Şiir Sarnıcı (e-dergi) Nisan 2021 Sayı:8 Yaşar Özmen |
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Nisan 2021 Sayı:8 Yaşar Özmen Şiir Sarnıcı, Temsilciler |
Bilgi sunar ve
sayısal teknoloji olanaklarıyla küçük bir serüvendi Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın
yolculuğu. Sekizinci sayıya ulaştık; zaman çabuk geçiyor. Şiir ve yazınla
ilgisi olan hemen hemen herkese ulaşabilen bir dergiyiz ve dolaşım hızımız
oldukça yüksek. Yapıtlarıyla dergimizi onurlandıran tüm yazar-şair dostlarımıza
teşekkür ederiz. İleti trafiği ile blog sayaçlarından anlaşıldığı kadarıyla
önemli sayılacak bir okur oranına ulaştığımızı sevinçle görüyoruz. Yüz dört
dilde okunabilen ve bir tuşla bütün dünyada dolaşımda olan bir derginin kısa
sürede bu aşamaya gelmesi şaşırtıcı olmamalı…
Kaygımız,
sanat ve sanatın insan üzerindeki etkisini olumlamaktır. Kişisel, sosyal,
ekonomik ve ticari bir beklentimiz yoktur. Gelirimiz ve giderimiz de; emek
dışında. Temsilcilerimiz dahil emeği geçen herkes, gönüllüdür ve sanat kaygısı
dışında beklentileri yoktur… İşte bu
yüzden biz, tarafsız ve olabildiğince adil bir yaklaşımla dergiyi okura sunmaya
kararlıyız. Şiir Sarnıcı, hepimizin dergisidir. Ego denen ilkel duyguları
kovaladık ekip olarak bu ortamdan… Sen-ben, ben-sen değil; bir ülkenin insanı
olarak evrensel değerler ışığında yürümeye kararlıyız. Sizler de yolculuğumuza
eşlik edebilir, yapıtlarınızla katkı verebilir, dışarıdan destekleyebilir veya
izleyebilirsiniz.
Zor günlerden
geçiyoruz. Salgın ve ekonomik koşullar, insanımızı ciddi anlamda hırpalıyor.
Ayırdındayız. Bireysel olarak elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. En azından
insanımızın ruh sağlığını zinde tutmak için dergi olarak bizim de bir çabamız
var. Metin ve şiirlerle bu sorunu hafifletmeye çalışıyoruz. Yaşamak güzeldir;
yaşatmaksa daha mutluluk vericidir.
Şiir, sanat
mıdır diye sorabilen bir düşünce yapısına sahip şairlerin olduğu ülkede
yaşıyoruz. Türkçeye sızan ve yığma sözcüklerle şiir yazan şairlerin olduğu sosyolojik
gerçeği de biliyoruz. Öyle olunca bazı kavramların anlaşılma oranı, normal
karşılanmalı. Yazın, bir sanat alanıdır ve aynı zamanda bilim alanıdır. Bunu
kabul edip bu yönde araştırma ve geliştirmeye yönelmeliyiz. Geçmişten alınmış
ama üzerine hiçbir şey katılmamış bilgilerden arınmaya çalışıyoruz. Örneğin
“Şiirde anlam aranmaz” türü gibi altı doldurulamayan söylemlerden…
Sözcük ve
tümceler, okurun algı dünyası oranında anlam kazanırlar. Şimdilik biz
söyleyelim de gelecekte nasıl algılanırsa o şekilde anlaşılsın… Sanata, sanat
biliminin gözünden bakmayı sürdüreceğiz. Kalıplaşmış ve klişeleşmiş söylem ve
öyküleri olabildiğince yıkmaya çalışıyoruz.
Dergimizde
gönüllü görev almak isteyen yazar ve şairlerimizi, yurt dışı ve yurt içi dergi
temsilcisi olarak bekliyoruz. Dergi temsilciliğine ilişkin açıklama, aşağıdaki bağlantıdadır.
https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/2020/01/siir-sarnici-e-derginin-ulke-ve-il.html
Şiir Sarnıcı
(e-dergi), sanat felsefesinin gerektirdiği nitelikte yayın ortamı sunmak ve sanata
katkıda bulunmak için yola çıkmıştır. İşte insanlığın ve sanatseverlerin
buluşabileceği sensiz ve bensiz bir yayın ortamı. Katkı ve önerilerinizi
bekliyoruz…
Sayfa tasarımı gereği, bazı sayfalarda fotoğraflara yer verdik;
bundan sonra da yer vereceğiz. Estetik değer taşıyan fotoğraf, konuyla ilgili
veya tablo fotoğraflarınızı sayfalarımızda yayımlayacağız.
Sağlıklı ve mutlu
günler dileriz. İyi okumalar…
Not: Dergimizde yer alacak yapıtlardaki alıntıların, tırnak içine alınması ve dipnotla sayfa altında açıklama yapılması yazar sorumluluğudur. İntihal; çağdaş toplumlarda çok ciddi bir suçtur. Editör gözünden kaçma olasılığı vardır. Dergimizi bilinçli ya da bilinçsiz bu duruma konu etmemek yazar sorumluluğudur.
HİDAYET KARAKUŞ İLE “ÇOCUK YAZINI” KONULU
SÖYLEŞİ
Şiir Sarnıcı
Şiir Sarnıcı:
Öğretmenim, Şiir Sarnıcı (e-dergi) olarak, Türk Yazını Geleceğe Nasıl
Hazırlanmalıdır, konulu söyleşimizin bu bölümünü çocuk yazınına ayırdık.
Sizinle çocuk yazınına ilişkin bir söyleşi yapmak istiyoruz. Maksadımız, Türk
yazınının geleceğine yönelik belirli konuları ortaya çıkarabilmek; genç yazar
ve şairlerin önüne deneyimsel bilgi koyabilmektir.
Çocuk yazını, özel dikkat gerektiren
bir alandır. Çocuklarımız geleceğimizdir. Onların temiz bilgiyle donatılması ve
geleceğe hazırlanması, aile ve eğitimcilerin işidir. Bir anlamda hepimizin
sorumluluğudur. Toplum yaşamını düzenli ve tutarlı bir şekilde sürdürmek,
geleceğe güvenle bakmak; çocuklarımızın eğitimi ve yaşama hazırlık derecesine
bağlıdır. Bu yüzden, çocuklara doğru zamanda doğru bilginin aktarılması,
bilgili ve bilinçli olmayı gerektirir. Konuyla ilgili uzun zaman emek harcadınız
ve deneyimlisiniz. Aile, yazar ve eğitimcilerin yararlanması için; bilgi,
deneyim ve öngörünüzü, bizimle paylaşır mısınız?
Şiir Sarnıcı: Öğretmenim, yaşam
öykünüzden kısaca söz etmek ister misiniz?
Hidayet Karakuş: Eylül 1946’da Yalvaç’ın Kurusarı
köyünde doğdum. Köyde ilkokulu bitirdikten sonra 1964’te Isparta Gönen
İlköğretmen Okulu’nu, 1966’da Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nü
bitirdim.
Adana’da,
Manisa’da, İzmir’de Türkçe öğretmenliği yaptım. İlk şiirlerim, okul gazetesiyle
Isparta gazetelerinde çıktı. Daha sonra pek çok edebiyat dergisinde yayımlandı.
Cumhuriyet gazetesinde öyküm, söyleşim, yazılarım çıktı.
Şiir
ve romanlarımda toplumcu gerçekçi bir anlayışla insanı temel aldım. Yaşamın kendini
heyecanlandıran konularını yalın bir dille, ince, derin bir duyarlıkla yazmaya
çalıştım.
Şiir Sarnıcı: Çocuk yazını konusunda
çalışmalarınız ve kitaplarınız hakkında bilgi verir misiniz?
Hidayet
Karakuş: Çocuk yazını ülkemizde özellikle
UNESCO’nun 1979’u Çocuk Yılı ilan etmesiyle yoğunluk kazandı. Daha öncesinde
Kemalettin Tuğcu okunuyordu çokça. Okullara da Tuğcu’nun kitapları pek
sokulmuyordu. Yine Talim Terbiye Kurulu onu salık veriyordu. Bence okuma
kültürüne çok önemli katkılar yapan bir yazardı Tuğcu.
O yıl Ankara Belediye Başkanı Vedat
Dalokay, ülkemizin önde gelen yazarlarına birer çocuk kitabı yazdırıp 23 Nisan
Ulusal Egemenlik Bayramı’nda binlerce kitap dağıtmak istedi. Kâğıt sıkıntısı
vardı ülkemizde. Vedat Dalokay, atık kâğıt toplayarak SEKA’dan aldığı
kâğıtlarla o kitapları bastırdı.
1979 yılında ben Sıska Balıkçı’yı
yazdım. Çocuk kitabı olarak. Benden böyle bir şey istenmemişti ama aklımda bir
konu vardı. Onu masalsı bir roman olarak yazdım. Can Dede’nin Eşeği, Küçük
Yeşil Tırtıl, Atatürk Bizi Seviyor, Atasözlerine Öyküler gibi toplam 30 kadar
çocuk kitabı yayımlandım.
1997’de Ankara Üniversitesi Türkçe
Öğretim Merkezi’nce yapılan bir sormacada en başarılı on çocuk kitabı
yazarından biri seçilerek Altın Kalem Ödülüne uygun görüldüm.
Bilgisayara Giren Tırtıl adlı çocuk
kitabı Hollandacaya çevrilmiştir. 2003 İzmir Türkçe Günleri’nde Türkçeye Emek
Ödüllerin’nde Özel Ödül, Karşıyaka Belediyesi’nce 2004’te Homeros Şiir Emek
Ödülü, 2015’te Homeros Edebiyat Ödülleri’nde Onur Ödülü verildi.
Şiir Sarnıcı: Hem bir eğitimci olarak
hem uzun süre bu konuya emek vermiş bir yazar olarak çocuk yazını hakkında
neler söylemek istersiniz? Çocuk yazını konusunda; genç yazara ne önerirsiniz?
Hidayet
Karakuş: Çocuk yazını başlangıçta çok
tartışıldı. Kimi yazarlar ayrıca bir çocuk yazını yoktur, derken kimileri de
çocuk yazını özen ister, özellikle olmalıdır, diyorlardı. Sonuçta 1980’den
sonra Türk Çocuk Yazını oldukça gelişti. Pek çok yazar çıktı.
Bu konuda Muzaffer İzgü, Aziz Nesin,
Çetin Öner, Mavisel Yener, Hüseyin Yurttaş, Fatih Erdoğan, Aytül Akal, İncila
Çalışkan… gibi pek çok yazar çocuk yazını alanında ürün verdiler.
Özellikle Muzaffer İzgü’nün “Çocuk
okuru olmayan toplumun büyük okuru yoktur” sözü pek çok yazara ilke oldu.
Çocuğun düş gücünü geliştirmeli.
Sorunların çözümünde araştırıcı, sorgulayıcı olmalı.
Şiir Sarnıcı: Çocukların okuyacağı
kitaplar, genellikle öğretmenleri tarafından önerilmektedir. Aileleri de bu
kitapları ne yapıp edip almak zorunda kalıyorlar. Ayrıca bu işin bir de ticari yönü vardır.
Çocuklarımızın sağlıklı ve daha yararlı kitapları okuyabilmeleri için
öğretmelerimize ve ailelere bu yayınlar hakkında neler söylemek istersiniz?
Hidayet
Karakuş: Öğretmenlerimiz de, anne babalar da
çocuk kitabını okuyarak salık vermeliler. Okumadıkları kitabı çocuğa
önermemeliler. Dahası okuduklarını çocukla paylaşarak dikkatini kitabın
içeriğine çekmeliler. Kitap okumada örnek olmalılar.
Şiir Sarnıcı: Teknoloji, çocukların
düşünce biçimleri ve dünyaya bakış açıları; sürekli güncelleniyor. Bunların
karşısında çocuk yazını da kendini güncellemelidir. Çocukları geleceğe
hazırlamak için, çocuk yazınında nasıl bir değişim olmasını bekliyorsunuz? Veya
bu konunun uzmanı olarak gelecek öngörünüz nedir? Ne önerirsiniz?
Hidayet
Karakuş: Çocuk yazınının teknolojiyle ilişkisi
çok gelişti. Pek çok yazar öykülerinde, romanlarında, şiirlerinde yeni
gelişmelerin olanaklarından yararlanıyor. Bu kitaplar teknolojinin bilinçli
kullanılması konusunda da bir öneri niteliğindedir.
Gelecekte teknolojiye teslim olmuş
kuşaklar değil teknolojiyi insanlık için bilinçli kullanan kuşaklar gelecektir.
Bugün bazı yozluklar varsa da bunlar zamanla elenecektir. Buna bağlı olarak da
yeni, güçlü, özgün yazarlar çıkacaktır.
Şiir Sarnıcı: Bu
söyleşide, Türk yazını geleceğe taşıyacak çok değerli bilgiler aktardınız
öğretmenim. Şiir Sarnıcı ve dergi gönüllü temsilcileri adına çok teşekkür ederim.
Ecem Karahan
ÖZLEM
Gece çöktüğü anda
Hapsediyorum gözlerimi
Bilinmezdeki uzağa…
Buluyorum kendimi
En derin
En kuytu
En gizli zamanda…
Bir ses dokunuyor ruhuma
Haykırmak istiyorum;
O soluksuz zamanda…
Coşkudan
Heyecandan
Dil tutsak oluyor aşkınla…
Bile bile yanıyor
Yavaşça eriyor bedenim
Dinmeyen yaramda…
Öyle hasretim bilsen
Kayboluyorum varlığında…
Orhan Boztaş
GÖNLÜME YAT BU GECE
Limanı yanan şehirdin
Bir balık denizi özler gibi
Karaya çarptım gözlerimin
tuzunu
Parçaladım kendimi
Yağmurda ıslaktım
Bak şimdi sana bir bulut
aldım
Boynuna sardım kollarımı
Birkaç gezegen içinde
Gözüm kapalı sevdim...
Yıldım vaktinden önce batmayı
Yıldız düşüydün kayıp giden
Kalbimle konuştum adam gibi
Dinletemedim...
Görmüyorum yine
Hayallerimde koşan kehribarı
Gemiler alacaktım
Göğsünde diz çöken kalbimle
battım
Öpmeye saçlarına düşen
yıldızdan başlasam
Mavi çizilir dudağının
haritası
İçinde balıklar gülümser
Ben ağlarmışım meğer
Ey bu dağın denizi
Ağlayan bir nehir gibi geçen
içimde
Kar düştü yollara
İskelede demirlemedim seni
Nasıl batıyorsun gönlüme bu
gece
Yaralı ceylan kalbime demir
at
Dağlara gel...
Dağlar saklamazsa gönlüme yat
bu gece
F.Kadri Gül
KANIKSANAN
Paslı çivileri kötü
zihniyetin
bilinçaltımızı tatanoz ediyor
Molozlara dönüyoruz bu yüzden
olmayacak düşler kuruyoruz
Kırmızı göçebe arabasında
akşamın
üzüm gözler şarabı kanıksamış
EMEL YELKENCİ SARAL İLE “ÇOCUK YAZINI” KONULU
SÖYLEŞİ
Şiir Sarnıcı
Şiir
Sarnıcı: Öğretmenim, Şiir Sarnıcı (e-dergi)
olarak, Türk Yazını Geleceğe Nasıl Hazırlanmalıdır, konulu söyleşimizin
bu bölümünü çocuk yazınına ayırdık. Sizinle çocuk yazınına ilişkin bir söyleşi
yapmak istiyoruz. Maksadımız, Türk yazınının geleceğine yönelik belirli
konuları ortaya çıkarabilmek; genç yazar ve şairlerin önüne deneyimsel bilgi
koyabilmektir.
Çocuk
yazını, özel dikkat gerektirir bir alandır. Çocuklarımız geleceğimizdir.
Onların temiz bilgiyle donatılması ve geleceğe hazırlanması, aile ve
eğitimcilerin işidir. Bir anlamda hepimizin sorumluluğudur. Toplum yaşamını
düzenli ve tutarlı bir şekilde sürdürmek, geleceğe güvenle bakmak,
çocuklarımızın eğitimi ve yaşama hazırlık derecesine bağlıdır. Bu yüzden,
çocuklara doğru zamanda doğru bilginin aktarılması, bilgili ve bilinçli olmayı
gerektirir. Konuyla ilgili uzun zaman emek harcadınız ve deneyimlisiniz. Aile,
yazar ve eğitimcilerin yararlanması için bilgi, deneyim ve öngörünüzü bizimle
paylaşır mısınız?
Şiir
Sarnıcı: Öğretmenim, yaşam öykünüzden kısaca söz etmek ister misiniz?
Emel YELKENCİ SARAL:
1957 yılında Bartın’ın Amasra ilçesine bağlı Çakraz köyünde dünyaya geldim.
Çakraz deyince içimi bir güzellik, bir sevinç kaplar. Dudaklarımda bir tebessüm
belirir. İnsanın doğduğu yeri sevmesi, özlemesi ne güzel bir duygudur.
Annem
ve babam, köyün öğretmenleriydi. Onlar da Çakrazlı… Köyün orta yerinde, geniş
bir alana kurulu okul ve lojmanda yaşardık. Yaşardık, diyorum; okul da evimiz gibiydi.
Temizliğini bakımını hep birlikte yapardık. İlkokul öğrenimimi bu okulda
tamamladım.
Ortaokul
ve lise öğrenimimi Bartın’da tamamladıktan sonra 1975 yılında Trabzon Fatih
Eğitim Enstitüsü Türkçe Öğretmenliği Bölümü’nde okumaya hak kazandım. Sonrası Anadolu’nun birçok yerinde Türkçe
öğretmenliği… Severek yaptım mesleğimi, öğrencilerimi sevdim, dilimizi sevdim.
Millî
Eğitim Bakanlığının çeşitli kademelerinde yöneticilik yaptım. Bu kademeler
içinde yetişkin eğitimi yapan kurumlar da vardı. Sosyoekonomik ve sosyokültürel
yönden dezavantajlı ailelerin, çocuk eğitimi ve gelişimi konusunda eğitilmesinden
sorumlu olarak çalıştım.
2000
yılında emekli olduktan sonra yayınevlerinde çalışmaya başladım. Ders kitabı yazımı, dil uzmanlığı, editörlük,
yayın koordinatörlüğü gibi işler yaptım. Bu süreçte çocuk kitaplarıyla yakından
ilgilendim. Okudum, araştırdım, edebî metinler üzerinde çalıştım. Böylece
meslek yaşamımda yeni bir kapı açıldı. Çocuk kitapları yazmak…
Yazma
hevesim çocukluğumdan beri vardı. Hep notlar alırdım. Ortaokul-lise yıllarımda
şiir ve öykü yazmışlığım var. Ama açık söyleyeyim, bu konuda hiç
desteklenmedim. Hatta kösteklendim. Yetmişli yılların siyasi yapısı, yazdıklarımdan
dolayı etiketledi beni. Bu etiketlenme öğrencilik ve meslek yaşamım boyunda
üstümde kaldı.
Şimdi
Ankara’da yaşıyorum. Özel bir okulda müdürlük görevini yürütüyorum. Yine
çocuklarla ve öğretmenlerle birlikteyim. Bu, yeni bir kan benim için.
Kısaca
derken uzunca söz ettim galiba yaşam öykümden. Ama bir yazarın yazdıklarını
anlamak için yaşamını bilmek işe yarıyor.
Şiir
Sarnıcı: Çocuk yazını konusunda çalışmalarınız ve kitaplarınız hakkında bilgi
verir misiniz?
Emel YELKENCİ SARAL:
Bundan dört yıl önce beni tanıyan, özelliklerimi bilen bir yayınevi, okumayı
yeni öğrenen çocuklar için öykü kitapları yazmamı istedi benden. Çocuk
kitapları yazma serüvenim böyle başladı. “Erinç Bizimle” serisinde 10, “Benim
Öykülerim” serisinde 5 olmak üzere basılı 15 adet çocuk kitabım var. Bunlar
dışında henüz yayımlanmamış 3-6 yaş dönemine yönelik sekiz adet öyküm
bulunmakta. Şu sıralar sekiz yaş üstü bir çocuk romanı üzerinde çalışmaktayım.
Şunu
söyleyeyim ki çocuklar için yazmak beni mutlu ediyor. Neden, diye düşündüm:
Sanırım biraz da çocuk oluyorum bu süreçte, çocukluğuma dönüyorum, çocuklarla
birlikte oluyorum. Bu, beni yenileyici bir duygu.
Kitaplarımın
temalarını doğa sevgisi, çocuk ve oyun, doğal malzemelerden oyuncak yapımı,
Atatürk sevgisi, aile birliği, farklılıklara saygı, dayanışma, kültürel
değerler, bilim kurgu gibi içerikler oluşturuyor. Kitaplarımı yazarken
çocuklara cinsiyet rolleri vermemeye, cinsiyet ayrımcılığı yapmamaya özen
gösterdim. Örneğin, “Yeleği Keselim mi?” öyküsünde erkek çocuk örgü örmeye ilgi
duyabiliyor. Ailesi bu ilgisini destekliyor. Kahramanlarımda erkek ya da kadın
baskın değildir. Bir de kitaplarımın eğlenceli olmasına özen gösterdim.
Şiir
Sarnıcı: Hem bir eğitimci olarak hem uzun süre bu konuya emek vermiş bir yazar
olarak çocuk yazını hakkında neler söylemek istersiniz? Çocuk yazını konusunda
genç yazara ne önerirsiniz?
Emel YELKENCİ SARAL:
Çocuk yazını, yazın dünyası içinde daha bir önem arz ediyor. Çünkü çocuklar
dinlediklerinden, okuduklarından daha çok etkilenmeye açıktır. Henüz kendi
süzgeçleri oluşmamıştır. Çocuk kitaplarının özellikleri neler olmalıdır, diye
düşününce akla birçok şey geliyor. İçerik özellikleri, biçim özellikleri… Yaş
grubuna göre cümle sayısı, cümledeki sözcük sayısı, sözcüklerin anlam özelliği,
görsellerin niteliği, metin görsel uyumu, ideolojik yönlendirme ve
önyargılardan uzak olması, mizah duygusuna yer verilmesi vb. Bunları uzun uzun
anlatmayacağım. Çocuk yazınıyla ilgilenen bir kişinin bunları bilmesi
gerekiyor. Araştırır, düşünür bulur. Benim çocuk yazınında genç yazarlara
önerim, çocuk gelişimi ve eğitimi konusunda donanımlı olmaları ve çocukları iyi
tanımaları. Yazmak birikim işidir. “Dervişin fikri neyse zikri odur.” diye bir
söz vardır. Nasıl düşünürseniz dilinize, kaleminize o gelir. Yazarın bilimsel,
oturmuş bir düşünce yapısı olması gerekir. Ayrıca ülkemiz ve dünya basınından örnekleri
okumak, incelemek; bunlara eleştirel bakmak çok önemlidir.
Şiir
Sarnıcı: Çocukların okuyacağı kitaplar, genellikle öğretmenleri tarafından
önerilmektedir. Aileleri de bu kitapları ne yapıp edip almak zorunda kalıyor.
Ayrıca bu işin bir de ticari yönü var. Çocuklarımızın sağlıklı ve daha yararlı
kitapları okuyabilmeleri için öğretmenlerimize ve ailelere bu yayınlar hakkında
neler söylemek istersiniz?
Emel YELKENCİ SARAL:
Öncelikle, çocuğa önerilen kitabı öğretmen okumuş olmalıdır. Kitap hakkında fikir
sahibi olmadan onun doğrudan çocuğa okutulması yanlıştır. Çünkü içinde eğitsel
olmayan ögeler olabilir. Okuma sevgisi ve okuma zevki bu yaşta başlıyor. Bu
nedenle çocuğa iyi örnekler sunulmalıdır. Ayrıca, anne babaların da çocuk kitapları
okumaları gerekir. Bunun iki ayrı önemi var. Birincisi zararlı içeriklerin
süzülmesi, ikincisi çocukla birlikte etkileşimli okuma yapılması. Yani anne
baba, çocuğa okunan kitapla ilgili soru sorabilir, çocuktan soru sormasını
isteyebilir. Birlikte karakterler ve olay üzerinde yorum yapabilirler vb.
Sınıfça
aynı kitabın okunarak üzerinde çalışılmasını da çok önemsiyorum. Türkçe dersi
edebî metinler aracılığıyla işlenir. Ortak okunan kitap üzerinden okuma anlama,
tür, dil bilgisi, konuşma ve yazma çalışmaları yapılabilir. Tabi çocukların
bağımsız okumaları da gerekir. Onlardan okudukları kitabı tanıtmaları
istenebilir. Bunun için çalışma kâğıtları hazırlanabilir. Beğendikleri kitabı
gerekçeleriyle birlikte arkadaşlarına önermeleri sağlanabilir.
Öğrencilere
okutulacak kitap seçiminde ticari amaç güdülmesi etik değildir. Bu tür kaygılar
varsa kitap seçimi yapılırken Okul Aile Birliği gibi organlar işlev görebilir.
Şiir
Sarnıcı: Teknoloji, çocukların düşünce biçimleri ve dünyaya bakış açıları
sürekli güncelleniyor. Bunların karşısında çocuk yazını da kendini
güncellemelidir. Çocukları geleceğe hazırlamak için çocuk yazınında nasıl bir
değişim olmasını bekliyorsunuz? Veya bu konunun uzmanı olarak gelecek öngörünüz
nedir? Ne önerirsiniz?
Emel YELKENCİ SARAL:
Çocuk kitaplarında bilim kurgu türünü önemsiyorum. Çocukların çağdaş bilim
verileriyle düş gücünün geliştirilmesi önemli. Hayal olmadan gerçek olmaz
düşüncesindeyim. Çocuklarımızın hayal gücünü geliştirmeliyiz. Hayal gücü zengin
çocuklar yetiştirmeliyiz ancak hayalperest değil. Bu ikisi arasındaki ayrım
önemli.
Fantastik
kitaplara gelince… Bana yakın değil. Okumaya da ilgi duymuyorum, yazmaya da…
Ama kestirip atmak da istemiyorum. Zararlıdır ya da yararlıdır diyecek bir
birikime sahip değilim bu konuda. Sadece ilgimi çekmiyor.
Şunu
da söylemek isterim ki çocukların ilgisini çekiyor diye, okusunlar da ne
okurlarsa okusunlar diyemeyeceğim. Aykırı konular çocukların ilgisini çekebiliyor.
Küfürlü ya da aile ve toplum kurallarına aykırı konular… Bu durumda çocuğun eleştirel
okuma yapabilecek olgunluğa sahip olması gerekir. Anne babalar, öğretmenler
onlara rehberlik etmelidir. Yasak koyarak değil, eleştirel okuma yaparak bu
sorun çözülebilir.
Şiir
Sarnıcı: Bu söyleşide, Türk yazınını geleceğe
taşıyacak çok değerli bilgiler aktardınız öğretmenim. Şiir Sarnıcı ve dergi
gönüllü temsilcileri adına çok teşekkür ederiz.
Emel YELKENCİ SARAL:
Ben teşekkür ederim, bana bu fırsatı verdiğiniz için. Çocuk yazını üzerinde
yeniden düşünmemi sağladınız. Çocuklarımız için en güzeli olsun. Onların
düşünce ve duygu dünyasının gelişmesine bir parça katkım olmuşsa ne mutlu bana.
Şükran Torun
BELKİ
Belki bir akşam saatiydi
Belki karanlıktı sabah
Gözlerim hayli aç varlığına
Çok eskidi avucumdaki
elin
Belki de hiç değmedi yüreğin
Lakin
Fotoğrafınla nice kışlar
geçirdik sobanın yanında
Ben odun attıkça kızardı
ateşin yüzü
Nar çiçeği koklardık
bahçeden
Bir tabureye sığardık
Kahvemizin şeker ayarı aynı
Belki mevsim yaz
Aylardan şubattı bilemedim
Öyle bunaldım ki terimde
boğuldu bedenim
Bu yıl birkaç ak düştü saçına
Ve biraz kırıştı gıdının altı
Geçenlerde huysuzdun hiç
yoktan küstün
Belki bir akşam saatiydi
Belki karanlıktı sabah
Gözlerim hayli aç varlığına
Çok eskidi avucumdaki
elin
Belki de hiç değmedi yüreğin
OYA USLU İLE “ÇOCUK YAZINI” KONULU
SÖYLEŞİ
Şiir Sarnıcı
Şiir Sarnıcı:
Şiir Sarnıcı (e-dergi) olarak, Türk Yazını Geleceğe Nasıl Hazırlanmalıdır,
konulu söyleşimizin bu bölümünü çocuk yazınına ayırdık. Sizinle çocuk yazınına
ilişkin bir söyleşi yapmak istiyoruz. Maksadımız, Türk yazınının geleceğine
yönelik belirli konuları ortaya çıkarabilmek; genç yazar ve şairlerin önüne
deneyimsel bilgi koyabilmektir.
Çocuk yazını, özel dikkat gerektiren
bir alandır. Çocuklarımız geleceğimizdir. Onların temiz bilgiyle donatılması ve
geleceğe hazırlanması, aile ve eğitimcilerin işidir. Bir anlamda hepimizin
sorumluluğudur. Toplum yaşamını düzenli ve tutarlı bir şekilde sürdürmek,
geleceğe güvenle bakmak; çocuklarımızın eğitimi ve yaşama hazırlık derecesine
bağlıdır. Bu yüzden, çocuklara doğru zamanda doğru bilginin aktarılması,
bilgili ve bilinçli olmayı gerektirir. Konuyla ilgili uzun zaman emek harcadınız
ve deneyimlisiniz. Aile, yazar ve eğitimcilerin yararlanması için; bilgi,
deneyim ve öngörünüzü, bizimle paylaşır mısınız?
Şiir Sarnıcı: Oya Hanım, yaşam öykünüzden
kısaca söz etmek ister misiniz?
Oya Uslu: İzmir merkez
ilçe Konak’ta doğdum. Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi ikinci sınıfından ayrıldım. Bir tekstil fabrikasında, çevre
dergisinde, bilgisayar firmasında çalıştım. Özel bir radyoda çocuk programı
yaptım.
Yazmaya ilkokulu bitirdiğim yıl başladım. Kitaplarım
iki bin yılından beri yayınlanıyor. Bir öyküm Menemen Seyrek Belediyesi Kadın
Öyküleri yarışması övgü ödülüne, bir öyküm DİSK Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri
ikinciliğine, bir çocuk kitabım da Mevlüt Kaplan Edebiyat Ödülü üçüncülüğüne
seçildi.
Martı Çocuk Yazını, Egeli Kadın Yazarlar Grubu, Zikzak
Eksi 18 Öğretmen Kulübü üyesiyim.
Öykü, roman, çocuk edebiyatı dalında yayınlanmış on
yedi eserim bulunuyor. Basıma hazır üç dosyam daha var.
Şiir Sarnıcı: Çocuk yazını konusunda
çalışmalarınız ve kitaplarınız hakkında bilgi verir misiniz?
Oya Uslu: Üyesi olduğum
Martı Çocuk Yazın Grubu ve Eksi 18 Öğretmen Kulübü içinde, yazar ve eğitmen
arkadaşlarla birlikte çalışma yürütüyorum. Çocuk yazınına uzun zamandır emek
veren sevgili ablamız Nevzat Süer Sezgin eşliğinde atölye çalışmaları yapıyor,
bazen de ortak kitaplar çıkartıyoruz. Kişisel olarak, çocuklara yazmak isteyen
arkadaşlarımın da bu alanda gelişmesi için çaba sarf ediyorum.
Bunun yanı sıra, Eksi 18 Grubu içinde çocuk ve gençlik
edebiyatı alanında söyleşiler yapıyoruz. Ben yürütücü değil, katılımcıyım.
Şimdi de Kıpırtı adlı bir dergi çıkartılıyor; orada zaman zaman yazmayı
planlıyorum.
Şiir Sarnıcı: Uzun süre bu konuya emek
vermiş bir yazar olarak çocuk yazını hakkında neler söylemek istersiniz? Çocuk
yazını konusunda; genç yazara ne önerirsiniz?
Oya Uslu: Son
yıllarda çocuk yazının geliştiğini düşünüyorum. Giderek ‘çocuğa görelik’
kavramı değer kazanıyor. Aslında çocuğa her şey yazılabilir, konu sınırlaması
gerekmez; çünkü onlar bizimle aynı dünyada yaşıyor. Hiçbirini cam fanus içinde
büyütmemiz mümkün değil. Özellikle aile ve okul yaşamından çok etkileniyorlar.
Doğumu da görüyorlar, ölümü de. Bazısı sevecen bir ailede yaşıyor, bazısı
şiddet görüyor. Depremden etkilenen de var; yoksulluktan, göçten, anne baba
ayrılığından etkilenen de. Hatta taciz görenler bile var. Bunları yazarken doz
önemli… Umudu diri tutmak önemli… Ne mış gibi yapmak ne de yetişkine yazıldığı
gibi ağır anlatım sergilemek doğru değil. Çocuk, doğrudan yazılmayan hatta
yazarın düşünmediği bir şeyden kendine göre anlam çıkartabilir. Bu yüzden yazar
sözünün nereye gittiğini doğru hesaplamalıdır. Çocuğun dünyasını anlamak,
yansıtmak önemli… En ağır konular bile hayallerle, rüyalarla, fantastik
kavramlarla süslenirse çocuk için çekici olabilir. Bu temelde çocuk
psikolojisinden anlamak bu edebiyat dalının olmazsa olmaz koşuludur. Onlarda
farkındalık oluşturmak, kalp kırıklıklarını onarmaya çalışmak, olumlu değerleri
kazandırmak, duygu ve düşünce dünyasını zenginleştirmek, eğlendirmek iyi bir
çocuk edebiyatının gereğidir.
Ülkemizdeki çocuk
edebiyatını üç kategoride ele alıyorum.
Birincisi dinci
akım: Bu tip yayınlar
kısaca çocuğun özgür düşünmesini engelliyor, cinsiyet ayrımcılığı yapıyor,
çocukların hayal, merak, araştırma, sorgulama, gerektiğinde karşı gelme gibi
doğalarında var olan duygu ve düşüncelerini törpülüyor, hayata bakış açılarını
kısırlaştırıyor, onları edilgen bireyler haline getiriyor.
İkincisi
modernist akım: Bu tipte
yazanlar genellikle çocuğun duygu ve düşüncelerini anlayan, onu yüreklendiren,
hayallerini besleyen neşeli ve esprili eserler üretiliyorlar. İçlerinde çok
iyileri de var. Daha çok kentli çocuğun sorunlarını işliyorlar. Ama sınıfsal
bakmadıkları için sorunun kaynağına inemiyorlar. Diğer yandan başarıyı
gereğinden fazla önemsiyorlar. Bazısı tüketimi körüklüyor, bazısı milliyetçi,
bazısı da bencil çocuk yetişmesine sebep oluyor.
Üçüncüsü ise
toplumcu gerçekçi olan: Bunlar çocuğun
ve toplumun sorunlarını işliyor, benim üstte sözünü ettiğim duyarlıkları
geliştirmeye çalışıyorlar. Ancak genellikle çocukların duygu ve düşünce
dünyasına giremiyorlar. Sıkıcı ve didaktik yazıyorlar. Bence modernistlerin ve
toplumcu gerçekçilerin birbirinden öğrenecekleri şeyler var.
Çocuklar için
yazmak isteyen kişi, öncelikle içinde bir çocuğun yaşayıp yaşamadığını
sorgulamalıdır. Çünkü o gözle bakmayan
biri, kolay kolay çocuğun dünyasına giremez. Dünyayı sevmeyen de başarılı
olamaz. İnsanları, çiçeği, böceği, kurdu, kuşu, taşı, toprağı sevmeyenin,
saymayanın harcı değildir çocuklara yazmak. Hayata güler yüzlü bakmak gerekir
bunun için. Hatta şarkı, türkü söylemek ya da dinlemek gerekir. Karamsar,
umutsuz birine göre değildir bu alan. Araştırmayanın, sorgulamayanın, merak
etmeyenin, empati geliştirmeyenin, düş kurmayanın, hiçbir şeyden rahatsız
olmayanın, mücadele etmeyenin de. Olaylara evrensel bakmak ve yaratıcı olmak
gerekir. Günümüz çocuğunu sürekli gözlemlemek, nelerden hoşlanıp hoşlanmadığını
bilmek önemlidir. Ülkemiz ve dünya edebiyatını takip etmek, geçmişte neler
yazıldığına bakmak geliştiricidir. Sanatın diğer alanlarıyla ilgilenmek de. En
önemlisi yazar, psikoloji, felsefe ve sosyoloji bilmelidir. Çünkü çocuk yazını
sanıldığının aksine ağır bir alandır. Hata kaldırmaz, sorumluluğu büyüktür.
Aslında her yazarın dünyaya bakış açısı vardır ve yazdıklarında bunu yansıtır.
Ama yazar felsefesini, sosyolojik tahlilini doğrudan söylemeyip alt metne
yerleştirdiğinde başarılı olur.
Bu temelde yazar
çocuğu ciddiye almalı, yaşı küçük olduğu için kendisinin aktarmak istediğini
anlayamayacağını düşünmemelidir. Eğer uygun bir dil kullanır, iyi kurgu yapar,
onun yaş aralığına göre dünyasına girerse çocuğun anlayamayacağı hiçbir şey
yoktur. Diğer yandan yazar didaktiklikten kaçınmalı, söylemek istediğini eserin
akışı içinde çocuğa hissettirmeli, onun dünyasında yeni kapılar açmalıdır.
Çocuğun zaten zengin olan hayallerini beslemeli, ufkunu genişletmelidir. Ayrıca
yazarlar çocuk edebiyatını geliştiren kitapları incelemeli ve mutlaka Türkçe’yi
iyi kullanmalıdırlar.
Şiir Sarnıcı: Çocukların okuyacağı
kitaplar, genellikle öğretmenleri tarafından önerilmektedir. Aileleri de bu
kitapları ne yapıp edip almak zorunda kalıyorlar. Ayrıca bu işin bir de ticari yönü vardır.
Çocuklarımızın sağlıklı ve daha yararlı kitapları okuyabilmeleri için
öğretmelerimize ve ailelere bu yayınlar hakkında neler söylemek istersiniz?
Oya Uslu: Çocuklar
için yazılmış kitapları okuyup değerlendiren öğretmen de veli de az
aslında. Bu yüzden çoğunluk işin kolayına kaçıyor; ya bazı yayınevlerinin
kitaplarını takip ediyor ya da Milli Eğitim’in önerdiği Yüz Temel Eser’i
çocuklara okutuyor. Bu konuyu çok önemseyen titiz yayınevleri var elbette;
ilgiyi, güveni hak ediyorlar genellikle. Ama tüm eserleri güzel mi derseniz,
kuşkuluyum. Ayrıca o kadar çok yazar ve yayınevi var ki bunların da eserlerinin
görmezlikten gelinmesi sakıncalı. Çünkü kitaplar genellikle öğretmenin, velinin
beğenisine göre yazılıyor. Oysa kalıpların dışına çıkmak edebiyatımızı
geliştirir. Çoğu zaman veliler eleştirel bir gözle okumadıkları kitapları
çocuklarına alıyorlar. ‘Çocuğuma aldığım kitap yaşına uygun mu? Onun ilgi
alanına giriyor mu? Konunun anlatım biçimi onun seveceği biçimde mi?’ gibi
soruları ve yanıtlarını düşünmeden çocukları okumaya zorluyorlar. Pek çok evde
anne baba kitap okuyan bir model olamıyor. Çocuklar televizyon seyreden, cep
telefonuyla ilgilenen anne babaları model alıyor. Öğretmenler ise edebi eserleri
okumayı ödev olarak veriyorlar. Çocuk, kitabın özetini internetten bulup
yazıyor ve not alıyor. Bu da onların edebiyattan haz almasını engelliyor.
Çocukların; şiir, öykü, masal veya roman sevmesi için evde ve okuldaki
yetişkinlerin etkileşimli okuma çalışmaları yapmaları ve model olmaları
gerekiyor. Bence kitaplar okunduktan sonra değerlendirilmeli; kalpte bıraktığı
duygu, düşünsel eğilim çocukla konuşulmalı. Ayrıca çocuğun haz aldığı bir
kitaba da çok karışılmamalı. Biz de zamanında Teksas, Tommiksler okuduk.
Ailelerimiz kızardı ama en azından bizde okuma sevgisi geliştirdi bunlar.
Bir de işin maddi boyutu var tabii. Aileler kitap
almakta zorlanıyorlar. Bu yüzden çocukları kütüphanelere yönlendirmek gerekir.
Sınıf kitaplıkları olmalı. Çocuklar okudukları kitapları değiştirmeye
yönlendirilmeli.
Şiir Sarnıcı: Teknoloji, çocukların
düşünce biçimleri ve dünyaya bakış açıları; sürekli güncelleniyor. Bunların
karşısında çocuk yazını da kendini güncellemelidir. Çocukları geleceğe
hazırlamak için, çocuk yazınında nasıl bir değişim olmasını bekliyorsunuz? Veya
bu konunun uzmanı olarak gelecek öngörünüz nedir? Ne önerirsiniz?
Oya Uslu: Özellikle cep telefonu ve bilgisayar kullanımı, çocukları kitaplardan uzaklaştırdı. Aslında sadece çocukları değil, büyükleri de. Bizler bile uzun zamanımızı bilgisayar ekranı karşısında geçiriyoruz. Bu durumda çocukların ilgisini kitaplara çekmek güçleşiyor. Çünkü okumak aslında zor zanaattır. Zaman ayırmak, metne dikkatini vermek, cümleleri akılda tutmak, bağlantısını kavramak, ne demek istendiğini anlamak gerekir. Bu aynı zamanda birikim gerektirir. Oysa telefonda, bilgisayarda eğlenceli oyunlar var. Sohbet var, beğenilmek var. “Öyleyse eğlenceli yazına ağırlık mı vermeli?” derseniz, bu elbette olabilir ama tek edebiyat türü mizah değil. Diğer yazın türleri de çocukların sağlıklı gelişimine destek olur ve onlara haz verir.
Bilgisayar sayesinde bilgiye erişmek kolaylaştı. Dünyada binlerce yıl içinde insanlığın elde ettiği bilgiye günümüzde sadece iki gün içinde erişiliyor. Bu müthiş bir şey! Evet, doğru bilgiye erişmek de birikim ister ama meraklı ve araştırıcı çocuklar bunun yolunu bulabilirler. Düşünün, matbaanın bulunuşu insanlığı nasıl da geliştirdi. Hem de okuryazar sayısı azdı o zamanlar. Oysa şimdi okuyup yazanlar çoğaldı ve bilgi bir tık ötede. Bunun elbette ki bir karşılığı olacaktır. Üstüne üstlük çocuklar bizlerden çok daha fazla teknolojiye aşina. Yetişkinler onlardan öğreniyor artık. Dünyada ilk kez böyle bir şey oluyor. Eskiden büyükler bilgilerini, deneyimlerini küçüklere aktarırdı. Bu yüzden ben teknolojiye soğuk bakmıyorum. Sadece çocukların zararlı sitelere girmemeleri ve sağlıklarının bozulmaması için aileleri tarafından denetlenmeleri gerektiğini düşünüyorum. Yazarlar da teknolojinin doğru kullanımını anlatan eserler üretebilirler. Ayrıca çocuklar robot teknolojisini, uzayı ve diğer bilimsel konuları merak ediyorlar. Bu da bilimkurgu ve fantastik edebiyatı geliştiriyor. Bu tip edebiyat türü çok iyi bir kurguyu gerektiriyor. Merak, heyecan ve sürpriz sonuç, çocuğu kitaba bağlıyor. Anlatılan konu eğer çocuğun duygusal ve düşünsel gelişimiyle örtüşürse eser başarılı oluyor. Ama yine de bilimkurgu ve fantastik edebiyatın gelişimi diğer türlerin geride kalması anlamına gelmez. Ayrıca önümüzdeki yıllarda bence resimli kitaplar, sesli kitaplar, animasyon filmler de öne geçecek. Basılı kitaplar azalıp ekrandan okuma yaygınlaşabilir. Yine de kitap kokusu hazzı hiç bitmeyecek diye düşünüyorum.
Şiir Sarnıcı: Bu söyleşide, Türk
yazını geleceğe taşıyacak çok değerli bilgiler aktardınız Oya Hanım. Şiir
Sarnıcı ve dergi gönüllü temsilcileri adına çok teşekkür ederim.
Oya Uslu: Rica ederim. Ben teşekkür ederim.
Oğuz
Batın
SEVEMİYORUM
Sevsek mi aşkı sek mi içsek
Gezsek mi aşk dolu hareketten
mi geçsek
İçsek mi aşkı dolu dolu
severek
Gel gör ki ben sevemiyorum.
Söyle o büyük yargıca
İkimizde teraziye çıktığında
Kimin günahı sevabı
ağırlığında
Çıkar mahşer öncesi meydana.
Söyle o büyük Tanrıya
Aşk mı güzel meşk mi fasılda
Aldım ben boyumun ölçüsünü
doya doya
Ayrılıklar neden bu devirde
moda.
Sevemiyorum gel gör ki
sevemiyorum
Beni aşka küstürenler
utansın.
Var evet cehenneme atasım
Utansın beni bu hallere
koyan.
Ahmet Üresin
AÇLIK
Gökyüzünde dolaşan
Kara kara bulutlar
Ne dolaşırsınız boş yere
Yağdırın yağmurları
Toprak aç.
Gözümde oluşan
Damla damla yaşlar
Ne durursunuz boş yere
Akın yüreğime
Gönlüm aç.
Çevrede gezinen
Aylak insanlar
Ne gezersiniz boş yere
El verin ellerime
Dostluk aç.
Duygularda gülleşen
Sevgi dolu esinler
Ne beklersiniz boş yere
Dolun Ahmet ÜRESİN’ e
Şiirler aç.
Uğur Olgar
ÇILGIN VE MACERACI SENİ
Esrarengizdir
yanılsamalarını zarfın içine
koyup hayatın rüzgârına bırakanlar
onlar hiçbir şeye inanmazlar ölüm dış kapının mandalını kıstırana kadar
aşık kemiklerinin arasına
ah çocukluğum gelir aklıma kısa pantolonu ile koşa koşa
o kemikleri kurbanlık koyunlardan nasıl çaldığımız
Babam her şeyi aşmış bir adamdı
dağları da delmişti etrafındaki Şirinler için
bahar ona açardı çiçeklerini,
üstündeki kelebeklerle
konardı mayıs kokulu günlere
bir hasretti yangınsız yazlar
canlar öldüren, şeytan güldüren
çıkmazları yollara çıkaran dirimlik hazlar
Cioran okuyunca yazıldı bu şiir
kanıma giren hayat diye bir şairdir
cemrelerde tiyatroların perdesini kaldıran
ama bağışla beni Emil Michel
günde bir sayfa okuyabildiğim için söyleşilerini
zira şiir kırlarında günde yirmi dört saat bisiklet sürmeliyim
düşe kalka kanayan dizlerimi dindirmeliyim
her zaman çocuk dizlerimi
dizelerimi ise uykularıma feda etmiştim de
umurunda olmamıştı aykırı düşlerin
bir sonu somunu da yoktu bu işlerin
yaz yaz gir kitaba gir kitaplığa
okumayı seven bir el uzanmadan
isterik sayfalarına
eskiye dur sonra sahaflarda
kitap kurtlarına bayram ol
Hadi canım sen de
çelişik dolaşık bir dünya bu, kandıramazsın artık beni, çılgın
ve maceracı seni seni seni...
Nazmi Şimşek
ÇOCUK VE EDEBİYAT
Yayına hazırlayan: Nermin Akkan
İnsan
içine doğduğu kültürün ürünüdür. Çocuk aileden başlamak üzere yakın ve uzak
çevrenin kültür etkisi altında kişilik gelişimini tamamlar. Kültürel oluşum,
toplumun sözlü ve yazılı edebiyatının eseri olarak ortaya çıkar. Çocuk ve
edebiyat bilerek veya bilmeyerek karşılıklı etkileşim içinde olan iki unsurdur.
Bu iki unsur arasındaki etkileşimin sağlıklı yürümesi toplum dinamizminin uyum
içinde gelişmesine katkı sağlar.
Bilgi
edinmenin, geçmiş ile ilgili hafızayı canlı tutmanın vazgeçilmez unsurlarından
olan kitap, insanlık için oldukça önem arz eder. Bu önem, edebi ve estetik
kaygısı taşır, sanatı merkezine yerleştirdiği takdirde yeni yetişmekte olan
nesil açısından düşünüldüğünde daha bir değer kazanır.
Bir
milletin devamı, kültürünün yaşatılması ve geliştirilmesiyle mümkündür. Bunu
yapabilmenin en sağlam ve kolay yolu, çocukluk ve gençlik çağlarında kendi
kültürünü özümsemiş, değerlerini içselleştirmiş nesiller sayesinde oluşur. Bu
ancak çocukluktan itibaren uygun edebi eserlerle tanışmasıyla mümkündür. Bu
şekilde yetişen çocuğun evrensel kültür ürünleriyle tanışması ve onlar
sayesinde ufkunu genişletmesinde hiçbir sakınca olmayacaktır. Kendi kültürünü
içselleştirememiş bir çocuğun ise, karşı karşıya kaldığı farklı kültürlerin
tesir sahasında olması kaçınılmaz olacaktır.
Ülkemizde
0-18 yaş arası çocuk okuyucuya sunulan kitaplar incelendiğinde, yaş gruplarına
uygun eser üretilmesi konusunda belirli bir standardın geliştirilmediği
görülmektedir. Neredeyse seksen milyona dayanan nüfusun dörtte birini çocukların
oluşturduğu bir ülkenin bu konuda yeterince hazırlıklı olduğunu söyleyebilmek
zordur. Üniversitelerimizin ilgili bölüm uzmanlarına ve çocuk ile ilgili tüm
birimlerin yetkililerine, işin önemini hatırlatarak yakın bir zamanda boşluğun
doldurulması yönünde gayretlerini beklemek hakkımızdır diye düşünüyorum.
Yirmi
milyona yakın çocuğun yaşadığı ülkede, onların gelişimi için gerekli olan edebi
eser üretimi ve basımının ciddiye alınması gerekmektedir. Bu iş bir devlet
politikası haline getirildiği zaman, ülke kendi geleceğini inşaya başlamış
demektir. Aksi takdirde, günümüzde olduğu gibi kısa günün getirisini elde etmek
isteyen; edebi ve estetik hassasiyetten yoksun, sanattan bihaber, ne kadar ucuz
üretebilirse o kadar kar edeceği hesabıyla yola çıkan, alan uzmanlarından uzak
duran, işi ehil olmayan kişilere havale eden tüccarların insafına
bırakılacaktır. Bir başka tehlike ise yetişmekte olan nesil, kendi kültür
çemberi içine almak isteyen emperyalistlerin kucağına itilmiş olacaktır.
Ülkemizde çocukların yaş seviyelerine uygun edebi eser alanında
büyük bir boşluk vardır. Mevcutların da kalite yönünden yeterli olup olmadığı
tartışılır. Her önüne gelen çocuk kitabı çıkarmaktadır. Çocuklarımız, kalite ve
edebi estetik yönünden uygun eserler bulma konusunda tatmin edici ürün bulmakta
zorlanmaktadırlar. Bununla birlikte, milli kültür hassasiyetinden mahrum, ehil
olmayan yerli ve kültür transferi maksatlı yabancı yazar ve yayıncıların
istismarıyla karşı karşıyadır. Kütüphanelerimiz ve kitap vitrinleri, genellikle
bu yayınlarla doludur.
İnternet, televizyon ve dijital oyunlar okumayı azaltmıştır.
Okuyucu sayısı hızla azalırken, bu az sayıdaki okuyucu kaliteli yerli edebi
eserler bulmakta zorlandığı için yabancı eserlere yönelmektedir. Gelecek
nesiller, kendi kültürünü öğrenememe tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu arada
çıkan az sayıdaki yerli edebiyat ürünleri, ya beklenen kaliteye ulaşamamış ya
da hak ettiği yeri alamamıştır. Kaliteli eserler, yazarları ve yayıncıları
desteklenmeye muhtaçtır. Bu alandaki eksiklikleri gidermek, kaliteli ürünlerin
yaygınlaşmasına katkıda bulunmak amacıyla, belirlenecek standartlarda edebi
eserler üretenler için teşvik tedbirlerine ihtiyaç duyulmaktadır. Geleceği
oluşturacak neslin milli kalabilmesi, bu alandaki boşluğu dolduracak, çocuk edebiyatı
ürünlerine ihtiyaç vardır.
Konunun
öneminden dolayı, öncelikle milli eğitim ve kültür bakanlıkları olaya
ciddiyetle eğilmeli, alan uzmanlarından oluşacak birimler aktif hale
getirilmeli, kamuoyu desteğini sağlamak maksadıyla ülke genelinde güncelliği
korunmalıdır. Konuyu daha iyi değerlendirebilmek için merkezinde çocuk olan,
edebiyatı birçok yönüyle doğru tanımakla mümkündür.
Edebiyat
Edebiyat,
genel anlamıyla duygu ve düşüncelerin söz ve yazı ile anlatım sanatı olarak
tarif edilebilir. Bir anlatımın sanat olabilmesi için estetik açıdan güzel ve
etkili olması gereklidir. İnsanoğlunun çağlar boyu duyduğu, düşündüğü ve
yaşadığı olayları etkili bir şekilde ortaya koyma çabası olarak
adlandırabileceğimiz sanat dalıdır edebiyat. Bir başka söyleyişle, malzemesi
dile dayanan sanat, edebiyattır. Kullanılan yazılı dil o toplumun edebiyat
dilini oluşturur. Bu açıdan bakıldığında Türk edebiyatı, Türkçe üretilen edebiyattır.
Türk edebiyatına eser veren kişilerin öncelikle Türk diline hâkim olması
gerekir.
Yaşanmış
ya da yaşanması mümkün olan olayların sanatçı duyarlılığıyla üretimi ve
kurgulanmasıyla oluşan edebi eserler; bilinçli bir okuma eylemiyle okurda
bilişsel, duyuşsal ve davranışsal değişiklik etkisi yaratır. Bu sayede metni
ortaya koyan ve okuyan kişiler arasında bilinçli bir etkileşim meydana gelir.
Bu
sanatsal anlatımlar sayesinde insan, görme imkânı bulamadığı dünyanın herhangi
bir köşesindeki güzellikler ve yaşam ortamları hakkında bilgi sahibi olur.
Bu sayede
bilinen ve bilinmeyen yaşam ortamlarının yoğunluklu olarak algılanması ve
değişik deneyimler kazanılması konusunda etkin bir araçtır. Konunun uzmanları
gözünden bakıldığında edebi eserleri genel manada, dilin en etkili ve güzel
kullanım örnekleriyle bireyi başkalarının deneyimlerine ortak eden ürünler
olarak ifade etmek mümkündür.
Bireyin
tüm duygu ve düşünceleriyle içinde yaşadığı toplumun duyarlı ve etkin bir üyesi
olması için sanatsal algılama gücüne sahip olması gerekir. Erken çocukluk
döneminden itibaren insan; görsel, işitsel ve dilsel uyaranlar sayesinde anlam
dünyasını oluşturur. Bu uyaranların anlamlı olmakla birlikte taşıdığı estetik,
güzellik ve etkili bir anlatım sayesinde ortaya konması edebiyat ürünü olarak
karşımıza çıkar. İyi ürünler sayesinde okurun düşünme alışkanlığı kazanması ve
farklı görüşlerle karşılaşması eleştirel bakış açısını geliştirir. Yazarın
ortaya koyduklarıyla kendi deneyimlerini karşılaştırma, algı yeteneği ve hayal
gücü sayesinde anlamlandırarak içselleştiren okur, kendi eserini oluşturabilir.
Çocuk
Edebiyatı
Herhangi
bir eserin çocuk ya da yetişkin edebiyatı olmasında edebi olması açısından
hiçbir fark yoktur. Güzellik ve etkililik derecesi aynı olmalıdır. Olabilecek
ve olması gereken fark; çocuk dünyasının dikkate alındığında onların hayal
gücü, duygusal yapıları ve düşünce kapasitelerinin göz önünde bulundurulmasını
gerektirir. Burada çocuğa görelik öne çıkmaktadır.
Çocukların
bilgi seviyeleri ve psikolojik durumları yetişkinlerden farklı kitap
okumalarını gerektirir. Bu kitaplar; dil, konu, kurgu, üslup ve fikir
bakımından çocuğun okuma, anlama, algılama ve zevk alma seviyelerine uygun
olmakla birlikte anlaşılır bir dil, akıcı bir üslup ve çocuğun kavrayacağı düzeyde
bir fikir örgüsüne sahip olmalıdır. Hayatı çocuk bakışıyla gören, çocuğa göre
olanın ayrımına varmaktır çocuk edebiyatı. Aynı zamanda çocukların beden, zihin
ve ruh sağlıklarını göz önünde bulundurmalıdır.
Çocuk
edebiyatı; duygu ve düşüncelerin çocukların dünyasına uygun sözlü ve yazılı
anlatım olarak tarif edilebilir. Sözlü ve yazılı anlatımın çocukların
duygularına hitap edecek güzellikte ve etkililikte olması beklenir. Burada
görsel (resim-çizim) ve dilin anlatım gücüyle birlikte anlatıcının sanatçı
duyarlılığı önem kazanmaktadır. Ortaya
konmak istenen nitelikli üretimler, çocuğun sanat ve edebiyatla olan
etkileşimini olumlu yönde uyarmalıdır.
Çocukların
düşünce dünyasına hitap edebilecek sözlü ve yazılı ürünlerin tümünü çocuk
edebiyatı içinde görebiliriz. Masallar, hikâyeler, fabllar, şiirler, ninniler,
tekerlemeler, bilmeceler, maniler, efsaneler, destanlar, fıkralar, bilimkurgu,
biyografiler, müracaat eserleri, çocuk romanları, çizgi romanlar, tiyatro
eserleri, fen ve doğa kitapları (ilgi alanını keşfetmesi açısından) çocuklara
okutulabilecek edebi eserler olarak sayılabilir.
Çocuk Edebiyatı Türleri
Masal, insanların tabiat ve hayat
karşısındaki ortak duygu ve düşüncelerini olağanüstü anlatımla, gerçek ötesi varlıklardan
da yararlanan ve kendine has özellikleri olan bir türdür. Bir metnin masal
olabilmesi için olağanüstü kahramanlar ve olayların anlatıldığı, iyilerin
ödüllendirilmesi, kötülerin cezalandırılması gibi özellikler de taşıması
gerekir. Bununla birlikte, masalın bir amacı vardır. Yazar, bu amaca, iyi ve
kötü karakterlerin çarpışması sonucu gelişen olaylar yardımıyla çözüme ulaşır. Masal kültürümüzde; konu, içerik ve
pedagojik yönü itibariyle yetişkinlere yönelik söylemler olarak başladığı
zannedilse de anlatıcının masalı çocukların seviyesine indirgeyerek anlatma
becerisi sayesinde çocukların da beğeniyle dinledikleri görülmüştür. Kaynağı
belli olmayan derleme masallarda, çocuk psikolojisi gözetilmemekte ve pedagojik
unsurlarda problemlerle karşılaşıldığı görülmektedir. Halk kültürü derlemelerinden
oluşan masalların yanı sıra Cumhuriyet dönemiyle birlikte yapay masallarda
çocuklarla buluşmaya başlamıştır. Çağdaş yazarların ürettiği yapay masallar,
çocuğa görelik açısından çocuk edebiyatına daha uygun olduğu söylenebilir.
Hikâye, olmuş veya olması mümkün olan
olayları anlatmaya dayalı edebi bir türdür. Şiir ile roman arasında yer alır.
Fazlalığı kabul etmeyen yönü ile şiire, birtakım olaylara ve şahıslara yer
vermesiyle de romana yaklaşmaktadır. Pedagojik ve kültürel açıdan çocuğa
görelik ön plana alınmalı ve çocuğun ruh dünyasını kavramakla birlikte
hedeflenen yaş gruplarına hitap etmelidir. Hayatın gerçeğinin hikâyelerden
oluştuğu düşünüldüğünde çocuklar için hikâyenin önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Fabl, genellikle hayvan ve bitkilerden
oluşan karakterleriyle soyut bir düşünceyi somut örnekler üzerinden anlatan edebi
bir türdür. Eleştiri ve uyarcılığı ön plandadır ve mesajlar doğrudan verilir.
Çocuklar için anlaşılması zor olan kavramlar fabl yoluyla anlatılarak
eğitimlerine doğrudan katkı sağlar. Fabllar, belli bir fikri anlaşılır ve kısa
yoldan anlatması açısından kolay anlaşılan anlatımlardır. Masala yakın bir
türdür.
Roman, gerçek ya da gerçeğe uygun birçok
olayı içinde barındıran, karakterlerin çeşitliliği, daha ayrıntılı bilgiye ve
uzun zaman süresi içinde yer verilen edebi anlatımlardır. Çocukların topluma uyum
sağlamasını kolaylaştırma gibi görevleri olsa da bilgi sunma veya dikte etme
amaçlarından uzak eserlerdir. Eğitici bilgileri, edebi estetik ve yaşantı
içinde vermeyi tercih eder.
Şiir, en az sözcükle en çok şey anlatma
sanatıdır. Duygulara hitap eden ve hayalleri süsleyen yanı ile çocukların
dünyasına çok yakışır. Şiirlerde ölçü, uyak ve durak gibi belli kuralların
ritmik bir hava katması çocuğun duygusal gelişimine katkı sağlar. Önemli olan,
çocuk duygusu ve düşüncesini çocuğa göre yansıtmasıdır.
Ninni, çocukların kendilerine yönelik
söylenen ve ilk duydukları cümleler annelerinin söylediği namelerdir. Bir
ezgiyle söylenen ninniler, yoğunluklu sevgi ve şefkat sözcüklerinden oluşması
dolayısıyla yüklendiği pozitif enerji sayesinde çocukların gelişiminde önemli
yer tutmaktadır. Her birinin farklı ezgiyi içinde barındırmasından dolayı
çocuğun ilk müzik dinletisi ve ses eğitiminin başlangıcını da teşkil eder.
Tekerlemeler, içinde anlam zenginliği taşıyan
ilginç söz oyunlarından oluşur. Dil becerilerinin geliştirilmesinde oldukça
etkilidir. Çocukların konuşmaya başlamasıyla birlikte akranlar arasında yoğun
olarak kullanılan ve kendi aralarında seçiciliği kolaylaştıran araçlar olarak
öne çıksa da belli bir ritme bağlı olarak söylendiği için ninnilerde olduğu
gibi müzik yetilerini besleyen unsur olmuştur.
Bilmece, bir şeyin özelliklerini üstü kapalı
olarak söyleyerek, onun ne olduğunu bilmeye yöneliktir. Hazır cevaplılığı ve
keskin zekâ gerektiren bilmece; çağrışım, gözlem ve dikkat gerektirir. Çocuklar
için eğlenceli olmakla birlikte problem çözme becerilerinin gelişmesinde
etkilidir.
Mani, toplumsal zekânın bir ürünü olan
maniler, insanların duygu ve düşüncelerini doğrudan aktarması olarak ortaya
çıkar. Pratik zekâ ve özgün bir dil becerisi gerektiren maniler, çocukların
konuşma, dinleme ve psikomotor becerilerinin gelişmesinde etkendir.
Biyografiler, yaşam öyküsü olarak tarif edilebilir.
Toplum tarafından tanınan, yararlı işler yapmış kişilerin hayat hikâyelerinin
anlatılmasıdır. Çocukların gelecekleriyle ilgili karar almalarında önemli
etkisi olacaktır. Çocuklar için hazırlanan biyografilerde kişinin yaptıkları ve
yaşadıklarıyla iyi bir model olmasına dikkat edilmelidir.
Anılar, kişinin gözlem ve deneyimlerini
hatırlayabildiği kadarıyla ortaya koymasıdır. Bu anlatımda dikkat edilmesi
gereken husus, yalın bir dil ile anlatılmasıyla birlikte çevresinde oluşan
sosyal ve kültürel olayları, bu olayların etkilerini yansıtması gerekir.
Sözlü
kültürün vazgeçilmezleri olan; destanlar, efsaneler, gezi yazıları, fıkralar, bilimkurgu eserleri, çizgi romanlar, tiyatro eserleri, fen ve doğa kitapları,
ozanların koşma ve deyişlerinin asıl hedefi yetişkinler olmasına karşın,
çocukların söz dağarcığını besleyen önemli unsurlar olmuştur.
Anne
babaların çocukları için ne bulursa giysin, ne bulursa yesin, nerde isterse
oynasın diyemediği gibi, ne bulursa okusun da diyememelidir. Yiyip içtiklerinin
çocukların fiziksel gelişimine doğrudan etki ettiği gibi, okudukları da kişisel
ve sosyal gelişimlerine doğrudan etkili olacaktır.
Çocuk
edebiyatı ile ilgili olan sanatçıların dünyayı ve olayları çocuğun bakış
açısıyla görmesi, algılaması ve yorumlaması yönünde duyarlı olması, çocuk
gerçekliğine inanması gerekir. Çocuğun, yazılanlarda kendi dünyasını
yakalayabilmesi, çocuğa değer veren ve onu ciddiye alan yazarlarla mümkündür.
Küçümseyen,
çocuğa görelik bir anlayıştan uzak yapıda eserler; çocuğun kültür gelişimine,
hayal gücünün gelişmesine, kelime hazinelerinin zenginleşmesine, okuma sevgisi
ve alışkanlığı kazandırılmasına olumsuz katkı sağlar.
Edebiyatın Çocuğun Gelişimine
Katkıları
Edebi
eserlerin oluşturulmasında doğrudan eğitim amaçlı düşünülerek hareket edilmemelidir.
Ancak, çocuk edebiyatı sadece edebiyat kaygısıyla da üretilmemelidir.
Çocukların alıcıları sonuna kadar açık olduğu gibi bir kamera kadar anında
kaydetme gücüne de sahiptirler. Bundan dolayı gördüklerini ve duyduklarını
anında hafızalarına yerleştirirler.
Edebiyat,
çocuğun kişiliğinin geliştirilebilmesinde; mutlu, başarılı, uyumlu ve üretken
olabilmesinde onun doğru bir rol modeli ihtiyacına cevap verebilmelidir. İçinde
yaşadığı topluma uyum sağlamasına katkı vermelidir. Öğüt verici olmaktan
sakınılmakla birlikte, edebi estetikten uzaklaşmadan temel değerlere yer
verilmeli, milli kültür içerikli olmalıdır.
İnsan
içine doğduğu kültürün ürünü olduğuna göre bu kültürü anlamlı yaşamalı ve
içselleştirebilmelidir. Toplumların temelini oluşturan çocukların eğitilmesi
gereği açıktır. Bu gereklilik tüm dünya ülkelerinde kabul görmektedir. Çocuk,
yaşadığı çağda ve içinde bulunduğu toplumda bir yere sahip olacağını bu eğitim
ve uygulanacak edebiyat aracılığıyla anlayabilecektir.
Çocuğun
da kültür oluşumuna katkı sağladığı akıldan çıkarılmamalıdır. Algılama gücünün
gelişmesine paralel olarak renk, çizgi ve sözcüklerin estetik yapısıyla
buluşturan eserler aynı zamanda anadilin güzelliğini duyumsatır. Hikâye, masal,
roman ve şiir sayesinde çocuğun dünyaya bir sanatçı duyarlılığıyla bakmasına
katkı sağlamalıdır.
Kitaplar
okul öncesinden itibaren biçimsel ve içerik özellikleri sayesinde algısal
gelişime katkı sağlarken, doğrudan bilgi vermemekle birlikte gereksinim duyulan
konularda öğrenme ihtiyaçlarını da karşılamalıdır. Eğlenme, oynama ve keşfetme
gereksinimlerine cevap vermeli ancak, günlük yaşantısıyla ilgili telkinlerde
bulunmamalıdır. Emir ve kural içeren anlatımlardan sakınılmalıdır.
Olaylara
farklı bakış açısı geliştirerek davranış ve eylemlerin başkaları üzerinde
yaratacağı sonuçlar üzerinde düşünmeye sevk etmelidir. Çocuğun meraklarını
uyandıracak, zihninde oluşan soruların cevaplarını bulmaya yönlendirecek
düşünceler sevk ederken, yaratıcılıklarının gelişmesine katkıda bulunmalıdır.
Çocuk
edebiyatını oluşturan ürünlerin kaliteli olması çocukların okuma sevgisi ve
alışkanlığı kazanmasında etkendir. Aynı zamanda kültürel ve sanatsal bakış
açısının gelişmesinde önem arz eder. Metinlerde kullanılan sözcük ve resimleri
meydana getiren çizgiler gerçek yaşamdaki jest, mimik ve duygu yansımalarını
doğru yansıtmalı ve okuyucuyu konunun içine çekebilmelidir.
Çocuğa
yukarıdan bakmayan, çocuk alçak gönüllülüğünün farkında olan ve çocukça duygu
ve düşünceleri yansıtırken; kavramsal gelişim ve dilsel beğeni kazanması için
çocuğun duygu ve düşünce sağlığını olumsuz yönde etkileyecek özelliklerden
sakınılmalıdır.
Çocuğun
günlük yaşantısını tekrarlayan kuru ve çocuksu bir anlatım içeren ürünler
çocukların okumaya olan ilgilerini azalttığı gibi kitap okumaktan soğumasına da
sebep olacaktır. Belli bir amacın ya da ideolojinin sözcülüğünü yapan,
çocukları terbiye etme amacı taşıyan güdümlü yayınlardan sakınılmalıdır.
Kalıplaşmış birtakım kuralları yansıtan, yetişkin gözüyle telkin iması taşıyan
yayınlar olmamalıdır.
Çocuk
Edebiyatında Edebi Unsurlar
Çocuk
edebiyatı eserlerinde; kullanılan dil, seçilen konu, işlenişteki kurgu, rol
alan karakter/karakterler, eseri oluşturan kişinin edebi üslubu ve metnini
destekleyen resimler edebi unsurları oluştururlar.
Bu
unsurlar kısaca irdelenecek olursa;
Dil: Yalın ve duru bir dil
kullanılmalıdır. Çocukların anlayabileceği kelimelerden oluşmalı ve hitap
ettiği çocukların yaş gruplarına uygun cümleler kullanılmalıdır.
Konu: Çocuğa görelik önemlidir. Günlük
yaşantıya uygun, çocuğun kolay algılayacağı, duygularını olumsuz yönde etkilemeyecek
düzeyde ve nitelikte olmasına özen gösterilmelidir.
Kurgu: Sebep sonuç ilişkisi ve olayların
gelişim süreci çocuğu içine çekmeli ve akıcı olmalıdır. Çocukların okuma sevgisi kazanmasında
akıcılık önemlidir.
Karakter: Kahramanlar çocuk dünyasından olmalı
ki, okuyucu çocuk kahramanla özdeşleşebilmelidir. Kahramanlar inandırıcı
olmalıdır.
Üslup: Her yazarın kendine has bir üslubu
olduğu dikkate alınırsa belirli bir kalıp beklemek uygun değildir. Önemli olan
yazarın sanat ve estetik kaygısı ve dil kullanma gücüdür.
Resim: Doğrudan bir edebiyat unsuru
olmamasına rağmen özellikle çocuk edebiyatında konuyu tamamlayıcı niteliğe
sahiptir. Görsel estetikle birlikte konuya uygunluğu önemlidir. Bununla
birlikte çocuğun algılayabileceği düzeyde olmalıdır.
Üretilen
edebiyat ürünleri 18 yaşa kadar olan nesli gözetmek durumundadır. İletişimde
“yankı” örneğinde olduğu gibi, verdiğiniz kadar alabilirsiniz. Almak
istenilenlere uygun olarak yukarıdaki ihtiyaçların karşılanacağı ve yaş
aralıklarına uygun eserlerin üretilme zorunluluğu unutulmamalıdır.
Çocuk
yayıncılığında çeviri yayınların çokluğu ve seçiciliğin olmamasının kültürel
sapmaya neden olduğu da bir gerçektir. İnsan kendi kültür çevresine doğar ve o
kültürün mensubu olarak yaşamını sürdürür. Bundan dolayı yabancı kültür
içerikli eserlere temkinli yaklaşmakta yarar vardır. Henüz kendi kültür
kodlarını oluşturamamış olan çocuklar, gelişim çağlarını yabancı kültürlerin
tesiri altında yürütmek gibi bir tehlikeyle karşı karşıya kalacaklardır.
Bu ve
benzeri sakıncaları ortadan kaldırmak ve en aza indirmenin yolu, hitap ettiği
toplumun kültürel yapısını özümsemiş çevirmenlere ihtiyaç vardır. Dünya
klasiklerinin çocukların düşünce gelişimine sağlayacağı etki inkâr edilemez.
Anadil eğitimi ve kültür birikimi sağlanan, kendi diliyle anlama ve algılama
problemini aşmış olması gerekir.
Okuyan
toplum olabilmenin vazgeçilmezlerinden olan anadil öğretimi ihmal
edilmemelidir. Okullarda dil öğretiminin bir ders olmaktan öte, taviz kabul
etmeyen bir konu ciddiyetiyle yapılma ihtiyacı burada da kendini
göstermektedir. Bu ihtiyaçları göz önünde tutan çocuk edebiyatı eserleri
üretilmelidir.
Ebeveynler,
eğitimciler, ülkenin geleceği ile ilgili söz sahibi bürokratlar ve aydınlar
çocuk edebiyatının ihtiyaca uygun gelişmesinde sorumluluk bilinciyle hareket
etmek durumundadırlar.
Dil,
anlatım ve resimleme yönünden çocuğa göre olmayan yayınlar çocukların okumaya
olan ilgisini azaltacaktır. İyi bir çocuk kitabının eğitici ve ahlaki değerler
vermesiyle birlikte edebi temelleri oluşturması da beklenir.
Millî
düşünce, ahlâk, örf ve âdetlere değer veren, taklitten, yapmacılıktan uzak,
çağın yeniliklerine ve gelişmelerine açık olmakla birlikte evrensel değerleri
tanıtmalıdır. İyi eserler, fedakârlık, sadakat ve sevgi gibi olumlu değerler
taşımakla birlikte; kıskançlık, çekememezlik ve aç gözlülüğün ne kadar çirkin
ve değersiz olduğunu göstermelidirler. Çocuğu gerçek hayattan koparacak, düşsel
ve fantastik olanı gerçekleştirmeye yöneltecek etkiler taşımamakla birlikte;
duygu, düşünce ve hayal gücünü geliştirmeye yönelik katkı sağlamalıdır.
Nazmi Şimşek
Yaşam Öyküsü
1952
yılında Yozgat’ın Akdağmadeni ilçesi Örenkale köyünde dünyaya geldi.
İlköğrenimi köyünde, Ortaokulu ilçede tamamladı. 1972 yılında Tokat İlköğretmen
Okulunu bitirerek öğretmenlik mesleğine başladı. Öğretmenlik ve okul
yöneticiliği yaptı. 1987 yılında Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi
İktisat Bölümünü bitirdi.
Yurt dışı işçi çocuklarının eğitimi için 1988-1994 yılları arasında Almanya’da altı yıl çift dilli sınıflarda öğretmenlik yaptı. Bu tarihlerde eğitimle ilgili araştırma yapma imkânı buldu ve mesleki bilgisini artırmak için eğitim programlarına katıldı.
Milli
Eğitim Bakanlığı Eğitimi Geliştirme Projesi’nde 1995-1998 Eş uzman olarak görev
aldı. Projesi kendisine ait olan “Derste Eğitim Teknolojisi Kullanımı
Seminerleri” projesini yürüttü. Öğretmen eğitimi seminerlerinde koordinatör ve
öğretim görevlisi olarak hizmet verdi. Müfredat Laboratuvar Okulları
standartlarının geliştirilmesi çalışmalarına katıldı. 16 Ocak 1998’ de Emekli
oldu.
Öğrencilik
ve öğretmenlik yıllarında halk oyunları ile ilgili çalışmalar yürüttü. Halk
kültürü araştırmaları yaptı. Eğitim Teknolojileri konusunda ulusal ve
uluslararası sempozyumlarda bildiriler sundu. Çağdaş Okul ve Eğitim
Yaklaşımları, Öğrenmeyi Öğrenmede Alternatif Yaklaşımlar, Anne-Baba-Çocuk
İlişkisi ve Eğitim Yaklaşımları, Öğrenmeyi Öğrenmede Alternatif Yaklaşımlar,
Çocuk ve Hayat, Okuma Kültürü, Zekâ ve Öğrenme, Akıllı Zekâ Kullanımı ve
Farkındalık Bilinci konularında konferanslar verdi.
Eğitim
alanında yaptığı araştırma çalışmalarıyla birlikte eğitim yazıları, hikâyeler,
masal, deneme, gezi ve romanlarını kitaplaştırdı. Dergi, gazete ve internet
sitelerinde eğitim ağırlıklı olmak üzere; hikâye, deneme ve gezi (Erciyes,
Birliğe Çağrı, Türk Folkloru, Yozgat Gündem, Genç Kardelen, Bozok, Bozokça,
Kültür Çağlayanı, Kümbet, Kün, Kurgan, Kardeş Kalemler, Türk Yurdu, Haber
Ajanda, Kültür Ajanda. İl Gazetesi, Aytı Haber, Yozgat Haber, Ortam, Kale
Haber, kalem.biz, çocukedebiyatcıları.net, kuşlukta yazarlar ve Çocuk
Ansiklopedisi’) yazılarını sürdürmektedir.
Bir
dönem başkanlığını yürüttüğü Çocuk Edebiyatçıları Birliği, İLESAM, Türk
Ocakları Sanat Edebiyat Kurulu, Kuşlukta Yazarlar Topluluğu üyesi ve Bala Kitap
Topluluğunun kurucu üyesi olup hâlen Bala Kitap Topluluğunun başkanlığını
yürütmektedir. Türkiyem TV’de “Çocuk ve Hayat” programını sunmaktadır. Kendisi
gibi öğretmen olan Münire Hanım ile evli ve iki erkek çocuk babası ve beş kız
torunu dedesidir.
Yapıtları:
Öyküleri:
Çığlık,
Yuvadan Uçurulanlar, Örselenen Hayatlar, Önce Gözler Konuşur,
Roman: Hasret Yürekler, Vuslat, Muallim
(Yayın aşamasında)
Deneme:
Duyarlı
Olmak, Dokunuşlar.
Gezi: Diyardaki Biz
Eğitim: Derste Eğitim Teknolojisi
Kullanımı, Öğretim Teknolojileri Kullanımı ve Materyal Geliştirme, Öğrenmeyi
Öğrenmede Alternatif Yaklaşımlar, Akıllı Zekâ, Anne-Baba-Çocuk İlişkisi ve
Eğitim Yaklaşımı, Lider Sizsiniz, Hayatı Anlamlandırmak, Çocuk ve Hayat,
Farkındalık Bilinci, Yetenek Merkezli Eğitim.
Masal: Yeşilbayırda Dört Mevsim
(Altılı set) + Boyama Kitabı (Yayın aşamasında), Yeşilbayırda Çiftliği (Altılı
set) + Boyama Kitabı (Yayın aşamasında), Yeşilbayır Renkleri (Altılı set) +
Boyama Kitabı (Yayın aşamasında) Masal Roman: Yeşilbayır Krallığı
(Yayın aşamasında), Yeşilbayır Sultanlığı (Yayın aşamasında).
Merve
Duran
ALMA
SANATI
Elleri tam bir
netlikle boşlukta
Dans eder gibi
hisseder
Kim bilir
nasıl denge ya da dengesizlikle
Düşmeden tutar
öyle sağlam
Bu çınarın
bacaklar yaşlı omuzlar dik
Mütevazı
eğilince doğrulacak hep
Oldu birkaç
asır
Geçti bu mevsimden
bir demet sarı yaprak
İşte hayat,
satır aralarında bir taze huzur
Bulmayana
savaş meydanında kılıç verdi
Bir vahadan
bir vahaya aranacak suya
Değmezdi
nehirlerden akmaya
Sahte, gülünç
ve geçici günaydınlara
Yalnız bir
fersah yetecekti kucak açmaya
Senden
kalanları aramaya
Kime sorsam
bir gamze boyu mutluluk
Yok olmasa
kimden sorulacak o sevişler
Ben ardından
bakarım öz toprakta bir çiçeği öperken
İstasyonlarda
görmediğim elveda kalmaz
Özgür kılsın
isterim içimdeki vefayı
Bir şans daha
dileyince parmaklarımla
Öyle düşsün
diye şakaklarıma nur taneleri
Gecikmişse
gece gündüzü yoklayacağım, imkansızca.
Özgür
Polat
MAVİ
KARGA
kuş seslerini dinlemek için
çıkıyorum sokağa
senfoni de biraz böyle
başlıyor
karganın mavi kanadı
o sokak kedisinin gözlerini
kaçırması
dalları kımıldanan ağaçlar
ve güneşin gözleri öpüşü.
özgürlük
sen nerdeysen orada.
yaprakların düşmeyişi
çiçeklerin usulca kendini
bırakışı
kırmızı şapkalı kızın yaptığı
kardan adamın hâlâ erimemesi.
kuşların sesini duyuyorum
biraz da bunun için, Homeros'u
yeniden okuyorum.
karga karga gel şu damardan
su iç
sen de şu sokağa adını yaz.
hürriyet bir şarkı olabilir
duvara yazılan.
bazen her şey sadece sadelik.
korkma kedicik
her şey değişir, değişmenin
kendisi bile.
her zaman insanlar yasa
yapacak değil ya!
şimdi bu bir şiir mi
aksini kim söyleyebilir ?
sokağa kuş seslerini duymak
için çıkıyorum
çünkü içimdeki denizden
biliyorum
tüm yasaları, her gün yeniden
yazıyor tabiat ana.
Can baba, neden bilmem aklıma
düşüyorsun
beyaz saçlarından gökkuşağı
dökülüyor.
dalların da kendine özgü bir
sesi var
yaklaştıkça görülen.
şairler de olmasa nerden
bileceğiz biz bunu.
yeni bir destanın taşlarını
yazıyor çocuklar
pek çok dilde, kıtaları
aşarak.
senfoni biraz da böyle
başlıyor
kuş sesleri hâlâ şarkı
söylerken.
Mart 2020
Şahizer Senem Telli
TERLİ ELLER
Avucumun içindeki
minicik el, terlemiş, çekingen dokunuşlarla bir sıkıp bir bırakıyor. Anlaşılan
bir kararsızlık yaşıyor. “İstiyorsan elimi bırakabilirsin” dedim ona doğru
eğilip bakarken. “Hayır” dedi bana bakmadan. Elini iyice kavradım, terlerimiz
birbirine karıştı, onun yeni, benim hep var olan sınıfımıza girdik. Beşinci
derste yeni birisiyle gelmem çocuklarımı şaşırttı. “Öğretmenim, oğlunuz mu”
diye sordular. “Evet, hepiniz gibi o da benim çocuğum” deyince hep bir ağızdan
“Heeeyyyyy!” diye sevinç nidaları attılar.
Dersimiz Resim-işti,
renkli kartonlardan sıra üstü için çöp kutusu yapacaktık. İşlem basamaklarını
tahtaya yazdım. Öğrenciler oradan bakıp uyguluyorlardı. Alper’e de
malzemelerden verdim. Uzun süre malzemelere bakarak oturdu. Bazen renkli
kâğıdı, bazen kartonu, bazen de yapıştırıcıyı tutuyor, aniden yerine
bırakıyordu. İş zor gelmişti ona. “Çocuklar zorlandığınızda benden ya da
arkadaşlarınızdan yardım isteyin,” diyerek rahatlatmak istedim yeni öğrencimi.
Sıraların arasında dolaşırken göz ucuyla Alper’i izliyordum. Alnı ter içinde
kalmıştı, sık sık yakasına parmağını geçirip genişletmek istiyordu.
Dersin yarısı geçmiş
Alper’de bir hareket gerçekleşmemişti. “Canım yavrum yeni ortamına alışmak,
kabullenmek ne zor iştir bilirim” diye düşünürken yıllar öncesine gittim.
“Kadın öğretmen
isterim” diye diretiyordum. Bir erkek öğretmenin, sınıfına ders ortasında
götürdüler. Öğretmeni görünce yüzüm düştü, gözlerim doldu, yutkundum fakat
içime akıtamadım gözyaşlarımı. Kimin yanına oturtulduğuma bile bakmadan
bakışlarımı yere diktim ders sonuna kadar. Teneffüse çıkmayarak kendimce
protesto etmiştim. “Neden çıkmadın
oynamaya” diyen babamın sesini duyunca başladım ağlamaya. “Cumhuriyet
İlkokulu’na gitmek istiyorum, arkadaşlarımı, Gülçin öğretmenimi istiyorum”
diyor, bir taraftan da çantamı toparlıyordum. Tıpkı Alper’in çantasını
sırtından çıkarmayışı gibi.
Alper’in sırasının
yanından geçerken saçlarını okşadım. “İyi misin?” dedim, o da başını salladı.
Yardım isteyen öğrencilerimin yanına uğruyor, destek olmaya çalışıyordum. Yan
gözlerle de yeni öğrencimi izliyordum. Yerinde kıpırdanmaya başlamış fakat
bundan öteye gitmeye cesaret edemiyordu. İlk hamleyi benden bekliyordu ama buna
hiç niyetim yoktu. Anlaşılıyordu ki aile ortamında leb demeden leblebi
sunulmuş, çaresiz kalıp mücadele etmeyi öğrenememişti. Oysa yaşam başarısı için
önce kendi işini yapabilmeyi öğrenmeliydi. Diğer öğrenciler birer ikişer
bitirmeye başladılar kutularını, isimlerini yazıp pencere kenarına sıraladılar.
Alper bitirilmiş işlere yan yan bakarak, makasını eline aldı. Tutuşundan onun
el melekelerinin çok gelişmemiş olduğunu anladım. “Sana yardım edeyim mi
arkadaşım?” diye soran Zehra’ya kaşlarını kaldırarak yanıt verdi.
Gülçin öğretmenin
olamayacağını biliyordum ama yolu yokuşa sürüyordum ki babam beni eve götürsün.
Nuri öğretmen, kalın kaşları, bıyıkları ile çok sert görünüyordu. Babamdan bile
uzun boyluydu. Bana yabancı çocuklarla ve öğretmenle konuşmamayı; eskimiş,
yıpranmış bu sınıfta kalmamayı aklıma koymuştum. Bir plan yaptım: “Sınıfımı
beğenmez, arkadaşlarımla ve öğretmenimle konuşmaz, derslerimi yapmazsam okula
gitmekten kurtulurum.” diye düşündüm. Çantamı açmadım, işlenen derslerle
ilgilenmedim, direndim. Bu cesareti nereden bulduğuma kendim bile
şaşırıyordum. “İyi misin kızım” diye
saçımı okşayan öğretmenimin elini ittirdim. “Beni kandırmasın” bakışı atıp, bir
cesaret ders zili çalmadan sınıfı terk ettim.
“Çocuklar, işini bitiremeyenler burada
bıraksın, evlerinize götürmeyin!” diye duyurunca olanlar oldu. “Ben yapamam
bunu, evime götürmek zorundayım” diye isyan etti Alper. “Yavrucuğum, işinizi
sınıfta yapacaksınız, kuralımız böyle.” dedim.
Alper sırtından çıkarmadığı çantasıyla önündeki malzemeleri toparladığı
gibi sınıftan çıktı. Kapıda annesinin beklediğini bildiğimden peşinden
çıkmadım. Öğrencilerime ödevlerini verirken zil çaldı.
Kapının dışına
çıktığımda babamla göz göze geldik. Sol bacağına sarılmış ağlayan erkek
kardeşimi görünce, aynı sorunları yaşadığımızı anladım. Sağ elinin küçük
parmağından da kız kardeşim tutmuştu, ağlamaklıydı. Kapıda çakılı kaldım,
babamın çatık kaşlarını görünce korkudan öleceğimi sandım ve gerisin geriye
sınıfa girdim. “Gel kızım” deyip tutmam için elini uzatan öğretmenim bana,
birdenbire çok sevimli geldi. Haksızlık ettiğimi düşünerek; üzüldüm, utandım,
pişmanlıktan doğan hüzün kapladı yüreğimi ve yüzümü. Terbiyesizliğime karşın
“Kızım” demişti. Tüm sınıf arkadaşlarımla tek tek el sıkışıp tanışmamızı
sağladı. Eli sıcacıktı, terlerimiz birbirine karışmıştı.
Öğrencilerim sınıfı
boşaltınca annesinin elinden tutmuş Alper, süklüm püklüm içeri girdi. Onun ne
hissettiğini çok iyi biliyordum. Düşük omuzlar, kızarmış yanaklar, yere bakan
gözler, ayağını sürüyerek yürümesi bana yıllar önceki bir ilkokul öğrencisini
anımsattı. “Gel oğlum” deyip ellerini sevgiyle tuttum.
Nilüfer Uçar
TEN ÇIPLAK
kalsın zamanın büyülü çıkını
perdesiz gözlerimin ışığı
uzağa düşen ırmağın ruhunu taşır
şiire bırakılan dudak payı
alçakgönüllü sokulur mahzun
dizelerimin koynuna
göğün renkli gözlerini
ağlatır
yine de yazarım
ten’siz şiirleri
güneş kızıl tarlasında yaşar
aşkını / üryan ve hovarda
gecenin iç gömleği el yazmalı
/ yastık düşlü
uzun rüyaların yatağına
okunan karınca duası
rüzgârın her sayıklamasında
dul parçalarını toplar
kibirli yaşam
ücralara yerleşen ne varsa
düne dair
yine çıplak tenli şiirler
yine yorgun dizeler
artık zamansızlık
denizin teninde kaybolan
yağmur damlasıyım
ne tahta isterim kurtaracak
ne dalga isterim kıyıya
vuracak
mavi kanat isterim yüreğimin
epriyen sofasına
tenim çıplak
flu bir portre / hasarlı
yüzde aranan sen
sustu çilingir sofrasında iki
kadeh
kendime efkâr, kendime
sarhoş, kendime serseri
kaybolup yeniden doğmak
Zümrüdüanka teleğinde
çıplak bir yalnızlık hiç
değil
bu tutku
göğe bakan gözlerime
teni çıplak şiirler yazdım
yine de
6
Şubat 2021
Elif Burcu Özkan
SÖZSÜZ ÜZÜM
Denize kıyın var mı, sormadım
Ruhun kaç katlı, hiç
düşünmedim
Saymadım iç odalarının
sayısını
Kaç çocuk oynadı göğsünde,
bilmedim
Uğultulu kalabalıklar gördüm
pencerenden
Kararsız dünlerinden
alacaklılar
Kapına dizildi güpegündüz
İpini çektiğin yaşanmışlıklar
Bana birikmişliğin,
İliklenmiş dudaklar
Başı, sonu görünmeyen bir
ıssızlık
İçim ağzına kadar yalnızlık
Yokluğun, dünyadan uzaklığım
Silik ayak izleri
sahillerimde
Dalgalar altında cana
susamışlığım
Adalarım eksik nefeslenmeye
Başka insanım yok benim
Kitaplarım var yalnız,
kedilerim
Elimi sallasam çarpmaz bir
insan etine
Bir yığın sessizlik,
kimsesizliğim
Aşk, gözlerimin en koyu
gürültüsü
En eski tuzak boynuma
Ruhumu kemiren kara yutak
Düşümü kıran sözsüz üzüm
HERKES
NEDEN BİRAZ KADIN OLMALI?
Prof.Dr.
Güzin YAMANER
Ankara
Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Modern Dans Anasanat Dalı Başkanı,
Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı Başkanı,
KASAUM-İletişim Fakültesi
Yazı-dışı
bırakılmak, bir sınıf meselesidir! Sınıf ayrımı, yazma hakkını tüm ötekilerin elinden bir şekilde alır,
yalnızca kadınların değil! Ama kadınlar, toplumdaki sınıf ayrımlarının en
altına atıldıkları için, onların yazı-dışı bırakılmışlıkları, toplumun diğer öteki kesimlerine oranla çok daha
derindir. Bu nedenle, insan haklarına yönelik nice evrensel gelişime rağmen,
kadınların yazı-dışı bırakılmışlığı, bugün dünyanın en büyük insan hakları
ihlallerinin baş sıralarında gelmektedir.
Kadınların
yazı-dışı bırakılması, yalnızca bir hak ihlali değil, aynı zamanda kadınlığa
ait bir kocaman deneyimin, o eşsiz deneyimi yaşayan kadınların kendileri
tarafından yazıya geçirilememiş olması demektir. Yazının tarihi, binlerce yıla
dayanmaktadır. Bu sürede, toplumsal tarihin binlerce ölümsüz yazılı kaynağı
bugün evrensel kütüphanelerin raflarındaki mağrur yerlerini sonsuzadek garanti
ile korumaktadırlar. Ama o binlerce yıldan bugüne, kadınların kadınlığa dair
deneyimleri, evrensel kütüphane raflarında yerlerini alamamışlardır. Tarihte
binlerce önemli ve ölümsüz erkek kahraman, yazar ve şair kayıtlara geçmişken;
buna karşılık kadın kahramanlar, kadın yazarlar ya da kadın şairler bir elin
parmaklarını geçememektedir. Var olan sayılı kadın karakter de erkekler
tarafından yazılmışlardır. Oysa mutlaka ki o karakterleri kadınların kendileri
yazsalardı, çok daha olması gerektiği gibi ifade edeceklerdi. Ancak kadınlar
tarihte yazı-dışı bırakıldıkları için, bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.
Ta
ki, bir toplumsal iyileştirme hareketi olan Kadın Hareketi, kadınların
yazı-dışı bırakılmalarını bir hak ihlali olarak tanımlayıp, yazılmış kadın
karakterlerin erkek yazarlara ait imgeler oldukları için asıl kadınlığı
anlatmadıklarını söyleyinceye kadar; kadınların tarihteki görünmezliği,
sessizliği, sadece sözlü kültüre ait olmaları ve yazarlıktan engellenmeleri,
bir toplumsal mesele olarak görülmemiştir. Ama iki yüzyıldan fazladır Kadın
Hareketi kadınları, kadınların kadınlığı yazması üzerine çok büyük bir
heyecanla cesaretlendirmektedir. Artık kadınlar yalnızca, erkek roman
yazarlarının kahramanlık konusu, erkek şairlerin temaları ya da tarihteki soluk
ve ikincil figürler olmayacaklardır. Kadınlar artık, bizzatihi kendileri olarak
yazıyla kendilerini ifade edeceklerdir.
“Herkes Biraz Kadın Olabilir mi?” sorusunu soran Mısralardaki Öykü’M Şiir Platformu, kadın anlatıları kitabıyla, 19
kadın yazar ve grubun lideri şair ve yazar Mustafa
Yılmaz, işte tam da bu aydınlatmaya katkı veren bir öncü gruptur. Herkesin,
erkeklerin de kendisini “bir kadının yerine koyması” gerektiğini soran bu öncü
grup, 19 kadının kadınlığa dair eşsiz deneyimlerini yazıya dökerek canlandırmış
ve herkes için daha iyi bir dünyaya çok anlamlı bir katkı vermiştir.
Şimdi,
daha çok insanın daha çok kadınlığın yazılması için çaba harcaması çok daha
önemli! Kadın olabilmeye dair daha çok sorular sorulsun, daha çok anlatılar
eşsiz kadınca deneyimleri yazıya aktarsın diye…
İşte
“Herkes Biraz Kadın Olabilir mi?”
anlatısının eşsiz katkısı budur…
SON KAHRAMANLAR
Üşümüş bir serçe
titrekliğinde
Ürkek adımlarla
Dilinin
kıyısında çırpınıyor heceler
Hadsizliğin sırtında dolanırken
suskunluk
Birer birer dökülüyor
Sarhoşluğun cesaretine sığınmış
sevdalı fısıltılar
Uykusuzluk nehirlerinde
imgeleniyorken vuslat
Son kahramanlar
Öldürmemek adına itirafsız
bırakıyor sevdayı
Dokunmadan
Usulca
Utangaç sevişmelerin
esaretinde
Çünkü bu çağ çürüttü
utanmanın asaletini
Yabanıl saflığından koparıldı
aşk
Nerededir şimdi hesapsız
yüreklerin
Sevdalı ezgilerin mağrur
sahibi
Hangi bilinmeziğinde
yitirildi evreninde
Rüzgâr terk etti kulak
uçlarımızı acıtan dokunuşunu
Teknolojinin içinde
harcanırken sevişmeler
Aşk hangi tanrıçanın önünde af
dilemeye gitti
Kaç sözcük kaldı yüreği talan
eden heyecanıyla
Bu çağın kirlenmisliğine
teslim olmamış
Ürkek hazları koynunda
taşıyan masumiyetiyle
Kaç sevdalı yürek sustu
tarihin sessizliğine gömdü düşlerini
Aşk utancını yitirirken
klavyeler kahraman oldu
Soğuk sanal yatak
odalarında
Duygular dondurulmuş
avuçlarda heder oldu
Rengini yitirdi sevdanın
bakışı
Ve son kahramanlar
Bu çağın hiçliğinde
tükenmemek adına
Sessiz aşklarıyla satır
aralarına sığındılar...
Çiğdem Güner
SÖZ YAĞMURA YAĞDI
sırtımdaymış, okşayınca
bildim kanatlarım
özgürlüğüm kuş, vurulmuş
ağzından
annemi alıp hızlandırmış
zaman
gel de bilme kaç
yaşındaydın
gökyüzünce ağlamış yüzünün
ovasına bulutlar
sus,
kelimelerin altında bir büyük
yorgunluk
biraz burada bekleyelim
sessiz
çekip ağzımızın ipliğini bir
küflü uykudan
zamana ağır geldi insan
eti
kaldıramadı
yükü yüklenmeden
omuzlarına
düştü yazı
söz yağmura yağdı
altımdan dünyayı
aldılar
kağıttan korkuları bindirip
denizlere
bir buzlu şarkı şakağımı yaktı
ellerinmiş, bildim
dokununca
yalnızlığımı
Filiz Kalkışım Çolak
UZ MESEHORLU BALIKÇININ
KARISI
Yeşil topuklarıyla bir gelincik geçer
birazdan yalı sokaktan. Kızılcık balı damlamış böğürtlen dalından kalkar
kuşları gecenin. Yağmur vurur usul usul ahşap pencerelerin isli camlarına.
Karıncaların kırıntı davasında bitmeyen mücadelesinde sancır avludaki incir
ağacının kökleri. Vakit damlar laçin dallarından, yeşil kozalaklardan akar balı
fıstıklı sevdaların. Bülbül kırmızıya ağıtlanır şuh düetlerin otağında.
Sırtlardan düşer işmarı güneşin. Asiye derin uykuların koynunda. Yıllanır aşkın
taze döşeğinde umutlar. Siyah saçları dağılır kanaviçe yastığın güllerine.
Kollarından gecenin sayıklayan şafak sızar, tül perdeden sokulur okşar, tende
cıvıldayan dokunuşları. Her kuşluk vakti kocasını balığa uğurlamak için
kalkardı Asiye! Turşu kavurur, ıhlamur demler, mısır ekmeğini tam çıkarırken
fırından Temel uyanıverirdi telaşına. Patlıcan incirini ne çok severdi Temel.
Kaç kavanoz reçel hazırlayıp dizmişti tahta merdivenli çıkartmanın başına taze
gelin. Hemen yanında turşu bidonları çivit mavisi renk renk düşlere geceden
sevda ören. Fasulyeler mayıs gibi ekilir yaz ortası başlanırdı etek etek
toplanmaya. Biberler, sivrisi, çarlisi, tombulu. Renk renk kırmızısı yeşili
sarısı… Duvarın dibine toprak taşınmış, domates ve patlıcan çoktan ekilmişti
Karadeniz Kadının çilesine. Sırtında sepeti başında çizgili keşanı, Asiye’nin
al al yanaklarında açardı güller miskini. On beş yaşında kaçtıydı ilkokul
sevdası Temel’e. Mahallede kaç uşak peşinde dolaştıydı da dönüp bakmadıydı
pullu kız hiçbirine! Oğuz boylarından(uz) Mesehorlu balıkçıyla karısının
serüveni böyle geçip giderken nihayetinde kalandar gelip çatmıştı. O sabah
Asiye yine erkenden kalktı. Karalahana sarması pişirdi, yolluk azık diye yanına
mısır ekmeği yazdan hazırladığı turşulardan koydu. Bakır işlemeli sinide
kahvaltıyı hazırladı. Tek demlik üstten tutmalı alüminyum çaydanlıkta
fokurdayan ıhlamuru bardağa doldururken, Temelle bakışmalarına cıvıldıyordu
pencereye sığınan serçeler. Temel karnını doyurur doyurmaz sarı yağmurluğunu
giyindi, boynuna Asiye’nin ördüğü atkıyı sardı. Soğuktu, hafiften kar
zınaklıyordu. Asiye’sinin yanağına bir öpücük kondurdu ve yola koyuldu tam
bahçe kapısını açıp çıkarken, dönüp tekrar tekrar Asiye’sine baktı. Sanki
birbirlerinden hasretlik alıyorlardı. Asiye bi telaş koşup Temelin boynuna atıldı.
Ayrılmak daha da zor gelmişti o sabah Temel’e Asiye’sinden.’’Temel’um bu sabah
gitmayiver da içimde bi sıkınti var!’’ Temel ‘’Oy Asiye’m benim boncuk gözlüm
niye böyle yapaysun da gitmesam olur mi ne yer ne içeruk, daha düğünden borçlar
duruyi gulüm benum!’’dedi. Asiye boynunu büktü, Temel hafice başını kaldırıp,
Asiye’nin yanağına sıcacık bir öpücük kondurdu. Temel’den kalan son hatıraydı
Asiye’nin yanağında, hâlâ sızlayan o öpücük!
O gün denizde fırtına vardı ancak nice
fırtınadan sağ gelmesini bilirdi balıkçıları Yomra’nın. Sakin bir koya demir
atar, fırtınanın dinmesini beklerlerdi. Tam iki gün geçmişti, Asiye deniz
kenarında Temel’in yolunu gözlüyordu. Alnına çattığı kara yazmadan simsiyah
bahtı dökülürdü kıyıya. Martı çığlıkları dağlanıyordu boşlukta. Deniz hıçkırık
kusuyordu köpük köpük çalkalanıp o hışımla taşlıklara çarpıyordu. Sonra sustu,
sesler ölüm marşı üfler gibi dudakları karayelin bir fırtınada kaybolup
gidiyordu korkular ardına hüzün salkımlarını ekerek. Derken bir motor sesi
bozdu haykıran sessizliğin kalleşliğini. Gelen İdris Kaptan’ın teknesiydi.
Halil, Ali, İbrahim, Dursun Reis hepsi sağ salimdi. Kıyıda süren o telaş yerini
sevinç çığlıklarına bırakırken Asiye’yi bir korku sarmıştı. Asiye telaşla İdris
Kaptana koşup ‘’Temel niçun dönmedi, iyi midur bi haberunuz var midir da!’’
diye titrek bir sesle çıkıştı. ‘’Temel bizumle değildu, o bizden ayrilmiştu
dönmedi mi yoksa da!’’ deyince Asiye bayıldı. Bir uğultu koptu. Karayelin
başında kapkara bir duvak çığlık çığlığa koşuyordu denizin üzerinde. Göğün
gözlerine kapkara sancılar ilişmişti. Derin bir uğultuda Asiye bilmediği bir
boşluğa savruluyordu. Duymuyor, işitmiyor, hayatta mıydı, ölü müydü, dirimi
hiçbir şey hissetmiyordu. Yarım nefes göğsünde, inip kalkıyor sanki
boşluklarına bir hırıltı doğranıyordu. Gittikçe bilmediği bir dibe
sürükleniyordu ki yüzüne çarpılan bir avuç suda gözlerini açtı! Ahlananlar,
vahlananlardan bir ses tırmıkladı bilincini: “A kizum korkma da gelur
inşallah!” tesellisine tutunarak güçlükle doğruldu. Gözlerinden birbiri ardınca
yaşlar akıyordu, elinde kara yaşmağı taşlıkların üzerine çıktı. Ve avazı
çıktığınca bağırarak ‘’Temel’um dön artuk beni buralarda eli koynunda koma!’’
dedi ve yere çömeldi. Kıyıdaki kalabalık çoğalıyordu. Üç gün olmuştu Temel’den
bi ses çıkmamıştı. İdris Kaptan ve arkadaşları daha fazla çaresizlik içinde
bekleyemediler ve arama kurtarma çalışmalarına bizzat katılarak arkadaşlarını
armaya koyuldular. Asiye ile Temel’in en yakın arkadaşlarından Halil’in karısı
Hatice, Asiye’nin yanından bir an ayrılmadı, Asiye’yi teselli ederken Halil de
arama kurtarma çalışmalarını beraberindekilerle üzüntü ve endişe içinde
sürdürüyordu. Askerliklerini birlikte yapmışlar, Temel’le aynı yıl evlenmişlerdi.
Hatta Hatice’ye aldığı gelinliğin parası çıkışmayınca, Temel babasından yadigâr
el yapımı gümüş köstekli saati satıp Halil’e yardım etmişti. Can dostunu
böylesi bir şekilde aramak onun için çok zordu!
Şafak sökmeye ramak kala motor sesleri
işitildi. Kalabalıktan fısıltılar yükseliyordu. ‘’Hacan Teme’lu bulmuş
midurlar, hacan eldimu yaşamaz, hacan sağ midur!’’ Loş ışıklar eşliğinde İdris
Kaptan ve beraberindekiler kıyıya yaklaştılar. Kimse konuşmuyordu. Ölüm sessizliği
sarmıştı tüm limanı. Asiye ‘’İdrus Dayi, buldunuz mi Temel’umi da?’’ diye
ayaklarına kapandı ihtiyar balıkçının. “Kizum metanetli ol alabora olmiş tekne
o tekneden sağ çıkmasi mümkün değildur!” dedi ve Temel’in çizmesinin tekini ve
atkısını Asiye’ye uzattı. Asiye yıkılmıştı feryatları denizin diğer yakasından
duyuluyordu. Kendisini kayalıklara attı alnından kanlar akıyordu. Kendine zarar
vermemesi için herkes seferber olmuş Asiye’yi zor sakinleştirmişlerdi.
Asiye’nin tüm feryatlarına rağmen ne yazık ki Temel bulunamamış karanlık sularda
kaybolmuştu. Nihayetinde günler ayları kovalamış kazanın üzerinden 5 ay
geçmişti. Asiye hamileydi. Karnındaki yavrusuna sığınıyor, Temel’in bir gün
döneceğine inanıyordu.
“Ölüye eldu denur!” diye çıkışırdı
öldü diyenlere. Deniz aldığını kırk günde geri verirmiş umuduyla kaç kırk gün
geçmişse de Asiye Temel’i beklemekten bir an bile vazgeçmemişti. Her kuşluk
vakti akşam güneşi batıncaya değin kayalıklarda Temel’in yolunu gözlerdi.
Yalıncaklı Asiye bakır sinide kahvaltısını hazırlar sobada üsten tutmalı
demlikte çayı deme bırakır; Temel’inin geleceğini ve geldiğinde sevdiğinin her
şeyi bıraktığı gibi bulması için bir gün bile aksatmadan Temel’in sevdiği
yemekleri hazırlar sofrayı kurardı. Bugün gelmediyse yarın gelir düşüncesiyle
ıhlamur demler, mısır ekmeği pişirir, kara lahana sarması sarar ve turşu
kavurmayı ihmal etmezdi. Sonra karnında yedinci ayına giren bebeğiyle yağmura
çamura aldırmadan her sabah Temel'i uğurladığı kıyıya giderdi mavi gözlü beyaz
gelin Asiye!
Temel'i beklerken arada bir de ağıt yakardı.
Karadeniz'in efsunlu, deli deli pusuya yatan sessizliğine doğru! Efkâr
tütsülenirdi martıların çığlıklarından, kanatlarından gümüş pullar yağardı.
Kuşağındaki çakıya deniz bi başka durulurdu. Suya düşerdi vurulan umutlar bir
bir… Türkülerin isi yanardı mehtabın alık sinelerine doğru, susardı Yalıncak!
Çam burnu hüznünden yeşil yakı yakardı Yeros'a. Durana Deresi’nin eteklerinden
sıçrardı gözü yaşlı taşlar. Akıntıya kapılıp sevdalar vururdu yüreklerin zifin
çeken çakıllı kumsallarında.
“Denuz sevdami aldun doğmamiş sebumi
yetum goydun e gudurasun oy denuz kuruyasun yerun dibune geçesun, oy denuz
Karadenuz ander galasun, gaybana kalasun oyy! sevduğuuum eruum Asiyen sa
gurban, kara perçemlu Temel'um oyy! Bitur habu ayruluği ellerum bağrumda galdi,
gavuşalum sevduğum oyy oy!”
Kayalıklardan kan sızardı. Limanın
kucağına gök mavi elbisesini yırtar bırakırdı Kilise Tepesi'nin üsküt
duruşlarına. Kızılcık yağardı adeta deryanın kara yazmalı yasına. Rüzgârın
kanatları bir uçtan bir uca açılır. Ta Rusya kıyılarına düşürürdü yürek
sancılarını Asiye'nin.
O hışmıyla poyraz tir tir titrer
oradan oraya vururdu kendini gencecik gelinin ağıtlarına dayanamayıp. Başındaki
kara yazmasının gümüş pulları saçılırdı. Temel'in levrek tezgahına çinekoplar
kuyruk vururdu kara kaşlarının üstüne. Ak çehresinden yuvarlanan yaşlarda
ıslanırdı o bomboş tezgâh! Yosunlar bile ağıt yakardı, o ağlayınca allaşırdı ak
köpükleri hırçın dalgaların! Ayrılık öylesi bükmüştü ki Kaşüstü'nün belini;
rükûya eğilen minarelerden yankılanırdı acının derinleşen sancıları. Sabah
çözülünce iyiden Çamlık Tepelerinden, dinerdi göğsü Karadeniz'in, kâğıt gibi
salınırdı ipeksi ahengiyle…
“Allah belanu versun denuz, yine
geturmedun bana Temel'umi!” diye söylenen eli kınalı geline boyun eğer ta
diplerinde uyuyan Temel'e fısıldanırdı sessizce! Sırılsıklam bedeni, buz kesmiş
elleri, mosmor dudakları, ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleriyle bitkin bir
şekilde dönerdi evine Asiye. Bir sonbahar gecesi doğurdu Ahmet'ini. İlk defa o
sabah gidemedi kayalıklara ebe ana izin vermedi Asiye'ye. “Olmaz bu halda
gidersan kizum elursun habu sebu ne olur ha uşağum etma!” diyen ebe anaya
direnemedi daha fazla. Çocukluk sevdasıydı Temel, okula birlikte giderlerdi,
yukarı mahallenin oradaki pelit ağacının altında buluşurlardı. El ele diz dize
evlenecekleri günün hayallerini kurarlardı. Yıllar böyle gelip geçmişti,
ayrılığın başı iyice düşmüştü Asiye'nin dizlerine.
Son kez gidişiydi o gün kayalıklara,
deniz masmaviydi tıpkı Temel'i balığa uğurladığı o gün ki gibi. Kuşlar cıvıl
cıvıldı. Fistanında yeşil ökçeli hanım kızlar açmıştı adeta. Şıkır şıkır al
yazmasının pulları salınıyordu. Onca zaman sonra yüzünde hiç olmayan bir
tebessümle uçarak gidiyordu kıyıya. Musa Dayı: “Nereye da, yine mu Asiye
kayaluklara!” diye seslendi şadırvanın önünden. “Habu Asiye de bi hallar vardur
da” endişesiyle söylendi, aldırmayan laz kızın ardından kendi kendine.
Yüreğinden yağmur yüklü pembeli mavili kuşlar süzülüyordu. Deniz eteklerini
sere serpe sermiş öylece oturuyordu karşısında. Bembeyaz duvağı uçuşuyordu
esintilerin arasından. Yunus balığı o gün olduğu gibi iyice yaklaşıp kıyıya
selâm verdi kuyruğunu sallayarak Asiye'ye. Ilık bir meltem esiyordu, dağlardan
saçlarında mor çiçeklerden bir taç, rüzgârın komar çiçeklerinin leylak
düşlerden çalıntısı, karpuz çekirdeğinin sulanan tadı damaklarda, Yomur
elmasının pembeliği kızan yanaklarda…
Bir çise döktü incecikten körfeze, bir
sis, denizin üzerine bir ıslık sesi. “Oy Asiye Asiye, tütün koydum kesiye,
buban veriyi seni da, bir bağ pırasiye oyy sevduğum” Dağıldı sis kemençenin
kıranlara vuran tellerinden, dindi yağmurun zerrecikleri Temel beliriverdi
beyaz gömleğiyle. Körfeze mavi konfetisi yağıyordu güller arasında göğün,
çekildi usuldan sular ayaklardan. Çakısı düştü Asiye'nin kuşağından, ayna
kesiğinden sivrilen kum taneciklerinin saydamlığına bir hışırtıyla sarı
yağmurluğu sürüklendi oracığa Temel'in. Kara saplı sustalısı saplandı deniz
kulağının fısıltılarına. Ahmet’ini Hatice’ye bırakmanın huzuru vardı yüzünde.
Kıyamadığı Temel’inden tek hatırası o yıldız yıldız bakan gözleriyle ak pak
bebeğini. Kaç gece koynunda uyuturken sütü kesilmişti acısından bakarken
duvardaki Temel’inin resmine. Ana yüreği ya sancısından aç kalmasın diye
yavrucuğunu Hatice’ye getirmişti. Kaç kez kuzusuna sütünden versin analık etsin
diye. Acısı aşkı öyle büyüktü ki tek dayanağı yavrusunu bağrına bastıkça
Temel’e olan aşkı dineceğine aşkı büyüyüp içine akan gözyaşlarında Asiye’yi bir
uğultuya sürüklüyordu. Olmuyordu, ne yapsa olmuyordu. Bir yanda yavrusu diğer
yanda sevdiği. Ateşi Asiye’yi yaktıkça eritiyordu. Dört aylık olan kuzusu ona
daha da çok Temel’inin acısını hatırlatıyordu. Ahmet’ini doya doya son kez
öptü. Ve kıyıya gitti. Kayalıklardan denize indi yaşmağını saldı kuzeye, çözdü
saçlarının örgülerini, daldı masmavi suların ışıyan dansına.
Körfezin şahitliğinde sözleşen iki
kalbin şavkından çırpınarak göğe yükseldi iki ak güvercin Yomra semalarına. O
gün bugündür kim kuşluk vakti balığa tek çıkarsa görürmüş genç sevdalıları. Ne
zaman fırtına çıksa, denizde yalpalayan teknelerin kayıkların imdadına
yetişirmiş simsiyah saçları masmavi gözleri olan bir peri kızı. Yemyeşil
gözleri olan esmer bir delikanlı. Tekneyi kıyıya bağlar bağlamaz tek vücut olur
suya gömülüp gözler önünde kaybolurlarmış. Ahmet hem öksüz hem yetim kalmıştı
ama mutsuz değildi. Annesiyle babasının her kuşluk vakti denizden söylediği
ninnilerin sesiyle büyüyordu tahta beşiğinde. Süt anası Hatice onu kendi öz
yavrusu Hasan’dan hiç ayırmıyordu. Hele ki Halil o geceki fırtınadan sağ
kurtulanlardan biriyken. Artık o efsanevi aşkın tek emaneti hatırasıydı Oğuz
Boylarının Mesehorlu köklerine Ahmet. Belki de kutsanmış bir bebekti, ölüm
meleğini denize yaklaştırmayan kâh kadın kâh erkek suretinde görünen aşk
meleğinin sura üflediği huzurla!...
SEN BİLMESEN DE OLUR
Gülüşüne
gölgem düşmeyeli günler oldu
Adını
seslenmeyişim içimde buruk bir hüzün oldu
Fersah
fersah gerdanından kaçışım umuda yelken oldu
Sen
bilmesen de olur.
Saçlarına
göz yaşım akmayalı aylar oldu
Gönlüne
seslenmeyişim içine derin bir ah oldu
Fersah
fersah kalbinden kaçışım aşka yoldaş oldu
Sen
bilmesen de olur.
Kokuna
kokum karışmayalı yıllar oldu
Gözlerine
seslenmeyişim içimde çığlıklara içinde ağlayışlara har oldu
Fersah
fersah senden kaçışım dağın diline şarkı oldu
Sen
bilmesen de olur.
Dizdar Karaduman
KUŞ KANADINDA ŞİİRLE YAŞAMAK: CANAN SANLI
Dört yıldır Veysel Çolak yönetimindeki Karşıyaka
Belediyesi Şiir Atölyesi’ne devam eden ve orada şiir sanatına dair çalışmaları
dikkat ve merakla izleyen Canan Sanlı, şiire olan ilgi ve tutkusunu ilk şiir
kitabı Sen Bende Yoksun (2020) ile yeni yıla güzel bir başlangıç yaptı.
Kitaptaki şiirler iki bölümde toplanmış. Birinci bölümde 22, ikinci bölümde ise
19 şiir bulunuyor.
Birinci bölüm, Veysel Çolak’ın: “Zordur anıları yaşamak / en
iyisi sen kuş sesleri biriktir” (s.49, Kalbim Taraf Tutuyor)
dizeleriyle açılıyor. Sonra “Şiirimle El Ele” başlıklı metinde yaşamının âdeta
bir parçası haline gelen şiir tutkusunun nasıl başladığını anlattığı bu giriş
yazısında şiirin mutlu mutsuz anlarında kendisini hiç yalnız bırakmadığını,
onunla muhteşem bir dostluk ve arkadaşlık kurduğunu söylüyor. Metnin sonunda
ise: “Yaşamın
bana bir armağanı; ikinci bahar bu olmalı. Dostumla birlikte uzun uzun yollarda
baharı asacağız dallara. Özgürlüğün sesi, umudun neferleri olarak dizeleri
serpiştireceğiz taşlara…Bu yolculukta, o da ben de hazırız sonsuza kadar…
Sevgiyle…” diyerek şiirin yaşamının artık ayrılmaz bir parçası
olduğunu, onsuz bir yaşamı düşünemediğini vurguluyor Canan Sanlı.
Birinci bölümde bireyin yaşadıklarına dair izlenimlerinin yer aldığı şiirler, daha çok yer alıyor. Bu bölümde geçmişe dair anılar, çocukluk, gençlik yılları, komşuluk, aile, anne, çocuklar ve eşine olan sevgi, yaşama bağlılık, aşk, sevgi, vefa, umut, doğa gibi izlekler yer alırken, ikinci bölüm yine Veysel Çolak’ın “Hem neden hem sonuçtum / koştum rüzgâra dönüşünceye kadar / hala duyuluyor annemin sesi / Bu dünyayı katillerden temizlemeli!” (s.5, Kalbim Taraf Tutuyor) dizeleriyle başlıyor. Bu bölümde ise bireyin iç dünyasını, toplumsal olay ve olgularla birlikte harmanlıyor şiirlerinde Canan Sanlı. Yaşanılan her olumsuzluk kadın olmanın getirdiği duyarlılıkla şiirlerine yansıyor. Savaş, barış, umut, direnç, kadına yönelik şiddet, Suriyeli mültecilerin dramı, yoksulluk, toplumsal acılara karşı duyarsızlık gibi izlekler bu bölümde işlenmiş.
Şiirlerindeki sözcük verimine baktığımızda ağaçlar,
salkım söğüt, çam, portakal, limon; kır çiçekleri, begonya, karanfil, sardunya,
şakayık; deniz, rüzgâr, dalgalar, gökyüzü, gece, yıldızlar, yağmur, poyraz;
kuşlar, güvercin, kumru, martı, karga… gibi doğayla ilgili sözcükler hemen
hemen her şiirinde yer alıyor. Bunların başında da kuş imgesi geliyor. “Yaşam
dediğin bir avuç avuntu / sayfalar çevrildikçe, / bir kuş misali kanatlanır
gökyüzüne” (s.22), “En iyisi sen bir kuş ol ağaçta. / Bahar bulutun yeşersin. /
Sesin duyulsun kanatlarını her çırpışında…” (s.44) Bu örneklerde
görüldüğü gibi kuş imgesi, onun şiirinde tasarladığı özgürce yaşanılası bir
dünyaya kanat açmak olarak değerlendirilebilir. Şiirlerindeki kuş imgesi
incelendiğinde şairin kuşları, gerçek dünya ile hayali dünya arasında gidip
gelmelerin bazen de hayâl dünyasına kaçışın simgesi olarak tasarladığını
söyleyebiliriz.
“kargalar kovalar kumruları mahalleden / ağaçların
sahipleridir sesleri oyalar düzeni.” (s.14), “güvercin kanadında uzandım kollarına”
(s27), “Süzülerek ağır ağır kanatlarıyla, dalgalanır martılar yaşamın
üzerinde.” (s.28), Bu dizelerde görüldüğü gibi şiirlerde iki tür kuş
imgesi vurgulanmakta; bunlar barışın sevginin, güzelliğin, simgesi olan
güvercin, kumru, martı ile anlatılırken kötülüğün simgesi ise kargalarla
veriliyor. Bu iki karşıt imge, aslında hayatın diyalektik çelişkisini, bir
anlamda şiirde gerçek dünya ile ideal dünya karşıtlığını da duyumsatıyor okura.
Füruğ Ferruhzad’ın: “Kuş ölür, sen uçuşu hatırla!” dizesindeki ölüm ve yaşam
karşıtlığıyla birlikte özgürce yaşanan anların güzelliğini ve değerini
hatırlattı bir anda bana.
Kitaptaki şiirlere dil ve anlatım yönünden
baktığımızda, Canan Gürtunca Sanlı okurun anlayabileceği yalın bir dille yazıyor
şiirlerini. İmgeyi de anlamı daha somut bir hâle getirerek okurda tasarım ve
çağrışım oluşturacak bir biçimde şiirin içeriğine yediriyor. İmge oluştururken
daha çok deyim ve ad aktarmalarına, mecazlara, eğretilemelere, kişileştirmelere
başvuruyor. Örneğin: “masalar koşturur mangallar sohbette / tabaklar, çatallar yarış
halinde” (s.18), “hava küskün, begonya suskun / gözleri arıyor koltuğa sinen
kokuyu” (s.22), sokağın ağzı suskun, evlerin boynu bükük / bir çift kumru
onarmak istiyor çatıyı.” (s.24)
Ancak zaman zaman dikkatinden kaçmış olacak ki “Ey
benim bahtı yârim, / gönlümün tahtı yârim / Yüzünde göz izi var, / sana kim
baktı yârim” Karacaoğlan’ın “yüzünde göz izi var” imgesini tırnak içine almadan
“kadın hamakta salınır, yüzünde göz izi” (s.18) dizesinde kendi imgesi
gibi kullanıyor. Bu dizede salınmak eylemi, sallanmak eylemiyle karıştırılarak
yanlış anlamda kullanılmış. Yine “Doğmamış çocuklar tanrı kadar özel.”
(s.) dizesiyle “gülüşü yasemin kokulu çocuk aldırmıyor” dizesi
tırnak içine alınmasına rağmen kime ait olduğu belirtilmemiş. Bu konularda çok
dikkatli olması gerekir şiir yazan arkadaşlarımızın. Yine Türk edebiyatında
sıkça kullanılmış imgelere ya da kalıplaşmış sözlere başvurarak bunları şiirde
kullanmak şiire bir yenilik getirmiyor. Sözgelimi, “tünelin ucundaki ışığı gör,
kamaşsa da gözlerin aldırma.” (s.19) dizelerinde bu tür açmazlara
düşülebiliyor.
Burada bütün olarak baktığımızda Canan Sanlı’nın
Veysel Çolak’ın şiirinden etkilendiğini görebiliyoruz. Birçok şiirinde şairin
şiirlerinden bazı dizeleri kullanması ve zaman zaman söyleyiş olarak da
etkilendiği hissediliyor. Sözgelimi, “sen bende yoksan bir şehir ayaklanır /
gökyüzü tutuşur bulutlar ağlar” dizeleri bu esinlenmeye güzel bir
örnek. Şiir yolculuğunun henüz başında olmasıyla bu etkilenmenin normal
olduğunu düşünüyorum. Her şairin mutlaka şiire başladığında etkilendiği şairler
vardır. Örneğin Behçet Necatigil, Şiirin Burçları yazısında kendisinin Gurbet
Burcu döneminde Ziya Osman Saba, Cevdet Kudret ile Necip Fazıl Kısakürek’ten
etkilendiğini söylemiştir. Burada önemli olan etkilenilecek şairin; bir şiir
görgüsünün, bir şiir düşüncesinin ve örnek olunacak usta bir şair olması. Eh
Veysel Çolak da bunlardan biri.
Şiirlere ses ve ahenk yönünden bakıldığında:
“Derinlerde yosun tutan bir kaya / sözlerin hep pervane, gözlerin bulut/ …bir
avuç düştü gizli bahçende oyalanan / turnalar uçmuştu, sevgindi bizi
sarmalayan.” (s.27) dizelerinde görüldüğü gibi şiirde ses ve ahengi
oluşturmak için zaman zaman dize sonu ve dize içi uyaklara başvuruyor. Bazen de
“Dantel
dantel her ilmikte sabır işlerdin / yaşamın artıları eksileriyle vakitleri
dizerdin”) s.27) dizelerindeki gibi ikilemelerden, karşıt anlamlı sözcüklerden
yararlanırken bazen de “Seni düşünürken / ılık bir rüzgâr eser /
…Seni düşünürken / bir çiğ tanesi düşer yaprağıma…” (s.32) olduğu gibi
dize yinelemelerinden yararlanarak şiirin ahengini oluşturuyor.
B.Necatigil, Bile/ Yazdı adlı eserinde şöyle diyordu: “Bir
başka tanıma bakacak olursak “şiir, çokluk, iç ve dış kuvvetlere karşı kendini
savunmaya geçiş, kendine bir çıkar yol arayıştır; bir gerilimdir; şairi
zorlayan bireysel ya da toplumsal bir meselenin, bir halin kendini kabul
ettirişi, onu günlerce tedirgin edişidir” (2012:46 Bile/ Yazdı)
Canan Gürtunca Sanlı da insana ve topluma yönelik her
türlü haksızlık karşısında şiire ve onun gücüne sığınıyor. Kendisini tedirgin
eden olay ve olgulara duyarsız kalmıyor, bunları şiirine taşıyor. Onun için şiir,
bir anlamda umudun sesi oluyor. Ülkemizde ve yakın coğrafyamızdaki yaşanan
acılara, küresel sermayenin ve silah tekellerinin Ortadoğu’da çıkardığı
savaşlarda öldürülenlere, Afrika’daki açlık ve yoksulluğa karşı duyarsız
kalmıyor. Kırlangıçların Çığlığı (s.45) başlıklı şiirinde: “Çiçekler kurumuş, ağaçlar aç /
uzaklardan gelen çığlıklar yakın / kadının gözleri bungun, eteği yangın /
çocuğun ellerinde kara taşlar. / Ocağın başı açlık! / Sınırın iki yanı ateş”
diyerek bir fotoğraf gerçekliğiyle yaşanan insanlık dramını dile getirirken son
dizelerde “Sen yine de soğuk rüzgarlara siper ol. / Özgür bırak içindeki umudu,
heyecanlasın toprak” diyerek direnci ve umudu tazeliyor şiirlerinde.
Sessiz Kalma (s.46) başlıklı şiirde ise “Evlere
sığmıyor sokaklara taşıyor figanlar / anaların yüreğine oturuyor kara taşlar /
çığlıklarını yutuyor toprak / Sessiz kalma! Çığlığın ulaşsın mazlum kırlara /
Biri bana anlatsa. Bu dünyayı kim yönetiyor.” diyerek yaşanan bunca
acılara karşı duyarsız kalan yöneticilere ve insanlara tepki gösteriyor.
Sonuç: Metin Altıok: “Soluğuma bir küçük kuş tünemiş.
/ Seninse gölgen yıldız dolu gökyüzünden biçilmiş.” diyordu Madımak
katliamında yitirdiğimiz şair Metin Altıok. Canan Gürtunca Sanlı’nın da bu
kitabındaki şiirler kuşlar gibi kanatlansın, gökyüzünü şiirlerle doldursun.
Nice kitapların olsun Canan Sanlı. 28.02.2020
/ Bornova
GECENİN KANATLARI
Gecenin
kanatları çırpınan denizi sarar
balıklar
şaşkın kuytu köşelerinde
kiminde hüzün,
kiminde efkâr
nağmeler almış
başını gider
sigaranın
dumanına sarmış keyifler...
Beyaz bürümcük
tülbent sarmış karşı kıyıyı
hoyrat rüzgar
savurmuş sevdaları
izleri
belirsiz anıları savruk
hava küskün,
begonya suskun
gözleri arıyor
koltuğa sinen kokuyu.
Tesbih
taneleri dağılmış yalnız köşelere
yıldızlar
yoldaş, her birinde ayrı sözcük.
Yaşam dediğin
bir avuç avuntu
sayfalar
çevrildikçe,
bir kuş
misali kanatlanır gökyüzüne.
Temmuz 2019, Ayvalık
Nüket Hürmeriç
VAZGEÇME
Mutlu
gökyüzü rengi
Sevinçli
eller sunar
Hüzünlü
havalar
Rakiptir
gözyaşlarıma
Yansız
kalınır mı dünyaya
Onca
dengesizlikler
Çalakalem
duvarlarda
Teşekkürler
hemcinslerime
Hüzünlü
mücadeleler üreten
İşler
başa düşünce
Çabalamaktan
vaz geçme
Yanıtları
söyledim önce
Sen soruları dizile
Ocak
2021
Seval Arslan
TANRILARIN BAHÇESI
sesi, sesim kadar yalnız
yağmur ormanları kadar kederli
akşam karanlığı teni kadının
ipe serilen düşler sitemli
yaşlı korkunun gölgesi
tanrıların bahçesinde
beli bükülür yaşamın
dudaklarında kan sızan tebessümle
can çekişir gebe duvarlar
ürperir yeşil
kırılır sevinç testisi
yoksulluğun pençesi
etek ucundan çekiştirirken
tanrıların bahçesi...
Seval
Arslan
GERÇEK
EDEBİ ESER YARATMAK
Okumak kadar yazmak da tutkudur. Yazının
büyüsüne kapılan yazarlar, kendi dünyalarından baktığı pencereden hayatı
yeniden yorumlarlar. Yenidünyaya yapılan bu yolculukta, kurgu ile gerçekliği
bir arada harmanlayabilen yazarlar kalıcılığı elde ederler.
Gerçek yaşamın içinde ve iç dünyasında
yaşadıkları, eserlerine yansımayan hiçbir yazar yoktur. Yaşamı, siyasi görüşü,
sanat-edebiyat anlayışı, eserlerindeki yapı, izlek ve kurgusuyla okurları
etkisi altına alırlar. Gerçek edebiyat eseri yaratan yazarlar, yazıya ilgi
duyanların edebi kişiliğinin oluşum ve gelişiminde yol göstericidirler.
Değişik türde kitaplar okumak, yazma
eyleminin gelişimine katkı sağlardı, kuşkusuz. Okuduklarımdan, yazın
ustalarından öğrendiğim bir şey varsa o da, yazılan eserlerin
(Şiir-öykü-roman-makale-deneme… vb.) edebi sanat değeri taşımasının
kesinliğidir.
Doğuştan sihirli güce sahip olanlar
vardır, olmayanlar vardır. Peki, bir edebi eser yaratmak için “yetenek” tek
başına yeterli midir? “Hayır!” dediğinizi duyar gibiyim. Çünkü hiçbir unsur tek
başına kusursuz gerçek edebi eser yaratmak için yeterli değildir. Hayat ve
sanat (edebiyat, resim, müzik, tiyatro, sinema… vb.) bir bütündür, birbirini
etkileyen. Bazen bir resimde gördüğümüz desen, bir film sahnesinde duyduğumuz
söz esin kaynağı olabilir. Özümlenen kültürel birikim bizi eyleme geçirebilir.
Alman filozof Leibniz “Diller, insan zihninin en iyi aynasıdır”
[1] diyerek insan zihninin
dış dünyaya yansımasının, düşüncenin görünür kılınmasının ancak dil ile mümkün
olacağını ifade eder.
Dil olgusunu duygu, düşünce, davranış ve
bunların hepsini kapsayan ahlâk ve dünya görüşünün karşılığı olarak
tanımlayabiliriz. Yazı, konuşma dilinin izidir bir anlamda. Sözcükler ve
harfler evrenin bütün sırlarını saklar. Onların şekillerinde ve seslerinde her
şeyi bulabilir, hedefinize doğru yol alabilirsiniz. Olayları içselleştirmek,
evrensel dünya görüşüne sahip olmak, kendiliğini bulmak, düşünce alış-verişi
yapmak gerçeklerle yüzleşmeyi sağlar. Dolaşımda olan eski, ya da yeni her
sözcük kendi anlamında güzeldir, dilin varsıllığıdır. Cemal Süreya’nın dediği
gibi “Sözcük aynı zamanda duygudur,
düşüncedir, hayatın bütünüdür.” [2]
Okuduğumuz bazı eserlerin saçma,
gösterişli, abartılı, süslü sözcüklerle yazıldığını görürüz, ruh yoktur.
Yazılanın anlamsız olması kesinlikle can sıkıcıdır.
Yazın türlerinde roman ve öykülerde; dil
ve üslup, tümce yapısı, sözcük zenginliği, olay örgüsündeki sağlam kurgu,
kahramanların karakterleri, yer, zaman, mekân önemlidir. Şiirde ise; biçim,
biçem, olaylar, olgular, düşler, içsel, dışsal durumlar, düşler; insana dair ne
varsa konu edilir. Merkezinde insan olmayan yazı/şiir anlam ve değer yönünden
hep eksiktir. Yazılanın gerçek edebi eser olabilmesi, dönemin sosyo-ekonomik,
sosyo-kültürel şartları yansıtmasına; samimi, ironik, amaçlı, hayat dolu bir
ruhunun olmasına; eğlenceli olduğu kadar düşündürmesi, cesaret ve mesaj
vermesine bağlıdır. Kısaca, söz ve anlam sanatlarının tüm inceliklerini
barındırmalıdır.
Kurgu sanatında deneyim şart! Bir yazar;
düşünme, akıl yürütme, nesnel gerçekleri algılama, kavrama, yargılama, sonuç
çıkarma yeteneğini geliştirerek her türlü duyguyu tanımalı; bilinçli us ve
bağımsız düşünceyle hayal gücünü de kullanabilmelidir. Bu noktada, yazar olmak isteyen
kişi önce kendine güvenmelidir.
İnandırıcılık detaylara dayanır ve her
detayın önemi vardır. Bir şeyleri dikkatli dinlemiyorsanız önemli bazı şeyleri
kaçırırsınız, hayatınızdaki detaylara bakmazsanız yazdıklarınız da inandırıcı
olmaz. Çünkü anlatılan şeyin kendisi değil, hissettirdikleridir.
Yaşamın kaynağı; hava, su, toprak.
Yazının ana kaynağını bulmak da sizin elinizde… “Ben”likten arınıp evrensel tinselliği yakalamak zor değil. İyi bir
yazar şartlar ne olursa olsun şikâyet etmez; oturur, yazar. Yazdığını beğenmez
siler, yırtar, buruşturur çöpe atar, vazgeçmez, yine yeniden yazar. Öğrenme,
yazma eylemi uzun bir yolculuktur. Bu bağlamda “Demir ateşe girmeden çelik olmaz” deyişi anlamlıdır.
İnsansız bir yaşam düşünebilir misiniz? İnsanı, insanî durumları yazabilmek için ışığı tutmalı, dağılan parçaları
birleştirmeli, küçük şeylerde büyük resmi görmelisiniz. Sık gittiğimiz yerler
bile algılayamadığımız şeylerle doludur. Göremediğimiz şeylerin hayatımıza
etkisi büyüktür. Ölümle burun buruna geldiğinizde bile hayatınızı net bir
şekilde görebilirsiniz. Kalbinizden
gelmeyen sözcükler ölü sözcüklerdir. Her sözün yarattığı duygu okura yansır.
Sözcüklerin anlam yüklerinin yazıya yerleştirilmesi, nakış nakış işlenmesi
incelikli bir iştir; bilgi, sabır isteyen…
Gerçek bir yazar gibi yazdığınızdan
hoşlanıyor musunuz? Asıl konu, her şeyden önce yazmayı sevmektir. Bunun kitap
satmak, ödül kazanmakla hiçbir ilgisi yoktur. Yakın ilişkiler hiçbir zaman
garanti değildir. Örneğin aşk, bazen her şeyin yok olmasına bazen de varoluşun
yücelmesine bir nedendir. Tutkun olduğunuz, sevdiğiniz şeyi yapmaya devam edin.
Güzel şeyler yaratmak için kendinizi kışkırtın.
Kendi evreninizde dünyanın merkezi
sizsiniz! Yaşamınızı, düşünce gücünüzü biçimlendirebilirsiniz. Gerçek dışarıda
bir yerde… Kollarınızı sıvayın… Dışarıya çıkın… İnsanı doğrudan ya da dolaylı
yönden etkileyen; çevrenin toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel maddi ve
manevi gereksinimlerini; yapıcı, yıkıcı olayları, davranışları gözlemleyin;
yaşam öykülerini dinleyin, düşünün, okuyun, samimi olun, kendi sesinizle yazın!
İşte o zaman gerçek edebi eser yaratabilirsiniz.
Unutmayın ki yazdıklarınız yarınların
kalıtlarıdır. Kalıcılardan olmanızı dilerim. Manisa, 8 Mart 2021
Kaynaklar:
[1]
Tuğba Torun, Varlık ve Dil, Düzce Üniversitesi, İ. Fak. Derg. Cilt: III, S:2,
2019, s: 100.
[2]
Cemal Süreya, Yusufçuk, Mayıs 1979, S. 5, s.1.
Cemal Karsavran
bugün sahile ineceğim
yazdan kalma
ayak izlerimi bulmak için
ıslak kumlarda.
sevdalarımla.
denize yakından bakacağım
ellerimi uzatacağım
tenim akdenize dokunacak
dalgaların serpintileriyle
uzanacağım..
deniz avuçlarımda
damla damla pul pul
lodos saçlarımı okşarken
sürü sürü geçecek sığda yüzen balıklar
her biri birer yıldız uçuşan gözlerimde
yosunlara gizlenen sevgiler
kayıp giderken dalgalarla kıyılar yıkanacak
ıslak tene düsen her damla
yeni dünya ve hayat
tuzlu suyun tadıyla dudağımda
ürpertisi denizin toros aslanı
büyüyen uzaklıklar tedirginlikle
ürkek korkak sevdamın
maviler uçsuz bucaksız
gözlerimde büyürken
Akdeniz olacak
seyrine doyamadığım
ılık ılık akan damarlarımda
sen olacaksın
güz gülleri açan yüreğimde
doyumsuz sevdalarımda
Nermin Aşıcı
SAF KIZ
Annem işten çok yorgun döndü. Yarın yiyeceğimiz yemeği
ocağa koyup sedire uzandı. Uyursa bir saat sonra uyandıracağım. Sokağa çıkıp
oynamak istemedim. Kardeşim, Cemal’le oynuyor kapı önünde. Bir gözüm
kardeşimde, bir gözüm saatte pencere kıyısına oturdum. Yalan değil, gözüm arada
bir Hakkı’ların, Levent’lerin evine kayıyor. İki ev yan yana zaten. Evimizin
karşısında boş arsa var ya; satılmış. Kim aldı bilmiyorum. Oraya ev yapılırsa
karşımızdaki evler görünmez.
Levent’lerin evi iki katlı, alt katı hiç görmedim.
Hakkı’larınki tek kat ama çok geniş.
Sadık Amca bir odayı kuşlar için yaptırmış. O yokken odaya girmek
herkese yasak. Bir kez girdim yasak odaya. Girer girmez kulaklarımı, burnumu
kapatmak istedim. Bütün kuşlar ciyaklıyor, durmadan sıçıyorlar. Kimisi
kafeslerin içinde, kimisi odada uçuyor. Kuşları izlemekten ürktüm. Sadık Amca
anlatırken çok övündü. Yemlerini, sularını, temizliğini anlattı. Cinslerini,
yumurtadan çıkışlarını, cücüklerin bakımını hep öğrendim. Artık orada ne
olduğunu biliyorum. Bir daha görmek ister miyim? Sanmıyorum. O oda “Mavi
Sakal’ın” kırkıncı odası benim için.
Kardeşimin ağlamasıyla fırladım pencere önünden.
Koşarken düşmüş, görmemişim. Ağlarken burnundaki sümükler balon çıkarıyor.
Burnunu temizleyip dizlerine baktım. Azıcık kızarmaya bu yaygara çıkarılır mı?
Annem sesine uyanıp bana kızdı, söylendi. Kardeşimle ilgilenmiyormuşum, azıcık
uyumasına izin vermiyormuşum. O bizim için çalışırken canı çıkıyormuş.
Kendisine hiç yardımcı olmuyormuşum. Evi süpürüp kapı önünü yıkıyorum. Ayaklarımın
altına kütük koyup bulaşık yıkıyorum. Bütün gün kardeşimin peşindeyim, daha
n’apayım? Birazdan perdeleri kapatıp ışığı yakacağım, sofrayı hazırlayıp
toplayacağım.
Hava kararmadan Hakkı geldi, annemi çağırmamı istedi.
Evlerinde bir kadın varmış, saf bir kız bulmalarını istemiş. Akıllarına ben
gelmişim. Bir saatliğine onlara gidebilir miymişim? Saf değilim, aklım her şeye
yeter, işlerine yaramam, diye düşündüm. Annem “Hadi kızım, yemeğe kadar git de
gel.” dedi. İçim burkuluverdi, anneme. Hakkı’ya, annesine, evlerindeki konuğa kırılıverdim.
Neden gittiğimi bilmeden düştüm peşine. Dönünce sözlüğe bakacağım, “saf” ne
demek.
Eve girince sevinçle karşılayıp buyur ettiler.
Sehpanın üstü börek, kurabiye tabaklarıyla doluydu. Çay bardakları boşalmış.
Kahve fincanlarındaki şekillere bakılmış. Salonun kapısında dikildim, herkese
kırgın baktım. Konuk olan tombul, kısa saçlı, küçük gözlü kadına kızgındım.
Yüzüne dik dik baktım. Ayakta dikilirken ne yapacağımı anlattı. Konuşurken
kıpkırmızı boyalı dudakları geniş geniş oynadı. Gizlenmiş iki altın dişi
göründü. Yüzüm duvara dönük oturacakmışım, uzun uzun bakacakmışım. Duvarda
gördüklerimi onlara söyleyecekmişim. Bir komutan gibi emirler verdi. Sesinde
buyurganlık vardı. Kaçamayacağımı anladım, dediklerini yaptım. Onlar bekledi,
ben duvara baktım. Ben duvara baktım, onlar bekledi. Koyu yeşil boyalı duvarda
ne görülür ki… Yağlıboyanın kokusu bile daha duruyor. Kadın arada bir ne
gördüğümü sordu. “Hiçbir şey” dedim. İyice bakacakmışım, duvardan başka hiçbir
şey düşünmeyecekmişim. Hani saftım, aklım yetmezdi, ne bekliyorlar ki… Yok işte
duvarda hiçbir şey. Koyu yeşil duvardan burnuma gelen boya kokusu azaldı sanki.
Sehpanın üstünde duran böreğin kokusu bastı. Akşam vaktinde karnım açken,
yemekten başka ne göreceğim. Sucuklu yumurta, etli kereviz, sıcacık ekmek
içinde tahin helva, yaprak sarma. Annem uzun zamandır yaprak sarmıyor. Eve
gittiğimde yemek yenmiş olacak. Bana ayırırlar ama yalnız yiyeceğim. Kadın
durup durup soruyor ne gördüğümü. Üstünde sarımsaklı yoğurt olan yaprak sarma
demek geçti içimden. İçimden geçenlere gülmek istedim. Necla Abla’yı görünce
tuttum kendimi. Kalın camlı gözlükleriyle bana bakıyor. Camların ardında
gözleri minicik. Gözlerinin güzel yeşili bile belli olmuyor. Belli ki benden
umut verici sözler bekliyor. İçim burkuldu, görsem söyler miyim? “Saf kız” olmak ağırıma gitti. Saf olsaydım
ne görmeliydim bilmiyorum ki… Havanın karardığını düşünüp ışığı yaktılar. Bol
ışıkta duvar parlayıverdi. On tane ışık yaksalar göreceğim yok. Necla Abla
duvarın yanında daha beyaz göründü. Süt beyazı.
Kadın sabırsızlanmaya başladı. Başka yerlere
baktığımdan kuşkuya düştü. Yalnızca duvara bak, hiçbir şey düşünme diye uyardı.
Duvarda aynı noktaya bakmak kolaydı sanki. Neden bir şey görmem gerekiyor?
Duvarda göreceğim şeyden ne bekliyorlar? Bilsem ne görmemi istediklerini, belki
görürdüm. Okuduğum masalı düşündüm zaman geçirmek için. Üst üste on tane yatak
serdim duvara. Altına bir bezelye tanesi koydum. Üstüne sarı saçlı, yoksul
prenses yerine Necla Abla’yı yatırdım. Açık sarı saçlarını yaydım yastığın
üstüne. O kadar zayıf ki yorganın altında kayboldu uzun bedeni. Uyuyamadı,
sırtına battı bezelye tanesi. Döndü durdu yatakta bütün gece. Bunları
anlatırsam kurtulabilir miyim? Anlarlar, aynı masalı Hakkı da okudu. Bahçe görüyorum
desem bahçede ne dikili derler. Bizim sokakta bir osuruk ağacı var, bir de
erguvan. Yalan söylediğimi anlarlar. Yazık Necla Abla’ya, ağzımdan çıkacak her
şeye razı.
Kadın geç olduğunu parasını alıp gitmek istediğini
söyledi. Elini kolunu sallayarak konuşurken altın bilezikleri şıkırdadı. Duvara
ben bakacağım, kadın para alacak. Haksızlık bu. Anneleri, kadına işini
yapmadığını, para vermeyeceğini söyledi. Oh olsun işte! Duvara bakma bitti
sandım, sevindim. Karşılıklı birçok konuşmadan sonra kadın yerine oturdu yine.
Benim inat ettiğimden, gördüklerimi söylemediğimden yakındı. Bu kez tepeden
tepeden konuşmayı bıraktı. Yalvarır gibi yapmam gerekenleri bir daha anlattı.
İki eliyle omuzlarımı sıvazladı. Konuşurken ağzından yemek kokuları geldi
burnuma. Açlığımı anımsattı. Görmem gerekenleri görüp evime gitmek istiyorum.
Hâlâ burnuma kokan patates yemeğini yemek, “Görünmez Adam”ı okumak istiyorum.
Kitabı Melek’ten iki günlüğüne aldım. Geç götürürsem bir daha vermez. Meleğin
çok kitabı, Levent’in çok ansiklopedisi var. İkisini de küstürmek istemiyorum.
Sehpanın üstünde duran börek de burnuma kokuyor.
Anladım ben, bu kadın falcı, Necla Abla’ya kısmet falı
bakıyor. Daha çok genç, kısmet nasılsa gelir. Neden erkenci davranıyor ki…
Üzülmesin o, ben duvarda kısmet görürüm. Sevdiğim birini umutlandırayım, yalan
da olsa. Kadınla anlaşmayı kararlaştırdım içimden. Uydurduğum anlaşılmasın diye
uzun baktım duvara. Gözlerimi kaçırmadan aynı noktaya baktım. Ne isterse
göreceğim duvarda. Deniz kıyısı diyeceğim. Geçen yaz gittiğimiz denizi anlatacağım.
Anlamazlar yalan dediğimi sanırım. Çok dalga var, bir sandal, sandalda bir adam
derim. Adamı anlat derlerse… Kasabın askerden gelen oğlunu anlatırım. Çok mu
genç olur? Bakkal amca da yaşlı gelir. Tam deniz kıyısı diyecektim, Sadık
Amca’nın kuşları bağırmaya başladı. Kırkıncı odada kavga çıktı dedim kendime.
Evin annesi gitti kuş odasının kapısını yumrukladı. Kuşların susmasını fırsat
bilen falcı, ağaç sordu. Evet; isteneni gördüm… Kocaman ağaç, dalları kalın,
gökyüzüne uzanmış. Kırkıncı odadaki bütün kuşlar üzerine tünemiş. Önce duvara
yaklaştım iyice, biraz bekledim. Olsun deniz kıyısında keçiboynuzu ağacı vardı.
Oradan sürdürürüm uydurmayı. Altında ne gördüğümü sordular, neredeyse keçi
diyecektim. Tuttum dilimi, kısmet falında keçi olmaz. Kadın bir adam sordu.
Kasabın oğlundan daha yaşlı bir adam vardı deniz kıyısında. Başında şapka,
elinde kitapla oturuyordu. Ağzında da bir çiçek vardı. Saçları şapkadan
fırlamıştı. Nasılsa aklımda kalmış. Necla Abla için uygun bir kısmet gibi
geldi. İşinde gücünde, yüzüne bakılır bir adam, okur yazar. Hemen o adamı
anlatmaya başladım. Anlattıkça anlattım, dilimden ballar damladı. Anlattıkça
içim açıldı. Kaçamak baktım Necla Abla’ya, mutluydu. Yüzü gözü aydınlanmış,
sevgiyle bakıyordu. Adamın sihirli pelerinini anlatamadım. Dışı siyah içi
kırmızı pelerinin adama yakıştığını söyleyecektim. Karışışında uzun sarı saçlı
kadın var. Kadın adama bakıyor diyecektim. Adamın pelerinle kadını örttüğünü,
görünmez olduklarını anlatacaktım daha. Hepsi içimde kaldı. Falcı hızlıca kalktı,
parasını alıp gitti. Bütün aile beni öptü.
Hava karardığı için Hakkı beni eve götürdü. “Evimiz
karşıda, ben giderim, korkmam” dedim. İzin vermediler yalnız gitmeme. Yolda yan
yana konuşmadan yürürken kararımı verdim. Artık o ev de, kuş dolu odası da benim
için “Mavi Sakalın” kırkıncı odası. Bir daha gitmek istemeyeceğim yerlerden
biri. Hakkı kapıyı çaldı. Annem açınca bana, anneme teşekkür etti. Annemin
sorularına yanıt vermedim. Açlığımı unuttum, günlüğümü aldım. Necla Abla’yla
sihirli pelerini olan o adamın masalını yazmaya başladım. Sözlükten “saf”
sözcüğünün anlamına bakmayı da unuttum.
Ocak 2021
Ömer Bekmezci
BUHAR
Sıcak suyun buharında,
Hayaller kuruyorum.
Bir bardağın içine
Sığmayacak kadar büyük hayaller...
Ben büyüdükçe soğuyorum,
Ne sıcak
Ne buhar…
Kaybolup gidiyorum.
2017
Nilüfer
Açılan Yıldız
KİM
SESLER
sabahtan
er
akşamdan
geç bir vakit
tüllenen
üstüme
bengi
düşlere
kim
sesler…
belirip
kaybolan ışıklar
beni
bende saran sızılarla
Nil’i
kuşanır nehir
âhenk
biçer terziler
düşünce
çilesine asılır
gündönümü…
kalbe
düşen hâr
gazel
yüklü sebep
hadde
anahtar
enginde
afukla
ufku aştığım saatler
seni
rüzgâra ver…
bu
esâsı taklit olan sefâ
hangi
dilde siner içimize
istediği
renge boyansın duygular…
bu
nefes;
zâhire
taşan hâtıralar;
tene
mühürlenen ışık;
göğüne
dökülen toz
dönencesi,
filizlenen
ömür nimetine
beni
kim sesler.
15 Ocak 2020
M. Faruk Habiboğlu
Amerikan süt tozu ile kirlettiler çocukluğumu
Amerikan piçlerine süslenen orospular duymuştum.
Benim memleketimin dağlarını eşkıyalar basmış
nicedir
Ölüm çok ucuz burada sevgilim
Daha dün daha demincek
Kardeş kardeşe birbirimizin kanını dökerdik
Şeytanlar kıs kıs gülerdi
Benim kalbim bu yüzden ürkek.
Copladılar elimizi kızımla ayalimle beraber
Biz namlusu bize dönük tanklara selam vermedik
Biz bu ecnebi suratlıları sevmedik
Biz bir tek Allah'a baş eğdik
Amerikan süt tozu ile kirlettiler çocukluğumu
Anne sütü galip geldi şükür
Tam on ay dağlarında memleketimin
Pusularına direndim hainlerin
Baba duası var üstümüzde
Ben hiç tükenmedim baş eğmedim
Başından örtüsü alınan kızlar vardı
Zalime diktaya onlar adına direndim
Bilemezdim ki örtü gidecek baş kalacak
Bir baş ki makyaj ve resim
Bahçelerinde güller açmıyor ülkemin
Sol yanım hasret sancısı
Sağ yanım kurşun yarası
Benimki Mustafa Kemal yalnızlığı
Yunus'tan geldim
Nazım'da gözlerim
Gözlerimde kaldırımlar uzanıyor
Dedem Fransız işgalinde karnından mermi yemişti
Ben ciğerimden yemişim
Nicedir hazan
Bikesim nicedir bikesim
Bitmiyor hüzün yılları ülkemin
Bitmiyor
Bitmiyor...
09.10.2020
Ümit Yıldırım
İNSANIN KADİM YAZGISI: “DERİN SULARDA”
AVLANMAK
DERİN
SULARDA[1]
Kaç
kulaçtır derinliği ömrünün
Kaç
iğneli oltan
Hırsızı
var mı mutluluğu çalmak için hayattan?
Kaç
kere indirip bindireceksin oltanı
Kaç
metreye
Yakalamak
için mutluluğu ne vereceksin ödün olarak?
Ya
kalın gelir misinan ya ince
Ya
kurşunun ağır ya da hafif
İğnelerin
çelikten olsa bari sıkı bağlanmış olsa bedene
Bir
ters bir düz değil ki
Bir
ilmek fazlası, bir ilmek eksiği bozar örneğin şeklini
Denemesi
yok hayatın, en zoru da söküp yeniden başlamak
De
ki; rast geldi ve takıldı oltana
Nasıl
çekeceksin onca ağırlığı, hayatın bunca hafifliğinde
Ellerini
kesmeyecek mi incecik misinan?
Hangi
iskandil ölçecek mutluluğun derinliğini?
Zor
velhasıl derin sular, derin sularda avlanmak
Ayakların
kuma bassın, hadi herkes kendi sığlığına…
Metin
Soydeveli
İnsana Gömülür Aşk’[2]ta
“Deniz mi kıyılarını sever/ Kıyılar mı kuşatır denizleri” (9), “Ayrılıklar
okyanus kadar” (42), “Suların rüyası papatyaları sulamak” (50) diyen Metin
Soydeveli; birbiriyle ilişkili “imbat, rıhtım, iskele, deniz, okyanus, gemi,
ırmak” sözcükleriyle kurduğu şiirinin su kökenli çıkışını Helme[3]
adlı ikinci şiir kitabında “deniz, göl, akarsu, ırmak, sel, batan gemi”
izlekleriyle devam ettirmişti. Onun üçüncü şiir kitabı Aşkgele’nin temel
izleğini yine su kültürü oluşturuyor.
Şiirin Su Burcu
Denizlerde yitip gitmek, sularda
kaybolmak ya da sonsuzlukla özdeşleşmek insan düşüncesinin arketiplerindendir.
Deniz, bütün kültürler için değişmez kadın imgelerinden biridir ve hayatın
kaynağı olma yönüyle de psikanalizde anneye
karşılık gelir. Su, bize ayna fikrini çağrıştırır Narkisos’u anımsatarak. Bu
düşünce bizi Lacan’ın Ayna Evresi’ne götürür. Su (göl) toprağın gözüdür; ırmak,
toprağın sesidir. Suda yüzen her şey aslında kadın imgesini besler: Kuğu, suda
yüzerken çıplak kadın bedenine, lekesiz güzelliğe karşılık gelir ki bu estetik
güzellik psikolojide anneden başka bir imge değildir. O baştan aşağı arzu’dur.
Freud’un aksine Lacan, Fallus’u baştan aşağı bir “arzu” olarak görür;
karşısındakinin arzusu olarak.[4]
Soydeveli’nin şiirinde kuğu yok ama sandal, gemi var. Bunlar ana rahminin
arketipleridir. Suyu seyretmek, sonsuzluğu arzulamak demektir psikanalizde.
“Aç kalırdı balıkçı kedileri/ Sudan
korkar olsalardı balıkçılar”[5]
diyen Metin Soydeveli’nin şiirlerinde “su, deniz, sandal, gemi, misina, olta…”
gibi sözcükler önemli yer tutar:
“Yükseklerin çocuğu
Dayanamaz çağrısına denizlerin
Damla damla uyanır
Dal uçlarındaki derin rüyasından
Irmak ırmak düşünce yollara
Düşünce çağlayanlardan
Kolu kanadı kırılır
Acıyla inler; düşünü düşünür
Menderesler çizerek dinginleşir
Deltasında düşlerin.” (Helme, 55)
“Ya su açıyor ya da aşk
Bu derin çatlaklar senden
Taşlaşmış yüreğine çarpıyor suların
Soğurken dünyanın yüreği
Kalan izler ya su’dan ya yar’dan”
(Helme, 67)
“Akarsuları donduruyorsa bakışların”
dizelerinde akmak-donmak ile acının donduran özelliği vurgulanırken “Azalsın
acılar, / Yıkayın suyla ateşi.” dizelerinde ateş ve su karşıtlığından
yararlanarak acıyı ateşe benzetir ve bu yangını suyla temizlemek ister. İlk
seferinde uçsuz bucaksız bir deniz ortasında kazaya uğrayan Titanik ile kendini
özdeşleştiren şiir öznesi, “gemi”, “buzdağı”, “su” ve “sandal” motifilerinden
kurduğu imgelerle bize aşkın iflah olmaz kazazedesini anlatır:
“Ürkek bir sandaldım suya inmeyi
bekleyen
Tatlı bir meltemle doldurdun yüreğimi
Açık denizlerin daveti gözlerinde
Okyanus gibi çekiyordun
derinliklerine” (Helme, 76)
Her şeye karşın deniz şairin
vazgeçemediğidir. Metin soydeveli, “Sintine”[6] adlı şiirinde, denizden
kopamayanların, ellerinde bir oltayla saatlerce yılmadan usanmadan bir umudun
peşinden bekleyedurmanın resmini bize verir. Nice saatlerden sonra eli boş
dönen avcı, yine kârlı çıkacaktır bu işten çünkü o; dert, keder, kaygı gibi ne
kadar sıkıntısı varsa hepsini denize sintine (atık) edecektir:
“Ne zaman daralsa yüreğim
Sığındığım liman
Alıp oltamı kaçtığım, sensin
Ne canlı ne de yapay,
Oltaya taktığım yem
Dert, sıkıntı, keder
Ne varsa sepetimde
Balıklara yedirir, kurtulurdum.
Ellerim boş
Sepetim yaşama sevinci dolu
Huzurla dönerim eve
Bezginlik, tasa, yarın endişesi, ne
varsa
Benden denize sintine.”
Derin Sularda
Şairler, şiirlerindeki hakikat
arayışını felsefe yapıtları gibi tanımlı bir dille değil, çağrışıma dayalı özel
bir dille yaparlar. Sanatçı, yapıtında kendi kişisel derinliğine
ulaşabildiğince özelden geneli temsil etme başarısını gösterebilir.
Başkalarıyla paylaştığı yaşantılar, doğadan aldıkları, diğer kişilerin bakış
açılarından farklıdır. Metin Soydeveli, denizi ve balığa çıkmayı seven gerçek
bir doğa tutkunudur. O, sıradan gibi görünen kişisel macerasını, estetik
kaygıyla belki de bunun ayrımında olmadan felsefi bir duyuş hâline
getirebilmiştir.
Bu şiir, gücünü ses tekrarlarından
alan bir şiirdir. Altı birimden oluşan şiirin her birimi üçlüklerden oluşur.
Şair, bu üçlüklerde söz tasarrufuna giderek şiirin sirkesinden -fazla sözden-
kaçınmıştır. Şiiri sözden çok musikiye yaklaştıran sert ünsüzlerle yumuşak
ünsüzlerin uyumlu tekrarıdır. Ünlülerin bir nota gibi dizilmiş olduğunu
duyuyoruz şiiri okurken. Şiirin konusuyla şiirin sesinin örtüşmesi şairin biçimcilik
anlayışının bir sonucudur. Denizin, suyun, martıların, rüzgârın sesidir şiirde
duyduğumuz. Anlatıya dayanan bir şiirdir bu: Sesler ve hareketler gözümüzün
önünde canlanır. Doğayla mücadele eden emekçi insanın, toplumsal boyutta günlük
kazancının peşinde oluşunun resmini veren bu şiir, kişisel boyutta da
“mutluluğunun peşinden koşan bireyin yazgısını” bize sunar. Tevfik Fikret’in
“Balıkçılar” şiirindeki balıkçı-doğa-emek ilişkisi, Soydeveli’nin şiirinde
“avcı-mutluluk” alegorisine dönüşür. Balıkçı, mutluluğu (balığı) arayan bir
avcıdır. Böylece soyut somutlaştırılmıştır. Bu mutluluk arayışı kişisel
olmaktan çok sanatsaldır:
“Düş deryası işte! Düş de gör denize!
Çeker derinliklerine dayanılmaz çağrı
Bir şiir lazım şimdi, hiç söylenmemiş
bir söz…
Misinamın gamını alacak bir büyük
balık
Demirleyip sözcük deryasına
İndirmeli oltayı, haydi!
Aşkgele…”[7] şiirinde olduğu gibi avcının
“şiir kişisi”, avın ise “şiir” olduğu görülür. Deniz ve şiir bize sonsuzluğu
çağrıştırır ki biz burada Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışını anımsarız.
Metin
Soydeveli, “Derin Sularda” şiirinde kişisel serüvenlerini, deneyimlerini,
aşklarını, acılarını, sevinçlerini, öfkesini dile getiriyor gibi görünse de
aslında bütün bir yaşamı onun çevresini ören kabuktan çıkarıp (kurtarıp) yaşam
deneyimini kişiselin ötesine taşıyarak benzerleriyle bir bütün oluşturabileceği
bir tohum, öz hâline getirme başarısını göstermiştir. Bu tohum, her okuyucunun
kendi kişisel deneyimlerinden, bilgi birikiminden yararlanarak kendi şiirini
yeniden kurabileceği, yeşertebileceği donuk olmayan bir yapıdır. Bu nedenledir
ki şair-yazarların okurları, ressamların alıcıları, müzisyenlerin dinleyicileri
vardır.
“Derin Sularda” şiiri mutluluğu
gizleyen hayat ile ona ihtiyaç duyan insan arasındaki çatışma ortamında başlar.
Bu çatışma bir inci gibi denizin derinliklerinde gizlenmiş mutluluğa ulaşmak
isteyen avcı-insan ile onu bu mutluluktan alıkoyan hayat gerçeği arasındadır.
İnsan her defasında hedefine ulaşmak için çaba gösterse de şiir öznesi, bezgin
bir sesle o mutluluğa erişmeye ömrünün yetip yetmeyeceğini soruyor. Bilmezden
gelir şiir öznesi, bu soruyu sorarken. Ona göre derinliklerde gizlenmiş bu
mücevhere ulaşmak olası değildir. Bunu başaran da olmamıştır. Kaç defa daha
dalıp çıkacaksın vurgun yemeden ve bu uğurda daha neleri feda edeceksin diye
sorar, derin suların avcısına?
Bu şiirdeki balık avcısı (Reis)
elbette ekmek parasının peşinde olan bir balıkçı değildir. Şiir öznesi, balık
(mutluluk) peşinde olan bir avcıdır ama av ile avcının kim olduğu belli
değildir. Bu tabloda trajik bir manzarayla karşılaşırız. Şiir öznesinin içinde
bulunduğu bu tablo (panorama) bir yoğunluklar haritasıdır. Sıradan insanlardan
farklı olan bir azınlığın, mutluluk avcılarının, sınır çizgisinde oluşur bu
tablo. Bu sınır onların kaçış çizgileri, yaşam alanlarıdır. Şiir, kendisinden
başka bir şey dile getirmez. Okuyucu bu şiirden aldığı duygu paketlerini kendi
algı masasında açar. Elde ettiği ise yeni oluşlardır. Bu oluşlar gösterir ki
şiir, duyguları, düşünceleri basite indirgeyip aktüelleştirmez; onlara, geniş
bir coğrafyada canlanacağı bir biçim verir. Burada şiir öznesi duyu
bileşiklerinin bir parçası hâline gelir ki denizle, balıkla, gemiyle, sandalla
bütünleşir. Bu şiirdeki Reis, “sandal”, “misina”, “iskandil”, “olta” ile
kurduğu kişisel evreninde arzuladığı mutluluğun peşine düşmüştür. Bakmayın siz
onun “Haydi herkes kendi sığlığına” dediğine. İnsanların hadlerini bilip
ayaklarını (yere değil) kuma basmaya çağırmasına, boyunun ölçüsünü bilmeye
davet etmesine. O, iflah olmaz bir balıkçıdır ki oltasını her attığında
beklediği de mutluluk yani “aşk”tır bu hayatta. Aşk, insanın yeryüzündeki
varlığına anlam verebildiği tek arzu’sudur. Bu arzu, “fallusun anlamı”[8]na
karşılık gelen arzudur ki ötekinin de (annenin) arzusudur aynı zamanda.
Klasik şiirimizin içli sesi “Aşk imiş
her ne var âlemde / İlm bir kıyl ü kaal imiş ancak.” dememiş miydi yüzyıllar
öncesinden? Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Kaptan Ahab, Don Quichotte
anımsatmaları arasında yürüyen bu şiir, bize bir insanın balık avını değil
bilakis insanlığın uzun süren, ucu açık öyküsünü anlatmaktadır. (Buca, 2016)
Abdurrahman
Danış
ÇİZGİ ÖTESİ
Yıldızlara gözümü açtım göğün içreğinden
gözlerim kapanarak bakar artık yumrukcasına;
kimse bilemez yürüyen kuyunun gözüne
derinlere inildikçe devinir kurşuncasına içrek.
Ben ben ben üç defa göğe çizerim;
çizdikçe açılır, resmetmek gibi göğe
göğün yedi karışımına rengarenk kokar
ayak sesleri yükselir buharın buğusuyla.
İçrek bir ritim dağılır yeryüzü sakinlerine
çizginin ötesinden öze, özün hayâline perde
evrenin içinden yoğrulan aklın heyulasına
melekler perde çeker her eylemin türevine
Şerife Gündoğdu
VATAN
AŞKI
Akşam
kızıllaşırken dağlarda, tepelerde
Bulutlar
kanat açar, üstüne perde perde
Günün
son ışıkları dönüyor laciverte
Benim
cennet vatanım canım kurbandır sana
Dalgalan
al bayrağım, dalgalan kana kana.
Basarken
toprağına yüreğim sızlar benim
Gök
kubbeyi süsleyen giden niyazlar benim
Bir
çığ gibi büyüyen çoğalan azlar benim
Benim
cennet vatanım kutludur Anadolu’m
Sarsılmaz
imanımla korkutmaz beni ölüm.
Anlı
şanlı Türk’ üz biz, her dem diktir başımız
Alın
teriyle pişer ocaklarda aşımız
Bir
ekene bin verir toprağımız, taşımız
Benim
cennet vatanım yüreğim aşkla dolu
Lale
sümbül bezeli, dağların mis kokulu.
Bir
gün akşam olmadan nice güneşler batar
Seni
seven her Türk’ ün kalbi seninle atar
Cumhuriyeti
kuran sende Atatürk yatar
Benim
cennet vatanım, uğruna canlar feda
Ezanlar
dinmeyecek yükselecek hoş seda.
Mukaddes
haritayı şehit kanıyla çizdik
Ol
ilahi güçlerle bilinmeyen bir gizdik
Bizdik
Çanakkale’ de göğüs gerende bizdik
Benim
cennet vatanım şeref bizim şan bizim
Tarihe
mühür vuran nice kahraman bizim.
İstanbul
da Fatih’ im Ankara da ATAYIM
Eskişehir
de Yunus, Konya da Mevla’nayım
Akşehir
de Nasreddin, Edirne’ de duayım
Benim
cennet vatanım, seni seven bahtiyar
Saymakla
tükenmeyen nice cevherlerin var
Şerifeyim
bu sevda yakar ezelden beri
Sensin
Türk Milletinin doğan her Türkün yâri
Bu
sevdayla kazandık her dem büyük zaferi
Benim
cennet Vatanım sırlara ere ere
Ebediyen
yaşa sen göğsünü gere gere.
DİYEMEDİM
Farkına
varmadan yıllarım gitti
Bütün
sitemlerim nazında kaldı
Anılar birikti
maziden yana
Ona diyemedim
hüzünde kaldı...
Çileli başıma
derman aradım
Saçlarımı yola
yola taradım
Ne iyi gün
gördüm ne de yarandım
Ona diyemedim
sözümde kaldı
Türküler
söyleyip ağıtlar yaktım
Çoban
kavalında hayale aktım
Besteler
derledim yoluna baktım
Ona diyemedim
sazımda kaldı
Mevlâya el
açtım onu diledim
Göğüs kafesime
sızı biledim
Unut hayırsızı
artık sil dedim
Ona diyemedim
közümde kaldı
Dumanlıydı
dağlar geçit vermedi
Ben
kavuşamadım aklım ermedi
Çoban Yıldızım da yol göstermedi
Ona diyemedim
sızımda kaldı...
Zeynep'in
dizini dövdüren oydu
Şu fani
dünyayı sevdiren oydu
Özünü sözünü
övdüren oydu
Ona diyemedim
gözümde kaldı.
06/01/2021
Suzan Sümer
DELİ ZAMANLAR
İşe dalmış çalışıyordu. Telefonu
çaldı. Karşıdaki ses cıvıldayarak,
“İki biletim var bu akşama, gider
miyiz tiyatroya?”
“Olur Ayşeciğim. Her zamanki gibi sen gel.
İşten çıkınca hemen geçiveririz karşıya, olur mu?” Karşıdan gelen onayla, kapattı telefonu.
Saatine baktı, işine daldı.
“Sevil Hanım, arkadaşınız bekliyor”
diye bağırdı bekçi aşağıdan. Saatine baktı. “Ooo, mesai bitmiş” diye düşünüp
kapıya doğru, “Geliyorum” diye bağırdı.
Oyun başlamak üzereydi. Yerleri
balkondaydı. Işıklar söndü.
Sevil, koltuğuna mıhlanmış gibi
oturuyor, gözleri kapalı aktörün tiradını dinliyordu. Ayşe eğilip, “Ne
yapıyorsun, izliyor musun, dinliyor musun” diye sordu. Sevil,
“Şşş… Dinliyorum” diyerek susturdu Ayşe’yi.
Birinci perde bitince Ayşe’ye dönerek,
“Nasıl bir ses bu Ayşeciğim. Âşık olur
insan bu sese! İzlenmez, dinlenir.”
“A, çok mu hoşuna gitti. Tanıştırayım
mı seni” diye sordu.
“Arkadaşın mı?”
“Hayır. Dayımın oğlu; hem de halamın…
Yani “çift dikiş akraba”, biletimiz de ondan. Aslında protokoldendi yerimiz ama
huyunu bildiğim için balkondan istemiştim Sinan’dan. Oyun bittiğinde,
tanıştırayım seni.”
Oyundan bir şey anlamamıştı Sevil.
Konuya değil Sinan’ın sesine odaklanmıştı.
Oyun bitiminde, yarım saat kadar
beklediler Sinan’ı. Yanında iki arkadaşıyla beraber geldi. Bahçede ayaküstü
tanışmadan sonra Ayşe’ye dönüp,
“Yeşil Papağan’a gidiyoruz. Hadi siz
de gelin. Sonra ben sizi eve bırakırım” dedi.
Başıyla onayladı Ayşe. Sevil, bir şey
söyleme hakkının olmadığını anlayarak, suskun öylece kaldı. Oysa Ayşe’yle
birbirlerine nasıl da parlayıp şarlarlardı Lisedeyken. Büyüdükçe, parladılar,
gençlik parlaklığıyla ama şarıltıları kesildi gitgide. “Olgunlaşıyoruz” der
gibi bakışıp gülümserlerdi birbirlerine.
Doluşup arabaya Yeşil Papağan’a
gittiler. Yıkılacakmış gibi duran bina en az yüz- yüzeli yıllık vardı. İki
katlıydı. Üst katın ön cephesinde, yeşil papağan neonu, bir yanıp bir
sönüyordu. İçten merdivenle üst kata çıkarken “Kim bilir, kimler eskitti bu
merdivenleri, hangi yaşamlar adımladı, neler yaşandı” diye düşündü Sevil. Işıklardan uzak köşede, pencere kıyısında
büyük bir masaya yöneldiler. Sinan, “Herkes bira mı” diye sordu. Diğerleri
başıyla onaylarken oturmaya başladılar. Sinan Sevil’i karşına alarak oturdu.
Gözünün içini kollayıp duruyordu. Sevil sıkılmıştı. Ayağa kalktı, arkasını
dönerek sağa sola bakmaya başladı. Sezgisel gözü Sinan’ın endamını tepeden
tırnağa süzdüğünü tanıklıyordu. Sevil oturmak için dönünce, Sinan’la göz göze
geldi. Sinan sandalyesinden hafif kalkarak, Sevil’in oturmasını bekledi.
Boğazındaki takıntıyı, hafif birkaç öksürükle temizledikten sonra,
“Beğendiniz mi burayı” diye sordu.
Sevil başıyla onayladı.
“Konuşkan biri değilsiniz sanırım.”
“Yo, konuşkanımdır ama ilk öğrendiğim
ya da gördüğüm şeyi, sorgularım biraz.”
“Nedir o?”
“Burası… Derler ki meyhaneler,
toplumsal sağaltım yerleridir. Öyle mi acaba diye dinliyor ve gözlüyorum.
Şarkının da dediği gibi, ‘Kimi dertten, kimi neşeden…’ Bense tınılarını sevdim.
Üfürülen mırıltıları sevdim. Örneğin sizin sesinize ne çok yakışır bir şiir
okusanız”
Sevil, gülümsüyor sandı. Hayır, gülümsemiyordu. Gözlerine
baktı. Utangaç bir ışık geldi geçti.
Şiire başladığında, gözleri kıvılcımlar çakıyordu loş ışıkta, yüzünde de kızıl
bir aydınlık… Pencereye çevirip başını, gecenin karanlığına sesleniyor
gibiydi.
“Yakuttan giderek koyu maviye
Dönüyor akşam karanlığı
Fener soluk yeşil bir alevle
Dolduruyor sokakta ağaçları”
Sevil, gözlerini kapatarak, davudî sesin pes
tondaki büyüsüne bıraktı kendini. Sinan uzanıp ellerini tutunca açtı gözlerini
ama çekmedi onun avuçlarından. Gözleri de Sinan’ın gözlerinin içinde gezerek,
aklına geliveren dizeleri fısıldadı.
Çiy gibi ürkek yüreğime
Sepeleyerek serinliğini
Dalgalandı gamzeleri gülümseyerek
Yürüdü gözleri
Yürüdü ruhumda gezerek
“Bu da mı Joyce” diye sordu Sinan.
Başını iki yana sallayarak onaylamadı Sevil. Titrek sözcüklerle fısıldadı.
“Şimdi geliverdi aklıma. Öyle
etkilendim ki… Tutamadım kendimi.”
Tüm masa donmuş gibi Sevil’e bakıp
kalmıştı.
“Devam et” dedi Ayşe.
“Olmaz! O öyle geldi geçti. Benim
şiirler sipariş kabul etmiyor. Geliyor ve gidiyor. Bir daha da anımsanmıyor
işte” diye yanıtlarken, herkes, bir eliyle bira bardaklarını kaldırmış, diğer
elleri “Sevil, Sevil” diye tempo tutuyordu masa üzerinde. Sevil çevresine
bakınca kendine dönen başları gördü. Utancın kızılı yanaklarını dağlıyordu.
Sinan yine elini tutup ona güç verdiğini duyumsattı. Utangaç bir gülümsemeyle,
“Tuvalete gitmem gerek” diyerek masadan kalktı.
Dönerken, Yeşil Papağan’ın yanıp
sönmeleriyle, adımlarının eşleşmesine gülümseyerek yerine oturdu. Gece boyunca
oyun ve yazın konuşuldu. “Kalkalım artık” denilerek, kalktılar.
Sinan merdivenden inerken yine elini tuttu
Sevil’in. Arabanın yanına kadar bırakmadı. Sevil, ilk esrikliğinin zevkini çıkarır
gibi gülümsüyordu. Nedense kimse yadırgamadı ama kendisi hem yadırgıyor hem de
mutluluktan uçtuğunu duyumsuyordu. Arabaya doluştular. Evine yakın bir yerde
indi Sevil. Yürürken ayaklarının yalpalandığını duyumsuyordu.
Pazartesi, telefonu çaldı. Sinan’ın s
esini duyunca, yüreği serçe gibi çırpınmaya başladı.
“Bugün boşum. Hadi, izin al gel. Seni
olağanüstü bir yere götüreyim.”
“Ama nasıl olur, çalışıyorum.”
“İzin al, çık. On beş dakikaya kadar
gelirim.”
İzin alabilir mi, alamaz mı
düşünmeden, “Tamam” dedi. Apar topar, müdürün odasına gitti. “İvedi bir işim
çıktı, bugün izinli sayabilir misiniz beni” dedi. Müdürün odasından çıkarken
yüzü gülüyordu. “Müdürün eşref saatine denk geldim” diye düşünerek, çantasını
aldı ve çıktı. Ana kapıdan çıkarken Sinan’ın arabasını gördü. Koşturarak indi
caddeye uzanan merdivenleri. Arabanın içine biner binmez “Hangi cennete
gidiyoruz” diye sordu.
“Benim cennetime”
“Nasıl? Cennetin mi var?”
“Evet, bir saat sonra oradayız. Seni
tanıdıysam eğer, bayılacağını biliyorum.”
Belli bir süre gittikten sonra araba
ana yoldan ayrılarak dağa doğru saptı. On-on beş dakika sonra bir tepeye
tırmandı. Tepede tek bir ağaç vardı, ağacın altına park etti.
“Geldik. İnelim.”
“Buranın ne özelliği var ki?”
“Cennete gelmedik daha, biraz
yürüyeceğiz, sonra göreceksin Cennetimi.”
İndiler, Sinan yanına gelip elini
tuttu Sevil’in. Biraz yokuş çıktılar. Tepeye geldiklerinde, denizi gördüler.
Küçücük bir koy, küçücük yarım daire bir kumsal…
“Çok güzel! Nasıl ineceğiz aşağıya?”
“Dar bir patikası var. Yalnızca
köylüler bilir burayı. Bir de ben. Kendimi dinlemek istediğimde gelirim hep
buraya. Seninle paylaşmak istedim.”
Sevil gülümseyerek yaklaştı, elini
uzatırken “Ayakkabılarım hiç bu zemine uymadı. Ellerimin ellerine gereksinimi
var yine” dedi.
Sahile inince, ikisi de sözleşmiş gibi
ayakkabı ve çoraplarını çıkardı. Nisan ayının ılık havası ısıtmıştı kumsalı. “Ne
güzel bir nisan günü” dedi Sevil, gökyüzüne bakarak. Sinan, mırıldandı.
“Nisan yağmuru kadar, kısa süren
hayatımız.”
Kendine benzek (nazire) yaptığını
düşünerek, çıplak ayaklarını ılık kumlara göme göme yürüdü Sevil.
“Seni, benim tüneğimle tanıştıracağım.
Bir ben tünerim üstünde, bir de martılar” diyerek, koyun dirsek yaptığı yere
doğru koşmaya başladı Sinan. Sevil de arkasından… Kahkahaları, martıların
çığlığına karışıp, uyumlu bir armoni oluşturuyordu. Sarı renkli, büyükçe bir
masayı andıran, yarım metresi suyun içinde, bir metresi kumsalda, dalgalar
tarafından zımparalanmış bir kaya parçası.
“İşte nefes aldığım yer” derken,
zıplayarak üstüne çıktı. İki kollarını yana açıp, “Seni seviyorum gökyüzü, seni
seviyorum deniz, seni seviyorum Sevil” diye bağırdı. Dönüp, Sevil’e elini
uzattı. Sevil elini uzatırken, “İşte güvendiğim el” diye düşündü. Sinan,
Sevil’in ellerini bırakmadan, önünde bir dizini yere koyarak çöktü, “Evlenelim
mi” diye sordu. Sevil hiç beklemediği sorunun şaşkınlığıyla sustu kaldı.
Sinan’ın, umut ve sabırla beklediğini görünce, çevreye şöyle bir göz attı, diz
çöküp, yavaş bir tonda, “Evet, evet, evet” dedi.
Sevil’in annesinden başka kimsesi
yoktu. Önce ablasını, üç sene sonra da babasını yitirmişti. Annesi içine
kapanmış, acılarıyla yaşar olmuştu. Annesiyle ne mutluluğunu ne mutsuzluğunu
paylaşabilirdi. Her iki durumda da boş gözlerle bakar, kafasını “olacak şey
değil” der gibi sağa sola sallar, ağzını bıçak açmazdı. O günkü mutluluğunu da
paylaşamamıştı. Sinan’la beş ile altı arası görüşüyorlardı, tiyatronun
bahçesinde. Pazartesi günleri de beraber olabilmek için hep Cumartesi nöbetine
kalıyordu Sevil. Pazartesi günleri Sinan’ın evinde oluyordu; arkadaşlı ya da
arkadaşsız. Ayşe’nin evi ile aynı bahçenin içinde, iki odalı bir evdi. Ayşe’nin
evi daha büyüktü. Miras kalmış dededen ama paylaşılmamış. Bahçede toplanırlardı
arkadaşlarla. Herkesin sağaltım yuvası olmuştu bahçe. Gitar çalardı Sinan,
herkes de eşlik ederdi. Ayşe’nin dul annesi işten dönünce de çil yavrusu gibi
dağılırlardı.
“Halam yine kulağımı çekti. ‘Sen
hepsinin ağabeyisin. Çekidüzen versene gençlere’ diyerek” anlatırdı Sevil’e.
Sevil, “Gelmeyelim o zaman” dediğinde de “O zaman da ben ölürüm” derdi.
Ayda bir Sinan “İstanbul’a gidiyorum”
der, üç gün görünmezdi.
Sinan’la beraberliği beş ay olmuştu.
Tiyatro yaz tatilindeydi. İstanbul’a gitmişti yine Sinan. Beş gün haber alamadı Sevil. Salı günü, iş
çıkışında Tiyatro binasına uğrayıp, soracaktı Erdem’e. Erdem “İşleri bitmemiş
İstanbul’da, daha bir ay orada kalacakmış. Seni sordu. ‘Görürsen selamımı
söyle. Ben onu arayacağım daha sonra’ dedi bana” diyerek Sevil’i rahatlamaya
çalıştı. Ayşe’nin evine uğradı, kapı duvar. “Delireceğim! Ne oldu bunlara” diye
dört döndü. Ulaşabileceği telefonlar, çaldığı kapılar açılmıyordu. Annesi de
günden güne kötü oluyor, ağzını bıçak açmıyordu. Sevil, ne yapacağını bilmeden,
evden işe, işten Sinan’ın evine, duvar olmuş kapıdan, kendi ıssız evine… Kısır
döngü halini almıştı yaşamı. Yalnızca odasının duvarları vardı sesini dinleyip,
gözyaşlarını gören.
Sinan’dan habersiz geçen iki aydan
sonra bir sabah annesi de melekler gibi uçup gitmişti. Ne yapacağını bilmez iki
ay daha geçti. O sabah kalktı. Giyindi. Saatin kaç olduğu önemli değildi.
Akşamdan istifa dilekçesini yazmıştı. Kapıdan çıktı. İşyerine gitti,
dilekçesini verdi. Eve geldi, özel eşyalarını topladı. Bir taksi çağırdı.
Bavulunu aldı, kapıyı kilitleyip çıktı.
Aradan on beş yıl geçmişti. “İzmirsiz,
bir on beş yıl. Yeşil Papağan duruyor mu acaba? Yoksa bütün eski evler gibi
orası da apartmanlara mı terk etti yerini” diye düşündü.
Annesinin evini yapsatçı istemişti.
Onun anlaşmasını yapacaktı. Konak’ta Ankara Palas Pastanesi’nde buluşacaklardı.
Yürüyerek gitmek istedi. Tiyatro, Ordu Evi, Kütüphane binaları duruyordu.
Titrer gibi oldu. Ellerini cebine soktu. Başını mantosunun içine gömdü, “Ayşe
ne yapıyor acaba” diye düşündü. Pastaneye girdiğinde, yapsatçı ayağa kalktı,
kendini gösterdi. Al takke, ver külah anlaştılar. Annesinin Rum evini lüks bir
yalı dairesiyle takasladı. Tapuya gidip işlemleri bitirdi. Artık kendi evine
hemen taşınabilirdi. Elini cebine sokup anahtarı bir daha elledi. Otele
dönerken aklı yine Ayşe’ye takıldı. “Ne olacak, bir yokuş çıkacaksın, o kadar”
diye kendini ikna etmeye çalışıyordu. Yokuşun başına gelince, ağır ağır çıkmaya
başladı. Bahçe kapısı açıktı. İttirdi, girdi. “Ayşe” diye seslendi. Ayşe Evin
kapısından aşağıya doğru sarktı. Sevil, bahçedeki değişenlere bakıyordu.
Ağaçlar büyümüş, çiçekler çoğalmış, duvarlar eskimiş, evlerin belleri biraz
bükülmüş… “Zaman yenileri yükseltirken, eskilerin de belini büküyor” diye
içinden geçirdi.
“Sen neredesin? Aramadığımız yer,
sormadığımız insan kalmadı” diye bağırarak, ayağında terliklerle koşuyordu.
Gelip, sarıldı sımsıkı Sevil’e.
“Dur! Dur biraz. İşte buradayım.
Konuşuruz. Çok yoruldum. Hadi bir kahve yap. Yorgunluk giderip çene çalalım ama
önce kahve…”
Birlikte, bahçedeki mutfağa doğru
yürüdüler.
“Tamam. Gel şu kapının ağzına otur” derken
kapının yamacına bir sandalye çekti. Hemen kahveyi hazırladı ocağa koydu.
“Seni çok aradık. Neredeydin?”
“Ben de sizi çok aradım. Siz neredeydiniz?
İki ay kapı duvardı.”
“Ha, sen onu soruyorsun.”
“Sinan da yoktu” derken, Ayşe suskun,
kahveyi fincanlara boşalttı.
“Gel! Bu soğukta burada oturup, bu
konular konuşulmaz” derken kahvenin birini Sevil’e uzattı. Ellerinde
fincanlarla üç basamak çıkıp eve girdiler. İçerdeki kuzinenin alevleri beyaz
badananın üstünde oynaşıyordu. İkisi de ilk konuşan olmak istemiyordu.
Kahvelerinden birer yudum aldılar. Ayşe “E, anlat bakalım neredeydin” diye
sordu. Sevil ikinci yudumunu da aldı, ağzında döndürdü, yuttuktan sora başladı
konuşmaya.
“Ayşeciğim, lafı hiç uzatmayacağım.
Sinan nerede?”
“Bunca sene sonra mı Sevil?”
“Evet, bunca sene sonra… Deli danalar
gibi iki ay sizi aradım. Kimseyi bulamadım. Şu bahçe kapısı bile durumuma
ağladı.”
Ayşe şaşkınlıktan gözleri ve ağzı açık
bakakaldı. Birkaç saniye sonra yerinden kalkarken, “Gerçekten sen bir şey
bilmiyorsun” dedi. Sevil’in ayaklarının yanına, yere oturup, ellerini tuttu.
“Sinan, yedi yaşından beri hastaydı.
Kalp romatizması… Dr. Ersek’in hastasıydı. Hep gözetim altındaydı. Yorulmak,
heyecanlanmak yasaktı. Ayda bir giderdi İstanbul’a. Onu hiç kimse üzmez, her
isteğini karşılardık. Yavrum, o da bunu bilir isteklerini hep kısıtlardı. O
hesabını sorduğun iki ay var ya, bütün soy sop, akrabalar İstanbul’a taşınıp
durduk. Ben iki senelik iznimi, Sinan’ın başında geçirdim. Işıklar içinde
yatsın!”
Sevil’den belli belirsiz bir hıçkırık
çıktı. Ne yapacağını bilmez durumda, “Olamaz” diyerek ayağa fırladı, küçücük
odanın içinde dönmeye başladı. Ayşe de onunla fırlamış, “Dinle beni” diyerek
Sevil’i durdurmaya çalışıyordu.
“Bak, çok büyük bir yanılma var
burada. Bu yanılgı, senin bana, benim sana kızmama neden olmuş. Lütfen otur.
Aradan on beş yıl geçmiş. Yitip giden ikimizin de canı. Ben senin çalıştığın
yeri aradım. Sen o gün izinliymişsin. Nadide isminde birine not bıraktım. Sana
kimse bir şey söylemedi mi?”
“Nadide… Nadide ha! Tam da insanını
bulmuşsun. Birbirimizi hiç sevmemiştik biz, hoşlanmıyordu benden. Ah Tanrım
bana verilen bir ceza mı bu? Bir saplantılı kadın yüzünden on beş sene… Yitik
on beş sene…
“Sen nereye gittin?”
“Ben de İstanbul’a… Hiç bilmediğim,
beni de kimsenin tanımayacağı bir kent olsun istedim.”
“Biliyor musun? Seninle evlenmeyi
düşünüyordu. Hatta çocuğunu bile düşlüyordu; adı bile belliydi. Kerem...”
“Biliyorum” derken, gözyaşlarını
siliyor ve kesik kesik anlatmaya çalışıyordu.
“Bana evlenme teklif etmişti, hem de
onun en sevdiği yerde.”
“Teos…”
“Evet. Sonra bir anda yer yarılıp,
herkes yok oldu sanki. Şu bahçe kapısı neler çekti benden. İki ay deli danalar
gibi döndüm. Annemi de yitirince, İzmir’de yaşayamaz oldum, çektim gittim.
Buraya temelli döndüm artık. Her şey küllendi, İstanbul’a da alışamadım.
Burnumda tüttü memleketim. Eşyalarım yarın sabah burada olur. Şimdi gitmem
gerek ama görüşeceğiz Ayşeciğim, ararım seni işim bitince. Şimdi gitmem gerek.
Nerede paltom?”
Elleri cebinde, her zamanki gibi,
başını gömüp paltonun içine otele doğru yürürken kendiyle hesaplaşıyordu.
“Herkesin yaraları nasıl kanar,
bilinmez ki… Kendi acıyan yerlerini bilir insan. Bir aşk uğruna, bir ömür
babasız olmak… Kim kime ceza verdi? Sevdiğime mi, kendime mi, oğluma mı? Hele
onun yetim bakışlarını gördükçe, yüreğimi soluksuz bırakan suçluluk duygusu…”
Otelden içeri girerken Ayşe’yi
düşündü. “Nasıl da zıplamışız, o deli çağımızdan, olgunluk çağımıza? Neyse! 'Aynı suda bir kez yıkanılır'" derken, oda kapısını açtı.
“Kim o?”
“Benim Kerem'ciğim, geldim!”
Oğlu
karşısındaydı. Gözlerine baktı, kalıtlarını aradı Sinan’ın. Özlemin dağı,
dağladı içini. 9.12.2020
Gencay Özer Şenol
ANKARA’DA KAR VE SEN
Bugün nasıl da güzel yağıyor kar
Yalnızca gölgen karanlık üstünde
Güzelliğin göz kamaştırıyor yar
Bak gözlerim hayranlık içinde.
Ankara’da kar var gönlümde yar
Beyaz gelinlik giymiş sokaklar
Buz gibi hava var üşüyor kuşlar
Beyaz karlar çatılar üstünde.
Beyaz derin sessizlik etrafı sarmış
Güzelim soğukta uykuya dalmış
Ayak izleri hafif, kanatlanmış
Ne olur terk etme dargın biçimde.
Bilirim senin de yüreğin yanar
Yaralı kalbim için için kanar
Gözlerin yollarda dermanı arar
Keder uçup gider deva içince.
Bak bugün de ne güzel yağıyor kar
Bense seni arıyorum diyar diyar
Yüreğim hüzünlü, içimde vah’lar
Gencay'ım kor gibi yanar için içimde.
Adil
Başoğul
NAĞMELERİMSİN
Bir tutam
beyaz
Bir tutam
mavi
Alır başımı
şimdi beni
Ortasında
sarı hareler
Ve beyaz
taçlarıyla papatyalar
Bir de
deniz üstü yelkovan kuşları
Nasıl da
götürürler
Sana beni
Değişik
bir nağme var bugün
Hava öyle
şarkı söylüyor ki
Rüzgâr
ılık ılık
Güneş ışık
ışık
Seni bana
getirir
Uzak olduğun
için mi bu kadar güzelsin
Yoksa
güzel olduğun için mi bu kadar uzaksın
Ulaşılmaz
güzelliğini sevdim ben senin
Güzelliğini
yüreğime aşkla hapsettim
Nereye
gitsen yüreğimdesin
Zamanın da
ötesindesin
Bir gün
mavi gök hıçkırır
Bir bad-ı
sabah haykırır
Ve
muhteşem beyazlığınla sen gelirsin
Güzelleşirsin
Asla
vazgeçmeyeceğim gökyüzünden
Ve seni
güzelleştirmekten
Kaç acıdan
süzdün
Yüzünde
emsalsiz gülüşün
Bilmezsin
ki sevgili
Bu
şarkılar senin eserin
Hep seni
söyler bu nağmeler
Uzaksın ki
hep kavuşma arzusundayım
Yoksa
yakında olsan
Hep
kaybetme korkusundan öleceğim
Senden
uzak yaşamak
Düşüncesi
delirtmesin diye beni
Kendi
Platonik dünyama aldım ben seni
Kendi
içimde buldum ben seni
Ve
güzelliğini
Ben bunu
hiçbir şeye değişmem
Huzurumsun
bir hayat boyu aradığım
Sen benim
nağmelerimsin
Salkım
söğüt düşlerimsin...
Derya BALCI
DÜŞLERİM
ben
hep
rüyâlarımda yazdım en güzel şiirlerimi
rüyâlarımda
kurdum cümlelerimin en güzelini
çiçek
bahçelerinde, uçsuz bucaksız yeşilliklerde
rüylarımda
gezindim özgürce
seni
buldum rüyâlarımda
seni
yazdım satır satır, mısra mısra
kelimelere
sığdıramadım seni, yüreğime aldım
seni
yaşadım doya doya kalbimin derinliklerinde
yanıma
usulca uzanıp acılar azalınca deyiverdin
acılar
azalınca
benim
acım sendin, senden ayrı kalmaktı gecelerce
yarım
kalmaktı aynı zamanda
ağlamaktı
sessizce
en
acısı tekrar uyuyamamaktı
seni
görememekti
seni
düşümde görmek için
yasladığımda
başımı yastığa
seni
bulamamaktı en acısı
ve
ben seni görebilmek ümidiyle
daldığım
her uykudan seni göremeden uyanıyorum.
Asuman Karaduman
SAFİYE
“Tek
başınayım yalnızlığımda bunu aklımdan çıkarmamaya gayret ediyorum. Kuvvetim artıyor
böyle yapınca…” Nezihe Meriç
Bölük pörçük uykumdan karmakarışık
rüyalarla aniden uyanıyorum. Üzerine yattığım kolumu hissetmiyorum. Öte yana
döner dönmez tere bulanmış alkol kokusu fırına atılmış kek gibi kabartıyor içimi.
Elimi ağzıma götürüp kocama değmemeye çalışıyorum. Usulca kalkıyorum yataktan.
“Yoksa yine mi…?” Ellerim karnıma gidiyor. Parmak uçlarıma basarak banyoya
yöneliyorum. Derin nefesler alıp öğürtüyü bastırmaya çalışırken aynadaki
görüntüme takılıyor gözüm. Yüzümde, boynumda sarıdan mora çalan eski ve yeni
izlere, sorgulayan kızarmış gözlerle bakıyorum. Aynadan alamıyorum kendimi. Bu
ben miyim? Nasıl bu hale geldim? Ne
zamandır gülmeyi unutan iki çocuk annesi bir kadın oldum?
Yansımamda hayatımdaki ilk kırılmayı
arıyorum. İlkokulu bitirdiğim gün eve
gelişimi hatırlıyorum. Yolun tozundan grileşmiş siyah lastik ayakkabım var
ayağımda. Terleyen ayaklarım kayıp duruyor içinde. Gönlüme düşen ise kırmızı ve
rugan. Tıpkı Ayla öğretmeniminki gibi. Elimde sevinçle salladığım takdir
belgemle koşarken sarı saçlarım da örgülerinden kurtulup özgürleşiyor. Dalga
dalga uçuşuyor ılık rüzgârda.
Heyecandan nefes nefeseyim. Eve giden
kısacık yol bitmek bilmiyor. Babamın benimle gurur duyacağını, öğretmen olmak
istediğimi duyunca sevineceğini sanıyorum. Öğretmenime de güveniyorum. Beni
destekleyeceğinden kuşku duymuyorum. Karnemi sevinçle, kıvançla babama
uzatıyorum. Ayla öğretmenim gibi olmak istiyorum, Devlet Parasız Yatılı
Sınavlarına hazırlanmamı söyledi öğretmenim. Sözüme devam edemeden, hiddetten
pancar gibi kızarmış ifade ile ayağa fırlayan babam: “Öğretmen olmak da nereden
çıktı şimdi? Gücün var mı diye soran yok? Evde, tarlada işleri kim görecek!”
diye haykırarak üzerime yürüyor hiddetle. Anneme bir umutla dönüyor, onun
gözlerini benden kaçırıp sessizce yere indirmesiyle bütün hayallerim paramparça
oluyordu. Öğretmenimin günlerce usanmadan aileme dil dökmesi, benim
ağlamalarım, çığlıklarım, çırpınmam sonucu değiştirmiyordu.
O günü her hatırladığımda iliklerime kadar hissediyorum
çaresizliğimi. Babama duyduğum derin öfke hiç azalmadı. Onun da üzülmesini
istedim. Bu nedenle tanımadığım bir erkekle İzmir’e kaçtım. Evlenme teklifi çok
cazip gelmişti bana. Bu küçük kasabadan, baba baskısından başka türlü
kurtulamayacaktım. Büyükşehirde yaşamak, kendimi geliştirme olanağı bulmak,
uygun bir iş bulup çalışarak evime katkıda bulunmak… Hayali bile çok güzeldi.
Hakkı’ya kaçmayı kurtuluş sanmıştım. Ne
safmışım… Hayallerimin yıkılması da o denli çabuk oldu. Karabağlar ilçesinin
Eskiizmir semtinde yaşayan ailesinin iki katlı evinin alt katına yerleştik.
İzmir’de çalışmam için destek olacağı sözünü veren Hakkı evden adımımı atmama
izin vermedi. Ben ısrar edince de kavgalar ve ardından şiddet başladı. Çok
geçmeden şiddetin her türlüsüne ihanet de eklendi. Ailemin arkamda durmaması
onu daha çok cesaretlendirdi. Yaşadığım çıkışsızlık, yalnızlık giderek içime
kapanmama, özgüvenimi kaybetmeme neden oldu. Kendisini ve çocuklarını
koruyamayan iki çocuk annesi, mutsuz bir kadının yaşaması için hiçbir neden
kalmadığını düşünmeye başladım. Çocukları babaannelerine gönderip önceden
hazırladığım ilaçları içerek ölmek istedim ancak başaramadım. Her zor zamanımda
olduğu gibi Ayla Öğretmenin: “Bir hayalin varsa, vazgeçme asla. Gerçekçi ol, imkansızı dene.” diyen sesi
çınlıyor kulaklarımda. Bu ben değilim, böyle bir yaşamı kabul edemem, hak
ettiğim yaşam için mücadele etmeliyim.
Yeni umutlara hazırlanmam, bu kentin
yaşamına dahil olmam gerektiğini düşünüyorum. Yalnız da olsam doğru bildiğim
yolda yürümeye, Hakkı’dan en kısa zamanda ayrılmaya karar veriyorum. Evden
dışarıya adımımı atar atmaz kendimi bir tüy kadar hafiflemiş hissediyorum. Yeni
günün doğmasını içimi ısıtmasını sabırsızlıkla bekliyorum. 1 Mayıs 2018
Mustafa Yılmaz
UMUT SIZILARI
Doğurgan bir
güneş çıkar gökyüzünden
Gün ağarır aydın
olur kederler
Sızısı başkadır
gecede ömrün verdiklerinin
Güneş ısıtır
sabahında gülen yüzlerde
Mahpusa doğar bir
güneş
Doğurur
gözlerdeki umutları yeni günde
Gölgesi düşer
avluya
Parmaklıklar
gölgeler girmez ışık koğuşa
Bekler kadersiz
kaçmadan güneş avlunun kapısı açıla
Tarlaya doğar bir
güneş
Kimine can olur
sıcaklığı
Kimine ölüm
kurutur yaprakları
Isıttıkça ırgat
bedenleri
Ter olur alnında
emekleri
Yetimin kapısına
bir güneş doğar
Kuş gürültüleri
nafile gelir kulağa
Bakar masum
gözleri uzağa
Gelecek
umutlarını vermez güneş
Babasız başlar
sabaha
Kadının karnına
bir güneş doğar
Işıldar gözler
kalmaz duymayan diyarda
Gün be gün büyür
güneş sığmaz yatağa
Doğar bir
umutlarla fani dünyaya
Bayram sabahına
bir güneş doğar
İmam çağırmasa da
koşarız namaza
Fakirin esbabı
yok giymeye
Zenginin huzuru
yok erişemez o sevince
Doğurgan bir
güneş çıkar dünyaya
Doğanlardan kimse
hesap sormaya
Başlar yaşam gün
aydınlandığında
Biter gece biter
kahır bir nebze
Yeni umutlardan
taze sızılar toplarız gecede yakmaya...
Hatice Güneş Altunay
SANAT İYİLEŞTİRİR Mİ ACILI YÜREKLERİ?
Salgın
günlerinde herkes arayışta, çırpınışta, serzenişte, isyanda… Kısıtlı ve yasaklı
yaşamda esnaf zor durumda, işsizlik ve yaşam güçlükleri… Ekmekse aslanın
midesinden çıkarılacak böylesi bir dönemde, Eski Bir Tapınak Yazıtı’nı paylaşınca
yazar arkadaşlarım ben de paylaştım. Lise yıllarımda kaderime kafa yorduğum
zamanlarda Biyoloji öğretmenim Ayşen Suntekin bana bu güzel yazıyı vermişti.
Düşündürücü
ve sakinleştirici yazıyı ilk bana vermişti. Zor günlerimde bana çok iyi
gelmişti. Defalarca okuyup anlamaya çalışmıştım. Tek acı çekenin ben olmadığımı
anlamıştım. Sonra da öğrencilerime ulaklık etmişti bu güzel metin.
Yazıyı
yeniden paylaşınca anılarım döküldü önüme. Allah taş eder. Cehennemliksin
öğretilerinin içinde Müslüman olmanın güzellikleri oluşmadı genç kız olarak
yüreğimde. Milattan önce 9. yüzyılda yazılmış bu güzel yazı merhem oldu
isyankâr ve sızılı yanlarıma.
Sosyal
medyada yazar arkadaşlarımdan alıp paylaşmıştım. Öğretmenimi düşünerek o
karamsar ve içe kapanık asi günlerim, gözümün önünden geçip gitmişti
İçimdeki
kıvılcımlara yanıt verdi öğretmenim. Ne güzel ulaklık yapmıştı bu güzel metin.
Sevgili
Hatice’ciğim yıllar önce 1966-67 bizim bir gurubumuz var. Adı Yonca. Yedi kız
arkadaş. En büyüğü 18 yaşında Suna Abla’mız, en küçüğü ben ve Ayla. Suna Abla’mız
bu yazdığını "Eski bir tapınaktan" başlığı altında çerçeveletip
bizlere hediye etmişti. O günden bugüne hayat düsturum olmuştur.
Ne
güzel bir yazı değil mi?
Ayşen
Özbaş Suntekin
Öğretmenim
bu yazıyı ilk siz vermiştiniz bana. Zor günlerimde bana çok iyi gelmişti.
Defalarca okuyup anlamaya çalışmıştım. Tek acı çekenin ben olmadığını
anlamıştım sonra da öğrencilerime ulaklık etmişti bu güzel metin.
Hatice
Güneş Altunay
Ne
güzel elden ele. Dilden dile...
Ben
unutmuşum sana verdiğimi. Ama ne iyi etmişim.
Zor
günlerde misin yoksa, bu yazıyı paylaştığına göre?
Ayşen
Özbaş Suntekin
Yok öğretmenim... Ülkemiz, dünya zor günlerde ne yazık ki... Sanat iyileştirici olabilir diye düşündüm. İşte o yazı…
ESKİ
BİR TAPINAK YAZITI
Gürültü
ve patırtının ortasında sükûnetle dolaş; sessizliğin içinde huzur bulunduğunu
unutma.
Başka
türlü davranmak açıkça gerekmedikçe herkesle dost olmaya çalış.
Sana
bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun.
Bağışla
ve unut. Ama kimseye teslim olma.
İçten
ol; telaşsız, kısa ve açık seçik konuş. Başkalarına da kulak ver.
Aptal
ve cahil oldukları zaman bile dinle onları; çünkü, dünyada herkesin bir öyküsü vardır.
Yalnız
planlarının değil, başarılarının da tadını çıkarmaya çalış.
İşinle
ne kadar küçük olursa olsun ilgilen; hayattaki dayanağın odur.
Seveceğin
bir iş seçersen yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın. İşini öyle
seveceksin ki,
Başarıların
bedenini ve yüreğini güçlendirirken verdiklerinle yepyeni hayatlar başlatmış
olacaksın.
Olduğun
gibi görün ve göründüğün gibi ol. Sevmediğin zaman sever gibi yapma.
Çevrene
önerilerde bulun ama hükmetme. İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz.
Unutma;
insanlığın yüzyıllardır öğrendikleri, sonsuz uzunlukta bir kumsalda tek bir kum
taneciğinden fazla değildir.
Aşka
burun kıvırma sakın; o çöl ortasındaki yemyeşil bir bahçedir.
O
bahçeye layık bir bahçıvan olmak için her bitkinin sürekli bakıma ihtiyacı
olduğunu unutma.
Kaybetmeyi
ahlaksız bir kazanca tercih et.
İlkinin
acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer.
Bazı
idealler o kadar değerlidirler ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır.
Bu
dünyada bırakacağın en değerli miras dürüstlüktür.
Yılların
geçmesine öfkelenme, gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe.
Yapamayacağın
şeylerin yapacaklarını engellemesine izin verme.
Rüzgârın
yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgâra göre ayarla.
Çünkü
dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getiremediğinle
ilgilenir.
Ara
sıra isyana yönelecek olsan da hatırla ki, evreni yargılamak imkansızdır.
Onun
için kavgalarını sürdürürken bile kendi kendinle barış içine ol.
Hatırlar
mısın doğduğun zamanları; sen ağlarken herkes sevinçle gülüşüyordu.
Öyle
bir ömür geçir ki, herkes ağlasın öldüğünde, sen mutlulukla gülümse.
Sabırlı,
sevecen, erdemli ol. Önünde sonunda bütün servetin sensin.
Görmeye
çalış ki bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen.
Dünya
insanoğlunun biricik güzel mekânıdır.
Xantus
M.Ö. 9. YY
Yaşar Özmen
ŞİİR/SANATTA ANLATIM KATMANI
Herkes,
başından geçen bir olayı anlatabilir; şiir, öykü, roman türü metinler
yazabilir. Örneğin öykünün etkili bir yapıt olabilmesi için anlatımın, biricik
ve sıra dışı bir söyleyişi olmalıdır. Anlatımın, dil sanatlarında daha özen
gerektiren bir yanı vardır; aynı olayı ve aynı anlamı saysız biçimde
aktarabiliriz. Salt anlamla ilgili değildir; sesle olduğu kadar dünyayı görme
işitme, tanımlama ve anlamlandırma biçimiyle de ilgilidir. Algıyı tetikleyen ve
daha etkili alımlamayı sağlayan bir gücü vardır. Her sanat alanı için etkili ve
geçerli bir katmandır. Örneğin bir tabloda kompozisyon (yerleşim ve perspektif)
olarak tanımladığımız şey anlatımın bir parçasıdır.
Şiir;
şöyledir, böyle büyük bir sanattır, şöyle yazılır, böyle anlatılır, şurasından
girilir, şiire böyle varılır, burasından çıkılır gibi çıt kırıldım yargı ve
soruları bir yana bırakalım. Kendimize daha tanımlanabilir yeni sorular
soralım. Bu tür sorular ve bu konulara ilişkin yazılan genelleme yazılar,
kanıksanmıştır artık. Çoğu, okura yeterince açıklayıcı veri sağlayamıyor. Bu
düşünceden yola çıkarak; anlatım katmanını kendine özgü sorularla inceleyelim.
Bunun için kendimize neler sorabiliriz? Örneğin, konuyu okur beklentisinden
yana ele alalım. Şiir okuru, şairden nasıl bir dil kullanımı bekler?[9] İkinci soru ise, şiirde nasıl bir
anlatım olmalıdır ki okur-şiir ilişkisi doğrudan kurulup en akıcı ve duyarlı
şekilde sürdürülebilsin?
Anlatım
katmanını, neden okur açısından sorguluyorum? Estetik alımlama gözlenerek
varılan yargı, daha uygulanabilir bir yargıdır; doğruluk değeri yüksektir.
Okurla duygudaşlık kurulması, estetik alımlamanın gözlenmesi ve sonuçları
hakkında bir değerlendirme yapılması, durumu biraz daha somutlaştırır. Daha
sağlıklı yorum ve çıkarım yapmamızı sağlar. Okur, şiirde nasıl bir anlatım
bulmak ister?
Şiir
okuru, öncelikle kendisini aşan bir dilin içinde kaybolmak ister. Kendisini aşan bir dil derken ne
demek istiyoruz? Çok açık gibi duruyor olsa da tanımlanmasında sıkıntı olan bir
söylemdir. Okurun beklemediği, sözel, anlamsal ve zamansal dizilimi kıran;
mantığını sendeleten, duygularını rendeleyen, anlamlandırılabilir açık
verilerle zihnine saldıran; çoğul, rastlantısal anlam ve çağrışımsal imgelem
gücü yüksek olan; bir anlatım demektir bu. Bir anlamda sıradan söyleyişin
dışına çıkmaktır. İlgili sanatın disiplinine uymak koşuluyla onun anlatım
olanaklarını olabildiğince genişletmektir. Anlatım, anlama derinlik
kazandırırken anlamın da anlatıma hareket özgürlüğü kazandırdığı karşılıklı bir
ilişkidir. Öyleyse karşımıza çıkan önemli soru şudur: Bunu nasıl yaparız?
İşte
bu, anlatı bilimin konusudur. Neyi nasıl anlatmalıyız ki okuru şiirin içinde
tutabilelim. Neyi nasıl söylemeliyiz ki okurun algısını çelip duyarlılığını en
üst noktaya taşıyabilelim. Şiir dili, diğer edebi türlere göre oldukça özgür
bir dildir. Anlamsal, uzamsal ve zamansal akışı kırabilen, somut ve soyutu
gerçeküstü dünya ile bütünleştirebilen bir esnekliği vardır. Gerçeküstü dünyayı
canlandırabilme yeteneği daha güçlüdür.
Anlam,
anlatım ve ses ögeleri, bir bütündür ve birbiri içinde birbirini var eden
görevdeş ve bağlılaşık katmanlardır. Anlam ve sese giydirilmiş farkındalıklı
bir anlatım, okurun algılarını tetikleyecektir. Günlük konuşma dilinden,
sıradan bir metin tümcelerinden veya rastgele kullanılmış söz ve sözcük
öbeklerinden uzak bir dil kullanımı, okurun imgelem olanaklarını
genişletecektir. Şiirsel ezgiyi oluşturan bir ses düzeni yanında sözcüklerin
anlamsal değeri ve duygu değeri, imge bütünlüğünü kuracak ve okurun şiirin
içerisine girmesini sağlayacaktır.
Sapma,
alışılmadık bağdaştırma, benzetme, eğretileme, değinmece, değişmece ve aktarma
gibi söz teknikleri, anlatıma güç katarken aynı zamanda şiirin imge örgüsünü
oluştururlar. Sıradan bir söyleyişin dışına taşırlar şiiri. Okur, şiirde
bunları yakalar ve imge bütününden kendi imgelem dünyasında gezintiye çıkar.
Bir anlamda okur, beklentisinin ötesinde bir dize kuruluşu ve söz kıvraklığı
içinde bulur kendisini.
Anlam
bütünlüğü en kolay algılanan ve duygu değeri en kısa zamanda duyumsanan sözcük
ve söz tamlamalarıyla kurulmalıdır dizeler. Ayrıca okur; zihninin derinliklerinde
hiç dokunulmamış yeni görüntü ve tasarımların oluşmasını sağlayan; söz sanatı
veya alışılmamış bağdaştırma gibi kendisinin yapmasının olası olmadığına
inandığı; tamlama, söyleyiş, dizilim ve imge kurulumu bekler. Açıkçası yeni,
hayranlık uyandıran ve duygularını ezici bir söyleyiş bekler.
Şiir
okuru, ruhsal ve duyusal olarak şiirle bütünleşmek ister. Biz biliyoruz ki şiir, okuru
sarsıntıya uğratacak bir anlatım, ses, aynı zamanda duyularını harekete
geçirici bir anlam üzerine kurulabilir. Şiirsel dilde neyi söylediğiniz
öncelikli değildir; neyi söylediğiniz göz ardı edilecek bir durum olmamakla
birlikte nasıl söylediğiniz ön plandadır. Duygulanım için farkındalığı, etkiyi
ve ivmeyi yaratacak olan, anlamın derinliği ve söyleniş biçimidir. Şiirsel
dilde neyi söylediğimiz etkin değilse, nasıl söylediğimiz de beklenen etkiyi ve
estetik değeri doğuramaz. Bu nedenle neyi nasıl söylediğimiz her zaman birbiri
içindedir, bunu eş yüklü ve eş zamanlı bir süreç olarak ele almalıyız.
Anlatımın algı uyarma yeteneğini uygun kullandığımız zaman anlamın, arzu edilen
yoğunlukta alımlanmasını sağlarız. Böylece okuru şiirle bütünleşmeye
yöneltiriz.
Anlatım,
geniş bir alandır ve şöyle olmalıdır gibi bir yargı tümcesi kurmamız olası
değildir. O kadar çok seçeneği vardır ki dünyanın herhangi bir noktasından aynı
yönde sürekli gittiğimizde aynı noktaya gelmek gibidir. Birçok söyleyiş şekli,
kullanılabilecek sözcük ve sayısız seçenek vardır. Sonuçta hepsi bir şeyi
anlatır; ne var ki birinin duygu değeri ve duyarlılık yaratma gücü düşüktür
diğerininkiyse yüksektir. İşte biz duygu değeri ve duyarlılık yaratma gücü yüksek
olan anlatım biçimini tercih etmek durumundayız; çünkü şiirin hedefi, okur
duyarlılığını yüceltmek ve onu estetik yaşantıya sokmaktır.
Okur;
düş, duygu, beklenti, anı ve yaşamının kesitlerine incelikli bir biçimde
dokunulmasını ister.
Okur; yaşamsal değerleriyle, belleğiyle, duygu ve düşünceleriyle şiirin içinde
var olduğunu duyumsamalıdır. Daha doğrusu şiirin eli ayağı okura dokunmalıdır.
Duygu ve yaşamının kesitlerini daha ilgi çekici görünür kılmalıdır.
Sık
sık söylenir ya “Şiir yaşamın içinden olmalıdır” diye. Şiir yaşamın içinde
olmak zorundadır. Bunu yaparken sıra dışı bir anlatımla okurun ruhuna
dokunulmalıdır. Sıra dışı şeyler söyleyeceğim diye aşırılığa da yer
verilmemelidir. Şiirde maksat; öğretmek, bir fikri kabul ettirmek ya da şair
gibi düşünmesini sağlamak değildir. Aşırılıktan kastım, dayatıcı, şiddet ve
öğreticiliktir; şiirde sarsıcılık, sıra dışılık, beklenmedik patlamalar
olacaktır, yapılmalıdır. Zihni sendeletmeli, duyguyu havalandırmalıdır. Okurda
duyarlılık yaratmak ve estetik tavır oluşturmak, alışılmış şeylerle yapılamaz.
Bu durumda anlamın duygu değeri ve etkinlik değeri öne çıkar. Her söz ve söz
tamlamasının duygu değeri şiddetten sevgiye kadar değişen aralıkta oluşur.
Birinci ilke, şiir şiddeti kaldıramaz. İkinci ilke şiddete yakın çoğu olumsuz
duygu değeri, baskıcı, korkutucu ya da dayatıcı karakter taşır. Kültürel
birikim ve buna bağlı oluşan toplumsal algı; sözcük, söz tamlamaları, deyim ve
özlü sözlerin duygu değeri ile duyarlılık yaratma yükünü belirler. Biraz daha
anlaşılır bir şekilde söylersek; küfür, bağırma, çağırma, suçlama, aşağılama ve
hakaretle kurulan metinler şiir değil bildiri türüne girer. Sanatın hiçbir dalı
dilsel şiddet[10] içeren söylemi kabul etmezken okur da
aşağılandığı, suçlandığı veya bir başkasına hakaret edildiği bir metnin içinde
estetik yaşantıya giremez. Böyle metinler daha çok nefret duygusunu yüceltir ki
bunlar, sanatın amacını aşan şeylerdir; şiir dışında başka bir türdür. Türk
şiirinde çok kullanılan ama gerçek tanımı yapılmamış ve adına hâlâ şiir denilen
bir metin biçimidir.
Okur, şiirde ses duymak; belleğine kazınmış olan ezgiyi yaşamak ister. Anlatım, anlamı açığa çıkarırken sesin imgesel gücünü de kullanmalıdır. Bu da ne demektir, demeyin. Şiirsel ezgi[11] ayrı bir olaydır şiirde. İmgesel bir gücü vardır ve sözel imgeden daha etkilidir; estetik değer açısından daha güçlüdür. Ruhsal dünyayı, metafizik alanı kolay uyandıran bir imge türüdür. Şair tarafından altyapısı kurulur ve okur tarafından oluşturulur. Ses ve söyleyiş, eş güdümlü ve eş zamanlı oluşan şeylerdir. Bu ayrıntı Türk yazınında sık ele alınan bir konu değildir. Zaten bununla ilgili dünya yazınında bile ayrıntılı kaynak çok bulunmaz. Sadece şunu söyleyelim: Şiirsel ezginin duyarlılık yaratma ve estetik yaşantıya sokma gücü, azımsanacak bir durum değildir. Ses, anlatımla uygun kullanılmalıdır. Ayrıca bu olanak, ciddiyetle ele alınmalıdır.
Okur
öykünen değil; özgün bir şiir okumak ister. Anlaşılmayı gerçekleştirecek, etki
yaratabilecek ve duyarlılığı artıracak bir anlatım, kolay iş değildir. Yetenek
ve bilimsel yetkinlik yanında dili iyi kullanmayı gerektirir. İyi şair,
eleştirel yaklaşan ve sorgulayan okurdur. Okuduğunu anlatı bilim gözünden ve
kendi anlatım düzeninden ayrıntılı inceleyip çözümlemelidir. Nazım Hikmet böyle
anlatmış, Cemal Süreya böyle söylemiş, ben de böyle bir anlatıma sahip olayım
gibi bir yaklaşıma girdiğiniz anda şiir yazmak bırakılmalıdır. Kendiniz olma
özelliğini yitirirsiniz; özgün olamazsınız. Sanatta öykünmek ile örnekler
üzerinden kendi anlatım düzenini kurmanın arasında çok ince bir çizgi vardır.
Ya öykünürsünüz ya da kendi anlatım düzenini kurarsınız. Bunun en verimli yolu,
anlatı bilim esaslarında konuya yaklaşmak ve kendi doğal söyleyişinizi
yitirmemektir. Yapaylığı artırdıkça ve kendinizi zorladıkça başkasının anlatım
biçimine sürtünürsünüz. İşte bu tehlikeli bir iştir.
Okur,
şiiri okuduktan birkaç gün sonra tekrar aynı şiiri gördüğünde bu şiiri okudum
mu, okumadım mı, diye kuşkuya düşmemelidir. Çok sayıda şiir kitabı okuyorum;
okuduğum bir kitabı on gün sonra elime alıp baktığımda içindeki şiirlerle
ilgili çok şey anımsamıyorsam sıkıntı var demektir. Özgün şiir, kendini
okunanlardan ayırt ettirir. Belleğe tutunur ve okuyup okumadım mı gibi bir
kuşkuya düşmenizi engeller. Bu yüzden şiir, sanatın ilkesi gereği biricik ve
özgün olmalıdır; belleğe tutunacak ayırıcı bir anlatım taşımalıdır.
Şiir
okuru; güven duymak, zamanının boşa gitmeyeceğine ikna olmak ister ve şairle
duygudaşlık kurmak için çaba harcar. Şair ile okur arasındaki güven, önemli bir
bileşendir. Neden biliyor musunuz? Estetik algı, olumlu duygu altında devinir.
Olumlu duygu ise sevgi, güven ve bunların türevleridir. Bu duygu durumu, şiire giydirdiğiniz anlamın
duygu yükü, tutarlılığı, bağlaşıklığı ve varoluş değerleriyle örtüşürlüğüne
bağlıdır. Okur, şiirle özdeşleşmek, anılarını, izlerini, geçmiş duygularını
yeniden yaşamak ister. Şiirin duygu değeriyle kendi duygularını örtüştürmek
ister. Örneğin daha ilk dizede dilsel şiddet uygularsanız okur olumsuz duydu
durumuna girecektir. Ters bir durumdur.
Olumlu duygu ve duygu değeri yüksek anlamın anlatımı, duygu değerinin
naifliğine uygun olmak zorundadır. Çatlayan patlayan seslerden uzak durulmalıdır.
İkincisi ise daha incelikli ve duygu değeri yüksek sözcükler, bilinen
kahramanlar veya objelerle anlatım zenginleştirilmelidir. Türkçe bu konuda
oldukça zengin ve birikimli bir dildir; fazla gereci vardır, değişimli veya
birbiri yerine kullanılabilecek çok sayıda sözcüğü de… Doyurucu anlatım olanağı
her şair için vardır; kınından çıkarılmayı bekler.
Şiir
okuru, şiirde kendisini bulmak ister. Duygularının okşanmasını, belleğinin
kaşınmasını, değer verdiği olgu ve olayların farklı bir açıdan şiirde yer
almasını ister. İnsanlığın ortak değerleri vardır ve bunlar karşısında duygu
değerleri birbirine yakındır. Aşk, özlem, umut gibi… Nesnelere ve yaşama
yüklediği anlam, kültürel ve sosyal farklılıklar gereği değişiklik
gösterebilir. Bu yüzden tarihsel değerler, insani değerler, geleceğe ilişkin
olgu ve olaylar; okurun belleği ve duygularını zinde tutacak şekilde ele
alınmalıdır. Güncel olay ve olgular, okur üzerindeki etkisini gözlemleyip
bildiri tarzına kaçmadan kılıf giydirmelerle duyumsatılmalıdır. Etkili kılmak
için; okurun en kolay ulaşacağı olay, olgu ve bilgiye dayandırılmalıdır
anlatım. Hem geçmiş hem güncel hem gelecek, aynı dizede bir arada yer alabilir.
Bu anlatımı daha güçlendirir. Dolayısıyla güncel olay ve olgular daha tazedir,
anlatımın etkisini kısa zamanda açığa çıkarma gizilgücüne sahiptir. İçinde
yaşanılan ortamın görünürlük ve etki derecesi her zaman yüksektir. Duygu, tutum
ve davranışları belirleyen, bu ortamdır. Okur, güncelin içerisinde kendisini
daha kolay bulur; zaten orada yaşamaktadır.
Şiir
okuru, şiirin anlam ve duygu değerinin kendi duygularını ezmesini ister. Duygularını ezmesi derken,
olabilirlik ölçülerinin ötesinde bir görünüşün bizi hayranlığa taşıması
anlamında düşünülmelidir. Bir anlamda şiirin anlam ve anlatımından doğan derinlik
veya sıra dışılık, okurun etkilenmesini sağlar ve hayranlığını
belirginleştirir. Yaratılan bu güzelliğin karşısında, duygu boyun eğer ve güzelliğe uyum sağlar. Söyleyişin
altında ezilir. Bu durum anlatımı güçlendirmek için kullanılabilecek açık kapılardan
biridir. Kurduğunuz anlam ve onu anlatmak için söyleyiş biçiminiz, okura bu
kadar da olamaz dedirtmelidir. Okura bunu söyleten bir anlatım, sıradan bir
dünya görüşüyle yapılamaz; donanımlı ve gelişmiş imgelem gücü, yetisi ve
zenginliği gerektirir.
Şiirde
hedef, dili ilginç kullanmak değildir; dilin güzel kullanımından anlamı
güçlendirmek, anlamın derinliğini ortaya dökmek, anlam-anlatım-ses uyumunu
sağlamak, algıyı duyarlı kılmak, duygulanımı sağlamak, çağrışım ve coşumu
güçlendirerek estetik değer yaratmaktır.
Düşünülen,
duyumsanan, duyulan, koklanan ve işitilen her şey dile çevrilemez, sözlerle
anlatılamaz. Duyarsın, koklarsın, düşünürsün ama dile çeviremezsin. Beynin
çalışma biçimi ile dil olanaklarının örtüşmediği bir alandır burası ve ayrı bir
araştırma konusudur. İnsanın düşünme yeteneğinin sınırsız olduğu kadar anlatım
da sınırsız bir uzaya sahiptir. Limit zorlanmalıdır. Düşünce ve duyguları,
mümkün olan en iyi bir anlatımla söze ve yazıya dönüştürmek ayrı bir çaba ve
yetenek gerektirir. Biz biliyoruz ki bunları ustaca dile dönüştürenler,
düşündüklerini, gördüklerini ve hissettiklerini okura etkili bir anlatımla
aktarmayı başaranlar; iyi anlatıcılardır, iyi yazarlardır, iyi şairlerdir.
Şairin
bilinci ve imgeleminin, dille buluştuğu alandır anlatım. Kavramlar, olgular,
olaylar ile insanlar arasındaki mutlak ilişkiyi tanımlama, duyusal süreçleri
duyumsama, kendine özgü yaşamı görme ve açıklama biçimi de diyebiliriz. Bu
noktada, şairin insanı okumasından tarih bilgisine kadar pek çok değişkenin
niteliği ve niceliği anlatımı etkiler. Donanımsal bütünlük ve zengin artalan
bilgisini gerekli kılar. Deneyim ve bilgi birikimi; görmeyi, duymayı, anlamayı,
yorumlamayı ve en uygun sonucu bulmayı sağlar. Söze dönüştürme yetisini üst
seviyeye çıkardığı gibi anlatımı da doğrudan etkileyen bir gerekliliktir.
Bilmeden, bilip görme yeteneği gelişmeden yapıt üretme devri geçmiştir.
Donanımlı olmadan anlatımı güçlendirmek, boş bir çabadan başka bir şey
değildir. Kişi heybesinde olmayanı çıkarıp ortaya söz olarak koyamaz.
Attığı
taşın nereye düştüğünü bilmeyen ve etki yarıçapını ölçemeyen kalfa, ustalık
düzeyine hiçbir zaman ulaşamaz. Bu yüzden ne yaparsanız yapın, şair bildiğini
yazar deseniz bile yaptığınız şeyin sonucunu ve hedef kitlenin beklentisini
karşılaştırmalısınız. Bu, popülist bir tutum olarak görülmemelidir. Etki ve
tepkinin, kendi disiplini altında incelenmesidir. “Şair, ne yazarsa yazsın
kabulümüzdür”, tek başına geçerli bir yaklaşım değildir artık. Okur ne ister
sorusunun yanıtı, estetik biliminin konusudur ve şaire ufuk çizgisini daha
öteye çekmesi için seçenek sunar.
15
Temmuz 2020, Narlıdere/İZMİR
NOT:
Aşağıdaki şiir (İzmir Destanı), denemede sözü edilen ilkelerin büyük
çoğunluğunu gözeterek yazılmış ve anlatım katmanına örnek olarak verilmiştir.
Şiiri anlatım açısından hem okuyup hem de videosunu izlerseniz söylemek
istediklerimin örneklerini bulabilirsiniz.
Bu deneme, Ç.Türk
Dili Dergisi Ağustos 2020, Sayı 390’da yayımlandı.
Yaşar Özmen
İZMİR DESTANI
Saat Kulesi kadrajda, güvercin kalçasında mavi
dil
Şehir hatları vapuru martılar taşır
Karşıyaka'dan
Gevrekler
duvaklanır zengin yele karşı, yolcular mutedil.
Mahzun bir mahmuz Konak Piyer, sokulur körfeze
Tahta
köprüde adıbelli kalabalık, alışkılı çok kişi
Tülsü
bakışını, Gediz gibi insan akışını görüyorum.
Belediye
Meclisinde üçgen boyoz, çekilir beş taraftan
Suratı
kel Bayraklı camlı korkuluk takas eder Konak'tan
Apış arasında kelaynaklar, taşır cam sürahide
nefesini
Sevilir
mi kurşun, kurşun olalı, ilk kurşunu ne çok seviyorum.
Karıncalar yol bellemiş ardışık yolakları,
görüyorum
Kancasında kış azığı, umut yüklenir
Kemeraltı'ndan
Havra
sokağına on beşinci asır düşüp uyumuş
Kestane alır mı hala Faustina, kestane
pazarından.
Namazgâhta
lodos sarhoşluğu, imbata inat
Bir kahve içimi nostalji geçer Kızlarağası
hanından
Agorayı
elinden tutup Smyrna'ya götürüyorum.
Kumru
yüklü vapur aksırığı vuruyorsa varyanttan
Pagos tepesini öpmeden geçer mi hiç göçmen
kuşlar
Basmane’de
at binmiş midir İkinci Murat, zaman küheylan.
Limana transatlantik yanaştı bu sabah,
sancaktan
Kıbrıs Şehitlerine karanfil bırakacak, sepeti
gül kokulu
Köstekli
saatime bir Kordon alıyorum, kalkıp bakıyorum
Neler,
kimler üşüşüyor yakama, Cumhuriyet bulvarından
Karnaval
havası taşır mı ceplerinde bu akşam Kültür Park
Sebatay
Sevi Sinagogu'nda çiğdem satan çocukları seviyorum.
Hiç
köstekli saate kordon takılır mı deme bakışını değiştir
Bu
hava, dekor, deniz, kordon, güzellik, dönüşüyor be insan.
Narlıdere nar bahçelerini betonladı mı,
bulamıyorum
Göztepe gözcüsünü vurmuş, şimdi yatıyor
körfezde
Hatay'da
üç yol, üç yoldan ikisi çıkmaz sokak, biri iyi
Durdum
meydanda, Fahrettin Altay'ı vuruyorum zeminden
İncir altı dişiliğini kucaklamış belediye
koridorlarında
Camcı
kahraman çelik suratlı, şerit rozet beratı masmavi
Akıl
işte, hiç maviden gökyüzüne korkuluk dikilir mi?
Çöller
sökün ediyor İnciraltı, ölüme ödül veriyorum.
Neden
göremez Bostanlı vapuru Güzelbahçe'yi, fenersiz mi?
Balçova,
Bornova, Altınova Smyrna'dan mı aldı taze dişiliğini
Meryem ana ayak basmış mıdır Agoraya İzmir izmir değilken
Büyük
sırrını açmış mıdır Meryem Efes'e, elleri koynunda
Çıkabilirsen
çık, ne dik, körfezi takas etsek teleferikten
Gerisi
hükümet gibi, ne mümkün geçmek; düşünüyorum.
Termal içiyor İsveçli Nina, şifa sağıyor
memelerinden
Sahil
Evleri, İnciraltı, Ilıcası, Dalyanı, Bahçelerarası, dahası
Makyajında
yazı kışı, enginarı, domatı, narı, ne yok ne varı
En
çok da dişiliği uyanıyor çeyizime, üretken ellerinden
Ahtımı
ödünç alıyorum Sasalı’dan, ucu flamingo pembesi
Kabzımal
ile oturdum Mavişehir'de mezar taşı yontuyorum.
Foça
Karaburun'a kesik, testimde aşk taşıyorum Çeşme'den
Caka beyi, Cüneyti, Börklücesi merhem sürerken
körfeze
Efes'in tenini okşamadan uysallaşır mı İzmir,
iyi biliyorum.
Gediz'i yatağından taşımak güzel bir şey, bir
şey olmasına
Yakışık alır mı çocuklara, Belkahve'den bir
tarih almadan
İkinci Murat şerefine kahve içti mi Asansör'de
O koca dev
Yorgo Seferis'i akşam yoklamasında ıstakama
yok yazıyorum
Güngörmüş zeytin dalına, ışıkla söz çiziyorum
Urla'da
Yakamozu Çeşmealtı'nda Yörük Efenin mavzeriyle
vuruyorum
Direniştir Athena'ya, yevmiyelik ödünç
alıyorum düşlerini
İzmir değil; yaşamalar gövdesi körfezde
büyüsün istiyorum.
Şu bizim çocuklar, akademisyenler, okumuşlar,
çılgınlar
Dokuz Eylül’ü, Egesi, Kâtip Çelebisi,
diğerleri diğerleri
Menzile
birkaç fırça dokunsalar, talaşlı atölyelerinden
Dokunsalar şu esere, okşasalar Smyrna'nın
gözlerini ellerini
Koyların sarışın efelerine, sürseler sürseler
sert gülüşlerini
Gevreğe,
boyoza, çiğdeme yükleseler düş yüklerini
Sağsalar körfezin memelerini, börülce, şevketi
bostan
Kumruma katık yapıp uçardım, kumruyu iyi ki
seviyorum.
Mizansendir İzmir'de zaman, imbat, güneş,
tarih ve dekor
Özgürlük
emzirir tanrıçalar, Ege'de giyindirir düşlerini
Kan dolaşımın sıkıntılı İzmir, yüzün yaralı,
biraz da kirli belli
Değmediğinden menzili ırak insan eli, ya da
Artemis'in elleri
Her güzelliğin insanla, tam insanla şen
olduğunu biliyorum.
Kiraz
sapında kınından sıyrılmış mavi bir Kemalpaşa
Tireden
Sipil’e doğru ağan hüzün yıldızında düşlenir
Kuyruk sokumuna dizili taşları Heykel okullu
Bergama
Pergamon kütüphanesindeyim, iyi ki okumayı
biliyorum.
Elleri agoraya asılı Körfezde iki yakalı yanık
sevda
İki yakandadır özlemlerim, Bayraklı’da gevrek
yiyorum.
Ola ki Sığacık’ta düşlem, Azmak’a düşen bir ak
Sakız
Her günüme haber saldığımda bir mahrem
oluyorum.
Kaba gürültü, en ıssız sessizliğidir
yaratıcılığın bu kıyıda
Açımı değiştirmeye gidiyorum, Kadifekale
sırasını beklesin
Daha
önce vardı Meryem, Artemis de daha önce vardı bu sayıda
Deltaları açtım anakaralara, beşiğimde dört
kültür kertmesi
Yerkürenin ayak seslerini, aşkın doğduğu yerde
bekliyorum.
Her güzelliğin insanla, tam insanla şen
olduğunu biliyorum.
Temmuz
2015 Narlıdere/İZMİR
Mehmet
Faruk Habiboğlu
İNSAN
VAR OLDUKÇA ŞİİR BİTMEYECEKTİR
Şiir
nedir?
Söz
sanatıdır.
Kapalı
bir anlatım. Çünkü şiirin ne olduğunu hiçbir şair hiçbir edebiyatçı ve hiçbir
sanat otoritesi tanımlayamaz. Yapılan bütün tanımlamaların her biri; o şairin,
edebiyatçının, sanatçının kendi görüşüdür, kendisini bağlar. Ee tabi binlerce
var böyle tanım ama hiçbiri yetmez şiiri anlatmaya. Biz belki şunu diyebiliriz:
Bir metnin, sözün; şiir olup olmadığı okununca, dinlenince anlaşılır.
Yazıdan
önce söz vardı. İnsanlıkla başlar söz. Ve sözle beraber şiir de başladı. O
yüzden sanatın Havva Ana’sıdır şiir.
Bilinen
sözcüklere bilinmeyen anlamlar vermek. Odur şiir.
En
kolay sanılan ama esasen en zor olan sanattır şiir.
On yedisinde herkes şair adayıdır da
elli yedisinde hâlâ şiire yamaklık yapıyor olmak önemli.
Şiire
ancak yamaklık, çıraklık yapılabilir. Şairim demek gerçekte bir çeşit Tanrılık
iddiasında bulunmaktır! Sadede gelirsek iyi şiir yamağına belki şair demek
şiire saygının gereği.
Az
söz, çok söz konusu da değildir şiir. Bazen bir kısa dizedir bazen de binlerce
beyitten oluşan bir manzumedir şiir. Asıl olan dinleyenin ruhunda, kalbinde,
dimağında bir "şey" oluşturması. O ‘şey’; hüzün, umut, sevinç, coşku,
korku, hırs artık konu neyse.
Ah
o evrensel ve çağlar üstü duygular yok mu? Aşk, özlem, hüzün yok mu? Şiire konu
duygular işte.
İnsan
var oldukça şiir bitmeyecektir.
Yusuf
Özdemir
GEÇMİŞ
İçimdeki
en derinde
Geçmiş
dolu barakama yolculuğa çıkıyorum
Ruhumun
günlüklerini açıyorum
Yazıya
dökülmemiş günlüklerimi izliyorum.
Görsel
hatıralar festivalindeyim
Dipsiz
bir kuyunun siyah beyaz resimleri
Benden
haberdar
Baş
köşede beni bekliyor.
Çığ
altında kalınmış gençliğin kanayan yaraları
Demlenip
duruyor sol yanımda
Demlendikçe
daha acımtırak bir tat bırakıyor
Sessizlikte
çürüyen dilimde.
Dokunduğum
her resim örümcek ağlarıyla kaplı
Unutulmuş
yakınlıkların uzaklığını hatırlatıyor
Soluduğum
nemli hava, küf kokuyor
Terk
edilmiş düşlerin soğukluğunu hatırlatıyor.
Okumaktan
yorulmuş kitaplar
Toz
kokuyor.
Kasetler
onlarca yıllık suskunluğa inat
Çalmaya
devam ediyor zihnimin bir köşesinde.
OKUR MEKTUBU
ŞİİR
SARNICI’NA
Muhammed
Safa Kaya
Benim adım, Muhammed Safa Kaya. 1999
yılında Kastamonu’da doğdum. İlk ve ortaokulu Kuzeykent İlköğretim Okulu’nda,
liseyi Saime İnal Savi Anadolu Lisesi’nde tamamladım. Şu anda Kırıkkale
Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü’nde öğrenim görüyorum. Şiire olan ilgim
ilköğretim sıralarında sınıf öğretmenimin Arif Nihat Asya’nın Bayrak şiirini
okutmasıyla başladı. Çocukluğumda camilerde ilahiler dinlerken dizeler
arasındaki ahenk dikkatimi çekiyordu. Önceleri şiirden çok müzikle
ilgileniyordum. Müziğe olan ilgimden dolayı ilk ve ortaokul yıllarında bir
yakın arkadaşımla söz yazıp arkadaşlarımıza ezgi eşliğinde söylüyorduk. Resim
dersinde arkadaşlarım resim yaparken öğretmenim bana şarkı söyletiyordu. Hep
söylediğim şarkı ise Barış Manço Gülpembe’si oluyordu. Okul arkadaşlarımın
teşvikiyle o dönemde facebook üzerinden bir şiir grubu oluşturdum. Daha sonra
derslerde başarısız olduğum için şiir çalışmalarıma ara vermek zorunda kaldım.
Lise üçüncü sınıfa kadar içimdeki şiir tutkusunu dışarıya yansıtmadım. Fakat
bir gün edebiyat öğretmenimin ısrarı sonucunda bir şiir dinletisinde Dilaver Cebeci’nin
Sitare adlı şiirini seslendirdim. Geri kalan iki yıl boyunca gerek koro başı
olarak gerekse organizasyonlarda sunucu olarak görev aldım. Üniversiteye
başladığımdan beri farklı öğrenci gruplarının etkinliklerinde görev alıyorum.
Genelde şiirlerde kendi hislerimi yansıtsam da Emin Özdemir’in “Eleştirel
Okuma” isimli kitabında ifade ettiği gibi “Kendimden bağımsız fakat toplumla
bağlı” şiirler de yazabiliyorum. Bilgi nasıl paylaştıkça çoğalırsa duyguların
da paylaştıkça anlam kazanacağını düşünüyorum. Genel olarak Yavuz Bülent
Bakiler, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Necip Fazıl Kısakürek gibi yazarlardan
etkilendim. Hiciv yazıları daha çok dikkatimi çekiyor. Ataol Behramoğlu, Can
Yücel, Attila İlhan vb. şairlerden etkilenerek sevgi, aşk, vicdan, doğa gibi farklı
konularda şiirler yazdığım da oluyor. Ömer Hayyam’ın Rubaileri, Yunus Emre’nin
Risaletü’n Nushiyyesi gibi divan edebiyatı şiirlerini beğensem de genel olarak
hece ölçüsüyle, kafiyeli şiirler yazmayı tercih ediyorum. Genel olarak farklı
uyak düzenleriyle şiir yazabiliyorum. Eğer kendimi geliştirebilirsem bir gün
kitap yazıp bir insan hakları mesleği olan sosyal hizmetle şiir sanatını
kaynaştırmayı hedefliyorum. Derginizde yayımlanan şiirlerime yapılan
yorumlar aracılığıyla ufkumu genişletebileceğimi; hem kendime hem de derginize
katkıda bulunabileceğimi düşünüyorum. Aşağıdaki birkaç şiirimi yayımlanmak
üzere gönderiyorum. Uygun bulup yayımlarsanız çok sevinirim. İlginiz için
teşekkür ederim. Saygılarımla…
Sevgili Muhammed
Mektubunuz için teşekkür ederim. Şiir
Sarnıcı (e-dergi)’nın amaçlarından biri de genç şiir severleri yüreklendirmek
ve yazma sevgisini güçlendirmektir. Şiir Sarnıcı çıkış bildirisinde de
belirttiğimiz gibi amacımız, gençlerin önünü açmak ve onları sanat dünyasında
görünür kılmaktır. Şiirleriniz, şiir değeri taşıdığı sürece dergimizde
yayımlanacaktır; bundan kuşkunuz olmasın. Ancak gönderdiğiniz mektup ve
şiirlerinizden edindiğim izlenimi aktarıp birkaç öneride bulunmak isterim:
İsterseniz bu mektubunuzu, şiirlerinizi ve yanıtımı; dergide olduğu gibi
yayımlayabilirim. (Onay alınmıştır)
Öncelikle dil sanatlarıyla uğraştığınıza
göre iyi bir bilgisayar ve sosyal medya kullanıcısı olmalısınız. Özellikle
word, exell gibi programları iyi kullanmalısınız. Sanat, teknoloji ve bilgi
desteği gerektirir, şair de iyi bir kullanıcı olmak zorundadır. Bilgi ve
deneyim ile akademik programlar dahil her tür eğitimi, görsel yayın yapan
kanallardan alabilirsiniz. Kısaca söylemek gerekirse iyi bir okur-yazar ve
kullanıcı olmalısınız.
Yazı ve şiirlerinizde eskimiş sözcükleri
fazlaca kullanıyorsunuz. Bir genç olarak iyi şiir yazmak istiyorsanız ve
şiirleriniz gelecekte de okunabilsin istiyorsanız, eskimiş sözcüklere yer
vermemelisiniz. Daha yalın bir dil kullanmalısınız. Kullanımı daha yaygın ve
yeni sözcükleri tercih etmelisiniz.
Şiirin en önemli etkeni, yaşamı ve sanatı
görme biçiminizdir. Sanat felsefesi, estetik bilimi, sanat sosyolojisi ve
psikolojisi gibi konulara ağırlık vermelisiniz. Eğitim aldığınız bölüm bunların
çoğunu kapsıyor zaten. Ayrıca şiir tekniği konusunda çok okumalısınız. Belirli
şairleri değil elinize geçen her şiir kaynağını okumalısınız. Bilgiyi ve
tekniği iyi kullanamıyorsanız şiir/sanatta başarılı yapıt üretemezsiniz. Üniversite
kütüphanelerinde kaynak yeterince vardır; araştırmalısınız. Özellikle
şiirlerinizi, tebliğ ve propaganda dilinden uzak tutmalısınız.
Şiirleriniz oldukça güzel; ancak geliştirilmesi
gerekir, diye düşünüyorum. Derginin Nisan sayısında iki şiirinize yer
vereceğim. Şiirlerinizde uyağa yoğunlaşıyorsunuz. Bunun yerine dili, daha açık
ve algıyı tetikleyecek biçimde kullanmalısınız. En önemlisi, şiirdeki anlam ve
anlatım üzerine yoğunlaşırsanız daha iyi olur kanısındayım. Ayrıca, şiirlerinizde değişmece, değinmece,
sapma, eğretileme ve alışılmadık bağdaştırma gibi şiir tekniklerine/söz
sanatlarına yer verirseniz çok daha etkili şiirler yazabilirsiniz.
Yazdıklarım yalnızca öneridir. Bana göre sanatta bir
başkasından etkilenmek, öykünmeye yakın duran bir kavramdır. Mektubunuzda
etkilenmekten söz ettiğiniz için bu tümceyi kurdum. Ne olursa olsun kendi
bilginize ve kendi dünya görüşünüze güvenmelisiniz. Bu güven, okumak ve
araştırmakla kazanılabilir.
Şiir, zor bir sanattır; bütün sanatların ekseninde bir
daldır. Yolculuğu zordur. Bu zorlu yolculuğa hoş geldiniz. Başarılar dilerim.
Şiirle ve sevgiyle… Şiir Sarnıcı (e-dergi) adına Y.Özmen
Muhammed
Safa Kaya
GAMSIZ
Ben
bir denizciydim ve denizim de sendin
Sana
her baktığımda sonsuzluğu düşünürdüm sakin ve dingin
Sonra
fark ettim ki deniz dalgalı
Fırtınaya
çarpmış gibi sallıyor sandalı
Denizin
ortasına düştüm, dönüp kırılan sandalıma baktım…
Evet
kadın bunu sen yaptın!
Denizin
dalgalarıyla boğuşurken
Beni
hortumun ortasında bıraktın
Şimdi
sonsuz bir denizin ortasına kaldığıma değil de
Kırılan
sandalıma yanarım
Elbet
bir gün kıyıya da çıkarım; Canlı ya da cansız…
Ama
hiçbir kıyıdan öteye gidemem sandalsız.
Gerekirse
unuturum denizi de
Ama
fırtınayı unutur muyum orası kararsız
Denizin
suyu acı nerden bilsin bahtsız
Anladım
artık yüzemeyeceğin denizde boğulmak anlamsız
Bir
gün kıyıya vurursa sandalımın parçaları
Bir
an müsaade ederse denizin dalgaları
Arkama
bakmak anlamsız
Çeker
giderim gerekirse olurum gamsız.
Muhammed Safa Kaya
AĞAÇLA MUHABBET
Ağaçla karşı karşıyayım, mevsim
sonbahar
Soğuk bir gece, güzün ardında bekliyor
kar
Siyaha bürünmüşken gökteki mavi
bulutlar
Onun yaprağı dökülüyor, benim de
gözümden yaşlar
Soruyorum ağaca: “İnsan neden mutsuz
yaşar?”
Diyor ki ağaç: ‘’Çünkü yetinmez
haddini aşar’’
Paylaşmayı bilse sofralar hem dolar
hem de taşar
Onun yaprağı dökülüyor, benim de
gözümden yaşlar
Nilüfer Açılan Yıldız |
Kaygususz Abdal 11. Şiir ve Öykü Yarışması |
[1]
Metin Soydeveli, Aşkgele, Ürün Yayınları,
1.Basım, Ankara, Mart 2016, s:10
[2] Metin Soydeveli, İnsana Gömülür Aşk, Etki Yayınları,
1. Basım, Nisan 2010.
[3] Metin Soydeveli, Helme, Mühür Kitaplığı, 1. Baskı,
Şubat 2012.
[4] J.Lacan, Fallusun Anlamı, AFA Yayınları, Ekim 1994,
s:23
[5] Metin Soydeveli, Aşkgele, Ürün Yayınları, 1.Basım,
Ankara, Mart 2016, s:8
[6] Metin
Soydeveli, Aşkgele, Ürün Yayınları, 1.Basım, Ankara, Mart 2016 s:52
[7] Metin Soydeveli, Aşkgele, Ürün Yayınları, 1.Basım,
Ankara, Mart 2016 s:8
[8]
J.Lacan, A.g.e., s:23
[9] Şair şiirini yazarken okuru dikkate almaz” gibi delilsiz yargıyı
bir kenara itmeliyiz öncelikle. Şiir; şair, okur ve yapıt üçgeninde bir değer
olma ilkesine sahiptir; hiçbirini göz ardı edemeyiz.
[10] Daha açıklayıcı bilgiye ulaşmak için, İmgelem-İmge-İmgelem
isimli e-kitaptaki “Dilsel Şiddet” ve Şiir Sanat Çözümlemesi isimli e-kitaptaki
“Yazın ve Şiddet” başlıklı denemeleri okumanızı öneririm.
[11]
Daha açıklayıcı bilgiye ulaşmak için, İmgelem-İmge-İmgelem isimli e-kitaptaki
“Şiirsel Ezgi” denemesini okumanızı öneririm.
Şiir Sarnıcı Yaşar Özmen |
DR ISIKOLO'nun yardımıyla erkeğinizi size ve çocuklarınıza geri döndürmek için harika şanslar.
YanıtlaSilKocam beni ve 2 çocuğumuzu yaklaşık 10 ay boyunca terk etti. Çok fazla acı çektim. Bana ve çocuklarıma geri dönmesi için elimden gelen her şeyi denedim ama hiçbir şey işe yaramadı. Kalp kırıklığı yaşamak istemediğim için benim için gerçekten stresli bir dönemdi. Bana yardım etmesi için bir aşk büyüsü doktorunun aranması gerektiği söylendi ve yaptım. Bana yardım edebilen DR ISIKOLO ile iletişime geçtiğim için şanslıydım, onunla iletişime geçtim ve ona her şeyi açıkladım ve prosedürlerine uydum ve kocamı bana ve çocuklarına 2 gün içinde geri getiren aşk birleşme büyüsünü yaptı. Çok teşekkürler DR ISIKOLO. Benim için yaptıklarınızı gerçekten takdir ediyorum. İlişki sorunlarınızı çözmek için ihtiyaç duyarsanız iletişim bilgileri burada, e-posta: isikolosolutionhome@gmail.com veya +2348133261196 numaralı telefondan ona WhatsApp'tan mesaj gönderin.