Burnumda sen kokusu, başımda sensizlik ağrısı, kulaklarımda senin Akdeniz Şarkısı, gözlerimde masalımsı bir sen pırıltısı var”, sözleriyle insansızlığın dehşetini yaşamaya başlıyoruz. Bu insan içinde insansızlık çölü sonsuz arayış. “Bildiğim senden sonra gözlerimin hiç gülmediği ve hâlâ o birlikte seçtiğimiz gelinliğin duvarda asılı kaldığıdır’’, romantik söylemi öyküyü içimizdeki bazilikanın nişlerine monte ediyor.
   “O filmi sanırım birlikte izlemiştik. Sonrasında, beni o kızın yerine hayal ettiğini söylediğin anın, benim dünyamda anlatılabilecek bir tanımı yok hâlâ”, derken hiç yoktan hayaller kurmanın güzelliğini kurguluyor.
  ‘’Oysa senle her şey ne güzel olacaktı.’’ sözleriyle keskinin kapsayıcı etkisini yağdırıyor çorak yüreklere.
  ‘’Neyse ki pantolon giyerek kapatıyordu bacaklarını. Ama şöyle bir mini etek giymeyi de özlemiyor değildi.’’ sözleriyle çağdaş kadını önderleştiriyor ona bağımsızlık aşılıyor. Kışlık bezelye edinmenin dayanılmaz eylemliliğini bir düş gibi aktarmış. “Bu nedenle, şoförün uyarılarına aldırmadan, biner binmez, yakında ineceğini düşündüğü adamın dibinde durmuştu”, sözleriyle sezgi ve öngörünün pratikteki yerini vurguluyor. “Arkaya ilerleyin” sözlerinin kendi kendilerine bir söyleşi yaratan insanların duymadıklarını gözlemliyor.
      Sf.39 “Arada oğlan fırsatları kaçırmıyor, kızın yanağına öpücük konduruyordu. Kız da muzip bir gülümsemeyle karşılık veriyordu.’’ Toplumsal hoşgörü ve düzey tanımlaması açısında çok güzel bir örnekleme. İtalya’da genç kızların kalçalarına delikanlıların şaplakla vurmasını sayarlarmış, bu sayıda azalma olursa toplumsal mutlulukta azalma olduğu düşüncesi oluşurmuş. Bu görüşten bakarsak kadın erkek ilişkilerinde özgürlüğün sınırları anlamlandırılmaktadır.
 “Dershane, okul derken, çocukların şaft kayıyordu”, tümcesinde “şaftı kayıyordu”, eşsiz bir deyim bence.
Sevgilisine onu sevdiğini söylemek üzere olan genç ondan şu sözleri duyunca: “Geçen gün, burada kravatını bağladığın arkadaşın nerede? Çok hoş bir genç! Doğruyu söylemem gerekirse, duruşundan, gülüşünden etkilendim. Adı ne? Beni tanıştırır mısın?’’ Sözleriyle delikanlının seda uçağında umutla uçarken içine düştüğü türbülansı çok güzel anlatıyor.
İyi okuyucuya lâyık öyküler. Zeki ve sorgulayıcı okuyucunun hevesini kırmamak adına değerlendirmemi burada sınırlıyorum.  Selma Sayar güzel bir öğretmen, güzel çocuksu bir gülüşü, tevazu ve hoşgörüsü ile gelecek vaat ediyor. Kendisini kutluyor nice öykülere diyorum.

TURGUT UYAR’IN “ÜÇYÜZBİN” ŞİİRİ
 “Çağdaş Türk Dili Dergisi’nde, Halit Payza’nın “Turgut Uyar’ın “Üçyüzbin” Şiiri Üzerine Yeni Bir Yorum Denemesi” başlıklı yazısı dikkatimi çekti. Daha doğrusu bu yazıyla şiir beni büyüledi. Kısa bir araştırma yaptım; bugüne kadar şiir hakkında ne demişler, nasıl yorum getirmişler, diye. Şiir anlaşılmaz gibi olmasına karşın öylesine güçlü bir anlam bütünlüğü kurmuş ki Uyar, şaşırmamak elde değil. Böylesi bir söyleyişi görünce işte çağdaş sanat anlayışını öngördüğü şiir biçemi demek geldi içimden. 
Şiirin örtük alanlarını açabilmek için öncelikle Turgut Uyar’ın kişisel yaşamını ile toplumsal yaşam arasındaki ilişkiyi nasıl kurduğunu biraz bilmek gerekir. Bu şiir hakkındaki yorumlar, genelde şiirin okurda yaratmaya çalıştığı imgeleme değil; Uyar’ın ne söylemek istediği yönünde yapılmıştır. Okurda yaratmak istediği imgelem nedir sorusunu sorarsak sanırım biraz daha iyi bir açıdan bakmış oluruz. 
 “Şiir Çözümleme Tekniği ile oturup çözümlemek istiyorum Üçyüzbin şiirini. Kitabımda ileri sürdüğüm kuramlar ile yeni terimleri açıklayabilmek için önemli veri ve gereçler taşımaktadır. Şiirin anlam alanına girmek için biraz donanımlı olmak gerektiği kanısındayım; rastgele söylenmiş bir sözcük olmadığı gibi dizeler ve birimler arasında bile ilginç bir kodlama vardır.
Aşağı yukarı şiir üzerinde birkaç haftadır çalışıyorum; veri topluyorum. Şiirin ayrıntılarına girdikçe şiir sanatında göremediğim birkaç önemli konuyu bu şiirle yakaladım.    
Şu anda bunları açıklamayacağım; çözümleme bittikten sonra delilleriyle birlikte… Derginin Haziran sayısında…   09 Kasım 2019, Narlıdere
ÜÇYÜZBİN
Bu kıvırcık ateşten yalanlar300.000
Kimi sularca inanıyorum kimi zulüm yakıcı
Çocuksu, deli deli zincirler boğuntusu gök
Elimde kolumda senin seslerin var gel de aldırma
Kadınları çıplak görüyorum koşup seni soyuyorum
Bir açıcı gerdanlık görsem boynun aklıma geliyor bilemezsin
Seni kentlere seni bankalar seni seni 300.000
Seni zamansız ölümlere karşı koyuyorum hep aklımdasın
Yükün ağır, bir irisin bir ufaksın yetiştiremiyorum 300.000
Kapattığımız sağanak akşamları açtığımız sabahları 300.000
Elimden tut beni acar balıklara alıştır
Tekin durmayı öğret acıkmış aç kayalarda
Gel amansız pencereme perde ol kurtulayım

Kalk ellerini yıka bize gidelim
Soyunur dökünür odalarda konuşuruz
Bir o kaldı 300.000
Odalara kapanmak odalarda konuşmak odalarda ölememek
Canımız çekerse sevişiriz de kalk gidelim
Üç sokak ötede bir ev var yeşil gibi sana onu gösteririm
Konuşuruz sevişiriz dövüşürüz 300.000
Benim yırtıcı kuşlara tutkum işte bundan ötürü
Yadırgamadan gökyüzüne aşka acıkmaya alışkın
Zamansız gelme elim kolum dağınıksa sarılamam 

Senin ağustos çeşmeleri yüzüne özlemle eğiliyorum
Bir karşı durulmaz istek bir telaşla kendiliğinden
Bir serin renk anlıyorum aydınlık gözlerinden sorma
Sen zenginsin alırım tükenmezsin
Allah gelene kadar sen olursun şiirlerimde bu bir
Boş ver kavgalara kuruntu sorunlarına boğuntuya gelme

Ben adını demesem de anlıyorsun 300.000
Ü ç y ü z b i n
Cümbür cemaat aşka abanıyoruz.
Turgut Uyar

Ayşe Yetişen
KEVSER DÖNÜŞÜM
      Okuduğu kitabı salonun ortasındaki sehpanın üzerine bıraktı. Bugünlük bu kadar okuma yeter diye geçirdi içinden. Mutfağa gitti çaycının düğmesine bastı.  Kahvenin suyunun kaynamasını belerken mutfağın penceresinden dışarıyı seyre daldı.
     Doğup büyümüş olduğu, çocukluğunun geçtiği mahallesine yıllar sonra dönüp gelmişti. Dört yıllık üniversite eğitiminden sonra, on iki yılını Almanya'da geçirmiş ülkesine döndükten sonra evlenip üç yıl Kocaali’de öğretmenlik yapmıştı. On dokuz yıl sonra kürkçü dükkânı misali dönüp dolaşıp geldiği evinin sekizinci kattaki penceresinden şöyle bir baktı mahallesine.
    Tam karşısında on katlı iki bloktan oluşan Narbel Sitesi duruyordu. Narbel Sitesinin hemen karşı tarafında kapı girişinde bekçi kulübesi olan ve kapı zili yerine parmak izi ile de açılabilen Palmcity Rezidans uzanıyordu.
    Çok değil daha on, on bir yıl öncesi dağ gibi önünde uzanan bu kocaman Palmcity yerinde çocukluk arkadaşları Tava Hasan ile Göveç Mustafa’ların evleri vardı.  Küçükken annesi Hasan'ı tava götlü oğlum diye sevdiği için ona tava lakabını takmışlardı ve kimse onu Hasan ismiyle çağırmaz olmuştu. Tava gel, tava git. Göveç Mustafa’ya da göveç yemeğini çok sevdiğinden bu lakabı vermişlerdi. Tava ile Göveç’lerin üç dört ev sonrası da bizim ev geliyordu diye geçirdi içinden.
   Daha bugün gibi hatırındaydı. Yaz tatilinde Kocaeli’nden ziyaretlerine gelmişti annesi ile babasını. Daha gelir gelmez annesi mutlulukla müjde, müjde bizim buralara kevser dönüşüm geldi, bu bizim iki odalı evleri alacak, onun yerine büyük apartumanlar yapacaklarmış. Bize de evlerimiz karşılığında bu apartumanlardan verceklermiş diyen annesi adeta mutluluktan havalara uçuyordu.
   Limona ilimon, asansöre hasansör diyen annesinin kentsel dönüşüme de kevser dönüşüm demesi şaşırtmamıştı onu.  Sadece yüzünde hafif gülümseme ile anne kevser dönüşüm değil, kentsel dönüşüm diye düzeltmişti.
   Annesine bu haberi Göveç Mustafa'nın annesi Süheyla vermişti. O zamanlar beyaz kireçle kireçlenmiş bahçesinde mandilin ağacı bulunan tek katlı iki odalı, bahçe kapısı tahtadan olan evlerine çat kapı girip çıkan komşuları vardı. O gün Süheyla da çat kapı girip " Kız Ummanı, hu Ummanı duydun mu? Müjde müjde mahallemize kentsel dönüşüm girmiş, bizim bu derme çatma evlerimizi müteahhitler alıp koca koca apartuman dikecekmiş. Bize de o apartumanlardan vereceklermiş."
    Bu haber yayılınca bütün mahalle bayram etmişti. Mahalle sakinleri ileriki yıllarda oturacakları bu lüks apartman dairelerini hayal eder olmuştu.
    Suyun kaynama seslerini duyunca bugüne döndü. Fincanına kahvesini koydu, su neredeyse kaynamaktan buharlaşıp kalmamıştı. Kalan su ile güç bela fincanını doldurdu.
   Kahve fincanını eline alarak yine mutfak penceresinden mahallesini seyre daldı.
   Tavayı düşündü, Kocaeli’nden ziyarete geldiği gün tava ile kahvede oturmuşlar, Palmcity Rezidansın yerinde bulunan evlerini satışa çıkardığını duyunca "satma birader, bak kentsel dönüşüm gelmiş. Bundan beş, altı yıl sonra evlerinizin olduğu yer çok büyük değer kazanacak. Hem oturduğun evi satıp, kira mı ödeyeceksin gel vaz geç bu satış işinden" demiş ama Tava'yı ikna edememişti.
   Tava aklına koyduğunu yapan, kimseye eyvallahı olmayan biriydi. "Satmayıp ne yapayım birader, elimde avcumda hiçbir şey kalmadı, nasıl geçineyim" deyip kestirip atmıştı. Sata sata elinde kalan son mal varlığı olan oturduğu evi de satışa çıkarmıştı. Yıllardır hiç çalışmamış babadan kalma iki mandalina bahçesini, bir fırın yerini satmış şimdi de satacak bir şey kalmayınca oturduğu evi satışa çıkarmıştı.
   Eski evlerinin yerinde lüks Palmcity yapılan Tavanın şimdi şeker hastalığından ve damar tıkanıklığından ayağı kesilmiş, bir apartman girişinde kapıcı dairesinde kirasını zor bela ödeyerek ve akrabalarının yardımıyla hayatını sürdürmekteydi. Göveç te Tava'dan bir iki yıl sonra evi satışa çıkarmıştı. Göveç kendini bildi bileli çalışıyordu. Tava'nın tersine çalışkandı.  Ama hayat şartları onu da evini satma noktasına getirmişti. İhtişamlı Palmcity'nin eski sahipleri şu anda hala kira ödeyerek yaşam mücadelesi içindeler diye düşündü.
   Nerden nereye gelmişti mahallesi. O eski günleri, eski mahalle komşularını, sokakta oynayan, bağırıp çağıran, çocukları hatırladı. Şimdi bakıyordu da sokakta, araba gürültüsünden ve korna sesinden başka bir şey duyamıyordu. Çocuk sesinden ve şamatasından geçilmeyen mahallesinden şimdi artık hiçbir eser kalmamıştı. Kokaca sokaklarda oyun oynayan bir tane çocuk göremez olmuştu.
   Annesi de geçen gün kör olası bu apartumanlara çıktık çıkalı eski mahallemi, komşularımı özledim. Bir zamanlar öfke ile gürültü yapıyorlar diye kapının önünden kovalayıp gidin başka sokakta oynayın diye kızdığım çocukları, çocuk   şamatalarını bile özledim demişti.
   Kapılarında bırakın bekçiyi anahtar, kilit bile olmayan, tahtadan derme çatma kapılarını iki tel ile birbirine geçirerek kapatan, zil yerine çat kapı birbirlerine grip çıkan komşuluklardan evinin zili çalınca kameradan gözlemleyip gelen kişiye göre kapıların açıldığı, parmak izi ile evlere girilen, bekçinin kapıda durdurarak kimi arıyorsunuz deyip telefonla haber verilerek kapıdan içeri alındığı mahallesine şöyle bir baktı. Baktı. Baktı. Baktı.  Bakarken de burnunun direği sızladı.


Nazım Hikmet Ran
Güneşi İçenlerin Türküsü
Bu bir türkü
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
Bu bir örgü
alev bir saç örgüsü!
kıvranıyor;
kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor
esmer alınlarında
bakır ayakları çıplak kahramanların!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
güneşe giden
köprüden
geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.
Ben de söyledim o türküyü!

Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
yırtarak
gerindik!
Sıçradık;
şimşekli rüzgâra bindik!.
Kayalardan
kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
şaha kalkan atlarını!

Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!

Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
göz yaşlarını
boynunda ağır bir
zincir
gibi taşıyanlar!
Bıraksın peşimizi
kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!

İşte:
şu güneşten
düşen
ateşte
milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!

Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
düşen
ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at!

Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!

Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neş'emiz sıcak!
kan kadar sıcak,
delikanlıların rüyalarında yanan
o «an»
kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak,
ölülerimizin başlarına basarak
yükseliyoruz
güneşe doğru!

Ölenler
döğüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!

Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!


Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor!
Kalın tuğla bacalar
kıvranarak
ötüyor!
Haykırdı en önde giden,
emreden!
Bu ses!
Bu sesin kuvveti,
bu kuvvet
yaralı aç kurtların gözlerine perde
vuran,
onları oldukları yerde
durduran
kuvvet!
Emret ki ölelim
emret!
Güneşi içiyoruz sesinde!
Coşuyoruz,
coşuyor!..
Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!

Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!

Toprak bakır
gök bakır.
Haykır güneşi içenlerin türküsünü,
Hay-kır
Haykıralım!



Cemal Süreya
ÜVERCİNKA
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye
Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalsa seninle yatmak günah daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil

Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Bir çok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Birlikte mısralar düşürüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajı'nda akşam üstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil.


Edip Cansever
BİLMEZ MİYİM HİÇ
Bilmez miyim hiç bütün bu sözler ne der ona
Bu sözler ve bu sözlerin içinde çırpınan uzaklıklar
Dolaşıyorum bir başıma, ortalıkta kimsecikler yok
Kıyılar da bomboş, kır yolları da
Soluğumu duyuyorum ara sıra, bir onu duyuyorum
Duymuyorum belki de, biliyorum yalnızca
Ayaklarımın altında yaban naneleri, kekikler
Yol kenarında bir kapı, tahta
Peki, kim yitirmiş evini, ya da
Hangi yitikle yok olmuş o yapı
Kimbilir
Vuruyorum yokuş aşağı, kıyıya
Bir taşın üstüne oturuyorum
Ben oturur oturmaz
Çıkıyor kuytularından bütün görünümler
Ve ufak bir oyun oynuyor bana doğa
Alıp alıp götürüyor gözlerimi bıkmadan
Kısalıp uzayan bir çift yılan balığını andıran gözlerimi
Güneşin şavkından yuvarlanan çakıllara
Tam o sıra bir vapur yanaşıyor iskeleye uzun sürecek bir sonbahar taslağı gibi
Denize yeni sürülmüş bir tarlaya benziyor, uyanık, diri
Ve işin tuhafı bense
Alışıyorum gittikçe
Her gün bir parça daha alışıyorum yalnızlığıma
Ürperiyorum bir ara arkamdaki ayak sesinden
Ve bu yüzden mi bilmem
Durup bir süre çevreme bakar gibi yapıyorum
Sürüyle kus havalanıyor defnelerin içinden
Sürüyle, evet, hatırlıyorum birden
Nicedir unutmuşum saymayı bile günleri
Dağılıp gitmişler herbiri bir yaa
Kuşlar gibi, onlar da
Benimse ne gideceğim bir yer
Ne de özlediğim bir şey var
Öyleyse neden yazıyorum bu sözleri ona
Bu biraz sevdaya benzeyen, biraz da sevdasızlığa
Böyle gelişigüzel, böyle kırık dökük
Sanki hiç kimselerin kullanmadığı bir gün kalmış bana.

Uzun bir cumartesiyi hatırlıyorum, saat on iki
Dalıp gidiyorum, düsünüyorum da, saat on iki
Bir sigara yakıyorum, bir kağıda bir iki dize yazıyorum
Yerini iyi bilen, onurlu bir iki sözcük daha
Ama hiç kımıldamıyor, akrep de, yelkovan da
Yani tam böyle birşeye benziyor zaman
Yılgın ve çarpıcı renkler içinde pek kımıldamayan
Çıkageliyor sonra, saat on iki.

Anlıyorum
Yaşam elbette uzun biz duyabildikçe sevgiyi
Yalnızca bunun için uzun
Yani sevgiyle de sevebilir insan, sevdayla da
Örneğin
Bir sevgiyi yontup onarmak için
Döğüşmek de sevgidir
Ve benim bildiğim kadarıyla
Her şeydir bir insan, her şeydir
Yalandır kısalığı yaşamın
Ve özellikle insan dediğimiz şey
İnançli bir insan soyunun parçasıysa.

Sonunda başbasa kalıyoruz gene
Başbaşa kalıyoruz doğayla ben
İşte az önce yağmur da başladı, cumartesi günlerden
On temmuz cumartesi
Bir vapur daha kalkıyor iskeleden
Ve yağmur hızlanıyor biraz
Uzanıp yatsam diyorum otların üstünde çırılçıplak
Tam öyle yapıyorum
Şimdi yağmuru seviyorum, şimdi yağmuru seviyorum, yağmuru seviyorum.



Mehmet Büyükçelik
ÇIPLAK SÖZ
Sözcükleri giydiriyorum düşünürken
cıvıl cıvıl seviniyorlar
sesleri değişecek.

Kuşlar geçiyor çırılçıplak
delecek beyaz bulutu
maviyle sevişecek.

Haziranı giyinmeye az kaldı
ormanın sol yumruğu havada
yeni bir dünya gelecek.

Başın sevdiğinin yörüngesinde
tenine bulaşır ateş
giysiler terk edilecek.

İçinden geçeni söyler mi dilin
durudur sözün çıplağı
diliniz temizlenecek.



F.Kadri GÜL
DUMAN
Bir ünlem sanki
ağzındaki sigarası
Söylemedikleri duman
duman tütüyor boşlukta
Sanırım beni de
sürüklemek niyetinde
Kişiliğinin giz dolu
derin karmaşasına








Abdullah Gök
AŞKI'NIN ŞEHİDİ
Yasadışı bir aşk hikayesinin failiyim
Mülteci kalbime söz geçiremiyorum
Sensizliğin yok ettiği memleketime,
Bombalar düştü Nagazaki gibiyim.
Tüm çocuklarım hübakuşa doğuyor,
Aşklar radyasyonlu,
Zaman bitiyor, Hürriyetim kısıtlanıyor,
Ben tutuklu kalıyorum,
Senin yok ettiğin memleketimde yalnızım...
Zaman korkularıyla üzerime geliyor
Ölüm elbet gelecek,
Korkutmuyor beni,
Acı bohçamda taşıdığım,
Faili belirsizlik, gökkuşağını,
Gökyüzüne fırlatıyorum...
Yağmurlar yedi renk yağıyor!!!
Ben rengarenk ıslanıyorum,
Maviliklerin boyadığı,
Tutsak şehirlerim yok,
Memleketim yok...
Mülteci sevgime; meçhul bir sevgili yeter aslında,
Uslan be gönül, uslan yoklara alıştır kendini.
Yolculuğum yüreğinin götürdüğü yere git diyor sessiz sedasız
Gidiyorum uçsuz bucaksız çaresiz maviliklere doğru.
Hükümsüz aşkların diyarı istikametim,
Kıyametim kopunca sana değil yolculuğum,
Yaratana olur usulca.
Sana haberim ya gelir ya gelmez
Bilirim kıyametim ölümümdür, Ama
Varsa yoksa dünya denen
Bu hanın yolcusuyum dervişcesine
Ah aşk faili meçhul bir firariyi kabul eden memleketin var mı
Söyle son nefesimi orada vereyim.
Aşk diyarın da aşk ehline
Ölünce ne denir? 'bilmem ama
Ben aşkın şehidi, firari bir sevgili, dervişcesine sevmiş, bir aşık
Adına ne dersen de
Ben senin aşkı'nın şehidiyim... 20.06.2019


Faik GÜÇLÜ
HİÇLİK

Yazmaktan çekindiğim
imgelere musallat ettin
D-üşüyorum
Düşüyorum
Bitmek bilmeyen
boşluktan

Zilleri çalıyor
Kör etekleri
Doğuramadan aydınlığı

düşüyorum
İki heceyle itildim oysa
Uyanmak istiyorum
Ama
Göz kapaklarım
Çengelli iğneyle tutturulmuş

Bir sözcükte doğabilirdik
Ya da kaçabilirdik
karanlıklardan
Oysa
Elimizde koca bir hiç


Metin İmer
AHİRET    
İşte yine çıkarım karşına kırk yılda bir sürprizle
Her şeyim yerli yerinde, badem göz, hilal kaş, ok kirpik
Çok yakınımızda vahim bir telaş görüyorum
Bu bir ölüm uykusu habercisi olmasın?
Ve sen bize gülümseyen hain çirkin yüz
Ağzında çiğnenmemiş bir güzellik saklı
Çözülmemiş iplerimiz gerdek gecesinde
Ey tanrım, bak bunlar küçülmemiş kalem tutan ellerim,
Bunlarda yere basmayan ayaklarım
Hadi götür nereye götüreceksen
Kuralım soframızı ahiret hava yollarında
04 Aralık 2017 P.tesi, İzmir


M.Mazhar Alpan
ÇOK YAKIN
doğayı dinliyorum
sorumsuz zenginlerin
duyarsızlıklarını
“kalan sağlar bizim”
diyorlar, gerisi
faso fiso

gök nasıl ağlamasın
anlatamam yerin figanını
“bir dokun bin ah işit”
sabır denen kerimleri
afete biner gibi koşturuyor
öfkesini dört nala

yerle gök
ad değiştirecek
bugün olmazsa
belki yarın
para baronu

birkaç ailenin elinde
sur borusu


Hüseyin Çağırgan
YOL

Bu yol nereye götürür bizi
kendimizden başka
zaman kesiği yarası bu
içimizde usul usul kanayan
keşkelerle oluklaşıp
sevinçlerle pıhtılaşan
eski bir şarkı çalsa şimdi radyoda
onlarca surat geçer gözlerimin önünden
hayat denen bu yolda
bir süre beraber yürüdüğümüz
köy kahvelerinin boş vermişliğiyle
dolar içim
yağmur yağar
sonra güneş açar
toprak kokar arkasından buram buram
yeniden yaşama telaşıyla gönenirim
yürürüm adım adım aydınlıklara     24.09.2019


Satı Erdoğan
BEN BİRÇOK KEZ ÖLDÜM

Sen hiç öldün mü?
Ben birçok kez öldüm
Bir nefeslik yaşadım sanki
Baharın çiçekler açan
koynunda
Sabahı zor ettiğim bir odada
Ben birçok kez öldüm

Sen hiç öldün mü?
Aslında susmak en güzeliydi sözlerin
Ben konuştuğumda öldüm
Yalnızlığın dar ağacında
Yazın en sıcağında
Bir deniz kıyısında
Ben birçok kez öldüm

Sen hiç öldün mü?
Yolların uzunluğunda
Kaybolurken kudret
Gönül kafesini
Sıkarken hasret
Sızlanırken geçmişin izleri
Ben birçok kez öldüm

Sen hiç öldün mü?
Arkasını dönüp giden
Zamanı zamana düşman eden
Karabasan belasını yâr ettiğin
Gecelerin karasında
Ben birçok kez öldüm

Sen hiç öldün mü?
Sabahın gelmeyen umudunda
Gecenin bitmeyen
Üçünde, dördünde, beşinde
Ben birçok kez öldüm
Öldüresiye vurduğunda yüreğimi
Celladım
Ben bir çok kez öldüm..


Tuğçe Kantaroğlu
HEY GARSON
Hey garson bir bakar mısın,
Donat masayı şöyle,
Kuş sütünü bile ihmal etme,
Mükellef bir sofra kur bu gece.
Hey garson özel misafirim var,
Mekânı kapat bu akşam,
Hesap falan düşünme,
Yaz hesap haneme.
Çok özel bir misafir,
Kendimi davet ettim,
Erkencidir, baş köşeye al,
Benden önce gelebilir.
Bende çok gecikmem.
Bilirim ne bekletilmeyi,
Ne de bekletmeyi sever.
Hey garson geldim işte,
Beni bir köşeye al,
Onu başka bir köşeye,
Masanın iki ucuna oturt ikimizi.
Konuşacak öyle çok şey var ki,
Hey garson ortaya umut yap,
Şöyle bol bol olsun,
Kaderleri de at mangalla,
Erisin kor olsun,
Bir yetmişlik de neşe söyle,
Keyf-i çakırız bu gece.
Ve hesap garson,
Ha hayattan alacağım vardı,
Ona yazıver bir kere.
11 Aralık 2017


Hızır İrfan Önder
T/AŞKIN ÜÇLEMELER
ben mi
daha yalnızım
yoksa yalnızlığım mı?...

fay hatları geçer kalbimden
sensiz kalan gönlüm
bir enkaz şimdi!

ey güz güneşi
hüznümü açık kılmaya yeltenme
nefesin yetmez!

gölgesiz şiirler yazıyorum
çocuklar habire ölürken
gıkı çıkmayanları kınıyorum…

gözlerinin ağlaması da bir şey mi?
kalbim ağlıyor benim
kalbim!...

canımı sıkma
kasvetinde boğulursun
akşamlarımın!

zıvanadan çıktı hayat
savuruyor beni hiçliğe
sığınacak limanım yok!

içim viran
dışım yalnızlık
gölgem bir parya!...

figanım yırtıyor
gecenin sessizliğini
bu kent benden de ıssız...


Savaş Karaduman
YÜREĞİMDE SEN VARSIN YA
Yüreğimde sen varsın ya
Geceler çırılçıplak aydınlığa bürünür şimdi

Yüreğimde sen varsın ya
Öper gibi/ bir gülü koklar gibi
Yarama üfler gibi tenimi usulca okşar rüzgâr
Başımın dumanını/ kahrımı/ efkârımı dağıtır
Nefesini deli taylar gibi -çatlarcasına- koşturur bana şimdi

Yüreğimde sen varsın ya
İçimde büyüyen yangını aşkın;
Alev alev yakarak yeryüzünü
Gökyüzüne…/ aya ve yıldızlara uzanır şimdi

Yüreğimde sen varsın ya
Kokladığım bütün çiçekler yüzüne benzer şimdi
Saksıda sardunya/ kırlarda nergis kokusu tenin

Yüreğimde sen varsın ya
Kırılgan… Ve yitik… Ve kanatılmış
Cümle âlem aşkların pusulası
Aşkımız olur şimdi

Nerde/ neden/  ve nasılsa nasıl öyle işte; şimdi, şu anda
Yüreğimde sen varsın ya
Bütün yollar aşka çıkar sevgilim…

Şimdi, şu anda ellerimi tutuyorsun ya;
Her hangi bir akşamüstü aşka kalkışmışım da ben
dışarda başımı döndüren aşk ve bahar kokusu
Yorgununmuşum da;
Dudaklarımda dehşetli bir gülme arzusu
Ve dinlenmek için parmak uçlarına uzanmışım da;
Avuçlarında masmavi bir okyanus
Huzurlu, dingin ve çocuksu
Gözlerinin kıyısından göz bebeklerine kulaç atıyor kalbim…

Şimdi, yanımda sen varsın ya…
Ocak 2003-Kasım 2019

Gülşen Ersan
İNSAN SANATTAN DOĞAR
Şiir kuşanmış kalbinin
kuytusunda uyuklayan
çocuk düşlerin
huysuz konuşkan
kanarya suyundan

Günü birlik aşklar
yalan yalnızlıklar...
yanıkana sus payı
öpücükten şarkılar...

Eğitime erişimsiz
sözüm ona bilişim çağı
sanal salıncaklar
çocuksuz sokaklardan
özürlü
özgür iletişim(!)

"halkın ekmeği" ni çalandan
emeğini çiğneyen iktidar güçlüsüne
halkla bir olup hakkını hatırlatır
Brecht' in "tahteravalli" si
atar tepesi, bildirir haddini 
şiirin gözü pek işçisi

dini bütün ahlâksıza
küfrün inceliği karikatür
yobazın karabasanı tiyatro
açar  perdesini gözlerin
sözü silâh
dili sivri sanatın

Dünya sanatla sevişir
onunla gerçeğe dönüşür düş
insan!.. bir damla su'dan
taştan yaratan doğa
sanatın  tanrıçası
gizemli toprak ana.

Karamsar kapıları kapat
umutla
unutma aç açık sabahlar
günü gelince insan
sanatla baştan doğar.
              28 Nisan 2019 Pazar


Canan GÜRTUNCA SANLI
SEN BİR KUŞ OL
Deniz efkârlı bugün, içine çekiyor ayazı
öfkesi çakıl taşlarına değiyor.
Saçlarını savuran kadının gözleri boş
karanfilleri suskun.

Gökyüzü şaşıyor olan bitene
gece örtüyor tuzakları
yıldızlar çaresiz gözleri görmüyor
yalnızlıklar çoğalıyor sonsuz boşlukta.

Herkes bir bulutun arkasında
caddelerde ıslıklar sessizliğe gömülüyor
birileri tarafını arıyor, kimileri arafta
sözcükler uçuşuyor tutarsız
kimi kör kimi sağır savruluyor rüzgârın önünde.

İki kadın parkta. Sesleri kamçılıyor otları
kaplumbağa başıyla bir ileri bir geri oyalanıyor
çocuklar da olmasa hepten kaybolacak dünya           

En iyisi sen bir kuş ol ağaçta
Sesin duyulsun kanatlarını her çırpışında...
15 Temmuz 2019 


Sabahattin Yalkın 
ÇOCUKLUK RESİMLERİ-1   
2. Büyük Savaş Yılları
1.Yüzlerimiz küflenmiş birer gece
ışık yakma yasağı evde dışarda
yapışkan bir sabah korkaklığı
sokaklar tümden yabancı yabancı
güneş batınca türküsüz biter yaşamı. 
                       
Hitler ölümdür Yahudilere…              

2.Kesilmiş Ağva-Şile damgalı asker mektupları
dedeme ayrı okuduğum nineme ayrı
saklıydı sanki güneşe bile
dokuz ay on gün karnında
kan parçası can parçası yaşam parçası
kimden almışsa almış aşkını
bir ağıt ıslağı durur duvarlarda.

Hitler ölümdür çingenelere…
                     
3. Çocuk sesimde kartlaşma utangaçlığı 
göz göze geldiğimde komşu kızlarla
niye ki yere düşerdi gözlerim
kovardık altlı-üstlü horozla tavukları
mart kedilerini kavga ediyorlar diye.
                     
Hitler ölümdür Avrupa’ya… 

4. Elli milyon ölü barut kurşun toprak
göğün sonsuz güzelliğinden sonsuz uzak
kime yalvarsın insan ey yer ey gök
ıslatarak yerdik kara kuru ekmeği
özlemi damağımda çörek otlu carra peyniri.

Hitler ölümdür dünyaya…
                 
5.Okuma bilmeyenler gazete okuturdu bana
“Hitler ölü bulundu sığınağında”
bayramlar başladı sonra cicili bicili  
dönme-dolapta eli elime değdiğinde
ne ki yürek hoplaması ne ki baş dönmesi
demek her yaşta severmiş.



Kerim Birlik
BAHAR GELİNCE
Bizim illere de güneş doğacak
Yavaş yavaş eritecek karları
Parklarımızda renk renk çiçekler
Üzerlerinde uçuşan kelebekler
Getirecek özlediğimiz baharı

Bizim illere de doğacak güneş
Huzur ekilecek bahçelerimizde
Bereket yağmurlarında ıslanacağız
Çocuklarımız koştururken kırlarda
Yeniden kuşlar ötecek ağaçlarda

Güneş bizim illere de doğacak
Kabuk bağlayacak eski yaralar
Yamaçlarda umutlar yeşerecek
Özgürlüğe akarken ırmaklar
Türküler söyleyeceğiz patikalarda   19.03.2019


Emel YELKENCİ SARAL
20 KASIM DÜNYA ÇOCUK HAKLARI GÜNÜ KUTLU OLSUN!
BEN ÇOCUĞUM
Ben çocuğum, 0-18’dir yaşım
Bakmayın öyle zalimin ellerinde yitip gittiğime
Bir ölür, bin doğarım…

Hiroşima’da bulutlar öldürdü beni
Ot bitmedi öldüğüm yerlerde yıllarca
Öksüz, yetim, umarsız kaldım
Binlerce öldüm Irak’ta ,
Filistin’de, Bosna’da, Çeçenistan’da,
Afganistan’da, Vietnam’da,
Türkistan’da…
Savaştan,
Yoksulluktan ve açlıktan Afrika’da…

Ağlayan çocuklar çizdim resimlerimde
Mülteci kamplarında
Dağılmış aileler
Evsiz, yurtsuz…

Karaya vurdu küçücük bedenim
Özgürlüğü ararken Akdeniz’de.
Sızladı mı yüreğin?

Gelin ettiler, taç mı takındım
Kendimden bile sakındığım
Tenime aktı gözyaşlarım
Bebeğimi emzirdim,
Bez bebeğim alınırken elimden.

Suçlandım
Kapatıldım, yıkılası duvarların ardına
Sevgiydi tek ilacım
Büyütüldü göz bebeklerimde yaşım
Asıldım celladın ilmiğinde
Utandın mı?

İş kazalarında öldüm
Okul çağlarımda
Sokaklarda çalıştım, horlandım
Dövüldüm, sövüldüm, öldüm
Geleceğimle birlikte…
Duydun mu çığlıklarımı?
Acıdı mı için?

Hani dört temel hakkım vardı benim
Yaşama
Gelişme
Korunma
Katılım

Ölüm kararımı alırken kattın mı beni?
Hani, nerde yaşam hakkım?
Hani nerde haklarım?
Haklarım, insan haklarım…
Beni senden korumadın!







Yaşar Özmen


GİDELİM
Selam duran geceye bilirim, ellerin var kınalı gibi
Etten heykeller üstte kalsın, elleme yerleri sana yakın
Beşik kertilmiş ölümler, yetişemem emzikli bebeler işte
Aklın yok gibi gördüm, ucundaki mimar, kıvırcık tilki
Kınından çekilmiş acılar demlenir, olsun, alışık kellemiz
Sendin orada, bir ayıp açar, bir ayıp kapardın bilirsin
Durma, kırılmaz kemiklerimiz, hedef olalım dünkü gibi
Tarih bulanık yolu kesilmiş, bir kin ki deme gitsin
Bir gizlisin bir gizli, belki bizsiz öyküler çatıldı şimdi
Uyur uyanıksın gördüm, uyurken gülüyordun ne güzel
Kalkıp gidelim, aklım dağınık bak, gecelere götür bizi

Üşüşmüş sinekler, arıdan bal söker göremezsin
Çakal sürüsü dünün yakasına ilişik, sezemez önünü
Gir koluma yürüyelim, yolunuz yol değil; hem de yeşil
İri kelepçe, çok iri, sus, içinde büyüt, ıska geç düğümü
Bir direnir bir alışırız, alışkılarımız sersem tutkal gibi 
Sağımız solumuz boynundan sürgün, akıl irisi
Bir öylesin bir onunla sevgilisin, bilen bilir kimsin
Engel engele ekli geçersin gördüm, sen bilirsin işini
Gel desem bize, buralarda adından vururlar seni
Bizim gibi bilme, eflatun laleler ısırır keskin dişli
Barbut oynuyorsun bu iyi, üterler dilinden dinle
Bugün günlerden sessizlik, acı doğrar fırtına bizim gibi
Üşüyorum gidelim, aklım dağınık bak, sabah bekler bizi

Saklan, şu denizin gürültüsünde ıslanalım, aklımız linç
Adımızı silelim şuradan, bilmezsin kim vurduya gitmesin
Göğsümde kara saplı satır nöbeti, ağrı delisi değme gitsin
Kurtul gidelim, ayaklarım dağınık bak, umut bekler bizi… 
14 Kasım 2019






Mehmet Rüzgar
ÇÖL KANI

üç sarban üç keldani beyi terli boyunlarıyla
kızgın dağa baktılar gül kurusu ufuklara
urmiye’den şam’a daha günler var dediler
okur yazardılar öteden ve taksimi bilen
şal içinde sakalları gürdü bıyıkları alımlı
yıktılar yüklerini sonra soyundular tez
tütün içtiler kuruttular terlerini mendille
keten yağı sürdüler iplerine üzengilere
varıp köy avlağında bir vakit beklediler
aç yanlarını öyle bırakmadan sonsuza
kuş tüyüne yatırdılar kutsal sözlü kitabı
şah ülkesinden kenan iline hecin sürdüler
sınandılar donmak ile ve sıcağıyla yerin
sınandılar insan ile dili kâmil edimi züppe

yünden ve yumuşak bir poşu omuzlarında
bir hükmü geçiyorlardı bir ağdayı içten
çan sesleri sürüp attı yılan çıyan ne varsa
kumdan tepelerde uzun uzun çaktı gök
siyahından beyazına teber uçlu bulutlar
yağıp halsiz toprağı suladılar bir vakit
ve genç avluda kadın bilekleri şıkırtılarla
kumaşları derdiler alıp güneşe serdiler
ve soyup memelerini bebekler emzirdiler
bekleyen pirin elinde rum işi bir ağızlık
yüksek yerde yatan ölüye şefaat dilediler
kuzu başlarını sırasıyla pay ettiler siniye
diz çöküp oturdular ve yere eğip başlarını
dediler çöl kanı gözlerimiz ovsak da gitmez
sen bizi o doğumu görenlerden say ya efraim









Veysel Çolak Yönetiminde Karşıyaka Şiir Atölyesi’nin Düzenlediği Türk Şiirinin Sorunları Konulu Etkinlik Konuşma Metinleri
Konuşmacılar;
Durmuş Taşdemir
Yaşar Özmen
Fatma Şahin Gündoğan
Nermin Akkan

Durmuş Taşdemir
TÜRK ŞİİRİNİN SORUNLARINA GENEL BAKIŞ
Konunun bir bütünlük içerisinde ortaya konulabilmesi için şiirimizin sorunlarının şu alt başlıklar altında ele alınmasının uygun olacağını düşünüyorum.
Ülkemizin ekonomik, kültürel, siyasal, toplumsal ve hukuksal yapısından kaynaklanan sorunlar, şairden kaynaklanan sorunlar, okurdan kaynaklanan sorunlar, yayıncıdan kaynaklanan sorunlar.
EKONOMİK, KÜLTÜREL, SİYASAL, TOPLUMSALVE HUKUKSAL YAPIDAN KAYNAKLANAN SORUNLAR
Günümüz şiirinin sorunlarını toplumumuzun içinde yaşadığı koşullardan ayrı düşünemeyiz. Bugünün şiirinin oluşmasında geçmişten gelen şiir anlayışları, şiir birikimi etkili olduğu gibi içinde bulunduğumuz toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel hukuksal koşullar da etkilidir. Toplumun genelinde bilginin ve sanatın değer olarak kabul edilmesi, ilgi ve itibar görmesi, toplumsal atmosferin elverişli olması nitelikli şiirlerin yazılmasını teşvik edecektir kuşkusuz. Ancak günümüzde koşulların elverişliliğinden söz etmek ne yazık ki mümkün değildir. Bilgili olmak, şiir yazmak, resim yapmak ya da sanatın başka bir dalıyla ilgilenmek hak ettiği karşılığı bulmuyor ülkemizde.  Çünkü liyakat göz ardı ediliyor. Karar verici konumunda olanların kriterleri ve tercihleri farklı. Bilgi hak ettiği karşılığı görmediği için şiir de bundan fazlasıyla payını alıyor.  Öte yandan kapitalist sistemin ve piyasaların önceliği para. Ülkemizde okuma oranı çok düşük. Şiir ise en az okunan yazın türlerinden. Şiir yazmanın, şiir kitabı çıkarmanın ekonomik bir getirisi de yok. Şairlerimizin birçoğu kendi kısıtlı bütçelerinden biriktirdikleriyle şiir kitabı yayımlatabilmektedirler.
Şairlik para kazandırmadığı için şairlerin birçoğu, öğretmenlik, doktorluk, esnaflık, memurluk, işçilik gibi mesleklerinin yansıra şiire de zaman ayırmaya çalışmakta ya da emekli olduktan sonra ilgilenme olanağı bulmaktadırlar. Şiire, okumaya yeterli zaman ayıramadıkları için şiirde beklenen gelişme sağlanamamakta tabiri caizse şiirimiz güdük kalmaktadır.
İnternet ortamında şiirler yoğun olarak paylaşılmaktadır. Paylaşılanların İçerisinde eksik ya da hatalı olanlar ya da şiirimsi olanlar da bulunmaktadır. İnternet ortamının şiirlerin paylaşılmasında, geniş kitlelere yayılmasında etkili ve yararlı olduğunu düşünmekle birlikte dikkatli ve özenli olunması gerektiğini söylemeliyim. 
Şiire, sanatçıya ilgi gösterilmemesi, destek olunmaması şiirin gelişmesini yavaşlatmaktadır. Bireylerin ve toplumların yaşamını herhangi bir arazi parçasına benzetirsek genelde sanat, özelde şiir bu arazide yetişen ağaçlar, ağaçlardaki çiçekler, ötüşen kuşlardır. 
Şair şiir yazarken özgür olmalıdır. Duygularını, düşüncelerini şiir olarak ifade ederken şiire ilişkin estetik kaygıların dışında hiçbir kaygı ve korku duymamalıdır. Oysa ki şairler ve yazarlar üzerinde görünür görünmez baskılar hala sürmektedir. Şiirin doğası gereği muhalif olması bazen şimşekleri üzerine çekebilmektedir. Gerçek anlamda ifade özgürlüğünün olmaması şiirimizi de cılız bırakmaktadır. Şairleri oto sansür uygulamaya zorlamaktadır. Günümüz şiiri birazda bu nedenle yutkunmanın şiiridir.
ŞAİRDEN KAYNAKLANAN SORUNLAR
Şiir tevazu işidir. Asıl olan şiire çalışmaktır. Şiire yeterince çalışmadan, şiir geleneğini özümsemeden, şiirimizin ustalarını tanımadan, günümüz şiirini kavramadan diğer ülkelerde yazılan şiirlerden haberdar olmadan kendini parlatmaya ve öne çıkarmaya çalışmak şiire zarar verir. Ama bu durum edebiyat ortamlarında sık sık yaşanmaktadır.  Arkadaşlık, hemşerilik, ideolojik birliktelik, çıkar sağlama gibi nedenlerle öne çıkarılanlar olabilmektedir. Şiire emek veren, kendi halinde bir şeyler yapmaya çalışanlar ise geri planda kalmaktadır. Şiir etkinliklerinin birçoğunda hemen hemen aynı kişiler görev almaktadır. Şiir bir iktidar alanı değildir. Küçük büyük her türlü iktidara karşıdır. Çünkü şiir özgürlüğün, varoluşun, kendini gerçekleştirmenin, kendinde olduğunu fark etmediğin şeyleri bile bulup ortaya çıkarmanın dilidir.  Şiir otorite kabul etmez. Nasıl ki şiirde yalınlık, içtenlik esas ise şairin de sade ve içten   olması beklenir. Kariyerist bir anlayışla şiire yaklaşmak doğru değildir.
Şiir okurunun az olmasının, şiir kitaplarının az satmasının kitabevlerinin raflarında şiir kitaplarının yer almamasının ya da çok küçük daracık raflarda yer almasının bir başka deyişle insanlarımızın şiirle bağ kuramamasının en önemli nedenlerinden birisi, şiirimizin günlük yaşamın gerçeklerinden uzak olması, okurun şiirin yaşamda karşılığını bulmakta zorlanması, şiirin yoğun imgelerle ve kapalı bir anlatımla, özel göndermelerle yazılmasıdır. Şairlerimizin birçoğu yer yer değinmeler olsa bile gerçek yaşamı değil, kafalarında kurguladıkları yaşamı yazmaktadırlar. Bunu yaparken de soyut, anlaşılması güç, kapalı bir dil kullanmaktadırlar. Bu bir ölçüde normaldir. Ama gerçeklerle bir bağının da olması, yaşamdan kopuk olmaması, okurla iletişim sağlayacak bir dil kullanması gerekir. Sonuçta şiir de olsa bir iletisinin olması, en azından şiirdeki duygunun okuyucuya geçmesi beklenir. Bu gerçekleşmiyorsa ciddi bir sorun var demektir. Sorun hem okurdan hem de şiir yazandan kaynaklanmaktadır. Okurdan kaynaklanan sorunlar alt başlığında belirteceğimiz üzere okur kolaycı bir yaklaşımla aradığını, okuduğu şiirde bulmayı ummaktadır. Üzerinde düşünmek araştırma yapmak zahmetine katlanmamaktadır.
Şiir dilinden, şiir estetiğinden ödün vermeden ancak anlaşılmazlığa düşmeden de şiirler yazılabilir. Şairler şiirlerinde okura kapıyı aralık tutmalı, kapatmamalıdır. Şiir öncü olmalı, geleceğe dair önerilerde bulunmalıdır. Şair de aynı zamanda bir okurdur ve iyi bir okur olmak zorundadır.
Ben toplumuzun şiirden uzak olduğunu, şiiri sevmediğini düşünmüyorum. İlkokul yıllarından beridir şiir yazmaya, söylemeye çalışıyorum. Edebiyat dışı ortamlarda da çok şiir söyledim. Şiir söylerken duygularımın dinleyenlere geçtiğini, etkilendiklerini ve bunu ifade ettiklerini gördüm. İnsanların şiire ihtiyaç duyduğunu hatta şiire aç olduklarını anladım. Yeter ki okur ile ortak bir dil, ortak bir bağ kurabilelim. Bunu başaramazsak geniş kitlelere ulaşamayız.
Günümüz şiirinde çok kullanıldığı için aşınmış ya da kullanılması moda olmuş sözcüklerin sıkça kullanıldığını, zaman zaman şiirimizin kendini tekrar ettiğini görüyoruz. Şiirlerde yabancı sözcüklerin kullanılmasını da sorun olarak değerlendirebiliriz.  Türkçemiz zengin bir dildir. Şairler öncelikle öz kaynaklarımızdan beslenmelidir.
Yazılan şiir kitaplarından bazılarında sadece iç dökümü olduğunu, kafiyeli, vezinli şiirler yazılmaya çalışıldığını ancak onun da başarılamadığını, şiir dilinin yakalanamadığını görüyoruz. Bu tür kitaplar şiir beğenisi oluşmamış, şiir bilgisi olmayan insanlar üzerinde etkili olabilmekte, yazılanlar şiir zannedilmekte bu da gerçek şiire zarar vermektedir.
Toplumumuzdaki yoğun çelişkiler, toplumsal sınıflar arası farklılıklar, coğrafi ve kültürel farklılıklar, Anadolu'nun tarihi şairlere zengin bir malzeme sunmaktadır ve işlenmemiş maden cevheri gibi yazılacağı zamanı beklemektedir.
Şiirler ve şiir kitaplarıyla ilgili olarak yazılanlar çoğu kez tanıtım yazısı olmaktan öteye geçememektedir. Şiir bilgisini esas alarak yapılan şiir çözümlemeleri ve şiir eleştirileri oldukça sınırlıdır. Şiir eleştirisinin gelişmesi şiirimizin de önünü açacaktır. 
OKURDAN KAYNAKLANAN SORUNLAR
Okur deyince homojen bir yapıdan söz etmiyoruz elbette.  Eğitim düzeyleri, yaşları, yetişme koşulları farklı. Hepsi için ortak bir değerlendirme yapmak mümkün değil.
Okuma oranının düşük olması, şiirin çoğunlukla uyaklı sözlerden oluşan iç dökümü olarak görülmesi, şiir bilgisinin yetersizliği, şiir beğenisinin oluşmaması sorun olarak çıkıyor karşımıza. İyi bir şiir okuru olabilmek için şiir bilgisini bilmek, anlam katmanlarını, çağrışımları yakalayabilmek gerekir. Şiir okumak diğer yazın türlerini okumaktan farklıdır. Yukarıda değindiğimiz üzere okur kolaycı bir yaklaşımla aradığını okuduğu şiirde bulmayı ummaktadır. Üzerinde düşünmek, araştırma yapmak zahmetine katlanmamaktadır. Dolayısıyla şiirin kapısını yeterince zorlamadığı için şiirin dışında kalmaktadır.
Şiirimizin önemli olarak gördüğüm sorunlarından birisi de şairi nedeniyle o şairin şiirine ön yargılı yaklaşılmasıdır. Bir şiir sırf Nazım Hikmet'e ya da Necip Fazıl'a ait diye ideolojik bir yaklaşımla benimsenmesi ya da reddedilmesi doğru değildir. Asıl olan yazılanın şiir olup olmadığıdır. Şiir belli bir ideolojiyi yansıtabilir. Bunda bir sakınca yoktur. Yeter ki şiir dilini yakalayabilmiş olsun.
Okumak çoğu kez önceliklerimiz arasında yer almamaktadır. Yeterli zaman ve maddi kaynak ayırmadığımız için şiir de bundan fazlasıyla payını almaktadır.
YAYINCIDAN KAYNAKLANAN SORUNLAR
Bazı edebiyat dergileri şiir yayımlarken kişisel yakınlık, abone olma, cinsiyet gibi şiir dışı unsurları gözeterek dergilerinde şiir yayımlayabilmektedir. Bazı şiirlerde yayımlanacak nitelikte olduğu halde yayımlanmamaktadır. Dergiler şiirlerini yayımlamak için gönderenlere mutlaka şiirinin değerlendirmeye alındığına dair bilgi vermelidir. Bu asgari nezaketin gereğidir. Dergiler ne tür şiirleri yayımlayacaklarını ilke olarak belirlemeli ve okura duyurmalıdır. Günümüzde bir derginin yayınını sürdürmesi özellikle ekonomik yönden oldukça güçtür. Okurların ve şairlerin nitelikli dergilere abone olarak destek vermeleri gerekir.
Yayıncıların şiir kitabı yayınlarken salt ticari kaygılarla hareket etmemeleri gerekir. Bunu aynı zamanda bir kültür hizmeti olarak düşünmelidirler. Şiir kitaplarının tanıtımı, dağıtımı ve okura ulaştırılması karşımıza ayrı bir sorun olarak çıkmaktadır.
Tabi konu şiirimizin sorunları olunca böyle eleştirel bir tablo çıktı ortaya. Ama şiirimiz ve şiirimizin geleceğinden umutluyum. Şiire emek ve gönül vermiş ustalarımız, gençlerimiz sözlerini damıtmaya, insandan, doğadan, emekten, barıştan ve güzelliklerden yana şiirlerini yazmaya devam ediyorlar Bir atasözümüzde söylendiği gibi "akacak kan damarda durmaz" yazılacak şiirlerde sadece şairin yüreğinde, bilincinde kalmaz mutlaka yazıya, söze, şiire dönüşür ve insandan insana geçer, toplumun duyarlılıklarını, bilincini, direncini beslemeye devam eder. Çünkü şiir umuttur, dirençtir ve her daim tazedir, yeniler ve yenilenir. Çünkü biz sözün gücüne inanıyoruz. Her bir söz, her bir dize her bir şiir mutlaka önemlidir ve karanlıkta yanan çoban ateşleridir.
Ben sözlerimi yazımın konusunu tema olarak alan bir şiirimle bitirmek istiyorum şimdilik.
ŞAİRE

ey şair sök apoletlerini
kurtul kaslarından, kastlarından
sana üryan olmak yaraşır

çöz şiirini ipliğini
özgürleşsin dizeler

yüreğini yakan bakış
nasıl kavurursa benliğini
öyle sarsın

yont şiirini ve kendini
yalınlık bilgelik getirir

sözü arındır, havalandır
paslı karanlıklarda ışıldasın

adil olsun şiirin
dinlerin, dillerin ötesinde
duyulsun insanın sesi



Yaşar Özmen
TÜRK ŞİİRİNİN TEMEL SORUNU ŞAİRİN KENDİSİDİR
Sorun, sorun olarak tespit edilmiş ve sorun çözülemiyorsa o işin sorumluları sorunlu demektir. Çünkü çözülemeyecek sorun yoktur; yeter ki sorunun sorumluları sorunsuz olsunlar. 
 Türk şiirinin sorunları deyince genellikle tartışıldığı gibi, şiir eleştirisinin olmadığı, şiirin okunmadığı, şiire yeterli saygın davranılmadığı, ödül sisteminin saygın olmadığı, basım evlerinin tutumu veya şiir bilgisi olmadan şiir yazıldığı gibi kalıplaşmış konulara değinmeyeceğim.
 Bunun yanında şairlerimizin dergilerde, etkinliklerde veya şurada burada şiir öldü bitti, şair anlamını yitirdi, dil elden gitti gibi yakınmalarına benzer bir konuya da yer vermeyeceğim. Madem şiirin sorunlarını konuşacağız, konunun biraz kökenine inmek gerektiğini düşünüyorum. Temel, uygun bir zemin üzerine oturtulmadan üzerine kuracağınız hiçbir yapı sağlıklı olmaz. Sorunların çıkış noktasını düzeltmeden, konuya getireceğiniz tüm çözüm önerileri küçük düzeltmeler olur.
Türk şiirinin önemli sorunları vardır. Hem de bunlar temel ve büyük sorunlar. Çözümü oldukça zor ve anlayış değişikliği gerektiren sorunlar. Bunların çözümü; araştırma, ayrıştırma, okuma, bilimlerin gözünden inceleme, ayrıksı bakış ve ayrıksı yorum isteyen zorlu bir yolculuktur.
Biliyorsunuz, günümüzde şiirin sorunları genelde dilsel konularda yoğunlaşır. Daha doğrusu bizler bunu böyle görürüz ve böyle biliriz. Bağdaştırma, sapma, eğretileme, imge, sözcük, dize, anlatım gibi dilsel teknikler üzerinde daha fazla tartışma yapılır veya konuşulur. Oysa şiir sadece bir dil konusu değildir; şiir bir sanat alanıdır. Hem de bütün sanat alanlarından daha fazla düşünceye, bilime, felsefeye, sosyolojiye, psikolojiye ve estetik bilimine gereksinim duyan bir sanat alanı. Müzik, resim, sinema ve tiyatro gibi alanların temelinde var olan bir sanat alanı. Düşünce ve dilin özdeşliğinden yaratıcılığın kapısını açan bir dünya. Dergilere, denemelere ve kitaplaştırılmış şiir yazılarına baktığımızda şunu görüyoruz: Şiirde her şey dili iyi kullanmakla çözülecekmiş gibi tüm şairlerde bir algı vardır. Yani şairlerin büyük bir kısmı, şiire sadece dil sorunu açısından bakar. Dil şiirin bir anlamda gerecidir.
Şiirin sorunlarına sadece dilsel bağlamda bakmak, buz dağının dışarıda kalan kısmıyla uğraşmaktır. Suyun altında kalan kısmını göz ardı etmek, yani büyük kısmı yok saymaktır. Örneğin resim sanatının malzemesi ışık ve çizgi olmasına karşın resim sanatına ilişkin yazılarda bunların üzerinde pek durulmaz. Öyleyse şiir konu olunca neden sadece dilsel konulara saplanıp kalıyoruz? Dil, şiir için önemli bir bileşendir; ancak şiir sadece dil değildir. Tabii ki dilin ayrıntılı ve ustaca kullanımı önemlidir. De da’yı ayırmayı, bağdaştırma, sapma yapmayı, imge oluşturmayı ve okurda imgelem oluşturacak ayrıntıları bilecektir; dilin tekniğini bilmek temel gerekliliktir.  
Şiirin temel sorunu sadece dil değildir; şiirin temel sorunu, şiire bir sanat alanı mantığıyla yaklaşmıyor olmamızdır. Bir anlamda şiirin sorunlarını şairin kendisinde aramak gerekmektedir. Şiire bir sanat eseri mantığıyla yaklaşırsak ne olur? İlk akla gelen soru, sanat felsefesi ve sanat bilimi olmak zorundadır. Kaçımız şiire sanat felsefesi ya da sanat bilimi açısından bakıyoruz ya da inceliyoruz. Biliyorsunuz sanat bilimi; sanat felsefesi, sanat toplumbilim, ruhbilim ve estetik biliminden oluşan ve diğer tüm bilimlerle beslenen kocaman bir bilgi dünyasıdır?
İşte sanat biliminden yola çıkmadığımız için, gelmiş geçmiş şairlerin yaptıkları, yazdıkları eserler üzerinden hareket ediyoruz. Büyük şairlerin şiirleri elbette önemlidir; deneyimdir, referanstır ve üzerinde çalışılması gereken değerli eserlerdir. Tevfik Fikret, Nazım Hikmet, Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Anday, Edip Cansever, Cemal Süraya, Behçet Necatigil gibi daha adını sayamadığım diğer şairler bizim için çok önemlidir. Bunlar şiir dünyasının kazanımıdır; var olandır. Şiirin ruhunu anlamak için önemli veriler de kazandırırlar.
Ancak sadece eserler üzerinden yola çıkmak, şairlerden yola çıkmak, bunların incelenmesiyle yetinmek, dil açısından irdelemek, şiirde yenilik ve gelişim için yeterli donanımı bize sağlamazlar. Ayrıca var olanlardan yola çıkmak sanatta bana göre şairi öykünmeye götürür. Benzeme güdüsünü yüceltir. Taklit etmeye yöneltir. Söylemek istediğim şudur: Deneyimlerden yola çıkmak elbette çok şey kazandırır ama gelişime, dönüşüme ve yeniliğe yeterince yardımcı olamazlar. Daha doğrusu biriciklik ve özgünlük kuralına uyum için yeterince donanım sunamazlar. 
Şiirde gelişim, dönüşüm ve yenilik istiyorsak- ki bu şiirde temel amaçtır- iğne ve çuvaldızı elimize almalıyız, iğneyi okura, çuvaldızı kendimize batırmalıyız. Yani kendimizi acımasızca eleştirmek ve sorgulamak zorundayız. Birkaç tane şiir kitabım var, ama estetik biliminin temel ilkelerinde bihaberim, bu iş, nasıl bir iş diye kendimize sormalıyız. Estetik bilimi şiirin/sanatın ruhudur, en temel bileşenidir. Bilim insanları tarihin başlangıcından beri üzerinde çalıştığı bütünlüklü bir konudur.
Hemen bir saplama yapalım; şiirde pek çok konu, gereksiz gibi görülür. Yani efendim bunu bilsem ne olur bilmesem ne olur gibi küçümsenir. Örneğin “Şiir doğal yetenektir, şiir akılla yazılmaz, şiir öğrenilmez, şiirin kursu/eğitimi olmaz, şiir yazmak için psikolojiye, felsefeye, matematiğe, tarihe gerek yok, ben içimden geldiği gibi duygularımla şiir yazarım.” benzeri söylemler dolaşır ortalarda.
İşin doğrusunu söylemek gerekirse, şiirde gereksiz görülen pek çok şey, en gerekli ayrıntılardır; çünkü sanatsal değer ayrıntılarda gizlidir. Şiir sanatı, çok fazla ayrıntı ve kapsamlı bilgi gerektiren bir alandır. Bizler, sadece neyi bilmediğini bilmiyor olan şiir yolcuları gibiyiz. Maksadım eleştirmek değil; bir şeyleri göz önüne getirebilmek ve bu sorunların üzerine yoğunlaşmanın önünü açabilmektir.
Şiire bir sanat alanı mantığıyla yaklaşırsak ne olur? Her şeyden önce karşımıza bütün sanat alanlarının temel bileşeni estetik bilimi dikilir. Sonra insan   bilimlerinden olan sosyoloji, psikoloji ve felsefe temel uğraşı alanımız olur. O zaman, şiir sözcükle yazılır, şiir duyguyla yazılır, şiirde anlam aranmaz, şiir yaşanır yazılır, şiir akıl dışıdır, şiirin ölçütü olmaz, şiirde duygular anlatılır gibi altı dolduramayacak tartışmaların yüzeysel söylem olduğu ortaya çıkar.
Şiirde propaganda dili, irşat dili[1] kullanmak yerine sanat diline yöneliriz. Popülist şiircikler yazmaktan kurtulmak için bir adım daha atmış oluruz. Çünkü; sanat bilimi şiirin insanla nasıl bir sanatsal ilişki kurulabileceğini açıkça göstermektedir. Propaganda ve irşat diliyle sanat dilini birbirinden ayıran somut verileri önümüze koymaktadır. Dil-düşünce-akıl-sanat ve bilimin birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde olduğunu net olarak söylemektedir.    
Bu şekilde yola çıktığımızda, şiire ve şaire ödül, övgü ve yergi biraz olsun anlam kazanır. “Körler sağırlar birbirini ağırlar.” mantığından kurtulmak için bir basamak olur. Bunun yanında, okur odaklı, eser odaklı, şair odaklı veya izlenimci eleştiri mantığını bir kenara atıp öz ve içeriği sanat değeri oluşturan ögelerde aramaya yöneltir. Kısacası, insan manzarasıyla uyuşmayan yakıştırmaları bir kenara buruşturup atarız. En azından hiçbir şey söylemeyen, sanat değeri olmayan, duygu değeri taşımayan, öykünen ve alışılagelmişi bağıran şiir yazmaya paydos diyebiliriz. Artık çağdaş sanat anlayışı, doğayı veya nesneyi birebir tuvale yansıtmayı, öykünerek rastgele sözlerle dize kurmayı sanat kabul etmemektedir.
Şiir yazılarının çoğunluğu, hem de büyük bir çoğunluğu dedikodu ve şikayetler kalabalığıdır. Dahası yüzeysel söylemlerdir. Şairler sanat biliminden yola çıkarlarsa, birbirini şikâyet edecek, dedikodu yapacak ve magazine yönelecek zaman bulamazlar; çünkü şiir evreni çok büyüktür.
Şikâyetim var şikâyetten
Şikâyetim var suçlanmaktan
Ve şikâyetim var dönüp kendime
Ne kadarsın diye soramamaktan. Y.Ö.
Maksadım şikâyet değildir; biz buyuz diyebilmektir. Bilinenler zaten biliniyor. Var olanlar zaten var. Verili olanlar zaten sürekli yineleniyor. Bu sorun aşılıp geleceğe bakmadan, Türk şiiri, ilgili bilim alanlarıyla ve güncel bilgilerle ele alınmadan, şiire yeni bir bakış getirmenin, şiirde yenilik yaratmanın ve gelişim sağlamanın olası olmayacağını söylemektir.
Sonuç olarak, Türk şiirine bir sanat alanı mantığı ile yaklaşılmadan, şiir sanatının her ögesi ilgili bilimsel disiplinlerin iş birliği ile geliştirilmeden ne büyük şiir yazılabilir ne de şiire yenilik getirilebilir.
Sorunlar belliyse ve giderilemiyorsa sorunlu olan bizleriz demektir. Özet; “Türk şiirinin temel sorunu Türk şairin kendisidir.” 07 Eylül 2019, Karşıyaka Belediyesi Şiir Atölyesi

Fatma Şahin Gündoğan
Türk Şiirinin Sorunları: Şiir Ne İster?
Pir Yunus Emre dizeleriyle başlayalım.
Söz ola bitire işi.
Az ala kese savaşı
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ide bir söz.
Bu coğrafyada ve dünyada yaşayan tüm halkların toprağı şiir ile karılmıştır. Her birisinin içinden geçen coşkun nehirler gibi çoğalan özgün ses elbette ki şiirseldir. Nedir, kavgaya, özgürlüğe, eyleme, acıya, doğaya, aşka, kente, toprağa kısaca yaşama karşı duygularla yazılmış dizelerdir bunlar.
Türk şiir tarihi ise Orhun, Yenisey yazıtlarına dek gider. İlk Türk şairi Aprın Çor Tigin den beri şiirimiz çok şey görüp geçirse de hem diliyle hem de abecesindeki değişmelerle (sırasıyla köktürçe, uygurca, arapça ve latince.) daima hayata tutunmasını bilmiştir söz erenleri sayesinde. Türkçeye gönül vermiş bir Dede Korkut, Aşık Paşa, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Dadaloğlu gibi ozanlar sayesinde dil -Türkçe- kaybolmadan bugüne dek gelmiştir. Atatürk devrimleri ile Türk Dil Kurumunun da kurulması en büyük gelişmedir dil adına. Sonra başka şeye dönüşse de. İktidar ile uzlaşmacı olan değil de hep aykırı ve karşı olanın şiiri yaşadı daima. Kısaca kolektif bilincin ışığında doğup büyüyerek gelişen şiir, aykırı söylemiyle hayata tutunarak şekillenip bugünlere ulaştı.
Şimdilerde ise Türk şiirinin sorunlarına göz atarsak eğer bu durumdan en çok rahatsızlık duyan şiire, şiirin ta kendisine ne istediğini sormak gerek diyerek devam edelim. Dişil görülen şiir, 'kadın ne ister' deyişinden yola çıkılarak Şiir Ne İster'e dönüşüyor.
Evet şiir ne ister?
Şiir Dilin Tacı Olmayı İster.
Şiir, yaşamı diyalektik bir doğruluk içinde algılayıp-alımlayan ve bunun dile yansıması sonucunda ortaya çıkan yepyeni bir söz yapılanmasıdır...Bu yapılanmanın en göze batan özelliği ise şiirin diyalektik düşünce temelleri üzerine oturmuş olmasıdır ki böyle bir kullanmayı yansıtmayan metinler şiir olamazlar.
Özünde her şeyin birbirine bağlı olduğu tez-antitez-sentez, yadsınmanın yadsınması gibi. Yaşamdan, dünyadan kopuk yazılan şeyler şiir olamaz kısaca. Kentsel yaşamın yansıması olan şiir, eylemle nesnenin etkileşimi sonucunda oluşur. Şiir dilini daha iyi anlamak için bu konuda eserler veren yazarları mutlaka okumak gerekir.
Şiir dünyayı bozarak dağıtarak yeni baştan imgelerle kurma eğilimidir. Bugünün sinema dili de şiir dilinden bir alıntıdır. Semantik (anlambilimsel) bozmayı bir türlü anlamak istemeyenler sözün sözdizimindeki yerinin her tersyüz edilişinde kazandığı genişliğin, derinliğin ayırdında olamayanlar nasıl şiir yazabileceklerdir?
Şiir Her Türlü Beslenmek İster.
Elbette sözcüklerle yazılır şiir, ancak teknik ve teorik donanımların, bilgilerin, edim ve görünümlerin ete, kemiğe kana sızarak tere dönüşümünü de gerektiren bir yazım sürecidir bu. Dünyadan, yaşamdan ve toplumdan kopuk, teknik olarak söz ve anlam sanatlarından, çağrışımsal çok boyutlu şiir ve imgelemlerden bihaber olan müteşair, şiir adına inciler dizmesin. Ki o şiir değil başka bir şey olur.
Sözcük avcılığı yapmakla, her dizesinde afaki ve kallavi şaşırtmalarla şiir yazılamaz. Denizlerin en dibindeki inciyi, uçurumların kıyısında açan çiçeği, uzayın derinliklerindeki karadeliği, yüreğin damarlarına gizlenmiş öfkeyi bulup çıkarmak için elbette her türlü bilgisel desteğe ve donanıma ihtiyacı olmalı bir şairin.
Ayrıca sonrasında da yetenekle beraber yoğunlaştırılmış içsel ve kültürel bilincin, bir yarıktan fışkırarak magma gibi dışavurumu haline erişmesi ise her babayiğit şairin harcı olmasa gerek. Geceyi gündüzü, ilkbaharı, sonbaharı, sevinci, yası, çiçeği böceği hangi dilde ve nasıl seslendireceğini bilmek için bilgi birikimine bilgibilimine gereksinir şiir.
Şiir, şiirbilimi diye bir dalı olmasını ve adamakıllı eleştirilmeyi ister.
Özellikle bilimsel anlamda okumak açısından önemlidir: Yazınsal, dilbilimsel ve göstergebilimsel olarak üç ana bölüm yanında yeni eklentiler ve dinamiklerle sürekli gelişen ve değişen şiirin yazınbilim içerisinde ayrı bir disiplin dalı olarak yer alması gereği ülkemizde artık zorunlu hale gelmiştir. Özle, şiirin nesnel ölçütler içinde değerlendirilmesi gereği önem taşır. Bu verilere göre de yazınsal değerlendirmenin herkese göre değişmemesi belirginlik kazanır.
Fakat akademik araştırmalar bu dalı nasıl geliştirir o da malum... Ne yazık ki demokratikleşme ve özgürleşme olmadan gelişmek aynı şeyleri bir balona üflermişçesine şişirmek, genişlemekle olarak mı kalacak orası muamma. Şöyle ki eleştiri alanında herkesin uymak zorunda olduğu ölçütleri sıralamaya gelirsek;
*Şiir diyalektik bir üründür demiştik,
*Yeni bir dildir de aynı zamanda,
*Şiir dili semantik bozulma esasına oturmalı,
*İmge sözcüklerle kurulduğu gibi sesle de kurulmalı,
*Şiirde anlam ve izlek önemli değil nasıl söylendiği önemli olmalı,
*Tüm bu ögelerin estetikle ilişkisi olmalı,
İşte bu doğrular üzerinden yapılacak eleştiri ve değerlendirmeler herkesi bağlamalı.
Sanat ve kültür ortamı bilimsel eleştiri kuramlarının sindirilmesiyle ilerler ancak.
Şiir zor ele geçirilmeyi ister.
Şiiri tüm öteki sanat türlerinden bir nebze ayıran, koparan evrensel ölçü, anlam bozmanın şiir metnine yayılması ve imgelere dayalı bir anlatım olmasıdır. Açıklamaz, söyler, yarı baygın, sisler arkasından şiirle iletişim kurulur. Hatta çoğun kurulamaz. Tek tip insan modeli oluşturulmak istenen ülkemizde şairlere büyük sorumluluk düşüyor. Şiir yazmanın çok kolay sayıldığı ve gençken bir iki dize karalamanın şiir yazmak sanıldığı bu coğrafyada gerçek şairlerin eksikliği ne kadar da duyulmakta. Neden, acıları, sevinçleri, aşkları, dönüşümlerin olduğu gibi kâğıda boca edilmesine, akıtılmasına şiir denilmemesi için.
Unutmamak gerekir ki şiirin yazılacağı o çıplak sayfa hiçbir zaman bomboş olmamıştır. Geçmişten şu ana dek gelen şiirlerle dopdolu hem sözcük hem teknik hem estetik hem de etik olarak... Böylece geçmişte yazılan çizilen her şeyin üzerine sıkıştırdığımız şiirin her bir dizesi, tüm bunların bilincinde olarak kâğıda aktarılmalı, binlerce kalemin üzerine basmadan öylece yazılmalı...özle, yerine göre farklı akımlarla sayfanın baş köşesine kurulup yerleşse bile anasını, babasını ve geldiği yeri unutmamalıdır şiir.
Şiir; şairinin bilge, zeki, çevik ve ahlaklı olmasını ister.
Herkesin kötü, çirkin, bayağı şiirsiler yazdığı bu ortamda büyük şiirler yazılabilir mi? O halde sorunun aşılması için ilk adım olarak şairin etik, kültürel ve ideolojik yönden yeniden yapılandırılması elzemdir. Şiirin şair için değil de şairin şiir için olması esastır. Ayrıca şairin yaşamı da şiire dahil olmalı en büyük sorumluluğu ise erdemli kalabilmesidir...Erdemsizlerin, şiir adına ödül almışların ödülleri de geri alınmalı bence...Hiçbir kötülüğü, katliamları, cinayetleri, kadın tecavüz ve çocuk istismarlarını unutturmayan, bireysel ve toplumsal belleği diri tutan, duyarlılığı keskinleştiren şiirlere ve şairlere gereksinimimiz var.
Ayrıca toplumun her katmanında yer alan eylemsiz bireyi alıp eylemli hale dönüştürmeli de şiir. Ne yazık ki çoğun bu toplumsallıktan nasibini alamayan korkak bireylerden oluşan ve birbirini kıskanan şairler şiire çok zarar veriyor. İyi bir şiir yazan varsa desteklenmeli bir adım öne çıkarılmalıdır egolara yenik düşmek yerine. Ne için peki? Şiir için elbette.
Şiir bilge okur ister.
Şair-şiir-okur sacayağında demokratik beslenme yetersizdir. Şöyle ki şiir okurun olacakken hâlâ şairde kalmakta olması gibi. Yayımlanan (yayımlanabilirse ekonomik şartlardan) her şiir şairin estetik ideolojik bağlamda sorumluluk hissetmesini gerekli kılar. Şairlerin bunu anlayamamış olması Türk şiirinin en büyük sorunlarından birisidir.
Şiir, kariyerist ve metadan yana olmayan yayım organları ister.
Doğası gereği şiir karşı çıkması gereken ne kadar değer varsa onlara doğru uzayıp çekildiği, şiirden değil de kariyerinden yana olan kadroların oluşturduğu dergilerde (ben hiç kullanmıyorum şimdilik) sesini yitirmiş, vantrologvari şiirlerin çokluğu dikkat çekmektedir. Türk şairinin derinliğinin ve ağırlığının yavan olduğu söylenebilir mi acaba?  Şiir yazmadan da şair olanlara ihtiyacımız var bugün.
Estetikle etik biraradalığını tartışan bir şiir ortamı acilen yaratılmalıdır ki burada gerçek şairlere büyük sorumluluk düşmekte, yapay özgürlüklerle şiir yazdığını sanan şairler güruhunun şiir bilimin kapısını aralamaları mümkün müdür?
Kitap tanıtma yazıları ile şiirlerin piyasaya dönüklüğü, görsel araçların yaygınlığı ve internet sitelerindeki paylaşımlar ne yazık ki yazı toplumu olmamızı geciktiriyor. Söz toplumu olarak kalmaya direnen toplumsal yapımız yaşamın böyle kavranmasının getirdiği bir kolaylık ve rahatlıktan nedense hiç mi hiç vazgeçmek istemiyor.
Şiir zamansızlık ister.
Şiirin analitik incelenmesi gereği içerisinde zamansal söz ve imgelerin tuzağından kaçmalıdır şair: güncel üretim araçlarına ve yaşama yönelik sözcükleri seçmelidir. Moda olan sözcüklerin cazibesine de asla kapılmamalıdır şair. Bu ise şiirin doğurganlığını azaltır. Aynılaştırma, sıradanlaştırma bayağılığına hapseder. Geleceği öngören sağlam ve gerçekçi bir kâhin duruşu ile zamansızlığın şiirinin yazılmasını ister:
'Şair sen kâhin misin?'
Şiir korkulmamak ister.
Türk yazını ve şiir kültürü en çok krizden korkar; kriz çıkaracak kadar yenilikçi çıkışlar birer sapma sayılır, öyle algılanır çoğunda.
Eleştiriden uzak, rahatına düşkün bir şair tayfası neyi değiştirebilir ki?
Sonsöz
Kiminin derisi, kiminin öte berisi olan şiir, önemli bir açmazı yaşıyor bu topraklarda. Son yıllarda nette, basılan kitap ve dergilerde, yoğun bayağı ve popülist bir bilgi sağanağı altında gerçek şiirin giderek azaldığı ve sıradan sözlerin popülerleştirildiği bir şiirimsi var ortalıkta dönen: Metalaştırılan aynı zamanda prim de verilen; yarışmalar ve dergi-kanka goygoyculuğu adı altında toplananların giydirdiği bir beğeni gaspı söz konusu. Şiirdeki bu sorunları ve yozlaşmayı; sonunda Ş sesinin bulunduğu adlarla bitirelim ne dersiniz?
MırıldanıŞ, SallayıŞ, OkumayıŞ, BilmeyiŞ, ÇalınıŞ (cümlesi cümlesine intihal veya Can Yücel’li şiirler gibi ünlü şairlerin ismini çirkin sözlerin altına iliştirme şiirin şairi diye)
KayboluŞ (başı sonu kestirilemeyen) SızlanıŞ, AldanıŞ, YalvarıŞ, GizleniŞ, PullanıŞ, AnlatıŞ, ResmediŞ, YokediŞ, AğdalanıŞ, AğlayıŞ, YağlayıŞ,
Ya peki HaykırıŞ nerede?


Nermin Akkan
TÜRK ŞİİRİNİN SORUNLARI
Özyaşamında kendinci bir felsefeyi içselleştirip her devinimi kendine hizmet olan lafebelerinin toplumsal şair
Var oluş nedeni ve tüm ilişkileri ilkel dürtüleri olan Kazanovaların sevgi şairi,
Baktığı her gözde kredi kartı, banka cüzdanı, tapu gören dolandırıcıların halk şairi
Her besmelesi alıntı, her dizesi çalıntı, çarı çarşafı, fesi takkesi takiyye olanların İslami şair
Çilingir sofrasında tokuşurken kadehler sırasını "ha bugün ha yarın" umarında bekleyen dişil eril kartalozların sosyalist şair diye anıldığı sürece Türk şiirinin sorunları bitmeyecek ne yazık ki.
Acıkacak göçmen takasında tıkış tıkış kıyıya varabilmenin can telaşında şair.
İşgalci askerlerin piçlerini analık içgüdüsü ironisinde emzirecek şair.
Ödünç ayakkabıyla sınava gidecek, gelecek kurmanın korkulu rüyasında.
Kimliği bela olacak başına
İnancı dipçik darbesi olarak yağacak başına
İmamı haham,
Valisi takiyyeci komutan
Çocukları dağda bayırda militan olacak şairin.
O zaman şiir yazacak şair acısı üstünde duman duman.
Şiir hayattır hattı zatında ve yaşanılası bir hayatı, üst akıl, kıvrak zekâ, engin bilgi, yetkin dil, kıyısız emek, genetik yatkınlık ve bir aslan yürek ister.
Şairin sırtlayamayışıdır hayatı Türk Şiirinin sorunu.
Şiirsel bir yaşamın mimarlığına soyunmayışı soyunamayışı,
Yıkılası duvarlara omuz vuramayışı, gelesi baharlara yağmur, açılası çiçeklere su, olası savaşlara sur olamayışıdır.
Yaşamın kendisi olamayışı, şiirsel alternatif yaşamlar sunamayışıdır Türk Şiirinin sorunu.
İstila edilmeli yurdu yuvası mesela, mülteci olmayı duyumsayabilmeli.
Tecavüze uğramalı on üçünde ve her kadının utancıyla eğilmeli başı toprağa.
Donmalı elleri tezek vıcıklığından kışın, pişmeli ensesi hasretinde lavaşın.
Hayatsa şiir,
Çimen çiçek, börtü böcek, kurt kuş olmalı şair.
Acıkmalı, aç kalmalı, yoksulluğun her boyutunda,
Yargısız infazla darağacında,
Ayrılıkların acısıyla dönülmez akşamların ufkunda sallanmalı Şair.
Biraz Abbas,
Pir Sultan biraz, bazen Nene Hatun bazen de Fahriye abla olmalı.
Dünya şair dolmalı, şiir şairde hayat bulmalı.
Bunca şey olmadığı olamadığındandır Türk Şiirinin sorunlarının bunca olması.
Bunca yükü alamadığındandır sırtına şair.




[1] İrşat Dili: misyoner ya da tebliğ mantığı taşıyan dinsel söylemler