![]() |
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Nisan 2024, Sayı 20, Yaşar Özmen |
YAYIMCIDAN
“Dünya Şiir Günümüz” kutlu olsun
değerli okurlarımız. Diğer sayılarda olduğu gibi Şiir Sarnıcı (e-dergi) 20.
Sayısında da satır ve dizeler aracılığıyla gönüldaş olarak bir aradayız. Ruh
evreninize küçük bir katkı koyabildiysek ne mutlu bize.
Önceki sayılardan bildiğiniz gibi, Şiir
Sarnıcı’nın giriş yazılarında dergi içeriğinin alışılmış tanımıtını yapmıyor;
bana göre önemli olduğunu düşündüğüm bir veya birkaç konuyu paylaşıyordum. Bu
sayıda uzun bir metin yazmak yerine iki konuyu anımsatmak istedim.
Yayımlanmak üzere dergimize yeterince
ürün geliyor. Ne var ki bunların çoğunu dergiye alamıyorum. Söz ve anlam
sanatları içermeyen şiirleri ve düşünce bazında nitelikli içerik taşımayan metinleri, takdir edersiniz ki dergiye
almamız çok uygun olmuyor. Dergimiz, dünya görüşü ne olursa olsun her
yazar-şaire açıktır. Ancak yayımlanacak ürünün sanat değeri taşıması, dayatma,
şiddet, propaganda, misyonerlik ve irşat içeriği taşımaması önkoşulumuzdur.
Şiir ve yazılarıyla dergimizi onurlandıran şair yazarlarımızın anlayışla
karşılayacağını umuyorum.
Dergimiz, hem blokta yayınlanmakta hem
de PDF dosya olarak sanal ortamda bulunmaktadır. İstendiğinizde her sayıya
ulaşmak mümkündür. Ayrıca Milli Kütüphane EYDeS sisteminde kayıt altına
alınmaktadır. Bunun anlamı şudur: Dergide yayımlanan her ürün, isminize kayıt
edilmiştir ve yıllarca değiştirilmeden saklanabilecek bir ortama geçirilmişitr.
Gönderdiğiniz şiir ve metinlerin, bir daha değiştirilemeyecek ve yayımlandığı
şekilde kalacak olduğundan yapıtların, olgunlaşmış ve son şekli verilmiş
olmasına özen gösterilmelidir. İnternet ortamı deyip geçmeyelim; artık bütün
veriler sanal ortama taşınacak ve öyle saklanacaktır.
Mutlu, esenlikli günler okunmak
dileğiyle…
Erhan Tığlı
AŞKIN
ANAYASASI
Aşkın Anayasası
Aşka engel olamaz
ne cüzdan ne de kasa
Bencillikten sıyrılmak
özverili davranmak
güzelden yana olmak
İşte budur sevdada
uyulması gereken
kural ve anayasa
Bertuğ
Akın
DENETİMLİ
SERBESTLİK
Denetimli serbestlikten yırtmış
kanı buzdan bir kraliçe
her gün halkına ipekten yumuşak
tokadını vuruyor.
Her sabah karşısında dikiliyor
tokadın ısısına bağımlı
mazlumlar taburu.
Giyotinden farksız kirpikleri
her çırpınışında
bir müptezelin burbon kokan ruhunu
oksijene çevirip
İsrafilin ciğerine dolduruyor.
Asım Gönen
KOŞULLAR VE
MUCİZE
Yıl 1945; bu tarih büyük ihtimalle doğrudur. Ay ve gün için annem, ekşi elmalar toplanırken dünyaya geldiğimi söylerdi. Sanıyorum zor ve katı yaşam koşulları çocukların doğum tarihlerini önemsizleştirmiş. Geçim derdi ve özellikle de Artvin’in katı yaşam koşulları, yöre insanını çocuklarının yalnızca doğum tarihlerini değil kendilerini de önemsenmez bir konuma getirmiş. Aileler, genel olarak çocukları için gelecek kaygısı duymazlar. O, dünyaya gelir, üç dört yaşından sonra kendi halinde, bir koyun yavrusu ne ise o da aile içinde öyle yaşar gider. Ben de böyle bir ailenin çocuğu olarak doğum tarihimi ay ve gün olarak bilemiyorum ama nüfus cüzdanımda 05. 05. 1945 olarak kayda alınmış.
Artvin’in Ardanuç
Kazası, Aydın Köyü Mağnar Mahallesi’nde dünyaya gelmişim. O yıllardan aklımda
kalan, o müthiş yeşilliği oluşturan ormanlık alanlarda, bazı ağaçların düzgün
sürgünlü, mor ve yeşil karışımı renklerine benzer renklere rastladığımda, aynı
duyguları şimdi bile çağrıştıran, o yaşlara
ve oralara gitmenin çocukluğunu yaşarım. Yitip giden çocukluk ve parçası
olduğum o doğadan kopuş, o anları çağrıştıran neye rastlasam, hep aynı burukluk
sarmalar ruhumu.
Buruk bir anımsamadır
bu. Yeşille morun canlı, tazeler tazesi
karışımıyla her karşılaştığımda canlanan burukluğun nereden geldiğini merak
eder dururdum. Olayı çözdüğümde, yaşamla ölümün zıtlığı ve devri daimi Artvin’i
olumlarken, Kırşehir gelip ezik
yerlerime yerleşir. Çünkü bozkırların Kırşehir’i kefen bezi gibi ölümü
çağrıştıran bir karşıtlığı canlandırır ruhumda.
Dört yaşıma sığdırdığım Artvin’le ilgili çocukluk anılarım elbette bu
kadar değil. Bir de Çatalkaya’nın çok yükseklerden Mağnar’a bakışı hâlâ
belleğimdedir. Yukarılarda o görkemli duruş ezik bir hiçlik duygusunun anıtıydı
sanki. Özellikle akşamın gölgelediği sessizlikte, yukarılarda devasa bir duruş,
aşağıların çocuksu korkusunu ve ürkekliğini pekiştirirdi.
Artvin’den, Kırşehir’e
göç nedeni yaşam koşullarının zorluğu ve geçim derdiydi. Ninemin kucağında
kayıktan gemiye geçişimiz ve Karadeniz’in kayığı ırgalayışı aklımdan hiç
çıkmaz. İlk kez kayık, ilk kez gemi, ilk kez dalgalı bir mavilik ve hayranlık,
şaşkınlık ve yine denizin insanda yutmaya hazır korkular uyandırması. Sonra
Kırşehir’in on kilometre kadar güneyinde, küçücük köyümüze kadar varışımızla
ilgili hiçbir anı yok, ne varsa silinmiş. On hanelik bir göç kafilesi kerpiçten
evler yapıyorlar. Ben güğümle su taşıyorum evimizin yapıldığı yere. Evler üçer
metre aralıklarla yapılıyor. Ben evimizin yerini karıştırıyorum. Komşulara da
su götürdüğüm oluyor. Gülüşüyorlar.
Okul yok. Okul çağım
geldiği halde okula gitme olanağım yok. Tüm çocuklar sığırı birlikte
otlatıyoruz. O yaşta köyden ayrılıp epey uzaklarda sığır otlatmak evden
ayrılışın çocukluk hüznüyle sarmalıyor ruhumu. Masmavi bir gökyüzü ve kuru bir
sıcak. Tepelere çıkıp rüzgâra kanat açıyoruz. Derelerde küçük küçük kaynak
sularına gömüyoruz yüzümüzü. Yüzümü gömerek içtiğim o kaynak sularının lezzeti,
şimdi su içerken bulamadığım o tadı aratır bana. Akşam yaklaşınca sığırlar köy
yolunu tutarlar. Onları topluca yürütmeye gerek yok. Biz nasıl imece usulü
otlatıyor, öğlen yiyeceğimizi birlikte yiyorsak, sığırlar da birlikte
düşüyorlar köy yoluna. Eve sığır sesleriyle dönüşün hazzı yorgunluğumuzu
unutturuyor.
Kırşehir’in köyümüze
yakın mahallesinde bir akrabamızın evinde ve on yaşında başladım ilkokula. O
zamanlar diz boyu kar yağardı. Köyümüze kolay kolay gidemezdim. Anne, baba ve
kardeş hasreti tüterdi burnumda. En çok söğüt ağaçlarına üzülürdüm. Onları daha
dayanıksız sanırdım ve soğukta üşüdüklerine inanırdım.
Bu arada annem ve
babam Ticani tarikatına girdiler. Ben ilkokul beşinci sınıfa gelmiştim. Tarikat
üyeleri sık sık bizim evde toplanır hu çeker ve bazı olayları yorumlarlardı.
Doğa olaylarını ve geçmiş bazı bireysel ve tarihsel olayları gerçekmiş gibi
anlatışları çelişkiler yaratırdı bende. Tarikata girmediğim için anne ve babam
tarafından dışlanmaya başladım. Babamla birlikte yaşayamayacağımı anladığım
için ilkokuldan sonra ortaokula kaydımı kendim yaptırdım ve bir mucizeyi
gerçekleştirerek ortaokulu bitirdim. Benimle birlikte ortaokula kayıt yaptıran
diğer çocuklarla birlikte bir bağ evinde devam ediyordum okula. Öbür çocuklar
okumanın önemini ve sorumluluğunu anlamadıkları için ders çalışmazlardı. Bir
sene sonra çoğu okulu bırakarak köyün o tatlı çocukluk anılarına döndüler.
Ortaokuldan sonra yatılı Kırşehir Erkek İlk öğretmen okuluna girdim ve 1967
yılında öğretmen olarak göreve başladım.
O yıl TÖS’e üye oldum. Durmadan kitap okuyordum ve köy öğretmenliği,
özellikle akşam sessizliği ve gurbet havası şiire yöneltti beni. Çalıştığım köy
dağ köyüydü. Çok kar yağardı. Sık sık çocuk ölümleri ile sarsılırdım. Okul
lojmanının penceresi mezarlığa bakıyordu. Uzun ve siyah renk paltolarıyla
mezarlığa giden adamlar, karları kirleten bir mezar tümseği bırakarak geri
dönerlerdi.
“karları kirletiyor ölümün tümsekleri”
Ve buna benzer pek çok
dize sökülüp şiire dönüşmeye başladı. Artık bir taraftan okumak bir taraftan
yazmak öğretmenliğimin yanında yaşam biçimim olmuştu. Tarikata girişle birlikte
babam kıyamet kopacağı inancıyla tüm varlığımızı tarikat üyelerine harcadı. Çok
yoksul kaldık. Ben dışlanmama rağmen onları hiç yalnız bırakmadım. Acılarını
acı edindim. Çünkü onların yanlışı değildi davranışlar. Bu ortamı yaratan
devasa bir güç vardı ve o güç yönlendiriyordu onları. Babam tarlaların bir
kısmını, büyükbaş ve küçükbaş hayvanlarımızı, o dönemde var olan traktörümüzü, o
yılın ürününü kovan denilen on kişilik bu tarikat grubuna yedirdi. Artık
yoksulluk dönemimiz başlamıştı. O döneme ait şiirim şöyle.
O BENİM OLUK OLUK ANNEMDİ
elleri tütündü onların
yürekleri
nar
güz çiçeğiydi gülüşleri
balı sağılmış yüzlerinde
arılar gibi kardeşti acılar
uzun uzun gökdelendiler
simsiyah yokluklar
onlar acılara bağışık
onlar sevincin
hamalıydılar
onlar yüzünde balla yoğurmuştu hayatı
yüzünde toprak yüzünde yaşamın hamuruydu
esmer ve tapılası alnında ter
ve nasırlı elleri borçlu
bir kederdi
ve gözlerinde yaşlar
ve kitap kitap yakılmış
oğul
ve benim parmaklıklarda eskiyen alnımda
demirle parçalanmış
annemdi
………………………………….
…………………………………..
hayır
o sadece hasatlanmış bir tarla değildi
ne de yalnızca et ve kemik
hayır
o ne geceler gibi kör
ne de ruhsuz bir heykeldi
o karnının çiçeğini gözleriyle yoğurmuş
o beton gecelerin çatlağından
oğlunu güneşe uçurmuş bir
anneydi
Öğretmenlik yıllarım
genel olarak köylerde geçti. Köy akşamlarının hüznü ve köy yaşamı beni yazmaya
ve özellikle şiire yöneltti. Durmadan yazıyor ve okuyordum.
İlk şiir kitabım 1988
yılında Sen Ayrılığa Eyerli Şarkısın adıyla yayımlandı. Arkasından Acının
Volkanı, Enver Gökçe başarı ödülü aldı. Sonra Yaramdan Hasretin Aktı ve takiben
Gül Kokan Düşler, Tayad birincilik ödülünü aldıktan sonra jüri tarafından
harici bir kararla ikinciliğe düşürülünce, ben ödülden çekilmek zorunda kaldım.
Bu arada Fırtınada Kaçkar Çıplaktı ve Yalancı Baharın Çiçekleri adlı romanlarım
yayımlandı. Son olarak Ahi Evren Destanım Klaros yayınlarından çıktı.
Yayımlanmaya hazır Ölüler Yas Tutmaz adlı dosyam Atila İlhan emek ödülü
aldı. Ayrıca Hüznün Sağnağı adlı şiirim,
Vahdettin Bozgeyik şiir birincilik ödülüne değer görüldü. Karmat ile Arbatan adlı
destanımın bazı bölümlerindeki şiirler kitap yayımlanmadan önce Yılmaz Güney
emek ödülüne değer görüldü. Ayrıca yayımlanmaya hazır beş şiir dosyam, iki
çocuk romanım ve çocuk öykülerim yayına hazır durumdadır. Sanatta estetik
özerklikle ilgili 600 sayfalık kuramsal çalışmamı yeni bitirdim.
Ne yazık ki sanat ve
şiirden kopuk, okuma zahmetine bile katlanamayan bir yapı ve satış sorunu
gerekçesiyle yayınlatmanın zor dönemi, yeni kitaplarıma kavuşmamın en önemli
engelini oluşturuyor. Buna rağmen her ay şiirlerim dergilerde yayınına devam
ediyor. Şiirlerimin yayımlandığı dergilerden bazıları Yeni Şiir, Anadolu Ekini,
Söylem, Damar, Turnalar, Ekin Sanat, Edebiyat Nöbeti, Sarmal Çevrim, Evrensel
Kültür, Sancı, Sanat ve Toplum, Agora, Varlık, Yaşam Sanat ve Cüneyne gibi
dergilerdir ve yayımlanmaya devam ediyor. Ayrıca Cumhuriyet dergi ve Evrensel
Gazetesinde şiir üzerine yazılarım yer buldu.
TÖS kapatılınca TÖBDER
de çağdaş, bilimsel eğitim ve insanca yaşam adına çabam devam etti. Kırsal
kesimde halkın işsizlik, yoksulluk, açlık derdi benim de derdim oldu.
Şiirlerimin özü duyarlılığını buradan alırken, elbette de huzurlu bir yaşam,
gelecek kaygısı, işsizlik derdi, yaşam kaygısı olmayan bir yaşam, şiir yazmamın
ve duyarlığımın dinamik gücünü oluşturdu. Yüzüm yaşama ve onu daha olumlu
kılmaya dönük olduğu için asla konu sıkıntısı çekmedim. Sorunlar, daha da
ağırlaşarak devam ettiği için ben de daha derin duygu yoğunluklarına girerek
yoluma devam ediyorum.
Emekli olduktan sonra sanat ortamı özlemiyle İzmir’e yerleştim. İzmir de on sene kadar TYS İzmir temsilciliği görevinde bulundum. Evliyim ve üçü de üniversite mezunu olan yetişkin üç çocuğum var. Duyarlığını ve enerjisini halkından alan bir şair olarak bu konuyla ilgili bir şiirimden kısa bir örnek vermek istiyorum.
…………………
halkım ey
halkım
engereğin zehiri bu
yoksulluk
halkım ey
halkım
fırtınası kudurmuş
gemiler çığlığı
yaşadığım
……………
Yeni çalışmalarıma
hemen yayımlanacakmış gibi devam ediyorum. Ülke sevgisi, doğa sevgisi, halk
sevgisi güzellik duygusunun olmazsa olmazdır. O bakımdan sevmek ve sevilmek
sorumluluk ister. Bu sorumlulukla yazmak, yazabilmenin en önemli dinamiğidir. O
bakımdan yazma konusunda tıkanma olmuyor. Belki on kitap oylumunda gün ışığına
çıkmayı bekleyen dosyalarım var. İki çocuk romanı, pek çok çocuk öyküsü ve şiir
üzerine dergilerde yayımlanmış ve yayımlanmayı bekleyen eleştirel ve kuramsal
yazılarım var. Ayrıca Şiire Giden Yol isimli kitap oylumunda bir çalışmam
yayımlanmayı bekliyor. Sözün özü, özün sözü adlı, özlü sözlerden oluşan
kapsamlı bir dosyama yeni eklerle devam ediyorum. Zaman zaman sanatsal
etkinliklerde de sorumluluklar aldığım oluyor. İzmir yaşamım genel olarak bu
çerçevede devam ediyor.
Bu etkinliklerle
ilgili bir anım ve daha önceki köy öğretmenliğimden bir anımı paylaşmadan
geçemedim.
TÖBDER yönetimindeyken
pek çok sanatsal etkinlik düzenlerdik. Özellikle müzik ve tiyatroyla ilgili
olurdu bu etkinliklerimiz. Bu sanatsal etkinliklerden rahatsız olan yöneticiler
etkinliğin tam ortasında elektriği kestirir, etkinliği sekteye uğratırlardı.
Yazarlar Sendikası İzmir Temsilcilik görevindeyken, yine İzmir’in Bademler
Köyünde şiir etkinliği düzenlemiştik. Salon ağzına kadar izleyiciler tarafından
doldurulmuştu. Sahneye çıkan şairler konuşmalar yapıyor, şiirlerini okuyorlardı.
Sıra bana geldi. Elimde şiir kitabım, mikrofonu elime aldım. Daha ilk dizemde
elektrikler kesiliverdi. Geçmişteki gibi öfke, boğazımda bir eziklik duygusuyla
düğümlendi. Şaşırmıştım. Ezberimde tutamayacak kadar çok şiirim vardı. Birden
bire eski siyasi elektrik kesintileri geldi aklıma. Öfkeyle. “Arkadaşlar,
dostlar, bu ülkeye bir gün demokrasi gelecek ve o demokrasiyi bu toplum söke
söke getirecektir,” dedim. Aniden elektrikler geldi ve salondakiler ayağa
kalkarak alkışlamaya başladılar.
Bir dağ köyünde öğretmenim. Kadının biri rahim kanaması geçiriyor. Kanama bir türlü durmuyor. Hastaneye yatırdık. Sonradan anlattı. Ayağa kalkacak duruma gelince tuvalete gitmiş. Boy aynasında birini görmüş ve “Bacı senin neren ağrıyor” demiş. Cevap alamayınca bir daha sormuş. Bize anlattığında bizden çok kendisi gülüyordu.
Zeynel Güney
O GELEN YEDİNCİ VAPUR
Bu saydığım kaçıncı
dalga
Ah rüzgâr
Martılar senden
huzursuz
Bırak denizi
çırpındırmayı
Aman dalga canım
dalga
Gelenim var ne olur
O gelen yedinci vapur
Yanında üstünde
martılar
At voltanı
Bir oyana bir bu
yana
Geri dön içi boş
geldiysen
O gelen yedinci
vapur
Yanında üstünde
martılar
Canım vapur
Güzel vapur
İçinde al yazmalım
mı var
NURKAN
GÖKDEMİR
NE ÇOK BEN
Ah!..
farkında mısın hiç?
ne çok ‘ben’ diyorsun
sen’i kutsayan ve aklayan! ben…
ne çok ‘sen’ diyorsun
ben’i aşağılayan ve suçlayan, sen!
ve ne çok o(nlar)…
canı kanı ötekileştiren
bölüp ayrıştıran o(nlar)!..
ne de az ‘biz’siz’ diyorsun
-hep-eksik kuruyorsun cümleyi!
ah!.. öz’den biz’den uzak
bu tekil tehlikeli özneler ki
biz’i binbire bölen ve ayrıştıran
çoğlanan kem/ karanlıklarını
yalnızlık uçurumlarını yaratan
o güzel soylu öz’den
o güzel soylu biz’den
nasıl da uzaklaştıran
Hızır İrfan
Önder
ZORDAYIM
Aklımdan geçip duruyor
Militan düşünceler
Bendini yıka yıka!..
Yaralı, mahzun serçe
Konar mı masum düşlerime
Şehri İstanbul’da?..
Hiç geçmedim, inanın hiç geçmedim
Eleğimsağma köprüsünün
Ne üstünden ne de altından…
Şimdi emekliyim Tanrım, zordayım
İstediğim gibi sürdüremiyorum hayatımı
Yedim, bitirdim anılarımı!..
Şiddetli diş ağrısı bile seni
unutturamadı bana
Gel de dinsin sancılarım, bitsin
acılarım
Bahar yorgunluğuna razıyım. Gecikme!..
Kalbimi öptü ölüm, yorgun ve kırgın
kalbimi
Bana söyleyin hele, söyleyin!
Azrail üzülür mü aldığı candan?..
Nurbanu Kablan
BORÇ
rüzgârın ensesinde
soluğum
alıp götürsün diye
sözlerimi suya
okunaksız yazımı
bıraktım
yırtılıp atıldı
mektubu kalbimin
kime dokunsam derim
çatladı
göğsümde obruk
seslerin enkazı
göl kenarında çöl
rüzgarı bu uğultu
önümde uzadı vahasız
bir yazı..
patika yolların
vazgeçilmez keçisiydim
tutmasam yüreğimi
düşecekti uçuruma
yürüdüm inadımın
gölgesinde
harfler dikerek
boşluğuma
suskunluğun ayazı
vurdu içime
üşüdüm de türkülere
sarındım
dağların türküsüydü
beni çağıran
acıyla dökülen
kayaların ağzından
kasaba yalnızlığına
doğmuş kara kızdım
ışığın ecesi olayım
diye adım Nurbanu
konmuş dalına bu hüzün kuşu
uçtu yıllarca aramak için anlamı
ben karaydım, hayat
benden de kara
kaç kez vuruldum,
bir yarayı aldım
başka bir yaranın
yanına koydum
ey hayat sana
borcumu ödedim…
1 Ocak 2024 (Valserhone)
Fazilet Özkan Por
BAHAR’IN KIŞI
Dalıp gitti yine çocukluğuna. Eski
yılları, eski günleri ne çok düşünür olmuştu son zamanlarda. “Yaşlanıyor
muyum?” diye düşündü; sanki yaşını bilmiyormuş gibi. Yıllar ne çabuk geçiyor ne
çok iz bırakıyordu ardında…
Altmış yıl önce yaşadığı o günlerleydi
yine. Hanımelinin sokağa yayılan muhteşem kokusunu içine çeker gibiydi.
Sevinçli, coşkulu o güzel günleriyle… O büyük acısı, kederi, yürek yakan
mutsuzluğu… Yıllar önce yaşanmış, eskimeyen, eskitilemeyen taptaze anıları…
Gönül sandığına kilitleyip beraber büyüdüğü, yaşadığı onca şeyi... Buğulu
gözlerinin önünden bir bir geçti tüm çocukluğu.
Bahar’dı adı. Küçücüktü.
Ya Yaşadıkları... O çocuk yaşına
bakmadan nasıl da çabucak büyümüş, çocukluğu uçup gitmiş, yok oluvermişti.
Memur olan babası, ev hanımı annesi,
kendinden küçük üç kardeşiyle, Ankara’da kendilerine ait üç katlı bir evin en
üst katında yaşıyorlardı. Camlarının önünde dizi dizi pembe, erguvan, beyaz
renkli sardunya saksıları… Babasının kendi elleriyle diktiği meyve ağaçlarıyla
yemyeşil, annesinin mis kokulu gülleriyle rengarenk, aşkın, sevginin,
bağlılığın simgesi hanımelinin muhteşem kokusuyla bahçeleri. Yoldan geçenin
bakmadan edemediği, komşuların imrenerek söz ettiği yaşam dolu bir ev.
Mutluluğun, sevginin buram buram sokağa taştığı bir ev.
Babası Mehmet Ali Bey, hafif dalgalı
kumral saçlarıyla vardı, doğuştan sakarı yaşlı gösterse de genç, yakışıklı bir
adamdı. O gençliğine iki kız, iki erkek dört çocuk sığdırmıştı. Bahar dokuz, Savaş yedi, Ahmet dört ve Melis
iki yaşındaydı. Üstlerine titrerdi çocuklarının… Söyleyemezdi de iri kahverengi
gözlerinden yüreğini okur, anlardı çocuk aklıyla o sevgiyi Bahar. Yumuşacık
babasının sevgisini...
Annesi Ferda Hanım, gülünce gözlerinin
içiyle gülen, güzeller güzeli genç bir kadındı.
Kocasının aksine, ufak tefek boyuyla uyumsuz görünürlerdi ya. Sonsuz
dostlukla, anlayışla, ışıl ışıl sevdayla bakardı gözleri birbirlerine. Dört
çocukla ve ilk günün heyecanıyla yürüyen on yıllık evlilikleri ne de güzeldi.
****
Birkaç aydır hastaydı Mehmet Ali Bey.
Gitmediği hastane, görünmediği doktor kalmamıştı; koskoca Ankara’da. Kimi
doktor “Bir şeyin yok” diyor, kimi zayıflığına bağlayıp şarap içmesini, kimi de
kaplıcaya gitmesini öneriyordu. Karın ağrısıydı; tek belirtisi, adı bilinemeyen
bu illetin!.. Ama hastaydı işte!
İçkiyle başı hoş değildi oldum olası.
İş arkadaşlarına “hoş geldin!” ya da “güle güle!” gibi özel yemekler değilse,
öyle masalarda görünmezdi hiç. İçmezdi yine doktor zoru olmasa. Oysa ilaç
niyetine öğle yemeğinde yüzünü buruşturarak içtiği bir bardak şarap da gittiği
kaplıca da iyi gelmemişti. Umarsızdı. Artan sancısı, yedirmiyor, içirmiyor,
zayıf bedenini eritiyordu; gün be gün.
İşyerinde çalışmayla, arkadaş
sohbetiyle geçen gündüzleri kolaydı. Akşam evde, çocuklarla geçen saatleri de
güzeldi. Hele Savaş’la, Ahmet’le şakacıktan tuttukları güreşler. Kapıdan girer
girmez boynuna atlarlardı yatırmak için yere de zor değiştirirdi üstünü. Melis
de kucak isterdi hemen ağabeylerinden fırsatı koparınca. O eğlenceli saatler
unutturuyordu sancısını da kendini de.
Ya geceler. Acılı, huzursuz, olmayan
sabahların uzun geceleri… Ve ağaran günle fırlardı yataktan. Çabucak
hazırlanır, bir şeyler atıştırırdı hazırlanmış kahvaltıdan; karısının zoruyla.
Sonra da çıkardı evden işine gitmek için.
Uykusuz, yorgun bir gün başlamıştı yine.
Güzel olan, büyük kentte yaşayıp, ulaşım
sorunu olmamasıydı. Zaman zaman gittiği şehir dışı görevi için verilen araba
ile rahatça gider gelirdi işine.
****
Hidroelektrik santralinde çalışmıştı;
Ankara’ya gelmeden önce. Dağ bayır demeden, yolu izi olmayan yerlerde at
sırtında kamulaştırma yapmıştı. İşini severek yapan, usta bir topoğraftı.
Bitmişti baraj inşaatı. Şehir dışı görevi de azalmıştı artık. Azalmıştı
azalmasına da yoruluyor, zorlanıyordu son zamanlarda. Evine gelmek, ailesiyle
olmak istiyordu. Otel odalarında değil, sıcak yatağında yatmak istiyordu
akşamları artık. Bu yüzden Ankara’daydı. Kendi isteğiyle yeni atanmış, büroda
işe başlamıştı; koşullarının rahatlığı nedeniyle.
Öğrenciliğinde en sevdiği dersti
matematik. Tam istediği gibi matematik yoğunluklu işindeki titizliği, hastalığı
yokmuşçasına çalışkanlığı, dürüst kişiliğiyle sevilen biriydi. Hasta olduğunu, kaç doktora gittiğini ama bir
tanı konulamadığını biliyordu arkadaşları. Onların, “Rapor al, gelme işe,
dinlen” uyarılarını duymazdan geliyor; solgun, acılı yüzüyle, uykusuz, yorgun
bakan gözleriyle iyi olduğunu söylüyordu. Kimseyi inandıramadığını bilmez miydi,
bilmezden mi geliyordu?
Günler günleri deviriyordu böylece.
****
Ticaretle uğraşan, çevresi geniş, sözü
geçer Nuri amcası, çok sevdiği yeğeni için iyi bir doktor arıyordu; ne
zamandır. Mehmet Ali başkaydı gönlünde. Ortaokul için gelmiş, liseyi bitirinceye
dek evinde kalmış, iyi huyu ve çalışkanlığıyla amcasının vazgeçilmezi olmuştu.
Kendinden küçük iki oğluna ağabeylik yapıp, az mı kollayıp, korumuştu! Ailenin
üçüncü oğluydu O. “Ayşe abla” dediği yengesi de oğullarından ayırmaz, çok
severdi. Bu büyük oğul hastaydı işte! Ve
gidilen doktorlar bir tanı koyamamıştı. Zaman yitirmeden, derdine umar olacak
iyi doktor bulunmalıydı. Hastalığı konduramıyorlardı otuz iki yaşındaki bu
delikanlıya. Öyle gençti ki !..
****
Gülhane Askeri Hastanesine gidildi sonunda.
Hastanenin başhekimi ve gastroenteroloji uzmanıydı; alanında, Ankara’nın en
iyilerinden olduğu söylenen doktor.
Randevu günü, amca ile birlikte, sabah
erkenden gittiler; hastaneye umutla. Orta yaşlı, güleç yüzlü, bakışıyla,
konuşmasıyla, hastaya da yakınına da güven veren, babacan bir albaydı doktor.
Önce sorunu dinledi. Daha önce yapılan tahlillerin sonuçlarını inceledi. Sonra,
iyice muayene etti. “Hastaneye yatırıp kontrollerini yapmalıyız, belki bir
ameliyat gerekebilir” dedi. Yüzünden anlaşılmıyordu, ama “Hemen hazırlığınızı
yapın, yarın gelin yatıralım.” demesinden ciddi bir şeyler olduğunu sezmişti
Amca. Doktora teşekkür edip çıktılar.
****
Gözü yolda, kulağı kapıda, içi içine
sığmaz, iyi haber bekliyordu, Ferda evde. Hastaneye yatırılacağını, belki de
ameliyat olabileceğini duyunca çok üzüldü. Esmer yüzü sarardı, allak bullak
oldu. Kurudu, düğümlendi boğazı... Bilemedi ne söyleyeceğini ne düşüneceğini.
Üzüntüden, sıkıntıdan cız etti yüreciği. Nasıl yanmasın, nasıl üzülmesin ki!
Evin sorumluluğu bir yana, dört küçük çocukla ne yapardı bir başına? Nasıl
ilgilenebilirdi hasta kocasıyla? Ameliyat gerekirse, hastanede nasıl kalırdı;
evde bırakıp çocuklarını? Uzakta yaşayan annesi gelemezdi ki. Hastaydı o da. Ne
yapar yapar, gelirdi belki de. Okullusu
ayrı, evdekiler ayrı, nasıl baş ederdi onca çocukla? Sorularıyla başı dönüyordu
kadıncağızın. Amca anlamıştı; Ferda’nın gece karası, ceylan bakışlı
gözlerindeki acıdan neler düşündüğünü. “Yalnızca çocuklarla ilgilenmesini,
kocasının hastanedeki işlemleri, hatta ameliyat olursa bakımıyla ilgili
gerekenleri kendisinin çözeceğini” söyledi. Sakinleştirmeye çalıştı sevdiği
gelinini. Hastane için gereksinimlerini sordu?
Hayır yoktu. Birkaç gün yatıp çıkacaktı, nasıl olsa. Sabahtan beri
yorulmuş, acıkmışlardı. Yeğeninin yemek davetine, işleri nedeniyle teşekkür
edip sabah erkenden görüşmek üzere ayrıldı evden.
Hastaneye, yine kendi arabasıyla götürecekti.
Amca çıktıktan az sonra, ilkokul üçüncü
sınıfa giden Bahar ile birinci sınıftaki Savaş, evin yakınındaki okullarından,
öğle yemeğine geldiler. Ahmet ve Melis, zil sesiyle, oyunlarını bırakıp kapıya
koştular. Babalarının durumundan habersiz, her zamanki itiş kakış başlamıştı
yine. Çocuklar için, bugünü dünden ayrı kılan ne vardı ki? Ferda, hazır olan
yemekleri ısıttı. Kocası çok iştahsızdı ya bol limonlu şehriye çorbasına hayır
demezdi nasıl olsa. Yanında da İzmir köfte vardı çok sevdiği. Çocukların
iştahla yediği yemeklerin tadına bakmış, yalnızca yer gibi yapmışlardı karı
koca. Geçmiyordu boğazlarından bir kaşık çorba bile bu üzüntüyle. Yemekten
sonra büyükleri okula, küçük çocukları da oynamak için odalarına göndermişti
anneleri. Yemek masasını toplayana kadar ayakaltında dolaşmasınlar da. İşi
bitince öğle uykusuna yatırırdı.
****
Günlük işler bitmiş, çocuklar uykuya
yatmış, kafalarındaki bin bir soruyla baş başa kalmışlardı Ferda ile Mehmet
Ali. Birbirlerine belli etmek istemiyorlar ama düşünceliydiler. Çok üzgündüler.
Neden hastaneye yatması gerekiyordu? Alt tarafı bir karın ağrısı! İlaç tedavisi
olmayan bu hastalığının adı n’ola ki? Kaç gün yatacaktı? Ameliyat olacak mıydı?
Karısı çocuklarla bir başına nasıl yapardı? Dışarıdaki alışveriş dünyası, liste
yapmaktan öte olmamıştı hiç. Neydi bu başlarına gelen? Sonu olmayan, upuzun, düğüm düğüm kocaman
sorular yumağı… Yanıtını bulamadıkları sorular havada uçuşurken, hastane için
akıllarına gelenleri küçük bir çantaya yerleştirdiler. Unuttukları olursa, amca
oradaydı.
Nasıl geçti zaman anlamadılar telaştan,
sıkıntıdan. Saat dört olmuş, çocuklar okuldan gelmişlerdi. “Bugün, akşam
yemeğini önceye alıp, erken yatmak gerek” diye düşündü Ferda. Amca
bekletilmemeliydi. Yemek yapamayacaktı. Kaskatı olmuştu; üzüntüden her yanı.
“Öğlen yediklerimize yoğurt ilave ederim” dedi; kendi kendine. Masayı
hazırladı. Bahar ve Savaş’ın nefes nefese, heyecanla, birbirinin sözünü keserek
anlattığı, okul günlüklerini dinleyerek yediler yemeklerini. Karı koca,
birbirlerini kandırıp, yermiş oyunu oynadılar öğle yemeğindeki gibi. Yemekten
sonra Ferda, masayı toplayıp bulaşıkları yıkamak için mutfağa, çocuklar da
yatma hazırlığı yapmak üzere odalarına gittiler. Okuldan gelince zaten az olan
ev ödevlerini yapmış, babaları da son gözden geçirmeyi bitirmişti. Anaçtı,
keskin bakışlarından, koyduğu kuralların ödünsüzlüğü okunurdu annelerinin
yüzünden. Yemek sonrasına ödev bırakamazlar, kitap okurlardı yalnızca.
Bahar, Savaş ve Ahmet aynı odada
kalıyorlardı. Bahar, Ahmet’in pijamalarını giymesine yardım etmişti, anne
havalarında. Onun mızmızlıklarını duymazdan gelirdi hep. Savaş kendisi
giyebiliyorsa O da giyerdi. Büyümüş, Melis’in ağabeyi olmuştu ya!
Hazırlıklarını bitirip yataklarından babalarına seslendiler; her akşam olduğu
gibi. Gece sütünü babalarının elinden içeceklerdi yine. Mehmet Ali Bey, Melis
bebeğin pijamalarını giydiriyordu kendi yatak odalarında. Odasını
ayırmamışlardı daha. İşini bitirip, elinde sütlerle geldi. Şimdiye dek
yaşamadığı duygularla dopdoluydu. Düşkündü çocuklarına oldum olası ya. Daha bir
sevgiyle, sıkıca sarıldı, koklayarak öptü, üstlerini örttü. Işıklarını söndürmeden,
kapıda durdu, uzun uzun ve hüzünle baktı. Yanlarındaydı çocuklarının ama
şimdiden özlediğini duyumsayarak baktı. Yarın evde olamayacak, çocuklarını koklayamayacak,
onları öpemeyecekti. Yüreği buruk çıktı odalarından. Hazırlanıp yattı. O arada
işini bitiren Ferda da geldi. Konuşmadan, konuşamadan, sessiz, çığlık çığlığa
yattılar karanlıkta.
Karı kocanın yığın yığındı düşüncesi.
Bu hastalık da nereden çıkmıştı genç yaşta? Ne güzel hayalleri vardı oysa? Daha
birbirlerine doyamamışlar, aşklarını yaşayamamışlardı. Ayrılık yoktu evlilik
yeminlerinde. Hastane bile ayırmamalıydı onları. Çocukları vardı birlikte
büyütecekleri. Dördü de küçük, çok sevdikleri çocukları…
Bungundu yürekleri, bulut bulut keder
yüklüydü duyguları. Ağırdı, eziyordu ikisini de.
Uykusuz bir gecede, zifiri karanlıkta,
geçmek bilmeyen saatlerle sabahı aradı durdular.
Zor oldu sabah.
Önce Ferda kalktı. Kahvaltı hazırlayıp
eşini ve çocukları kaldırdı. Güle oynaya kahvaltı yaptılar. Bahar ile Savaş,
hastaneye gidecek babalarına sarılıp, elini öperek okula gitmek için evden
çıktılar. Küçükler itişiyorlardı yine. Oyuncak kavgasıydı; hiç bitiremedikleri.
Sevgiyle, hüzünle içi buruk uzun uzun baktı yavrularına yine. Gözleriyle
okşadı. Doymazcasına… Ve unuttuğu hastalığını anımsayıverdi acıyla. Oysa biraz
önce hep birlikteyken ne güzeldi! Çocukların neşesi her şeyi unutturuvermişti;
hem ona, hem karısına.
Kapı çalındı. Gelen Nuri Amca’ydı.
“Hazırsan çıkalım” dedi; eve girmeden.
Ferda’nın gözleri buğuluydu; ayrılık
zamanı. Vedalaşıp ayrıldılar evden.
****
Hastane kayıt kabul bölümünde, yatış ve
doktorun istediği tahlillerle ilgili işlemleri yaptırdılar. Amca eşyaları odaya
yerleştirecek o da kan verecekti. Sonra da diğer tahlilleri yaptıracaktı
sırasıyla.
Amcanın işi bitmişti yarına kadar. Ayrıldılar.
Doktorun istediklerini tamamlayarak,
yatacağı odaya girdiğinde kopkoyu bir yalnızlıktı duyumsadığı. Yıllarca kaldığı
otellere benzemiyordu bu hastane kokulu oda. Karısını, çocuklarının neşesini,
yuvasını düşünürken yatağında uyuya kaldı yorgunluktan.
****
Yatan hasta olduğundan, laboratuvar ve
radyolojik işlemlerde öncelikliydi. Hem bekletilmiyor hem de saat önemsenmiyor
gereken yapılıyordu… Üstelik başhekimin hastası olduğundan çok ilgi görüyordu.
Nuri Amca öğleden sonra geldiğinde, tüm tetkikleri
tamamlamış, sonuçlarını bekliyordu odasında.
Sevindi; amcasını görünce. Can
taşımıştı canına dışarıdan. Ama anlıktı sevinci. Kısacıktı.
Şimdi, konuşan amcayı duymadan
dinliyor, sıkıntıyla boğuluyordu.
Uzadıkça uzayan zaman geçmişti sonunda.
Elinde tüm tetkik sonuç raporlarıyla doktor odadaydı. Hastaneden çıkmadan
durumu bildirmek istemişti. Nefes bile almaya korkarcasına gözünün içine
bakıyorlardı. Acaba?
“Ameliyat!” dedi. “Bence, en kısa
sürede, hatta pazartesi günü. Benim ailemden birisi olsanız da zaman
kaybetmeden aynı şeyi isterdim. Ama karar sizin. Sabah vizite için geldiğimde
sonucu bildirirsiniz” dedi; çıktı odadan.
Perşembe idi günlerden.
****
On gün sonra evindeydi. Ameliyat
olmuştu.
Kalın bağırsak kanseri tanısıyla.
Yapılacak hiçbir şey kalmadığı için çok
kısa sürmüştü ameliyat.
Doktorların, “en fazla iki ay yaşar
ama…” dediklerini ne yeğenine ne de Ferda’ya söylemişti Nuri Amca. Karnındaki
ur alındı, kısa sürede iyileşecek; heyecanındaydı onlar.
Bir aydır yatıyordu evde; umutla. Ama
zaman zaman umutsuzluk yaşamıyor da değillerdi karı koca. Hiçbir kısıtlama
yoktu, “Canı ne isterse yiyebilir.” demişti; son muayene için eve gelen doktor.
Hastalığının her aşamasında ilgisini
eksik etmeyen Amca, ameliyat sonrası da sık sık ziyarete geliyordu. Bu
gelişinde, yeğeninin durumunun iyi olmadığını sezip, çocukları kendi evine
götürmek istediğini hemen hazırlaması gerektiğini söyledi Ferda’ya.
Aceleyle hazırlık yapıyor, bir yandan
da yengesini yormaması, kendisini aratmaması, kardeşlerine analık, ablalık
yapması konusunda öğütler veriyordu, çocuk yaştaki kızı Bahar’a. Gitmeleri
gerekti. Çünkü babasının sessizliğe ve bakıma gereksinimi vardı. Savaş ile
Ahmet’in yaramazlıkları babalarını, o sakin babalarını çileden çıkarıyordu son
zamanlarda. Bebek Melis’in huysuzluğu da cabası. Çok yorulmuş, yaşadıklarından
bunalmıştı Ferda.
Böyle söylemişti annesi Bahar’a. Hem
okullar da kapanmıştı. Sınıfını geçmiş, dördüncü sınıf olmuştu. “Yaz tatilini
hak ettin artık” demişti.
İnandı söylenenlere küçücük aklıyla Bahar.
Nuri Amca’nın evi, bakımlı bahçesiyle
iki katlı çok güzel bir evdi. Çeşit çeşit meyve ve söğüt ağaçlarının arasında
bir çiftlik evi. Hep sevmişti; evi de akranı olan iki kızlarını da. Hele Ayşe
yengesi. Güler yüzlü, çocukları gözleriyle okşayan, sevgi dolu bir kadındı.
Yemeklerine de bayılırdı üstelik.
****
Bir hafta kaldılar Amcalarında. El
üstünde tutulup çok eğlendikleri bir hafta. Amcasının kızları öyle güzel
oyaladılar ki kardeşlerini, Bahar’a hiç yük bırakmadılar.
Akşam yemekten sonra “Anneniz sizi
özlemiş; artık gelmenizi istiyor” dediler.
Eve getirirken de bir şey söylemedi amca.
Kapıyı açan annesinin, yaşlıydı
gözleri nedense. Bir anlam veremedi,
babasının odasına koştu Bahar. Odaya, boş yatağa bakıp ne düşüneceğini
bilemeden ‘’Babam” dedi. Sessiz, ürkek, korkak, fısıltıyla.
Ne bilebilirdi ki? Ölümü nereden
bilebilirdi? Babasının yakın arkadaşı avukat İbrahim Bey Amca, bir ay önce
ölmüş çok üzülmüştü babası ve annesi. İlk o zaman anılmıştı evde ölüm. Anlamını
tam kavrayamadan dinlemişti konuşulanları.
Kendilerinden uzakta bir ölümdü o da.
“Baban
yok artık, toprak aldı onu” dedi annesi yavaşça, arkasından sarılarak.
Yer sallanıyor, toprak kayıyordu;
ayaklarının altından ruhundaki depremle. Acıyla, bomboş baktı. Boğularak baktı.
Görmeden bakarken boşluğa. Dünyası karardı gözlerindeki yaştan, hıçkırıktan.
Sarıldı annesine. Ağladı, ağladı,
ağladı…
Her şey değişmiş, mutlu günler bir anda
uçup gitmişti.
Ölüm yokluktu...
Ölüm karanlıktı, kocaman kör bir karanlık…
Ölüm, babasızlıktı.
Babasızdı; Bahar artık.
Hakan
ŞENOĞLU
UMUDA
YOLCULUK
Dünüm yok, gecelerim hayale batar
Gündüzüm yok, yarınlarım umudun
yolcusu.
Zamanım yok, zamanım akrebin
kıskacındadır
Yelkovanım yok, saatlerim umudun yolcusu.
Gidenim yok, kalanım hatrıma kalır
Hatıram yok, kalanım umudun yolcusu.
Çizgim yok, çizgiler gelip geçer
Çizilenim yok, yazdıklarım umudun
yolcusu.
Suat Gürbüz
AHLAR HEYBESİ
topallayan sezgimle
buldum samimi sözlerini
koşsam geçmişe ve
seni orada arasam
gözyaşlarıma düşmüş
bir sevda acemisi
yüzmeye çalışır,
senin kıyına yanaşsam
yokuşunda taşıyorum
ahlar heybesini
sevda açlığımda
katığımsın anlasana
düzlüğümde gülüşün
karşılıyor beni
yarını gıdıklıyoruz
bizi sakın unutma
güneşin kucaklıyor
kimsesiz gölgemi
uzayıp kısalıyor
kalabalıkların boyu
akşam olsun diye
çalışmıyor canevimdeki işçi
gözlerindeki
göllerden topluyor can suyunu
Muhittin Çoban
MAPUSTAN YAZAR ÇIKMAK
Mahpus edebiyatçısı
Yayıma Hazırlayan: Seçkin Zengin
Doğrusunu söylemek gerekirse benim için
kimin ne söylediğinin önemi yok. Ama siz yine de böyle söylediğime bakmayın,
önemi yok olduğu kadar önemi var aslında. Olmasaydı bu yazıyı yazma gereksinimi
duymazdım herhalde. Ha mahpus edebiyatçısı desinler ha dışarı edebiyatçısı,
önemli olan kişinin biraz da kendini nasıl tanımladığıdır. Ben kendimi açıkçası
yazım emekçisi olarak tanımlıyorum; bunu baştan söylemiş olayım ki karışıklık
çıkmasın.
Siz kendinizi mahpushane edebiyatçısı
olarak mı görüyorsunuz gibi sorularla çok karşılaştım. Gayet normal bu soru.
Bir insanın uzun yıllar mahpus hayatı olursa, orada bir şeylere başlayabilir.
Kimi mahpuscular boncuk işleri yapıyor. Harıl harıl boncuktan cüzdan, çakmak
kılıfı, kalp, çanta gibi şeyler üretip satıyorlar ve fena da olmuyor, üç beş
kuruş kazanıyorlar. Kimileri saz çalmasını öğreniyor, müzisyen oluyor, beste
yapanlar çıkıyor. Kimileri resme yöneliyor. Bunlardan birini seçebilirdim. Ben
edebiyatı seçtim. Mahpus daha çok onurlu insanların evidir. Mevcut sistemle
çelişkisi olan, çatışan insanlar içindir.
Seçkin Zengin, bu konuda bir dosya
hazırladığını ve benim de yazmamı istediğinde, hiç hayır demedim, vaktim yok
gibi mazeretler bulmadım. Çünkü bu konuya açıklık getirmek, böylesi manasız bir
tartışmayı bitirmek gerekiyor kanısındayım, yoksa uzayıp gidecek, tıpkı “Sanat
sanat için mi, sanat toplum için mi” tartışması gibi.
Bana mahpus edebiyatçısı da
diyebilirsiniz, ne var bunda? Gocunmam! Kimimiz dışarda, kimimiz içerde
başlayabilir yazmaya. Burada önemli olan yazma sürecine girmiş olmak değil mi?
Ben de bu sürecin içinde yürüyenlerden
biri oldum.
Yazma girişimim mahpusla sınırlı
kalmadı. Hatta mahpustan çıktıktan sonra daha üretken olduğumu söylüyorum her
yerde.
Yazmak bir sevinç, kendimi iyi hissetme
odası, söyleyeceklerimi cesurca söyleme platformu, terapi kliniği.
Daha ne olsun?
Açıkçası, bir gün benim yazmaya
yöneleceğim, edebiyatçılar safında yer tutacağım aklıma gelir miydi? İnanın
gelmezdi.
Herkes gibi derdim ki kendime, edebiyat
kim sen kim?
Bunu kendimi bildiğim için söylüyorum.
Edebiyat bana henüz keşfedilmemiş yıldızlar kadar uzaktı da ondan.
Ha, bir dönem yazmaya heveslenmiştim.
Çok okuyan biri değildim ama hiç okumayan biri de değildim. Belli başlı çizgi
romanları zevkle okurdum. Mizah dergileri de okurdum. Gırgır’ın orta sayfasında
mizah öyküleri olurdu. Harika öykülerdi onlar. Bir gün ben de yazayım dedim,
bir heves sardı beni.
Ne yazdım inanın anımsamıyorum.
Yazdığımı gönderdim mi? Hayır! Cesaret
edemedim.
Yazdığım o iki sayfalık öyküyü sonra
okuyunca bu benim işim değil dedim, süratle bıraktım.
Babama sorsaydınız benimle aynı kanıda
olduğunu görecektiniz.
Dersleri spor toto gibi olan öğrenciden
edebiyatçı mı çıkar? Elbette çıkmaz! Anneme sorsaydınız da aynı tepkiyi
alırdınız.
Çok iyi anımsıyorum. Bir ayazlı kış
günüydü. Odun sobası gürül gürül yanıyordu. Sobanın yanındaki mindere
oturmuştum, elimde ders kitabı. Sözde okuyup ezberleyeceğim öğretmenin verdiği
ödevi. Derste hoca tahtaya kaldırdığında en azından konuyu özetleyebileyim. Ama
benim gözüm kulağım konuşulanlarda. Annem ne yaptı biliyor musunuz? Elimden
kitabı aldı. Az kalkar mısın oğlum dedi. Kalktım. Altıma kitabı koydu, hadi
otur dedi.
Sen okumuyorsun bari popon okusun demek
istemişti.
Böyle bir çocuktan edebiyatçı çıkar mı? Çıkmaz!
Zorlasanız da çıkmaz.
31.12 1980 yılına kadar okuduğum kitap
sayısı beş taneyi geçer ya da geçmez. Üstelik bu tarihe kadar üç kez mahpusa
girdim çıktım. Yirmi bir gün, elli bir gün, altı ay yatıp çıktım. En
sonuncusunda on yıl sekiz ay yattım. Az mı, az değil!
Bu yattığım süre içerisinde de
kitaplarla iletişim kuramadım.
Ne ben kitapları sevdim, ne kitaplar
beni. İki düşman kardeşler gibiydik, bir türlü yüz yüze bakamıyorduk. Bir
kitabı elime aldığımda ruhum daralıyordu, daha üçüncü sayfasında aklım başka
yerlere gidiyor, olmadık şeyleri düşünüyor, sıkılıyor hızla uzaklaşıyordum.
Bahçeye çıkıyor ya biriyle volta atıyor, akşamüzeriyse voleybol oynuyordum.
Bunlar bana iyi geliyordu.
Mahpus da en çok okuyanlardan biri Erkan
Kayılı’ydı. En kalın kitabı üç günde bitirirdi. Birlikte Mahir Çayan’nın
resimlerini yapardık. Bunu sevmiştim ama yaparken şunu diyordum: “Resim de bana
göre değil.” Okumam için çok zorlardı Erkan Abi. Zorlamakla olmuyordu, hadi oku
demekle hiç okunmuyordu.
En son mahpusa girdiğimde koğuşlar
cıscıbıldı.
Her şey alınmıştı idare tarafından,
kitap rafları bile, televizyon da. Yeri öylece boş duruyordu. Bir gün gelecek
diye yeri sökülmemişti. Koğuş temizliği yapıldığında yerinin tozu alınırdı.
Yemekhanenin bir köşesi erzakla dolu olurdu. Her türlü tahıl vardı. Mutfak
tezgâhın altında ise yağlarımız, salçalarımız, turşumuz olurdu. Yemeği kendimiz
yapardık. Hepsi idare tarafından alınmıştı. Faşist cuntalı yıllardı.
Cunta sadece dışarıdakiler için
gelmemişti, mahpustakiler için de gelmişti.
Mahpusta mahpustuk, iki kere hapsolmak!
Gazeteler ya verilmiyordu veya pencere
açılarak veriliyordu. Kendilerince sakıncalı olan haberler kesiliyordu,
okumamız istenmiyordu. Görüş günleri iki hafta da bir oluyor, o da on beş
dakika ve soyadı tutması gerekiyordu.
Zorun zoru günlerdi. Savunmasızdık,
orantısız güç içerisindeydik. Duvar
dibinde sıralandığımızda kurşuna dizilebilirdik, korunacak hiçbir şeyimiz
yoktu. Zira hepimiz politik esirlerdik.
Her şey işkence, her şey kişiliksizleştirme
aracıydı mahpusda.
Vatan hainiydik, Anayasayı yıkmaya
çalışanlardık. Islah edilmeliydik. İstiklal Marşını okumak, spor yaptırmak, tek
tip elbise giydirmek, kitap okutturmamak, televizyon izletmemek, havalandırma
cezası vermek…
Vatan hainiydik ama vatanı kimseye
satmamıştık. Bize vatan haini diyenler topraklarımızı parsel parsel yabancı
firmalara satıyorlardı, eldeki mevcut firmaları yabancı sermayeye kelepir
fiyatına veriyorlardı ve Nato üstleri kurulmasında sakınca yoktu. Anayasayı
yıkan yine bizi yıkmakla suçlayanlar oldu. 61 Anayasasını yıkıp yeni Anayasa
hazırladılar ve çaresiz halka onaylattılar.
Mahpusta alınan haklarımız geri
alınmalıydı. Yaşamak için bunlar gerekli değildi ama onurlu yaşamak için bu
gerekliydi. Haklarımız gasp edilemezdi.
Dilekçeler yazılıyordu, yetkili
bulduğumuz da istemlerimizi sıralıyorduk.
Yaşam koşullarımız tez elden
iyileştirilmeliydi. Yoksa kafayı yemek elden bile değil.
Sonuç vermeye başlıyordu.
Önce çizgi romanlar, fotoromanlar
verildi. Ardından pembe romanlar…
Tüm bunlar aylara dağılan mücadele
sonucunda gelişti, alındı.
Hiç okumayan ben harıl harıl pembe roman
okuyordum.
Derken, mafya türü romanlar verilmeye
başlandı. Ona göre siparişler veriyorduk ailelerimize. Hiç unutmam, ilk
okuduğum mafya romanı Mario Puzo nun “Baba” adlı romanıydı. Muhteşemdi!
İnanamıyordum, iki günde okumuştum.
Okudukça açılıyor, açıldıkça okuyordum.
Agasta Christie’ nin romanının biri
bitiyor birine başlıyordum.
Dünya klasikleri verilmeye başlandı.
Kitap sorumluluğunu üstlendim bu arada.
Kitapları dağıtmakla yetinmiyordum, sürede veriyordum. Süreyi bir gün aşanlara
hoş görü gösteriyordum ama iki gün, üç gün aştı mı kitabı alıyor, sıradakine
veriyordum, çünkü kitap bekleyen çoktu.
“Üzüm üzüme baka baka kararır” der ya
bir atasözümüz, ne doğruymuş meğer.
Mahmut Aslan’ın Aziz Nesin romanlarını
okumasına hayrandım. Sanki yaşıyordu. Her konuya göre yüz hatları o anlamı
alıyordu. Hele okurken ki o gülüşü…
En kalın kitap üç günde biterdi. Daha
erken de bitirebilirdim elbette, ama insanın başka şeylere de ihtiyacı vardı.
Televizyonumuz da verilmişti. Akşamları izlerdik. Keyifli olurdu. Sonra mutlaka
havalandırmaya çıkmalıydık. Güneşi görmeliydik. Bir avuç gökyüzünü! Spor
yapmalıydık, futbol oynamalıydık, volta atmalıydık. Sohbete de ihtiyacımız
vardı. Uyumayı da severdim. Mektup yazardım uzun uzun. Mektupları denetleyen,
sansürden geçiren idari görevli bıkardı benden, ne kadar uzun yazıyorsun, kısa
yaz derdi.
Okumak bana yıllar sonra şu soruyu
sordurmaya başladı.
Neden ben yazmıyorum?
İlknur İşcan Kaya
AKŞAMSEFASI
Sarmal nehrin gümüş
sürmesi sürgünde
Yalancı aynaların
önünde
Tozlaşıyor lime lime
Simgesine uzayan
kızılda açmış
Sakinliğe uyanmış
narin akşamsefası
Üfledikçe harlanan
ateşli sıcak günde
Çağrışımlar anlamı
geride bırakırken
Geceleri özleyen
çiçekler için
Sabahlar bazen yok
oluş demek...
Varlık tohumları
müjdecidir olmaya
Doğmaya salmaya
serilmeye sevince
Bezemeye renklerle
yarının sayfasını
Okunmaya çağlar boyu...
Yüzleşecek her sabah
kurumaya duran su
Özleyecek özlenecek
daima yüzü
Aysa da aymasa da
beklenen vakit
Bu döngü hiç bitmese
de
Yaşayacak çiçekler
Ve dupduru
doğacaklar
Uyanırken uykudan
güzel akşamsefası...
Müslüm Kabadayı
YATILI ÇOCUK
Parasız Yatılı Yıllarımdan İzdüşümler…
Yayıma Hazırlayan:
Seçkin Zengin
Cumhuriyet ve insan hakları üzerine
düşünürken, öncelikle altı yıl süren parasız yatılı yıllarım gelir aklıma. Sınıflı
toplumlarda insanı değiştirip geliştirmeyi amaçlayan atılımlar yapmadan
toplumsal ve siyasal devrimi başarmak mümkün olmadığına göre, toplumsal uyanış
ve kurtuluşun atardamarlarını çok iyi saptamak, yakalamak gerekir.
Yarı sömürge haline gelen Osmanlı’nın 1.
Paylaşım Savaşı’nda yenilip işgale uğramasıyla birlikte Kurtuluş Savaşı’nı
başlatan dinamiklerin başında Mustafa Kemal’in çevresinde toplanan Kuva-yi
Milliye yer alırken, ikinci önemli dinamik de İstanbul ve İzmir’deki işçi
müfrezeleri başta olmak üzere Anadolu’daki ve Bolşeviklerlerdir. 10 Eylül
1920’de Bakü’de partileşen bu hareketin lider kadrosunun, hem ülkeyi işgalden
hem de sömürüden kurtarmak için Anadolu’ya yürürken 28 Ocak 1921’de, yüz üç yıl
önce bugünlerde Karadeniz’de öldürülmesi, ülkemizin daha sonra elde edebileceği
önemli kazanımları da ortadan kaldırmıştır. “Keşkeli” değerlendirmeyi hiç
benimsemediğim için tarihsel bir gerçeklik olarak not düşmek ve geleceğe
ilişkin notlar almak için buna dikkat çekmek istedim.
Gelelim Cumhuriyet Döneminin insan
yetiştirme politikasına… Çünkü, üzerinde duracağım ve anılarımla
örneklendireceğim “parasız yatılılık” bu dönemde çok yaygın biçimde
uygulanmıştır. Millet ve köy mekteplerinden yetişenlerin askerlikte çavuş
oldukları, devlet kuruluşlarında görev aldıkları ilk dönemde eğitimin önemini
ve saygınlığını gören aileler, çocuklarının ortaöğretime devam edebilmesi için
kentlerdeki yakınlarının başvurmuşlar ya
da ev tutmuşlardır. Nüfusun % 85’inin kırsalda yaşadığı o dönemde dar
olanaklarla “parasız yatılı” uygulaması başlatılmıştır; o dönemdeki adıyla
“leyl-i meccani”… Eğitmenlerin önemli bir kısmı o dönemde yetişmiştir. Benim
doğup büyüdüğüm Hatay toprakları 1939’a kadar Fransız işgalinde kaldığından ilk
parasız yatılı uygulaması, 1939’da Kırıkhan’ın Soğuksu mevkiinde altı aylık
kursla eğitmen yetiştirilme döneminde başlatılmıştır. Kendi köyüm Yayladağı’na
bağlı Kışlak’tan sekiz kişinin oradan yetişerek eğitmen olduklarını biliyorum.
Onlardan Mehmet Türkkölesi’nin de, 1968’de ilkokul 2. sınıfta öğretmenim
olduğunu hiç unutmuyorum.
Yoksul ama zeki köy çocuklarının öğretmen
olarak yetişmelerinde büyük katkısı olan, 17 Nisan 1940’ta çıkarılan bir
yasayla kurulan Köy Enstitülerinin parasız yatılılığı, öncekilerden farklıdır. Öncekiler
eğitim, ziraat, sanat okullarında okurken bu mekanların olanaklarından
yararlanmışlardır. Oysa Köy Enstitülüler; yatakhanelerini, yemekhanelerini,
dersliklerini, laboratuarlarını, kütüphanelerini, müzikhanelerini, işliklerini
kendileri inşa etmişler, öğretmenler ve ustalarla. Bir bakıma üretim-yapım
içinde eğitim anlayışıyla küçük yaşta tanışan bu dönemin parasız yatılıları,
bugünden bakacak olursak “çocuk işçi” konumundadırlar. Yani, parasız yatılı
olarak aldıkları hizmeti henüz öğrenciyken ödemişlerdir. Özellikle 1940-1945
arasındaki ilk kuşak, tam anlamıyla böyledir. Bu dönem, çocukların zor şartlarda
çalıştırılması bakımından eleştirilmiştir. Okuma yazma oranın köylerde çok
düşük olduğu bir dönemde ülkenin tüm bölgelerinde kurulan 21 Köy Enstitüsüyle
yetiştirilen 17.000’inin üzerindeki öğretmenle hem halkın eğitimi hem de köyün
kalkındırılması amaçlanmıştır. Kutsallaştırılmadan o dönemde yapılan bazı
yanlışlar yanında eksiklikler de gerçekçi biçimde değerlendirilmelidir. Kuşkusuz
bunu yapanlar da olmuştur, ilk kuşaktan Abdullah Özkucur ve Yusuf Ziya
Bahadınlı gibi…
1954’te kapatılan Köy Enstitülerinin
hepsi İlköğretmen Okuluna dönüştürülür. Aslında ilk kez 16 Mart 1848’de
rüştiyelerin (ortaokul) öğretmen ihtiyacını karşılamak üzere “Darül-Muallimini
Rüşdi” kurulur. Bizim dönemimizde de 16 Mart, Öğretmen Okullarının kuruluş
yıldönümü olarak kutlanırdı. O gün okulda etkinlikler düzenlenir, öğretmen ve
öğrenciler birlikte eğlenirdi. Osmanlı döneminde 26 Nisan 1870’te
Darül-muallimat adıyla İstanbul Sultanahmet semtinde bir Kız Öğretmen Okulu’nun
açıldığını görüyoruz. 1918’den itibaren yatılı uygulaması başlayan bu
okullardaki atmosferi, eğitimci olan Reşat Nuri Güntekin “Çalıkuşu” romanında
Feride üzerinden anlatır. Parasız yatılılığın film kareleriyle de anlatıldığı
bu yapıt önemlidir.
Gelelim kendi parasız yatılılığımıza…
1970-1971 Eğitim-Öğretim Yılı’nda Kışlak İlkokulu’nu bitirmiştim. Parasız
yatılı sınavına girmek için köyümüzden Yayladağı ilçe merkezine babam Bekçi
Hüseyin’in kılavuzluğunda dört arkadaşımla 17 km yürüyerek gitmiştik. 11-12
yaşlarındaki çocukların bu kadar yolu yürüdükten sonra ertesi gün sabah sınava
girmelerinin zorluğunu bugünden anlamak mümkün mü? Kuşkusuz hayır. Ancak, biz
okumak arzusuyla tutuşan ve okumaktan başka çaresi de bulunmayan çocuklar
olarak o zorluğa göğüs germiştik. Bizim köyden sınava girenlerden parasız
yatılıyı kazanan iki kişiydik. Mustafa Varışlı Maraş’ta, ben de Düziçi
İlköğretmen Okulu’nda okumaya devam ettik.
Babam, Ekim 1971’de beni Haruniye’ye
getirmişti. Yaklaşık bir ay geç başlamamın nedeninden de söz etmeliyim. Aslında
Düziçi İlköğretmen Okulu’nun atmosferini Haziran 1971’de sınav için buraya
geldiğimizde öğrenmiştim. Okul ortamını, olanakları da çok sevmiştim. İçimden,
“Bir şurayı kazanabilsem…” diye geçirmiştim. O zaman Yayladağı’ndan birkaç
öğrenci birinci aşamayı kazanarak buraya gelmiştik, onlardan biri de Kösrelik
köyünden Sabit Kalabas’tı. Onun babası eğitmen Şerif Bey’di. Babamla
tanışıyorlardı. Sabit’le de Haruniye’de sınav vesilesiyle tanış olduk. Daha
sonraki beş yıl boyunca da sınıf ve yatakhane arkadaşıydık. Çok şeyimizi
paylaştık, anlaşamadığımız noktalarda tartıştık ama birbirimizden hiç kopmadık.
Ta ki 6 Şubat büyük yıkımına kadar… Şimdi bu satırları yazarken, onun gibi
depremde kaybettiğimiz “Düziçililer” adına yüreğim sızlıyor. Sabit’in şahsında
hepsini saygıyla anıyorum.
1971’de iletişim olanakları çok kıt
olduğundan, Düziçi İlköğretmen Okulu’nu kazandığıma dair yazı Yayladağı’nda
bekletilmiş. O arada ben Maraş İmam-Hatip Okulu’nu Mustafa Varışlı arkadaşımla
kazandığımızı annem Ganime Kabadayı’nın İl Milli Eğitim Müdürü’nü zorlamasıyla
öğrenmiştim. Çukurova’da pamuk toplayan babamların yanına giderek babam ve
kardeşlerimle buluşmuş, onlarla bir gece özlem giderdikten sonra Maraş’ın
yolunu babamla tutarak maceralı bir yolculukla Maraş Kalesi’nin üst tarafında
bulunan okula gidip kaydımızı yaptırdığımızda beni bir korku sarmıştı. “Ya
babam şimdi yanımdan ayrılırsa…” korkumu sezmiş olacak ki babam, o gece otelde
birlikte kalmamızı sağladı. Ertesi gün okula gelip nevresim, çarşaf, yastık
yüzünü alarak yatakhaneye birlikte gittik. Görevlinin gösterdiği yerde yatağımı
düzenleyip eşyalarımı dolaba koyduktan sonra kitap-kırtasiyemi alarak
dersliklerin olduğu ana binanın kapısına geldiğimizde gözyaşlarıma hakim
olamadım. Ağladığımı gören babam eğilip gözyaşlarımı sildi, sarılıp öptü beni.
Kapıdaki nöbetçi öğretmen de cesaret verici bir sesle, “Gün gelecek bu kapıdan
sevinç gözyaşıyla çıkacaksın. O güne kadar ağlamak yok, çalışmak var.” demişti.
Babamın arkasından, büyük dağını yitirmiş gibi donuk gözlerle baktığımı gören
öğretmen başımı sıvalayarak içeri almıştı. Parasız yatılığa genel olarak böyle
başlanmıştır.
Bir hafta sonra okula gelen Mustafa’yla
birlikte orada kaldığım yirmi dört gün boyunca yediğimiz içtiğimiz ayrı
gitmedi. Parasız yatılılığın, okul-yatakhane-yemekhane ortamına ve buradaki
yöneticilerin, öğrencilerin profiline göre nasıl değiştiğinin birçok örneğini
yaşamış biri olarak, Maraş İmam-Hatip’te yaşadığım ve gördüklerimden ikisini
paylaşmak isterim. Okula kaydolduktan kısa süre sonra “oruç ayı” başladı.
Orta-1’den Lise-3’e kadar 6 sınıf bir arada olunduğundan üst sınıfların baskı
ve denetimini üzerimizde yoğun biçimde hissediyorduk. Zorla bizi sahura
kaldırıyorlardı. Kalkmayanlara kayışla vuruyorlardı. Hem uykumuzdan oluyor hem
de gün boyu aç kalmakta zorlanıyorduk. Mustafa’yla birlikte dersler bittikten
sonra kalenin alt tarafındaki tablada meyve satanlardan üzüm alıp ağaçların
arasına geçerek yiyorduk. Ancak, sabah ve akşamları zorla namaz kılmaktan
kurtulamıyorduk. İkinci olaysa derin belleğimden hiç çıkmaz. Sınıf Öğretmenimiz
Orhan Bey’di, aynı zamanda Matematik Öğretmenimizdi. Çok güler yüzlü,
öğrencilerin sorunlarını çözmeye çalışan ve dersini de çok iyi anlatan biriydi.
Sınıfça seviyorduk kendisini. Bir hafta sonu okulumuzla başka bir okulun futbol
maçının olduğunu, kendisinin de oynayacağını söyledi bize. Sınıfça futbol
sahasına gittik. Öğretmenimiz geldiğimiz için teşekkür etti, hepimizin başını
okşadı. Beton tribüne geçip maçı izlemeye, tezahürat yapmaya, öğretmenimiz
topla oynadığında alkışlamaya başladık. O, gol attığında sevincimizden
yerimizde duramadık. O güne kadar böyle bir atmosferi yaşamamış, hiç maç
izlememiş biri olarak tecrübeli sınıf başkanımız ne yaparsa ben de ona eşlik
ediyordum, bunları niçin yaptığımızı da anlamaya çalışıyordum. Biz böyle oyuna
kendimizi kaptırmışken, Orhan Bey saha kenarına gidip su içti. Futbolcu
öğrenciler arasında bir dalgalanma oldu ama ne olduğunu anlayamadık.
Çevremizdeki üst sınıftan öğrencilerin, “Hoca bunu nasıl yapar? Günah işledi.
Orucunu nasıl bozar?” diye homurdandıklarını duyduk. Öğretmenimizin iki golü
vardı, bir de öğrencinin gölü… Karşı takımı 3-2 yenmişti okulumuz. Orada araya
girenler sayesinde bir olay yaşanmadan okulumuza geldik. Orhan Bey de
nöbetçiymiş o gece. İftar sırasında üst sınıfların konuşmalarından
öğretmenimize saldıracaklarını anladık. Birkaç arkadaşımızla buna nasıl engel
olabileceğimizi konuştuk. Sınıfımız okulun sahasına yukardan bakan üst
bahçedeki tek katlı binadaydı. Çocuk aklımızla ama tam isabetli bir karar
aldık. Sınıfımızın sahaya bakan tarafına küçük taşlardan yığdık. Ağaçların
arasından sahayı gözlemeye başladık. Öğretmenimiz, dersliklerin oradan sahaya
doğru gelince etrafını çeviriverdiler üst sınıftakiler. Önce bağırıp
çağırdılar. Hakaret etmeye başladıklarında öğretmenimiz de onlara inanç
özgürlüğünden, İslam’da zorlama olmadığından söz eden cümleler sarf etmeye
başladı. Araya birileri girmeye çalıştıysa da öğretmene tekme atmaya
çalışanların olduğunu görünce göz ucuyla bakıştık arkadaşlarımızla. Elimizin
yettiği kadar taşları fırlatmaya başladık. Topluluğu dağıtmayı başardık, diğer
nöbetçi öğretmenlerin gelip Orhan Bey’i götürdüklerini görünce, sınıfımıza
geçip ödevlerimizi yapmaya başladık. Bu olay üzerine sınıfça diken üzerindeydik
ki ertesi gün babamı okulun kapısında gördüm. Dünyalar benim oldu.
Babam, beni sevince boğan bir yazıyla
gelmişti. Düziçi İlköğretmen Okulu’nu kazandığımı okuyunca sevincim
katmerlendi. Can dostum Mustafa bu haberi duyunca çok üzülmüştü. Ondan
ayrılacağım için içim burkuldu ama esas okumak istediğim yere gitmem nedeniyle de
mutluydum. Yazıyı Kışlak İlkokulu Müdürü Burhan Biçer öğretmenimiz ilçeden alıp
Alacamağara dediğimiz yerdeki tarlada çift süren babamı bularak, “Süre dolmak
üzere. ne yap yap, kafası zehir gibi olan bu çocuğu Düziçi’ne kaydettir.”
demiş. Burhan Öğretmen’im şimdi Antalya’da yaşıyor. Onun bu katkısını her zaman
dile getirdim, buradan da şükranlarımı gönderiyorum.
Okul Müdürü, benim naklimi yapmak
istemedi önce. 24 günlük parasız yatılı masrafı olarak 84 lira bedel
çıkartmıştı. O zaman bunu ödeyecek gücümüz olmadığından babam bir çare düşündü.
Düziçi Köy Enstitüsü’nde okuyan ve Maraş’ta İlköğretim Müfettişi olan Hasan
Pekmez’i buldu. Büyük şairlerimizden Ali Yüce’nin köylüsü ve akrabası olan
Hasan Bey, çok sevecen ve yardım sever bir insandı. Sorunu çözdü ve babamla
Düziçi’nin yolunu tuttuk bu kez. O zamanlar Gavurdağı’nı Kanlıgeçit’ten aşmanın
ne demek olduğunu ikinci kez yaşamanın, yüreği ağzında yol almak anlamına
geldiğini anladım. Zorluklar, aynı zamanda direncimizi, mücadele azmimizi
harlamaya devam ediyordu böylece…
Yarbaşı, Osmaniye ile Düziçi’nin ve
Amanosların kesişiminde… Hem coğrafi hem de Köy Enstitüsünden beri burada
okuyanların kültürlenmeleri bakımından imgesel iz bırakan bu mekanı, tren
istasyonuyla da ananlar çoktur. Yaklaşık seksen yıl önce burada görev yapan
Lütfü Dağlar başta olmak üzere birçok öğretmenin, buradan mezun olan Köy
Enstitülü ve Öğretmen Okullu birçok öğrencinin şiirlerinde, öykülerinde,
romanlarında, anılarında yer almıştır. Orası hem yarların başıdır hem de
başları yarıp içine okuma-öğrenme istenci koyandır. Orayı her görüşümde bu
düşüncemde haklı olduğumu düşünmüşümdür. Haruniye’de bulunduğum beş yıl içinde,
Yarbaşı benim için de okuma-öğrenme tutkumu harlayan bıçak ışıltısı oldu.
Okula, bir gün gecikmeli gittiğimiz için
Müdür Başyardımcısı Muzaffer Ertürk, “Bu çocuğu bir aydır niye derslerden
mahrum ettin?” diye babama çıkışmıştı. Gerekçemizi dinleyince, “Türkçelerine
ben gireceğim. 1-A sınıfına yazın!” diye Kâzım Bey’e söyledi. Bu arada bizi gören Sabit Kalabas arkadaşımız
koşarak yanımıza geldi. Kucaklaştık. O da aynı sınıftaymış. Sonradan arkadaş
olduğumuz Hataylılara haber vermiş olacak ki çevremizi kentteşlerimiz sardı.
Yayladağlı, Harbiyeli, Reyhanlılı, Arsuzlu olanlarla tanıştık. Bazılarının
ailesini babam tanıyordu. Parasız yatılılıkta kentteşliğin, tanışlığın önemli
olduğunu orada anlamıştım. Zamanla bu okula Adana’nın tüm ilçelerinden,
Hatay’dan, Antep’ten, Maraş’tan öğrencilerin geldiğini fark etmiş ve farklı
kültürlerden beslenmiştik.
Tahta bavulumu yatakhaneye koyduktan ve
yatağımı donattıktan sonra “İrfan Çeşmesi”nin orada son dersten çıkıp gelen
arkadaşlarla buluştuk. Babamla ayrılık vakti yine gelip çatmıştı. Yüksek
sınıftan olan kentteşlerim, beni rahatlatacak okulu öven şeyler söylüyorlardı.
Babama da, “Gözün arkada kalmasın Hüseyin Amca. Müslüm bize emanet.”
diyorlardı. Gözüm yaşlı uğurladım babamı “Cümle Kapısı”ndan. Onun okumam için
gösterdiği çabayı unutmam mümkün mü? Bir şairimiz, “Sadece annenizin elini
öpün.” der. Elleri öpülesi babalar olduğunu da unutmayalım.
Düziçi’nde beş yıl okudum. Parasız
yatılı olmanın burada bana kazandırdıklarından önce söz etmeliyim. Geçimini zor
sağlayan ailemin beni ilkokul sonrası okutma olanağı yoktu. Düziçi’nde
öğrendiğim gördüğüm beş yıl boyunca harçlığımı Çukurova’da pamuk toplayarak
kazanıyordum ve okula pamuk tarlasından gidiyordum. İlk kez burada takım elbise
giydim, terzide prova vermenin ne olduğunu burada öğrendim. Okulumuzun sineması
vardı, ilk kez film burada izledim. Bazen de Haruniye’deki Haydar’ın sinemasına
giderdik. İzlediğim Yılmaz Güney, Cüneyt Arkın, Türkan Şoray, Fatma Girik,
Tarık Akan filmlerini tatilde köyümüze gidip yakınlarıma, arkadaşlarıma
anlatırdım. Ben anlattıkça onların meraklı sorularına yanıt yetiştirmekte
zorlanırdım. Kültür aktarımı bakımından bunların o zamanlar çok etkili olduğunu
görürdüm. Çünkü, henüz köylülerimiz kapitalizm tarafından kirletilmemişti.
Okuyana saygı ve ondan öğrenme isteği vardı.
Parasız yatılılık, çocuk yaştan itibaren
insanı sorumlu kılıyor. Yatağını düzeltmekten çamaşırını yıkamaya,
sınıfta-yemekhanede-yatakhanede-kütüphanede nöbet tutmaktan etütlerde ödev
yapmaya, kitap okumaya kadar her alanda disiplin kazandırıyor. Başta aileniz
olmak üzere çevrenizden uzak kalmaya, yalnızlığa, kendi başınıza yeterli olmaya
alıştırıyor. Bunlar olurken sorun yaşanmıyor sanılmasın, bunalıma girenler de
oluyor tabi. Eğitim Şefimiz Mehmet Göl, uzun ömürle şehrinde yaşamaya devam
etsin, bu sorunların aşılmasında çubuğu öğrenciden yana büküyordu.
Bizim öğrenciliğimizde Cumartesi öğleye
kadardı dersler. Özellikle pazar sabahları futbol oynamak için minyatür
sahaları erkenden tutmak amacıyla pusuya yatılırdı. Bazen sınıflar ya da
gruplar arasında anlaşma sağlanarak sıraya konurdu maçlar. Yüksek sınıflar ya
da okul takımı büyük sahada oynardı. Sınıflar ve okullar arası maç olduğunda
hepimizde heyecan doruktaydı. Bu basketbol ve voleybol için de geçerliydi. Masa
tenisi de zamanla rağbet görmüştü. Parasız yatılılığın çok yönlü eğitim yapmak
için bize zaman kazandırdığından da söz etmeliyim. Diğer türlü olsa yemek
yapmak, bulaşık yıkamak, temizlik işleri başta olmak üzere evin tüm işleriyle
uğraşmak zorunda kalırdık.
Bir Köy Enstitüsünün devamı olan bir
okulda parasız yatılı olmanın avantajlarından biri de zengin bir kütüphanemizin
bulunması, Tarım derslerimizi uygulayacağımız tarla, bahçe, büyükbaş ve kümes
hayvanlarının varlığıydı. Kitaplarımızı kendimizin ciltleme ve iş atölyelerinde
aletleri kullanma becerisi kazanmak da anlamlıydı. Benim düşünsel dünyamı
geliştiren en önemli unsur, sınıflarda-etütlerde-yatakhanelerde yaptığımız
tartışmalardı. Akran öğretimini sürekli gerçekleştiren bir atmosfer vardı. Bu
atmosferi beş yıl içinde iki kez sabote ettiler hatırladığım kadarıyla. İlki
1973’teki seçimlerde CHP’nin birinci parti olmasıyla birlikte okulda düzenlenen
provokasyondu. Öğretmenlerimiz ve son sınıflar üzerinde bir faşist terör
estirmeye kalktılar. Daha sonra bu pisliği, o yörenin faşistlerinin yaptığı
anlaşıldı ve okulumuz rahatladı. İki yıl sonra ikinci dalga MC (Milliyetçi
Cephe) Hükümetinin İlköğretim Genel Müdürü yaptığı Ayvaz Gökdemir döneminde
Öğretmen Okullarının Öğretmen Lisesine çevrilmesi kararıydı. Aslında 1974’te
Mustafa Üstündağ’ın bakanlığındaki 9. Eğitim Şurası’nda bu karar alınmış ama
uygulanamamıştı. MC, nitelikli öğretmen damarını kesmek için ülkenin, bunu
hızla devreye soktu. Bu karar ve uygulama, aynı zamanda Türkiye’nin öğretmen
yetiştirme politikasındaki makas değişikliğinin de işaretiydi. Böylece 1848’de
başlayan bir gelenek, son büyük darbesini aldı. Bunun bedelini, dönemin
TÖB-DER’li öğretmenleriyle ilerici öğrenciler ödediler. Ben de Çanakkale Erkek
Öğretmen Lisesi’ne sürülenlerdendim. Son sınıfı orada okumak zorunda kaldım. O
dönemde sürgün olan parasız yatılıların ne büyük travmalar yaşadıklarını
anlatamam. Kaba dayaktan psikolojik işkenceye, sınıfta bırakmaktan okulu
bırakmaya kadar…
Kendimi aynaya tuttuğumda parasız
yatılılığın güzel kazanımlarının çoğunlukta olduğunu görüyorum. İnsanı bazı
konularda kalıplara soktuğunu ve bunları değiştirmekte zorlandığımızı da
biliyorum. Bu nedenle eşlerimizle ve çocuklarımızla özdisiplin konusunda
çatışmalar yaşadığımızı, kamucu niteliğimizin özellikle 12 Eylül faşizmiyle
birlikte törpülendiğini, törpüleyemediklerini de “ahmak” olarak gördüklerini
belirtmeliyim. Ne olursa olsun, parasız yatılılığın bana kazandırdıklarının,
kararlılık, üretkenlik ve paylaşımcılık-dayanışmacılık özelliklerimin
kökleşmesinde çok büyük payı vardır. Olumsuzluklarını aşmak konusunda başarısız
olduysam, o da benim eksikliğim…
Uğur Olgar
AH BENİM BAŞIMSIZ AKLIM
Nöbeti devraldım
yağmurdan sonra
bulutları sağacağım
uzamış ellerimle
göğün aryaları
camları titretirken
kaş üstünde kaş
bırakmayacağım
o öfkeli ırmağın
denize âşık yüzünde
Gececil kuşlara
gündüz uykuları verince
karanlıklanan
şarapları açacağım mahzende
yıllar parmaklarımın
arasından bakarken
yazıklanacağım
boşuna açan japon güllerine
kırmızıların
arasından bir kılıç gibi saplanarak
Nane gibi kuruyup
güzü getirdim bedenime
fesleğen kokularını
kıskandıracağım azalan bir günde
sivrisinekler bir
bir terk ederken kan gölümüzü
mayalayacağım ebabil
kuşlarına danışarak
çok filozoflar
olacağım uykular haram olduğunda
Renklerin son
kırıntılarını beklemeden gidince
arkamdan geleceğini
biliyorum flu ömrümün
Şiirlerle çelmeye
çalışacağını başımsız aklımı
2019, Kasım
03
Selefkos
Nikator'un en güzel Silifkesi
Mehmet Rayman
GEZEGENLİK
iyisin güzelsin
tarakları
hep bu cambazların
elinde
çabuk kanıyorsun
desem
haksızlık etmiş
olurum sana
bazen dersin içinde
terk ediyorsun
sınıfı
kendi sıcaklığında
büyür
insanın tutkusu
sevincin uğultusu
devingen suların
çakıl taşları
özgürlüğüne düşkün
gözyuvarın
bir yıldız kapanıdır
geceleyin
hep çıplaktır
incirin dalları
şafak sökene denk
uyusan yeter
uçurduğun
güvercinlerin kanatları
yüzüne değdikçe
kapanır uçurum
sabaha değişilmez
umutların
yolcunun yaşadığı
yere benzer
çeşmelerden
dinlediğin şarkı
yarın unutursun bu
yolları
günlüğüne giren
acılar bozar damağını
senin tuttuğun
içindekiler bunlar
daha nicelerine sıra
gelmez
darağacına düşer en
son isteğin
artık kaçamazsın
hiçbir yere
ölümün gölgesinde
kalır
öbür dünyada
ömrün nerede geçti
deseler
bir yer gösteremem
size
çünkü düştüğüm
ağaçlar sokaklar
onlar da belli ki
gitmişler bir yere
topraksız kalmış buğdayın
kökü
gözyaşımı saklıyorum
başka bir gezegene
Mehmet Pekel
BİR KIRMIZI GÜL
Sen sesimdin sesler
içinde
virgülü düşmüş bir
cümleden
kırık bir tabletin
okunamayan yüzü yüzün
yitirilmiş bir
bellek kasabadan kalan
gladyatörler uyur
taş avlularda
eylülün ortasında
yalnız ve kırgın
suyu çekilmiş
kuyulardan
kuruyan çeşmelerden
sıcak kahve kokusu
ve yaşlı kadın
damıtılmış sevgidir
akan
gönlünü yakan
hikayeler anlatan
sürgüne direnmiş
bekler ölümü
yüzünde yolunu
arayan ıslak hüzün
penceresinde
feslegenler
bahçede şebboylar
yazmasında bir
kırmızı gül
coğrafyasına vurgun
bir gönül.
Yaşar Özmen
HERKESE YETECEK KADAR SÖZ VAR
Sanatsal Denemeler isimli kitapda (Denemeler-3) yayımlanmıştır
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Dergisi’nde,
“Altının ayarı durduğu rafın niteliğine göre değil, kendi saflık derecesine
göre belirlenir; şair de altın gibidir.” diye yazmıştım. Bulunduğu yer, yazdığı
dergi, paçasından tutunduğu ünlü veya yanında durduğu kişiler değil, ürettiği
yapıt ve kendisidir asıl olan. Açık söylemek gerekirse kimin kiminle yan yana
durduğu, kimin kimi kotarmaya çalıştığı ve kimin kiminle aynı fotoğraf
karesinde yer aldığının hiçbir önemi yoktur. Bunlar, günlük beklentinin
zincirli yanılgılarıdır.
Benim için sosyal medya, şiir
etkinlikleri, yazar işlikleri, şiir atölyeleri ve dergiler, önemli şiir
laboratuvarlarıdır. Kuramsal kitabımı, sanat literatürü taraması yanında bu
laboratuvarlardan edindiğim bilgi, görgü ve deneyimle yazdım. Herkes farklı bir
şeyler söyler; kim ne derse desin, sosyal medya, şiir etkinlikleri, yazar işlikleri,
şiir atölyeleri ve dergiler; şiirin önemli kaynaklarıdır ve sanatın acemi
birliğini atlatma merkezleridir. Bunlar, hangi bilgi işe yarar; hangi bilgi
elinin tersiyle bir kenara itilmelidir, az çok ışık tutar. Şiir kültürünün
sürekliliğini sağlayan mecralardır.
Sağlıklı bir genel kültür ve evrensel
dünya görüşü, her şair için elzemdir. Ne
var ki Türk şiirinin önde gelenlerinin büyük bir çoğunluğu, evrensel dünya
görüşüne sahip olduğuna dair ergenliklerini ispatlamış görünmüyorlar. Şiir
yazınındaki deneme, şiir ve metinlere bakıldığında, umut verici bir dünya
önerisinde bulunmadıklarını, birilerinin düdüğünü çalmak dışında çok geniş bir
düşün dünyasına sahip olmadıklarını biraz ayrıntılı okuduğunuzda anlıyorsunuz.
Bu tespitimi hemen hemen herkes reddedecektir; kendisini sorgulamak yerine
doğrudan beni suçlayacaktır. Elbette bu söylediğim herkes için geçerli
değildir, üzülerek söylüyorum ki çoğunluktur. Aşağıda söz edeceğim konuları,
heybenize koyup kendi iç dünyanızda bire bir tartınız lütfen. Burada sadece
kendinizi sorgulamanızı sağlayacak algoritmayı vereceğim.
Şiir sanatı, ciddi iştir dostlar. Salt
yazmak, kitaplarla boy göstermek, bir dergiye önayak olmak değildir; yaşamın
niteliği de içindedir. Sanatçı ve şair denen kavramların üstünde büyük anlam
yüklüdür; bunu taşımaya yeterliliğiniz yoksa bu alanı kirletmeyin. Kimse
kimsenin fikrini kabul etmek zorunda olmadığı gibi kimse bir diğeri gibi
düşünmek zorunda değildir; ayrıca şiirin işi, birine bir şey öğretmek onun şiir
anlayışını ölçüp biçmek değildir. Ben bu işte söz sahibiyim gibi uydurma görev
yüklenmeleriyle kimseye, Everest’in tepesinden bakmak gibi bir görevi yoktur.
Elbette bir duruşu, dünya algısı ve estetik değer üretebilecek imgelem gücü
olacaktır şairin. Her şeyden önce elinden tutulup podyumlara çıkarılacak
figüran değildir. Karıştırılmamalıdır. Türk şiirini şairiyle birlikte nitelikli
bir kültür dünyasına taşıyacaksak biraz estetik tavır geliştirmek ve biraz da
elit davranmak zorundayız.
Birincisi, kimse kimsenin şiirini
elinden alamaz. İkincisi, herkese yetecek kadar yaşam alanı, sanat için hareket
alanı vardır; kimse kimseye aşağılayıcı, hakaret edici saldırıda bulunamaz.
Herkese yetecek kadar söz ve kâğıt vardır; herkese yetecek kadar mikrofon ve
kürsü vardır. Üçüncüsü ise herkes, donanımı ve düşünebildiği oranda yaşamın ve
sanatın içindedir. Asıl önemli olansa şudur; kimse kimsenin yeteneğini
yargılama görünümü altında; şiddet uygulamak, toplum gözünde küçük düşürmek,
ayrıştırmak gibi bir lüksü yoktur. Bunları eleştiri kapsamında düşünenler
olabilir; eleştiri, ayrı bir konudur; sözünü ettiğim konular, eleştiriyle
ilişkilendirilemez. Eleştiri de şiir dünyasında derin yaralı bir konudur;
burada girmiyorum buna…
Ne yazık ki şairler ve şiir hakkında ileri
geri konuşan, sözleri ceviz kapçığını doldurmayan, pek çok insanımız vardır.
Vasat, kifayetsiz muhteris, şaircik, sucu, bucu gibi… “Şiire zarar veriyor”
gibi bir düşünceyle bir şeyler yapmaya çalışanları töhmet altında tutmaya,
toplum gözünde küçük düşürmeye yeltenen kişiler de çoğunluktadır. Ve bunu,
toplum gözü önünde açık açık yapmaktadırlar; şunu bilmiyorlar. Bu tutum, insana
karşı bir şiddettir, saygısızlıktır. Şiddeti ve saygısızlığı insanî değerlerden
ayırt edemeyen kişiler, şairim diye koltuk altlarında birer karpuz sıkıştırıp
ortalarda dolaşmaktadırlar… Dergi, kitap ve gazete sayfalarında da boy boy bu
tutumlarını sergilemektedirler. Şiir, kişi veya gruplara zimmetlenemez. Bu tür
tutum, Orta çağdan miras kalmış, cehaletin eşiğini kıramamış, bilinçsiz insan
manzarasıdır.
Başka bir konuya daha değinmek
istiyorum: Sosyal medyada paylaşılan yazı ve altına yapılan yorumlara bakınca,
ben de mi bir gariplik var yoksa insanlık mı insanlığını yitirdi, diye
düşünmeden edemiyorum. Sağlıklı okur-yazarlığımız yok, bunu biliyoruz. Kafamızdaki
cendereden çıkıp söylenen ya da sorulan soruya koşut eyleme giremiyoruz. Ancak,
küfürler, hakaretler, düello davetleri, satanlar, burnundan soluyanlar ve
eleştiri adı altında zevkten zirveye tırmananlar görüyoruz.; sizler de sık sık
tanık oluyorsunuzdur. Ben kişisel olarak, bunlardan rencide oluyorum. Şair
sözünü kullanmaktan çekiniyorum. Bakıyorum bunların saldırılarını destekleyen,
şiire hizmet ettiğini sanan bir sürü tanınmış isim var; “yok artık” denecek bir
kokuşmuşluk durumu…
Bunların hepsi bir yana şiir yazınında
bir de televole kültürü dediğimiz anlayış, öylesine yerleşmiş ki yapılan
yorumlara bakınca gerçekten vurdulu kırdılı, zenginli fakirli dizilere,
yemekteyiz gibi devşirme programlara taş çıkartır nitelikte. Şairin özel
yaşamıyla işiniz nedir sevgili hatırı sayılır şairdaşlarım? Bu bir şiir kültürü
değildir; televole dediğimiz, sizin de sık sık aşağıladığınız algı biçimidir.
Kahvede gündelik iş bekleyen kardeşlerimiz yapsa bunu kabul ederim; zaman
doldurmak da ince bir iştir.
İnsandır; genetiği, beklentisi ve
düşleri gereği bazı şeylerin içinde bulunması kabul edilebilir. Algı ayarları
bozuktur ve çalgısı akort tutmaz şekilde olabilir. Ne var ki bu tür
davranışlar, o kadar çok ki bu kadar rencide edici biçimde işlemesi kabul
edilemez. İnsana saygı, insanın yapma-etme-isteme hakkına saygı ve etik
dediğimiz değerler vardır. Göz göre göre yanlışı bir amaç ya da bir yarar
uğruna göklere çıkarmak zorunda değildir kimse. Ya sus hiç bulaşma ya da açık
yüreklilikle yanlış olduğunu söyle, doğruya da doğru. Yanlışı, yanlışla
doğrulama çabası da hangi kültürün geleneğidir bilemiyorum. Şiir yazını,
yanlışı yanlışla doğrulama çabası içinde olan metinlerle dolu.
Has şairim diyen birisi, sosyal medyada
birini hedef edinmiş saldırıyor, hakaret ediyor ve aşağılıyor; bir diğer
izleyici veya şair de alkışlıyor; çiçekler, gülücükler dağıtıyor. Şiir şiddeti
kaldıramaz, şair de şiddet sever olamaz. Şiir/şair dünyası böylesi niteliksiz
tutum ve girişime prim vermemelidir. Herkese yetecek kadar söz var, istediğinizi
kullanabilirsiniz; tek koşulsa dilsel şiddet
içermeden.
Dilsel şiddet, içinizde yatan şiddetin
dışavurumudur; daha genel söylersek dil, içimizle aynı şeyi söyler. Toplumsal
değerlere saygısızca davranan, insanı aşağılayan, şiddet, terör vb. benzer
konulara yaltaklananlar bana göre zaten sanatçı değildir; kendi çöplüğünde
kurtlanmak üzere üstünü kapatın gitsin. Böyleleri var, parmakla gösterebiliriz.
Her toplumda akort tutmayan güdülenmiş hemcinsler olur; fizik kuralıdır. Ancak
niye gereksiz birisi için ulu orta sizi izleyen elit insanları, rencide
ediyorsunuz? İncelik buradadır.
Toplum olarak pek çoğumuzun içinde
uyuyan şeytandır şiddet. Ne kadar eğitilirsek eğitilelim, korku ve çatışma
kültürüne dayalı bir inanç sistemi, disipline dayalı bir tutum şekillendirmesi
altında büyüdük. Yani çatışma kültürünün içinden doğup geldik. Sanatsal
konuları bir yana bıraktım, bilimsel bir konuyu bile tartışamayan, fikrini ve
önerilerini kabul etmeyenleri dilsel şiddet uygulamayı üstünlük sayan, şair
olduğunu gururla söyleyen çok sayıda kişilere tanık oldum. Ne olursa olsun, bir
noktaya kadar kabul edilebilir şiddet algınız. Ancak, bu çağda, hâlâ davranış
değişikliğine gidemediyseniz, bence ortalarda görünmeyin; bir gün şiir sizi
tutuklayabilir. Çağdaşlığın birinci ilkesi insana saygıdır. Düşüncemi savunmadı
diye insanları düşman gören, yaratık gören bir anlayıştan yapıt değil;
kendisine dayatılan idelerin bildirisi ve şiddetin kraliçesi çıkar… Kadına
şiddet konusu günceldir. Süreklilik sağlayan toplumsal bir yaradır. Şair, bir
başka arkadaşına şiddet uyguluyorsa kadına şiddetin nedenlerini, uzaklarda
aramayınız; bugün şairdaşı hedefse yarın da bir kızcağız topun ağzında
olabilir. Şiddet duygusu, namludan çıkmış mermi gibidir, adres sormaz; tanımı
nettir.
Başkasına kızmak, kendi kendine işkence
etmektir. Daha fazla bu işkenceye katlanmamak, aşırı yoğunlaşma sendromu
yaşamamak ve sağlığınızın daha kötüye gitmesini engellemek için; öncelikle şiir
sanatının zimmetinizde olmadığını; kötü şiir yazanların şiire zarar vermesi
gibi bir argümanın tamamen bilinçsizlikten kaynaklandığını; sanatın gelişimine
yönelik savaşım verenlerin engellenmesi değil yanında bulunup omuz verilmesi
gerektiğini; kötü şairlerin şiirinden sizlerin sorumlu olmadığını; sanat ve
kültür dünyasında herkese yetecek kadar alan olduğunu; bilmelisiniz ve en kısa
zamanda tıbbi yardım almalısınız.
Şiir, içinizdeki şiddeti ortaya dökme
sanatı değildir; ürettiğiniz estetik değerle okurda yaşam sevinci yaratmak ve
aklın evrimini hızlandırmaktır. Sizde olan güzelliği yarına akıtmaktır.
Düşünsel dünyanızı yöneten sistemleri şöyle bir kenara itiniz ve biraz olumlu
duygu biraz da sevgiyle kendinizi sorgulayınız. Şiddetten, çatışmadan, kavgadan
arınmış duygu durumuna girdiğinizde göreceksiniz ki şiddet ve zorlamayla tarihte
hiçbir sorun çözülememiştir; sadece geçici bastırılabilmiştir. Şairler ve sanatçılar arası şiddete ve
kavgaya gerekçe olacak çok şey yoktur; Türkçede herkese yetecek kadar söz
vardır ve kimse kimsenin sözünü elinden alamaz. Kavgacı, saldırgan, küçümseyici
bir dil kullanımı, bilgi çağının insanına yakışmamaktadır. Ayrıştırılmış, dikte
edilmiş bir düşüncenin muhafızı olmakla hiçbir gruba ve topluma iyi bir yaşam
sunulamamıştır. Bu yaklaşım altında yazılan şiirlerle de estetik değer
yaratılamaz; tam tersi okur rencide edilir.
22 Temmuz 2020, Narlıdere/İZMİR
Bahri Loş
AĞIR YENİLGİ
Uygar bir zamanda
ruhsuz
Karmaşa oyuğu
gövdeler görkemi
Perde kıvrımlı değer
ölçüsü
Çelik zırh sanrısı
banknot
Uçurum cenneti eşya
kalabalığı
Taşmış duygular sersemi
hayat
Esaret kıskacında
yönsüz bilinç
Boşluk yontucusu dev
aynalar
Her şeyde saklı
kanamalı hiçlik
Aynı yanılgılarda
bulunma rahatlığı
Paslı basamaklar
hiyerarşisi düzen
Vitrinlerin
süslediği soylu düşler
Güzelin bağrına acı
ekme övüncü
Sayıların azizliğine
uğrama problemi
Yanlış sularda yüzme
tercihi
Çarkla yarışın
yıpranma payı
Ruh tünelinde hüsran
sirenleri
Şaha kalkmış
tutkular cehennemi
Gün yoksunu tuzaklı
ömür güzellemeleri
Kolay zamanların
ağır yenilgileri
Yaşar Özmen
DİLHAN
Dilhan isimli
nehir şiire ek birimler.
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil