30 Eylül 2023 Cumartesi

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ekim 2023, Sayı:18

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Tam Kapak, Sayı  18, Yaşar Özmen


Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ön Kapak, Sayı  18, Yaşar Özmen


Şiir Sarnıcı (e-dergi), İçindekiler, Yaşar Özmen



YAYIMCIDAN

Sessiz sedasız bir yolculukla on sekizinci sayıya ulaştı Şiir Sarnıcı (e-dergi). Ne bir yardım aldı şiirin ustalarından ne destek aldı edebiyatın önde gelenlerinden ne de bir gazete köşesine konu olup deşelendi sağı solu. Olsun, sessiz ve derinden hedefine ilerleyen şirin bir yolculuk bizimkisi. Emeğin yem olmasını engellemek ve yazınsal sanatları popülizmden uzak tutmak uğruna başlattığım bu yolculuk, estetik biliminin verilerini ve sanatın temel değerlerini esas aldığı için çoğu bilindik edebiyatçının aynı kulvarda kesişmesini engelledi. İsterdim ki bilindik edebiyatçılarımız en azından şöyle bir kafasını kaldırıp bakmalıydı, ne oluyor diye. Hak vermeliyim elbette, dergimizde maddiyat, popülarite, taraftarlık gibi kavram ve türevleri barınacak yer bulamadığı için çoğunluğu amatör dostlarla kendi kendimize yetiyoruz. Her ne olursa olsun amacı aydınlanma, yolu aydınlık, estetik tavrı gelişkin, çevresine ışık yayma yeteneği olan herkese kapımız açıktır. Biliyoruz ki ayakları sağlam yere basan her dergi, bir gün olgunlaşıp edebiyat tarihine derin bir çentik attırmayı başarır; bu, olağan bir sonuçtur. Yakınma, yakınlaşmayı değil uzaklaşmayı getirir. Kimseye bir yararının olmadığının da ayırdındayım. Bu tür eleştirilerin, edebiyat dünyamızda olması gerektiği gibi anlaşılmadığından doğuracağı sonucu da kestirebiliyorum. Diğer taraftan olgu ve olayları açıkça belirtmek gerekir ki içinde bulunduğumuz çağın sosyolojisini ve psikolojisini doğru okuyabilsin edebiyat tarihçileri… Günümüz yazar-şairi de, edebiyat dünyasındaki görünmez katı çizgileri belleklerine kazısınlar ki zamanı geldiğinde çıkarıp üstüne hayıflanarak bir çizik atabilsinler.

Her ne kadar ideal bir dergi yayın ortamı oluşturmaya çalışsam da zaman zaman sıkıntılarla karşılaşıyorum. Okumanın yük algılandığı, yazı ve şiiriyle katkının ödün verme görüldüğü bir anlayışın içinden geçiyoruz. Dahası ne, neden ve kim için sanat ürettiğini henüz tanımlayamamış bir ortamla karşı karşıyayız. Sanatı, kazanç kapısına dönüştürme çabasında olan büyük bir çoğunluk var. Bulunduğumuz yer neresi, varmak istediğimiz yer neresi, bizim bu işin içinde işlevimiz ne; edebiyat dünyasında henüz karmaşık duran, aydınlanmayı bekleyen sorular dizgesi… Aydınlandıkça, kültür birikimi olgunlaştıkça, toplumsal bilinç kendi düzeyini buldukça bazı taşlar yerine oturacaktır elbet. Bugün sabırlı olmak zorundayız. Çağı, insan odaklı okuyan bir kuşak geliyor; benim rahatlığım bundan kaynaklanıyor. Eleştiriden kaçınmayışım, derginin okunup okunmaması kaygısından uzak duruşum, çekinmeden olayları açıkça belirtmem; bir yerlere ya da bir şeylere bağımlı olmadığımdandır. Derginin maddi yanıyla ilgili sıkıntım olsaydı ya da bir öğretinin kurgu sarmalında olsaydım yukarıdaki tümceleri kurabilmem olası mıydı? Tabii ki deli cesareti değil benimkisi. Cesaret, bilgiden doğar veya doğru iş yaptığına inanmış olmaktan. Ayırdındayım bu tür yazılar; sıkıcıdır, bazılarının canını sıkarken bazılarını, duygularına rehberlik ettiği için sevindirir. Her ne olursa olsun, bu sayıdan sonra dergimde yakınmaya, eleştiriye ve sızlanmaya dönük tümceler çok elzem olmadıkça kaleme almayacağım; en azından dergi giriş yazısında şık durmuyor. Ne var ki herkesin görüp dile getirmediği sosyolojik durumu da gözler önüne sermek gerekir, eğer dürüst iş yapacaksak; daha doğrusu yaltaklık kavramını, bu ortamdan söküp atacaksak. En doğru tutum, kendi işini olması gerektiği gibi yapmaktır. Ötesi, bizim ve bireyin yönlendiremeyeceği konulardır. Bireysel bilinç, özel durumlar dışında toplumsal bilincin çok uzağında olmaz. Bu yüzden eleştirirken de, yakınırken de kefenin diğer gözüne kendimizi de koymamız gerekir.

Dostlar, yeni bir çağ başladı ve gereklerini, siz isteseniz de istemeseniz de harfi harfine uygulatıyor. Sayısal uygulamalar, yapay zekâ ve öğrenen makinalar gibi sayısız teknik içeren bir bilgi kullanımı son hızla ilerliyor… Yapay zekâ, içinde olmayanlar için tasavvur edilemeyecek kadar değişik ve karmaşık bir dünya… Bilgisayarlar, sizin izin verdiğiniz sınırlar içinde işlem yaparken yapay zekâ bu sınırların dışına taşıp aşamaları öğrenen ve kendiliğinden işlem yapabilen hızlı bir tekniktir. Çok alana el atabilecek gizilgüce sahip bir bilgi kullanım yöntemidir bu. Dünya genelindeki internette yayımı olan tüm bilgileri tarayıp verileri önünüze anında koyabilecek kadar hızlı. Şu anda okuduğunuz dergi, blok ortamında yüz dört dilde okunabiliyor. Bu konu, yapay zekâ alanına girmese bile çok basit bir uygulama ve bunun gibi binlerce kolaylık sağlayan şanslı bir çağdayız. Sanatın ortak değerlerinde buluşmamıza engel değil, kolaylık sağlayan pek çok görüngü önümüzde yaşanmayı bekliyor. Şiir yazabilen, ressamdan daha iyi çizim yapabilen, oyun yazabilen hatta bunları oynayıp görüntüleyebilen bir teknikle karşı karşıyayız. Her ne kadar sanat tanımına uymasa da “Sayısal Sanatlar” diye isimlendirebileceğimiz yeni bir sanat alanı geliyor… Bizler, bugün bile “Dergi basılı mı olsun sayısal mı olsun” tartışması içindeyiz. Tepemize indirilmek üzere olan bir balyozun altında uyur uyanık sayıklıyoruz. Bizi etkisi altına almış eski söylencelerin kapsama alanından kurtulmak gerek… Yeni bir bakışa, yeni bir dünya akışına doğru yol almak için gecikiyoruz. Hâlâ şiiri, şiir tanımlanamaz gibi bir mantığa hapsederken çağ almış başını gidiyor, makinalar şiir yazabiliyor, resim çizebiliyor… Şöyle tekniğin gelişim ve dönüşüm hızını düşündükçe, edebiyat fakültelerinde işlenen konu ve kapsamlarının, şiir hakkındaki ahkâmların; geçerliliğini yitirdiğini görür gibi oluyorum, umarım yanılırım.

Eleştiri, edebiyat dünyasında önemli bir konudur. Kişisel yorumlar da aynı değerdedir. Özellikle gelişim ve dönüşüm için çok değerlidir. Ne var ki eleştiriden toplum olarak anladığımız şey, övgü ya da yergiden ibarettir. Çoğu denememde belirtmişimdir; eleştiri en ucuz ve en değerli eğitim yöntemidir. Ayrıca en hızlı bilgi aktarım biçimidir. Pek çok adı belli kişi, biliyor ki her önüne geleni eleştirirse kolay erişebilirliğe alan açacak. Gözden kaçan bir şey var; deneyim ve bilginizi ne kadar kendinize, maddiyat uğruna ya da uygun makamlara saklarsanız, işte o kadar edebiyattın sanat yönünden uzaktasınız demektir. Deneyimlediğim için yazıyorum, ayrıca edebiyat tarihine geçsin diye özellikle belirtiyorum: Şiir Sarnıcı (e-dergi) 18. Sayıya ulaştı. Şiir hakkında büyük laflar eden, bienallerde ve uluslararası ortamlarda şiiri temsil eden şairlerin; dergi hakkında bir yorumunu, sözünü duymadım, e-postalarına gönderiliyor olmasına karşın. Hatta okuduğunu belirtir bir notunu… Acaba bunlar; neyi, niye temsil ettikleri konusunda kendilerini sorguluyorlar mı? Kaldı ki Şiir Sarnıcı, magazinsel ve sıradan bilgilerin aktarıldığı bir yayın ortamı değil. Bu nasıl bir duyarsızlıktır bilmiyorum ama sanırım sosyolojik olarak okunması gereken, üzerinde ayrıntılı çalışılması gereken önemli bir görüngüyle karşı karşıyayız. Ayrılmışlık, bölünmüşlük, ego bir yana ama sanatın ortak değerlerinin vurgulanmaya çalışıldığı bir ortamda buluşmak zor olmasa gerek. Tabii ki derdimiz sanatsa!? Elbette bu; şiirden, edebiyattan ve sanattan ne anladığımızla, neyi amaçladığımızla ilgili bir durumdur. Sanırım bu konuyla ilgili kendi düşüncemi iletmekte sakınca yoktur: ‘Sanatın ortak değerlerinde buluşmak için şairi-yazarı-çizeri-oyuncusu olarak yeterince olgunlaşamadık…’   

Estetik tavır geliştirmeye dönük çabam dışında, ne okurun düşüncesini değiştirmek ne bana dikte edilmiş bir öğretinin saçaklarına okuru iliştirmek ne de görünür olmak için makam mevki ele geçirmektir derdim. Bir sanat tutkusudur benimkisi, belki de salt yaşanırlığı diri tutmak için… Yazmak, yazdıklarının bir yerlere dokunmasını bilmek, hiç görmediğiniz yaşamların içinde düşlerine ait olan bir duygudaş yaratmak ne büyük keyiftir, duyabilir misiniz? 2019’dan beri Şiir Sarnıcı yayımlanmaktadır; geçen bu sürede gördüm ki edebiyat dünyası gerçekten yoz bir alan. Evcilleşmesine acilen gereksinim vardır. Hak verirsiniz vermezsiniz ama bu benim saptamamdır. Yozlaşmış bir bilincin gelişmiş bir edebiyat dünyası olamayacağını bilecek kadar ortamı hassas bir tartıya çekebiliriz elbet. Böyle bir bilgi ortamında bu kadar sığ bilgilere yaslanan bir ülke koşullarına bağımlı olmak kabul edilebilir değil gerçekten… Siyasetten sanata kadar her alanda tersine işleyen bir gerçekliğin farkına varmamak, uyuyor olmakla eşdeğer geliyor bana… Bugün elimizi attığımız her bir yerden çapanoğlu çıkıyor, ilginç değil mi? Evrensel insana doğru uzanan bir yolculuk, sözde iyi ahlâklı kula doğru adım adım tersinden ilerliyor. Şaşırdık mı? Hayır. Aynı oyun yarım asır önce de sahneye konmuştu. Aynı oyunda ayrı bir dünya kurgusunu beklemek, ütopik bir özlemdir; zaten tersi, fizik kurallarına aykırı… Dileyelim ki bu bilgi dünyasında gerçeği ve gerçekliğin ne olduğunu tez zamanda anlayıp önlem alırız… 

Dergi olarak amacımız; sanatı sanat değerlerine, sanatçının sanatçı etiğine uygun bir yazın ortamı oluşturmaktır. Hem kişisel hem de ekip olarak hiçbir çıkar gözetmeksizin bu iş için zaman ve emek harcıyoruz. Şiir efsanelerinden, yapay retoriklerden ve uydurulmuş sanat öykülerinden uzak, nesnel ölçütlere dayalı sensiz bensiz bir yazın yayın ortamı… Ekibimize katılmak ve katkı vermek isteyen herkesin, çağdaş değerlere sahip olduğu ve ürünü sanat değerlerini taşıdığı sürece dergimizde yeri vardır. Çalakalem ürünlerle de dergiye yük yapmanın anlamı yoktur. Yazın yaşamında bana göre gözetilmesi gereken en önemli ölçüt, okura saygı duymak ve içeriği boş metinlerle okurun zaman kaybına neden olmamaktır.

Yeterince metin ve şiir geliyor dergimize yayımlanmak üzere. Okunurluk durumuna sözüm yoktur. Derginin ücretsiz olmasını yadırgayan bazı esnaf dostlar olmasına karşın bu yolculuğa çıktık ki sonuna kadar sürdüreceğiz; elbet çağımızda edebiyatın kolay ulaşılabilir bir şey olduğunu bir gün kabullenecek herkes. E-Dergi (Sayısal Dergi) isimli denememde şöyle demiştim: Sayısal yayınlar, “Edebiyatı tüccarın elinden kurtarmaya adaydır.”[1] Ne zaman ve nerede olursak olalım her düşülen yol gelişim ve dönüşüm için bir başlangıçtır. Estetik tavrın gelişimine az da olsa bir katkımız olursa ne mutlu bize…

Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın, edebiyata ve dünyaya ayrıksı bir bakış açısı vardır. Alışıldık şair-yazar-sanatçı ritüellerinden, söylem ve moda çıkarımlarından uzak; ayrıksılığı, yaratıcılığı, gelecek olgularını, bilimi ve tekniği önceleyen bir bakış bu… Ne var ki böyle bir hedef koymakla iş bitmiyor; yazar-şair ve toplum bilincinin de bu ortama hazır olması gerekiyor. Bilgi, çok hızlı çoğalıyor ve yayılıyor. Çok zaman beklemek zorunda değiliz; sağlıklı bir sanat-yazın ortamının kurulması için… Dileriz ki etik ve felsefesine uygun bir yazın-sanat ortamı kurmayı en kısa sürede başarırız…

Mutlu ve esenlikli günlerde okumak, okunmak dileğiyle…

(1) Ç. Türk Dili Dergisi Nisan 2022, Sayı 410’da yayımlanmıştır.


Mehmet Rayman
KAMÇI SESİ

 

yağmuru gördüm yolda
büyük bir hızla geçti yanımdan
acaba kime kızgındı böyle
anasının eteğini çekiştiren çocuklar
hep sakınıyor yüzünü
 
renklerin üstüne yatan adamın
kirlendiğini söylemek boşuna
en yakın dokunuşlar bile
hep içkin davranıyor türkülere
göğsüme vurmuş çakıl suları
ondan her tarafım yara
 
nereden karıştım bu nehire
onu hiç bilmiyorum hayatta
dağın ucundan kestiğim meşe
elimdeki kazmamın sapı
kaburga kemiklerim çatlamış iyice
toprağını tepiyor kör köstü
 
anasından emdiği süt tutuyor
hep çıkışıyor babasına
çıtır çıtır kırılan dalları sokmuş suya
bu dalgınlığın içinde büyütmüş
yedeğimdeki gökyüzünü
atımızı saldık yılkıya
akşam olunca tekme atıyor
ahırın kapısına
 
kenger sakızı dikenlerin
iç evresi lacivert kirpikler bütünleme
gölgesini yadırgıyor dikili taşlar
soğumuş bir ölüme göçüyoruz
sayıkladığımız yanıtlar soruların içinde
gün kaldıran kuşların
yuvası boş hâlâ
 
acımız sokaktan geçiyor
boşluğuna tutunmuş çiçek tozu
oradan döllüyor hayatın suyunu
herkes birini yansıtacak karşı duvara
kamçı sesine dönüyor arabanın tekeri

 

Hikmet Dönmez
AFRODİT
 

Teslimiyet kol geziyor
Kentin meydanlarında
Bu benim aklım değil
Sessiz kalabalıkların aklı
Söyle bana Afrodit
Bugün bulutlar neden ağlamaklı
 
Ben hiç ağlamadım ki
Aklımdan bile geçmedi ağlamak
Söyle o zaman
Topraklar neden ıslak
Tutsaklığımızı silip aklımızdan
Ne olur ha deyince kurtulsak
 
Bak yemişler dalında olgunlaşmış
Kulakları burulmak ister
Zeytinler inadına yeşil
Aşk diyorum Afrodit’im aşk
Varım diyorsan aşka
Yüzünü göster

  

Canan Gürtunca Sanlı
DURMUŞ TAŞDEMİR ŞİİRİNİN DİLİYLE…

 

Edebiyat ve şiir dünyasında çalışmalarıyla var olan, Acemi Şair, (Dikili Ekin Yayınevi, 2001) Yaban Armudu, (Nisan 2013, Kanguru Yayınları), Beni Topla Anılardan, (Kasım 2019, Artshop Yayınları) isimli şiir kitaplarıyla yolunu aydınlatmaya devam eden şair Durmuş Taşdemir; edebiyat ve şiir dünyasını selamlayarak şiirden, edebiyattan payını almış bireylerle buluşuyor, söyleşiyor.  

Bizim Ece, Kadı Burhanettin’den Günümüze Hukukçu Şairler, İzmir Karşıyaka Sevgi Şairleri Antolojisi, İç’ten Şiir Seçkisinde yer alan Taşdemir; değerli bir insan, değerli bir Cumhuriyet Savcısı,  şiir işçiliğinden asla vazgeçmeyen üretken bir şair.

Durmuş Taşdemir, Niğde’nin Altunhisar ilçesi Yeşilyurt kasabasında doğdu. İlkokulu Yeşilyurt kasabasında, ortaöğrenimini devlet parasız yatılı okul öğrencisi olarak; Bor, Bandırma ve Balıkesir’de okudu. 1987’de Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi. Halen Cumhuriyet Savcısı olarak görev yapmaktadır.

Şiir ile tanışması,  arkadaşlığı ilkokul yıllarında başlar. Bu yıllarda ilk şiirleri “Çocuk ve Yuva”  dergisinde yayımlanır. Lise yıllarında şiir okuma yarışmasında kendi yazdığı “Mustafa Kemal’in İzinden” isimli şiiri ile birincilik, turizm konulu kompozisyon yarışmasında birincilik, kitap okumanın önemini konu alan kompozisyon yarışmasında ikincilik ödülleri almıştır.

Durmuş Taşdemir, Karşıyaka Belediyesi Veysel Çolak Şiir Atölyesinde tanımış olduğum, önce insan sonra şairdir. Alçak gönüllü, insani davranışlarıyla çevresinde çok sevilen sayılan bir dosttur, arkadaştır. İnsani duruşu, alçak gönüllü oluşu şair duruşuna, şiirlerine de yansıyor Taşdemir’in.

Şiir dilini; yalın, duygusal yoğunlukla içselleştiren şair, herkesin duygularına tercüman olan işlerlikte lirik şiirlerini okurlarla buluşturuyor. Genellikle ben adılıyla yazdığı şiirlerini bireysellikten toplumsallığa akan bir işleyişle kurguluyor. Kimi de yaşamın içinden ele aldığı nesneleri şiirin götürdüğü yerde imliyor.

Sessizliği ile sarmaş dolaş bir yaban armudunu kişiselleştirerek şiirin büyüsüne katıyor. “Pır pır eder rüzgâra karşı/ Badem yeşili yaprakları/ Söyleşirler uğultuyla” (Yaban Armudu, “Yaban Armudu” s.8)

Yaşamdan, insandan, doğadan esinlendiği şiiri eşzamanlı olaylar eşliğinde sanki bir filmin karelerinde görüntüler. Şiir diline, şiir sanatına özen gösteren duyarlı şair duruşuyla...

Yıllardır kovaladığı şiiri “haylaz çocuk” benzetmesiyle kişiselleştirir. “Ben acemi şair/ delicesine şiir tutkunu/ Yıllardır kovalıyorum haylaz çocuğu ‘Kimi zaman kuşlarla kanat çırparken, kimi zaman simitçinin yanık sesinde, kimi mağdurun öfkesinde, kimi gün batımında, kimi anasının şefkatinde, kimi dostunun sıcaklığında, kimi zamanda acıda, sevinçte’ karşılaşır, yakalar, kaçırır. Ancak pes etmez, şiirin kanatlarına tutunur daima.  “Hiçbir zaman benim olmadı şiir/ Delicesine şiir tutkunuyum/ Ben acemi şair” (Yaban Armudu, Acemi Şair,s.25)

İnsani sıkıntılarını da şiirlere yansıtan şair, zaman zaman mesleğinde yaşadığı açmazlarda bir ikilem yaşar. Sözcüklere sığınır, içini döker mısralara yalın, samimi bir dille, ben adılıyla. ”Gündüzleri savcıyım/ Geceleri şair/ Gündüzleri başkalarını sorgularım/ Geceleri kendimi” (Yaban Armudu, İkilem s.28)

Vefalı, duyarlı yüreği; şiire adlarını altın harflerle yazdıran şairlere değer bu defa da. Onları şiirinde anımsar, anıştırır. Nazım Hikmet’i mavi mavi ışığıyla şiirin doruğuna yerleştirir. Kır çiçekleriyle Cahit Külebi’yi özdeşleştirir. Kasırga benzetmesiyle Necip Fazıl Kısakürek’e gönderir okuru. Deli, coşkun ırmağa benzetir Hasan Hüseyin Korkmaz’ı. Göğsünde nice isyanları barındıran Ahmet Arif’i anıştırır. Geçmişi ve doğayı şiir ve müzikle dokuyan Yahya Kemal’e güzelleme yapar. Yalnızlığıyla erişilmez güzelliklerde hülyalara dalan Ahmet Haşim’i anar. Otuz beşinde yaşamını sorgulayan, ölümüyle söyleşen Cahit Sıtkı Tarancı’ya gönderme yapar. Kucağında şiiriyle hayran çocuk olarak tanımlar Orhan Veli’yi. Kentin ışıklarını herkesin içinde yakan Attila İlhan’ı, Türkçenin eleğinden süzülen pırıl pırıl dizeleriyle Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı anarken “Daha niceleri var/ Aşkı, yaşamı, insanı dert eden/ Bense cılız bir dere/ Yangınıyla yatağını kurutan” (Yaban Armudu, Şairler Geçidi, s.54) şiirsel tümcelerle duygularını yaşama aktarır.

Yaşanmışlıklara, anılara önem veren şair, şiirlerini bu duyarlılıkla işlemeye devam eder. Dağılan anılarını yaşadığı şehirlerden, mekânlardan, yaşamın içinden, ilişkili olan her yerden toplamaya, onları biriktirmeye özen gösterir,  duygularını dizelerde çoğaltır. “gölge gibi değil ışık gibi de değil/ yanık bir türkü gibi geçtiğim/şehirlere gidiyorsun/dağılan anılarımı toplamaya// sokaklarında dolaşırken/ kaşık bardak sesini duyardım evlerden/ yitirilmiş sıcaklığın özlemiyle/ solgun yatılılık yıllarında/sürgünü yüreğimin” yalın bir dille değişmeceli anlatımla yaşanmış öyküsünü,  anlamı kendinde çok değerli yıllarını,  çocukluktan, gençlikten bu yana derinlerde kalmış izleri dizelere yansıtır. Anılarına gönderme yapan şair; ne ışık ne de gölge görür kendini. Yanık bir türkü olarak tanımlar, mütevazı kişiliğinin verdiği anlayışıyla, geçmişte yaşadığı yıllarda toplumsal, bireysel olayların izlerini duyarlı yüreğiyle içselleştirerek yaşama aktarır.İsyanlarımı topla ki hâlâ ayakta/ sorularımı, sorgulamalarımı topla/ burkulmalarımı kırılmalarımı/umutlarımı direncimi topla/ Beni topla anılardan.”(Beni Topla Anılardan, Beni Topla Anılardan, s.6)

Kişisel sorunlarını, yaşam özgürlüklerini içinde halleder dimdik duruşu, sağlam yüreğiyle, dışarıdan, içerden gelen etkilerden arınarak, zincirlerinden çözülerek, ruhunu özgür kılar.

‘Ada’ motifini imleyerek, ben adılıyla dizelerini anlamsal boyuta taşır. “O günden sonra ada olmaya karar verdim/ hiçbir karaya bağlanmamaya/yaşatmaya vahşi ormanımda/ tazeliğin yayan otları/ rengini saçan çiçekleri/ yalçın kayalıklarda”  yaşamın içinde yaşanan olumsuzluklardan etkilenip üzülse de, bazı olaylar kendini kötü hissettirse de, anlaşılamamanın sıkıntılarını yaşasa da; yine yaşamın güzel taraflarıyla umutlanır. “Soğuk vurdu ayaza kestim/fırtınada kırıldı dalım, budağım/ sustum karardım/ çılgın baharlara uyandım.” Temiz Türkçeyle yalın anlatımla sözcüklere imgesel anlam yükleyerek ‘çılgın baharlara’ uyanır, yaşama sarılır umutla. (Beni Topla Anılardan, Ada, s.12)

Şiirlerinde, anılar, bireysel olgular yer alsa da, toplumsal konular, doğadan izler, ayrılıklar, insan ilişkileri, insani duygular, aşk, tema olarak işlerliktedir. Duyguların yoğunluğu şiirlerine lirizm katar“hasret şiire sığar mı”...”acı ütü tutar mı’’  dizelerinde ayrılık acısını duygu yoğunluğu ile vurgularken,   “acı ütü tutar mı” özgün alışılmamış bağdaştırma ile çağrışımı güçlendirir, şiir sanatına özgü bir anlatımla. (Beni Topla Anılardan, Acı Ütü Tutar mı, s.17)

Toplumsal duyarlığı ile insanların çektikleri acılara derman olmak ister, çaresizliğin verdiği sıkıntı ile dizelere söz olur şiirin öznesi; “ne çok yara var, ne çok yaralı/kanla karışık hava// tabutlara sığmıyor ölümler/ yaşam olağan akıyor ekranlarda// sorular hep askıda(Beni Topla Anılardan, Ne Çok Yara, s.37)

Karanlıkların izlerinin kolay kolay silinmeyeceğini de şiirinde imgesel çağrışımla vurgular. “dokundum parmağımla karanlığa/simsiyah bir iz kaldı/yıkadım/sabunladım/bezle sildim/ sürttüm taşa duvara/çıkmadı/tutum parmağımı kestim.” Toplumsal kargaşalar, çekilen acılar, savaşlar geçmişten bu yana sürer gider. Öz hep aynı kalır. “tutum parmağımı kestim dizesi bütünüyle imgedir. Karanlıklarla başedemenin sıkıntısını içsel özgürlüğü ile dile getirir.   (Beni Topla Anılardan, Karanlık, s.43)

Yaşanan sosyolojik toplumsal bir sorun olan şehirlerin hızla betonlaşması, ağaçların yok olması, denizlerin kirlenmesi; yaşamı zorlaştıran, insanların nefes almasını engelleyen unsurlardır. Şair, içinden taşan duygularla şiir sanatına özgü, teşhis (kişiselleştirme) sanatını imgesel çağrışımlarla yaşama geçirir. Şiiriyle bu olumsuzluklara seslenir. “koskoca bir kenti bıçakladılar/gün ortasında/ben gördüm/sen gördün/hepimiz gördük/sürekli kanayan açık yara//yorgun sabahlara uyanıyoruz/hızla tükeniyor anılar// herkesin gözü önünde/oydular kentin gözünü/adımlarımız kör/ zift ve beton kalbimiz.” (Beni Topla Anılardan, Zift ve Beton, s.77) 

İzmir’e olan sevdasını, bağlılığını, İzmir’le bütünleşmesini  (Beni Topla Anılardan, İzmir’im, s.81) şiirinde coşkulu bir dille sözcüklerini sesin büyüsü eşliğinde dizelerine yansıtan şair,  önceki yıllarda sadece kartpostallarda görmüş, çocukluğunun rüya şehri olarak belleğinde kalmış, yüreğine düşmüş mavisi, sevinci, umudu, kanatları olmuş İzmir. Sözcüklere değişmeceli anlam yükleyerek, dizelerinde ses uyumuyla, müziksel bir anlatımla dizelerini yaşama geçirir; İzmir’le bütünleşerek: “hele kadınları/ savrulan saçlarında özgürlük/ gülüşlerinde kelebekler uçuşur/ yaşama ısındırır güzellikleri/dalgalanır denizlerim//sevişen bir şehir terli ıslak//gün batarken bostanlı sahilinde/kıbrıs şehitleri uyanır uzun bir geceye//kemeraltı insan şöleni/kızlarağası’nda yaslanıp tarihe/içilir keyif kahvesi//izmir’in dolunayı/karşıyaka çarşısı// barışık bir şehir camisi kilisesi meyhanesiyle/ söylerler kardeşliğin özgürlüğün türküsünü birlikte.”

Güçlü yüreğinin, sağlam duruşunun verdiği güvenle, yaşam yolunda tüm olumsuzluklara başkaldırır, şair tavrıyla seslenişini sürdürür, umudunu yitirmeden, yüreğinden taşan duygularla, her biriminde anlam yüklü dizelerle‘’yürürsem sarsılır yeryüzü/volkanlar fışkırır denizler taşar/ırmaklar yeni yataklar arar//yürürsem çözülür dilim/sözcükler örgütlenir/başkaldırır dizeler/dağ dağ oba oba yankılanır sesimiz//yürürsem karanlık giysisini çıkarır korku/ yeni baştan kurulur gelecek.” (Beni Topla Anılardan, Yürürsem, s.87)

 Durmuş Taşdemir;  insani duruşuyla, savcı-şair kimliğiyle, şiire sevdalı, kendini şiirle onaran, şiir işçiliğini başarıyla yürüten, üretken, çalışkan bir şiir emekçisidir. Nice yapıtlarıyla yolu açık olsun daima…  07.04.2022/Karşıyaka  


Bahri Loş
ÇAĞCIL

 

Durulmamış düşünceler beşiği us
Kaypak heveslere yitirilen olgun ağırlık
Bahtsız, gözde aşklar serüveni
Kendini yürüyemeyen yanlış koşular
Niceliğin elinde hırpalanma mutluluğu
 
Aklın aritmetiğinde unutulan gönül
Arsız duvarlara dökülen dil
Boşluğu döven kimsesiz anlam
Çağcıl kusursuzluğun ardındaki arayış
Keşfedilmeyi bekleyen açık aydınlık
 
Toz zerresinin sarstığı sermaye
Banknot kesiği aymaz sevinç
Hedefe kilitli sorgusuz düşünce
Harfleri birbirini bulmayan adsız coşku
Çoğalmakla tükenen bir sahte varlık
 
Arsalara eşdeğer anlam kazanma
Piyasa değeri yüksek acılar övüncü
Emeğin manşetlerdeki yıpranma payı
Sahipliğin zamanla yarışma becerisi
Ve sınırsız sayılar ardındaki büyük çöküş

 

Yaşar Özmen
ŞİİRE YENİ BAKIŞ AÇISI

Sanat yapıtının; ne olup olmadığını, üretirken dikkate alınması gereken ölçütleri, insanla ilişkisinin nasıl olduğunu, önemli katman ve tabakalarının (ögelerin) neler olduğunu ve bunların birbirleriyle ilişkilerinin durumunu çözümlemeye çalıştım beş kitabımda… Dahası sanat felsefesi ve diğer bilimlerin eşgüdümünde yapıtın içerdiği ayrıntılara yeni bir bakış açısı oluşturmak istedim. Açıkçası bugüne dek yapılmamış bir yaklaşımla sanatı/şiiri çözümlemeye çalıştım. Ne ilginçtir ki toplumumuz yazar-şair-çizerlerinden bir kişi çıkıp “Bu nedir”, diye merak edip sormadı. Uzayda ya da ayrı dünyalarda üretilen sanattan/şiirden söz etmiyorum kitaplarımda; dünyamızdan hatta ülkemizde üretilen şiirden-resimden-öyküden söz ediyorum… İki tane sanat kuramı saptadım, ilgili bilimlerinin eşgüdümünde bir sanat çözümleme tekniği ve bir edebiyat eleştiri sistemi ortaya koydum. Kısacası yapıtın; üretiminden çözümlemesine, ölçümlemesinden eleştirisine kadar olan süreci yeni bir bakış açısı altında incelemeye çalıştım. Ülkemizdeki şairi ve yazarları geçtim, yüzlerce sanat eğitim kurumunun olduğu, binlerce akademisyenin olduğu bir ülkede hiçbiri ne oluyor diye kafasını kaldırıp bakmadı, inanır mısınız? Öne sürdüğüm teknik ve kuramlar, bana göre önemli bir yaklaşım biçimi ve incelenmesi gereken ciddi tez konularıdır. Bunları dile getirmekteki amacım, yakınmak ya da şikâyet değil elbette. Araştırma ve incelemelerim sonucunda; sanat alanında özellikle şiirde ulaştığım, eksikliğini gördüğüm ve ivedi ele alınmasına gerek duyduğum birkaç ayrıntıya dikkat çekmek içindir.


Ortaya koyduğum şeyler; elbette gün yüzüne çıkacak, aranan ölçütler olacak, tez konuları ve kitapların referansı olacak ancak şu anda, sanat ve eğitiminde gecikiyoruz; benim kaygım bundandır… Var olan yapıtı bir diğeriyle karşılaştırmayla, var olanı değişik açılardan incelemeyle sanat eğitimi olmaz eğitimci dostlar. Bu tür yaklaşım, tarihsel bilgiyi didiklemekten hatta yinelemekten başka bir işe yaramaz. Öğrenciyi öykünmeye, eğitimciyi de tembelliğe ve alışılmışlığa iter. Edebiyat tarihçiliğini ve sanat tarihçiliğini bırakıp bu işin felsefesine girmek, bilgi ithal etmek yerine kendimiz sanatsal bilgi üretmek zorundayız? Örneğin, birazcık ayrıntıya girdiğinizde göreceksiniz ki şiir sanatı, söylenceler üzerine kurulu bilgi kirliliğine zorunlu bırakılmıştır. Genelleme ve şişirme tümcelerle sayısız metin yazılmıştır. 

Bilgi evrenseldir; ne var ki sanat özelden/yerelden evrensele gelişen bir olgudur. Yeni bilgi üretilmedikçe dış ülke düşünürlerinin söylediklerine bağımlılık ayyuka çıkar. Bugün Türk şiirinde olduğu gibi… Diğer bir söyleyişle, yeni ve farkındalıklı sanatsal bilgi üretilmedikçe bir adım daha ileri gidilemez. Bırakınız yazar-şair yaşam öykü ve ritüellerini; neyi, niçin ve nasıl yaptıklarını; bunlardan bir sonuca varılmaz. Bunlar, edebiyat dünyasının çerezleridir. O değerleri yetiştiren ortam ile düşüncenin derinliğine ve zenginliğine dönülmelidir. Yapıtı var eden ögelerin dayandığı temellere gidilip incelenmelidir. Bu temele gidince görülecektir ki keşif bekleyen, doldurulması gereken pek çok açık alan ortaya çıkacaktır. Bu kadar bilginin ortasında “Şiirdeki boşluklara neden çözüm üretilememiştir” sorusunun yanıtı, her sanatçı ve sanat eğitimcisi sorumluğudur kanımca. Örneğin şiirin ses ve çağrışımı konusunda neredeyse hiç çalışma yoktur Türk yazınında.

Şiir, yaşamsal ilişkilerin derindeki ayrıntılarını saptayıp öz ve sindirilmiş söz biçimleriyle anlatabilme sanatıdır. Üretilebilecek pek çok tanımdan biridir elbet bu tümce… En azından genelleme bir tümce olmadığını söyleyebilirim. Bu kısa tanımdan yola çıkarsak, şiirle ilgili bugüne dek yazılmış çoğu metin sahibi, kendini sorgulamalıdır. Nükte veya mizah dışında, şiiriniz bir başkasını/başkalarını aşağılıyorsa, karalıyorsa, rencide ediyorsa, bağırıp çağırıyorsa anlamalısınız ki siz şiiri estetik değer üretmek için değil; yalan yanlış edinilmiş hırs,  inanç ve öğretilerinizi okura dayatmak için kullanıyorsunuz demektir. Kısa bir soru soralım mı? Bu amaç dışında şiir yazan kaç şair vardır sizce? Şairin, toplumumuzda sanatçı kimliğinden önce politik kimliği ön planda tutuluyorsa elbette burada sanat felsefesine göre sorgulanması gereken önemli bir yan vardır. Bu durumda şiir ve diğer yazın dallarında keşif olmaz, açılım ve yenilik olmaz. Siz, şiirinizde gerçekliği tüm çıplaklığıyla dayatmalardan arındırılmış biçimde ortaya koyuyorsanız o şiir, zaten politik bir şiirdir. Gerçekliğin dile getirilmesi, politik davranışla özdeştir. Ürettiğiniz yapıt da… Öncelik sanatın temel ilkelerine verilmeli ki ilkelerden şaşıldığında nerede yanlış yapıldığı görülebilmeli. Özellikle şiirdeki çoğu yanlışlıklar, şiirin temel doğruları haline dönüşmüştür.

Şairi olumsuzlukların beslediğine dair bir kanı vardır Türk şiirinde. Şairin besin ve esin kaynakları olumsuzluklar değil; yoğun duygu, bilgi ve içselleşmiş kültür birikimidir. Ancak bu kanı, normal bir çıkarımdır, hak verilebilir; ne var ki savaş ve yokluk görmemiş bir kuşağa da olumsuzluklardan derlenmiş bir şiiri haklı gösterecek bir gereciniz bugün için yoktur. Çünkü onların duygularını sarsan şey, gerçekliğin insan ilişkileriyle doğru yönde mantık ötesi kullanılmasıdır. Değişik şekilde söylersek, onların duygularını ele geçirmenin yolu, yaratıcı zekâ gösterisi ve var olanı kendi gerçekliği içerisinde sarsıcı, duyarlı bir şekilde öne çıkarabilmektir. Zaten çağdaş sanatın temel yönelimi de bunu göstermiyor mu? Bu kuşak; derlenmiş öykülere, kulaktan kulağa aktarılmış ritüellere, gerçekliği kanıtlanmamış ön kabullere inanmayacak kadar dayatılan oyunlardan haberdardır ve bilgilidir. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt edebilen, bilgiye kolay ulaşabilen bir hedefle karşı karşıyayız. Kabulleriniz, öğretileriniz ve inançlarınız, siz yazar şairlerle ilgilidir. Sanat üretim süreci bunlardan tam anlamıyla soyutlanamaz ama en azından bilimsel davranıp daha mantıklı yollar bulunabilir. Geriden gelen kuşağı anlamaya çalışıp biraz kendimizi güncellememiz gerek, değil mi? Bunca yıl yaşamsal olgu ve olaylardan deneyimledik ki dayatılan hiçbir şey, kalıcı ve çözümsel değildir; dayatma sanat yoluyla olsa bile…

Gözlemlediğim kadarıyla, sanatın bilimsel yönüne ve felsefi temeline kimse yaklaşmak istemiyor. Özellikle sanatın tam ortasında durduğu felsefe ve estetik bilimine. Sanat, bilimlerle ilişkili olmasa yüzlerce fakülte düzeyinde eğitim kurumu neden kurulur ve binlerce öğrenci buralardan neden mezun edilir? Lisansüstü eğitimine bile gerek var ki binlerce öğrenci buralarda dirsek çürütüyor.  Tiyatro, heykel, müzik ve sinema dallarını geçiyorum, bunlar güzel sonuçlar üretiyorlar. Zaten bu alanların örgün eğitimi var. Örneğin yazın dünyasında, ortaya konmuş yeni ve bilmediğimiz bilgi üreten var mı, bunu sorgulamak gerekmez mi? Aslında bu alanın da Edebiyat Fakültesi adı altında örgün eğitimi vardır. Hatta ben, şu anda Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisiyim. Dört yıllık ders programını incelediğimde, Türkçenin Ses Bilgisi ve Biçim Bilgisi derslerinden başka yazar ya da şairi eğitmeye yönelik neredeyse ders yok. Derslerin büyük kısmı edebiyat tarihi… Edebiyat, bir sanat dalı kabul ediliyorsa ki öyle, bu lisans programı içerisinde estetik bilimi ya da sanat felsefesi yer almadan edebiyat öğrencisine öğrettiğiniz konular bir temele oturur mu?  Kanımca bu yüzdendir ki Türk yazınında dolaşan, kulaklarda yer etmiş felsefi yorumların büyük bir kısmı, dışarıdan ithal edilmiş bilgilerdir. Avrupa sanat literatürünü taradığımda, bizim usta bildiğimiz bazı şairlerimiz kendine yakın hissettiği yabancı şairlerden el almış izlenimi taşıdığını görürüz. Söylemleri bunu gösteriyor. Sanatta biriciklik en temel kuraldır. Üretilmiş her bilgi, değerlidir ve evrenseldir. Yadsıyamayız. Sormak gerekmez mi, bu yeni bilgiler, niye Türkçe konuşan birinin kaleminden değil de çoğu bir başka kültürden ödünçtür? Bizler, şiire dahası sanata neresinden nasıl bakıyoruz, sorgulamak gerekmez mi?

Sanatın hangi dalı olursa olsun, tarafsız ve bilimsel gözle bakmak ve bu çerçevede değerlendirmek, sanatçı ve eğitimci sorumluluğudur. Şiiri; yeni şiir, uyaklı şiir, garip şiiri, ikinci yeni ya da A-kuşağı, B-kuşağı şiiri gibi bir takım sınıflandırmaların çok da önemi yok bence. Bunları, bir kenara bırakalım. Daha doğrusu şiir sanatının magazinsel ve ritüel kısmını bir köşeye atalım. Onlar cebimizde bilgi olarak kalsın. Şiir, bir sanat dalıdır; bütünlüklü bir sanat dalı. İyi bir kazanç kapısı olmadığı için sığ kalmış bir alan. Öğreti ve inançlardan arınmış bir şiirle varılmak istenen sonuçları, inanç ya da öğreti dayatmaları üzerine kurulu şiirin yaratacağı sonuçlarla karşılaştıralım. Şiirde amaç, estetik değer yaratarak okur duyarlığını güçlendirmektir. Okurun inanç ya da öğretisine yoldaşlık etmek değildir. Daha doğrusu sanatın temel ilkesi, estetik değer ya da sanat değeri yaratmaktır. İşte biz burada estetik değer ya da sanat değeri kavramını öne çıkarmamız gerekirken her yer ve her koşulda geçerli genel kavramları şiir sanatına yamayıp geçiyoruz.  Hatta ödülde, eleştiride ve incelemede… Gülünç şiir ödülü gerekçeli kararlarına, kavramları yalan yanlış tercüme incelemelere ya da eleştiri övgülerine çok sık rastlıyoruz; çoğunluk da bunları bağıra bağıra dile getiriyor. 

Türk Sanatı, özelde Türk şiiri hakkında yukardakiler gibi daha pek çok sorun sıralanabilir. Ayrıca bunlara çözüm önerisi de sunulabilir. Ne var ki ülkemizde bu sorunları ciddiye alıp değerlendirecek eğitimcinin ya da sanatçının/şairin olduğuna inanasım gelmiyor. Öyleyse uzatmadan bu denemeyi birkaç soruyla bitirelim isterim: Onlarca şair ve yazarın üzerinde çalıştığı bir sanat dalında; bugüne dek neden güvenilir, bilimsel normlara dayalı, tarafsız ve yapıtın sanat değerini daha nesnel ölçümlemeye yönelik bir ödül sistemi kurulamamıştır? Neden sağlıklı, güvenilir bir eleştiri yöntemi ya da sanat çözümleme tekniği ortaya konulamamıştır? Daha kapsamlı bir soru daha soralım: Türkçe gibi birikimi ve tarihsel kökü yüksek bir dile sahip yazar-şair, neden sanat üzerine felsefi ve kapsamlı araştırma/inceleme ortaya koyamamıştır? Son soruya kısa bir yanıt: Kendi kültür ve birikimine güvensizlik… Diğer bir anlamda,  şark ve garp kültürü arasına sıkışmak da diyebiliriz buna… Tutuculuğun çok yüksek olduğu bir yerde, özellikle sanatta gelişim, dönüşüm ve yenilik çok zordur. Çünkü sanat; tarihi bilgi, öykü ve ritüellerden beslenmez; yaratıcı zekâdan güç alır. Yaratıcı zekânın da kaynağı, bilgi ve özgüvendir.    Eylül 2023, Narlıdere

 

Seçkin Zengin
YAS

 

memleketimin
uzun yasları...
ARABA
kınanmış araba...
KALEM
kalemin alışkanlığı...
YAZ
bana yaz getir...
BIÇAK
uçurum bıçağında
uzadı sevdiklerim...

 

Canan Gürtunca Sanlı
ALDIRMA YAŞAMIN BÜYÜSÜNE

 
Güne başlamanın uzamında
rüyam uyandırır isteksiz
çözülmeyen simgelerle...
 
Yine gün, yine sabah, yine akşam
yaşamın gelgitleriyle geçen zaman.
Günün iyisi balkona gelen kumrular
begonya gülümser annemin gözlerinde
yıkık duvarlar hüzünlü/ geçmişin perdesinde
öyle ya da böyle kanıksıyor hava soğuk düşleri
bugünü, dünle yaşamanın ayrılmazlığı/bütünsel.
 
Sıcağı sıcağına haberlerle
soğuk rüzgâr esiyor odanın dört bir yanında
kavuruyor ortalığı, elim ayağım buz
ölüm / koşup gelir dinlenmeden
kendi ışığında karartır yaşamı.
 
Gel de güne başla uyandıran imgeden
ne getirir, ne götürür günün tortusu
dün, bugün, gelecek / belirsiz zaman
yazılmış yazılar kara deftere/ ne yapsan nafile
çizilmiş yolun doğrusunda eğri büğrü uzam.
 
Akşamsefaları alaylı gülümser güne
mahalle gülüşünün karanlığında
yaşamın dağınıklığı örgütlenir
düğüm düğüm çözümsüzlükle...
 
Efkâr bulutları sarar havayı
dumanlanır sahillere
sevda türkülerinde yalancı duygular
doğrulanır Ferhat'ın yürek cehenneminde.
 
Aldırma yaşamın büyüsüne
gülün dikeninde kanayan dünyada
çözülmeyen gizler saklanır/ kuytu köşelerde.
 
Zaman sözcüklerin kanatlarında
çizgiyi doğru oku/ düz yansısın yaşama.
Ağustos 2022, Ayvalık

 

Heybet Akdoğan
SANA GELDİM BEDRANA


sırlanan günlerin
simli anlarından
ruhuna soyunan şiirlerle
sana geldim bedrana

son saatlerimizdir
bitti sevdalar
zamanın busesinden
ihanetler gülümsüyor bedrana

artık kalmadı kırlangıç muştuları
hüzün sedasının aksidir
derin sesimizle
imsiz anılardan
davetsiz bir misafir gibi
sana geldim bedrana

aşkın aşka özlemiyim
yüzümde çıplak acılar
buz tutmuş yüreğimin yangını
erimemiş kar taneleriyle
vuslatı gergefleyip
üşümüş bir çocuk gibi
sana geldim bedrana

 

Filiz Kalkışım Çolak
RESSAM ERGÜN BİLGİ İLE SÖYLEŞİ.
Resim: Mavi Hüzündür.

 

Filiz Kalkışım Çolak (FKÇ): Sürgün tarihine baktığımızda, sürgüne maruz kalan insanların millet olarak sadece; sosyolojik, tarihi, siyasi vb. alanlarda etkilenmediklerini, sanatsal alanda da etkilendiklerini görüyoruz. Köklerinizin Kafkasya’ya dayandığını ele alırsak atalarınızın 1864 büyük Kafkasya sürgünü eserlerinizde içtenlikle yansıttığınızı görüyoruz. Bizlere Kafkasyalı sürgün ressamını nasıl anlatırdınız?

Ergün Bilgi (EB): Ata toprakları ve ana toprakları olan bir insan olarak aslında vatan ve toprağın kıymetini katmerli olarak yaşıyorum. Kafkaslar ata topraklarımız. Türkiye Ana toprağım. Orada da atalarımın mezarları var, burada da atalarımın mezarları var. Sürgün edildiğimizde bu toraklarda doğduk, bu topraklarda öldük. Acılarımızı, hüznümüzü beraber taşıdık. Büyük Sürgün öncesi üç asır Rusya’nın yayılımcı politikasına karşı mücadele eden atalarımız 1864 yılındaki en büyük sürgünle Anadolu topraklarını vatan bildi ve ben de her sanatçının geçmişi ile bağını sevinci ve hüznüyle yaşatmaya çalışıyorum.

Sürgün ressamın galiba eserlerine de önce sürgünün izlerini yansıtması gerekirdi, ben de öyle yaptım. Resme farklı temalarla başlasam da çoğunlukla sürgünü konu edindim. Tarih; yaşanılanlar, acılar, hüzünler, sevinçler, özlemler, ölümler, ayrılıklar, savaşlar, seller, kuraklık, soykırım, göç… vb doğal ya da beşeri toplumları derinden etkileyen konularla doludur. Bunlar, her zaman sanatın yüreğinden seslenmişlerdir dünyaya. Sözlü gelenekler biraz değişken ve geçici olabiliyor fakat kalem ve fırça ile seslenilmesi tarihi sayfalarda kalıcılık oluşturuyor. Ben de he kalemimi hem fırçamı kalıcılık üzerine kullanmaya çalıştım. Onlarca tabloda yansıttım, birçok sergi açtım, 2020 yılında da Rusya’ya giderek Kafkaslarda sergimi açtım. Orada yaşayan insanlarla resimlerimi paylaştım. Sürgün ressamı her şeyden önce savaşlara, ölümlere, sürgünlere karşı her zaman mazlum ve mağdurların yanında onlara ses olmaya çalışmıştır.

FKÇ: Eserlerinizi incelediğimizde kadın ve çocuk figürünün daha ön planda olduğunu görüyoruz. Soykırıma maruz kalan milletlere baktığımızda kadının çocuğun daha masum taraf olduğuna şahit oluyoruz. Sürgünle mücadelede kadın ve çocuk figürü ile ilgili neler söylemek isterdiniz?

EB: Dediğim gibi, mazlum ve mağdurun sesi olmaya çalışırken o masumiyetin merkezine daha özel dairede çocuklarla kadınları koydum. Onlar her zaman korunmaya ve kollanmaya muhtaç, onların acısı insanları daha derinden etkiliyor. Kadınlarımız kahramanlıklarıyla büyük katkılar sağlamıştır; fakat mecbur kalmadıkça kadınlar savaşın içinde değil, sevginin ve saygının ikliminde varlıklarını devam ettirmeli. Hatta o topraklarda kamalar kınından çekilecek seviyede bir kavga ortamı olsa, herhangi bir kadın, öfkesine yenilen iki kişinin arasına bir başörtüsü, bir yaşmak atsa bıçakla kesilmiş gibi o kimsenin ayıramadığı kavga biter, kadına o kadar büyük bir saygı vardır. Kadınlar ağlamasın, analar feryat figan etmesin, karalar bağlamasın, bir savaşta asıl bomba bir askerin üzerinde değil; bir annenin yüreğinde patlar. Çocuklar ise çok ayrı bir masumiyet ve gelecek bir nesil. Onların sesinin daha gür olduğunu düşünüyorum. Onların sesi resim ve yazı diliyle dünyanın öbür ucunu inletir.

FKÇ: 1877 yılı Rus tarihçi Adolf Berge, katliamı şu sözleriyle açıklayarak Rusların soykırımcı olduğunu dünya kamuoyuna duyuruyordu!

‘’Novorossiisk limanında gördüklerimi asla unutmayacağım, on yedi bin dağlı kıyıda toplanmış, yılın geç, sert ve soğuk zamanı, evsiz, yiyeceksiz ve doğru dürüst giyecek giysisi olmayan bu insanlar tifüs ve çiçek hastalığının pençesindeydiler. Zayıf bir kadın cesedi çöplüğe iki bebeğiyle beraber atılmış, birisi hayat mücadelesi içinde, diğeri annesinin göğsünde besin arıyor. Kim bunu görür de etkilenmez ki? Böyle sahneler hiç de nadir değildi.’’ Ivan Drazdov ise “Poslandniaia Bar’bas Gortsami na Zapadnom Kavkazer” isimli makalesinde Rusya’yı şu sözleriyle soykırımcı ilan ediyordu. “Yolda gözlerimiz insanı şok eden bir görüntüyle karşılaştı. Köpeklerin kısmen parçalayıp yedikleri kadın, çocuk, yaşlı cesetleri; açlıktan ve hastalıktan bir deri bir kemik kalmış, neredeyse ayakları üzerinde duramayacak kadar güçsüz, bitap düşmüş ve daha canlıyken köpeklere yem olan sürgünler.”

Akla gelmeyecek işkenceler maruz kalmış milletlerden birini, eserlerinize konu ederken tüm mazlumların haklarını da gözeten onlara ses olan bir sanatçı olarak sürgüne maruz kalmış milletlere insanlara ayrıca ne söylemek isterdiniz?

EB: Mesela karikatürlerin çoğuna balonla yazı yazmaya gerek yok. Çünkü o çizgilerin dili ortaktır. Alman’ı da İngiliz’i de Macar’ı da aynı şeyi anlar; dili evrenseldir ve ortaktır. Toplumların yaşadığı acıların, soykırımların da dili ortak ve evrenseldir. Doğu Türkistan’da, Arakanda, Afrika’da, Amerika’da, Ortadoğu’da, Kafkaslar’da… Dünyanın neresinde olursa olsun acıların dini, dili, rengi yoktur. Acılar ortak duygulardır. Doğar doğmaz ağzı kapanan Kızılderili bebekleri, kıyıya vuran Aylan bebekleri, ölmüş annesinin göğsünde süt arayan Kafkas bebeklerini kim anlamaz, kim unutabilir? Ondan dolayıdır ki soykırım toplumları ve o toplumun emzirdiği sanatçıları bu acılarını en gür şekilde kalem ve fırçalarıyla tüm dünyaya anlatmalıdır. Aynı acıların başka toplumlar tarafından yaşanmasının da önüne geçmeye çalışmalıdır. Çünkü barış içinde yaşamak ve güzel bir dünya için, siyasetçilerin sesinden çok sanatçıların sesi daha güçlü olmalıdır. Sözler geçici ama eserler kalıcıdır.

FKÇ: Eserleriniz Kafkas sürgünü münasebetiyle Karadeniz’de geçiyor. İnsanların bir zamanlar kıyılarında mutlu olduğu Karadeniz’in sürgünle birlikte yüzbinlerce insana cana mezar olduğunu ele alacak olursak Karadeniz’in sizdeki iç dünyanızdaki yerini nasıl anlatırdınız.




EB: Dünya coğrafyasının her bir bölümü benim için cennettir. Karadeniz veya Brezilya'nın Yılan adası fark etmez. Lakin bazı coğrafyalar da insanlar gibi hüzünlüdür. Kara deniz benim için daha da katmerli bir Karadeniz’dir. Yüzbinlerce insanımızın kafatasının kıyılara vurduğu, saç ve sakallardan kuşların yuva yaptığı hüzünlü bir deniz. Yüzbinlerce insanı yutan hırçın bir deniz. Karadeniz kıyılarına geldiğimde ve o hırçın dalgaların korkunç sesini ve görünüşünü izlediğimde Karadeniz’in öfkesini ve hüznünü duymuş gibi hissettim. Yüzbinlerce insanın çığlıklarını duyar gibi ve suyun dışına uzanan incecik parmakları görür gibi oldum. Evet Karadeniz benim için bir başka kara, bu anlatılmaz.

FKÇ: Sürgün şüphesizdir ki çaresizliktir! Soykırıma uğramış milletlerin arşa sığmayan çığlığıdır. ‘’Beş Yaşındaydım’’ isimli tablonuzla bunu derinden hissediyoruz. Bize bu tablonuzu tuvale aktarırken ki ruh halinizi nasıl anlatırdınız?

EB: Beş yaşındaydım şiirimden yola çıktım. Tabiki oradaki tarihi ve imgeleri tümüyle tabloya yansıtmak olanaksız. Tabloda beş yaşındaki kız çocuğunun yüz ifadesinde sürgünün, ölümün, cehennemin izlerini hissettirmeye çalıştım ama masumiyetini ve melek yönünü de aksatmadan. Kanımca acıların en katmerlisi o yaştaki çocuğun yüzünde daha bir dokunaklı okunuyordur.

FKÇ: ’’Mavi Hüzün’’ isimli tablonuzda acının gözyaşının yanı sıra insanların yeniden yaşama tutunabilmeleri için yanlarında getirmeye çalıştıkları değerli eşyalarını görüyoruz. Bir torba içinde belki biraz mücevher altın para vb. eşyalar. Sürgün insanları sadece manevi yönden sömürmediğini onları maddi yönden de sömürdüğünü ele alırsak Mustafa Kemal’in ülkesine göç edebilen canlarımıza Anadolu’muz yurt olabildi mi, onları  bağrına basabildi mi?

EB: Mavi Hüzün… Her ne kadar da mavi, mutluluğu ve sonsuzluğu temsil etse de bu tabloda, renklerin dilini değiştirerek yas ve deniz hüznünü yükledim. Ekmek ve su ile yola çıkabilen o insanlardan bazıları çocukları için ihtiyaç duyabileceği birkaç parça eşya ve ulaşım için kullanabileceği değerleri de alma imkânına belki sahip olmuşlardı.



Her ne kadar da 21 Mayıs 1864 yılında büyük sürgün yaşandıysa da atalarımız o tarihten önce ve sonra da peyder pey geldi yeni anavatanlarının farklı coğrafyalarına. Osmanlının son zamanı ve Atatürk Türkiye’sinde özellikle savaşçı yapılarından dolayı askeri ve istihbari alanda büyük görevler üstlendiler. Balkanlardaki isyanları bastırma da önemli bir görevi yerine getirirlerken maalesef Rusya’nın baskısıyla Balkanlardan bir sürgün daha yediler. Atatürk Türkiye’si kurulurken Atatürk'ün en yakınında yer aldılar. Refet Bele'den Rauf Orbay'a, Kuşçu Eşref Sencer'den, Ethem Bey'e kadar dönem dönem bu vatan için kahramanlıklar sergilediler. Cepheden cepheye koştular. Havza'da, Amasya'da, Sivas Kongresinde Atatürk'ün yanında yer aldılar. Samsun, Tokat, Yozgat, Kayseri, Maraş, Reyhanlı'dan, Ürdün ve israil'e kadar doğu ve batı arasında bir tampon gibi iskân edilen atalarımız yurdumuzu anayurt olarak kabul edip Atatürk'ün “Hattı müdafaa yoktur, Sath-ı müdafa vardır, o satıh bütün bir vatandır.” Sözünü harfiyyen uygulamışlardır. Ve yüzyıllardan beri Anadolu'yu kendi özvatanları, anavatanları bilip orada yaşayıp orada ölmüşlerdir. Türkiye Cumhuriyetinin varlığına birliğine kastedecek düşmanlara karşı her zaman olduğu gibi en önde savunmaya gidecek bir sahiplenme bilincini iliklerine kadar yaşayan evlatlarına sahiptir.

FKÇ: İnsanın doğduğu yer değil doyduğu yermiş ya vatanı? Elbette doğru ancak göçe maruz kalan yüzbinlerce insanın ülkesinden yurdundan zorla koparıldığını düşünecek olursak arkanıza, yurdunuza bakacak olursak neler söylemek isterdiniz.

EB: Keşke yaşanmasaydı. Ama bunu yaşayan sadece biz değiliz. Binlerce yıldan beri yaşadığınız topraklardan koparılmak çok acı. Bir milletin yok oluşu. Sadece insanın ölümü mü hayır tabii ki. Coğrafyanın ölümü, neslin ölümü, dilin ölümü, örf adet ve geleneklerin ölümü, kültürün, folklorün ölümü… Kısaca kısmi bir coğrafyanın ve insanın her şeyiyle ölümü.

FKÇ: Eserlerinizin teatral dramadan uzak gerçeğe oldukça yakın olduğunu görüyoruz. Sürgünün toplumsal bir sorun yara olduğunu ele aldığımızda gerçeği en etkileyici şekilde yansıtırken renklerin daha canlı daha parlak ya da koyu olduğunu görüyoruz. Bizlere bu konuyla ilgili neler söylemek isterdiniz.

EB: Aslında renklerin canlılığı ve parlaklığı konusunda özeleştiri yapıyorum. Hüznün rengi biraz kara, biraz gri biraz Flu olmalı belki. Pablo Picasso'nun Guernica Tablosu geldi şimdi aklıma. İspanya iç savaşında Nazi Almanya’sının bombardıman uçaklarının 1937’de Guernica şehrini bombalamasından sonra yaptığı o tablo. O da acıyı, hüznü anlatıyordu eserinde. Hatta sergiye koyduğu zaman sergiyi gezen bir Alman Subayının “Bu sizin eseriniz mi?” sorusuna karşı anlamlı ve ince cevap verdiği: “Hayır efendim bu sizin eseriniz” işte bu tabloda Piacasso siyah beyaz ve mat renkleri tercih ederek kül rengiyle dile getiriyordu isyanını ve duyarlılığını. Oysa galiba benim kişiliğimin dünyaya bakışımın dili yansıdı biraz renklerime. Çünkü gerçekte hep bahardan, canlılıktan, yaşamaktan heyecandan yanayım. Her ne kadar resmin teması ile renkler arasında uyum olması gerekirse de hüznü anlatsam da umudu ve canlılığı bir yönüyle hep korumak isteyişimden galiba.

 

Sabri Erik
BEKLER Mİ MOSKOVA

 
Miras fırçalarla dokunmuş ressam
Bu başkentin tuvaline
Son rütuşlar
Kaldırımlardan akıyor yollara
Geçmişiyle barışmış
Kremlin sarayının kızıllığında
Meydanda
Kenarındaki mozolede
Sığınmış,
Kovduğu Ortodoskların mabedine.
 
Meçhul askerin nefesi
Sönmeyen ateşin alevi
Spitamanın ateşgâhı
Güneşin gölgesindeki nöbet
Uzanır gider moskova nehir sularına
 
Sürüyor işgali Napolyon'un
Müzenin koridorlarındaki orduyla
Düşmana verilen değerin
İnanılmaz güzelliğinin hissi burada
 
Caz Festivali bir tepe arenada
Moskova nehri yakasında
Saksafonun kutsal sesi
Dokunur durmaz şehir sularında
 
Genis caddeleri sahibleyen heykel
Şair Vladimir Mayakovski
Yine "pantolon giydirmişti bulutlara"
Ben kayboldum burada
İki bulut arasında
 
Kadim dost
Mihmandar Ahmedi
Kalmış çocukluğumuzun sokaklarında
Kahkaha dolu ağzımızda
Günün şafağı hemen gece yarısından sonra
Kırık bir kalble
Güneş çabuk doğuyor buralarda
 
Nerde bir nehir görsem medeniyet
Uzadıkça büyüyor başkent
Bindiğim son tekneyle,
Ulaşamadım Volga kenarı sularına
 
Duvarları nakış nakış taş
Metro istasyonlarının
Gizliydi ihtişamlığı esir düşmenin
Herkesin gördüğü yoktu tavanlarda
 
Vladimir Ilyic Lenin,
Kalan son kabartması istasyon duvarında
Ömrümün ögrenciliğinden
Kalmamış  bir aşkla
baktım fotoğrafa
 
Nazım'a uğradım bugün
Vatansız ölenlerin şairi Nazım Hikmet'e
Sevgili Vera da orda, kucağında
Komşularıyla selamlaştık
Bazılarıyla fotoğraf çektik
Sevgili eşim, oğlum, kızım ve dostlarla
Ceviz ağacını özlemiş gibiydi Nazım
Kucaklaştık, karşı mabet tadilatta
 
Rastlantı bu ya
Fyodor Dostoyevski'nin kimsesiz heykeli
Ve muhteşem Lenin kütüphanesi
Evrenin hafızası
Şimdi karşımda
Arbat'tan trampet vurmalarında
 
Gürcü  meyi değdi dudaklarıma
peynirli pidesiyle
Bir çarşı restaurantında
Ararattan içtiğim tad gibi
Aryan halkları tanır beni burada
 
Dedim ki;
Bekle beni her daim sen Moskova
Bekle Çariçe Moskova

 

Heybet Akdoğan
SANATTA İMGE

 

Sanatta imge, duyularımızın bilinçteki izlenimlerinin yansımasıdır. İmge zihnimizde gerçekleşmesine özlem duyulan şeyler, bir uyarıcı söz konusu olmaksızın bilincimizde beliren nesneler, hayaller, imajlar ve olaylar bütünüdür.

Duyularımız kendi yapımıza göre soyut ve somut bir şekilde iç ve dış dünyamızda olan her şeyi algılarlar. Algıladığımız her şey duyularımızla birlikte, bilincimiz aracılığıyla belleğe aktarılır. Böylelikle belleğimizde oluşan izler, algılanan tüm şeylerin aynısı değildir. Az veya çok ona en yakın olan; aslının yerini alan imgelerdir.

Belleğimizdeki imgeler içten ve dıştan gelen uyarılarla harekete geçer ve bellekte iz oluşturan şeyleri çağrışımlarla dile getirirler.

İmgeler varoluş tarihimizle eş zamanlıdır. Sanatın ilkel insanlığımızın korkularından türediğini söylediğini söylemek yanlış olmaz. İlk insanlar doğa olaylarını ve doğal afetlerin anlamını çözmede zorlanmışlardır. İlk insanlığımızın bu tehlikeler karşısında vereceği tepkiler korkma, ürkme ve muazzam olarak gördüğü güçlere karşı hayranlık duyma biçiminde olmuştur.

Doğayla arasına mesafe koymamış insanoğlu, ilkel tapınma sürecinde doğayı kontrol etmek için ilk önce onu taklit etmeyi denemiştir. Daha sonra doğayı kendisine uygun hâle getirme düşüncesiyle büyü olgusunu ortaya çıkarmıştır. Görünmez doğaüstü varlıkları görünür kılmak ve sunacağı kurbanları doğrudan onunla paylaşmak için put yapımına ihtiyaç duymuştur. Kabilenin en çok saygı gören üyesi tarafından yapılan totemler basit bir varlığı değil, görünmez üstün varlığın temsili imgesiydi. Bu imgeyi ilkel insanlığımız ağaca taşa kazıyarak, kaya üzerine resmederek, tören ve danslar esnasında yüzlerini üstün gördüğü varlığı memnun edecek şekilde boyayarak, dans ederek yaparlardı. İlkel insanlığımızın tüm bu eylem ve davranışları günümüz sanatının kökleridir.

Birçok sanat araştırmacısı, ilkel insanlığın ortaya çıkardığı büyünün, sanatın başlangıcı olduğunu iddia ederler. Büyü ve tapınma eylemlerinde sanatı önemli bir olgu durumuna getiren ve çağlar boyunca önemli kılan bu ayinlerde kullanılan imgelerdir. Örneğin hemen her kültürde yaygın olarak görülen imgeler kedigiller ailesidir. Güney Amerika'da jaguar ve puma, Asya'da kaplan, Afrika'da Aslan olarak evrimleşen bu hayvan, gücü sayesinde hem korkulan hem de saygı duyulan doğaüstü bir konuma yerleşmiştir. Aslan imgesi hemen her kültürde yaygın bir biçimde karşımıza çıkıyor. Aslan imgesinin ilkel insanlarca taklit edilmesi ve resminin yapılması, ilkel insanlığımızın aslanın gücüne ulaşmak istediğinin dışavurumudur. Aynı mantıkla gökyüzünün temsili niteliğinde olan kartalın resmi de çizilmiştir ve gökyüzünün egemenliği temsil edilmiştir.

Tarım devrimiyle birlikte yerleşik yaşamı başlatan, kentler kuran insanlığımız bu hayvanların betimlemelerini şehrin surlarla çevrili giriş kapılarında, tapınak ve meydanlarda koruyucu unsur olarak resmetmişlerdir. Bu bakımdan Yunan Tanrısı Zeus'un atribürlerinden birinin kartal olması tesadüf değildir.

Günümüzde anlamı ve işlevi bakımından anlaşılmaya çalışan mitolojik varlıklar bazen doğa dışı fiziksel özellikleriyle de eski medeniyet sanatlarında sfenks ve grifon gibi adlandırmalarla da karşımıza çıkıyorlar.

Uygarlığın geliştiği, yazının kullanılmaya başlandığı, daha karmaşık sosyal sistemlerin doğduğu çağlarda; sanatın soyut temsil gücünü daha etkin görüyoruz. Antik mirası bakımından Mısır bu konuda bizlere daha fazla örnekler sunuyor. Mısır'daki ölü mumyaları önemli örnektir.

Tarihsel süreç içerisinde ilkelden modern bütün toplumlara kadar imgenin işlevi, değişen şartlara göre farklılaşsa da imgenin varlığı ve temsil gücü günümüze kadar kendini korumuştur. Ancak küreselleşmeyle birlikte neoliberal politikaların dünyada yaygınlık kazanması, iletişim araçlarının gelişmesi; kültürler arası farklılıkları giderek azaltarak ortak beğenileri ve davranışları toplumlarda hâkim kıldı. Yeni sistem tarafından toplumdaki doğal ve tarihi imajlar yerini temsiliyete bırakıp, sistem tarafından yaratılan imaj ve modeller kitlelere ideal olarak lanse edildi. Ama sevinerek belirtmemiz gereken bir husus; kapitalist sistemin toplumdaki imgenin kadim köklerini henüz yok etmediğidir.

İnsanlığın arayışı ve derin kökleri sanattaki imgelerin orijinalliğini canlı tutmaya devam ediyor. Bilincimizin sürekli arayış içinde olması ve bizlerin arayış tutkusunu köklerimizi inerek sürdürmemiz, tarihten günümüze gördüğümüz ve şahit olduğumuz hemen her şeyde imgelerin yeniden yaratılmasına katkı sağlıyor.

İmgeler insanlık sürecimizin başından beri var olagelen bir olgusudur. İnsanın ilk kez gördüğü şeyi ikinci deneyimlemesinde hatırlaması, imgesel çağrışımların bir sonucudur. İmgeler insanlar için yaratıcı olmanın ilk basamağıdır. Zihnimizde ürettiğimiz imgeler, her an kullanılmak için belleğimizde depolanır. Özellikle sanatçılar için imgeler sanat eserlerinin yaratılmasında ilk koşuldur. Bu nedenle sanata imgelerin temsili diyebiliriz.

Doğal olarak geçmişin sanatının anlaşılması için imgelerin çözümlenmesi bir zorunluluktur. Bu bağlamda ister geçmişin sanatı ister şimdinin sanatında sanatsal eserler imge ile yaşatılır. Çünkü sanatta varlığın kendisi imge ile hayat bulur. Yüzyıllar boyunca tarihi kişilerin resimleri, heykelleri ve anıtları bu gayeyle yapılagelmiştir. Varlığın kaybolması bir anlamda zihnindeki imgenin kaybolması demek olduğu için tarihte yapılan çizim ve anıt eserleri bu yüzden oldukça öğreticidir.

İmge, aynı zamanda modern çağımızın sanattaki iletişim dilidir. Sanatta yer alan imgelerle kültürümüzü, çevremizi algılama ve anlama gücümüz artar. Toplumsal kültürel yapıyı anlamamıza yardımcı olan imgeler, bir toplumun görsel yapısını tarif etmekle birlikte o toplumun, politik, ekonomik ve kimliksel yapısı hakkında da sanata yansıyarak bilgiler sunar.

Bilinçteki izlenimlerimizin yansımaları olan imgeler, içinde bulunduğumuz hayatı yorumlayan sanatın her alanında bir tercüman niteliğindedir.

Hangi çağda yaşanırsa yaşansın sanat imgenin aktarımında en önemli araçtır.

 

Sevgi Erol Öçal
BİR YANIM

 

Bir yanım günedir çayır çimen ot
Gelincik tarlası buluta inat
Dönüktür güneşe gölgelensem de
Yüzüm hep güleçtir aydınlık umut
Aşkadır bir yanım dönük hep sana
Uzaklık mühimsiz yokluğun çiçek
Yoldadır gözlerim şafak ufukta   
Yoladır bakışım gün batımında
Sazlıktır yüreğim debisi yüksek
Akarsuyum sessiz derinliğim kum
Rayları trenin birlikte ayrı
Hasrettir kalanım gurbet yoldaşı
Sıla uzakta hep içimin közü
Bitmeyen yangınım
Ciğerim alev
Uzayan hiçliğin kekremsi tadı
Kulaklarım çın çın
Akşam kuşları
Geceden karanlık 
Kayıp zamanlar
Arayış bütünüm yorgun savaşçı
Kayboluş yollarda dar sokaklarda
Nefessiz çıkışsız lâl kâr isyankâr
Gölgeler çevirmiş yollarım ağıt
Ölüm köşe başım
Düz gitsem kuytu
Kifayetsiz ruhum
Bedenim soğuk
Ah kahpe hayat
Kahpe yaşayış
Gölgem benden önde
Ben de düşlerin bulutsuz düş bazı...
5 Temmuz 2022

 

Kerim Birlik
DERT LİMANI 

Oysa baharaydı her uyanışım
Gözlerimi açışım, her haykırışım
Âşıklar martılara simit atardı
Kumrular öpüşürdü güvertelerde
Deniz mavi mavi sevda kokardı
 
Gemiler geliyor ağır tonajlı gemiler
Kalp duvarlarımı döver dalgalar
Limanıyım şimdi bitmez dertlerin
Yükünü boşaltıp giden gidene
Hüzün yuva kurmuş iskeleme
03 Ağustos2023, Ankara

 

Nurkan Gökdemir
NEDENDİ

 

Unutma!..
Unutturma hiç!
ve hep sor/ hatırlat
sana bana biz’e ‘onlar’a
bun acı yiti yıkım nedendi?
uslar çabuk unutur gerçekleri
ki unutturursak da ‘onlar’a eğer
kara tarihler(i) hep tekerrür eder!
nice sinsice yakılan/ yabanıl ateşler
ardı aç açık viran ayaz sancılı günler
ardı ‘perişan ol ve sürün öl’ geceleri
ve nihayetsiz kurgu sayrılar korkular
ve nihayetsiz yeni yangınlar yıkımlar…
……………………………………………………… 

 

Bedriye Korkankorkmaz
ÜRETMENİN YAZARI VE OZANI : HASAN AKARSU

Ozan, yazar ve eğitimci Hasan Akarsu; 1952 doğumlu olup şiirleri,  deneme ve kitap tanıtma yazılarıyla tanınır. Yeni çıkan iki kitabından biri “Şenliklerin İçinden” diğeriyse “Asker ve Arkadaş Günlüğü” dür.

ŞENLİKLERİN İÇİNDEN

Yazar ve Ozan Akarsu, Şenliklerin İçinden adlı yapıtını iki bölüme ayırmış.  Birinci bölümde hem katılımcı hem de yazar olarak katıldığı İstanbul Tüyap Kitap Fuarı’na dair gözlem ve anılarını anlatmış; ikinci bölümde ise  Saray Bahar Ve Kültür Şenliği/ Tekirdağ Etkinlikleri ve Şarköy’de Etkinlikler” başlığı altında toplamış katıldığı tüm etkinlikleri.

İstanbul Tüyap Kitap Fuarlarında, hem kitaplarını imzalar hem de katılımcısı olarak tüm panellerde konuşan şair ve yazarların konuştukları konu hakkındaki görüşlerini okurla paylaşır. Örneğin,  08 Kasım 1993’te İstanbul Tüyap Kitap Fuarı’nda yapılan bir açık oturuma katılır. Konu:  Edebiyatın Halkların Yakınlaşmasındaki Rolü’dür. Konuşmacılar, Panoyat Abacı, Oktay Akbal ve Yunanistan Edebiyatçılar Birliği Başkanı Valtinos’tur. Valtinos, konuşmasında, “Edebiyat, bir ruhun aynası olduğu için halkı tanımaya ve tanıtmaya yarar,” der; Helen diline girmiş Türkçe sözcüklerin çoğunluğunu belirtir, doğduğu köyünün adının bile bugün Türkçe olduğunu açıklar: “Karatu(g)la”  (S. 18)

Birçok yazar ve şairin, katılımcı olarak katıldıkları panellerde konuşan şair ve yazarların düşüncelerini kayıt altına almak gelmemiştir. Akarsu, bu yönüyle inceliklerin ve sorumlulukların yazarı olduğunu gösterir ki bu tartışılmaz.

Katıldığı İstanbul Tüyap Kitap Fuarlarında; Yaşar Kemal, İlhan Selçuk, Cengiz Gündoğdu, Berrin Taş, Ayten Mutlu, Arif Damar, Güngör Gençay, İbrahim Yıldız, Bedrettin Aykın, Ece Aykız, Suat Vardal, Mehmet Başaran, Oktay Akbal, Ruşen Hakkı, Zihni Anadol, Abbas Cılga,  Faik Baysal, Konur Taşköprü… gibi birçok yazar ve şairle tanışır. Yazınımızın yüz akı olan ve birçoğu hayatta olmayan şair ve yazarlarla anılar biriktirir ve onları da bizimle paylaşır.

Takvimler, 04 Kasım 2009 Çarşamba günü göstermektedir. Akarsu, İstanbul 28. Tüyap Kitap Fuarı’ndadır. Fuarın onur konuğu usta çevirmen Cevat Çapan’dır. Çapan’ın konuşmasındaki: “Genelde sanat ve özelde edebiyat kocaman bir aile yaratıyor. Bu aileyi de çeviri yaratıyor. Çevirinin gücü, bir araya getiriciliğinde yaşar…” sözünün ustayı tanımak için yeterli olduğunu söyler ki son derece yerinde bir tespittir. Hakikaten Çapan’ın bütün çalışmalarında bu bütünleştiricilik görülür.    

Akarsu, bütün kitap dostlarını ve aydınları derinden yaralayan, okurun yazarını ve şairini yakından tanımasına ve seçmesine olanak tanıyan kitap fuarları ile düzenlenen panellere gerekli ilginin gösterilmemesi gerçeğine duyduğu üzüntüyü çok yalın bir şekilde ifade eder.

Yazar, ikinci bölümde de aynı yöntemi izler. “Saray Bahar ve Kültür Şenlikleri” / Tekirdağ Etkinlikleri” ve Şarköy’de Etkinlikler” başlıkları altında toplar katılımcı olarak katıldığı tüm etkinlikleri.

Saray, Tekirdağ ve Şarköy’ün sosyo-ekonomik sorunları ile düzenlenen kültürel şenliklerde konuşan konuşmacıların görüşlerini bizimle paylaşır. Etkinliklerde konuşmacı olarak görüşlerini belirtenlerin hepsi de alanlarında uzmanlaşmış kişilerden oluşuyor.

“Sanat ve Sanatçı” başlıklı metinde, eğitim ile sanat arasındaki ilişkinin derinliğinden başlayarak sanatın insan ruhu üzerindeki yansımalarına dair duygu ve düşüncelerinin özünü şöyle özetler: “Sanat, insanla nesnel gerçeklikler arasındaki estetiksel ilişki olarak tanımlanabilir.  Sanatçı ise, gerçeği yansıtan kişidir.” ( S. 89) 

Bir sanatçının çağının tanığı olması nasıl bir gerçekse, çağının sorun ve sorunsallığının bilincinde olması gerektiği de bir o kadar gerçektir. Metnin özünde gerçek bir sanatçının kolay yetişmediği hakikatinin altının çizilmiş olması yerinde bir saptamadır.

“Çağlar Boyunca Yazın ve Savaşım” başlıklı metne ise şöyle giriş yapar yazar: “Yazın (edebiyat), kişilerin duygu ve düşüncelerini kendine özgü bir dil kullanarak estetik kurallar içinde, yazılı ve sözlü olarak dile getirmesidir. Amacı ise estetik değerdir.”(s. 91)

İnsanlık, tarih boyunca insanca yaşamı yaşanılır kılmak adına savaş vermiştir. Edebiyat ve sanatın da aslolan amacı hiç kuşkusuz ki insanca yaşamı tüm dünyada yaşanılır kılma düşünde ısrarcı olmasıdır. Onun eğitimci yanının şairliği ve yazarlığıyla eşit düzlemde ağırlığını koruduğunu gördükçe toplumun kendisi gibi eğitimcilere ne kadar çok ihtiyacı olduğunu düşünmeden geçemiyor insan özellikle de bu günlerde.

ASKER VE ARKADAŞ GÜNLÜĞÜ

“Ayrılıklara / mezar taşları diktim/ Yıldız derinliklerinde/ Yalnızlığı çekerken/İnsanoğlu”… H.Akarsu.  

Ne zaman okumak için elime bir günlük alsam, farkında olmadan kendime şu soruları sorarım: İnsan,  kendi gerçeğini anlatırken ne kadar samimi olabilir ya da yazarın samimiyet anlayışı, benim samimiyet anlayışımla ne kadar örtüşüyor? Günlük yazmanın ciddi bir yaşamsal birikim gerektirdiğine inanırım oldum olası. Günlükte kurgu yoktur, insanın kendi gerçeğine ne kadar içten ve ne kadar dürüst davrandığı vardır sadece. Ciddi bir yaşamsal birikimi olmayan bir insanın, kendi gerçeğine bir başka kişiymiş gibi bakabilmesi;  insanın, kendisine karşı verebileceği en zor sınavlardan biridir, diye düşünüyorum.  André Gide de: “Yazı yazarken en güç olanı içten olmaktır. Asla sözcük düşüncenin önüne geçmemeli. Sanatçı yaşamı boyunca içgüdüsüne dayanmalı, yazmamazlık edememeli.” diyor. Bu duygularla yazarın yapıtının sayfalarını çeviriyorum. Askerlik Günlükleri’ni okurken hem askerliğin ne kadar zor koşullar altında yapıldığını hem de sevdiklerinden uzak kalmanın ne denli zor olduğunu  hissettim. Bir Türk vatandaşı olarak sınırda askerlik yapan ve vatanı uğruna hayatlarını feda edenlere olan gönül borcumuzu ömrümüzün sonuna kadar ödeyemeyeceğimizin farkındayım. Kaldı ki yazar, askerliğini sınır ötesinde yapmadığı halde, hiçbirimizin o koşullarda tek bir günümüzü bile geçirmek istemeyeceğimizi düşünüyorum.

Atalarımız askerliğin olgunluk ocağı olduğunu söylerler. Açlık, uykusuzluk, parasızlık, özgürlüksüzlük ve hasret… İnsan bu zor koşulların hangisine sesini çıkarmadan direnebilir?  İnsanın direncinin vatan söz konusu olduğunda sınır tanımadığını “Kurtuluş Savaşı”ndan biliyorum. Ya Çanakkale Savaşı!.. Ozan da o naif yüreğiyle tüm o zor koşullara vatan aşkıyla dayanırken en büyük desteği ailesine duyumsadığı sevgiden ve yazına olan aşkından alır. O koşullarda bile beynini nitelikli yapıtlar okuyarak besler. Okuduğu kitaplar üzerine düşünerek, onlar hakkında saptamalar yaparak kendisini geliştirmeye devam eder ki öylesi koşullarda kendini geliştirmeye devam etmesi gerçekten taktire şayandır diye düşünüyorum.

Yapıtın bir diğer konu başlığı olan “Mehmet Sağlıklı’ya Arkadaş Günlükleri” beni çok daha derinden sarstı. Karşılıklı çocukluluğunun bahçesini yeşertmiş ve birbirlerinin çocukluluğunda büyümüş iki dostun iç acıtıcı vedası…

Mehmet Sağlıklı ile Akarsu, yılların kadim dostudur. Sağlıklı,   akciğer kanserine yakalanınca dostu Akarsu bir an bile yalnız bırakmaz onu. Dostuna gösterdiği vefada, insanın farkında olmadan kendisine “Bu türden derinlikli dostluklar gerçekten yaşanmış mı?” sorusunu sorduruyor.  Kadim dost, insanın belleği ve yaşam dayanağıdır.  İnsan,  hayatında bir tek dostunun karşısına hiçbir savunma mekanizmasının ve yalanın arkasına sığınmadan çırılçıplak çıkar. Akarsu ile Sağlıklı’nın dostluğu yılların değil, çırılçıplaklığın dostluğudur. Dostlukları Sağlıklı’nın hayatını kaybetmesiyle Akarsu’yun yüreğinde ölümsüzleşir.

Eserinde farklı bir yöntem de dener ozan.  Her sayfanın başına beğendiği şairlerin şiiri ile kendi şiirlerinden birer dörtlük yazar. Bu sayede de Akarsu’yun derinliklerin ve inceliklerin şairi olduğu okuyucu tarafından açıkça görülür.

Yazarın, “Şenliklerin İçinden” ile “Asker Ve Arkadaş Günlüğü” yapıtını; okurun kendisine benzeyen başka birine dönüşmesini değil, insanlığın bir parçası olarak kendi gerçeğine dönmesini öncellediği için her kitap dostunun okumasını çok isterim.

Hasan Akarsu,  Asker Ve Arkadaş Günlüğü, Barış Kitap, 98 s. 

Hasan Akarsu, Şenliklerin İçinden, Barış Kitap, 148 s. 

 

Nurullah Özdemir
ADIM ANADOLU

 
Masumun mazlumun dilekçesiyim
Onun için acı sözlerim benim
Hatay'ın Maraş'ın yürekçesiyim
Silindi kayboldu izlerim benim
 
Yırtık umudumda hicran yaması
Merhem ne, benimki can kanaması
Aynada anasız çocuk siması
Boynu bükük çıkar pozlarım benim
 
Gurbet türküleri bir baştanbaşa
Toprağı toz eder dokunur taşa
Yanık sesli ozan gelir de coşa
Dertli dertli çalar sazlarım benim
 
Ağrı'da Berivan Cudi'de Zozan
Erciyes'te Ezel Süphan'da Hazan
Uludağ'da Elif Kaçkar'da Nazan
Başları duvaklı kızlarım benim
 
İsmi; Dicle, Fırat, iki oğlum var
Gözleri fizanda göğsüm gelir dar
"Han Aras" derimin altından sızar
Kızıl, Yeşil, renkli gözlerim benim
 
Adım "Anadolu" adımda mürvet
Her taşım yakut dengi yok servet
Ezel Yaratan’dan almışım kuvvet
Secdesiz eğilmez dizlerim benim
 
Erzurum'un karı erir Harran'da
İstanbul lâlesi açtığı anda
Narmânî tek mevsim hep sıcak kanda
Mihricanı bilmez yazlarım benim.
30 Ağustos 2023, Erzurum



[1] Ç. Türk Dili Dergisi Nisan 2022, Sayı 410’da yayımlanmıştır.



 

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Arka Kapak, Yaşar Özmen