19 Mart 2021 Cuma

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Nisan 2021, Sayı:8

 

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Nisan 2021 Sayı:8 Yaşar Özmen

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Nisan 2021 Sayı:8 Yaşar Özmen















Şiir Sarnıcı, Temsilciler



 ŞİİR SARNICI'NDAN 



Bilgi sunar ve sayısal teknoloji olanaklarıyla küçük bir serüvendi Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın yolculuğu. Sekizinci sayıya ulaştık; zaman çabuk geçiyor. Şiir ve yazınla ilgisi olan hemen hemen herkese ulaşabilen bir dergiyiz ve dolaşım hızımız oldukça yüksek. Yapıtlarıyla dergimizi onurlandıran tüm yazar-şair dostlarımıza teşekkür ederiz. İleti trafiği ile blog sayaçlarından anlaşıldığı kadarıyla önemli sayılacak bir okur oranına ulaştığımızı sevinçle görüyoruz. Yüz dört dilde okunabilen ve bir tuşla bütün dünyada dolaşımda olan bir derginin kısa sürede bu aşamaya gelmesi şaşırtıcı olmamalı…

Kaygımız, sanat ve sanatın insan üzerindeki etkisini olumlamaktır. Kişisel, sosyal, ekonomik ve ticari bir beklentimiz yoktur. Gelirimiz ve giderimiz de; emek dışında. Temsilcilerimiz dahil emeği geçen herkes, gönüllüdür ve sanat kaygısı dışında beklentileri yoktur…  İşte bu yüzden biz, tarafsız ve olabildiğince adil bir yaklaşımla dergiyi okura sunmaya kararlıyız. Şiir Sarnıcı, hepimizin dergisidir. Ego denen ilkel duyguları kovaladık ekip olarak bu ortamdan… Sen-ben, ben-sen değil; bir ülkenin insanı olarak evrensel değerler ışığında yürümeye kararlıyız. Sizler de yolculuğumuza eşlik edebilir, yapıtlarınızla katkı verebilir, dışarıdan destekleyebilir veya izleyebilirsiniz.

Zor günlerden geçiyoruz. Salgın ve ekonomik koşullar, insanımızı ciddi anlamda hırpalıyor. Ayırdındayız. Bireysel olarak elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. En azından insanımızın ruh sağlığını zinde tutmak için dergi olarak bizim de bir çabamız var. Metin ve şiirlerle bu sorunu hafifletmeye çalışıyoruz. Yaşamak güzeldir; yaşatmaksa daha mutluluk vericidir. 

Şiir, sanat mıdır diye sorabilen bir düşünce yapısına sahip şairlerin olduğu ülkede yaşıyoruz. Türkçeye sızan ve yığma sözcüklerle şiir yazan şairlerin olduğu sosyolojik gerçeği de biliyoruz. Öyle olunca bazı kavramların anlaşılma oranı, normal karşılanmalı. Yazın, bir sanat alanıdır ve aynı zamanda bilim alanıdır. Bunu kabul edip bu yönde araştırma ve geliştirmeye yönelmeliyiz. Geçmişten alınmış ama üzerine hiçbir şey katılmamış bilgilerden arınmaya çalışıyoruz. Örneğin “Şiirde anlam aranmaz” türü gibi altı doldurulamayan söylemlerden…

Sözcük ve tümceler, okurun algı dünyası oranında anlam kazanırlar. Şimdilik biz söyleyelim de gelecekte nasıl algılanırsa o şekilde anlaşılsın… Sanata, sanat biliminin gözünden bakmayı sürdüreceğiz. Kalıplaşmış ve klişeleşmiş söylem ve öyküleri olabildiğince yıkmaya çalışıyoruz. 

Tebliğ, propaganda ve şiddet dili içermeyen her tür yapıtınız, dergimizde yer alabilir. Yapıtlarınız, Türkçenin yazım ve noktalama kurallarına uygun olmalı; yalın, temiz ve fazla eski sözcük içermemeli; sanatsal değer taşımalıdır. Amacımız, daha nitelikli yapıtlara yer vermektir. Daha çok okura ve yazara ulaşarak onların yaşam sevinçlerine katkıda bulunmaktır. Şiirine/sanatına güvendiğimiz ve ismi yazın dünyasında yeterince yer almamış şairlerimizi dergimizde konuk ediyoruz. Bu nedenle Beş Şair Beş Kitap Beş Şiir köşesi oluşturduk ve her sayıda beş şairimizi tanıtıyoruz. Ayrıca dergimizde, Şiir Sarnıcı Şiir Kitabı Seçkisi bölümü oluşturduk ve her sayıda dokuz veya on sekiz şiir kitabının görselini yayımlıyoruz.

Dergimizde gönüllü görev almak isteyen yazar ve şairlerimizi, yurt dışı ve yurt içi dergi temsilcisi olarak bekliyoruz. Dergi temsilciliğine ilişkin açıklama, aşağıdaki bağlantıdadır.

https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/2020/01/siir-sarnici-e-derginin-ulke-ve-il.html

Şiir Sarnıcı (e-dergi), sanat felsefesinin gerektirdiği nitelikte yayın ortamı sunmak ve sanata katkıda bulunmak için yola çıkmıştır. İşte insanlığın ve sanatseverlerin buluşabileceği sensiz ve bensiz bir yayın ortamı. Katkı ve önerilerinizi bekliyoruz… 

Sayfa tasarımı gereği, bazı sayfalarda fotoğraflara yer verdik; bundan sonra da yer vereceğiz. Estetik değer taşıyan fotoğraf, konuyla ilgili veya tablo fotoğraflarınızı sayfalarımızda yayımlayacağız. 


Sağlıklı ve mutlu günler dileriz. İyi okumalar…


Not: Dergimizde yer alacak yapıtlardaki alıntıların, tırnak içine alınması ve dipnotla sayfa altında açıklama yapılması yazar sorumluluğudur. İntihal; çağdaş toplumlarda çok ciddi bir suçtur. Editör gözünden kaçma olasılığı vardır.  Dergimizi bilinçli ya da bilinçsiz bu duruma konu etmemek yazar sorumluluğudur.  

 

HİDAYET KARAKUŞ İLE “ÇOCUK YAZINI” KONULU SÖYLEŞİ

Şiir Sarnıcı


Şiir Sarnıcı: Öğretmenim, Şiir Sarnıcı (e-dergi) olarak, Türk Yazını Geleceğe Nasıl Hazırlanmalıdır, konulu söyleşimizin bu bölümünü çocuk yazınına ayırdık. Sizinle çocuk yazınına ilişkin bir söyleşi yapmak istiyoruz. Maksadımız, Türk yazınının geleceğine yönelik belirli konuları ortaya çıkarabilmek; genç yazar ve şairlerin önüne deneyimsel bilgi koyabilmektir.

Çocuk yazını, özel dikkat gerektiren bir alandır. Çocuklarımız geleceğimizdir. Onların temiz bilgiyle donatılması ve geleceğe hazırlanması, aile ve eğitimcilerin işidir. Bir anlamda hepimizin sorumluluğudur. Toplum yaşamını düzenli ve tutarlı bir şekilde sürdürmek, geleceğe güvenle bakmak; çocuklarımızın eğitimi ve yaşama hazırlık derecesine bağlıdır. Bu yüzden, çocuklara doğru zamanda doğru bilginin aktarılması, bilgili ve bilinçli olmayı gerektirir. Konuyla ilgili uzun zaman emek harcadınız ve deneyimlisiniz. Aile, yazar ve eğitimcilerin yararlanması için; bilgi, deneyim ve öngörünüzü, bizimle paylaşır mısınız?

Şiir Sarnıcı: Öğretmenim, yaşam öykünüzden kısaca söz etmek ister misiniz?

Hidayet Karakuş: Eylül 1946’da Yalvaç’ın Kurusarı köyünde doğdum. Köyde ilkokulu bitirdikten sonra 1964’te Isparta Gönen İlköğretmen Okulu’nu, 1966’da Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nü bitirdim.

Adana’da, Manisa’da, İzmir’de Türkçe öğretmenliği yaptım. İlk şiirlerim, okul gazetesiyle Isparta gazetelerinde çıktı. Daha sonra pek çok edebiyat dergisinde yayımlandı. Cumhuriyet gazetesinde öyküm, söyleşim, yazılarım çıktı.

Şiir ve romanlarımda toplumcu gerçekçi bir anlayışla insanı temel aldım. Yaşamın kendini heyecanlandıran konularını yalın bir dille, ince, derin bir duyarlıkla yazmaya çalıştım.

Şiir Sarnıcı: Çocuk yazını konusunda çalışmalarınız ve kitaplarınız hakkında bilgi verir misiniz?

Hidayet Karakuş: Çocuk yazını ülkemizde özellikle UNESCO’nun 1979’u Çocuk Yılı ilan etmesiyle yoğunluk kazandı. Daha öncesinde Kemalettin Tuğcu okunuyordu çokça. Okullara da Tuğcu’nun kitapları pek sokulmuyordu. Yine Talim Terbiye Kurulu onu salık veriyordu. Bence okuma kültürüne çok önemli katkılar yapan bir yazardı Tuğcu.

O yıl Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay, ülkemizin önde gelen yazarlarına birer çocuk kitabı yazdırıp 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı’nda binlerce kitap dağıtmak istedi. Kâğıt sıkıntısı vardı ülkemizde. Vedat Dalokay, atık kâğıt toplayarak SEKA’dan aldığı kâğıtlarla o kitapları bastırdı.

1979 yılında ben Sıska Balıkçı’yı yazdım. Çocuk kitabı olarak. Benden böyle bir şey istenmemişti ama aklımda bir konu vardı. Onu masalsı bir roman olarak yazdım. Can Dede’nin Eşeği, Küçük Yeşil Tırtıl, Atatürk Bizi Seviyor, Atasözlerine Öyküler gibi toplam 30 kadar çocuk kitabı yayımlandım.

1997’de Ankara Üniversitesi Türkçe Öğretim Merkezi’nce yapılan bir sormacada en başarılı on çocuk kitabı yazarından biri seçilerek Altın Kalem Ödülüne uygun görüldüm.

Bilgisayara Giren Tırtıl adlı çocuk kitabı Hollandacaya çevrilmiştir. 2003 İzmir Türkçe Günleri’nde Türkçeye Emek Ödüllerin’nde Özel Ödül, Karşıyaka Belediyesi’nce 2004’te Homeros Şiir Emek Ödülü, 2015’te Homeros Edebiyat Ödülleri’nde Onur Ödülü verildi.

Şiir Sarnıcı: Hem bir eğitimci olarak hem uzun süre bu konuya emek vermiş bir yazar olarak çocuk yazını hakkında neler söylemek istersiniz? Çocuk yazını konusunda; genç yazara ne önerirsiniz?

Hidayet Karakuş: Çocuk yazını başlangıçta çok tartışıldı. Kimi yazarlar ayrıca bir çocuk yazını yoktur, derken kimileri de çocuk yazını özen ister, özellikle olmalıdır, diyorlardı. Sonuçta 1980’den sonra Türk Çocuk Yazını oldukça gelişti. Pek çok yazar çıktı.

Bu konuda Muzaffer İzgü, Aziz Nesin, Çetin Öner, Mavisel Yener, Hüseyin Yurttaş, Fatih Erdoğan, Aytül Akal, İncila Çalışkan… gibi pek çok yazar çocuk yazını alanında ürün verdiler.

Özellikle Muzaffer İzgü’nün “Çocuk okuru olmayan toplumun büyük okuru yoktur” sözü pek çok yazara ilke oldu.


Çocuk yazını konusunda genç, yaşlı bütün yazarların özen göstermesi gereken konuların başında Türkçe gelir. Dili iyi bilmeli yazar. Bilime aykırı olmamalı yazdıkları. Uzun tümcelerden kaçınmalı. Çocuğun yaşını, sözcük düzeyini gözetmeli. Yeni kavramlar, yeni sözcükler kazandırmalı çocuğa ama onu zorlamadan yapmalı bunu. Safsatalara, hurafelere yer vermemeli. Bilimkurgu da yazsa inandırıcı olmalı. Yazdıklarının bilimsel temeli olmalı.

Çocuğun düş gücünü geliştirmeli. Sorunların çözümünde araştırıcı, sorgulayıcı olmalı.

Şiir Sarnıcı: Çocukların okuyacağı kitaplar, genellikle öğretmenleri tarafından önerilmektedir. Aileleri de bu kitapları ne yapıp edip almak zorunda kalıyorlar.  Ayrıca bu işin bir de ticari yönü vardır. Çocuklarımızın sağlıklı ve daha yararlı kitapları okuyabilmeleri için öğretmelerimize ve ailelere bu yayınlar hakkında neler söylemek istersiniz?

Hidayet Karakuş: Öğretmenlerimiz de, anne babalar da çocuk kitabını okuyarak salık vermeliler. Okumadıkları kitabı çocuğa önermemeliler. Dahası okuduklarını çocukla paylaşarak dikkatini kitabın içeriğine çekmeliler. Kitap okumada örnek olmalılar.

Şiir Sarnıcı: Teknoloji, çocukların düşünce biçimleri ve dünyaya bakış açıları; sürekli güncelleniyor. Bunların karşısında çocuk yazını da kendini güncellemelidir. Çocukları geleceğe hazırlamak için, çocuk yazınında nasıl bir değişim olmasını bekliyorsunuz? Veya bu konunun uzmanı olarak gelecek öngörünüz nedir? Ne önerirsiniz?

Hidayet Karakuş: Çocuk yazınının teknolojiyle ilişkisi çok gelişti. Pek çok yazar öykülerinde, romanlarında, şiirlerinde yeni gelişmelerin olanaklarından yararlanıyor. Bu kitaplar teknolojinin bilinçli kullanılması konusunda da bir öneri niteliğindedir.

Gelecekte teknolojiye teslim olmuş kuşaklar değil teknolojiyi insanlık için bilinçli kullanan kuşaklar gelecektir. Bugün bazı yozluklar varsa da bunlar zamanla elenecektir. Buna bağlı olarak da yeni, güçlü, özgün yazarlar çıkacaktır.

Şiir Sarnıcı: Bu söyleşide, Türk yazını geleceğe taşıyacak çok değerli bilgiler aktardınız öğretmenim. Şiir Sarnıcı ve dergi gönüllü temsilcileri adına çok teşekkür ederim.

 

Ecem Karahan   

ÖZLEM     

 

Gece çöktüğü anda

Hapsediyorum gözlerimi

Bilinmezdeki uzağa…

Buluyorum kendimi

En derin

En kuytu

En gizli zamanda…

Bir ses dokunuyor ruhuma

Haykırmak istiyorum;

O soluksuz zamanda…

Coşkudan

Heyecandan

Dil tutsak oluyor aşkınla…

Bile bile yanıyor

Yavaşça eriyor bedenim

Dinmeyen yaramda…

Öyle hasretim bilsen

Kayboluyorum varlığında…

 

 

Orhan Boztaş

GÖNLÜME YAT BU GECE

 

Limanı yanan şehirdin

Bir balık denizi özler gibi

Karaya çarptım gözlerimin tuzunu 

Parçaladım kendimi

Yağmurda ıslaktım

Bak şimdi sana bir bulut aldım

Boynuna sardım kollarımı 

Birkaç gezegen içinde

Gözüm kapalı sevdim...

Yıldım vaktinden önce batmayı

Yıldız düşüydün kayıp giden

Kalbimle konuştum adam gibi

Dinletemedim...

Görmüyorum yine

Hayallerimde koşan kehribarı

 

Gemiler alacaktım

Göğsünde diz çöken kalbimle battım

Öpmeye saçlarına düşen yıldızdan başlasam

Mavi çizilir dudağının haritası

İçinde balıklar gülümser

Ben ağlarmışım meğer

Ey bu dağın denizi

Ağlayan bir nehir gibi geçen içimde

Kar düştü yollara

İskelede demirlemedim seni

Nasıl batıyorsun gönlüme bu gece

Yaralı ceylan kalbime demir at 

Dağlara gel...

Dağlar saklamazsa gönlüme yat bu gece

 

F.Kadri Gül

KANIKSANAN

 

Paslı çivileri kötü zihniyetin

bilinçaltımızı tatanoz ediyor

Molozlara dönüyoruz bu yüzden

olmayacak düşler kuruyoruz

Kırmızı göçebe arabasında akşamın

üzüm gözler şarabı kanıksamış

 

 

EMEL YELKENCİ SARAL İLE “ÇOCUK YAZINI” KONULU SÖYLEŞİ

Şiir Sarnıcı

 

Şiir Sarnıcı: Öğretmenim, Şiir Sarnıcı (e-dergi) olarak, Türk Yazını Geleceğe Nasıl Hazırlanmalıdır, konulu söyleşimizin bu bölümünü çocuk yazınına ayırdık. Sizinle çocuk yazınına ilişkin bir söyleşi yapmak istiyoruz. Maksadımız, Türk yazınının geleceğine yönelik belirli konuları ortaya çıkarabilmek; genç yazar ve şairlerin önüne deneyimsel bilgi koyabilmektir.

Çocuk yazını, özel dikkat gerektirir bir alandır. Çocuklarımız geleceğimizdir. Onların temiz bilgiyle donatılması ve geleceğe hazırlanması, aile ve eğitimcilerin işidir. Bir anlamda hepimizin sorumluluğudur. Toplum yaşamını düzenli ve tutarlı bir şekilde sürdürmek, geleceğe güvenle bakmak, çocuklarımızın eğitimi ve yaşama hazırlık derecesine bağlıdır. Bu yüzden, çocuklara doğru zamanda doğru bilginin aktarılması, bilgili ve bilinçli olmayı gerektirir. Konuyla ilgili uzun zaman emek harcadınız ve deneyimlisiniz. Aile, yazar ve eğitimcilerin yararlanması için bilgi, deneyim ve öngörünüzü bizimle paylaşır mısınız?

Şiir Sarnıcı: Öğretmenim, yaşam öykünüzden kısaca söz etmek ister misiniz?

Emel YELKENCİ SARAL: 1957 yılında Bartın’ın Amasra ilçesine bağlı Çakraz köyünde dünyaya geldim. Çakraz deyince içimi bir güzellik, bir sevinç kaplar. Dudaklarımda bir tebessüm belirir. İnsanın doğduğu yeri sevmesi, özlemesi ne güzel bir duygudur.

Annem ve babam, köyün öğretmenleriydi. Onlar da Çakrazlı… Köyün orta yerinde, geniş bir alana kurulu okul ve lojmanda yaşardık. Yaşardık, diyorum; okul da evimiz gibiydi. Temizliğini bakımını hep birlikte yapardık. İlkokul öğrenimimi bu okulda tamamladım.

Ortaokul ve lise öğrenimimi Bartın’da tamamladıktan sonra 1975 yılında Trabzon Fatih Eğitim Enstitüsü Türkçe Öğretmenliği Bölümü’nde okumaya hak kazandım.  Sonrası Anadolu’nun birçok yerinde Türkçe öğretmenliği… Severek yaptım mesleğimi, öğrencilerimi sevdim, dilimizi sevdim.

Millî Eğitim Bakanlığının çeşitli kademelerinde yöneticilik yaptım. Bu kademeler içinde yetişkin eğitimi yapan kurumlar da vardı. Sosyoekonomik ve sosyokültürel yönden dezavantajlı ailelerin, çocuk eğitimi ve gelişimi konusunda eğitilmesinden sorumlu olarak çalıştım.

2000 yılında emekli olduktan sonra yayınevlerinde çalışmaya başladım.  Ders kitabı yazımı, dil uzmanlığı, editörlük, yayın koordinatörlüğü gibi işler yaptım. Bu süreçte çocuk kitaplarıyla yakından ilgilendim. Okudum, araştırdım, edebî metinler üzerinde çalıştım. Böylece meslek yaşamımda yeni bir kapı açıldı. Çocuk kitapları yazmak…

Yazma hevesim çocukluğumdan beri vardı. Hep notlar alırdım. Ortaokul-lise yıllarımda şiir ve öykü yazmışlığım var. Ama açık söyleyeyim, bu konuda hiç desteklenmedim. Hatta kösteklendim. Yetmişli yılların siyasi yapısı, yazdıklarımdan dolayı etiketledi beni. Bu etiketlenme öğrencilik ve meslek yaşamım boyunda üstümde kaldı.

Şimdi Ankara’da yaşıyorum. Özel bir okulda müdürlük görevini yürütüyorum. Yine çocuklarla ve öğretmenlerle birlikteyim. Bu, yeni bir kan benim için.

Kısaca derken uzunca söz ettim galiba yaşam öykümden. Ama bir yazarın yazdıklarını anlamak için yaşamını bilmek işe yarıyor.

Şiir Sarnıcı: Çocuk yazını konusunda çalışmalarınız ve kitaplarınız hakkında bilgi verir misiniz?


Emel YELKENCİ SARAL: Bundan dört yıl önce beni tanıyan, özelliklerimi bilen bir yayınevi, okumayı yeni öğrenen çocuklar için öykü kitapları yazmamı istedi benden. Çocuk kitapları yazma serüvenim böyle başladı. “Erinç Bizimle” serisinde 10, “Benim Öykülerim” serisinde 5 olmak üzere basılı 15 adet çocuk kitabım var. Bunlar dışında henüz yayımlanmamış 3-6 yaş dönemine yönelik sekiz adet öyküm bulunmakta. Şu sıralar sekiz yaş üstü bir çocuk romanı üzerinde çalışmaktayım.

Şunu söyleyeyim ki çocuklar için yazmak beni mutlu ediyor. Neden, diye düşündüm: Sanırım biraz da çocuk oluyorum bu süreçte, çocukluğuma dönüyorum, çocuklarla birlikte oluyorum. Bu, beni yenileyici bir duygu.

Kitaplarımın temalarını doğa sevgisi, çocuk ve oyun, doğal malzemelerden oyuncak yapımı, Atatürk sevgisi, aile birliği, farklılıklara saygı, dayanışma, kültürel değerler, bilim kurgu gibi içerikler oluşturuyor. Kitaplarımı yazarken çocuklara cinsiyet rolleri vermemeye, cinsiyet ayrımcılığı yapmamaya özen gösterdim. Örneğin, “Yeleği Keselim mi?” öyküsünde erkek çocuk örgü örmeye ilgi duyabiliyor. Ailesi bu ilgisini destekliyor. Kahramanlarımda erkek ya da kadın baskın değildir. Bir de kitaplarımın eğlenceli olmasına özen gösterdim.

Şiir Sarnıcı: Hem bir eğitimci olarak hem uzun süre bu konuya emek vermiş bir yazar olarak çocuk yazını hakkında neler söylemek istersiniz? Çocuk yazını konusunda genç yazara ne önerirsiniz?

Emel YELKENCİ SARAL: Çocuk yazını, yazın dünyası içinde daha bir önem arz ediyor. Çünkü çocuklar dinlediklerinden, okuduklarından daha çok etkilenmeye açıktır. Henüz kendi süzgeçleri oluşmamıştır. Çocuk kitaplarının özellikleri neler olmalıdır, diye düşününce akla birçok şey geliyor. İçerik özellikleri, biçim özellikleri… Yaş grubuna göre cümle sayısı, cümledeki sözcük sayısı, sözcüklerin anlam özelliği, görsellerin niteliği, metin görsel uyumu, ideolojik yönlendirme ve önyargılardan uzak olması, mizah duygusuna yer verilmesi vb. Bunları uzun uzun anlatmayacağım. Çocuk yazınıyla ilgilenen bir kişinin bunları bilmesi gerekiyor. Araştırır, düşünür bulur. Benim çocuk yazınında genç yazarlara önerim, çocuk gelişimi ve eğitimi konusunda donanımlı olmaları ve çocukları iyi tanımaları. Yazmak birikim işidir. “Dervişin fikri neyse zikri odur.” diye bir söz vardır. Nasıl düşünürseniz dilinize, kaleminize o gelir. Yazarın bilimsel, oturmuş bir düşünce yapısı olması gerekir. Ayrıca ülkemiz ve dünya basınından örnekleri okumak, incelemek; bunlara eleştirel bakmak çok önemlidir.

Şiir Sarnıcı: Çocukların okuyacağı kitaplar, genellikle öğretmenleri tarafından önerilmektedir. Aileleri de bu kitapları ne yapıp edip almak zorunda kalıyor. Ayrıca bu işin bir de ticari yönü var. Çocuklarımızın sağlıklı ve daha yararlı kitapları okuyabilmeleri için öğretmenlerimize ve ailelere bu yayınlar hakkında neler söylemek istersiniz?

Emel YELKENCİ SARAL: Öncelikle, çocuğa önerilen kitabı öğretmen okumuş olmalıdır. Kitap hakkında fikir sahibi olmadan onun doğrudan çocuğa okutulması yanlıştır. Çünkü içinde eğitsel olmayan ögeler olabilir. Okuma sevgisi ve okuma zevki bu yaşta başlıyor. Bu nedenle çocuğa iyi örnekler sunulmalıdır. Ayrıca, anne babaların da çocuk kitapları okumaları gerekir. Bunun iki ayrı önemi var. Birincisi zararlı içeriklerin süzülmesi, ikincisi çocukla birlikte etkileşimli okuma yapılması. Yani anne baba, çocuğa okunan kitapla ilgili soru sorabilir, çocuktan soru sormasını isteyebilir. Birlikte karakterler ve olay üzerinde yorum yapabilirler vb.

Sınıfça aynı kitabın okunarak üzerinde çalışılmasını da çok önemsiyorum. Türkçe dersi edebî metinler aracılığıyla işlenir. Ortak okunan kitap üzerinden okuma anlama, tür, dil bilgisi, konuşma ve yazma çalışmaları yapılabilir. Tabi çocukların bağımsız okumaları da gerekir. Onlardan okudukları kitabı tanıtmaları istenebilir. Bunun için çalışma kâğıtları hazırlanabilir. Beğendikleri kitabı gerekçeleriyle birlikte arkadaşlarına önermeleri sağlanabilir.

Öğrencilere okutulacak kitap seçiminde ticari amaç güdülmesi etik değildir. Bu tür kaygılar varsa kitap seçimi yapılırken Okul Aile Birliği gibi organlar işlev görebilir.

Şiir Sarnıcı: Teknoloji, çocukların düşünce biçimleri ve dünyaya bakış açıları sürekli güncelleniyor. Bunların karşısında çocuk yazını da kendini güncellemelidir. Çocukları geleceğe hazırlamak için çocuk yazınında nasıl bir değişim olmasını bekliyorsunuz? Veya bu konunun uzmanı olarak gelecek öngörünüz nedir? Ne önerirsiniz?

Emel YELKENCİ SARAL: Çocuk kitaplarında bilim kurgu türünü önemsiyorum. Çocukların çağdaş bilim verileriyle düş gücünün geliştirilmesi önemli. Hayal olmadan gerçek olmaz düşüncesindeyim. Çocuklarımızın hayal gücünü geliştirmeliyiz. Hayal gücü zengin çocuklar yetiştirmeliyiz ancak hayalperest değil. Bu ikisi arasındaki ayrım önemli.

Fantastik kitaplara gelince… Bana yakın değil. Okumaya da ilgi duymuyorum, yazmaya da… Ama kestirip atmak da istemiyorum. Zararlıdır ya da yararlıdır diyecek bir birikime sahip değilim bu konuda. Sadece ilgimi çekmiyor.

Şunu da söylemek isterim ki çocukların ilgisini çekiyor diye, okusunlar da ne okurlarsa okusunlar diyemeyeceğim. Aykırı konular çocukların ilgisini çekebiliyor. Küfürlü ya da aile ve toplum kurallarına aykırı konular… Bu durumda çocuğun eleştirel okuma yapabilecek olgunluğa sahip olması gerekir. Anne babalar, öğretmenler onlara rehberlik etmelidir. Yasak koyarak değil, eleştirel okuma yaparak bu sorun çözülebilir.

Şiir Sarnıcı: Bu söyleşide, Türk yazınını geleceğe taşıyacak çok değerli bilgiler aktardınız öğretmenim. Şiir Sarnıcı ve dergi gönüllü temsilcileri adına çok teşekkür ederiz.

Emel YELKENCİ SARAL: Ben teşekkür ederim, bana bu fırsatı verdiğiniz için. Çocuk yazını üzerinde yeniden düşünmemi sağladınız. Çocuklarımız için en güzeli olsun. Onların düşünce ve duygu dünyasının gelişmesine bir parça katkım olmuşsa ne mutlu bana.

 

Şükran Torun

BELKİ

 

Belki bir akşam saatiydi

Belki karanlıktı sabah

Gözlerim hayli aç varlığına

Çok eskidi avucumdaki elin 

Belki de hiç değmedi yüreğin

Lakin

Fotoğrafınla nice kışlar geçirdik sobanın yanında

Ben odun attıkça kızardı ateşin yüzü 

Nar çiçeği koklardık bahçeden 

Bir tabureye sığardık

Kahvemizin şeker ayarı aynı

Belki mevsim yaz

Aylardan şubattı bilemedim

Öyle bunaldım ki terimde boğuldu bedenim

Bu yıl birkaç ak düştü saçına

Ve biraz kırıştı gıdının altı

Geçenlerde huysuzdun hiç yoktan küstün

Belki bir akşam saatiydi

Belki karanlıktı sabah

Gözlerim hayli aç varlığına

Çok eskidi avucumdaki elin 

Belki de hiç değmedi yüreğin

 

 

OYA USLU İLE “ÇOCUK YAZINI” KONULU SÖYLEŞİ
Şiir Sarnıcı

 

Şiir Sarnıcı: Şiir Sarnıcı (e-dergi) olarak, Türk Yazını Geleceğe Nasıl Hazırlanmalıdır, konulu söyleşimizin bu bölümünü çocuk yazınına ayırdık. Sizinle çocuk yazınına ilişkin bir söyleşi yapmak istiyoruz. Maksadımız, Türk yazınının geleceğine yönelik belirli konuları ortaya çıkarabilmek; genç yazar ve şairlerin önüne deneyimsel bilgi koyabilmektir.

Çocuk yazını, özel dikkat gerektiren bir alandır. Çocuklarımız geleceğimizdir. Onların temiz bilgiyle donatılması ve geleceğe hazırlanması, aile ve eğitimcilerin işidir. Bir anlamda hepimizin sorumluluğudur. Toplum yaşamını düzenli ve tutarlı bir şekilde sürdürmek, geleceğe güvenle bakmak; çocuklarımızın eğitimi ve yaşama hazırlık derecesine bağlıdır. Bu yüzden, çocuklara doğru zamanda doğru bilginin aktarılması, bilgili ve bilinçli olmayı gerektirir. Konuyla ilgili uzun zaman emek harcadınız ve deneyimlisiniz. Aile, yazar ve eğitimcilerin yararlanması için; bilgi, deneyim ve öngörünüzü, bizimle paylaşır mısınız?

Şiir Sarnıcı: Oya Hanım, yaşam öykünüzden kısaca söz etmek ister misiniz?

Oya Uslu: İzmir merkez ilçe Konak’ta doğdum. Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ikinci sınıfından ayrıldım. Bir tekstil fabrikasında, çevre dergisinde, bilgisayar firmasında çalıştım. Özel bir radyoda çocuk programı yaptım.

Yazmaya ilkokulu bitirdiğim yıl başladım. Kitaplarım iki bin yılından beri yayınlanıyor. Bir öyküm Menemen Seyrek Belediyesi Kadın Öyküleri yarışması övgü ödülüne, bir öyküm DİSK Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri ikinciliğine, bir çocuk kitabım da Mevlüt Kaplan Edebiyat Ödülü üçüncülüğüne seçildi.

Martı Çocuk Yazını, Egeli Kadın Yazarlar Grubu, Zikzak Eksi 18 Öğretmen Kulübü üyesiyim. 

Öykü, roman, çocuk edebiyatı dalında yayınlanmış on yedi eserim bulunuyor. Basıma hazır üç dosyam daha var.

Şiir Sarnıcı: Çocuk yazını konusunda çalışmalarınız ve kitaplarınız hakkında bilgi verir misiniz?

Oya Uslu: Üyesi olduğum Martı Çocuk Yazın Grubu ve Eksi 18 Öğretmen Kulübü içinde, yazar ve eğitmen arkadaşlarla birlikte çalışma yürütüyorum. Çocuk yazınına uzun zamandır emek veren sevgili ablamız Nevzat Süer Sezgin eşliğinde atölye çalışmaları yapıyor, bazen de ortak kitaplar çıkartıyoruz. Kişisel olarak, çocuklara yazmak isteyen arkadaşlarımın da bu alanda gelişmesi için çaba sarf ediyorum.

Bunun yanı sıra, Eksi 18 Grubu içinde çocuk ve gençlik edebiyatı alanında söyleşiler yapıyoruz. Ben yürütücü değil, katılımcıyım. Şimdi de Kıpırtı adlı bir dergi çıkartılıyor; orada zaman zaman yazmayı planlıyorum.

Şiir Sarnıcı: Uzun süre bu konuya emek vermiş bir yazar olarak çocuk yazını hakkında neler söylemek istersiniz? Çocuk yazını konusunda; genç yazara ne önerirsiniz?

Oya Uslu: Son yıllarda çocuk yazının geliştiğini düşünüyorum. Giderek ‘çocuğa görelik’ kavramı değer kazanıyor. Aslında çocuğa her şey yazılabilir, konu sınırlaması gerekmez; çünkü onlar bizimle aynı dünyada yaşıyor. Hiçbirini cam fanus içinde büyütmemiz mümkün değil. Özellikle aile ve okul yaşamından çok etkileniyorlar. Doğumu da görüyorlar, ölümü de. Bazısı sevecen bir ailede yaşıyor, bazısı şiddet görüyor. Depremden etkilenen de var; yoksulluktan, göçten, anne baba ayrılığından etkilenen de. Hatta taciz görenler bile var. Bunları yazarken doz önemli… Umudu diri tutmak önemli… Ne mış gibi yapmak ne de yetişkine yazıldığı gibi ağır anlatım sergilemek doğru değil. Çocuk, doğrudan yazılmayan hatta yazarın düşünmediği bir şeyden kendine göre anlam çıkartabilir. Bu yüzden yazar sözünün nereye gittiğini doğru hesaplamalıdır. Çocuğun dünyasını anlamak, yansıtmak önemli… En ağır konular bile hayallerle, rüyalarla, fantastik kavramlarla süslenirse çocuk için çekici olabilir. Bu temelde çocuk psikolojisinden anlamak bu edebiyat dalının olmazsa olmaz koşuludur. Onlarda farkındalık oluşturmak, kalp kırıklıklarını onarmaya çalışmak, olumlu değerleri kazandırmak, duygu ve düşünce dünyasını zenginleştirmek, eğlendirmek iyi bir çocuk edebiyatının gereğidir.

Ülkemizdeki çocuk edebiyatını üç kategoride ele alıyorum.

Birincisi dinci akım: Bu tip yayınlar kısaca çocuğun özgür düşünmesini engelliyor, cinsiyet ayrımcılığı yapıyor, çocukların hayal, merak, araştırma, sorgulama, gerektiğinde karşı gelme gibi doğalarında var olan duygu ve düşüncelerini törpülüyor, hayata bakış açılarını kısırlaştırıyor, onları edilgen bireyler haline getiriyor.

İkincisi modernist akım: Bu tipte yazanlar genellikle çocuğun duygu ve düşüncelerini anlayan, onu yüreklendiren, hayallerini besleyen neşeli ve esprili eserler üretiliyorlar. İçlerinde çok iyileri de var. Daha çok kentli çocuğun sorunlarını işliyorlar. Ama sınıfsal bakmadıkları için sorunun kaynağına inemiyorlar. Diğer yandan başarıyı gereğinden fazla önemsiyorlar. Bazısı tüketimi körüklüyor, bazısı milliyetçi, bazısı da bencil çocuk yetişmesine sebep oluyor.

Üçüncüsü ise toplumcu gerçekçi olan: Bunlar çocuğun ve toplumun sorunlarını işliyor, benim üstte sözünü ettiğim duyarlıkları geliştirmeye çalışıyorlar. Ancak genellikle çocukların duygu ve düşünce dünyasına giremiyorlar. Sıkıcı ve didaktik yazıyorlar. Bence modernistlerin ve toplumcu gerçekçilerin birbirinden öğrenecekleri şeyler var. 

Çocuklar için yazmak isteyen kişi, öncelikle içinde bir çocuğun yaşayıp yaşamadığını sorgulamalıdır.  Çünkü o gözle bakmayan biri, kolay kolay çocuğun dünyasına giremez. Dünyayı sevmeyen de başarılı olamaz. İnsanları, çiçeği, böceği, kurdu, kuşu, taşı, toprağı sevmeyenin, saymayanın harcı değildir çocuklara yazmak. Hayata güler yüzlü bakmak gerekir bunun için. Hatta şarkı, türkü söylemek ya da dinlemek gerekir. Karamsar, umutsuz birine göre değildir bu alan. Araştırmayanın, sorgulamayanın, merak etmeyenin, empati geliştirmeyenin, düş kurmayanın, hiçbir şeyden rahatsız olmayanın, mücadele etmeyenin de. Olaylara evrensel bakmak ve yaratıcı olmak gerekir. Günümüz çocuğunu sürekli gözlemlemek, nelerden hoşlanıp hoşlanmadığını bilmek önemlidir. Ülkemiz ve dünya edebiyatını takip etmek, geçmişte neler yazıldığına bakmak geliştiricidir. Sanatın diğer alanlarıyla ilgilenmek de. En önemlisi yazar, psikoloji, felsefe ve sosyoloji bilmelidir. Çünkü çocuk yazını sanıldığının aksine ağır bir alandır. Hata kaldırmaz, sorumluluğu büyüktür. Aslında her yazarın dünyaya bakış açısı vardır ve yazdıklarında bunu yansıtır. Ama yazar felsefesini, sosyolojik tahlilini doğrudan söylemeyip alt metne yerleştirdiğinde başarılı olur. 

Bu temelde yazar çocuğu ciddiye almalı, yaşı küçük olduğu için kendisinin aktarmak istediğini anlayamayacağını düşünmemelidir. Eğer uygun bir dil kullanır, iyi kurgu yapar, onun yaş aralığına göre dünyasına girerse çocuğun anlayamayacağı hiçbir şey yoktur. Diğer yandan yazar didaktiklikten kaçınmalı, söylemek istediğini eserin akışı içinde çocuğa hissettirmeli, onun dünyasında yeni kapılar açmalıdır. Çocuğun zaten zengin olan hayallerini beslemeli, ufkunu genişletmelidir. Ayrıca yazarlar çocuk edebiyatını geliştiren kitapları incelemeli ve mutlaka Türkçe’yi iyi kullanmalıdırlar. 

Şiir Sarnıcı: Çocukların okuyacağı kitaplar, genellikle öğretmenleri tarafından önerilmektedir. Aileleri de bu kitapları ne yapıp edip almak zorunda kalıyorlar.  Ayrıca bu işin bir de ticari yönü vardır. Çocuklarımızın sağlıklı ve daha yararlı kitapları okuyabilmeleri için öğretmelerimize ve ailelere bu yayınlar hakkında neler söylemek istersiniz?

Oya Uslu: Çocuklar için yazılmış kitapları okuyup değerlendiren öğretmen de veli de az aslında. Bu yüzden çoğunluk işin kolayına kaçıyor; ya bazı yayınevlerinin kitaplarını takip ediyor ya da Milli Eğitim’in önerdiği Yüz Temel Eser’i çocuklara okutuyor. Bu konuyu çok önemseyen titiz yayınevleri var elbette; ilgiyi, güveni hak ediyorlar genellikle. Ama tüm eserleri güzel mi derseniz, kuşkuluyum. Ayrıca o kadar çok yazar ve yayınevi var ki bunların da eserlerinin görmezlikten gelinmesi sakıncalı. Çünkü kitaplar genellikle öğretmenin, velinin beğenisine göre yazılıyor. Oysa kalıpların dışına çıkmak edebiyatımızı geliştirir. Çoğu zaman veliler eleştirel bir gözle okumadıkları kitapları çocuklarına alıyorlar. ‘Çocuğuma aldığım kitap yaşına uygun mu? Onun ilgi alanına giriyor mu? Konunun anlatım biçimi onun seveceği biçimde mi?’ gibi soruları ve yanıtlarını düşünmeden çocukları okumaya zorluyorlar. Pek çok evde anne baba kitap okuyan bir model olamıyor. Çocuklar televizyon seyreden, cep telefonuyla ilgilenen anne babaları model alıyor. Öğretmenler ise edebi eserleri okumayı ödev olarak veriyorlar. Çocuk, kitabın özetini internetten bulup yazıyor ve not alıyor. Bu da onların edebiyattan haz almasını engelliyor. Çocukların; şiir, öykü, masal veya roman sevmesi için evde ve okuldaki yetişkinlerin etkileşimli okuma çalışmaları yapmaları ve model olmaları gerekiyor. Bence kitaplar okunduktan sonra değerlendirilmeli; kalpte bıraktığı duygu, düşünsel eğilim çocukla konuşulmalı. Ayrıca çocuğun haz aldığı bir kitaba da çok karışılmamalı. Biz de zamanında Teksas, Tommiksler okuduk. Ailelerimiz kızardı ama en azından bizde okuma sevgisi geliştirdi bunlar.

Bir de işin maddi boyutu var tabii. Aileler kitap almakta zorlanıyorlar. Bu yüzden çocukları kütüphanelere yönlendirmek gerekir. Sınıf kitaplıkları olmalı. Çocuklar okudukları kitapları değiştirmeye yönlendirilmeli.

Şiir Sarnıcı: Teknoloji, çocukların düşünce biçimleri ve dünyaya bakış açıları; sürekli güncelleniyor. Bunların karşısında çocuk yazını da kendini güncellemelidir. Çocukları geleceğe hazırlamak için, çocuk yazınında nasıl bir değişim olmasını bekliyorsunuz? Veya bu konunun uzmanı olarak gelecek öngörünüz nedir? Ne önerirsiniz?

Oya Uslu: Özellikle cep telefonu ve bilgisayar kullanımı, çocukları kitaplardan uzaklaştırdı. Aslında sadece çocukları değil, büyükleri de. Bizler bile uzun zamanımızı bilgisayar ekranı karşısında geçiriyoruz. Bu durumda çocukların ilgisini kitaplara çekmek güçleşiyor. Çünkü okumak aslında zor zanaattır. Zaman ayırmak, metne dikkatini vermek, cümleleri akılda tutmak, bağlantısını kavramak, ne demek istendiğini anlamak gerekir. Bu aynı zamanda birikim gerektirir. Oysa telefonda, bilgisayarda eğlenceli oyunlar var. Sohbet var, beğenilmek var. “Öyleyse eğlenceli yazına ağırlık mı vermeli?” derseniz, bu elbette olabilir ama tek edebiyat türü mizah değil. Diğer yazın türleri de çocukların sağlıklı gelişimine destek olur ve onlara haz verir. 

Bilgisayar sayesinde bilgiye erişmek kolaylaştı. Dünyada binlerce yıl içinde insanlığın elde ettiği bilgiye günümüzde sadece iki gün içinde erişiliyor. Bu müthiş bir şey! Evet, doğru bilgiye erişmek de birikim ister ama meraklı ve araştırıcı çocuklar bunun yolunu bulabilirler. Düşünün, matbaanın bulunuşu insanlığı nasıl da geliştirdi. Hem de okuryazar sayısı azdı o zamanlar. Oysa şimdi okuyup yazanlar çoğaldı ve bilgi bir tık ötede. Bunun elbette ki bir karşılığı olacaktır. Üstüne üstlük çocuklar bizlerden çok daha fazla teknolojiye aşina. Yetişkinler onlardan öğreniyor artık. Dünyada ilk kez böyle bir şey oluyor. Eskiden büyükler bilgilerini, deneyimlerini küçüklere aktarırdı. Bu yüzden ben teknolojiye soğuk bakmıyorum. Sadece çocukların zararlı sitelere girmemeleri ve sağlıklarının bozulmaması için aileleri tarafından denetlenmeleri gerektiğini düşünüyorum. Yazarlar da teknolojinin doğru kullanımını anlatan eserler üretebilirler. Ayrıca çocuklar robot teknolojisini, uzayı ve diğer bilimsel konuları merak ediyorlar. Bu da bilimkurgu ve fantastik edebiyatı geliştiriyor. Bu tip edebiyat türü çok iyi bir kurguyu gerektiriyor. Merak, heyecan ve sürpriz sonuç, çocuğu kitaba bağlıyor. Anlatılan konu eğer çocuğun duygusal ve düşünsel gelişimiyle örtüşürse eser başarılı oluyor. Ama yine de bilimkurgu ve fantastik edebiyatın gelişimi diğer türlerin geride kalması anlamına gelmez. Ayrıca önümüzdeki yıllarda bence resimli kitaplar, sesli kitaplar, animasyon filmler de öne geçecek. Basılı kitaplar azalıp ekrandan okuma yaygınlaşabilir. Yine de kitap kokusu hazzı hiç bitmeyecek diye düşünüyorum.

Öncelikle çocukların çevresindeki yetişkin dünyasının edebiyatın dönüştürücü gücünü fark etmeleri gerekir. Televizyonlar, gazeteler çocuk edebiyatına ve yazarlarına yer vermeli. Öğretmenler çocuklarla ve yazarlarla toplantılar yapmalı. Sivil toplum kuruluşları değerli edebi eserleri özellikle yoksul kesimlerdeki çocuklara ulaştırabilmeli.

Şiir Sarnıcı: Bu söyleşide, Türk yazını geleceğe taşıyacak çok değerli bilgiler aktardınız Oya Hanım. Şiir Sarnıcı ve dergi gönüllü temsilcileri adına çok teşekkür ederim.

Oya Uslu: Rica ederim. Ben teşekkür ederim.


Oğuz Batın

SEVEMİYORUM 

 

Sevsek mi aşkı sek mi içsek

Gezsek mi aşk dolu hareketten mi geçsek

İçsek mi aşkı dolu dolu severek

Gel gör ki ben sevemiyorum.

 

Söyle o büyük yargıca

İkimizde teraziye çıktığında

Kimin günahı sevabı ağırlığında

Çıkar mahşer öncesi meydana.

Söyle o büyük Tanrıya

Aşk mı güzel meşk mi fasılda

Aldım ben boyumun ölçüsünü doya doya

Ayrılıklar neden bu devirde moda.

 

Sevemiyorum gel gör ki sevemiyorum

Beni aşka küstürenler utansın.

Var evet cehenneme atasım

Utansın beni bu hallere koyan.

 

Ahmet Üresin

AÇLIK

 

Gökyüzünde dolaşan

Kara kara bulutlar

Ne dolaşırsınız boş yere

Yağdırın yağmurları

Toprak aç.

 

Gözümde oluşan

Damla damla yaşlar

Ne durursunuz boş yere

Akın yüreğime

Gönlüm aç.

 

Çevrede gezinen

Aylak insanlar

Ne gezersiniz boş yere

El verin ellerime

Dostluk aç.

 

Duygularda gülleşen

Sevgi dolu esinler

Ne beklersiniz boş yere

Dolun Ahmet ÜRESİN’ e

Şiirler aç.

 

Uğur Olgar

ÇILGIN VE MACERACI SENİ

 

Esrarengizdir

yanılsamalarını zarfın içine koyup hayatın rüzgârına bırakanlar
onlar hiçbir şeye inanmazlar ölüm dış kapının mandalını kıstırana kadar

aşık kemiklerinin arasına
ah çocukluğum gelir aklıma kısa pantolonu ile koşa koşa
o kemikleri kurbanlık koyunlardan nasıl çaldığımız

Babam her şeyi aşmış bir adamdı
dağları da delmişti etrafındaki Şirinler için
bahar ona açardı çiçeklerini,

üstündeki kelebeklerle konardı mayıs kokulu günlere
bir hasretti yangınsız yazlar
canlar öldüren, şeytan güldüren
çıkmazları yollara çıkaran dirimlik hazlar

Cioran okuyunca yazıldı bu şiir
kanıma giren hayat diye bir şairdir
cemrelerde tiyatroların perdesini kaldıran
ama bağışla beni Emil Michel
günde bir sayfa okuyabildiğim için söyleşilerini
zira şiir kırlarında günde yirmi dört saat bisiklet sürmeliyim
düşe kalka kanayan dizlerimi dindirmeliyim
her zaman çocuk dizlerimi
dizelerimi ise uykularıma feda etmiştim de
umurunda olmamıştı aykırı düşlerin
bir sonu somunu da yoktu bu işlerin
yaz yaz gir kitaba gir kitaplığa
okumayı seven bir el uzanmadan
isterik sayfalarına
eskiye dur sonra sahaflarda
kitap kurtlarına bayram ol

Hadi canım sen de
çelişik dolaşık bir dünya bu, kandıramazsın artık beni, çılgın
ve maceracı seni seni seni...

 

Nazmi Şimşek

ÇOCUK VE EDEBİYAT

Yayına hazırlayan: Nermin Akkan

 

İnsan içine doğduğu kültürün ürünüdür. Çocuk aileden başlamak üzere yakın ve uzak çevrenin kültür etkisi altında kişilik gelişimini tamamlar. Kültürel oluşum, toplumun sözlü ve yazılı edebiyatının eseri olarak ortaya çıkar. Çocuk ve edebiyat bilerek veya bilmeyerek karşılıklı etkileşim içinde olan iki unsurdur. Bu iki unsur arasındaki etkileşimin sağlıklı yürümesi toplum dinamizminin uyum içinde gelişmesine katkı sağlar.

Bilgi edinmenin, geçmiş ile ilgili hafızayı canlı tutmanın vazgeçilmez unsurlarından olan kitap, insanlık için oldukça önem arz eder. Bu önem, edebi ve estetik kaygısı taşır, sanatı merkezine yerleştirdiği takdirde yeni yetişmekte olan nesil açısından düşünüldüğünde daha bir değer kazanır.

Bir milletin devamı, kültürünün yaşatılması ve geliştirilmesiyle mümkündür. Bunu yapabilmenin en sağlam ve kolay yolu, çocukluk ve gençlik çağlarında kendi kültürünü özümsemiş, değerlerini içselleştirmiş nesiller sayesinde oluşur. Bu ancak çocukluktan itibaren uygun edebi eserlerle tanışmasıyla mümkündür. Bu şekilde yetişen çocuğun evrensel kültür ürünleriyle tanışması ve onlar sayesinde ufkunu genişletmesinde hiçbir sakınca olmayacaktır. Kendi kültürünü içselleştirememiş bir çocuğun ise, karşı karşıya kaldığı farklı kültürlerin tesir sahasında olması kaçınılmaz olacaktır.

Ülkemizde 0-18 yaş arası çocuk okuyucuya sunulan kitaplar incelendiğinde, yaş gruplarına uygun eser üretilmesi konusunda belirli bir standardın geliştirilmediği görülmektedir. Neredeyse seksen milyona dayanan nüfusun dörtte birini çocukların oluşturduğu bir ülkenin bu konuda yeterince hazırlıklı olduğunu söyleyebilmek zordur. Üniversitelerimizin ilgili bölüm uzmanlarına ve çocuk ile ilgili tüm birimlerin yetkililerine, işin önemini hatırlatarak yakın bir zamanda boşluğun doldurulması yönünde gayretlerini beklemek hakkımızdır diye düşünüyorum.

Yirmi milyona yakın çocuğun yaşadığı ülkede, onların gelişimi için gerekli olan edebi eser üretimi ve basımının ciddiye alınması gerekmektedir. Bu iş bir devlet politikası haline getirildiği zaman, ülke kendi geleceğini inşaya başlamış demektir. Aksi takdirde, günümüzde olduğu gibi kısa günün getirisini elde etmek isteyen; edebi ve estetik hassasiyetten yoksun, sanattan bihaber, ne kadar ucuz üretebilirse o kadar kar edeceği hesabıyla yola çıkan, alan uzmanlarından uzak duran, işi ehil olmayan kişilere havale eden tüccarların insafına bırakılacaktır. Bir başka tehlike ise yetişmekte olan nesil, kendi kültür çemberi içine almak isteyen emperyalistlerin kucağına itilmiş olacaktır.

Ülkemizde çocukların yaş seviyelerine uygun edebi eser alanında büyük bir boşluk vardır. Mevcutların da kalite yönünden yeterli olup olmadığı tartışılır. Her önüne gelen çocuk kitabı çıkarmaktadır. Çocuklarımız, kalite ve edebi estetik yönünden uygun eserler bulma konusunda tatmin edici ürün bulmakta zorlanmaktadırlar. Bununla birlikte, milli kültür hassasiyetinden mahrum, ehil olmayan yerli ve kültür transferi maksatlı yabancı yazar ve yayıncıların istismarıyla karşı karşıyadır. Kütüphanelerimiz ve kitap vitrinleri, genellikle bu yayınlarla doludur.

İnternet, televizyon ve dijital oyunlar okumayı azaltmıştır. Okuyucu sayısı hızla azalırken, bu az sayıdaki okuyucu kaliteli yerli edebi eserler bulmakta zorlandığı için yabancı eserlere yönelmektedir. Gelecek nesiller, kendi kültürünü öğrenememe tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu arada çıkan az sayıdaki yerli edebiyat ürünleri, ya beklenen kaliteye ulaşamamış ya da hak ettiği yeri alamamıştır. Kaliteli eserler, yazarları ve yayıncıları desteklenmeye muhtaçtır. Bu alandaki eksiklikleri gidermek, kaliteli ürünlerin yaygınlaşmasına katkıda bulunmak amacıyla, belirlenecek standartlarda edebi eserler üretenler için teşvik tedbirlerine ihtiyaç duyulmaktadır. Geleceği oluşturacak neslin milli kalabilmesi, bu alandaki boşluğu dolduracak, çocuk edebiyatı ürünlerine ihtiyaç vardır.

Konunun öneminden dolayı, öncelikle milli eğitim ve kültür bakanlıkları olaya ciddiyetle eğilmeli, alan uzmanlarından oluşacak birimler aktif hale getirilmeli, kamuoyu desteğini sağlamak maksadıyla ülke genelinde güncelliği korunmalıdır. Konuyu daha iyi değerlendirebilmek için merkezinde çocuk olan, edebiyatı birçok yönüyle doğru tanımakla mümkündür.

Edebiyat

Edebiyat, genel anlamıyla duygu ve düşüncelerin söz ve yazı ile anlatım sanatı olarak tarif edilebilir. Bir anlatımın sanat olabilmesi için estetik açıdan güzel ve etkili olması gereklidir. İnsanoğlunun çağlar boyu duyduğu, düşündüğü ve yaşadığı olayları etkili bir şekilde ortaya koyma çabası olarak adlandırabileceğimiz sanat dalıdır edebiyat. Bir başka söyleyişle, malzemesi dile dayanan sanat, edebiyattır. Kullanılan yazılı dil o toplumun edebiyat dilini oluşturur. Bu açıdan bakıldığında Türk edebiyatı, Türkçe üretilen edebiyattır. Türk edebiyatına eser veren kişilerin öncelikle Türk diline hâkim olması gerekir.

Yaşanmış ya da yaşanması mümkün olan olayların sanatçı duyarlılığıyla üretimi ve kurgulanmasıyla oluşan edebi eserler; bilinçli bir okuma eylemiyle okurda bilişsel, duyuşsal ve davranışsal değişiklik etkisi yaratır. Bu sayede metni ortaya koyan ve okuyan kişiler arasında bilinçli bir etkileşim meydana gelir.

Bu sanatsal anlatımlar sayesinde insan, görme imkânı bulamadığı dünyanın herhangi bir köşesindeki güzellikler ve yaşam ortamları hakkında bilgi sahibi olur.

Bu sayede bilinen ve bilinmeyen yaşam ortamlarının yoğunluklu olarak algılanması ve değişik deneyimler kazanılması konusunda etkin bir araçtır. Konunun uzmanları gözünden bakıldığında edebi eserleri genel manada, dilin en etkili ve güzel kullanım örnekleriyle bireyi başkalarının deneyimlerine ortak eden ürünler olarak ifade etmek mümkündür.

Bireyin tüm duygu ve düşünceleriyle içinde yaşadığı toplumun duyarlı ve etkin bir üyesi olması için sanatsal algılama gücüne sahip olması gerekir. Erken çocukluk döneminden itibaren insan; görsel, işitsel ve dilsel uyaranlar sayesinde anlam dünyasını oluşturur. Bu uyaranların anlamlı olmakla birlikte taşıdığı estetik, güzellik ve etkili bir anlatım sayesinde ortaya konması edebiyat ürünü olarak karşımıza çıkar. İyi ürünler sayesinde okurun düşünme alışkanlığı kazanması ve farklı görüşlerle karşılaşması eleştirel bakış açısını geliştirir. Yazarın ortaya koyduklarıyla kendi deneyimlerini karşılaştırma, algı yeteneği ve hayal gücü sayesinde anlamlandırarak içselleştiren okur, kendi eserini oluşturabilir.

Çocuk Edebiyatı

Herhangi bir eserin çocuk ya da yetişkin edebiyatı olmasında edebi olması açısından hiçbir fark yoktur. Güzellik ve etkililik derecesi aynı olmalıdır. Olabilecek ve olması gereken fark; çocuk dünyasının dikkate alındığında onların hayal gücü, duygusal yapıları ve düşünce kapasitelerinin göz önünde bulundurulmasını gerektirir. Burada çocuğa görelik öne çıkmaktadır.

Çocukların bilgi seviyeleri ve psikolojik durumları yetişkinlerden farklı kitap okumalarını gerektirir. Bu kitaplar; dil, konu, kurgu, üslup ve fikir bakımından çocuğun okuma, anlama, algılama ve zevk alma seviyelerine uygun olmakla birlikte anlaşılır bir dil, akıcı bir üslup ve çocuğun kavrayacağı düzeyde bir fikir örgüsüne sahip olmalıdır. Hayatı çocuk bakışıyla gören, çocuğa göre olanın ayrımına varmaktır çocuk edebiyatı. Aynı zamanda çocukların beden, zihin ve ruh sağlıklarını göz önünde bulundurmalıdır.

Çocuk edebiyatı; duygu ve düşüncelerin çocukların dünyasına uygun sözlü ve yazılı anlatım olarak tarif edilebilir. Sözlü ve yazılı anlatımın çocukların duygularına hitap edecek güzellikte ve etkililikte olması beklenir. Burada görsel (resim-çizim) ve dilin anlatım gücüyle birlikte anlatıcının sanatçı duyarlılığı önem kazanmaktadır.  Ortaya konmak istenen nitelikli üretimler, çocuğun sanat ve edebiyatla olan etkileşimini olumlu yönde uyarmalıdır.

Çocukların düşünce dünyasına hitap edebilecek sözlü ve yazılı ürünlerin tümünü çocuk edebiyatı içinde görebiliriz. Masallar, hikâyeler, fabllar, şiirler, ninniler, tekerlemeler, bilmeceler, maniler, efsaneler, destanlar, fıkralar, bilimkurgu, biyografiler, müracaat eserleri, çocuk romanları, çizgi romanlar, tiyatro eserleri, fen ve doğa kitapları (ilgi alanını keşfetmesi açısından) çocuklara okutulabilecek edebi eserler olarak sayılabilir.

Çocuk Edebiyatı Türleri

Masal, insanların tabiat ve hayat karşısındaki ortak duygu ve düşüncelerini olağanüstü anlatımla, gerçek ötesi varlıklardan da yararlanan ve kendine has özellikleri olan bir türdür. Bir metnin masal olabilmesi için olağanüstü kahramanlar ve olayların anlatıldığı, iyilerin ödüllendirilmesi, kötülerin cezalandırılması gibi özellikler de taşıması gerekir. Bununla birlikte, masalın bir amacı vardır. Yazar, bu amaca, iyi ve kötü karakterlerin çarpışması sonucu gelişen olaylar yardımıyla çözüme ulaşır. Masal kültürümüzde; konu, içerik ve pedagojik yönü itibariyle yetişkinlere yönelik söylemler olarak başladığı zannedilse de anlatıcının masalı çocukların seviyesine indirgeyerek anlatma becerisi sayesinde çocukların da beğeniyle dinledikleri görülmüştür. Kaynağı belli olmayan derleme masallarda, çocuk psikolojisi gözetilmemekte ve pedagojik unsurlarda problemlerle karşılaşıldığı görülmektedir. Halk kültürü derlemelerinden oluşan masalların yanı sıra Cumhuriyet dönemiyle birlikte yapay masallarda çocuklarla buluşmaya başlamıştır. Çağdaş yazarların ürettiği yapay masallar, çocuğa görelik açısından çocuk edebiyatına daha uygun olduğu söylenebilir.

Hikâye, olmuş veya olması mümkün olan olayları anlatmaya dayalı edebi bir türdür. Şiir ile roman arasında yer alır. Fazlalığı kabul etmeyen yönü ile şiire, birtakım olaylara ve şahıslara yer vermesiyle de romana yaklaşmaktadır. Pedagojik ve kültürel açıdan çocuğa görelik ön plana alınmalı ve çocuğun ruh dünyasını kavramakla birlikte hedeflenen yaş gruplarına hitap etmelidir. Hayatın gerçeğinin hikâyelerden oluştuğu düşünüldüğünde çocuklar için hikâyenin önemi daha iyi anlaşılacaktır.

Fabl, genellikle hayvan ve bitkilerden oluşan karakterleriyle soyut bir düşünceyi somut örnekler üzerinden anlatan edebi bir türdür. Eleştiri ve uyarcılığı ön plandadır ve mesajlar doğrudan verilir. Çocuklar için anlaşılması zor olan kavramlar fabl yoluyla anlatılarak eğitimlerine doğrudan katkı sağlar. Fabllar, belli bir fikri anlaşılır ve kısa yoldan anlatması açısından kolay anlaşılan anlatımlardır. Masala yakın bir türdür.

Roman, gerçek ya da gerçeğe uygun birçok olayı içinde barındıran, karakterlerin çeşitliliği, daha ayrıntılı bilgiye ve uzun zaman süresi içinde yer verilen edebi anlatımlardır. Çocukların topluma uyum sağlamasını kolaylaştırma gibi görevleri olsa da bilgi sunma veya dikte etme amaçlarından uzak eserlerdir. Eğitici bilgileri, edebi estetik ve yaşantı içinde vermeyi tercih eder.

Şiir, en az sözcükle en çok şey anlatma sanatıdır. Duygulara hitap eden ve hayalleri süsleyen yanı ile çocukların dünyasına çok yakışır. Şiirlerde ölçü, uyak ve durak gibi belli kuralların ritmik bir hava katması çocuğun duygusal gelişimine katkı sağlar. Önemli olan, çocuk duygusu ve düşüncesini çocuğa göre yansıtmasıdır.

Ninni, çocukların kendilerine yönelik söylenen ve ilk duydukları cümleler annelerinin söylediği namelerdir. Bir ezgiyle söylenen ninniler, yoğunluklu sevgi ve şefkat sözcüklerinden oluşması dolayısıyla yüklendiği pozitif enerji sayesinde çocukların gelişiminde önemli yer tutmaktadır. Her birinin farklı ezgiyi içinde barındırmasından dolayı çocuğun ilk müzik dinletisi ve ses eğitiminin başlangıcını da teşkil eder.

Tekerlemeler, içinde anlam zenginliği taşıyan ilginç söz oyunlarından oluşur. Dil becerilerinin geliştirilmesinde oldukça etkilidir. Çocukların konuşmaya başlamasıyla birlikte akranlar arasında yoğun olarak kullanılan ve kendi aralarında seçiciliği kolaylaştıran araçlar olarak öne çıksa da belli bir ritme bağlı olarak söylendiği için ninnilerde olduğu gibi müzik yetilerini besleyen unsur olmuştur.

Bilmece, bir şeyin özelliklerini üstü kapalı olarak söyleyerek, onun ne olduğunu bilmeye yöneliktir. Hazır cevaplılığı ve keskin zekâ gerektiren bilmece; çağrışım, gözlem ve dikkat gerektirir. Çocuklar için eğlenceli olmakla birlikte problem çözme becerilerinin gelişmesinde etkilidir.

Mani, toplumsal zekânın bir ürünü olan maniler, insanların duygu ve düşüncelerini doğrudan aktarması olarak ortaya çıkar. Pratik zekâ ve özgün bir dil becerisi gerektiren maniler, çocukların konuşma, dinleme ve psikomotor becerilerinin gelişmesinde etkendir.

Biyografiler, yaşam öyküsü olarak tarif edilebilir. Toplum tarafından tanınan, yararlı işler yapmış kişilerin hayat hikâyelerinin anlatılmasıdır. Çocukların gelecekleriyle ilgili karar almalarında önemli etkisi olacaktır. Çocuklar için hazırlanan biyografilerde kişinin yaptıkları ve yaşadıklarıyla iyi bir model olmasına dikkat edilmelidir.

Anılar, kişinin gözlem ve deneyimlerini hatırlayabildiği kadarıyla ortaya koymasıdır. Bu anlatımda dikkat edilmesi gereken husus, yalın bir dil ile anlatılmasıyla birlikte çevresinde oluşan sosyal ve kültürel olayları, bu olayların etkilerini yansıtması gerekir.

Sözlü kültürün vazgeçilmezleri olan; destanlar, efsaneler, gezi yazıları, fıkralar, bilimkurgu eserleri, çizgi romanlar, tiyatro eserleri, fen ve doğa kitapları, ozanların koşma ve deyişlerinin asıl hedefi yetişkinler olmasına karşın, çocukların söz dağarcığını besleyen önemli unsurlar olmuştur.

Anne babaların çocukları için ne bulursa giysin, ne bulursa yesin, nerde isterse oynasın diyemediği gibi, ne bulursa okusun da diyememelidir. Yiyip içtiklerinin çocukların fiziksel gelişimine doğrudan etki ettiği gibi, okudukları da kişisel ve sosyal gelişimlerine doğrudan etkili olacaktır.

Çocuk edebiyatı ile ilgili olan sanatçıların dünyayı ve olayları çocuğun bakış açısıyla görmesi, algılaması ve yorumlaması yönünde duyarlı olması, çocuk gerçekliğine inanması gerekir. Çocuğun, yazılanlarda kendi dünyasını yakalayabilmesi, çocuğa değer veren ve onu ciddiye alan yazarlarla mümkündür.

Küçümseyen, çocuğa görelik bir anlayıştan uzak yapıda eserler; çocuğun kültür gelişimine, hayal gücünün gelişmesine, kelime hazinelerinin zenginleşmesine, okuma sevgisi ve alışkanlığı kazandırılmasına olumsuz katkı sağlar.

Edebiyatın Çocuğun Gelişimine Katkıları

Edebi eserlerin oluşturulmasında doğrudan eğitim amaçlı düşünülerek hareket edilmemelidir. Ancak, çocuk edebiyatı sadece edebiyat kaygısıyla da üretilmemelidir. Çocukların alıcıları sonuna kadar açık olduğu gibi bir kamera kadar anında kaydetme gücüne de sahiptirler. Bundan dolayı gördüklerini ve duyduklarını anında hafızalarına yerleştirirler.

Edebiyat, çocuğun kişiliğinin geliştirilebilmesinde; mutlu, başarılı, uyumlu ve üretken olabilmesinde onun doğru bir rol modeli ihtiyacına cevap verebilmelidir. İçinde yaşadığı topluma uyum sağlamasına katkı vermelidir. Öğüt verici olmaktan sakınılmakla birlikte, edebi estetikten uzaklaşmadan temel değerlere yer verilmeli, milli kültür içerikli olmalıdır.

İnsan içine doğduğu kültürün ürünü olduğuna göre bu kültürü anlamlı yaşamalı ve içselleştirebilmelidir. Toplumların temelini oluşturan çocukların eğitilmesi gereği açıktır. Bu gereklilik tüm dünya ülkelerinde kabul görmektedir. Çocuk, yaşadığı çağda ve içinde bulunduğu toplumda bir yere sahip olacağını bu eğitim ve uygulanacak edebiyat aracılığıyla anlayabilecektir.

Çocuğun da kültür oluşumuna katkı sağladığı akıldan çıkarılmamalıdır. Algılama gücünün gelişmesine paralel olarak renk, çizgi ve sözcüklerin estetik yapısıyla buluşturan eserler aynı zamanda anadilin güzelliğini duyumsatır. Hikâye, masal, roman ve şiir sayesinde çocuğun dünyaya bir sanatçı duyarlılığıyla bakmasına katkı sağlamalıdır.

Kitaplar okul öncesinden itibaren biçimsel ve içerik özellikleri sayesinde algısal gelişime katkı sağlarken, doğrudan bilgi vermemekle birlikte gereksinim duyulan konularda öğrenme ihtiyaçlarını da karşılamalıdır. Eğlenme, oynama ve keşfetme gereksinimlerine cevap vermeli ancak, günlük yaşantısıyla ilgili telkinlerde bulunmamalıdır. Emir ve kural içeren anlatımlardan sakınılmalıdır.

Olaylara farklı bakış açısı geliştirerek davranış ve eylemlerin başkaları üzerinde yaratacağı sonuçlar üzerinde düşünmeye sevk etmelidir. Çocuğun meraklarını uyandıracak, zihninde oluşan soruların cevaplarını bulmaya yönlendirecek düşünceler sevk ederken, yaratıcılıklarının gelişmesine katkıda bulunmalıdır.

Çocuk edebiyatını oluşturan ürünlerin kaliteli olması çocukların okuma sevgisi ve alışkanlığı kazanmasında etkendir. Aynı zamanda kültürel ve sanatsal bakış açısının gelişmesinde önem arz eder. Metinlerde kullanılan sözcük ve resimleri meydana getiren çizgiler gerçek yaşamdaki jest, mimik ve duygu yansımalarını doğru yansıtmalı ve okuyucuyu konunun içine çekebilmelidir.

Çocuğa yukarıdan bakmayan, çocuk alçak gönüllülüğünün farkında olan ve çocukça duygu ve düşünceleri yansıtırken; kavramsal gelişim ve dilsel beğeni kazanması için çocuğun duygu ve düşünce sağlığını olumsuz yönde etkileyecek özelliklerden sakınılmalıdır.

Çocuğun günlük yaşantısını tekrarlayan kuru ve çocuksu bir anlatım içeren ürünler çocukların okumaya olan ilgilerini azalttığı gibi kitap okumaktan soğumasına da sebep olacaktır. Belli bir amacın ya da ideolojinin sözcülüğünü yapan, çocukları terbiye etme amacı taşıyan güdümlü yayınlardan sakınılmalıdır. Kalıplaşmış birtakım kuralları yansıtan, yetişkin gözüyle telkin iması taşıyan yayınlar olmamalıdır.

Çocuk Edebiyatında Edebi Unsurlar

Çocuk edebiyatı eserlerinde; kullanılan dil, seçilen konu, işlenişteki kurgu, rol alan karakter/karakterler, eseri oluşturan kişinin edebi üslubu ve metnini destekleyen resimler edebi unsurları oluştururlar.

Bu unsurlar kısaca irdelenecek olursa;

Dil: Yalın ve duru bir dil kullanılmalıdır. Çocukların anlayabileceği kelimelerden oluşmalı ve hitap ettiği çocukların yaş gruplarına uygun cümleler kullanılmalıdır.

Konu: Çocuğa görelik önemlidir. Günlük yaşantıya uygun, çocuğun kolay algılayacağı, duygularını olumsuz yönde etkilemeyecek düzeyde ve nitelikte olmasına özen gösterilmelidir.

Kurgu: Sebep sonuç ilişkisi ve olayların gelişim süreci çocuğu içine çekmeli ve akıcı olmalıdır.  Çocukların okuma sevgisi kazanmasında akıcılık önemlidir.

Karakter: Kahramanlar çocuk dünyasından olmalı ki, okuyucu çocuk kahramanla özdeşleşebilmelidir. Kahramanlar inandırıcı olmalıdır.

Üslup: Her yazarın kendine has bir üslubu olduğu dikkate alınırsa belirli bir kalıp beklemek uygun değildir. Önemli olan yazarın sanat ve estetik kaygısı ve dil kullanma gücüdür.

Resim: Doğrudan bir edebiyat unsuru olmamasına rağmen özellikle çocuk edebiyatında konuyu tamamlayıcı niteliğe sahiptir. Görsel estetikle birlikte konuya uygunluğu önemlidir. Bununla birlikte çocuğun algılayabileceği düzeyde olmalıdır.

Üretilen edebiyat ürünleri 18 yaşa kadar olan nesli gözetmek durumundadır. İletişimde “yankı” örneğinde olduğu gibi, verdiğiniz kadar alabilirsiniz. Almak istenilenlere uygun olarak yukarıdaki ihtiyaçların karşılanacağı ve yaş aralıklarına uygun eserlerin üretilme zorunluluğu unutulmamalıdır.

Çocuk yayıncılığında çeviri yayınların çokluğu ve seçiciliğin olmamasının kültürel sapmaya neden olduğu da bir gerçektir. İnsan kendi kültür çevresine doğar ve o kültürün mensubu olarak yaşamını sürdürür. Bundan dolayı yabancı kültür içerikli eserlere temkinli yaklaşmakta yarar vardır. Henüz kendi kültür kodlarını oluşturamamış olan çocuklar, gelişim çağlarını yabancı kültürlerin tesiri altında yürütmek gibi bir tehlikeyle karşı karşıya kalacaklardır.

Bu ve benzeri sakıncaları ortadan kaldırmak ve en aza indirmenin yolu, hitap ettiği toplumun kültürel yapısını özümsemiş çevirmenlere ihtiyaç vardır. Dünya klasiklerinin çocukların düşünce gelişimine sağlayacağı etki inkâr edilemez. Anadil eğitimi ve kültür birikimi sağlanan, kendi diliyle anlama ve algılama problemini aşmış olması gerekir.

Okuyan toplum olabilmenin vazgeçilmezlerinden olan anadil öğretimi ihmal edilmemelidir. Okullarda dil öğretiminin bir ders olmaktan öte, taviz kabul etmeyen bir konu ciddiyetiyle yapılma ihtiyacı burada da kendini göstermektedir. Bu ihtiyaçları göz önünde tutan çocuk edebiyatı eserleri üretilmelidir.

Ebeveynler, eğitimciler, ülkenin geleceği ile ilgili söz sahibi bürokratlar ve aydınlar çocuk edebiyatının ihtiyaca uygun gelişmesinde sorumluluk bilinciyle hareket etmek durumundadırlar.

Dil, anlatım ve resimleme yönünden çocuğa göre olmayan yayınlar çocukların okumaya olan ilgisini azaltacaktır. İyi bir çocuk kitabının eğitici ve ahlaki değerler vermesiyle birlikte edebi temelleri oluşturması da beklenir.

Millî düşünce, ahlâk, örf ve âdetlere değer veren, taklitten, yapmacılıktan uzak, çağın yeniliklerine ve gelişmelerine açık olmakla birlikte evrensel değerleri tanıtmalıdır. İyi eserler, fedakârlık, sadakat ve sevgi gibi olumlu değerler taşımakla birlikte; kıskançlık, çekememezlik ve aç gözlülüğün ne kadar çirkin ve değersiz olduğunu göstermelidirler. Çocuğu gerçek hayattan koparacak, düşsel ve fantastik olanı gerçekleştirmeye yöneltecek etkiler taşımamakla birlikte; duygu, düşünce ve hayal gücünü geliştirmeye yönelik katkı sağlamalıdır.


Çocuğun kendini yazara açmasında üretilen çalışmaların çocuğa göreliği önemlidir.  Konu bir bütün olarak ele alındığında ise birçok kişi ve kurumlara büyük sorumluluklar düşmektedir. İçinde büyüdüğü aile bireyleri, okul ve dolayısıyla eğitimciler, sıklıkla karşı karşıya olduğu çocuk medyası çalışanları, çocuk yazarları ve çizerleri, çocuk yayınevleri ve editörler, eleştirmenler, çocuk hakları uzmanları, araştırmacılar ve psikologların birlikte çalışması, çocuk edebiyatı ürünlerinin başarılı olması için gereklidir. Bununla birlikte, tarafların konuyla ilgili kaygı taşıması, neslin zihin sağlığının korunması açısından bakıldığında da zorunluluktur.

 

Nazmi Şimşek

Yaşam Öyküsü

1952 yılında Yozgat’ın Akdağmadeni ilçesi Örenkale köyünde dünyaya geldi. İlköğrenimi köyünde, Ortaokulu ilçede tamamladı. 1972 yılında Tokat İlköğretmen Okulunu bitirerek öğretmenlik mesleğine başladı. Öğretmenlik ve okul yöneticiliği yaptı. 1987 yılında Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi İktisat Bölümünü bitirdi.


Yurt dışı işçi çocuklarının eğitimi için 1988-1994 yılları arasında Almanya’da altı yıl çift dilli sınıflarda öğretmenlik yaptı. Bu tarihlerde eğitimle ilgili araştırma yapma imkânı buldu ve mesleki bilgisini artırmak için eğitim programlarına katıldı.

Milli Eğitim Bakanlığı Eğitimi Geliştirme Projesi’nde 1995-1998 Eş uzman olarak görev aldı. Projesi kendisine ait olan “Derste Eğitim Teknolojisi Kullanımı Seminerleri” projesini yürüttü. Öğretmen eğitimi seminerlerinde koordinatör ve öğretim görevlisi olarak hizmet verdi. Müfredat Laboratuvar Okulları standartlarının geliştirilmesi çalışmalarına katıldı. 16 Ocak 1998’ de Emekli oldu.

Öğrencilik ve öğretmenlik yıllarında halk oyunları ile ilgili çalışmalar yürüttü. Halk kültürü araştırmaları yaptı. Eğitim Teknolojileri konusunda ulusal ve uluslararası sempozyumlarda bildiriler sundu. Çağdaş Okul ve Eğitim Yaklaşımları, Öğrenmeyi Öğrenmede Alternatif Yaklaşımlar, Anne-Baba-Çocuk İlişkisi ve Eğitim Yaklaşımları, Öğrenmeyi Öğrenmede Alternatif Yaklaşımlar, Çocuk ve Hayat, Okuma Kültürü, Zekâ ve Öğrenme, Akıllı Zekâ Kullanımı ve Farkındalık Bilinci konularında konferanslar verdi.

Eğitim alanında yaptığı araştırma çalışmalarıyla birlikte eğitim yazıları, hikâyeler, masal, deneme, gezi ve romanlarını kitaplaştırdı. Dergi, gazete ve internet sitelerinde eğitim ağırlıklı olmak üzere; hikâye, deneme ve gezi (Erciyes, Birliğe Çağrı, Türk Folkloru, Yozgat Gündem, Genç Kardelen, Bozok, Bozokça, Kültür Çağlayanı, Kümbet, Kün, Kurgan, Kardeş Kalemler, Türk Yurdu, Haber Ajanda, Kültür Ajanda. İl Gazetesi, Aytı Haber, Yozgat Haber, Ortam, Kale Haber, kalem.biz, çocukedebiyatcıları.net, kuşlukta yazarlar ve Çocuk Ansiklopedisi’) yazılarını sürdürmektedir.

Bir dönem başkanlığını yürüttüğü Çocuk Edebiyatçıları Birliği, İLESAM, Türk Ocakları Sanat Edebiyat Kurulu, Kuşlukta Yazarlar Topluluğu üyesi ve Bala Kitap Topluluğunun kurucu üyesi olup hâlen Bala Kitap Topluluğunun başkanlığını yürütmektedir. Türkiyem TV’de “Çocuk ve Hayat” programını sunmaktadır. Kendisi gibi öğretmen olan Münire Hanım ile evli ve iki erkek çocuk babası ve beş kız torunu dedesidir.

Yapıtları:

Öyküleri: Çığlık, Yuvadan Uçurulanlar, Örselenen Hayatlar, Önce Gözler Konuşur,

Roman: Hasret Yürekler, Vuslat, Muallim (Yayın aşamasında)

Deneme: Duyarlı Olmak, Dokunuşlar.

Gezi:      Diyardaki Biz

Eğitim: Derste Eğitim Teknolojisi Kullanımı, Öğretim Teknolojileri Kullanımı ve Materyal Geliştirme, Öğrenmeyi Öğrenmede Alternatif Yaklaşımlar, Akıllı Zekâ, Anne-Baba-Çocuk İlişkisi ve Eğitim Yaklaşımı, Lider Sizsiniz, Hayatı Anlamlandırmak, Çocuk ve Hayat, Farkındalık Bilinci, Yetenek Merkezli Eğitim.

Masal: Yeşilbayırda Dört Mevsim (Altılı set) + Boyama Kitabı (Yayın aşamasında), Yeşilbayırda Çiftliği (Altılı set) + Boyama Kitabı (Yayın aşamasında), Yeşilbayır Renkleri (Altılı set) + Boyama Kitabı (Yayın aşamasında) Masal Roman: Yeşilbayır Krallığı (Yayın aşamasında), Yeşilbayır Sultanlığı (Yayın aşamasında).

 




Merve Duran

ALMA SANATI


Elleri tam bir netlikle boşlukta
Dans eder gibi hisseder
Kim bilir nasıl denge ya da dengesizlikle
Düşmeden tutar öyle sağlam
Bu çınarın bacaklar yaşlı omuzlar dik
Mütevazı eğilince doğrulacak hep
Oldu birkaç asır
Geçti bu mevsimden bir demet sarı yaprak
İşte hayat, satır aralarında bir taze huzur
Bulmayana savaş meydanında kılıç verdi
Bir vahadan bir vahaya aranacak suya
Değmezdi nehirlerden akmaya
Sahte, gülünç ve geçici günaydınlara
Yalnız bir fersah yetecekti kucak açmaya
Senden kalanları aramaya
Kime sorsam bir gamze boyu mutluluk
Yok olmasa kimden sorulacak o sevişler
Ben ardından bakarım öz toprakta bir çiçeği öperken
İstasyonlarda görmediğim elveda kalmaz
Özgür kılsın isterim içimdeki vefayı
Bir şans daha dileyince parmaklarımla
Öyle düşsün diye şakaklarıma nur taneleri
Gecikmişse gece gündüzü yoklayacağım, imkansızca.

 

 

Özgür Polat

MAVİ KARGA

 

kuş seslerini dinlemek için çıkıyorum sokağa

senfoni de biraz böyle başlıyor

karganın mavi kanadı

o sokak kedisinin gözlerini kaçırması

dalları kımıldanan ağaçlar

ve güneşin gözleri öpüşü.

özgürlük

sen nerdeysen orada.

yaprakların düşmeyişi

çiçeklerin usulca kendini bırakışı

kırmızı şapkalı kızın yaptığı

kardan adamın hâlâ erimemesi.

kuşların sesini duyuyorum

biraz da bunun için, Homeros'u yeniden okuyorum.

karga karga gel şu damardan su iç

sen de şu sokağa adını yaz.

hürriyet bir şarkı olabilir duvara yazılan.

bazen her şey sadece sadelik.

korkma kedicik

her şey değişir, değişmenin kendisi bile.

her zaman insanlar yasa yapacak değil ya!

şimdi bu bir şiir mi

aksini kim söyleyebilir ?

sokağa kuş seslerini duymak için çıkıyorum

çünkü içimdeki denizden biliyorum

tüm yasaları, her gün yeniden yazıyor tabiat ana.

Can baba, neden bilmem aklıma düşüyorsun

beyaz saçlarından gökkuşağı dökülüyor.

dalların da kendine özgü bir sesi var

yaklaştıkça görülen.

şairler de olmasa nerden bileceğiz biz bunu.

yeni bir destanın taşlarını yazıyor çocuklar

pek çok dilde, kıtaları aşarak.

senfoni biraz da böyle başlıyor

kuş sesleri hâlâ şarkı söylerken.

Mart 2020

 

 

Şahizer Senem Telli

TERLİ ELLER

Avucumun içindeki minicik el, terlemiş, çekingen dokunuşlarla bir sıkıp bir bırakıyor. Anlaşılan bir kararsızlık yaşıyor. “İstiyorsan elimi bırakabilirsin” dedim ona doğru eğilip bakarken. “Hayır” dedi bana bakmadan. Elini iyice kavradım, terlerimiz birbirine karıştı, onun yeni, benim hep var olan sınıfımıza girdik. Beşinci derste yeni birisiyle gelmem çocuklarımı şaşırttı. “Öğretmenim, oğlunuz mu” diye sordular. “Evet, hepiniz gibi o da benim çocuğum” deyince hep bir ağızdan “Heeeyyyyy!” diye sevinç nidaları attılar.

Dersimiz Resim-işti, renkli kartonlardan sıra üstü için çöp kutusu yapacaktık. İşlem basamaklarını tahtaya yazdım. Öğrenciler oradan bakıp uyguluyorlardı. Alper’e de malzemelerden verdim. Uzun süre malzemelere bakarak oturdu. Bazen renkli kâğıdı, bazen kartonu, bazen de yapıştırıcıyı tutuyor, aniden yerine bırakıyordu. İş zor gelmişti ona. “Çocuklar zorlandığınızda benden ya da arkadaşlarınızdan yardım isteyin,” diyerek rahatlatmak istedim yeni öğrencimi. Sıraların arasında dolaşırken göz ucuyla Alper’i izliyordum. Alnı ter içinde kalmıştı, sık sık yakasına parmağını geçirip genişletmek istiyordu.

Dersin yarısı geçmiş Alper’de bir hareket gerçekleşmemişti. “Canım yavrum yeni ortamına alışmak, kabullenmek ne zor iştir bilirim” diye düşünürken yıllar öncesine gittim.

“Kadın öğretmen isterim” diye diretiyordum. Bir erkek öğretmenin, sınıfına ders ortasında götürdüler. Öğretmeni görünce yüzüm düştü, gözlerim doldu, yutkundum fakat içime akıtamadım gözyaşlarımı. Kimin yanına oturtulduğuma bile bakmadan bakışlarımı yere diktim ders sonuna kadar. Teneffüse çıkmayarak kendimce protesto etmiştim.  “Neden çıkmadın oynamaya” diyen babamın sesini duyunca başladım ağlamaya. “Cumhuriyet İlkokulu’na gitmek istiyorum, arkadaşlarımı, Gülçin öğretmenimi istiyorum” diyor, bir taraftan da çantamı toparlıyordum. Tıpkı Alper’in çantasını sırtından çıkarmayışı gibi.

Alper’in sırasının yanından geçerken saçlarını okşadım. “İyi misin?” dedim, o da başını salladı. Yardım isteyen öğrencilerimin yanına uğruyor, destek olmaya çalışıyordum. Yan gözlerle de yeni öğrencimi izliyordum. Yerinde kıpırdanmaya başlamış fakat bundan öteye gitmeye cesaret edemiyordu. İlk hamleyi benden bekliyordu ama buna hiç niyetim yoktu. Anlaşılıyordu ki aile ortamında leb demeden leblebi sunulmuş, çaresiz kalıp mücadele etmeyi öğrenememişti. Oysa yaşam başarısı için önce kendi işini yapabilmeyi öğrenmeliydi. Diğer öğrenciler birer ikişer bitirmeye başladılar kutularını, isimlerini yazıp pencere kenarına sıraladılar. Alper bitirilmiş işlere yan yan bakarak, makasını eline aldı. Tutuşundan onun el melekelerinin çok gelişmemiş olduğunu anladım. “Sana yardım edeyim mi arkadaşım?” diye soran Zehra’ya kaşlarını kaldırarak yanıt verdi.

Gülçin öğretmenin olamayacağını biliyordum ama yolu yokuşa sürüyordum ki babam beni eve götürsün. Nuri öğretmen, kalın kaşları, bıyıkları ile çok sert görünüyordu. Babamdan bile uzun boyluydu. Bana yabancı çocuklarla ve öğretmenle konuşmamayı; eskimiş, yıpranmış bu sınıfta kalmamayı aklıma koymuştum. Bir plan yaptım: “Sınıfımı beğenmez, arkadaşlarımla ve öğretmenimle konuşmaz, derslerimi yapmazsam okula gitmekten kurtulurum.” diye düşündüm. Çantamı açmadım, işlenen derslerle ilgilenmedim, direndim. Bu cesareti nereden bulduğuma kendim bile şaşırıyordum.  “İyi misin kızım” diye saçımı okşayan öğretmenimin elini ittirdim. “Beni kandırmasın” bakışı atıp, bir cesaret ders zili çalmadan sınıfı terk ettim.

 “Çocuklar, işini bitiremeyenler burada bıraksın, evlerinize götürmeyin!” diye duyurunca olanlar oldu. “Ben yapamam bunu, evime götürmek zorundayım” diye isyan etti Alper. “Yavrucuğum, işinizi sınıfta yapacaksınız, kuralımız böyle.” dedim.  Alper sırtından çıkarmadığı çantasıyla önündeki malzemeleri toparladığı gibi sınıftan çıktı. Kapıda annesinin beklediğini bildiğimden peşinden çıkmadım. Öğrencilerime ödevlerini verirken zil çaldı.

Kapının dışına çıktığımda babamla göz göze geldik. Sol bacağına sarılmış ağlayan erkek kardeşimi görünce, aynı sorunları yaşadığımızı anladım. Sağ elinin küçük parmağından da kız kardeşim tutmuştu, ağlamaklıydı. Kapıda çakılı kaldım, babamın çatık kaşlarını görünce korkudan öleceğimi sandım ve gerisin geriye sınıfa girdim. “Gel kızım” deyip tutmam için elini uzatan öğretmenim bana, birdenbire çok sevimli geldi. Haksızlık ettiğimi düşünerek; üzüldüm, utandım, pişmanlıktan doğan hüzün kapladı yüreğimi ve yüzümü. Terbiyesizliğime karşın “Kızım” demişti. Tüm sınıf arkadaşlarımla tek tek el sıkışıp tanışmamızı sağladı. Eli sıcacıktı, terlerimiz birbirine karışmıştı.

Öğrencilerim sınıfı boşaltınca annesinin elinden tutmuş Alper, süklüm püklüm içeri girdi. Onun ne hissettiğini çok iyi biliyordum. Düşük omuzlar, kızarmış yanaklar, yere bakan gözler, ayağını sürüyerek yürümesi bana yıllar önceki bir ilkokul öğrencisini anımsattı. “Gel oğlum” deyip ellerini sevgiyle tuttum.

 

Nilüfer Uçar

TEN ÇIPLAK

 

kalsın zamanın büyülü çıkını

       perdesiz gözlerimin ışığı

      uzağa düşen ırmağın ruhunu taşır

şiire bırakılan dudak payı

alçakgönüllü sokulur mahzun dizelerimin  koynuna

göğün renkli gözlerini ağlatır

yine de yazarım

ten’siz şiirleri

 

güneş kızıl tarlasında yaşar aşkını / üryan ve hovarda

gecenin iç gömleği el yazmalı / yastık düşlü

uzun rüyaların yatağına okunan karınca duası

rüzgârın her sayıklamasında

dul parçalarını toplar kibirli yaşam

ücralara yerleşen ne varsa düne dair

yine çıplak tenli şiirler

yine yorgun dizeler

 

artık zamansızlık

denizin teninde kaybolan yağmur damlasıyım

ne tahta isterim kurtaracak

ne dalga isterim kıyıya vuracak

mavi kanat isterim yüreğimin epriyen sofasına

tenim çıplak

 

flu bir portre / hasarlı yüzde aranan sen

sustu çilingir sofrasında iki kadeh

kendime efkâr, kendime sarhoş, kendime serseri

kaybolup yeniden doğmak Zümrüdüanka teleğinde

çıplak bir yalnızlık hiç değil

bu tutku

göğe bakan gözlerime

teni çıplak şiirler yazdım

yine de          

                                              6 Şubat 2021

 


Elif Burcu Özkan

SÖZSÜZ ÜZÜM

 

Denize kıyın var mı, sormadım

Ruhun kaç katlı, hiç düşünmedim

 

Saymadım iç odalarının sayısını

Kaç çocuk oynadı göğsünde, bilmedim

 

Uğultulu kalabalıklar gördüm pencerenden

Kararsız dünlerinden alacaklılar

 

Kapına dizildi güpegündüz

İpini çektiğin yaşanmışlıklar

 

Bana birikmişliğin, 

İliklenmiş dudaklar

Başı, sonu görünmeyen bir ıssızlık

İçim ağzına kadar yalnızlık

 

Yokluğun, dünyadan uzaklığım

Silik ayak izleri sahillerimde

 

Dalgalar altında cana susamışlığım

Adalarım eksik nefeslenmeye

 

Başka insanım yok benim

Kitaplarım var yalnız, kedilerim

 

Elimi sallasam çarpmaz bir insan etine

Bir yığın sessizlik, kimsesizliğim

 

Aşk, gözlerimin en koyu gürültüsü

En eski tuzak boynuma

Ruhumu kemiren kara yutak

Düşümü kıran sözsüz üzüm

 

 

Prof.Dr. Güzin YAMANER

HERKES NEDEN BİRAZ KADIN OLMALI?

 

Prof.Dr. Güzin YAMANER

Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Modern Dans Anasanat Dalı Başkanı,

Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı Başkanı, KASAUM-İletişim Fakültesi

 

Yazı-dışı bırakılmak, bir sınıf meselesidir! Sınıf ayrımı, yazma hakkını tüm ötekilerin elinden bir şekilde alır, yalnızca kadınların değil! Ama kadınlar, toplumdaki sınıf ayrımlarının en altına atıldıkları için, onların yazı-dışı bırakılmışlıkları, toplumun diğer öteki kesimlerine oranla çok daha derindir. Bu nedenle, insan haklarına yönelik nice evrensel gelişime rağmen, kadınların yazı-dışı bırakılmışlığı, bugün dünyanın en büyük insan hakları ihlallerinin baş sıralarında gelmektedir.

Kadınların yazı-dışı bırakılması, yalnızca bir hak ihlali değil, aynı zamanda kadınlığa ait bir kocaman deneyimin, o eşsiz deneyimi yaşayan kadınların kendileri tarafından yazıya geçirilememiş olması demektir. Yazının tarihi, binlerce yıla dayanmaktadır. Bu sürede, toplumsal tarihin binlerce ölümsüz yazılı kaynağı bugün evrensel kütüphanelerin raflarındaki mağrur yerlerini sonsuzadek garanti ile korumaktadırlar. Ama o binlerce yıldan bugüne, kadınların kadınlığa dair deneyimleri, evrensel kütüphane raflarında yerlerini alamamışlardır. Tarihte binlerce önemli ve ölümsüz erkek kahraman, yazar ve şair kayıtlara geçmişken; buna karşılık kadın kahramanlar, kadın yazarlar ya da kadın şairler bir elin parmaklarını geçememektedir. Var olan sayılı kadın karakter de erkekler tarafından yazılmışlardır. Oysa mutlaka ki o karakterleri kadınların kendileri yazsalardı, çok daha olması gerektiği gibi ifade edeceklerdi. Ancak kadınlar tarihte yazı-dışı bırakıldıkları için, bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.

Ta ki, bir toplumsal iyileştirme hareketi olan Kadın Hareketi, kadınların yazı-dışı bırakılmalarını bir hak ihlali olarak tanımlayıp, yazılmış kadın karakterlerin erkek yazarlara ait imgeler oldukları için asıl kadınlığı anlatmadıklarını söyleyinceye kadar; kadınların tarihteki görünmezliği, sessizliği, sadece sözlü kültüre ait olmaları ve yazarlıktan engellenmeleri, bir toplumsal mesele olarak görülmemiştir. Ama iki yüzyıldan fazladır Kadın Hareketi kadınları, kadınların kadınlığı yazması üzerine çok büyük bir heyecanla cesaretlendirmektedir. Artık kadınlar yalnızca, erkek roman yazarlarının kahramanlık konusu, erkek şairlerin temaları ya da tarihteki soluk ve ikincil figürler olmayacaklardır. Kadınlar artık, bizzatihi kendileri olarak yazıyla kendilerini ifade edeceklerdir.

Bununla birlikte, elbette toplumlar yekpare oluşumlar değildirler, benzer şekilde tek parça bir erkeklik ve kadınlık algısını sabitlemek de toplumsal olarak çok doğru değildir. Toplumlar, devinim içindeki oluşumlardır. Fransız Devrimi ile gelişen insan hakları ve akabinde kadın öncülerin kadının insan haklarından söz etmeleriyle, iki yüz yıldan fazla bir sürenin kazanımları sayesinde, bugün yalnızca kadın çalışmaları değil, erkeklik çalışmaları da kadınların maruz bırakıldıkları engellemelere karşı hassastır. Böylece toplumu daha yaşanılır bir zemin yapmaya uğraşan erkekler ve aynı mücadeleyi veren kadınlar, kendilerini kadın deneyimlerinin şifalı birikimleri ile aydınlatmayı tercih etmektedirler.

“Herkes Biraz Kadın Olabilir mi?” sorusunu soran Mısralardaki Öykü’M Şiir Platformu, kadın anlatıları kitabıyla, 19 kadın yazar ve grubun lideri şair ve yazar Mustafa Yılmaz, işte tam da bu aydınlatmaya katkı veren bir öncü gruptur. Herkesin, erkeklerin de kendisini “bir kadının yerine koyması” gerektiğini soran bu öncü grup, 19 kadının kadınlığa dair eşsiz deneyimlerini yazıya dökerek canlandırmış ve herkes için daha iyi bir dünyaya çok anlamlı bir katkı vermiştir.


Şimdi, daha çok insanın daha çok kadınlığın yazılması için çaba harcaması çok daha önemli! Kadın olabilmeye dair daha çok sorular sorulsun, daha çok anlatılar eşsiz kadınca deneyimleri yazıya aktarsın diye…

İşte “Herkes Biraz Kadın Olabilir mi?” anlatısının eşsiz katkısı budur…

 

 


Süheyla Güney Avcı

SON KAHRAMANLAR

 

Üşümüş bir serçe titrekliğinde 

Ürkek adımlarla 

Dilinin kıyısında çırpınıyor heceler 

Hadsizliğin sırtında dolanırken suskunluk 

Birer birer dökülüyor 

Sarhoşluğun cesaretine sığınmış sevdalı fısıltılar 

Uykusuzluk nehirlerinde imgeleniyorken vuslat

Son kahramanlar 

Öldürmemek adına itirafsız bırakıyor sevdayı 

Dokunmadan 

Usulca 

Utangaç sevişmelerin esaretinde

Çünkü bu çağ çürüttü utanmanın asaletini 

Yabanıl saflığından koparıldı aşk 

Nerededir şimdi hesapsız yüreklerin

Sevdalı ezgilerin mağrur sahibi 

Hangi bilinmeziğinde yitirildi evreninde 

Rüzgâr terk etti kulak uçlarımızı acıtan dokunuşunu 

Teknolojinin içinde harcanırken sevişmeler 

Aşk hangi tanrıçanın önünde af dilemeye gitti 

Kaç sözcük kaldı yüreği talan eden heyecanıyla 

Bu çağın kirlenmisliğine teslim olmamış 

Ürkek hazları koynunda taşıyan masumiyetiyle 

Kaç sevdalı yürek sustu tarihin sessizliğine gömdü düşlerini 

Aşk utancını yitirirken klavyeler kahraman oldu 

Soğuk sanal yatak odalarında 

Duygular dondurulmuş avuçlarda heder oldu 

Rengini yitirdi sevdanın bakışı  

Ve son kahramanlar 

Bu çağın hiçliğinde tükenmemek adına 

Sessiz aşklarıyla satır aralarına sığındılar... 

 

Çiğdem Güner

SÖZ YAĞMURA YAĞDI 

 

sırtımdaymış, okşayınca bildim kanatlarım 

özgürlüğüm kuş, vurulmuş ağzından 

annemi alıp hızlandırmış zaman 

gel de bilme kaç yaşındaydın  

gökyüzünce ağlamış yüzünün ovasına bulutlar 

sus, 

kelimelerin altında bir büyük yorgunluk 

 

biraz burada bekleyelim sessiz 

çekip ağzımızın ipliğini bir küflü uykudan 

 

zamana ağır geldi insan eti 

kaldıramadı 

yükü yüklenmeden omuzlarına 

düştü yazı 

söz yağmura yağdı 

 

altımdan dünyayı aldılar 

kağıttan korkuları bindirip denizlere 

bir buzlu şarkı şakağımı yaktı 

 

ellerinmiş, bildim dokununca 

yalnızlığımı 

 

 

Filiz Kalkışım Çolak

UZ MESEHORLU BALIKÇININ KARISI

 

Yeşil topuklarıyla bir gelincik geçer birazdan yalı sokaktan. Kızılcık balı damlamış böğürtlen dalından kalkar kuşları gecenin. Yağmur vurur usul usul ahşap pencerelerin isli camlarına. Karıncaların kırıntı davasında bitmeyen mücadelesinde sancır avludaki incir ağacının kökleri. Vakit damlar laçin dallarından, yeşil kozalaklardan akar balı fıstıklı sevdaların. Bülbül kırmızıya ağıtlanır şuh düetlerin otağında. Sırtlardan düşer işmarı güneşin. Asiye derin uykuların koynunda. Yıllanır aşkın taze döşeğinde umutlar. Siyah saçları dağılır kanaviçe yastığın güllerine. Kollarından gecenin sayıklayan şafak sızar, tül perdeden sokulur okşar, tende cıvıldayan dokunuşları. Her kuşluk vakti kocasını balığa uğurlamak için kalkardı Asiye! Turşu kavurur, ıhlamur demler, mısır ekmeğini tam çıkarırken fırından Temel uyanıverirdi telaşına. Patlıcan incirini ne çok severdi Temel. Kaç kavanoz reçel hazırlayıp dizmişti tahta merdivenli çıkartmanın başına taze gelin. Hemen yanında turşu bidonları çivit mavisi renk renk düşlere geceden sevda ören. Fasulyeler mayıs gibi ekilir yaz ortası başlanırdı etek etek toplanmaya. Biberler, sivrisi, çarlisi, tombulu. Renk renk kırmızısı yeşili sarısı… Duvarın dibine toprak taşınmış, domates ve patlıcan çoktan ekilmişti Karadeniz Kadının çilesine. Sırtında sepeti başında çizgili keşanı, Asiye’nin al al yanaklarında açardı güller miskini. On beş yaşında kaçtıydı ilkokul sevdası Temel’e. Mahallede kaç uşak peşinde dolaştıydı da dönüp bakmadıydı pullu kız hiçbirine! Oğuz boylarından(uz) Mesehorlu balıkçıyla karısının serüveni böyle geçip giderken nihayetinde kalandar gelip çatmıştı. O sabah Asiye yine erkenden kalktı. Karalahana sarması pişirdi, yolluk azık diye yanına mısır ekmeği yazdan hazırladığı turşulardan koydu. Bakır işlemeli sinide kahvaltıyı hazırladı. Tek demlik üstten tutmalı alüminyum çaydanlıkta fokurdayan ıhlamuru bardağa doldururken, Temelle bakışmalarına cıvıldıyordu pencereye sığınan serçeler. Temel karnını doyurur doyurmaz sarı yağmurluğunu giyindi, boynuna Asiye’nin ördüğü atkıyı sardı. Soğuktu, hafiften kar zınaklıyordu. Asiye’sinin yanağına bir öpücük kondurdu ve yola koyuldu tam bahçe kapısını açıp çıkarken, dönüp tekrar tekrar Asiye’sine baktı. Sanki birbirlerinden hasretlik alıyorlardı. Asiye bi telaş koşup Temelin boynuna atıldı. Ayrılmak daha da zor gelmişti o sabah Temel’e Asiye’sinden.’’Temel’um bu sabah gitmayiver da içimde bi sıkınti var!’’ Temel ‘’Oy Asiye’m benim boncuk gözlüm niye böyle yapaysun da gitmesam olur mi ne yer ne içeruk, daha düğünden borçlar duruyi gulüm benum!’’dedi. Asiye boynunu büktü, Temel hafice başını kaldırıp, Asiye’nin yanağına sıcacık bir öpücük kondurdu. Temel’den kalan son hatıraydı Asiye’nin yanağında, hâlâ sızlayan o öpücük!

O gün denizde fırtına vardı ancak nice fırtınadan sağ gelmesini bilirdi balıkçıları Yomra’nın. Sakin bir koya demir atar, fırtınanın dinmesini beklerlerdi. Tam iki gün geçmişti, Asiye deniz kenarında Temel’in yolunu gözlüyordu. Alnına çattığı kara yazmadan simsiyah bahtı dökülürdü kıyıya. Martı çığlıkları dağlanıyordu boşlukta. Deniz hıçkırık kusuyordu köpük köpük çalkalanıp o hışımla taşlıklara çarpıyordu. Sonra sustu, sesler ölüm marşı üfler gibi dudakları karayelin bir fırtınada kaybolup gidiyordu korkular ardına hüzün salkımlarını ekerek. Derken bir motor sesi bozdu haykıran sessizliğin kalleşliğini. Gelen İdris Kaptan’ın teknesiydi. Halil, Ali, İbrahim, Dursun Reis hepsi sağ salimdi. Kıyıda süren o telaş yerini sevinç çığlıklarına bırakırken Asiye’yi bir korku sarmıştı. Asiye telaşla İdris Kaptana koşup ‘’Temel niçun dönmedi, iyi midur bi haberunuz var midir da!’’ diye titrek bir sesle çıkıştı. ‘’Temel bizumle değildu, o bizden ayrilmiştu dönmedi mi yoksa da!’’ deyince Asiye bayıldı. Bir uğultu koptu. Karayelin başında kapkara bir duvak çığlık çığlığa koşuyordu denizin üzerinde. Göğün gözlerine kapkara sancılar ilişmişti. Derin bir uğultuda Asiye bilmediği bir boşluğa savruluyordu. Duymuyor, işitmiyor, hayatta mıydı, ölü müydü, dirimi hiçbir şey hissetmiyordu. Yarım nefes göğsünde, inip kalkıyor sanki boşluklarına bir hırıltı doğranıyordu. Gittikçe bilmediği bir dibe sürükleniyordu ki yüzüne çarpılan bir avuç suda gözlerini açtı! Ahlananlar, vahlananlardan bir ses tırmıkladı bilincini: “A kizum korkma da gelur inşallah!” tesellisine tutunarak güçlükle doğruldu. Gözlerinden birbiri ardınca yaşlar akıyordu, elinde kara yaşmağı taşlıkların üzerine çıktı. Ve avazı çıktığınca bağırarak ‘’Temel’um dön artuk beni buralarda eli koynunda koma!’’ dedi ve yere çömeldi. Kıyıdaki kalabalık çoğalıyordu. Üç gün olmuştu Temel’den bi ses çıkmamıştı. İdris Kaptan ve arkadaşları daha fazla çaresizlik içinde bekleyemediler ve arama kurtarma çalışmalarına bizzat katılarak arkadaşlarını armaya koyuldular. Asiye ile Temel’in en yakın arkadaşlarından Halil’in karısı Hatice, Asiye’nin yanından bir an ayrılmadı, Asiye’yi teselli ederken Halil de arama kurtarma çalışmalarını beraberindekilerle üzüntü ve endişe içinde sürdürüyordu. Askerliklerini birlikte yapmışlar, Temel’le aynı yıl evlenmişlerdi. Hatta Hatice’ye aldığı gelinliğin parası çıkışmayınca, Temel babasından yadigâr el yapımı gümüş köstekli saati satıp Halil’e yardım etmişti. Can dostunu böylesi bir şekilde aramak onun için çok zordu!

Şafak sökmeye ramak kala motor sesleri işitildi. Kalabalıktan fısıltılar yükseliyordu. ‘’Hacan Teme’lu bulmuş midurlar, hacan eldimu yaşamaz, hacan sağ midur!’’ Loş ışıklar eşliğinde İdris Kaptan ve beraberindekiler kıyıya yaklaştılar. Kimse konuşmuyordu. Ölüm sessizliği sarmıştı tüm limanı. Asiye ‘’İdrus Dayi, buldunuz mi Temel’umi da?’’ diye ayaklarına kapandı ihtiyar balıkçının. “Kizum metanetli ol alabora olmiş tekne o tekneden sağ çıkmasi mümkün değildur!” dedi ve Temel’in çizmesinin tekini ve atkısını Asiye’ye uzattı. Asiye yıkılmıştı feryatları denizin diğer yakasından duyuluyordu. Kendisini kayalıklara attı alnından kanlar akıyordu. Kendine zarar vermemesi için herkes seferber olmuş Asiye’yi zor sakinleştirmişlerdi. Asiye’nin tüm feryatlarına rağmen ne yazık ki Temel bulunamamış karanlık sularda kaybolmuştu. Nihayetinde günler ayları kovalamış kazanın üzerinden 5 ay geçmişti. Asiye hamileydi. Karnındaki yavrusuna sığınıyor, Temel’in bir gün döneceğine inanıyordu.

“Ölüye eldu denur!” diye çıkışırdı öldü diyenlere. Deniz aldığını kırk günde geri verirmiş umuduyla kaç kırk gün geçmişse de Asiye Temel’i beklemekten bir an bile vazgeçmemişti. Her kuşluk vakti akşam güneşi batıncaya değin kayalıklarda Temel’in yolunu gözlerdi. Yalıncaklı Asiye bakır sinide kahvaltısını hazırlar sobada üsten tutmalı demlikte çayı deme bırakır; Temel’inin geleceğini ve geldiğinde sevdiğinin her şeyi bıraktığı gibi bulması için bir gün bile aksatmadan Temel’in sevdiği yemekleri hazırlar sofrayı kurardı. Bugün gelmediyse yarın gelir düşüncesiyle ıhlamur demler, mısır ekmeği pişirir, kara lahana sarması sarar ve turşu kavurmayı ihmal etmezdi. Sonra karnında yedinci ayına giren bebeğiyle yağmura çamura aldırmadan her sabah Temel'i uğurladığı kıyıya giderdi mavi gözlü beyaz gelin Asiye!

Temel'i beklerken arada bir de ağıt yakardı. Karadeniz'in efsunlu, deli deli pusuya yatan sessizliğine doğru! Efkâr tütsülenirdi martıların çığlıklarından, kanatlarından gümüş pullar yağardı. Kuşağındaki çakıya deniz bi başka durulurdu. Suya düşerdi vurulan umutlar bir bir… Türkülerin isi yanardı mehtabın alık sinelerine doğru, susardı Yalıncak! Çam burnu hüznünden yeşil yakı yakardı Yeros'a. Durana Deresi’nin eteklerinden sıçrardı gözü yaşlı taşlar. Akıntıya kapılıp sevdalar vururdu yüreklerin zifin çeken çakıllı kumsallarında.

“Denuz sevdami aldun doğmamiş sebumi yetum goydun e gudurasun oy denuz kuruyasun yerun dibune geçesun, oy denuz Karadenuz ander galasun, gaybana kalasun oyy! sevduğuuum eruum Asiyen sa gurban, kara perçemlu Temel'um oyy! Bitur habu ayruluği ellerum bağrumda galdi, gavuşalum sevduğum oyy oy!”

Kayalıklardan kan sızardı. Limanın kucağına gök mavi elbisesini yırtar bırakırdı Kilise Tepesi'nin üsküt duruşlarına. Kızılcık yağardı adeta deryanın kara yazmalı yasına. Rüzgârın kanatları bir uçtan bir uca açılır. Ta Rusya kıyılarına düşürürdü yürek sancılarını Asiye'nin.

O hışmıyla poyraz tir tir titrer oradan oraya vururdu kendini gencecik gelinin ağıtlarına dayanamayıp. Başındaki kara yazmasının gümüş pulları saçılırdı. Temel'in levrek tezgahına çinekoplar kuyruk vururdu kara kaşlarının üstüne. Ak çehresinden yuvarlanan yaşlarda ıslanırdı o bomboş tezgâh! Yosunlar bile ağıt yakardı, o ağlayınca allaşırdı ak köpükleri hırçın dalgaların! Ayrılık öylesi bükmüştü ki Kaşüstü'nün belini; rükûya eğilen minarelerden yankılanırdı acının derinleşen sancıları. Sabah çözülünce iyiden Çamlık Tepelerinden, dinerdi göğsü Karadeniz'in, kâğıt gibi salınırdı ipeksi ahengiyle…

“Allah belanu versun denuz, yine geturmedun bana Temel'umi!” diye söylenen eli kınalı geline boyun eğer ta diplerinde uyuyan Temel'e fısıldanırdı sessizce! Sırılsıklam bedeni, buz kesmiş elleri, mosmor dudakları, ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleriyle bitkin bir şekilde dönerdi evine Asiye. Bir sonbahar gecesi doğurdu Ahmet'ini. İlk defa o sabah gidemedi kayalıklara ebe ana izin vermedi Asiye'ye. “Olmaz bu halda gidersan kizum elursun habu sebu ne olur ha uşağum etma!” diyen ebe anaya direnemedi daha fazla. Çocukluk sevdasıydı Temel, okula birlikte giderlerdi, yukarı mahallenin oradaki pelit ağacının altında buluşurlardı. El ele diz dize evlenecekleri günün hayallerini kurarlardı. Yıllar böyle gelip geçmişti, ayrılığın başı iyice düşmüştü Asiye'nin dizlerine.          

Son kez gidişiydi o gün kayalıklara, deniz masmaviydi tıpkı Temel'i balığa uğurladığı o gün ki gibi. Kuşlar cıvıl cıvıldı. Fistanında yeşil ökçeli hanım kızlar açmıştı adeta. Şıkır şıkır al yazmasının pulları salınıyordu. Onca zaman sonra yüzünde hiç olmayan bir tebessümle uçarak gidiyordu kıyıya. Musa Dayı: “Nereye da, yine mu Asiye kayaluklara!” diye seslendi şadırvanın önünden. “Habu Asiye de bi hallar vardur da” endişesiyle söylendi, aldırmayan laz kızın ardından kendi kendine. Yüreğinden yağmur yüklü pembeli mavili kuşlar süzülüyordu. Deniz eteklerini sere serpe sermiş öylece oturuyordu karşısında. Bembeyaz duvağı uçuşuyordu esintilerin arasından. Yunus balığı o gün olduğu gibi iyice yaklaşıp kıyıya selâm verdi kuyruğunu sallayarak Asiye'ye. Ilık bir meltem esiyordu, dağlardan saçlarında mor çiçeklerden bir taç, rüzgârın komar çiçeklerinin leylak düşlerden çalıntısı, karpuz çekirdeğinin sulanan tadı damaklarda, Yomur elmasının pembeliği kızan yanaklarda…   

Bir çise döktü incecikten körfeze, bir sis, denizin üzerine bir ıslık sesi. “Oy Asiye Asiye, tütün koydum kesiye, buban veriyi seni da, bir bağ pırasiye oyy sevduğum” Dağıldı sis kemençenin kıranlara vuran tellerinden, dindi yağmurun zerrecikleri Temel beliriverdi beyaz gömleğiyle. Körfeze mavi konfetisi yağıyordu güller arasında göğün, çekildi usuldan sular ayaklardan. Çakısı düştü Asiye'nin kuşağından, ayna kesiğinden sivrilen kum taneciklerinin saydamlığına bir hışırtıyla sarı yağmurluğu sürüklendi oracığa Temel'in. Kara saplı sustalısı saplandı deniz kulağının fısıltılarına. Ahmet’ini Hatice’ye bırakmanın huzuru vardı yüzünde. Kıyamadığı Temel’inden tek hatırası o yıldız yıldız bakan gözleriyle ak pak bebeğini. Kaç gece koynunda uyuturken sütü kesilmişti acısından bakarken duvardaki Temel’inin resmine. Ana yüreği ya sancısından aç kalmasın diye yavrucuğunu Hatice’ye getirmişti. Kaç kez kuzusuna sütünden versin analık etsin diye. Acısı aşkı öyle büyüktü ki tek dayanağı yavrusunu bağrına bastıkça Temel’e olan aşkı dineceğine aşkı büyüyüp içine akan gözyaşlarında Asiye’yi bir uğultuya sürüklüyordu. Olmuyordu, ne yapsa olmuyordu. Bir yanda yavrusu diğer yanda sevdiği. Ateşi Asiye’yi yaktıkça eritiyordu. Dört aylık olan kuzusu ona daha da çok Temel’inin acısını hatırlatıyordu. Ahmet’ini doya doya son kez öptü. Ve kıyıya gitti. Kayalıklardan denize indi yaşmağını saldı kuzeye, çözdü saçlarının örgülerini, daldı masmavi suların ışıyan dansına.

Körfezin şahitliğinde sözleşen iki kalbin şavkından çırpınarak göğe yükseldi iki ak güvercin Yomra semalarına. O gün bugündür kim kuşluk vakti balığa tek çıkarsa görürmüş genç sevdalıları. Ne zaman fırtına çıksa, denizde yalpalayan teknelerin kayıkların imdadına yetişirmiş simsiyah saçları masmavi gözleri olan bir peri kızı. Yemyeşil gözleri olan esmer bir delikanlı. Tekneyi kıyıya bağlar bağlamaz tek vücut olur suya gömülüp gözler önünde kaybolurlarmış. Ahmet hem öksüz hem yetim kalmıştı ama mutsuz değildi. Annesiyle babasının her kuşluk vakti denizden söylediği ninnilerin sesiyle büyüyordu tahta beşiğinde. Süt anası Hatice onu kendi öz yavrusu Hasan’dan hiç ayırmıyordu. Hele ki Halil o geceki fırtınadan sağ kurtulanlardan biriyken. Artık o efsanevi aşkın tek emaneti hatırasıydı Oğuz Boylarının Mesehorlu köklerine Ahmet. Belki de kutsanmış bir bebekti, ölüm meleğini denize yaklaştırmayan kâh kadın kâh erkek suretinde görünen aşk meleğinin sura üflediği huzurla!...

 

Ümit Acarer

SEN BİLMESEN DE OLUR

 

Gülüşüne gölgem düşmeyeli günler oldu

Adını seslenmeyişim içimde buruk bir hüzün oldu

Fersah fersah gerdanından kaçışım umuda yelken oldu

Sen bilmesen de olur.

Saçlarına göz yaşım akmayalı aylar oldu

Gönlüne seslenmeyişim içine derin bir ah oldu

Fersah fersah kalbinden kaçışım aşka yoldaş oldu

Sen bilmesen de olur.

Kokuna kokum karışmayalı yıllar oldu

Gözlerine seslenmeyişim içimde çığlıklara içinde ağlayışlara har oldu

Fersah fersah senden kaçışım dağın diline şarkı oldu

Sen bilmesen de olur.

 

Dizdar Karaduman

KUŞ KANADINDA ŞİİRLE YAŞAMAK: CANAN SANLI

 

Dört yıldır Veysel Çolak yönetimindeki Karşıyaka Belediyesi Şiir Atölyesi’ne devam eden ve orada şiir sanatına dair çalışmaları dikkat ve merakla izleyen Canan Sanlı, şiire olan ilgi ve tutkusunu ilk şiir kitabı Sen Bende Yoksun (2020) ile yeni yıla güzel bir başlangıç yaptı. Kitaptaki şiirler iki bölümde toplanmış. Birinci bölümde 22, ikinci bölümde ise 19 şiir bulunuyor.

Birinci bölüm, Veysel Çolak’ın: “Zordur anıları yaşamak / en iyisi sen kuş sesleri biriktir” (s.49, Kalbim Taraf Tutuyor) dizeleriyle açılıyor. Sonra “Şiirimle El Ele” başlıklı metinde yaşamının âdeta bir parçası haline gelen şiir tutkusunun nasıl başladığını anlattığı bu giriş yazısında şiirin mutlu mutsuz anlarında kendisini hiç yalnız bırakmadığını, onunla muhteşem bir dostluk ve arkadaşlık kurduğunu söylüyor. Metnin sonunda ise: “Yaşamın bana bir armağanı; ikinci bahar bu olmalı. Dostumla birlikte uzun uzun yollarda baharı asacağız dallara. Özgürlüğün sesi, umudun neferleri olarak dizeleri serpiştireceğiz taşlara…Bu yolculukta, o da ben de hazırız sonsuza kadar… Sevgiyle…” diyerek şiirin yaşamının artık ayrılmaz bir parçası olduğunu, onsuz bir yaşamı düşünemediğini vurguluyor Canan Sanlı.


Birinci bölümde bireyin yaşadıklarına dair izlenimlerinin yer aldığı şiirler, daha çok yer alıyor. Bu bölümde geçmişe dair anılar, çocukluk, gençlik yılları, komşuluk, aile, anne, çocuklar ve eşine olan sevgi, yaşama bağlılık, aşk, sevgi, vefa, umut, doğa gibi izlekler yer alırken, ikinci bölüm yine Veysel Çolak’ın “Hem neden hem sonuçtum / koştum rüzgâra dönüşünceye kadar / hala duyuluyor annemin sesi / Bu dünyayı katillerden temizlemeli!” (s.5, Kalbim Taraf Tutuyor) dizeleriyle başlıyor. Bu bölümde ise bireyin iç dünyasını, toplumsal olay ve olgularla birlikte harmanlıyor şiirlerinde Canan Sanlı. Yaşanılan her olumsuzluk kadın olmanın getirdiği duyarlılıkla şiirlerine yansıyor. Savaş, barış, umut, direnç, kadına yönelik şiddet, Suriyeli mültecilerin dramı, yoksulluk, toplumsal acılara karşı duyarsızlık gibi izlekler bu bölümde işlenmiş.

Şiirlerindeki sözcük verimine baktığımızda ağaçlar, salkım söğüt, çam, portakal, limon; kır çiçekleri, begonya, karanfil, sardunya, şakayık; deniz, rüzgâr, dalgalar, gökyüzü, gece, yıldızlar, yağmur, poyraz; kuşlar, güvercin, kumru, martı, karga… gibi doğayla ilgili sözcükler hemen hemen her şiirinde yer alıyor. Bunların başında da kuş imgesi geliyor. “Yaşam dediğin bir avuç avuntu / sayfalar çevrildikçe, / bir kuş misali kanatlanır gökyüzüne” (s.22), “En iyisi sen bir kuş ol ağaçta. / Bahar bulutun yeşersin. / Sesin duyulsun kanatlarını her çırpışında…” (s.44) Bu örneklerde görüldüğü gibi kuş imgesi, onun şiirinde tasarladığı özgürce yaşanılası bir dünyaya kanat açmak olarak değerlendirilebilir. Şiirlerindeki kuş imgesi incelendiğinde şairin kuşları, gerçek dünya ile hayali dünya arasında gidip gelmelerin bazen de hayâl dünyasına kaçışın simgesi olarak tasarladığını söyleyebiliriz.

“kargalar kovalar kumruları mahalleden / ağaçların sahipleridir sesleri oyalar düzeni.” (s.14), “güvercin kanadında uzandım kollarına” (s27), “Süzülerek ağır ağır kanatlarıyla, dalgalanır martılar yaşamın üzerinde.” (s.28), Bu dizelerde görüldüğü gibi şiirlerde iki tür kuş imgesi vurgulanmakta; bunlar barışın sevginin, güzelliğin, simgesi olan güvercin, kumru, martı ile anlatılırken kötülüğün simgesi ise kargalarla veriliyor. Bu iki karşıt imge, aslında hayatın diyalektik çelişkisini, bir anlamda şiirde gerçek dünya ile ideal dünya karşıtlığını da duyumsatıyor okura. Füruğ Ferruhzad’ın: “Kuş ölür, sen uçuşu hatırla!” dizesindeki ölüm ve yaşam karşıtlığıyla birlikte özgürce yaşanan anların güzelliğini ve değerini hatırlattı bir anda bana.

Kitaptaki şiirlere dil ve anlatım yönünden baktığımızda, Canan Gürtunca Sanlı okurun anlayabileceği yalın bir dille yazıyor şiirlerini. İmgeyi de anlamı daha somut bir hâle getirerek okurda tasarım ve çağrışım oluşturacak bir biçimde şiirin içeriğine yediriyor. İmge oluştururken daha çok deyim ve ad aktarmalarına, mecazlara, eğretilemelere, kişileştirmelere başvuruyor. Örneğin: “masalar koşturur mangallar sohbette / tabaklar, çatallar yarış halinde” (s.18), “hava küskün, begonya suskun / gözleri arıyor koltuğa sinen kokuyu” (s.22), sokağın ağzı suskun, evlerin boynu bükük / bir çift kumru onarmak istiyor çatıyı.” (s.24)

Ancak zaman zaman dikkatinden kaçmış olacak ki “Ey benim bahtı yârim, / gönlümün tahtı yârim / Yüzünde göz izi var, / sana kim baktı yârim” Karacaoğlan’ın “yüzünde göz izi var” imgesini tırnak içine almadan “kadın hamakta salınır, yüzünde göz izi” (s.18) dizesinde kendi imgesi gibi kullanıyor. Bu dizede salınmak eylemi, sallanmak eylemiyle karıştırılarak yanlış anlamda kullanılmış. Yine “Doğmamış çocuklar tanrı kadar özel.” (s.) dizesiyle “gülüşü yasemin kokulu çocuk aldırmıyor” dizesi tırnak içine alınmasına rağmen kime ait olduğu belirtilmemiş. Bu konularda çok dikkatli olması gerekir şiir yazan arkadaşlarımızın. Yine Türk edebiyatında sıkça kullanılmış imgelere ya da kalıplaşmış sözlere başvurarak bunları şiirde kullanmak şiire bir yenilik getirmiyor. Sözgelimi, “tünelin ucundaki ışığı gör, kamaşsa da gözlerin aldırma.” (s.19) dizelerinde bu tür açmazlara düşülebiliyor.

Burada bütün olarak baktığımızda Canan Sanlı’nın Veysel Çolak’ın şiirinden etkilendiğini görebiliyoruz. Birçok şiirinde şairin şiirlerinden bazı dizeleri kullanması ve zaman zaman söyleyiş olarak da etkilendiği hissediliyor. Sözgelimi, “sen bende yoksan bir şehir ayaklanır / gökyüzü tutuşur bulutlar ağlar” dizeleri bu esinlenmeye güzel bir örnek. Şiir yolculuğunun henüz başında olmasıyla bu etkilenmenin normal olduğunu düşünüyorum. Her şairin mutlaka şiire başladığında etkilendiği şairler vardır. Örneğin Behçet Necatigil, Şiirin Burçları yazısında kendisinin Gurbet Burcu döneminde Ziya Osman Saba, Cevdet Kudret ile Necip Fazıl Kısakürek’ten etkilendiğini söylemiştir. Burada önemli olan etkilenilecek şairin; bir şiir görgüsünün, bir şiir düşüncesinin ve örnek olunacak usta bir şair olması. Eh Veysel Çolak da bunlardan biri.

Şiirlere ses ve ahenk yönünden bakıldığında: “Derinlerde yosun tutan bir kaya / sözlerin hep pervane, gözlerin bulut/ …bir avuç düştü gizli bahçende oyalanan / turnalar uçmuştu, sevgindi bizi sarmalayan.” (s.27) dizelerinde görüldüğü gibi şiirde ses ve ahengi oluşturmak için zaman zaman dize sonu ve dize içi uyaklara başvuruyor. Bazen de “Dantel dantel her ilmikte sabır işlerdin / yaşamın artıları eksileriyle vakitleri dizerdin”) s.27) dizelerindeki gibi ikilemelerden, karşıt anlamlı sözcüklerden yararlanırken bazen de “Seni düşünürken / ılık bir rüzgâr eser / …Seni düşünürken / bir çiğ tanesi düşer yaprağıma…” (s.32) olduğu gibi dize yinelemelerinden yararlanarak şiirin ahengini oluşturuyor.

B.Necatigil, Bile/ Yazdı adlı eserinde şöyle diyordu: “Bir başka tanıma bakacak olursak “şiir, çokluk, iç ve dış kuvvetlere karşı kendini savunmaya geçiş, kendine bir çıkar yol arayıştır; bir gerilimdir; şairi zorlayan bireysel ya da toplumsal bir meselenin, bir halin kendini kabul ettirişi, onu günlerce tedirgin edişidir” (2012:46 Bile/ Yazdı)

Canan Gürtunca Sanlı da insana ve topluma yönelik her türlü haksızlık karşısında şiire ve onun gücüne sığınıyor. Kendisini tedirgin eden olay ve olgulara duyarsız kalmıyor, bunları şiirine taşıyor. Onun için şiir, bir anlamda umudun sesi oluyor. Ülkemizde ve yakın coğrafyamızdaki yaşanan acılara, küresel sermayenin ve silah tekellerinin Ortadoğu’da çıkardığı savaşlarda öldürülenlere, Afrika’daki açlık ve yoksulluğa karşı duyarsız kalmıyor. Kırlangıçların Çığlığı (s.45) başlıklı şiirinde: “Çiçekler kurumuş, ağaçlar aç / uzaklardan gelen çığlıklar yakın / kadının gözleri bungun, eteği yangın / çocuğun ellerinde kara taşlar. / Ocağın başı açlık! / Sınırın iki yanı ateş” diyerek bir fotoğraf gerçekliğiyle yaşanan insanlık dramını dile getirirken son dizelerde “Sen yine de soğuk rüzgarlara siper ol. / Özgür bırak içindeki umudu, heyecanlasın toprak” diyerek direnci ve umudu tazeliyor şiirlerinde.

Sessiz Kalma (s.46) başlıklı şiirde ise “Evlere sığmıyor sokaklara taşıyor figanlar / anaların yüreğine oturuyor kara taşlar / çığlıklarını yutuyor toprak / Sessiz kalma! Çığlığın ulaşsın mazlum kırlara / Biri bana anlatsa. Bu dünyayı kim yönetiyor.” diyerek yaşanan bunca acılara karşı duyarsız kalan yöneticilere ve insanlara tepki gösteriyor.

Sonuç: Metin Altıok: “Soluğuma bir küçük kuş tünemiş. / Seninse gölgen yıldız dolu gökyüzünden biçilmiş.” diyordu Madımak katliamında yitirdiğimiz şair Metin Altıok. Canan Gürtunca Sanlı’nın da bu kitabındaki şiirler kuşlar gibi kanatlansın, gökyüzünü şiirlerle doldursun. Nice kitapların olsun Canan Sanlı.   28.02.2020 / Bornova

 

Canan Gürtunca Sanlı

GECENİN KANATLARI    

 

Gecenin kanatları çırpınan denizi sarar

balıklar şaşkın kuytu köşelerinde

kiminde hüzün, kiminde efkâr

nağmeler almış başını gider

sigaranın dumanına sarmış keyifler...

 

Beyaz bürümcük tülbent sarmış karşı kıyıyı

hoyrat rüzgar savurmuş sevdaları

izleri belirsiz  anıları savruk

hava küskün, begonya suskun

gözleri arıyor koltuğa sinen kokuyu.

 

Tesbih taneleri dağılmış yalnız köşelere

yıldızlar yoldaş, her birinde ayrı sözcük.

 

Yaşam dediğin bir avuç avuntu

sayfalar çevrildikçe, 

bir kuş misali  kanatlanır  gökyüzüne.  

Temmuz 2019, Ayvalık

 


Nüket Hürmeriç

VAZGEÇME

 

Mutlu gökyüzü rengi

Sevinçli eller sunar

Hüzünlü havalar

Rakiptir gözyaşlarıma

Yansız kalınır mı dünyaya

Onca dengesizlikler

Çalakalem duvarlarda

 

Teşekkürler hemcinslerime

Hüzünlü mücadeleler üreten

İşler başa düşünce

Çabalamaktan vaz geçme

 

Yanıtları söyledim önce

 Sen soruları dizile

Ocak 2021

 

Seval Arslan

TANRILARIN BAHÇESI

 

sesi, sesim kadar yalnız

yağmur ormanları kadar kederli

akşam karanlığı teni kadının

ipe serilen düşler sitemli

yaşlı korkunun gölgesi

tanrıların bahçesinde

 

beli bükülür yaşamın

dudaklarında kan sızan tebessümle

can çekişir gebe duvarlar

ürperir yeşil

kırılır sevinç testisi

yoksulluğun pençesi

etek ucundan çekiştirirken

tanrıların bahçesi...

 

Seval Arslan

GERÇEK EDEBİ ESER YARATMAK

     

 Okumak kadar yazmak da tutkudur. Yazının büyüsüne kapılan yazarlar, kendi dünyalarından baktığı pencereden hayatı yeniden yorumlarlar. Yenidünyaya yapılan bu yolculukta, kurgu ile gerçekliği bir arada harmanlayabilen yazarlar kalıcılığı elde ederler.

      Gerçek yaşamın içinde ve iç dünyasında yaşadıkları, eserlerine yansımayan hiçbir yazar yoktur. Yaşamı, siyasi görüşü, sanat-edebiyat anlayışı, eserlerindeki yapı, izlek ve kurgusuyla okurları etkisi altına alırlar. Gerçek edebiyat eseri yaratan yazarlar, yazıya ilgi duyanların edebi kişiliğinin oluşum ve gelişiminde yol göstericidirler.

       Değişik türde kitaplar okumak, yazma eyleminin gelişimine katkı sağlardı, kuşkusuz. Okuduklarımdan, yazın ustalarından öğrendiğim bir şey varsa o da, yazılan eserlerin (Şiir-öykü-roman-makale-deneme… vb.) edebi sanat değeri taşımasının kesinliğidir.

       Doğuştan sihirli güce sahip olanlar vardır, olmayanlar vardır. Peki, bir edebi eser yaratmak için “yetenek” tek başına yeterli midir? “Hayır!” dediğinizi duyar gibiyim. Çünkü hiçbir unsur tek başına kusursuz gerçek edebi eser yaratmak için yeterli değildir. Hayat ve sanat (edebiyat, resim, müzik, tiyatro, sinema… vb.) bir bütündür, birbirini etkileyen. Bazen bir resimde gördüğümüz desen, bir film sahnesinde duyduğumuz söz esin kaynağı olabilir. Özümlenen kültürel birikim bizi eyleme geçirebilir.

       Alman filozof Leibniz “Diller, insan zihninin en iyi aynasıdır” [1] diyerek insan zihninin dış dünyaya yansımasının, düşüncenin görünür kılınmasının ancak dil ile mümkün olacağını ifade eder.

       Dil olgusunu duygu, düşünce, davranış ve bunların hepsini kapsayan ahlâk ve dünya görüşünün karşılığı olarak tanımlayabiliriz. Yazı, konuşma dilinin izidir bir anlamda. Sözcükler ve harfler evrenin bütün sırlarını saklar. Onların şekillerinde ve seslerinde her şeyi bulabilir, hedefinize doğru yol alabilirsiniz. Olayları içselleştirmek, evrensel dünya görüşüne sahip olmak, kendiliğini bulmak, düşünce alış-verişi yapmak gerçeklerle yüzleşmeyi sağlar. Dolaşımda olan eski, ya da yeni her sözcük kendi anlamında güzeldir, dilin varsıllığıdır. Cemal Süreya’nın dediği gibi “Sözcük aynı zamanda duygudur, düşüncedir, hayatın bütünüdür.” [2]

       Okuduğumuz bazı eserlerin saçma, gösterişli, abartılı, süslü sözcüklerle yazıldığını görürüz, ruh yoktur. Yazılanın anlamsız olması kesinlikle can sıkıcıdır.

       Yazın türlerinde roman ve öykülerde; dil ve üslup, tümce yapısı, sözcük zenginliği, olay örgüsündeki sağlam kurgu, kahramanların karakterleri, yer, zaman, mekân önemlidir. Şiirde ise; biçim, biçem, olaylar, olgular, düşler, içsel, dışsal durumlar, düşler; insana dair ne varsa konu edilir. Merkezinde insan olmayan yazı/şiir anlam ve değer yönünden hep eksiktir. Yazılanın gerçek edebi eser olabilmesi, dönemin sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel şartları yansıtmasına; samimi, ironik, amaçlı, hayat dolu bir ruhunun olmasına; eğlenceli olduğu kadar düşündürmesi, cesaret ve mesaj vermesine bağlıdır. Kısaca, söz ve anlam sanatlarının tüm inceliklerini barındırmalıdır.

       Kurgu sanatında deneyim şart! Bir yazar; düşünme, akıl yürütme, nesnel gerçekleri algılama, kavrama, yargılama, sonuç çıkarma yeteneğini geliştirerek her türlü duyguyu tanımalı; bilinçli us ve bağımsız düşünceyle hayal gücünü de kullanabilmelidir. Bu noktada, yazar olmak isteyen kişi önce kendine güvenmelidir.

       İnandırıcılık detaylara dayanır ve her detayın önemi vardır. Bir şeyleri dikkatli dinlemiyorsanız önemli bazı şeyleri kaçırırsınız, hayatınızdaki detaylara bakmazsanız yazdıklarınız da inandırıcı olmaz. Çünkü anlatılan şeyin kendisi değil, hissettirdikleridir.

       Yaşamın kaynağı; hava, su, toprak. Yazının ana kaynağını bulmak da sizin elinizde… “Ben”likten arınıp evrensel tinselliği yakalamak zor değil. İyi bir yazar şartlar ne olursa olsun şikâyet etmez; oturur, yazar. Yazdığını beğenmez siler, yırtar, buruşturur çöpe atar, vazgeçmez, yine yeniden yazar. Öğrenme, yazma eylemi uzun bir yolculuktur. Bu bağlamda “Demir ateşe girmeden çelik olmaz” deyişi anlamlıdır.

       İnsansız bir yaşam düşünebilir misiniz? İnsanı, insanî durumları yazabilmek için ışığı tutmalı, dağılan parçaları birleştirmeli, küçük şeylerde büyük resmi görmelisiniz. Sık gittiğimiz yerler bile algılayamadığımız şeylerle doludur. Göremediğimiz şeylerin hayatımıza etkisi büyüktür. Ölümle burun buruna geldiğinizde bile hayatınızı net bir şekilde görebilirsiniz. Kalbinizden gelmeyen sözcükler ölü sözcüklerdir. Her sözün yarattığı duygu okura yansır. Sözcüklerin anlam yüklerinin yazıya yerleştirilmesi, nakış nakış işlenmesi incelikli bir iştir; bilgi, sabır isteyen…

       Gerçek bir yazar gibi yazdığınızdan hoşlanıyor musunuz? Asıl konu, her şeyden önce yazmayı sevmektir. Bunun kitap satmak, ödül kazanmakla hiçbir ilgisi yoktur. Yakın ilişkiler hiçbir zaman garanti değildir. Örneğin aşk, bazen her şeyin yok olmasına bazen de varoluşun yücelmesine bir nedendir. Tutkun olduğunuz, sevdiğiniz şeyi yapmaya devam edin. Güzel şeyler yaratmak için kendinizi kışkırtın.

       Kendi evreninizde dünyanın merkezi sizsiniz! Yaşamınızı, düşünce gücünüzü biçimlendirebilirsiniz. Gerçek dışarıda bir yerde… Kollarınızı sıvayın… Dışarıya çıkın… İnsanı doğrudan ya da dolaylı yönden etkileyen; çevrenin toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel maddi ve manevi gereksinimlerini; yapıcı, yıkıcı olayları, davranışları gözlemleyin; yaşam öykülerini dinleyin, düşünün, okuyun, samimi olun, kendi sesinizle yazın! İşte o zaman gerçek edebi eser yaratabilirsiniz.

       Unutmayın ki yazdıklarınız yarınların kalıtlarıdır. Kalıcılardan olmanızı dilerim. Manisa, 8 Mart 2021

Kaynaklar:

[1] Tuğba Torun, Varlık ve Dil, Düzce Üniversitesi, İ. Fak. Derg. Cilt: III, S:2, 2019, s: 100.

[2] Cemal Süreya, Yusufçuk, Mayıs 1979, S. 5, s.1.



 

Cemal Karsavran

DOYUMSUZ SEVDALARIMLA

 

bugün sahile ineceğim

yazdan kalma
ayak izlerimi bulmak için
ıslak kumlarda.
sevdalarımla.

denize yakından bakacağım
ellerimi uzatacağım
tenim akdenize dokunacak
dalgaların serpintileriyle
uzanacağım..

deniz avuçlarımda
damla damla pul pul
lodos saçlarımı okşarken
sürü sürü geçecek sığda yüzen balıklar
her biri birer 
yıldız uçuşan gözlerimde

yosunlara gizlenen 
sevgiler
kayıp giderken dalgalarla kıyılar yıkanacak
ıslak tene düsen her damla
yeni 
dünya ve hayat
tuzlu suyun tadıyla dudağımda

ürpertisi denizin toros aslanı
büyüyen uzaklıklar tedirginlikle
ürkek korkak 
sevdamın
maviler uçsuz bucaksız gözlerimde büyürken
Akdeniz olacak

seyrine doyamadığım
ılık ılık akan damarlarımda
sen olacaksın
güz 
gülleri açan yüreğimde
doyumsuz 
sevdalarımda

 

Nermin Aşıcı

SAF KIZ

 

Annem işten çok yorgun döndü. Yarın yiyeceğimiz yemeği ocağa koyup sedire uzandı. Uyursa bir saat sonra uyandıracağım. Sokağa çıkıp oynamak istemedim. Kardeşim, Cemal’le oynuyor kapı önünde. Bir gözüm kardeşimde, bir gözüm saatte pencere kıyısına oturdum. Yalan değil, gözüm arada bir Hakkı’ların, Levent’lerin evine kayıyor. İki ev yan yana zaten. Evimizin karşısında boş arsa var ya; satılmış. Kim aldı bilmiyorum. Oraya ev yapılırsa karşımızdaki evler görünmez.

Levent’lerin evi iki katlı, alt katı hiç görmedim. Hakkı’larınki tek kat ama çok geniş.  Sadık Amca bir odayı kuşlar için yaptırmış. O yokken odaya girmek herkese yasak. Bir kez girdim yasak odaya. Girer girmez kulaklarımı, burnumu kapatmak istedim. Bütün kuşlar ciyaklıyor, durmadan sıçıyorlar. Kimisi kafeslerin içinde, kimisi odada uçuyor. Kuşları izlemekten ürktüm. Sadık Amca anlatırken çok övündü. Yemlerini, sularını, temizliğini anlattı. Cinslerini, yumurtadan çıkışlarını, cücüklerin bakımını hep öğrendim. Artık orada ne olduğunu biliyorum. Bir daha görmek ister miyim? Sanmıyorum. O oda “Mavi Sakal’ın” kırkıncı odası benim için.

Kardeşimin ağlamasıyla fırladım pencere önünden. Koşarken düşmüş, görmemişim. Ağlarken burnundaki sümükler balon çıkarıyor. Burnunu temizleyip dizlerine baktım. Azıcık kızarmaya bu yaygara çıkarılır mı? Annem sesine uyanıp bana kızdı, söylendi. Kardeşimle ilgilenmiyormuşum, azıcık uyumasına izin vermiyormuşum. O bizim için çalışırken canı çıkıyormuş. Kendisine hiç yardımcı olmuyormuşum. Evi süpürüp kapı önünü yıkıyorum. Ayaklarımın altına kütük koyup bulaşık yıkıyorum. Bütün gün kardeşimin peşindeyim, daha n’apayım? Birazdan perdeleri kapatıp ışığı yakacağım, sofrayı hazırlayıp toplayacağım.

Hava kararmadan Hakkı geldi, annemi çağırmamı istedi. Evlerinde bir kadın varmış, saf bir kız bulmalarını istemiş. Akıllarına ben gelmişim. Bir saatliğine onlara gidebilir miymişim? Saf değilim, aklım her şeye yeter, işlerine yaramam, diye düşündüm. Annem “Hadi kızım, yemeğe kadar git de gel.” dedi. İçim burkuluverdi, anneme. Hakkı’ya, annesine, evlerindeki konuğa kırılıverdim. Neden gittiğimi bilmeden düştüm peşine. Dönünce sözlüğe bakacağım, “saf” ne demek.

Eve girince sevinçle karşılayıp buyur ettiler. Sehpanın üstü börek, kurabiye tabaklarıyla doluydu. Çay bardakları boşalmış. Kahve fincanlarındaki şekillere bakılmış. Salonun kapısında dikildim, herkese kırgın baktım. Konuk olan tombul, kısa saçlı, küçük gözlü kadına kızgındım. Yüzüne dik dik baktım. Ayakta dikilirken ne yapacağımı anlattı. Konuşurken kıpkırmızı boyalı dudakları geniş geniş oynadı. Gizlenmiş iki altın dişi göründü. Yüzüm duvara dönük oturacakmışım, uzun uzun bakacakmışım. Duvarda gördüklerimi onlara söyleyecekmişim. Bir komutan gibi emirler verdi. Sesinde buyurganlık vardı. Kaçamayacağımı anladım, dediklerini yaptım. Onlar bekledi, ben duvara baktım. Ben duvara baktım, onlar bekledi. Koyu yeşil boyalı duvarda ne görülür ki… Yağlıboyanın kokusu bile daha duruyor. Kadın arada bir ne gördüğümü sordu. “Hiçbir şey” dedim. İyice bakacakmışım, duvardan başka hiçbir şey düşünmeyecekmişim. Hani saftım, aklım yetmezdi, ne bekliyorlar ki… Yok işte duvarda hiçbir şey. Koyu yeşil duvardan burnuma gelen boya kokusu azaldı sanki. Sehpanın üstünde duran böreğin kokusu bastı. Akşam vaktinde karnım açken, yemekten başka ne göreceğim. Sucuklu yumurta, etli kereviz, sıcacık ekmek içinde tahin helva, yaprak sarma. Annem uzun zamandır yaprak sarmıyor. Eve gittiğimde yemek yenmiş olacak. Bana ayırırlar ama yalnız yiyeceğim. Kadın durup durup soruyor ne gördüğümü. Üstünde sarımsaklı yoğurt olan yaprak sarma demek geçti içimden. İçimden geçenlere gülmek istedim. Necla Abla’yı görünce tuttum kendimi. Kalın camlı gözlükleriyle bana bakıyor. Camların ardında gözleri minicik. Gözlerinin güzel yeşili bile belli olmuyor. Belli ki benden umut verici sözler bekliyor. İçim burkuldu, görsem söyler miyim?  “Saf kız” olmak ağırıma gitti. Saf olsaydım ne görmeliydim bilmiyorum ki… Havanın karardığını düşünüp ışığı yaktılar. Bol ışıkta duvar parlayıverdi. On tane ışık yaksalar göreceğim yok. Necla Abla duvarın yanında daha beyaz göründü. Süt beyazı.

Kadın sabırsızlanmaya başladı. Başka yerlere baktığımdan kuşkuya düştü. Yalnızca duvara bak, hiçbir şey düşünme diye uyardı. Duvarda aynı noktaya bakmak kolaydı sanki. Neden bir şey görmem gerekiyor? Duvarda göreceğim şeyden ne bekliyorlar? Bilsem ne görmemi istediklerini, belki görürdüm. Okuduğum masalı düşündüm zaman geçirmek için. Üst üste on tane yatak serdim duvara. Altına bir bezelye tanesi koydum. Üstüne sarı saçlı, yoksul prenses yerine Necla Abla’yı yatırdım. Açık sarı saçlarını yaydım yastığın üstüne. O kadar zayıf ki yorganın altında kayboldu uzun bedeni. Uyuyamadı, sırtına battı bezelye tanesi. Döndü durdu yatakta bütün gece. Bunları anlatırsam kurtulabilir miyim? Anlarlar, aynı masalı Hakkı da okudu. Bahçe görüyorum desem bahçede ne dikili derler. Bizim sokakta bir osuruk ağacı var, bir de erguvan. Yalan söylediğimi anlarlar. Yazık Necla Abla’ya, ağzımdan çıkacak her şeye razı.

Kadın geç olduğunu parasını alıp gitmek istediğini söyledi. Elini kolunu sallayarak konuşurken altın bilezikleri şıkırdadı. Duvara ben bakacağım, kadın para alacak. Haksızlık bu. Anneleri, kadına işini yapmadığını, para vermeyeceğini söyledi. Oh olsun işte! Duvara bakma bitti sandım, sevindim. Karşılıklı birçok konuşmadan sonra kadın yerine oturdu yine. Benim inat ettiğimden, gördüklerimi söylemediğimden yakındı. Bu kez tepeden tepeden konuşmayı bıraktı. Yalvarır gibi yapmam gerekenleri bir daha anlattı. İki eliyle omuzlarımı sıvazladı. Konuşurken ağzından yemek kokuları geldi burnuma. Açlığımı anımsattı. Görmem gerekenleri görüp evime gitmek istiyorum. Hâlâ burnuma kokan patates yemeğini yemek, “Görünmez Adam”ı okumak istiyorum. Kitabı Melek’ten iki günlüğüne aldım. Geç götürürsem bir daha vermez. Meleğin çok kitabı, Levent’in çok ansiklopedisi var. İkisini de küstürmek istemiyorum. Sehpanın üstünde duran börek de burnuma kokuyor.

Anladım ben, bu kadın falcı, Necla Abla’ya kısmet falı bakıyor. Daha çok genç, kısmet nasılsa gelir. Neden erkenci davranıyor ki… Üzülmesin o, ben duvarda kısmet görürüm. Sevdiğim birini umutlandırayım, yalan da olsa. Kadınla anlaşmayı kararlaştırdım içimden. Uydurduğum anlaşılmasın diye uzun baktım duvara. Gözlerimi kaçırmadan aynı noktaya baktım. Ne isterse göreceğim duvarda. Deniz kıyısı diyeceğim. Geçen yaz gittiğimiz denizi anlatacağım. Anlamazlar yalan dediğimi sanırım. Çok dalga var, bir sandal, sandalda bir adam derim. Adamı anlat derlerse… Kasabın askerden gelen oğlunu anlatırım. Çok mu genç olur? Bakkal amca da yaşlı gelir. Tam deniz kıyısı diyecektim, Sadık Amca’nın kuşları bağırmaya başladı. Kırkıncı odada kavga çıktı dedim kendime. Evin annesi gitti kuş odasının kapısını yumrukladı. Kuşların susmasını fırsat bilen falcı, ağaç sordu. Evet; isteneni gördüm… Kocaman ağaç, dalları kalın, gökyüzüne uzanmış. Kırkıncı odadaki bütün kuşlar üzerine tünemiş. Önce duvara yaklaştım iyice, biraz bekledim. Olsun deniz kıyısında keçiboynuzu ağacı vardı. Oradan sürdürürüm uydurmayı. Altında ne gördüğümü sordular, neredeyse keçi diyecektim. Tuttum dilimi, kısmet falında keçi olmaz. Kadın bir adam sordu. Kasabın oğlundan daha yaşlı bir adam vardı deniz kıyısında. Başında şapka, elinde kitapla oturuyordu. Ağzında da bir çiçek vardı. Saçları şapkadan fırlamıştı. Nasılsa aklımda kalmış. Necla Abla için uygun bir kısmet gibi geldi. İşinde gücünde, yüzüne bakılır bir adam, okur yazar. Hemen o adamı anlatmaya başladım. Anlattıkça anlattım, dilimden ballar damladı. Anlattıkça içim açıldı. Kaçamak baktım Necla Abla’ya, mutluydu. Yüzü gözü aydınlanmış, sevgiyle bakıyordu. Adamın sihirli pelerinini anlatamadım. Dışı siyah içi kırmızı pelerinin adama yakıştığını söyleyecektim. Karışışında uzun sarı saçlı kadın var. Kadın adama bakıyor diyecektim. Adamın pelerinle kadını örttüğünü, görünmez olduklarını anlatacaktım daha. Hepsi içimde kaldı. Falcı hızlıca kalktı, parasını alıp gitti. Bütün aile beni öptü.

Hava karardığı için Hakkı beni eve götürdü. “Evimiz karşıda, ben giderim, korkmam” dedim. İzin vermediler yalnız gitmeme. Yolda yan yana konuşmadan yürürken kararımı verdim. Artık o ev de, kuş dolu odası da benim için “Mavi Sakalın” kırkıncı odası. Bir daha gitmek istemeyeceğim yerlerden biri. Hakkı kapıyı çaldı. Annem açınca bana, anneme teşekkür etti. Annemin sorularına yanıt vermedim. Açlığımı unuttum, günlüğümü aldım. Necla Abla’yla sihirli pelerini olan o adamın masalını yazmaya başladım. Sözlükten “saf” sözcüğünün anlamına bakmayı da unuttum.  Ocak 2021

 

Ömer Bekmezci

BUHAR

 

Sıcak suyun buharında,

Hayaller kuruyorum.

Bir bardağın içine

Sığmayacak kadar büyük hayaller...

 

Ben büyüdükçe soğuyorum,

Ne sıcak

Ne buhar…

Kaybolup gidiyorum.

                                   2017

 


Nilüfer Açılan Yıldız

KİM SESLER

 

sabahtan er

akşamdan geç bir vakit

tüllenen üstüme

bengi düşlere

kim sesler…

 

belirip kaybolan ışıklar

beni bende saran sızılarla

Nil’i kuşanır nehir

âhenk biçer terziler

düşünce çilesine asılır

gündönümü…

 

kalbe düşen hâr

gazel yüklü sebep

hadde anahtar

 

enginde

afukla ufku aştığım saatler

seni rüzgâra ver…

 

bu esâsı taklit olan sefâ

hangi dilde siner içimize

istediği renge boyansın duygular…

 

bu nefes;

zâhire taşan hâtıralar;

tene mühürlenen ışık;

göğüne dökülen toz

dönencesi,

filizlenen ömür nimetine

beni kim sesler.

                                                    15 Ocak 2020

 

 

M. Faruk Habiboğlu

HÜZÜN YILLARI

 

Amerikan süt tozu ile kirlettiler çocukluğumu

Amerikan piçlerine süslenen orospular duymuştum.

 

Benim memleketimin dağlarını eşkıyalar basmış nicedir

Ölüm çok ucuz burada sevgilim

Daha dün daha demincek

Kardeş kardeşe birbirimizin kanını dökerdik

Şeytanlar kıs kıs gülerdi

Benim kalbim bu yüzden ürkek.

 

Copladılar elimizi kızımla ayalimle beraber

Biz namlusu bize dönük tanklara selam vermedik

Biz bu ecnebi suratlıları sevmedik

Biz bir tek Allah'a baş eğdik

 

Amerikan süt tozu ile kirlettiler çocukluğumu

Anne sütü galip geldi şükür

Tam on ay dağlarında memleketimin

Pusularına direndim hainlerin

Baba duası var üstümüzde

 

Ben hiç tükenmedim baş eğmedim

Başından örtüsü alınan kızlar vardı

Zalime diktaya onlar adına direndim

Bilemezdim ki örtü gidecek baş kalacak

Bir baş ki makyaj ve resim

 

Bahçelerinde güller açmıyor ülkemin

Sol yanım hasret sancısı

Sağ yanım kurşun yarası

Benimki Mustafa Kemal yalnızlığı

Yunus'tan geldim

Nazım'da gözlerim

Gözlerimde kaldırımlar uzanıyor

Dedem Fransız işgalinde karnından mermi yemişti

Ben ciğerimden yemişim

 

Nicedir hazan

Bikesim nicedir bikesim

Bitmiyor hüzün yılları ülkemin

Bitmiyor

Bitmiyor...

                                     09.10.2020

 

Ümit Yıldırım

İNSANIN KADİM YAZGISI: “DERİN SULARDA” AVLANMAK

 

DERİN SULARDA[1]

 

Kaç kulaçtır derinliği ömrünün

Kaç iğneli oltan

Hırsızı var mı mutluluğu çalmak için hayattan?

 

Kaç kere indirip bindireceksin oltanı

Kaç metreye

Yakalamak için mutluluğu ne vereceksin ödün olarak?

 

Ya kalın gelir misinan ya ince

Ya kurşunun ağır ya da hafif

İğnelerin çelikten olsa bari sıkı bağlanmış olsa bedene

 

Bir ters bir düz değil ki 

Bir ilmek fazlası, bir ilmek eksiği bozar örneğin şeklini

Denemesi yok hayatın, en zoru da söküp yeniden başlamak

 

De ki; rast geldi ve takıldı oltana

Nasıl çekeceksin onca ağırlığı, hayatın bunca hafifliğinde

Ellerini kesmeyecek mi incecik misinan?

 

Hangi iskandil ölçecek mutluluğun derinliğini?

Zor velhasıl derin sular, derin sularda avlanmak

Ayakların kuma bassın, hadi herkes kendi sığlığına…

                                                       Metin Soydeveli  

 

 İnsana Gömülür Aşk[2]ta “Deniz mi kıyılarını sever/ Kıyılar mı kuşatır denizleri” (9), “Ayrılıklar okyanus kadar” (42), “Suların rüyası papatyaları sulamak” (50) diyen Metin Soydeveli; birbiriyle ilişkili “imbat, rıhtım, iskele, deniz, okyanus, gemi, ırmak” sözcükleriyle kurduğu şiirinin su kökenli çıkışını Helme[3] adlı ikinci şiir kitabında “deniz, göl, akarsu, ırmak, sel, batan gemi” izlekleriyle devam ettirmişti. Onun üçüncü şiir kitabı Aşkgele’nin temel izleğini yine su kültürü oluşturuyor.

 

Şiirin Su Burcu


Denizlerde yitip gitmek, sularda kaybolmak ya da sonsuzlukla özdeşleşmek insan düşüncesinin arketiplerindendir. Deniz, bütün kültürler için değişmez kadın imgelerinden biridir ve hayatın kaynağı olma yönüyle de psikanalizde anneye karşılık gelir. Su, bize ayna fikrini çağrıştırır Narkisos’u anımsatarak. Bu düşünce bizi Lacan’ın Ayna Evresi’ne götürür. Su (göl) toprağın gözüdür; ırmak, toprağın sesidir. Suda yüzen her şey aslında kadın imgesini besler: Kuğu, suda yüzerken çıplak kadın bedenine, lekesiz güzelliğe karşılık gelir ki bu estetik güzellik psikolojide anneden başka bir imge değildir. O baştan aşağı arzu’dur. Freud’un aksine Lacan, Fallus’u baştan aşağı bir “arzu” olarak görür; karşısındakinin arzusu olarak.[4] Soydeveli’nin şiirinde kuğu yok ama sandal, gemi var. Bunlar ana rahminin arketipleridir. Suyu seyretmek, sonsuzluğu arzulamak demektir psikanalizde.

“Aç kalırdı balıkçı kedileri/ Sudan korkar olsalardı balıkçılar”[5] diyen Metin Soydeveli’nin şiirlerinde “su, deniz, sandal, gemi, misina, olta…” gibi sözcükler önemli yer tutar:

“Yükseklerin çocuğu

Dayanamaz çağrısına denizlerin

Damla damla uyanır

Dal uçlarındaki derin rüyasından

Irmak ırmak düşünce yollara

Düşünce çağlayanlardan

Kolu kanadı kırılır

Acıyla inler; düşünü düşünür

Menderesler çizerek dinginleşir

Deltasında düşlerin.” (Helme, 55)

 

“Ya su açıyor ya da aşk

Bu derin çatlaklar senden

Taşlaşmış yüreğine çarpıyor suların

Soğurken dünyanın yüreği

Kalan izler ya su’dan ya yar’dan”

(Helme, 67)

“Akarsuları donduruyorsa bakışların” dizelerinde akmak-donmak ile acının donduran özelliği vurgulanırken “Azalsın acılar, / Yıkayın suyla ateşi.” dizelerinde ateş ve su karşıtlığından yararlanarak acıyı ateşe benzetir ve bu yangını suyla temizlemek ister. İlk seferinde uçsuz bucaksız bir deniz ortasında kazaya uğrayan Titanik ile kendini özdeşleştiren şiir öznesi, “gemi”, “buzdağı”, “su” ve “sandal” motifilerinden kurduğu imgelerle bize aşkın iflah olmaz kazazedesini anlatır:

 

“Ürkek bir sandaldım suya inmeyi bekleyen

Tatlı bir meltemle doldurdun yüreğimi

Açık denizlerin daveti gözlerinde

Okyanus gibi çekiyordun derinliklerine” (Helme, 76)

 

Her şeye karşın deniz şairin vazgeçemediğidir. Metin soydeveli, “Sintine”[6] adlı şiirinde, denizden kopamayanların, ellerinde bir oltayla saatlerce yılmadan usanmadan bir umudun peşinden bekleyedurmanın resmini bize verir. Nice saatlerden sonra eli boş dönen avcı, yine kârlı çıkacaktır bu işten çünkü o; dert, keder, kaygı gibi ne kadar sıkıntısı varsa hepsini denize sintine (atık) edecektir:

 

“Ne zaman daralsa yüreğim

Sığındığım liman

Alıp oltamı kaçtığım, sensin

Ne canlı ne de yapay,

Oltaya taktığım yem

Dert, sıkıntı, keder

Ne varsa sepetimde

Balıklara yedirir, kurtulurdum.

 

Ellerim boş

Sepetim yaşama sevinci dolu

Huzurla dönerim eve

Bezginlik, tasa, yarın endişesi, ne varsa

Benden denize sintine.”

 

Derin Sularda

Şairler, şiirlerindeki hakikat arayışını felsefe yapıtları gibi tanımlı bir dille değil, çağrışıma dayalı özel bir dille yaparlar. Sanatçı, yapıtında kendi kişisel derinliğine ulaşabildiğince özelden geneli temsil etme başarısını gösterebilir. Başkalarıyla paylaştığı yaşantılar, doğadan aldıkları, diğer kişilerin bakış açılarından farklıdır. Metin Soydeveli, denizi ve balığa çıkmayı seven gerçek bir doğa tutkunudur. O, sıradan gibi görünen kişisel macerasını, estetik kaygıyla belki de bunun ayrımında olmadan felsefi bir duyuş hâline getirebilmiştir.

Bu şiir, gücünü ses tekrarlarından alan bir şiirdir. Altı birimden oluşan şiirin her birimi üçlüklerden oluşur. Şair, bu üçlüklerde söz tasarrufuna giderek şiirin sirkesinden -fazla sözden- kaçınmıştır. Şiiri sözden çok musikiye yaklaştıran sert ünsüzlerle yumuşak ünsüzlerin uyumlu tekrarıdır. Ünlülerin bir nota gibi dizilmiş olduğunu duyuyoruz şiiri okurken. Şiirin konusuyla şiirin sesinin örtüşmesi şairin biçimcilik anlayışının bir sonucudur. Denizin, suyun, martıların, rüzgârın sesidir şiirde duyduğumuz. Anlatıya dayanan bir şiirdir bu: Sesler ve hareketler gözümüzün önünde canlanır. Doğayla mücadele eden emekçi insanın, toplumsal boyutta günlük kazancının peşinde oluşunun resmini veren bu şiir, kişisel boyutta da “mutluluğunun peşinden koşan bireyin yazgısını” bize sunar. Tevfik Fikret’in “Balıkçılar” şiirindeki balıkçı-doğa-emek ilişkisi, Soydeveli’nin şiirinde “avcı-mutluluk” alegorisine dönüşür. Balıkçı, mutluluğu (balığı) arayan bir avcıdır. Böylece soyut somutlaştırılmıştır. Bu mutluluk arayışı kişisel olmaktan çok sanatsaldır:

 

“Düş deryası işte! Düş de gör denize!

Çeker derinliklerine dayanılmaz çağrı

Bir şiir lazım şimdi, hiç söylenmemiş bir söz…

Misinamın gamını alacak bir büyük balık

Demirleyip sözcük deryasına

İndirmeli oltayı, haydi!

 

Aşkgele…”[7] şiirinde olduğu gibi avcının “şiir kişisi”, avın ise “şiir” olduğu görülür. Deniz ve şiir bize sonsuzluğu çağrıştırır ki biz burada Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışını anımsarız.

Metin Soydeveli, “Derin Sularda” şiirinde kişisel serüvenlerini, deneyimlerini, aşklarını, acılarını, sevinçlerini, öfkesini dile getiriyor gibi görünse de aslında bütün bir yaşamı onun çevresini ören kabuktan çıkarıp (kurtarıp) yaşam deneyimini kişiselin ötesine taşıyarak benzerleriyle bir bütün oluşturabileceği bir tohum, öz hâline getirme başarısını göstermiştir. Bu tohum, her okuyucunun kendi kişisel deneyimlerinden, bilgi birikiminden yararlanarak kendi şiirini yeniden kurabileceği, yeşertebileceği donuk olmayan bir yapıdır. Bu nedenledir ki şair-yazarların okurları, ressamların alıcıları, müzisyenlerin dinleyicileri vardır.

“Derin Sularda” şiiri mutluluğu gizleyen hayat ile ona ihtiyaç duyan insan arasındaki çatışma ortamında başlar. Bu çatışma bir inci gibi denizin derinliklerinde gizlenmiş mutluluğa ulaşmak isteyen avcı-insan ile onu bu mutluluktan alıkoyan hayat gerçeği arasındadır. İnsan her defasında hedefine ulaşmak için çaba gösterse de şiir öznesi, bezgin bir sesle o mutluluğa erişmeye ömrünün yetip yetmeyeceğini soruyor. Bilmezden gelir şiir öznesi, bu soruyu sorarken. Ona göre derinliklerde gizlenmiş bu mücevhere ulaşmak olası değildir. Bunu başaran da olmamıştır. Kaç defa daha dalıp çıkacaksın vurgun yemeden ve bu uğurda daha neleri feda edeceksin diye sorar, derin suların avcısına?

Bu şiirdeki balık avcısı (Reis) elbette ekmek parasının peşinde olan bir balıkçı değildir. Şiir öznesi, balık (mutluluk) peşinde olan bir avcıdır ama av ile avcının kim olduğu belli değildir. Bu tabloda trajik bir manzarayla karşılaşırız. Şiir öznesinin içinde bulunduğu bu tablo (panorama) bir yoğunluklar haritasıdır. Sıradan insanlardan farklı olan bir azınlığın, mutluluk avcılarının, sınır çizgisinde oluşur bu tablo. Bu sınır onların kaçış çizgileri, yaşam alanlarıdır. Şiir, kendisinden başka bir şey dile getirmez. Okuyucu bu şiirden aldığı duygu paketlerini kendi algı masasında açar. Elde ettiği ise yeni oluşlardır. Bu oluşlar gösterir ki şiir, duyguları, düşünceleri basite indirgeyip aktüelleştirmez; onlara, geniş bir coğrafyada canlanacağı bir biçim verir. Burada şiir öznesi duyu bileşiklerinin bir parçası hâline gelir ki denizle, balıkla, gemiyle, sandalla bütünleşir. Bu şiirdeki Reis, “sandal”, “misina”, “iskandil”, “olta” ile kurduğu kişisel evreninde arzuladığı mutluluğun peşine düşmüştür. Bakmayın siz onun “Haydi herkes kendi sığlığına” dediğine. İnsanların hadlerini bilip ayaklarını (yere değil) kuma basmaya çağırmasına, boyunun ölçüsünü bilmeye davet etmesine. O, iflah olmaz bir balıkçıdır ki oltasını her attığında beklediği de mutluluk yani “aşk”tır bu hayatta. Aşk, insanın yeryüzündeki varlığına anlam verebildiği tek arzu’sudur. Bu arzu, “fallusun anlamı”[8]na karşılık gelen arzudur ki ötekinin de (annenin) arzusudur aynı zamanda.

Klasik şiirimizin içli sesi “Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kıyl ü kaal imiş ancak.” dememiş miydi yüzyıllar öncesinden? Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Kaptan Ahab, Don Quichotte anımsatmaları arasında yürüyen bu şiir, bize bir insanın balık avını değil bilakis insanlığın uzun süren, ucu açık öyküsünü anlatmaktadır.  (Buca, 2016)

 

 

Abdurrahman Danış

ÇİZGİ ÖTESİ

 

Yıldızlara gözümü açtım göğün içreğinden

gözlerim kapanarak bakar artık yumrukcasına;

kimse bilemez yürüyen kuyunun gözüne 

derinlere inildikçe devinir kurşuncasına içrek. 

 

Ben ben ben üç defa göğe çizerim;

çizdikçe açılır,  resmetmek gibi göğe 

göğün yedi karışımına rengarenk kokar

ayak sesleri yükselir buharın buğusuyla. 

 

 İçrek bir ritim dağılır yeryüzü sakinlerine

 çizginin ötesinden öze,  özün hayâline perde 

 evrenin  içinden yoğrulan aklın heyulasına

 melekler perde çeker her eylemin türevine

 

Şerife Gündoğdu

VATAN AŞKI

 

Akşam kızıllaşırken dağlarda, tepelerde

Bulutlar kanat açar, üstüne perde perde

Günün son ışıkları dönüyor laciverte

Benim cennet vatanım canım kurbandır sana

Dalgalan al bayrağım, dalgalan kana kana.

 

Basarken toprağına yüreğim sızlar benim

Gök kubbeyi süsleyen giden niyazlar benim

Bir çığ gibi büyüyen çoğalan azlar benim

Benim cennet vatanım kutludur Anadolu’m

Sarsılmaz imanımla korkutmaz beni ölüm.

 

Anlı şanlı Türk’ üz biz, her dem diktir başımız

Alın teriyle pişer ocaklarda aşımız

Bir ekene bin verir toprağımız, taşımız

Benim cennet vatanım yüreğim aşkla dolu

Lale sümbül bezeli, dağların mis kokulu.

 

Bir gün akşam olmadan nice güneşler batar

Seni seven her Türk’ ün kalbi seninle atar

Cumhuriyeti kuran sende Atatürk yatar

Benim cennet vatanım, uğruna canlar feda

Ezanlar dinmeyecek yükselecek hoş seda.

 

Mukaddes haritayı şehit kanıyla çizdik

Ol ilahi güçlerle bilinmeyen bir gizdik

Bizdik Çanakkale’ de göğüs gerende bizdik

Benim cennet vatanım şeref bizim şan bizim

Tarihe mühür vuran nice kahraman bizim.

 

İstanbul da Fatih’ im Ankara da ATAYIM

Eskişehir de Yunus, Konya da Mevla’nayım

Akşehir de Nasreddin, Edirne’ de duayım

Benim cennet vatanım, seni seven bahtiyar

Saymakla tükenmeyen nice cevherlerin var

 

Şerifeyim bu sevda yakar ezelden beri

Sensin Türk Milletinin doğan her Türkün yâri

Bu sevdayla kazandık her dem büyük zaferi

Benim cennet Vatanım sırlara ere ere

Ebediyen yaşa sen göğsünü gere gere.

 

 


Zeynep Sümer

DİYEMEDİM 


Farkına varmadan yıllarım gitti

Bütün sitemlerim nazında kaldı 

Anılar birikti maziden yana 

Ona diyemedim hüzünde kaldı...

 

Çileli başıma derman aradım 

Saçlarımı yola yola taradım 

Ne iyi gün gördüm ne de yarandım 

Ona diyemedim sözümde kaldı 

 

Türküler söyleyip ağıtlar yaktım 

Çoban kavalında hayale aktım 

Besteler derledim yoluna baktım 

Ona diyemedim sazımda kaldı 

 

Mevlâya el açtım onu diledim 

Göğüs kafesime sızı biledim 

Unut hayırsızı artık sil dedim

Ona diyemedim közümde kaldı 

 

Dumanlıydı dağlar geçit vermedi 

Ben kavuşamadım aklım ermedi 

Çoban Yıldızım da yol göstermedi

Ona diyemedim sızımda kaldı...

 

Zeynep'in dizini dövdüren oydu

Şu fani dünyayı sevdiren oydu 

Özünü sözünü övdüren oydu 

Ona diyemedim gözümde kaldı.

06/01/2021

 

Suzan Sümer

DELİ ZAMANLAR

 

İşe dalmış çalışıyordu. Telefonu çaldı. Karşıdaki ses cıvıldayarak,

“İki biletim var bu akşama, gider miyiz tiyatroya?”

 “Olur Ayşeciğim. Her zamanki gibi sen gel. İşten çıkınca hemen geçiveririz karşıya, olur mu?”  Karşıdan gelen onayla, kapattı telefonu. Saatine baktı, işine daldı.

“Sevil Hanım, arkadaşınız bekliyor” diye bağırdı bekçi aşağıdan. Saatine baktı. “Ooo, mesai bitmiş” diye düşünüp kapıya doğru, “Geliyorum” diye bağırdı.

Oyun başlamak üzereydi. Yerleri balkondaydı. Işıklar söndü.

Sevil, koltuğuna mıhlanmış gibi oturuyor, gözleri kapalı aktörün tiradını dinliyordu. Ayşe eğilip, “Ne yapıyorsun, izliyor musun, dinliyor musun” diye sordu. Sevil,

“Şşş… Dinliyorum” diyerek susturdu Ayşe’yi.

Birinci perde bitince Ayşe’ye dönerek,

“Nasıl bir ses bu Ayşeciğim. Âşık olur insan bu sese! İzlenmez, dinlenir.”

“A, çok mu hoşuna gitti. Tanıştırayım mı seni” diye sordu.

“Arkadaşın mı?”

“Hayır. Dayımın oğlu; hem de halamın… Yani “çift dikiş akraba”, biletimiz de ondan. Aslında protokoldendi yerimiz ama huyunu bildiğim için balkondan istemiştim Sinan’dan. Oyun bittiğinde, tanıştırayım seni.”

Oyundan bir şey anlamamıştı Sevil. Konuya değil Sinan’ın sesine odaklanmıştı.

Oyun bitiminde, yarım saat kadar beklediler Sinan’ı. Yanında iki arkadaşıyla beraber geldi. Bahçede ayaküstü tanışmadan sonra Ayşe’ye dönüp,

“Yeşil Papağan’a gidiyoruz. Hadi siz de gelin. Sonra ben sizi eve bırakırım” dedi.

Başıyla onayladı Ayşe. Sevil, bir şey söyleme hakkının olmadığını anlayarak, suskun öylece kaldı. Oysa Ayşe’yle birbirlerine nasıl da parlayıp şarlarlardı Lisedeyken. Büyüdükçe, parladılar, gençlik parlaklığıyla ama şarıltıları kesildi gitgide. “Olgunlaşıyoruz” der gibi bakışıp gülümserlerdi birbirlerine.

Doluşup arabaya Yeşil Papağan’a gittiler. Yıkılacakmış gibi duran bina en az yüz- yüzeli yıllık vardı. İki katlıydı. Üst katın ön cephesinde, yeşil papağan neonu, bir yanıp bir sönüyordu. İçten merdivenle üst kata çıkarken “Kim bilir, kimler eskitti bu merdivenleri, hangi yaşamlar adımladı, neler yaşandı” diye düşündü Sevil.  Işıklardan uzak köşede, pencere kıyısında büyük bir masaya yöneldiler. Sinan, “Herkes bira mı” diye sordu. Diğerleri başıyla onaylarken oturmaya başladılar. Sinan Sevil’i karşına alarak oturdu. Gözünün içini kollayıp duruyordu. Sevil sıkılmıştı. Ayağa kalktı, arkasını dönerek sağa sola bakmaya başladı. Sezgisel gözü Sinan’ın endamını tepeden tırnağa süzdüğünü tanıklıyordu. Sevil oturmak için dönünce, Sinan’la göz göze geldi. Sinan sandalyesinden hafif kalkarak, Sevil’in oturmasını bekledi. Boğazındaki takıntıyı, hafif birkaç öksürükle temizledikten sonra,

“Beğendiniz mi burayı” diye sordu. Sevil başıyla onayladı.

“Konuşkan biri değilsiniz sanırım.”

“Yo, konuşkanımdır ama ilk öğrendiğim ya da gördüğüm şeyi, sorgularım biraz.”

“Nedir o?”

“Burası… Derler ki meyhaneler, toplumsal sağaltım yerleridir. Öyle mi acaba diye dinliyor ve gözlüyorum. Şarkının da dediği gibi, ‘Kimi dertten, kimi neşeden…’ Bense tınılarını sevdim. Üfürülen mırıltıları sevdim. Örneğin sizin sesinize ne çok yakışır bir şiir okusanız”

Sevil, gülümsüyor sandı. Hayır, gülümsemiyordu. Gözlerine baktı.  Utangaç bir ışık geldi geçti. Şiire başladığında, gözleri kıvılcımlar çakıyordu loş ışıkta, yüzünde de kızıl bir aydınlık… Pencereye çevirip başını, gecenin karanlığına sesleniyor gibiydi.

“Yakuttan giderek koyu maviye

Dönüyor akşam karanlığı

Fener soluk yeşil bir alevle

Dolduruyor sokakta ağaçları”

 Sevil, gözlerini kapatarak, davudî sesin pes tondaki büyüsüne bıraktı kendini. Sinan uzanıp ellerini tutunca açtı gözlerini ama çekmedi onun avuçlarından. Gözleri de Sinan’ın gözlerinin içinde gezerek, aklına geliveren dizeleri fısıldadı.

Çiy gibi ürkek yüreğime

Sepeleyerek serinliğini

Dalgalandı gamzeleri gülümseyerek

Yürüdü gözleri

Yürüdü ruhumda gezerek

“Bu da mı Joyce” diye sordu Sinan. Başını iki yana sallayarak onaylamadı Sevil. Titrek sözcüklerle fısıldadı.

“Şimdi geliverdi aklıma. Öyle etkilendim ki… Tutamadım kendimi.”

Tüm masa donmuş gibi Sevil’e bakıp kalmıştı.

“Devam et” dedi Ayşe.

“Olmaz! O öyle geldi geçti. Benim şiirler sipariş kabul etmiyor. Geliyor ve gidiyor. Bir daha da anımsanmıyor işte” diye yanıtlarken, herkes, bir eliyle bira bardaklarını kaldırmış, diğer elleri “Sevil, Sevil” diye tempo tutuyordu masa üzerinde. Sevil çevresine bakınca kendine dönen başları gördü. Utancın kızılı yanaklarını dağlıyordu. Sinan yine elini tutup ona güç verdiğini duyumsattı. Utangaç bir gülümsemeyle, “Tuvalete gitmem gerek” diyerek masadan kalktı.

Dönerken, Yeşil Papağan’ın yanıp sönmeleriyle, adımlarının eşleşmesine gülümseyerek yerine oturdu. Gece boyunca oyun ve yazın konuşuldu. “Kalkalım artık” denilerek, kalktılar.

Sinan merdivenden inerken yine elini tuttu Sevil’in. Arabanın yanına kadar bırakmadı. Sevil, ilk esrikliğinin zevkini çıkarır gibi gülümsüyordu. Nedense kimse yadırgamadı ama kendisi hem yadırgıyor hem de mutluluktan uçtuğunu duyumsuyordu. Arabaya doluştular. Evine yakın bir yerde indi Sevil. Yürürken ayaklarının yalpalandığını duyumsuyordu.

Pazartesi, telefonu çaldı. Sinan’ın s esini duyunca, yüreği serçe gibi çırpınmaya başladı.

“Bugün boşum. Hadi, izin al gel. Seni olağanüstü bir yere götüreyim.”

“Ama nasıl olur, çalışıyorum.”

“İzin al, çık. On beş dakikaya kadar gelirim.”

İzin alabilir mi, alamaz mı düşünmeden, “Tamam” dedi. Apar topar, müdürün odasına gitti. “İvedi bir işim çıktı, bugün izinli sayabilir misiniz beni” dedi. Müdürün odasından çıkarken yüzü gülüyordu. “Müdürün eşref saatine denk geldim” diye düşünerek, çantasını aldı ve çıktı. Ana kapıdan çıkarken Sinan’ın arabasını gördü. Koşturarak indi caddeye uzanan merdivenleri. Arabanın içine biner binmez “Hangi cennete gidiyoruz” diye sordu.

“Benim cennetime”

“Nasıl? Cennetin mi var?”

“Evet, bir saat sonra oradayız. Seni tanıdıysam eğer, bayılacağını biliyorum.”

Belli bir süre gittikten sonra araba ana yoldan ayrılarak dağa doğru saptı. On-on beş dakika sonra bir tepeye tırmandı. Tepede tek bir ağaç vardı, ağacın altına park etti.

“Geldik. İnelim.”

“Buranın ne özelliği var ki?”

“Cennete gelmedik daha, biraz yürüyeceğiz, sonra göreceksin Cennetimi.”

İndiler, Sinan yanına gelip elini tuttu Sevil’in. Biraz yokuş çıktılar. Tepeye geldiklerinde, denizi gördüler. Küçücük bir koy, küçücük yarım daire bir kumsal…

“Çok güzel! Nasıl ineceğiz aşağıya?”

“Dar bir patikası var. Yalnızca köylüler bilir burayı. Bir de ben. Kendimi dinlemek istediğimde gelirim hep buraya. Seninle paylaşmak istedim.”

Sevil gülümseyerek yaklaştı, elini uzatırken “Ayakkabılarım hiç bu zemine uymadı. Ellerimin ellerine gereksinimi var yine” dedi.

Sahile inince, ikisi de sözleşmiş gibi ayakkabı ve çoraplarını çıkardı. Nisan ayının ılık havası ısıtmıştı kumsalı. “Ne güzel bir nisan günü” dedi Sevil, gökyüzüne bakarak. Sinan, mırıldandı.

“Nisan yağmuru kadar, kısa süren hayatımız.”

Kendine benzek (nazire) yaptığını düşünerek, çıplak ayaklarını ılık kumlara göme göme yürüdü Sevil.

“Seni, benim tüneğimle tanıştıracağım. Bir ben tünerim üstünde, bir de martılar” diyerek, koyun dirsek yaptığı yere doğru koşmaya başladı Sinan. Sevil de arkasından… Kahkahaları, martıların çığlığına karışıp, uyumlu bir armoni oluşturuyordu. Sarı renkli, büyükçe bir masayı andıran, yarım metresi suyun içinde, bir metresi kumsalda, dalgalar tarafından zımparalanmış bir kaya parçası.

“İşte nefes aldığım yer” derken, zıplayarak üstüne çıktı. İki kollarını yana açıp, “Seni seviyorum gökyüzü, seni seviyorum deniz, seni seviyorum Sevil” diye bağırdı. Dönüp, Sevil’e elini uzattı. Sevil elini uzatırken, “İşte güvendiğim el” diye düşündü. Sinan, Sevil’in ellerini bırakmadan, önünde bir dizini yere koyarak çöktü, “Evlenelim mi” diye sordu. Sevil hiç beklemediği sorunun şaşkınlığıyla sustu kaldı. Sinan’ın, umut ve sabırla beklediğini görünce, çevreye şöyle bir göz attı, diz çöküp, yavaş bir tonda, “Evet, evet, evet” dedi.

Sevil’in annesinden başka kimsesi yoktu. Önce ablasını, üç sene sonra da babasını yitirmişti. Annesi içine kapanmış, acılarıyla yaşar olmuştu. Annesiyle ne mutluluğunu ne mutsuzluğunu paylaşabilirdi. Her iki durumda da boş gözlerle bakar, kafasını “olacak şey değil” der gibi sağa sola sallar, ağzını bıçak açmazdı. O günkü mutluluğunu da paylaşamamıştı. Sinan’la beş ile altı arası görüşüyorlardı, tiyatronun bahçesinde. Pazartesi günleri de beraber olabilmek için hep Cumartesi nöbetine kalıyordu Sevil. Pazartesi günleri Sinan’ın evinde oluyordu; arkadaşlı ya da arkadaşsız. Ayşe’nin evi ile aynı bahçenin içinde, iki odalı bir evdi. Ayşe’nin evi daha büyüktü. Miras kalmış dededen ama paylaşılmamış. Bahçede toplanırlardı arkadaşlarla. Herkesin sağaltım yuvası olmuştu bahçe. Gitar çalardı Sinan, herkes de eşlik ederdi. Ayşe’nin dul annesi işten dönünce de çil yavrusu gibi dağılırlardı.

“Halam yine kulağımı çekti. ‘Sen hepsinin ağabeyisin. Çekidüzen versene gençlere’ diyerek” anlatırdı Sevil’e. Sevil, “Gelmeyelim o zaman” dediğinde de “O zaman da ben ölürüm” derdi.

Ayda bir Sinan “İstanbul’a gidiyorum” der, üç gün görünmezdi.

Sinan’la beraberliği beş ay olmuştu. Tiyatro yaz tatilindeydi. İstanbul’a gitmişti yine Sinan.  Beş gün haber alamadı Sevil. Salı günü, iş çıkışında Tiyatro binasına uğrayıp, soracaktı Erdem’e. Erdem “İşleri bitmemiş İstanbul’da, daha bir ay orada kalacakmış. Seni sordu. ‘Görürsen selamımı söyle. Ben onu arayacağım daha sonra’ dedi bana” diyerek Sevil’i rahatlamaya çalıştı. Ayşe’nin evine uğradı, kapı duvar. “Delireceğim! Ne oldu bunlara” diye dört döndü. Ulaşabileceği telefonlar, çaldığı kapılar açılmıyordu. Annesi de günden güne kötü oluyor, ağzını bıçak açmıyordu. Sevil, ne yapacağını bilmeden, evden işe, işten Sinan’ın evine, duvar olmuş kapıdan, kendi ıssız evine… Kısır döngü halini almıştı yaşamı. Yalnızca odasının duvarları vardı sesini dinleyip, gözyaşlarını gören.

Sinan’dan habersiz geçen iki aydan sonra bir sabah annesi de melekler gibi uçup gitmişti. Ne yapacağını bilmez iki ay daha geçti. O sabah kalktı. Giyindi. Saatin kaç olduğu önemli değildi. Akşamdan istifa dilekçesini yazmıştı. Kapıdan çıktı. İşyerine gitti, dilekçesini verdi. Eve geldi, özel eşyalarını topladı. Bir taksi çağırdı. Bavulunu aldı, kapıyı kilitleyip çıktı.

Aradan on beş yıl geçmişti. “İzmirsiz, bir on beş yıl. Yeşil Papağan duruyor mu acaba? Yoksa bütün eski evler gibi orası da apartmanlara mı terk etti yerini” diye düşündü.

Annesinin evini yapsatçı istemişti. Onun anlaşmasını yapacaktı. Konak’ta Ankara Palas Pastanesi’nde buluşacaklardı. Yürüyerek gitmek istedi. Tiyatro, Ordu Evi, Kütüphane binaları duruyordu. Titrer gibi oldu. Ellerini cebine soktu. Başını mantosunun içine gömdü, “Ayşe ne yapıyor acaba” diye düşündü. Pastaneye girdiğinde, yapsatçı ayağa kalktı, kendini gösterdi. Al takke, ver külah anlaştılar. Annesinin Rum evini lüks bir yalı dairesiyle takasladı. Tapuya gidip işlemleri bitirdi. Artık kendi evine hemen taşınabilirdi. Elini cebine sokup anahtarı bir daha elledi. Otele dönerken aklı yine Ayşe’ye takıldı. “Ne olacak, bir yokuş çıkacaksın, o kadar” diye kendini ikna etmeye çalışıyordu. Yokuşun başına gelince, ağır ağır çıkmaya başladı. Bahçe kapısı açıktı. İttirdi, girdi. “Ayşe” diye seslendi. Ayşe Evin kapısından aşağıya doğru sarktı. Sevil, bahçedeki değişenlere bakıyordu. Ağaçlar büyümüş, çiçekler çoğalmış, duvarlar eskimiş, evlerin belleri biraz bükülmüş… “Zaman yenileri yükseltirken, eskilerin de belini büküyor” diye içinden geçirdi.

“Sen neredesin? Aramadığımız yer, sormadığımız insan kalmadı” diye bağırarak, ayağında terliklerle koşuyordu. Gelip, sarıldı sımsıkı Sevil’e.

“Dur! Dur biraz. İşte buradayım. Konuşuruz. Çok yoruldum. Hadi bir kahve yap. Yorgunluk giderip çene çalalım ama önce kahve…”

Birlikte, bahçedeki mutfağa doğru yürüdüler.

“Tamam. Gel şu kapının ağzına otur” derken kapının yamacına bir sandalye çekti. Hemen kahveyi hazırladı ocağa koydu.

“Seni çok aradık. Neredeydin?”

“Ben de sizi çok aradım. Siz neredeydiniz? İki ay kapı duvardı.”

“Ha, sen onu soruyorsun.”

“Sinan da yoktu” derken, Ayşe suskun, kahveyi fincanlara boşalttı.

“Gel! Bu soğukta burada oturup, bu konular konuşulmaz” derken kahvenin birini Sevil’e uzattı. Ellerinde fincanlarla üç basamak çıkıp eve girdiler. İçerdeki kuzinenin alevleri beyaz badananın üstünde oynaşıyordu. İkisi de ilk konuşan olmak istemiyordu. Kahvelerinden birer yudum aldılar. Ayşe “E, anlat bakalım neredeydin” diye sordu. Sevil ikinci yudumunu da aldı, ağzında döndürdü, yuttuktan sora başladı konuşmaya.

“Ayşeciğim, lafı hiç uzatmayacağım. Sinan nerede?”

“Bunca sene sonra mı Sevil?”

“Evet, bunca sene sonra… Deli danalar gibi iki ay sizi aradım. Kimseyi bulamadım. Şu bahçe kapısı bile durumuma ağladı.”

Ayşe şaşkınlıktan gözleri ve ağzı açık bakakaldı. Birkaç saniye sonra yerinden kalkarken, “Gerçekten sen bir şey bilmiyorsun” dedi. Sevil’in ayaklarının yanına, yere oturup, ellerini tuttu.

“Sinan, yedi yaşından beri hastaydı. Kalp romatizması… Dr. Ersek’in hastasıydı. Hep gözetim altındaydı. Yorulmak, heyecanlanmak yasaktı. Ayda bir giderdi İstanbul’a. Onu hiç kimse üzmez, her isteğini karşılardık. Yavrum, o da bunu bilir isteklerini hep kısıtlardı. O hesabını sorduğun iki ay var ya, bütün soy sop, akrabalar İstanbul’a taşınıp durduk. Ben iki senelik iznimi, Sinan’ın başında geçirdim. Işıklar içinde yatsın!”

Sevil’den belli belirsiz bir hıçkırık çıktı. Ne yapacağını bilmez durumda, “Olamaz” diyerek ayağa fırladı, küçücük odanın içinde dönmeye başladı. Ayşe de onunla fırlamış, “Dinle beni” diyerek Sevil’i durdurmaya çalışıyordu.

“Bak, çok büyük bir yanılma var burada. Bu yanılgı, senin bana, benim sana kızmama neden olmuş. Lütfen otur. Aradan on beş yıl geçmiş. Yitip giden ikimizin de canı. Ben senin çalıştığın yeri aradım. Sen o gün izinliymişsin. Nadide isminde birine not bıraktım. Sana kimse bir şey söylemedi mi?”

“Nadide… Nadide ha! Tam da insanını bulmuşsun. Birbirimizi hiç sevmemiştik biz, hoşlanmıyordu benden. Ah Tanrım bana verilen bir ceza mı bu? Bir saplantılı kadın yüzünden on beş sene… Yitik on beş sene…

“Sen nereye gittin?”

“Ben de İstanbul’a… Hiç bilmediğim, beni de kimsenin tanımayacağı bir kent olsun istedim.”

“Biliyor musun? Seninle evlenmeyi düşünüyordu. Hatta çocuğunu bile düşlüyordu; adı bile belliydi. Kerem...”

“Biliyorum” derken, gözyaşlarını siliyor ve kesik kesik anlatmaya çalışıyordu.

“Bana evlenme teklif etmişti, hem de onun en sevdiği yerde.”

“Teos…”

“Evet. Sonra bir anda yer yarılıp, herkes yok oldu sanki. Şu bahçe kapısı neler çekti benden. İki ay deli danalar gibi döndüm. Annemi de yitirince, İzmir’de yaşayamaz oldum, çektim gittim. Buraya temelli döndüm artık. Her şey küllendi, İstanbul’a da alışamadım. Burnumda tüttü memleketim. Eşyalarım yarın sabah burada olur. Şimdi gitmem gerek ama görüşeceğiz Ayşeciğim, ararım seni işim bitince. Şimdi gitmem gerek. Nerede paltom?”

Elleri cebinde, her zamanki gibi, başını gömüp paltonun içine otele doğru yürürken kendiyle hesaplaşıyordu.

“Herkesin yaraları nasıl kanar, bilinmez ki… Kendi acıyan yerlerini bilir insan. Bir aşk uğruna, bir ömür babasız olmak… Kim kime ceza verdi? Sevdiğime mi, kendime mi, oğluma mı? Hele onun yetim bakışlarını gördükçe, yüreğimi soluksuz bırakan suçluluk duygusu…”

Otelden içeri girerken Ayşe’yi düşündü. “Nasıl da zıplamışız, o deli çağımızdan, olgunluk çağımıza? Neyse! 'Aynı suda bir kez yıkanılır'" derken, oda kapısını açtı.

“Kim o?”

“Benim Kerem'ciğim, geldim!”

Oğlu karşısındaydı. Gözlerine baktı, kalıtlarını aradı Sinan’ın. Özlemin dağı, dağladı içini. 9.12.2020

 

 

Gencay Özer Şenol

ANKARA’DA KAR VE SEN

 

Bugün nasıl da güzel yağıyor kar

Yalnızca gölgen karanlık üstünde

Güzelliğin göz kamaştırıyor yar

Bak gözlerim hayranlık içinde.

 

Ankara’da kar var gönlümde yar

Beyaz gelinlik giymiş sokaklar

Buz gibi hava var üşüyor kuşlar

Beyaz karlar çatılar üstünde.

 

Beyaz derin sessizlik etrafı sarmış

Güzelim soğukta uykuya dalmış

Ayak izleri hafif, kanatlanmış

Ne olur terk etme dargın biçimde.

 

Bilirim senin de yüreğin yanar

Yaralı kalbim için için kanar

Gözlerin yollarda dermanı arar

Keder uçup gider deva içince.

 

Bak bugün de ne güzel yağıyor kar

Bense seni arıyorum diyar diyar

Yüreğim hüzünlü, içimde vah’lar

Gencay'ım kor gibi yanar için içimde.

 

 

Adil Başoğul

NAĞMELERİMSİN


Bir tutam beyaz

Bir tutam mavi

Alır başımı şimdi beni

Ortasında sarı hareler

Ve beyaz taçlarıyla papatyalar

Bir de deniz üstü yelkovan kuşları

Nasıl da götürürler

Sana beni

 

Değişik bir nağme var bugün

Hava öyle şarkı söylüyor ki

Rüzgâr ılık ılık

Güneş ışık ışık

Seni bana getirir

 

Uzak olduğun için mi bu kadar güzelsin

Yoksa güzel olduğun için mi bu kadar uzaksın

 

Ulaşılmaz güzelliğini sevdim ben senin

Güzelliğini yüreğime aşkla hapsettim

 

Nereye gitsen yüreğimdesin

Zamanın da ötesindesin

 

Bir gün mavi gök hıçkırır

Bir bad-ı sabah haykırır

Ve muhteşem beyazlığınla sen gelirsin

Güzelleşirsin

 

Asla vazgeçmeyeceğim gökyüzünden

Ve seni güzelleştirmekten

Kaç acıdan süzdün

Yüzünde emsalsiz gülüşün

Bilmezsin ki sevgili

Bu şarkılar senin eserin

Hep seni söyler bu nağmeler

 

Uzaksın ki hep kavuşma arzusundayım

Yoksa yakında olsan

Hep kaybetme korkusundan öleceğim

 

Senden uzak yaşamak

Düşüncesi delirtmesin diye beni

Kendi Platonik dünyama aldım ben seni

 

Kendi içimde buldum ben seni

Ve güzelliğini

Ben bunu hiçbir şeye değişmem

Huzurumsun bir hayat boyu aradığım

Sen benim nağmelerimsin

Salkım söğüt düşlerimsin...

 

 

Derya BALCI

DÜŞLERİM

 

ben

hep rüyâlarımda yazdım en güzel şiirlerimi

rüyâlarımda kurdum cümlelerimin en güzelini

çiçek bahçelerinde, uçsuz bucaksız yeşilliklerde

rüylarımda gezindim özgürce

seni buldum rüyâlarımda

seni yazdım satır satır, mısra mısra

kelimelere sığdıramadım seni, yüreğime aldım

seni yaşadım doya doya kalbimin derinliklerinde

yanıma usulca uzanıp acılar azalınca deyiverdin

acılar azalınca

benim acım sendin, senden ayrı kalmaktı gecelerce


ne olacağını bilemeden uyanmaktı düşlerimden

yarım kalmaktı aynı zamanda

ağlamaktı sessizce

en acısı tekrar uyuyamamaktı

seni görememekti

seni düşümde görmek için

yasladığımda başımı yastığa

seni bulamamaktı en acısı

ve ben seni görebilmek ümidiyle

daldığım her uykudan seni göremeden uyanıyorum. 



 

Asuman Karaduman 

SAFİYE

 

“Tek başınayım yalnızlığımda bunu aklımdan çıkarmamaya gayret ediyorum. Kuvvetim artıyor böyle yapınca…”  Nezihe Meriç

 

Bölük pörçük uykumdan karmakarışık rüyalarla aniden uyanıyorum. Üzerine yattığım kolumu hissetmiyorum. Öte yana döner dönmez tere bulanmış alkol kokusu fırına atılmış kek gibi kabartıyor içimi. Elimi ağzıma götürüp kocama değmemeye çalışıyorum. Usulca kalkıyorum yataktan. “Yoksa yine mi…?” Ellerim karnıma gidiyor. Parmak uçlarıma basarak banyoya yöneliyorum. Derin nefesler alıp öğürtüyü bastırmaya çalışırken aynadaki görüntüme takılıyor gözüm. Yüzümde, boynumda sarıdan mora çalan eski ve yeni izlere, sorgulayan kızarmış gözlerle bakıyorum. Aynadan alamıyorum kendimi. Bu ben miyim? Nasıl bu hale geldim?  Ne zamandır gülmeyi unutan iki çocuk annesi bir kadın oldum?

 Yansımamda hayatımdaki ilk kırılmayı arıyorum.  İlkokulu bitirdiğim gün eve gelişimi hatırlıyorum. Yolun tozundan grileşmiş siyah lastik ayakkabım var ayağımda. Terleyen ayaklarım kayıp duruyor içinde. Gönlüme düşen ise kırmızı ve rugan. Tıpkı Ayla öğretmeniminki gibi. Elimde sevinçle salladığım takdir belgemle koşarken sarı saçlarım da örgülerinden kurtulup özgürleşiyor. Dalga dalga uçuşuyor ılık rüzgârda.

Heyecandan nefes nefeseyim. Eve giden kısacık yol bitmek bilmiyor. Babamın benimle gurur duyacağını, öğretmen olmak istediğimi duyunca sevineceğini sanıyorum. Öğretmenime de güveniyorum. Beni destekleyeceğinden kuşku duymuyorum. Karnemi sevinçle, kıvançla babama uzatıyorum. Ayla öğretmenim gibi olmak istiyorum, Devlet Parasız Yatılı Sınavlarına hazırlanmamı söyledi öğretmenim. Sözüme devam edemeden, hiddetten pancar gibi kızarmış ifade ile ayağa fırlayan babam: “Öğretmen olmak da nereden çıktı şimdi? Gücün var mı diye soran yok? Evde, tarlada işleri kim görecek!” diye haykırarak üzerime yürüyor hiddetle. Anneme bir umutla dönüyor, onun gözlerini benden kaçırıp sessizce yere indirmesiyle bütün hayallerim paramparça oluyordu. Öğretmenimin günlerce usanmadan aileme dil dökmesi, benim ağlamalarım, çığlıklarım, çırpınmam sonucu değiştirmiyordu.

 O günü her hatırladığımda iliklerime kadar hissediyorum çaresizliğimi. Babama duyduğum derin öfke hiç azalmadı. Onun da üzülmesini istedim. Bu nedenle tanımadığım bir erkekle İzmir’e kaçtım. Evlenme teklifi çok cazip gelmişti bana. Bu küçük kasabadan, baba baskısından başka türlü kurtulamayacaktım. Büyükşehirde yaşamak, kendimi geliştirme olanağı bulmak, uygun bir iş bulup çalışarak evime katkıda bulunmak… Hayali bile çok güzeldi.

Hakkı’ya kaçmayı kurtuluş sanmıştım. Ne safmışım… Hayallerimin yıkılması da o denli çabuk oldu. Karabağlar ilçesinin Eskiizmir semtinde yaşayan ailesinin iki katlı evinin alt katına yerleştik. İzmir’de çalışmam için destek olacağı sözünü veren Hakkı evden adımımı atmama izin vermedi. Ben ısrar edince de kavgalar ve ardından şiddet başladı. Çok geçmeden şiddetin her türlüsüne ihanet de eklendi. Ailemin arkamda durmaması onu daha çok cesaretlendirdi. Yaşadığım çıkışsızlık, yalnızlık giderek içime kapanmama, özgüvenimi kaybetmeme neden oldu. Kendisini ve çocuklarını koruyamayan iki çocuk annesi, mutsuz bir kadının yaşaması için hiçbir neden kalmadığını düşünmeye başladım. Çocukları babaannelerine gönderip önceden hazırladığım ilaçları içerek ölmek istedim ancak başaramadım. Her zor zamanımda olduğu gibi Ayla Öğretmenin: “Bir hayalin varsa, vazgeçme asla.  Gerçekçi ol, imkansızı dene.” diyen sesi çınlıyor kulaklarımda. Bu ben değilim, böyle bir yaşamı kabul edemem, hak ettiğim yaşam için mücadele etmeliyim.

Yeni umutlara hazırlanmam, bu kentin yaşamına dahil olmam gerektiğini düşünüyorum. Yalnız da olsam doğru bildiğim yolda yürümeye, Hakkı’dan en kısa zamanda ayrılmaya karar veriyorum. Evden dışarıya adımımı atar atmaz kendimi bir tüy kadar hafiflemiş hissediyorum. Yeni günün doğmasını içimi ısıtmasını sabırsızlıkla bekliyorum.     1 Mayıs 2018

 

Mustafa Yılmaz

UMUT SIZILARI

 


Doğurgan bir güneş çıkar gökyüzünden

Gün ağarır aydın olur kederler

Sızısı başkadır gecede ömrün verdiklerinin

Güneş ısıtır sabahında gülen yüzlerde

 

Mahpusa doğar bir güneş

Doğurur gözlerdeki umutları yeni günde

Gölgesi düşer avluya

Parmaklıklar gölgeler girmez ışık koğuşa

Bekler kadersiz kaçmadan güneş avlunun kapısı açıla

 

Tarlaya doğar bir güneş

Kimine can olur sıcaklığı

Kimine ölüm kurutur yaprakları

Isıttıkça ırgat bedenleri

Ter olur alnında emekleri

 

Yetimin kapısına bir güneş doğar

Kuş gürültüleri nafile gelir kulağa

Bakar masum gözleri uzağa

Gelecek umutlarını vermez güneş

Babasız başlar sabaha

 

Kadının karnına bir güneş doğar

Işıldar gözler kalmaz duymayan diyarda

Gün be gün büyür güneş sığmaz yatağa

Doğar bir umutlarla fani dünyaya

 

Bayram sabahına bir güneş doğar

İmam çağırmasa da koşarız namaza

Fakirin esbabı yok giymeye

Zenginin huzuru yok erişemez o sevince

 

Doğurgan bir güneş çıkar dünyaya

Doğanlardan kimse hesap sormaya

Başlar yaşam gün aydınlandığında

Biter gece biter kahır bir nebze

Yeni umutlardan taze sızılar toplarız gecede yakmaya...

 

Hatice Güneş Altunay

SANAT İYİLEŞTİRİR Mİ ACILI YÜREKLERİ?

 

Salgın günlerinde herkes arayışta, çırpınışta, serzenişte, isyanda… Kısıtlı ve yasaklı yaşamda esnaf zor durumda, işsizlik ve yaşam güçlükleri… Ekmekse aslanın midesinden çıkarılacak böylesi bir dönemde, Eski Bir Tapınak Yazıtı’nı paylaşınca yazar arkadaşlarım ben de paylaştım. Lise yıllarımda kaderime kafa yorduğum zamanlarda Biyoloji öğretmenim Ayşen Suntekin bana bu güzel yazıyı vermişti.

Düşündürücü ve sakinleştirici yazıyı ilk bana vermişti. Zor günlerimde bana çok iyi gelmişti. Defalarca okuyup anlamaya çalışmıştım. Tek acı çekenin ben olmadığımı anlamıştım. Sonra da öğrencilerime ulaklık etmişti bu güzel metin.

Yazıyı yeniden paylaşınca anılarım döküldü önüme. Allah taş eder. Cehennemliksin öğretilerinin içinde Müslüman olmanın güzellikleri oluşmadı genç kız olarak yüreğimde. Milattan önce 9. yüzyılda yazılmış bu güzel yazı merhem oldu isyankâr ve sızılı yanlarıma.

Sosyal medyada yazar arkadaşlarımdan alıp paylaşmıştım. Öğretmenimi düşünerek o karamsar ve içe kapanık asi günlerim, gözümün önünden geçip gitmişti

İçimdeki kıvılcımlara yanıt verdi öğretmenim. Ne güzel ulaklık yapmıştı bu güzel metin.

Sevgili Hatice’ciğim yıllar önce 1966-67 bizim bir gurubumuz var. Adı Yonca. Yedi kız arkadaş. En büyüğü 18 yaşında Suna Abla’mız, en küçüğü ben ve Ayla. Suna Abla’mız bu yazdığını "Eski bir tapınaktan" başlığı altında çerçeveletip bizlere hediye etmişti. O günden bugüne hayat düsturum olmuştur.

Ne güzel bir yazı değil mi?

Ayşen Özbaş Suntekin

Öğretmenim bu yazıyı ilk siz vermiştiniz bana. Zor günlerimde bana çok iyi gelmişti. Defalarca okuyup anlamaya çalışmıştım. Tek acı çekenin ben olmadığını anlamıştım sonra da öğrencilerime ulaklık etmişti bu güzel metin.

Hatice Güneş Altunay

Ne güzel elden ele. Dilden dile...

Ben unutmuşum sana verdiğimi. Ama ne iyi etmişim.

Zor günlerde misin yoksa, bu yazıyı paylaştığına göre?

Ayşen Özbaş Suntekin

Yok öğretmenim... Ülkemiz, dünya zor günlerde ne yazık ki... Sanat iyileştirici olabilir diye düşündüm. İşte o yazı…


 

ESKİ BİR TAPINAK YAZITI

Gürültü ve patırtının ortasında sükûnetle dolaş; sessizliğin içinde huzur bulunduğunu unutma.

Başka türlü davranmak açıkça gerekmedikçe herkesle dost olmaya çalış.

Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun.

Bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma.

İçten ol; telaşsız, kısa ve açık seçik konuş. Başkalarına da kulak ver.

Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları; çünkü, dünyada herkesin bir öyküsü vardır.

Yalnız planlarının değil, başarılarının da tadını çıkarmaya çalış.

İşinle ne kadar küçük olursa olsun ilgilen; hayattaki dayanağın odur.

Seveceğin bir iş seçersen yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın. İşini öyle seveceksin ki,

Başarıların bedenini ve yüreğini güçlendirirken verdiklerinle yepyeni hayatlar başlatmış olacaksın.

Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol. Sevmediğin zaman sever gibi yapma.

Çevrene önerilerde bulun ama hükmetme. İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz.

Unutma; insanlığın yüzyıllardır öğrendikleri, sonsuz uzunlukta bir kumsalda tek bir kum taneciğinden fazla değildir.

Aşka burun kıvırma sakın; o çöl ortasındaki yemyeşil bir bahçedir.

O bahçeye layık bir bahçıvan olmak için her bitkinin sürekli bakıma ihtiyacı olduğunu unutma.

Kaybetmeyi ahlaksız bir kazanca tercih et.

İlkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer.

Bazı idealler o kadar değerlidirler ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır.

Bu dünyada bırakacağın en değerli miras dürüstlüktür.

Yılların geçmesine öfkelenme, gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe.

Yapamayacağın şeylerin yapacaklarını engellemesine izin verme.

Rüzgârın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgâra göre ayarla.

Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getiremediğinle ilgilenir.

Ara sıra isyana yönelecek olsan da hatırla ki, evreni yargılamak imkansızdır.

Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendi kendinle barış içine ol.

Hatırlar mısın doğduğun zamanları; sen ağlarken herkes sevinçle gülüşüyordu.

Öyle bir ömür geçir ki, herkes ağlasın öldüğünde, sen mutlulukla gülümse.

Sabırlı, sevecen, erdemli ol. Önünde sonunda bütün servetin sensin.

Görmeye çalış ki bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen.

Dünya insanoğlunun biricik güzel mekânıdır.

Xantus M.Ö. 9. YY  

 

Yaşar Özmen

ŞİİR/SANATTA ANLATIM KATMANI

Şiirin varlık yapısını anlatabilmenin ve tanımlayabilmenin analitik yolu bana göre katman yöntemidir. Bu yöntem; şiir nasıl yazılır, nasıl okunur, nasıl çözümlenir; insan, nesne ve yaşamla ilişkisi nasıldır; dil ve bilimle ilişkisi nedir gibi sorulara yanıt verebilme yeteneğine sahiptir. Varlık katmanları, şiirin bütününü oluşturan ve birbirini var eden birleşik yapılardır. Sanat eserinin varlıksal bütünlüğü ve integral yapısı gereği bu katmanları ayrı ayrı ele alıp inceleyebiliriz ve birbirleriyle ilişkisini çözümleyebiliriz.  Bir yapıtın duyusal ve nesnel alanının; biçim, anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum ve estetik katmanlarından oluştuğunu kitaplarımda öne sürmüştüm. Katmanları şiir açısından ele aldığımızda anlatım katmanı, biraz daha öne çıkmaktadır. Diğer katmanlar da önemlidir; her birinin yapıtta görevdeşlik ve bağlılaşık işlevi vardır.

Herkes, başından geçen bir olayı anlatabilir; şiir, öykü, roman türü metinler yazabilir. Örneğin öykünün etkili bir yapıt olabilmesi için anlatımın, biricik ve sıra dışı bir söyleyişi olmalıdır. Anlatımın, dil sanatlarında daha özen gerektiren bir yanı vardır; aynı olayı ve aynı anlamı saysız biçimde aktarabiliriz. Salt anlamla ilgili değildir; sesle olduğu kadar dünyayı görme işitme, tanımlama ve anlamlandırma biçimiyle de ilgilidir. Algıyı tetikleyen ve daha etkili alımlamayı sağlayan bir gücü vardır. Her sanat alanı için etkili ve geçerli bir katmandır. Örneğin bir tabloda kompozisyon (yerleşim ve perspektif) olarak tanımladığımız şey anlatımın bir parçasıdır.        

Şiir; şöyledir, böyle büyük bir sanattır, şöyle yazılır, böyle anlatılır, şurasından girilir, şiire böyle varılır, burasından çıkılır gibi çıt kırıldım yargı ve soruları bir yana bırakalım. Kendimize daha tanımlanabilir yeni sorular soralım. Bu tür sorular ve bu konulara ilişkin yazılan genelleme yazılar, kanıksanmıştır artık. Çoğu, okura yeterince açıklayıcı veri sağlayamıyor. Bu düşünceden yola çıkarak; anlatım katmanını kendine özgü sorularla inceleyelim. Bunun için kendimize neler sorabiliriz? Örneğin, konuyu okur beklentisinden yana ele alalım. Şiir okuru, şairden nasıl bir dil kullanımı bekler?[9] İkinci soru ise, şiirde nasıl bir anlatım olmalıdır ki okur-şiir ilişkisi doğrudan kurulup en akıcı ve duyarlı şekilde sürdürülebilsin?

Anlatım katmanını, neden okur açısından sorguluyorum? Estetik alımlama gözlenerek varılan yargı, daha uygulanabilir bir yargıdır; doğruluk değeri yüksektir. Okurla duygudaşlık kurulması, estetik alımlamanın gözlenmesi ve sonuçları hakkında bir değerlendirme yapılması, durumu biraz daha somutlaştırır. Daha sağlıklı yorum ve çıkarım yapmamızı sağlar. Okur, şiirde nasıl bir anlatım bulmak ister?

Şiir okuru, öncelikle kendisini aşan bir dilin içinde kaybolmak ister. Kendisini aşan bir dil derken ne demek istiyoruz? Çok açık gibi duruyor olsa da tanımlanmasında sıkıntı olan bir söylemdir. Okurun beklemediği, sözel, anlamsal ve zamansal dizilimi kıran; mantığını sendeleten, duygularını rendeleyen, anlamlandırılabilir açık verilerle zihnine saldıran; çoğul, rastlantısal anlam ve çağrışımsal imgelem gücü yüksek olan; bir anlatım demektir bu. Bir anlamda sıradan söyleyişin dışına çıkmaktır. İlgili sanatın disiplinine uymak koşuluyla onun anlatım olanaklarını olabildiğince genişletmektir. Anlatım, anlama derinlik kazandırırken anlamın da anlatıma hareket özgürlüğü kazandırdığı karşılıklı bir ilişkidir. Öyleyse karşımıza çıkan önemli soru şudur: Bunu nasıl yaparız?

İşte bu, anlatı bilimin konusudur. Neyi nasıl anlatmalıyız ki okuru şiirin içinde tutabilelim. Neyi nasıl söylemeliyiz ki okurun algısını çelip duyarlılığını en üst noktaya taşıyabilelim. Şiir dili, diğer edebi türlere göre oldukça özgür bir dildir. Anlamsal, uzamsal ve zamansal akışı kırabilen, somut ve soyutu gerçeküstü dünya ile bütünleştirebilen bir esnekliği vardır. Gerçeküstü dünyayı canlandırabilme yeteneği daha güçlüdür.

Anlam, anlatım ve ses ögeleri, bir bütündür ve birbiri içinde birbirini var eden görevdeş ve bağlılaşık katmanlardır. Anlam ve sese giydirilmiş farkındalıklı bir anlatım, okurun algılarını tetikleyecektir. Günlük konuşma dilinden, sıradan bir metin tümcelerinden veya rastgele kullanılmış söz ve sözcük öbeklerinden uzak bir dil kullanımı, okurun imgelem olanaklarını genişletecektir. Şiirsel ezgiyi oluşturan bir ses düzeni yanında sözcüklerin anlamsal değeri ve duygu değeri, imge bütünlüğünü kuracak ve okurun şiirin içerisine girmesini sağlayacaktır.

Sapma, alışılmadık bağdaştırma, benzetme, eğretileme, değinmece, değişmece ve aktarma gibi söz teknikleri, anlatıma güç katarken aynı zamanda şiirin imge örgüsünü oluştururlar. Sıradan bir söyleyişin dışına taşırlar şiiri. Okur, şiirde bunları yakalar ve imge bütününden kendi imgelem dünyasında gezintiye çıkar. Bir anlamda okur, beklentisinin ötesinde bir dize kuruluşu ve söz kıvraklığı içinde bulur kendisini.

Anlam bütünlüğü en kolay algılanan ve duygu değeri en kısa zamanda duyumsanan sözcük ve söz tamlamalarıyla kurulmalıdır dizeler. Ayrıca okur; zihninin derinliklerinde hiç dokunulmamış yeni görüntü ve tasarımların oluşmasını sağlayan; söz sanatı veya alışılmamış bağdaştırma gibi kendisinin yapmasının olası olmadığına inandığı; tamlama, söyleyiş, dizilim ve imge kurulumu bekler. Açıkçası yeni, hayranlık uyandıran ve duygularını ezici bir söyleyiş bekler.

Şiir okuru, ruhsal ve duyusal olarak şiirle bütünleşmek ister. Biz biliyoruz ki şiir, okuru sarsıntıya uğratacak bir anlatım, ses, aynı zamanda duyularını harekete geçirici bir anlam üzerine kurulabilir. Şiirsel dilde neyi söylediğiniz öncelikli değildir; neyi söylediğiniz göz ardı edilecek bir durum olmamakla birlikte nasıl söylediğiniz ön plandadır. Duygulanım için farkındalığı, etkiyi ve ivmeyi yaratacak olan, anlamın derinliği ve söyleniş biçimidir. Şiirsel dilde neyi söylediğimiz etkin değilse, nasıl söylediğimiz de beklenen etkiyi ve estetik değeri doğuramaz. Bu nedenle neyi nasıl söylediğimiz her zaman birbiri içindedir, bunu eş yüklü ve eş zamanlı bir süreç olarak ele almalıyız. Anlatımın algı uyarma yeteneğini uygun kullandığımız zaman anlamın, arzu edilen yoğunlukta alımlanmasını sağlarız. Böylece okuru şiirle bütünleşmeye yöneltiriz. 

Anlatım, geniş bir alandır ve şöyle olmalıdır gibi bir yargı tümcesi kurmamız olası değildir. O kadar çok seçeneği vardır ki dünyanın herhangi bir noktasından aynı yönde sürekli gittiğimizde aynı noktaya gelmek gibidir. Birçok söyleyiş şekli, kullanılabilecek sözcük ve sayısız seçenek vardır. Sonuçta hepsi bir şeyi anlatır; ne var ki birinin duygu değeri ve duyarlılık yaratma gücü düşüktür diğerininkiyse yüksektir. İşte biz duygu değeri ve duyarlılık yaratma gücü yüksek olan anlatım biçimini tercih etmek durumundayız; çünkü şiirin hedefi, okur duyarlılığını yüceltmek ve onu estetik yaşantıya sokmaktır.

Okur; düş, duygu, beklenti, anı ve yaşamının kesitlerine incelikli bir biçimde dokunulmasını ister. Okur; yaşamsal değerleriyle, belleğiyle, duygu ve düşünceleriyle şiirin içinde var olduğunu duyumsamalıdır. Daha doğrusu şiirin eli ayağı okura dokunmalıdır. Duygu ve yaşamının kesitlerini daha ilgi çekici görünür kılmalıdır. 

Sık sık söylenir ya “Şiir yaşamın içinden olmalıdır” diye. Şiir yaşamın içinde olmak zorundadır. Bunu yaparken sıra dışı bir anlatımla okurun ruhuna dokunulmalıdır. Sıra dışı şeyler söyleyeceğim diye aşırılığa da yer verilmemelidir. Şiirde maksat; öğretmek, bir fikri kabul ettirmek ya da şair gibi düşünmesini sağlamak değildir. Aşırılıktan kastım, dayatıcı, şiddet ve öğreticiliktir; şiirde sarsıcılık, sıra dışılık, beklenmedik patlamalar olacaktır, yapılmalıdır. Zihni sendeletmeli, duyguyu havalandırmalıdır. Okurda duyarlılık yaratmak ve estetik tavır oluşturmak, alışılmış şeylerle yapılamaz. Bu durumda anlamın duygu değeri ve etkinlik değeri öne çıkar. Her söz ve söz tamlamasının duygu değeri şiddetten sevgiye kadar değişen aralıkta oluşur. Birinci ilke, şiir şiddeti kaldıramaz. İkinci ilke şiddete yakın çoğu olumsuz duygu değeri, baskıcı, korkutucu ya da dayatıcı karakter taşır. Kültürel birikim ve buna bağlı oluşan toplumsal algı; sözcük, söz tamlamaları, deyim ve özlü sözlerin duygu değeri ile duyarlılık yaratma yükünü belirler. Biraz daha anlaşılır bir şekilde söylersek; küfür, bağırma, çağırma, suçlama, aşağılama ve hakaretle kurulan metinler şiir değil bildiri türüne girer. Sanatın hiçbir dalı dilsel şiddet[10] içeren söylemi kabul etmezken okur da aşağılandığı, suçlandığı veya bir başkasına hakaret edildiği bir metnin içinde estetik yaşantıya giremez. Böyle metinler daha çok nefret duygusunu yüceltir ki bunlar, sanatın amacını aşan şeylerdir; şiir dışında başka bir türdür. Türk şiirinde çok kullanılan ama gerçek tanımı yapılmamış ve adına hâlâ şiir denilen bir metin biçimidir.


Okur, şiirde ses duymak; belleğine kazınmış olan ezgiyi yaşamak ister.
Anlatım, anlamı açığa çıkarırken sesin imgesel gücünü de kullanmalıdır.  Bu da ne demektir, demeyin. Şiirsel ezgi[11] ayrı bir olaydır şiirde. İmgesel bir gücü vardır ve sözel imgeden daha etkilidir; estetik değer açısından daha güçlüdür. Ruhsal dünyayı, metafizik alanı kolay uyandıran bir imge türüdür. Şair tarafından altyapısı kurulur ve okur tarafından oluşturulur. Ses ve söyleyiş, eş güdümlü ve eş zamanlı oluşan şeylerdir.  Bu ayrıntı Türk yazınında sık ele alınan bir konu değildir. Zaten bununla ilgili dünya yazınında bile ayrıntılı kaynak çok bulunmaz. Sadece şunu söyleyelim: Şiirsel ezginin duyarlılık yaratma ve estetik yaşantıya sokma gücü, azımsanacak bir durum değildir. Ses, anlatımla uygun kullanılmalıdır. Ayrıca bu olanak, ciddiyetle ele alınmalıdır.    

Okur öykünen değil; özgün bir şiir okumak ister. Anlaşılmayı gerçekleştirecek, etki yaratabilecek ve duyarlılığı artıracak bir anlatım, kolay iş değildir. Yetenek ve bilimsel yetkinlik yanında dili iyi kullanmayı gerektirir. İyi şair, eleştirel yaklaşan ve sorgulayan okurdur. Okuduğunu anlatı bilim gözünden ve kendi anlatım düzeninden ayrıntılı inceleyip çözümlemelidir. Nazım Hikmet böyle anlatmış, Cemal Süreya böyle söylemiş, ben de böyle bir anlatıma sahip olayım gibi bir yaklaşıma girdiğiniz anda şiir yazmak bırakılmalıdır. Kendiniz olma özelliğini yitirirsiniz; özgün olamazsınız. Sanatta öykünmek ile örnekler üzerinden kendi anlatım düzenini kurmanın arasında çok ince bir çizgi vardır. Ya öykünürsünüz ya da kendi anlatım düzenini kurarsınız. Bunun en verimli yolu, anlatı bilim esaslarında konuya yaklaşmak ve kendi doğal söyleyişinizi yitirmemektir. Yapaylığı artırdıkça ve kendinizi zorladıkça başkasının anlatım biçimine sürtünürsünüz. İşte bu tehlikeli bir iştir.

Okur, şiiri okuduktan birkaç gün sonra tekrar aynı şiiri gördüğünde bu şiiri okudum mu, okumadım mı, diye kuşkuya düşmemelidir. Çok sayıda şiir kitabı okuyorum; okuduğum bir kitabı on gün sonra elime alıp baktığımda içindeki şiirlerle ilgili çok şey anımsamıyorsam sıkıntı var demektir. Özgün şiir, kendini okunanlardan ayırt ettirir. Belleğe tutunur ve okuyup okumadım mı gibi bir kuşkuya düşmenizi engeller. Bu yüzden şiir, sanatın ilkesi gereği biricik ve özgün olmalıdır; belleğe tutunacak ayırıcı bir anlatım taşımalıdır.   

Şiir okuru; güven duymak, zamanının boşa gitmeyeceğine ikna olmak ister ve şairle duygudaşlık kurmak için çaba harcar. Şair ile okur arasındaki güven, önemli bir bileşendir. Neden biliyor musunuz? Estetik algı, olumlu duygu altında devinir. Olumlu duygu ise sevgi, güven ve bunların türevleridir.  Bu duygu durumu, şiire giydirdiğiniz anlamın duygu yükü, tutarlılığı, bağlaşıklığı ve varoluş değerleriyle örtüşürlüğüne bağlıdır. Okur, şiirle özdeşleşmek, anılarını, izlerini, geçmiş duygularını yeniden yaşamak ister. Şiirin duygu değeriyle kendi duygularını örtüştürmek ister. Örneğin daha ilk dizede dilsel şiddet uygularsanız okur olumsuz duydu durumuna girecektir. Ters bir durumdur.  Olumlu duygu ve duygu değeri yüksek anlamın anlatımı, duygu değerinin naifliğine uygun olmak zorundadır. Çatlayan patlayan seslerden uzak durulmalıdır. İkincisi ise daha incelikli ve duygu değeri yüksek sözcükler, bilinen kahramanlar veya objelerle anlatım zenginleştirilmelidir. Türkçe bu konuda oldukça zengin ve birikimli bir dildir; fazla gereci vardır, değişimli veya birbiri yerine kullanılabilecek çok sayıda sözcüğü de… Doyurucu anlatım olanağı her şair için vardır; kınından çıkarılmayı bekler.  

Şiir okuru, şiirde kendisini bulmak ister. Duygularının okşanmasını, belleğinin kaşınmasını, değer verdiği olgu ve olayların farklı bir açıdan şiirde yer almasını ister. İnsanlığın ortak değerleri vardır ve bunlar karşısında duygu değerleri birbirine yakındır. Aşk, özlem, umut gibi… Nesnelere ve yaşama yüklediği anlam, kültürel ve sosyal farklılıklar gereği değişiklik gösterebilir. Bu yüzden tarihsel değerler, insani değerler, geleceğe ilişkin olgu ve olaylar; okurun belleği ve duygularını zinde tutacak şekilde ele alınmalıdır. Güncel olay ve olgular, okur üzerindeki etkisini gözlemleyip bildiri tarzına kaçmadan kılıf giydirmelerle duyumsatılmalıdır. Etkili kılmak için; okurun en kolay ulaşacağı olay, olgu ve bilgiye dayandırılmalıdır anlatım. Hem geçmiş hem güncel hem gelecek, aynı dizede bir arada yer alabilir. Bu anlatımı daha güçlendirir. Dolayısıyla güncel olay ve olgular daha tazedir, anlatımın etkisini kısa zamanda açığa çıkarma gizilgücüne sahiptir. İçinde yaşanılan ortamın görünürlük ve etki derecesi her zaman yüksektir. Duygu, tutum ve davranışları belirleyen, bu ortamdır. Okur, güncelin içerisinde kendisini daha kolay bulur; zaten orada yaşamaktadır. 

Şiir okuru, şiirin anlam ve duygu değerinin kendi duygularını ezmesini ister. Duygularını ezmesi derken, olabilirlik ölçülerinin ötesinde bir görünüşün bizi hayranlığa taşıması anlamında düşünülmelidir. Bir anlamda şiirin anlam ve anlatımından doğan derinlik veya sıra dışılık, okurun etkilenmesini sağlar ve hayranlığını belirginleştirir. Yaratılan bu güzelliğin karşısında, duygu boyun   eğer ve güzelliğe uyum sağlar. Söyleyişin altında ezilir. Bu durum anlatımı güçlendirmek için kullanılabilecek açık kapılardan biridir. Kurduğunuz anlam ve onu anlatmak için söyleyiş biçiminiz, okura bu kadar da olamaz dedirtmelidir. Okura bunu söyleten bir anlatım, sıradan bir dünya görüşüyle yapılamaz; donanımlı ve gelişmiş imgelem gücü, yetisi ve zenginliği gerektirir.    

Şiirde hedef, dili ilginç kullanmak değildir; dilin güzel kullanımından anlamı güçlendirmek, anlamın derinliğini ortaya dökmek, anlam-anlatım-ses uyumunu sağlamak, algıyı duyarlı kılmak, duygulanımı sağlamak, çağrışım ve coşumu güçlendirerek estetik değer yaratmaktır.

Düşünülen, duyumsanan, duyulan, koklanan ve işitilen her şey dile çevrilemez, sözlerle anlatılamaz. Duyarsın, koklarsın, düşünürsün ama dile çeviremezsin. Beynin çalışma biçimi ile dil olanaklarının örtüşmediği bir alandır burası ve ayrı bir araştırma konusudur. İnsanın düşünme yeteneğinin sınırsız olduğu kadar anlatım da sınırsız bir uzaya sahiptir. Limit zorlanmalıdır. Düşünce ve duyguları, mümkün olan en iyi bir anlatımla söze ve yazıya dönüştürmek ayrı bir çaba ve yetenek gerektirir. Biz biliyoruz ki bunları ustaca dile dönüştürenler, düşündüklerini, gördüklerini ve hissettiklerini okura etkili bir anlatımla aktarmayı başaranlar; iyi anlatıcılardır, iyi yazarlardır, iyi şairlerdir.

Şairin bilinci ve imgeleminin, dille buluştuğu alandır anlatım. Kavramlar, olgular, olaylar ile insanlar arasındaki mutlak ilişkiyi tanımlama, duyusal süreçleri duyumsama, kendine özgü yaşamı görme ve açıklama biçimi de diyebiliriz. Bu noktada, şairin insanı okumasından tarih bilgisine kadar pek çok değişkenin niteliği ve niceliği anlatımı etkiler. Donanımsal bütünlük ve zengin artalan bilgisini gerekli kılar. Deneyim ve bilgi birikimi; görmeyi, duymayı, anlamayı, yorumlamayı ve en uygun sonucu bulmayı sağlar. Söze dönüştürme yetisini üst seviyeye çıkardığı gibi anlatımı da doğrudan etkileyen bir gerekliliktir. Bilmeden, bilip görme yeteneği gelişmeden yapıt üretme devri geçmiştir. Donanımlı olmadan anlatımı güçlendirmek, boş bir çabadan başka bir şey değildir. Kişi heybesinde olmayanı çıkarıp ortaya söz olarak koyamaz.

Attığı taşın nereye düştüğünü bilmeyen ve etki yarıçapını ölçemeyen kalfa, ustalık düzeyine hiçbir zaman ulaşamaz. Bu yüzden ne yaparsanız yapın, şair bildiğini yazar deseniz bile yaptığınız şeyin sonucunu ve hedef kitlenin beklentisini karşılaştırmalısınız. Bu, popülist bir tutum olarak görülmemelidir. Etki ve tepkinin, kendi disiplini altında incelenmesidir. “Şair, ne yazarsa yazsın kabulümüzdür”, tek başına geçerli bir yaklaşım değildir artık. Okur ne ister sorusunun yanıtı, estetik biliminin konusudur ve şaire ufuk çizgisini daha öteye çekmesi için seçenek sunar. 

15 Temmuz 2020, Narlıdere/İZMİR

 

NOT: Aşağıdaki şiir (İzmir Destanı), denemede sözü edilen ilkelerin büyük çoğunluğunu gözeterek yazılmış ve anlatım katmanına örnek olarak verilmiştir. Şiiri anlatım açısından hem okuyup hem de videosunu izlerseniz söylemek istediklerimin örneklerini bulabilirsiniz.

Bu deneme, Ç.Türk Dili Dergisi Ağustos 2020, Sayı 390’da yayımlandı.

 

Yaşar Özmen

İZMİR DESTANI


 


Saat Kulesi kadrajda, güvercin kalçasında mavi dil

Şehir hatları vapuru martılar taşır Karşıyaka'dan

Gevrekler duvaklanır zengin yele karşı, yolcular mutedil.

Mahzun bir mahmuz Konak Piyer, sokulur körfeze

Tahta köprüde adıbelli kalabalık, alışkılı çok kişi

Tülsü bakışını, Gediz gibi insan akışını görüyorum.

Belediye Meclisinde üçgen boyoz, çekilir beş taraftan

Suratı kel Bayraklı camlı korkuluk takas eder Konak'tan

Apış arasında kelaynaklar, taşır cam sürahide nefesini

Sevilir mi kurşun, kurşun olalı, ilk kurşunu ne çok seviyorum.

 

Karıncalar yol bellemiş ardışık yolakları, görüyorum

Kancasında kış azığı, umut yüklenir Kemeraltı'ndan

Havra sokağına on beşinci asır düşüp uyumuş


Kestane alır mı hala Faustina, kestane pazarından.

Namazgâhta lodos sarhoşluğu, imbata inat

Bir kahve içimi nostalji geçer Kızlarağası hanından

Agorayı elinden tutup Smyrna'ya götürüyorum.

Kumru yüklü vapur aksırığı vuruyorsa varyanttan

Pagos tepesini öpmeden geçer mi hiç göçmen kuşlar

Basmane’de at binmiş midir İkinci Murat, zaman küheylan.

 

Limana transatlantik yanaştı bu sabah, sancaktan

Kıbrıs Şehitlerine karanfil bırakacak, sepeti gül kokulu

Köstekli saatime bir Kordon alıyorum, kalkıp bakıyorum

Neler, kimler üşüşüyor yakama, Cumhuriyet bulvarından

Karnaval havası taşır mı ceplerinde bu akşam Kültür Park

Sebatay Sevi Sinagogu'nda çiğdem satan çocukları seviyorum.

Hiç köstekli saate kordon takılır mı deme bakışını değiştir

Bu hava, dekor, deniz, kordon, güzellik, dönüşüyor be insan.

 

Narlıdere nar bahçelerini betonladı mı, bulamıyorum

Göztepe gözcüsünü vurmuş, şimdi yatıyor körfezde

Hatay'da üç yol, üç yoldan ikisi çıkmaz sokak, biri iyi

Durdum meydanda, Fahrettin Altay'ı vuruyorum zeminden

İncir altı dişiliğini kucaklamış belediye koridorlarında

Camcı kahraman çelik suratlı, şerit rozet beratı masmavi

Akıl işte, hiç maviden gökyüzüne korkuluk dikilir mi?

Çöller sökün ediyor İnciraltı, ölüme ödül veriyorum.

 

Neden göremez Bostanlı vapuru Güzelbahçe'yi, fenersiz mi?

Balçova, Bornova, Altınova Smyrna'dan mı aldı taze dişiliğini

Meryem ana ayak basmış mıdır Agoraya İzmir izmir değilken

Büyük sırrını açmış mıdır Meryem Efes'e, elleri koynunda

Çıkabilirsen çık, ne dik, körfezi takas etsek teleferikten

Gerisi hükümet gibi, ne mümkün geçmek; düşünüyorum.

Termal içiyor İsveçli Nina, şifa sağıyor memelerinden

Sahil Evleri, İnciraltı, Ilıcası, Dalyanı, Bahçelerarası, dahası

Makyajında yazı kışı, enginarı, domatı, narı, ne yok ne varı

En çok da dişiliği uyanıyor çeyizime, üretken ellerinden

 

Ahtımı ödünç alıyorum Sasalı’dan, ucu flamingo pembesi

Kabzımal ile oturdum Mavişehir'de mezar taşı yontuyorum.

Foça Karaburun'a kesik, testimde aşk taşıyorum Çeşme'den

Caka beyi, Cüneyti, Börklücesi merhem sürerken körfeze

Efes'in tenini okşamadan uysallaşır mı İzmir, iyi biliyorum.

 

Gediz'i yatağından taşımak güzel bir şey, bir şey olmasına

Yakışık alır mı çocuklara, Belkahve'den bir tarih almadan

İkinci Murat şerefine kahve içti mi Asansör'de O koca dev

Yorgo Seferis'i akşam yoklamasında ıstakama yok yazıyorum

Güngörmüş zeytin dalına, ışıkla söz çiziyorum Urla'da

Yakamozu Çeşmealtı'nda Yörük Efenin mavzeriyle vuruyorum

Direniştir Athena'ya, yevmiyelik ödünç alıyorum düşlerini

İzmir değil; yaşamalar gövdesi körfezde büyüsün istiyorum.

 

Şu bizim çocuklar, akademisyenler, okumuşlar, çılgınlar

Dokuz Eylül’ü, Egesi, Kâtip Çelebisi, diğerleri diğerleri

Menzile birkaç fırça dokunsalar, talaşlı atölyelerinden

Dokunsalar şu esere, okşasalar Smyrna'nın gözlerini ellerini

Koyların sarışın efelerine, sürseler sürseler sert gülüşlerini

Gevreğe, boyoza, çiğdeme yükleseler düş yüklerini

Sağsalar körfezin memelerini, börülce, şevketi bostan

Kumruma katık yapıp uçardım, kumruyu iyi ki seviyorum.

 

Mizansendir İzmir'de zaman, imbat, güneş, tarih ve dekor

Özgürlük emzirir tanrıçalar, Ege'de giyindirir düşlerini

Kan dolaşımın sıkıntılı İzmir, yüzün yaralı, biraz da kirli belli

Değmediğinden menzili ırak insan eli, ya da Artemis'in elleri

Her güzelliğin insanla, tam insanla şen olduğunu biliyorum.

 

Kiraz sapında kınından sıyrılmış mavi bir Kemalpaşa

Tireden Sipil’e doğru ağan hüzün yıldızında düşlenir

Kuyruk sokumuna dizili taşları Heykel okullu Bergama

Pergamon kütüphanesindeyim, iyi ki okumayı biliyorum.

Elleri agoraya asılı Körfezde iki yakalı yanık sevda 

İki yakandadır özlemlerim, Bayraklı’da gevrek yiyorum.

Ola ki Sığacık’ta düşlem, Azmak’a düşen bir ak Sakız

Her günüme haber saldığımda bir mahrem oluyorum.

 

Kaba gürültü, en ıssız sessizliğidir yaratıcılığın bu kıyıda

Açımı değiştirmeye gidiyorum, Kadifekale sırasını beklesin

Daha önce vardı Meryem, Artemis de daha önce vardı bu sayıda

Deltaları açtım anakaralara, beşiğimde dört kültür kertmesi

Yerkürenin ayak seslerini, aşkın doğduğu yerde bekliyorum.

Her güzelliğin insanla, tam insanla şen olduğunu biliyorum.

                                            Temmuz 2015 Narlıdere/İZMİR

 


 

Mehmet Faruk Habiboğlu

İNSAN VAR OLDUKÇA ŞİİR BİTMEYECEKTİR

 

Şiir nedir?

Söz sanatıdır.

Kapalı bir anlatım. Çünkü şiirin ne olduğunu hiçbir şair hiçbir edebiyatçı ve hiçbir sanat otoritesi tanımlayamaz. Yapılan bütün tanımlamaların her biri; o şairin, edebiyatçının, sanatçının kendi görüşüdür, kendisini bağlar. Ee tabi binlerce var böyle tanım ama hiçbiri yetmez şiiri anlatmaya. Biz belki şunu diyebiliriz: Bir metnin, sözün; şiir olup olmadığı okununca, dinlenince anlaşılır.

Yazıdan önce söz vardı. İnsanlıkla başlar söz. Ve sözle beraber şiir de başladı. O yüzden sanatın Havva Ana’sıdır şiir.

Bilinen sözcüklere bilinmeyen anlamlar vermek. Odur şiir.

En kolay sanılan ama esasen en zor olan sanattır şiir.

On yedisinde herkes şair adayıdır da elli yedisinde hâlâ şiire yamaklık yapıyor olmak önemli.

Şiire ancak yamaklık, çıraklık yapılabilir. Şairim demek gerçekte bir çeşit Tanrılık iddiasında bulunmaktır! Sadede gelirsek iyi şiir yamağına belki şair demek şiire saygının gereği.

Az söz, çok söz konusu da değildir şiir. Bazen bir kısa dizedir bazen de binlerce beyitten oluşan bir manzumedir şiir. Asıl olan dinleyenin ruhunda, kalbinde, dimağında bir "şey" oluşturması. O ‘şey’; hüzün, umut, sevinç, coşku, korku, hırs artık konu neyse.

Ah o evrensel ve çağlar üstü duygular yok mu? Aşk, özlem, hüzün yok mu? Şiire konu duygular işte.

İnsan var oldukça şiir bitmeyecektir.

 

Yusuf Özdemir

GEÇMİŞ


 

İçimdeki en derinde

Geçmiş dolu barakama yolculuğa çıkıyorum

Ruhumun günlüklerini açıyorum

Yazıya dökülmemiş günlüklerimi izliyorum.

 

Görsel hatıralar festivalindeyim

Dipsiz bir kuyunun siyah beyaz resimleri

Benden haberdar

Baş köşede beni bekliyor.

 

Çığ altında kalınmış gençliğin kanayan yaraları

Demlenip duruyor sol yanımda

Demlendikçe daha acımtırak bir tat bırakıyor

Sessizlikte çürüyen dilimde.

 

Dokunduğum her resim örümcek ağlarıyla kaplı

Unutulmuş yakınlıkların uzaklığını hatırlatıyor

Soluduğum nemli hava, küf kokuyor

Terk edilmiş düşlerin soğukluğunu hatırlatıyor.

 

Okumaktan yorulmuş kitaplar

Toz kokuyor.

Kasetler onlarca yıllık suskunluğa inat

Çalmaya devam ediyor zihnimin bir köşesinde.

 

 

OKUR MEKTUBU

ŞİİR SARNICI’NA

Muhammed Safa Kaya

 

Benim adım, Muhammed Safa Kaya. 1999 yılında Kastamonu’da doğdum. İlk ve ortaokulu Kuzeykent İlköğretim Okulu’nda, liseyi Saime İnal Savi Anadolu Lisesi’nde tamamladım. Şu anda Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü’nde öğrenim görüyorum. Şiire olan ilgim ilköğretim sıralarında sınıf öğretmenimin Arif Nihat Asya’nın Bayrak şiirini okutmasıyla başladı. Çocukluğumda camilerde ilahiler dinlerken dizeler arasındaki ahenk dikkatimi çekiyordu. Önceleri şiirden çok müzikle ilgileniyordum. Müziğe olan ilgimden dolayı ilk ve ortaokul yıllarında bir yakın arkadaşımla söz yazıp arkadaşlarımıza ezgi eşliğinde söylüyorduk. Resim dersinde arkadaşlarım resim yaparken öğretmenim bana şarkı söyletiyordu. Hep söylediğim şarkı ise Barış Manço Gülpembe’si oluyordu. Okul arkadaşlarımın teşvikiyle o dönemde facebook üzerinden bir şiir grubu oluşturdum. Daha sonra derslerde başarısız olduğum için şiir çalışmalarıma ara vermek zorunda kaldım. Lise üçüncü sınıfa kadar içimdeki şiir tutkusunu dışarıya yansıtmadım. Fakat bir gün edebiyat öğretmenimin ısrarı sonucunda bir şiir dinletisinde Dilaver Cebeci’nin Sitare adlı şiirini seslendirdim. Geri kalan iki yıl boyunca gerek koro başı olarak gerekse organizasyonlarda sunucu olarak görev aldım. Üniversiteye başladığımdan beri farklı öğrenci gruplarının etkinliklerinde görev alıyorum. Genelde şiirlerde kendi hislerimi yansıtsam da Emin Özdemir’in “Eleştirel Okuma” isimli kitabında ifade ettiği gibi “Kendimden bağımsız fakat toplumla bağlı” şiirler de yazabiliyorum. Bilgi nasıl paylaştıkça çoğalırsa duyguların da paylaştıkça anlam kazanacağını düşünüyorum. Genel olarak Yavuz Bülent Bakiler, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Necip Fazıl Kısakürek gibi yazarlardan etkilendim. Hiciv yazıları daha çok dikkatimi çekiyor. Ataol Behramoğlu, Can Yücel, Attila İlhan vb. şairlerden etkilenerek sevgi, aşk, vicdan, doğa gibi farklı konularda şiirler yazdığım da oluyor. Ömer Hayyam’ın Rubaileri, Yunus Emre’nin Risaletü’n Nushiyyesi gibi divan edebiyatı şiirlerini beğensem de genel olarak hece ölçüsüyle, kafiyeli şiirler yazmayı tercih ediyorum. Genel olarak farklı uyak düzenleriyle şiir yazabiliyorum. Eğer kendimi geliştirebilirsem bir gün kitap yazıp bir insan hakları mesleği olan sosyal hizmetle şiir sanatını kaynaştırmayı hedefliyorum. Derginizde yayımlanan şiirlerime yapılan yorumlar aracılığıyla ufkumu genişletebileceğimi; hem kendime hem de derginize katkıda bulunabileceğimi düşünüyorum. Aşağıdaki birkaç şiirimi yayımlanmak üzere gönderiyorum. Uygun bulup yayımlarsanız çok sevinirim. İlginiz için teşekkür ederim. Saygılarımla…


Sevgili Muhammed


Mektubunuz için teşekkür ederim. Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın amaçlarından biri de genç şiir severleri yüreklendirmek ve yazma sevgisini güçlendirmektir. Şiir Sarnıcı çıkış bildirisinde de belirttiğimiz gibi amacımız, gençlerin önünü açmak ve onları sanat dünyasında görünür kılmaktır. Şiirleriniz, şiir değeri taşıdığı sürece dergimizde yayımlanacaktır; bundan kuşkunuz olmasın. Ancak gönderdiğiniz mektup ve şiirlerinizden edindiğim izlenimi aktarıp birkaç öneride bulunmak isterim: İsterseniz bu mektubunuzu, şiirlerinizi ve yanıtımı; dergide olduğu gibi yayımlayabilirim. (Onay alınmıştır)

Öncelikle dil sanatlarıyla uğraştığınıza göre iyi bir bilgisayar ve sosyal medya kullanıcısı olmalısınız. Özellikle word, exell gibi programları iyi kullanmalısınız. Sanat, teknoloji ve bilgi desteği gerektirir, şair de iyi bir kullanıcı olmak zorundadır. Bilgi ve deneyim ile akademik programlar dahil her tür eğitimi, görsel yayın yapan kanallardan alabilirsiniz. Kısaca söylemek gerekirse iyi bir okur-yazar ve kullanıcı olmalısınız.

Yazı ve şiirlerinizde eskimiş sözcükleri fazlaca kullanıyorsunuz. Bir genç olarak iyi şiir yazmak istiyorsanız ve şiirleriniz gelecekte de okunabilsin istiyorsanız, eskimiş sözcüklere yer vermemelisiniz. Daha yalın bir dil kullanmalısınız. Kullanımı daha yaygın ve yeni sözcükleri tercih etmelisiniz. 

Şiirin en önemli etkeni, yaşamı ve sanatı görme biçiminizdir. Sanat felsefesi, estetik bilimi, sanat sosyolojisi ve psikolojisi gibi konulara ağırlık vermelisiniz. Eğitim aldığınız bölüm bunların çoğunu kapsıyor zaten. Ayrıca şiir tekniği konusunda çok okumalısınız. Belirli şairleri değil elinize geçen her şiir kaynağını okumalısınız. Bilgiyi ve tekniği iyi kullanamıyorsanız şiir/sanatta başarılı yapıt üretemezsiniz. Üniversite kütüphanelerinde kaynak yeterince vardır; araştırmalısınız. Özellikle şiirlerinizi, tebliğ ve propaganda dilinden uzak tutmalısınız.

Şiirleriniz oldukça güzel; ancak geliştirilmesi gerekir, diye düşünüyorum. Derginin Nisan sayısında iki şiirinize yer vereceğim. Şiirlerinizde uyağa yoğunlaşıyorsunuz. Bunun yerine dili, daha açık ve algıyı tetikleyecek biçimde kullanmalısınız. En önemlisi, şiirdeki anlam ve anlatım üzerine yoğunlaşırsanız daha iyi olur kanısındayım.  Ayrıca, şiirlerinizde değişmece, değinmece, sapma, eğretileme ve alışılmadık bağdaştırma gibi şiir tekniklerine/söz sanatlarına yer verirseniz çok daha etkili şiirler yazabilirsiniz.

Yazdıklarım yalnızca öneridir. Bana göre sanatta bir başkasından etkilenmek, öykünmeye yakın duran bir kavramdır. Mektubunuzda etkilenmekten söz ettiğiniz için bu tümceyi kurdum. Ne olursa olsun kendi bilginize ve kendi dünya görüşünüze güvenmelisiniz. Bu güven, okumak ve araştırmakla kazanılabilir.

Şiir, zor bir sanattır; bütün sanatların ekseninde bir daldır. Yolculuğu zordur. Bu zorlu yolculuğa hoş geldiniz. Başarılar dilerim. Şiirle ve sevgiyle… Şiir Sarnıcı (e-dergi) adına Y.Özmen

 

Muhammed Safa Kaya

GAMSIZ

Ben bir denizciydim ve denizim de sendin

Sana her baktığımda sonsuzluğu düşünürdüm sakin ve dingin

Sonra fark ettim ki deniz dalgalı

Fırtınaya çarpmış gibi sallıyor sandalı

Denizin ortasına düştüm, dönüp kırılan sandalıma baktım…

 

Evet kadın bunu sen yaptın!

Denizin dalgalarıyla boğuşurken

Beni hortumun ortasında bıraktın

 

Şimdi sonsuz bir denizin ortasına kaldığıma değil de

Kırılan sandalıma yanarım

Elbet bir gün kıyıya da çıkarım; Canlı ya da cansız…

Ama hiçbir kıyıdan öteye gidemem sandalsız.

 

Gerekirse unuturum denizi de

Ama fırtınayı unutur muyum orası kararsız

Denizin suyu acı nerden bilsin bahtsız

Anladım artık yüzemeyeceğin denizde boğulmak anlamsız

 

Bir gün kıyıya vurursa sandalımın parçaları

Bir an müsaade ederse denizin dalgaları

Arkama bakmak anlamsız

Çeker giderim gerekirse olurum gamsız.

 

 

Muhammed Safa Kaya

AĞAÇLA MUHABBET

 

Ağaçla karşı karşıyayım, mevsim sonbahar

Soğuk bir gece, güzün ardında bekliyor kar

Siyaha bürünmüşken gökteki mavi bulutlar

Onun yaprağı dökülüyor, benim de gözümden yaşlar

 

Soruyorum ağaca: “İnsan neden mutsuz yaşar?”

Diyor ki ağaç: ‘’Çünkü yetinmez haddini aşar’’

Paylaşmayı bilse sofralar hem dolar hem de taşar

Onun yaprağı dökülüyor, benim de gözümden yaşlar





 






Nilüfer Açılan Yıldız



İbrahim Ağören


















Kaygususz Abdal 11. Şiir ve Öykü Yarışması





[1] Metin Soydeveli, Aşkgele, Ürün Yayınları, 1.Basım, Ankara, Mart 2016, s:10

[2] Metin Soydeveli, İnsana Gömülür Aşk, Etki Yayınları, 1. Basım, Nisan 2010.

[3] Metin Soydeveli, Helme, Mühür Kitaplığı, 1. Baskı, Şubat 2012.

[4] J.Lacan, Fallusun Anlamı, AFA Yayınları, Ekim 1994, s:23

[5] Metin Soydeveli, Aşkgele, Ürün Yayınları, 1.Basım, Ankara, Mart 2016, s:8

[6]  Metin Soydeveli, Aşkgele, Ürün Yayınları, 1.Basım, Ankara, Mart 2016 s:52

 

[7] Metin Soydeveli, Aşkgele, Ürün Yayınları, 1.Basım, Ankara, Mart 2016 s:8

[8] J.Lacan, A.g.e., s:23

[9] Şair şiirini yazarken okuru dikkate almaz” gibi delilsiz yargıyı bir kenara itmeliyiz öncelikle. Şiir; şair, okur ve yapıt üçgeninde bir değer olma ilkesine sahiptir; hiçbirini göz ardı edemeyiz.

[10] Daha açıklayıcı bilgiye ulaşmak için, İmgelem-İmge-İmgelem isimli e-kitaptaki “Dilsel Şiddet” ve Şiir Sanat Çözümlemesi isimli e-kitaptaki “Yazın ve Şiddet” başlıklı denemeleri okumanızı öneririm.

[11] Daha açıklayıcı bilgiye ulaşmak için, İmgelem-İmge-İmgelem isimli e-kitaptaki “Şiirsel Ezgi” denemesini okumanızı öneririm.



Şiir Sarnıcı Yaşar Özmen









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder