31 Aralık 2022 Cumartesi

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ocak 2023, Sayı:15

 

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ocak 2023, Sayı:15, Yaşar Özmen



Şiir Sarnıcı (e-dergi) Sayı 15, Ocak 2023 Yaşar Özmen




YAYIMCIDAN

 

Şiir Sarnıcı’nın 15. sayısına ulaştık hep birlikte. Yayın kurulumuz, temsilcilerimiz, yapıtlarıyla katkı sunan şair ve yazarlarımız; çorbada tuzumuz olsun düşüncesiyle 2019’dan beri dergimizin yanındalar. Dilerim ki görünmez çabanın kahramanları olarak biraz olsun dişe dokunur işlerin altına imza koyabiliriz.

Öncelikle barış ve güzelliklerle dolu olan mutlu bir 2023 yılı dileğiyle…

Yayımcı olarak amacım, Şiir Sarnıcı’nda salt şiir yayımlamak, yazı yayımlamak, eleştiri yapmak değil; üretilmiş bilgi ve deneyim gözünden bakıp yazın sanatında keşfedilmemişe yol açmak, değerler dizgesinde olması gereken ölçütlere açıklık kazandırmaktır. Diğer yandan sanata gönül verenlerle yapıtlarını, göz önüne çıkararak tanınmalarını sağlamak ve herkesin sözünü özgürce söyleyebileceği nitelikli bir yazın ortamı oluşturmaktır. Bugüne kadar Türk yazınının geleceğiyle ilgili yeni şeylerin ortaya çıkarılmasına yönelik kaynak taraması yapmış olmama karşın doyurucu bilgiye ulaşamadım. Bu alanda yazılan deneme, makale, araştırma ve tezler; genellikle yapılmışın irdelenmesi biçiminde olduğundan yeniliğe ve yaratıcılığa açılan kapılar loş kalıyor.

Bütün dergilerde olduğu gibi Şiir Sarnıcı’nda da nitelikli yapıt ve düşünce yazıları yayımlamak isterim. Genel duruma baktığımızda nitelik konusunda biraz sıkıntımız olduğunu söylememiz gerekir.  Yıllarını yazına ayırmış, eğitimini almış, deneyimli, yetenekli, özellikle şiirin felsefesine egemen sanatçı-şairlerimiz vardır. Elde ettikleri bilgi ve deneyimi bizimle paylaşmakta istekli davranmıyorlar. Bilgi, paylaştıkça büyür ve değer kazanır. Bildiğini ya da öngördüğünü tanınmış yazın dergilerinde dile getirme çabası içinde olanlara hak vermekle birlikte bunun altında kültür emperyalizminin bir bilinçaltı dayatması olduğunu anımsatmak isterim. Bu dergide üçüncü yinelemem olacak ama bir kez daha dile getireceğim: Altının değeri, bulunduğu raf ya da yanındakilere göre ölçülmez; kendi saflığıyla ölçülür. Sanatçı, bulunduğu yerle değil; ürettiği estetik değerle bir anlam kazanır.. Değerli bilgi ya da yapıt, alıcısına ulaşsın da nerede ulaşırsa ulaşsın bir önemi yoktur.

Araştırdığım kadarıyla bazı fakültelerde dergicilik konusundan ders verildiğini gördüm. Gerçekten bu konuda sağlam içeriğe sahip bir program ya da uygulama var mıdır, bilmiyorum… Varsa bu dersleri almak, görseline ya da ders notlarına ulaşmak isterim. Dergiciliğin ayrıntılarını açan, ona yön verebilecek birikimi ortaya koyan, gelişime ayak uyduracak donanımı sağlayan çalışmalar olsaydı ne kadar güzel olurdu, değil mi? Yazın dergilerinin toplumdaki yeri konusunda sormaca (anket) yapılmış mıdır?  Özellikle sayısal dergi (e-dergi, dijital dergi) hakkında çalışma veya ön hazırlık var mıdır? Basılı dergide olduğu kadar sayısal dergi konusunda da geç kaldığımızı anımsatmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Dergiciliğin her yönünü araştırmama karşın kullanılabilir bilgiyi ve geleceğin önünü açacak birikimi, yayın kurulumuzun yönlendirmeleri ve kendi uygulamalarımdan çıkarmaya çalışıyorum. Özellikle sayısal dergi konusunda açılım sağlayacak bir yol gösteren, yorumlarıyla ön açan ya da kayda değer bilgi aktaran olmadı. Dahası sayısal dergiyi nasıl reddederiz aşamasını henüz geçebilmiş değiliz.

Üç yıllık dergicilik deneyimimde edindiğim temel bilgi şudur: Yazınımız, bence felsefesiyle ve sanat yönüyle ele alınıp üzerinde yeterince kafa yorulmayan yetim bir alandır. Bu alanda bireyler, salt kendini göstermek üzere kurgulanmış bir çaba ve eylem yoğunluğu içindedirler. Fakülteler ve akademisyenlerse daha çok yazının tarihsel bilgisini çözme çabası içindeler. Böyle olunca yazının alt dallarında derinlik oluşmuyor, yapılmışa benzemeye çalışıldığından özgün ürünler verme çabası havada kalıyor. Bu yüzden dünya edebiyatında öne çıkmış yapıtımız, yazar ve şairimiz; çok fazla değildir. Gönül ister ki daha fazla yazar ve şairimiz dünya edebiyatında adından söz ettirebilsin.

Büyük şair ve yazarlarımız olmuştur; hep olacak da… Değerlerimiz, tarihsel bilgimiz ve birikimimizdir onlar. Ancak bunlar ve yapıtları, büyük yapıt üretmek için bugünün gençliğine ve gelecek kuşaklara yeterli donanımı sağlayamazlar. İyi ve yeni yapıt, konunun felsefesinden yola çıkılarak üretilebilir; var olan yapıtlar örnektir sadece. Özgünlük ile biriciklik kuralı, temelden yola çıkılarak sağlanabilir. Söylendiği gibi “Şair, var olana baka baka kendi özgün şiirini yazar” anlayışı sığ bir bakışın soncudur. Alaylı mantığın tembel çıkarımıdır. Yazının geleceğini kurgulamak için, felsefesine eğilmek, bu alanda yetkin inceleme ve araştırma ürünleri ortaya koymak zorundayız.

Bazı yazar ve şair dostlarımız; yazının sanat yönü, felsefesi, sosyolojisi, psikolojisi gibi konulara çok zaman ayırmıyor, ne işe yaradığı konusunda üzerinde bile durmuyorlar. Bu durum, konuya ilişkin ortaya konan çalışma ve eğilimden de görülebiliyor. Dahası bunun gereksizliğini kanıtlamak için kendilerine savunma mekanizması geliştirenler de var; “Kuramsal bilgiyle iyi şiir yazılamaz” gibi… Bu anlayışın tersine çevrilebilmesi için bilgi kullanım tekniklerine ve sanat felsefesine egemen olmak gerektiğini anımsatmak isterim. Günümüz sanat anlayışında, alıcının algı dengesini bozamıyorsanız ürettiğiniz metin yeterince estetik değer taşımıyor demektir. Algı dengesini bozmak için yapıtınıza giydirdiğiniz bilgi, niteliğiyle okurun düş gücünü aşması gerekir. Ayrıca onun duyarlılık çıtasını yükseltmek için, kuramsal bilgi yani bilimsel bilgiyle yapıttan kaçış kapılarını tıkamanız gerekir. “Ben yaptım oldu” anlayışıyla artık çağdaş sanat ürünü ortaya çıkaramazsınız… Olsa olsa geçmişi yinelersiniz.

“Dünün güneşiyle bugünün çamaşırı kurumaz” demiş büyüklerimiz. Sanatın her dalı için geçerli bir özlü sözdür bu. Bugün ve bugünden sonrasına bakalım. Batmış güneşi yâd etmek yerine tepemizde ışıyan aya dönelim yüzümüzü. Sanatta özgünlük ve biricikliğe varmanın, estetik değere sahip ve sıra dışı yapıt üretmenin yolu; yarınlara yüzümüzü dönmekle; bilgiyi, deneyimi doğru, yerinde kullanmakla bulunur.

Şiir Sarnıcı, sanata gönül borcu duyanların katkılarıyla yayımladığımız emek yoğunluklu sanat ve yazın dergisidir. Ticari, ideolojik, taraftarlık, güdümlülük gibi bir yanı, amacı ya da yönelimi yoktur. Basılı biçimi olmamasına karşın basılı derginin aynısını sayısal ortamda tüm iletişim kanallarından bulabilirsiniz. Derginin hem blog sayfasını hem de PDF dosyasını, bilgisunarda arattığınızda hemen karşınızda görebilirsiniz. Blogdan ya da PDF dosyasını indirip okuyabilirsiniz. Telif, ekonomik ve paylaşım kaygısı olmayan, herkese açık edebiyat harmanıdır Şiir Sarnıcı… Burası, herkesin sözünü hiçbir bedel ödemeden özgürce söyleyebileceği bir kürsüdür.

Herkesin bir öyküsü vardır kendince güzel olan. Yazın dünyasındaki amacımız, işte bu güzel olan ve her yaşanası öykünün ortak alanlarında birlikte yolculuğa çıkmaktır. Bu yolculukta bize yoldaşlık etmenizi gönülden isteriz Şiir Sarnıcı olarak.

Mutlu, esenlikli günlerde okunmak dileğiyle, mutlu yıllar…

 

Umut bindirilmişse hırçın bir takaya
Göç günleri deryanın yüküdür Dilhan

 

MEKTUPLAR
Yayıma Hazırlayan: Seçkin ZENGİN

 

Fulya Çelik Çetintaş
SOCRATES’E MEKTUP

Sevgili Socrates

Sana 2500 yıl sonra, yanı 2022 yılında Anadolu’dan yazıyorum. Buraları iyi bilirsin: Smyrna’yı, Ephesus’u, Magnesia’yı, Batı Anadolu’yu… Felsefenin doğduğu o güzelim topraklardan, Atina’nın karşı kıyılarından bir bahar gününden yazıyorum bu mektubu. Senin yaşadığın çağı, o aklın, bilginin, erdemin, düşüncenin, güzelliğin, bilgeliğin en yüce değerler olduğu, felsefenin altın çağını düşünüyorum da...

O zaman mı atıldı adaletsizliğin ve kötülüğün tohumları? Seni idam ettiklerinde anlamalıydı insanoğlu; adalet doğru ve gerçeğin kazanımı olacağını. Oysa siyasal erki elinde tutanlar hiç değişmediler hatta daha güçlendiler, deneyim sahibi oldular. Onlar için değişmeyen şey, o günden bugüne önemsedikleri sadece iktidar olma hırsı ve erk olmanın sağladığı, sağlayacağı parasal ve siyasal zenginlik, bunlarla birlikte gelen ihtişam ve sınırsız kazanma hırsı. Onun için savaş çıkarırlar, onun için milyonlarca insanı yerinden yurdundan ederler, sığınmacı olarak ülke ülke gezdirip gereğinde demokrasilerini güçlendirmek için oy deposuna çevirebilirler. Her türlü siyasi rejim erk sahipleri için araçtır.

Hani demokrasi demokrasi diye yere göğe sığdıramadığımız, işte o muhteşem icadımız bile erk sahiplerinin insanları ezme, sömürme ve dünyayı yok etme aracına dönüşmüş durumda. Dünyanın her yerinde siyasiler ve kapitalistler el birliği ile demokrasiyi kullanarak insanları okuma yazma bilen cahillere dönüştürdü.

Buralar çok değişti, görsen şaşarsın. Ne Ege aynı Ege ne Smyrna ne Ephesus ne Miletus. Aslında dünya çok değişti. Diyorsun ki her şey görelidir, her bakan aynı şeyi farklı görür, aslında o aynı şey dediğimiz de değişmiş olabilir, zamana, mekâna, kişiye göreli olma halidir bu. Haklısın. ‘’Her şey değişir, değişmeyen tek şey değişimdir.‘’ dememiş miydi yurttaşın Herakleitos?

Ama sevgili Socrates, bu çağ çok başka bir çağ, öyle özlem duyuyorum ki duru, saf, yalın ve temiz zamanlara. Senin çağındaki adaletsizliklere karşın keşke senin çağında gene bu topraklarda yaşasaydım. Tuhaf bir hüzün kaplıyor içimi seni düşündükçe. Gerçi yaşadığın çağda da senin değerin bilinmedi. Bugün de bizimki bilinmiyor, hep yüceltilen neredeyse tapındığımız o yönetim biçiminden; demokrasiden söz ediyorum. Seni idam eden, senden sonra da sayısız insanı suçlu suçsuz katleden bu demokrasiden.

Şöyle diyordun savunmanın girişinde.

“Atinalılar! Beni suçlayanların üzerinizdeki tesirini bilemiyorum; fakat sözleri o kadar kandırıcı idi ki ben kendi hesabıma onları dinlerken az daha kim olduğumu unutuyordum. Böyle olmakla beraber, inanın ki doğru tek söz bile söylememişlerdir. Ancak, uydurdukları birçok yalanlar arasında, beni usta bir hatip diye göstererek sözlerimin belagatine (düzgün, açık net, anlatım) kanmamak için sizi uyanık bulunmaya davet etmelerine çok şaştım. Ağzımı açar açmaz hiç de güzel söyleyen bir adam olmadığım meydana çıkacak, yalancılıkları elbette anlaşılacak olduğu halde, bunu söylemek için insan doğrusu çok utanmaz olmalı. Eğer onlar her doğru söyleyen adama hatip diyorlarsa, diyeceğim yok. Bunu demek istiyorlarsa ben hatip olduğumu kabul ederim; ama onların anladığından bambaşka manada. Herhalde, demin de dediğim gibi, söylediklerinde doğru bir taraf hemen hemen yoktur; ben ise size bütün hakikati söyleyeceğim. Fakat Atinalılar, ben onlar gibi baştanbaşa parlak ve gösterişli sözlerle bezenmiş hazır bir nutuk söyleyecek değilim; Tanrı korusun. Hayır, şu anda iyi kötü dilim döndüğü kadar söyleyeceğim; çünkü bütün diyeceklerimin doğru olduğuna inanıyorum. İçinizde kimse benim doğrudan başka bir şey söyleyeceğimi sanmasın. Toy delikanlılarımız gibi huzurunuzda birtakım süslü cümlelerle konuşmak, benim yaşımdaki bir adama yakışmaz. Sizden yalnız şunu dileyeceğim: kendimi savunurken öteden beri alışık olduğum gibi konuştuğumu, agorada, sarraf tezgâhlarında, o gibi yerlerde nasıl konuşursam burada da öyle konuştuğumu görürseniz şaşırmayınız, o yüzden de sözümü kesmeyiniz. Çünkü ben yetmişimi aştığım halde ilk defa olarak yargıç huzurunda bulunuyorum; bu yerin diline bütün bütüne yabancıyım. Bunun için, bir yabancının ana dili ile kendi yurdu adetlerine göre konuşmasını nasıl tabii karşılarsanız beni de tıpkı bir yabancı sayarak alışık olduğum gibi konuşmama müsaade ediniz. Bu dileğimi yersiz bulmayacağınızı umarım. Söyleyiş iyi veya kötü olmuş, bundan ne çıkar? Siz yalnız benim doğru söyleyip söylemediğime bakınız, asıl buna önem veriniz. Zaten yargıcın asıl meziyeti buradadır; nasıl ki hatibinki de doğruyu söylemektir.”

Seni yargılayan yargıçlara ve Atinalılara seslenişini duyarım her haksızlıkta. Bugün, o gün olduğu gibi yargı sistemi etkileyici konuşmacıyı doğru söyleyen, dürüst konuşmacıya yeğ tutuyor.

Yazık ki adaletin temeli olmuş adaletsizlik.

Özgürlük isteği eşitliği ve adaleti yok etti. Özgürlük kavramı beyinlere, ruhlara ayrık tohumu gibi ekildi. Kapitalistlerin tek meziyeti bu değildi. Temel niteliklerinden biri, demokrasinin nimetlerini paraya ve güce çevirmenin türlü yollarını bulmuş olmalarıydı. İnsanların seçimlerini özgürce yapmaları için temsili demokrasi en güzel en doğru yönetim biçimiydi. İnandık, uyandık sandık.

Sevgili Socrates, ben bu mektubu yazdığım günlerde, dünyada ve yurdumda hala adaletsiz işler yapılıyor. Ülkemde iki gün önce karara bağlanan Gezi Davası ki böyle barışcıl bir eylemi bile karalayanlar, sürekli yalanlarla iftiralarla beslediler halkı. Bu iftiraları yazan gazetecileri, iftiracı siyasetçileri, Kabataş Yalancılarını, FETÖ işbirlikçilerini, kumpasları, yalanları, iftiraları atanları unutmadık. Bu dava ile hukuksuzluğun, adaletin temelinin, hak değil, hukuk değil siyaset ve hatta iktidar olduğunu kanıtlamış olduk.

Gene o günlerde, gezi için ‘’Üç beş ağaç meselesi ‘’diyenlere yanıt olarak ‘’Doğrudur, mesele üçbeş ağaç değil; üç beş odun’’ diye yazmıştı biri. Öyle ki yıllarca Gezi hıncı ile dolanlar bugün öyle bir karar verdiler ki; bu hukuksuzluğa sebep kim varsa hakikati değil emirleri uygulayarak tarihe geçtiler. Duyarlı ve yalanlara kanmayan halk haksızlığa karşı duruyor ve tüm ülkede adalet ve hak yerini bulsun istiyor. Nazım Hikmet, senden iki bin beş yüz yıl sonra, daima gerçeği aradığı, sorguladığı, yazdığı ve yazdıklarını görkemli bir şiirsel dokuyla yapılandırdığı şiirlerinden birinde?

ELLERİNİZE VE YALANA DAİR

bütün taşlar gibi ve karlı,
hapiste söylenen bütün türküler gibi kederli,
bütün yük hayvanları gibi battal, ağır
ve aç çocukların dargın yüzlerine benzeyen elleriniz.
arılar gibi hünerli, hafif,
sütlü memeler gibi yüklü,
tabiat gibi cesur
ve dost yumuşaklıklarını haşin derilerinin altında gizleyen elleriniz.
bu dünya öküzün boynuzunda değil,
bu dünya ellerinizin üstünde duruyor.
ve insanlar, ah, benim insanlarım,
yalanla besliyorlar sizi,
halbuki açsınız,
etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız.
ve beyaz sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya,
göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan.
insanlar, ah, benim insanlarım,
hele asyadakiler, afrikadakiler,
yakın doğu, orta doğu, pasifik adaları
ve benim memleketlilerim,
yani bütün insanların yüzde yetmişinden çoğu,
elleriniz gibi ihtiyar ve dalgınsınız,
elleriniz gibi meraklı, hayran ve gençsiniz.
insanlarım, ah, benim insanlarım,
avrupalım, amerikalım benim,
uyanık, atak ve unutkansın ellerin gibi,
ellerin gibi tez kandırılır,
kolay atlatılırsın...
insanlarım, ah, benim insanlarım,
antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,
ninni yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ay ışığı,
söz yalan söylüyorsa,
ses yalan söylüyorsa,
ellerinizden geçinen
ve ellerinizden başka her şey
herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.

 Ah ustam ah asıl korkum: Bu dünya, namussuzların elinde yok olup giderse, diye. Dünya hızla kirleniyor, bozuluyor, yok oluyor. Bütün kaynaklarımız kurutuluyor, doğa katliamı tüm hızıyla sürüyor. Ve biz hâlâ namuslu insanların en az namussuzlar kadar cesur olacağı günleri bekliyoruz.

Cesur olanlarımızı bugüne dek ya öldürdüler ya mahkûm ettiler ya da biliyorsun adaletsizce yargıladılar.

Üzücü olansa tüm dünyada ve özelikle yurdumda hep aynı işliyor düzen. Nazım Hikmet, “Elleriniz ve Yalana Dair” şiirini neden yazdı? Sen o savunmanı bugünleri görerek mi yaptın? Yoksa dünya da düzen değişmiyor ve haksızdan, güçlüden, erkten yana mı işliyordu? Bu düzeni sürdürmek için binlerce yıldır insanları yalanla mı besliyorlar? Sorular hiç bitmeyecek ustam, felsefe hiç bitmeyecek, nice yanıtlar verilse de... Çünkü o egemenlerin hiç sevmediği felsefe, soru sorar.

Hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmeyen, siyasilerin ve egemenlerin dayattığı ne varsa sorgulayan ve konu önemsiz gibi görünse de soran; dogmaları, tabuları, yalanları araştıran, doğruyu ve gerçeği arayan insanlar; dünyayı da doğayı da insanlığı da yeniden kuracaktır. Yeter ki sormaktan korkmayalım.

Yaşar Özmen
DİLHAN (Nehir Şiir)

 (…)

Hangisinin ucuna dokunsam, ürperir toprak Dilhan!

Sığmaz bu şiire tuttuğumuz çetele

Kaldıramaz düşünen,

acının ağırlığını

Yangın, deprem, sel, göçük, göç, heyelan

Vurur geçer,

yıkar geçer, yakar geçer

sınırlar yol geçen hanı                      

Ölümlere bir günlük

kalantor saf

Yaralara üstünkörü bir pansuman.

Sorumluluk ne ki

gurur anıtı, kimse geçmez yanından.

Ne diyeyim Dilhan,

eğitim eğitim değilse

Kafalar,

ütüsü bozulmaz kumaştan;

Ya hacamat kongresinde ayaz lalesi

Ya da ahlâk dersinde

etek erketesi

Diyeceğim o ki

Palavralar harmanında

hasatsız muştular döveriz.

Olacak iş mi deme, bizim de görgümüz bu,

kime ne?

Görünen köy kılavuz istemez, derler ya

Çiçeği burnunda asil adayız Dilhan

Üstümüze doğrudur

süt dişli heyelan…

(…)

 

Müslüm Kabadayı
ZİNCİRKIRAN SPARTAKÜS MERHABA

 

Adını, ilk kez İrfan Çeşmesi’nin önünde söyleşirken 1973 ya da 74’te duymuştum. On üç, on dört yaşında, henüz bıyıkları terlememiş bir ortaokul son sınıf öğrencisiydim. Düziçi İlköğretmen Okulu’ndaydım ve okulumuzun sembolü olarak gördüğüm İrfan Çeşmesi hem su ihtiyacımızı karşıladığımız hem de çevresinde söyleştiğimiz, bir bakıma beynimizi beslediğimiz bir mekândı. Burada bir akşamüzeri Şaban Taşçı öğretmenimiz, lise son sınıf öğrencileriyle söyleşirken köle isyanlarından söz ediyordu. Roma İmparatorluğu’nun sömürü ve baskısına karşı senin öncülüğünde gelişen isyanın içeriğini, öğrencilerin soruları üzerine niçin zaferle sonuçlanamadığını anlatıyordu. Kullandığı bazı sözcükleri, terimleri anlamasam da zulme karşı isyanınızla duygudaş olmuş ve yenilmenize çok üzülmüştüm. Haklı ve onurlu eyleminle sen, Roma diktatörlerinin köleleştirdiği insanların ayağa kalkması için devrimci bir özne olduğun için de belleğime kazımıştım. Lise dönemimde eylemli öğrenici bir kişilik kazanmamda seninle ilgili öğrendiklerim etkili olmuştu. O günden bu yana da, “düşkıranlar”a karşı hep “düşkuran” olarak mücadeleme devam ettim.

Sevgili Spartaküs, 1970’li yılların ortasından itibaren politik mücadeleye atılmamda ve 16 yaşımdayken sürgünle başlayan sermaye sınıfının saldırılarına karşı direnç ve bilinç kazanmamda, başka öğretmenlerimin de rolü oldu kuşkusuz. Sosyalist sanatçılar, edebiyatçılar, dernekler, sendikalar, partiler yanında kitaplar, dergi ve gazeteler de kaynağımdı. Sana niye ‘zincirkıran’ diye hitap ettiğimi de açıklayan fotoğraflar, afişlerden biri de 1 Mayıs 1977’de Taksim’e asılan büyük pankarttaki zinciri kıran işçi figürüydü. Daha sonra öğrenecektim ki işçi sınıfının öncülüğünde yeryüzündeki sömürüyü kaldırıp komünist toplumu inşa edecek bilimsel sosyalizmin kurucusu olan Karl Marks’ın, işçi sınıfı için “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” ifadesini kullanmasına da sen vesile olmuşsun. Aramızda yüz kırk iki yıllık fark ve doğduğumuz yerler bakımından binlerce kilometrelik uzaklık olduğundan onun soluduğu atmosferi görmem mümkün değildi ama doğduğu evi ve çocukluğunun, ilk gençliğinin geçtiği Trier kentini 2018’de (doğumunun 200. yılında) görme olanağı buldum. Bu evdeki kaynaklarda Dünya devrim tarihinin kilometre taşları sergileniyor ve gösteriliyordu. Bu evden fışkıran komünist bir düşünürün, devrimci bir mücadele insanının esinlendiği isimlerden biri olarak niye sana yer verilmediğini düşünmedim değil. Özellikle bahçeye açılan avludaki Marks büstünün halesine senin ve köle isyanının resimleri yerleştirilebilirdi diye aklımdan geçirdim. Bunun gibi nice önemli unsurun müzede bulunmamasının nedenini, bu müze evin Alman Sosyal Demokrat Parti’ye yakınlığıyla bilinen Friedrich Ebert Vakfı’na ait olmasına bağladım. Girişteki kulübede bu vakıf adına bilet kesilmesinden de çok rahatsız olmuştum. Komünizmin felsefesini kuran Marks’ın müzesinde, parasal konulara kesinlikle yer verilmemeli, diye düşündüm.

Marks’ın yaşamıyla ilgili okuyabildiğim kaynaklarda yazmıyordu; belki de ben okuyamamış olabilirim ama Roma’daki köleci düzene karşı bilinç geliştirmesinde, doğduğu kentin tarihinde Romalıların çok derin izlerinin bulunması etkili olmuştur, diye düşündüm. Alpler’in kuzeyinde Romalılardan kalan en büyük yapı olarak bilinen Porta Nigra kapısını gördüğümde bu geldi aklıma. Böyle bir sur kapısını, o zamanlar ancak kölelere yaptırabilen Romalıların, Mozelle Nehri üzerinde köprü, başka yerlerinde bazilika ve hamam yaptırdığı biliniyor. Bunları da görme olanağı bulduğumda bu düşüncem pekişti. Bu düşüncemden, arabasıyla bizi oraya götüren işçi kuzenim Mehmet Kabadayı’ya söz ettiğimde hak verdiğini söyledi. Böylece Marks, köle emeğiyle inşa edilen tüm yapılarda senin öncülüğündeki kölelerin isyan bayrağının dalgalanmasını düşlemiş olabilir, değil mi? Düş gücü yüksek olanlar, sağlam düşkuran olabilirler zaten…

Seninle 1974’ten sonraki ikinci karşılaşmam 1979’da Ankara’da gerçekleşti. Üniversite okumak üzere Ankara’ya gelmiş ve örgütlü politik mücadelenin içinde henüz pişmekte olan bir genç sosyalist olarak, yoldaşlarımızla topluca Maltepe’de bulunan Eti Sineması’na gitmiştik. Senin öncülük ettiğin ilk köle ayaklanmasının filmini orada izlediğimde gençlik heyecanımın ötesinde, ayaklanmanızın niye başarıya ulaşamadığı üzerinde durmaya başladım. Aklımda dün gibi kalmış, filmi izleyen yoldaşlarımızla bulduğumuz iki neden. Birincisi, sizin yıkacağınız Roma diktatörlüğünün yerine neyi koyacağınızı bilmemeniz veya ortak bir hedefte anlaşamamanızdı. Sizin 2000 yıl önce programsız başlattığınız isyan ve diğer deneyimlerden önemli ders çıkaran Marks ve Engels’in 1848 devrimine Komünist Manifesto’yla müdahil olmaya çalıştıklarını düşünüyorum. İkincisi de örgüt eksikliği. Köleler olarak isyan edip Romalılardan özgürlüğünüzü alıp Vezüv Dağı’na çekilmeye çalışırken savaşın orta yerinde kendinizi bulmanız, çok hızlı biçimde büyümeniz, Roma ordusu karşısında yenilginizi önleyecek bir örgütlenmeye zaman bulamamanıza neden olmuştur, diye de düşünmedim değil. Burada, esas söyleyeceğimi seni üzmeyi göze alarak dile getirmek durumundayım. Nedir o?

Gerek hakkında okuduklarım gerekse 1979’da ilk kez Eti Sineması’nda gördüğüm, daha sonraki yıllarda TV’de tekrar izlediğim filmden edindiklerimden yola çıkarak bunu yazıyorum. Bu kaynaklarda bir yanlış olabilir. Çünkü, senin nereli olduğuna dair de farklı bilgiler söz konusu. Yunanlı ya da Trakyalı olduğun en çok söylenilenler. Yazacağım esas eleştiri ve değerlendirmeyi yapmama bu ihtimal, yani kaynakların yanlış olma durumu engel değil. Yaklaşık iki yıl süren bu büyük isyan hep senin adınla anılıyor. Zeki olman ve taktik geliştirme konusundaki yeteneğin, Romalıların Cumhuriyet döneminin başındaki zayıflığı nedeniyle işe yaramış; üzerinize saldıran birkaç orduyu dağıtma zaferini kazandırmış.  Bunda hiçbir kuşku yok. Ancak bu başarıda seninle birlikte savaşan üç Kelt gladyatör Crixus, Gannicus ve Oenomaos'un adlarını nedense kimse aklında tutmuyor. Belki sen de bu isimlerin senin gölgende kalıp unutulmasını istemezdin. Bilemiyorum. Bildiğim şu: Eğer sen, Sicilya’ya geçip herkesin köle olarak getirildiği topraklara dönmesinde ısrar etmeyip Crixus’la davranmış olsaydın sınıflar mücadelesi, başka bir seyir izler ve sömürü düzenleri bu kadar uzayıp insanlığın, gezegenimizin başına bu kadar musallat olmazdı. Haksız mıyım?

Düşkıranlara fırsat verdiğini düşünüyorum Crixus’la yollarınızı ayırmanızın. O koşullarda senin niye böyle bir karar aldığını tahmin edebiliyorum. İsyanın başında da sen Vezüv’ü aşıp memleketine dönmeyi düşünüyordun. Dolayısıyla Roma diktatörlüğünü devirip köle düzenine son verme düşüncesinden uzaktın. Oysa, Crixus’un önerdiği hedef buydu ve bunu birlikte denemeniz, yanınızda savaşanların “efendi-köle” diyalektiğini zafere dönüştürme iradesini güçlendirebilirdi. Ha, “İki bin yıl sonradan bana gazel okuma!” diyebilirsin. Ben de genel duruma uygun cümleler kurmaya özen gösteriyorum zaten. Yine de, 1789-1830-1848 devrimleri ve 1871 Paris Komünü’nde iktidar hedefinden, programından ve buna uygun mücadele anlayışıyla örgütsel güçten yoksun olmanın sonuçlarını iyi kavrayan Lenin ve Bolşevik yoldaşlarının 1917 Ekim Devrimi’yle işçi sınıfını iktidara taşıdığını bildiğimden, çubuğu Crixus’tan yana bükmek zorundayım.

O koşullarda kölelerin gerçek anlamda özgürleşip eşitlikçi bir toplumsal düzen kurmalarına yol açabilecek düşü kuran, bu uğurda savaşırken ölen Crixus’tan yana olduğumu umarım doğru anlatabilmişimdir sevgili Spartaküs. Böylece, Capua’da gladyatörleri eğitip dövüştürerek zenginleşen, Romalılar arasında söz sahibi olan Batiatus’un okulunda aldığın “Spartaküs” unvanından da kurtulursun, diye düşünüyorum. Kaynaklarda bu unvanın Trakyalılara ait soyluluk bildirdiği de yazılıyor…

Evet, tarihin kahramanlarla yazıldığı dönemin son bulacağı ve her insanın özgürce-eşitçe toplumsal yaşamda var olacağı günlerin daha da yaklaşması için mücadele azmimizi güçlendiren bir değerlendirme için seninle mektuplaşmaktan onur duyduğumu bilmeni isterim. İnsan, sınırlı zaman içerisinde deneyimler kazanır; toplum da bu deneyimlerin toplamıyla biçimlenir. Dileğim, bizim deneyimlerimizin de bu çorbada tuzu olmasıdır. Bakalım, bizimle ilgili sonraki kuşaklar ne diyecekler? Bize mektup yazdırtacak Seçkin Zengin’ler çıkacak mı?

 

DİLHAN (Devamı)  

 

(…)
Devlet deneyimi ince iştir Dilhan
     Sezgi ister,
       düzgü ister,
     uzagörüm ister
                            Sistem karmaşık,
                          öykü uzun,
                         kurgu incelik bekler…
Has oyuncular çoktan yerini almış,
pasörler, defanslar,
             civa gibi iltisaklı, üstelik pür ahlâklı
Kim demiş;
 “Delikli demir çıktı mertlik bozuldu” diye
   Mertliğin feriştahı
            dolma kalem mürekkebinde saklı
Endişelenme uygarlık yürüyüşündeyiz Dilhan
            Sırtımız gelmez yere,
                               değmez çamura ayağımız
            Memleket bekâsı bu, ciddi iş,
 çark dönecek illa.
Saklanması gereken hasıraltı
    Harcanması gereken boncuklu hakkı
        Aklanması gereken kadıdan tokatlı.
Daha ne olsun hesap bizim
            çağ bizim çağımız
                 Şehirler, köyler, haneler hizada
Memleketim giymiş gelinliğini atında
                        Şark kültüründen duvaklı.
 
(…)

 

Aydemir Çimen
MARKS’A MEKTUP

 

Emekçilerin ve ezilenlerin büyük Marks’ı, saygıdeğer üstadım.

Size bu mektubu, yeryüzüne bir daha dönmemek üzere haritada yeri belirlenmemiş bir yerlere gitmenizden yaklaşık bir buçuk yüzyıl sonra yazıyorum.  Diyebilirim ki neredeyse yaşamımın tamamı sizin felsefi dünya görüşünüzü savunarak ve sömürünün olmadığı ışıklı özgür bir dünya için mücadele ederek geçti. Adınızı ilk defa ne zaman duyduğumu, sert yakalı beyaz gömlek üzerine koyu renkli redingotlu, ak düşmüş taranmış uzun saçlı, sık sakallı, insanı etkileyen delici bakışlı; her bakımdan bir üniversite görüntüsü veren resminizi ne zaman gördüğümü anımsamıyorum; ama ilk kitabınızı ne zaman aldığımı hiç unutmuyorum.

Yetmişli yılların başlarıydı, sanat enstitüsünde burs kazanarak Teknisyen Okulunda okumak için Erzurum’a gitmiştim. Bir gün Cumhuriyet caddesinde ki büyük bir kitapçının camekânında görmüştüm kitaplarınızı. Nasıl da heyecanlanmıştım. Sonra hemen içeri girip büyük eseriniz Kapital’in ilk cildini ve Komünist Manifesto’yu alarak sevinçli bir heyecanla neredeyse uçarak eve dönmüştüm. Önce Kapital’i karıştırdım sonra da Manifesto’yu.

Büyük düşünür, artık düşünmemeye başladıktan sonra ikametgâhın olan Londra’da Highgate mezarlığındaki mezar taşına kazılı “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” cümlesini okuduğumda sanki birden bire büyük bir kalabalığın uğultusu çalındı kulaklarıma. Birden omuzlarıma çöken büyük bir yükten kurtulmuş da rahatlamış gibi arkama yaslanıp sadece kitapların kapaklarına baktım. Dedim ya Değerli Üstadım, o zamanlar henüz bir insan ömrünün en güzel halleriyle dolu çocukluktan yeni yeni kurtuluyordum. O zamanlar ne olduğunu bile pek anlamadan birkaç arkadaşımla birlikte etrafımızdakilere “Biz devrimciyiz!” diye hava atıyorduk. O zamanlar Kızıldere’de “Kahrolsun Amerikan emperyalizmi!” diye bağıran Mahirlerin gür sesleri, darağacına giderken korkusuzca, “Yaşasın halkların kardeşliği” diye haykıran Denizlerin cesaret dolu naraları hala kulaklarımızda yankılanıyordu. Gururla belirtmeliyim ki onlar da senin bir ömür harcadığın büyük bilimsel felsefi dünya görüşünü rehber edinmiş, senin düşüncelerine inanıp sahiplenerek ve ona uygun davranarak koyu bir karanlığa sürüklenen dünyamızı değiştirmek için yola çıkmışlardı. Onlar da binlerce milyonlarca Marksist gibi yaşanası şu güzel dünyamızı ateşle, barutla, kanla yakıp yıkan açgözlü burjuvazinin,  hiç de adil olmayan düzenlerini yıkıp yerine emekçi ve yoksul halkların iktidarı yani sosyalizmi kurmak için mücadele ediyorlardı. Üstelik sizin bu özgür ve ışıklı dünya görüşünüze o kadar inanmışlardı ki canlarını vermekte bir an olsun tereddüt etmemişlerdi.

Sevgili Moor, o hafta sonu hiç dışarı çıkmadan sık sık geri dönüşler yaparak Kapital’den elli sayfa okudum. Doğrusunu isterseniz oldukça zorlandığım için, biraz da kendime kızarak kitabı kapatıp masanın üzerine bıraktım. Elbette ki ‘farelerin kemirici insafına terk etmedim’, ama uzun süre okuyamadım, arada bir elime alıp öylesine sayfalarını karıştırıp tekrar yerine koymaktan da hiç vazgeçmedim. Biliyor musun saygı değer filozof o kitaplar çok sonraları askeri faşist cunta döneminde evimize yapılan bir polis baskınında komünizm propagandası yapmanın gerekçesi sayılarak, kardeşim için ağır cezalar istenmiş, çaresiz yaşamının beş yıla yakın bir bölümü mahpusta geçmişti.

Erzurum’da oldukça sıkıntılı ve zorluklarla geçen üç yılın ardından başarıyla mezun olarak yüksekokul için Ankara’ya gittim. Okumak zordu. Daha doğrusu okumanın kendisi değil koşullar zordu. Sahtekâr burjuvazi ve Amerikan emperyalizmi darbe koşulları yaratabilmek için ülkeyi savaş alanına çevirmişlerdi, okula gidip gelirken can güvenliğimiz bile yoktu. Hele sizin düşüncelerinizi savunmak çok daha tehlikeliydi. Arkadaşlarımız gözü dönmüş caniler tarafından sokak ortalarında katlediliyordu. Dört yıl kadar sonra da askeri faşist cunta yönetime el koydu. Derken benim de mahpusluk yıllarım başladı. Askeri ceza evindeki uygulamalar çok sıkı olmasına rağmen bir takım yollardan Kapital’i içeri soktuk. Mahpusta zaman boldu. Bunu fark edince birazda geçmişin intikamını almak için olsa gerek büyük eserinizi kısa aralıkla iki defa okudum. Sonra grup halinde okuduk. Ben severek ve zevkle kolaylaştırıcılık yapıyordum. İşte o zaman sizi ve bu büyük eserinizi anlamaya başlamıştım.

Değerli Üstadım, felsefi bakımdan da çok önemli olan bu büyük eserinizde objektif gerçekler baştan sona diyalektik materyalizmin somut tahlili örnekleriyle oya gibi işlenmiş. Ekonomik kavramlar muazzam bir esneklik ve hareketlilikle kullanılmış. Bu sayede de ekonomik hallerin nasıl diyalektik olarak gerçek sosyal ilişkilerdeki çelişkilere ve değişikliklere yol açacağı kolayca anlaşılacak şekilde anlatılmış. Sadece bu kadar da değil hemen anlaşılıyor ki siz sadece kan ve irinle doğan kapitalizmi, dolayısıyla çağınızı incelemekle kalmamış koca bir insanlık tarihini de, insanın iki ayağı üzerine doğrulduğu günden başlayarak analiz ederek kolay anlaşılır hale getirmişsiniz.

Büyük filozof, öğretinizin temeli olan, bilimsel felsefi dünya görüşünüz, diyalektik ve tarihsel materyalizm Kapital de öylesine görkemli bir biçimde uygulanmış ve bütün ana doğrular öylesine ikna edici işlenmiş ki okudukça size olan hayranlığım daha da artmıştı. Bir hipotez olmaktan çıkararak bilimsel hale soktuğunuz materyalist tarih anlayışınızın güçlü belgesi olan bu büyük eserinizle tıpkı köleci ve feodal üretim tarzları gibi kapitalizmin de meta üretimi anlamına gelen bir üretim tarzı olduğu; onun da geçici bir durumdan başka bir şey olmadığını anlıyoruz. Kapitalizmin bağrındaki çelişkiler ve bu çelişkilerin gelişimindeki evreler, niceliksel değişimlerin nasıl niteliksel dönüşümlere yol açacağını en ince noktalarına kadar ortaya serilmiş. Sonunda “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” nin nasıl kaçınılmaz bir sonuç olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış gibi. Büyük filozof, sonuç olarak lise yıllarında gözümü korkutan büyük eserinizde kapitalizmin değişimleri ve çözüm yöntemlerini baştan sona öylesine muhteşem bir şekilde analiz edilmiş ki insan şaşkınlıktan şaşkınlığa düşüyor.

Büyük üstadım, başta ekonomi politiği anlattığınız Kapital olmak üzere diğer bütün eserlerinizin bilinen özelliklerinin dışında mutlaka üzerinde durmam gereken bir başka yönü daha var. Eserlerinize şöyle bir göz atınca bile hemen görülebileceği gibi edebiyat sizin üzerinizde öylesine büyük bir etki yaratmış ki başta Kapital olmak üzere bütün kitaplarınız adeta birer sanatsal eser gibidir. Hele Kapital tam bir analoji deposu… Her paragrafında her sayfasında farklı bir edebiyat eseri çıkıyor okurun karşısına. İncil’den, Virgil’den, Juvenal’dan Horace’dan, Eshilos, Ovid, Lukretius, Shakespeare, Cervantes, Goethe, Heine, Dante, Diderot, Cobbett, Balzac, Dickens, Defoe ve daha nice sanatçılardan ve eserlerinden balatlar, şarkılar, tekerlemeler, efsaneler, mitolojik hikayeler ve özdeyişlerle dolu. Bu eserlerdeki tipler ve basit modeller aracılığıyla toplumsal ilişkileri, kavranamayan ekonomik formülleri ve istatistikleri nasıl da kolayca anlaşılır bir hale sokuyorsunuz!

Büyük filozof doğrusu yaşam hikâyeni birazcık olsun öğrendiğimde başlamış olduğunuz büyük kuramsal görevi büyük fedakârlıklarla sürdürme ve tamamlama çabalarınız ne kadar da övgüye değer. Hastalıklarla didişme, okumaya ve okuduklarınızdan notlar almaya; başta yakın dostlarınız olmak üzere tüm dünyadan entelektüellerle yazışmaya, yeni diller öğrenmeye, tarihi olaylarla ilgili yorumlar yapmaya (Paris Kömünü), yeni oluşan sosyalist hareketlere ve partilere danışmanlık görevini sürdürmeye, sosyalistler ve komünistler arasında ki birliği sağlamaya kadar pek çok zorluk ve engele rağmen bıkıp usanmadan gösterdiğiniz çabalar da her türlü övgünün ötesindedir.

Sahtekâr burjuvazi düşüncelerinizi tehlikeli görmeye başladığından itibaren sizi nasıl da polis marifetiyle hemen susturmaya ve korkutmaya başlamış, bununla da yetinmemiş vatan toprağından kopararak sürgüne yollamış. Bugün de Marksistler benzer sürgünler yaşamaktadır. Bir süre Fransa’da başka bir isimle, Mösyö Ramboz olarak kalmışsınız. Ne var ki siyasal ekonomi ve sosyalizm konusundaki tamamen materyalist bir görüşle ele aldığınız yazılarınız ve çalışmalarınız, göçmenler arasında itibarınızın yükselmesine yol açınca bu defa Fransa’nın egemenlerini de sinirlendirmiş. Bu nedenle Belçika’ya iltica etmek zorunda kalıyorsunuz. Bu defa Belçika’daki sahtekâr burjuvazi seni ülkeye kabul etmenin bedeli olarak senin susmanı, günlük politik konularla ilgili hiçbir şey yayınlamayacağına dair söz vermeni istemiş. Siz ise tam tersine o sıralarda giderek artan sayıda Adalet İçin Birlik üyesi ile birlikte bir taraftan kendi bilimsel felsefeni oluşturmaya ve emekçilerin çıkarları için mücadeleye devam etmişsiniz. 1949 yılında ise zorunlu olarak A. Williams adıyla bu defa Londra’ya taşınıyorsunuz. Özellikle ilk yıllarınız nasıl da büyük bir yoksulluk ve sıkıntı içinde geçiyor. Yine de aklınız fikriniz asrınıza sosyalizmi ve devrimi getireceğini umduğunuz 1848-1849 yıllarında Avrupa’daki devrimlerde. Arka arkaya yaşanan bu devrimlerdeki başarısızlık ve hayal kırıklıkları sonunda sizi kapitalizmi derinlemesine inceleyip anlamak için bıkıp usanmadan bütün gününüzü British Museu’sinde geçirmeye başlıyorsunuz. Siyasal ve ekonomi kitaplarını okuyor üzerinde çalışıp yorumluyor notlar alıyordunuz. Bütün bu haksızlıklara, merhametsiz zorluklara, dayanılmaz acı, ağrı ve sızılara rağmen siz sonunda sermayenin çirkin imparatorluğuna başkaldırarak sınıfsız bir toplumu düşleyip, sadece emekçilerden yana olmakla övünmekle yetinmediniz. Tam tersine sömürücü egemenlere karşı ezilenlerin düşlerinin gerçek olması için “Filozoflar sadece dünyayı yorumlamakla yetindiler asıl olan onu değiştirmektir!” diye haykırarak o günkü emekçilerin örgütü olan Birinci Enternasyonal içinde de görev alarak yani pratik mücadelenin ön saflarında da yerinizi alarak bayraklaştınız.

Büyük düşünür, bütün insanca duygularını kaybetmiş egemenlerin nasıl acımasızca davranışlar sergilediğini dünyadaki bütün Marksistler gibi ben de çok iyi biliyorum. Öz kardeşlerinin başlarını kanlı gelincikler gibi koparanlar mı dersin, kirişlerle boğduranlar mı dersin, acımasız bir kıyıcılıkla kardeşinin kanını altın leğenlere doldurup abdest alarak tahta çıkanlar mı dersin benim tarihimde de fazlasıyla yer almışlar.  Sosyalizmin ilk örneği Paris komününün nasıl acımasızca yenildiğini, yiğit komüncülerin nasıl acımasızca katledildiğini yaşayarak gördünüz. Aradan geçen zamana rağmen bizim de hala canımız yanıyor. Ama sadece bu kadar değil ki, İspanya’da, Yunanistan’da Vietnam’da, Angola’da dünyanın dört bir yanında senin düşüncelerini savunarak senin yolundan giden Marksistler büyük katliamlar yaşadılar.  Egemenlerin acımasız uluslararası savaş örgütleri dünyayı kan gölüne çevirdi. Ne yazık ki Büyük Ekim Devrimi’nden sonra kurulan emekçi ve yoksul halkların iktidarı Sovyetler de önce Faşist Hitler’in saldırısına uğradı, milyonlarca emekçi katledildi. Buradan zaferle çıkan Sovyetler bu defa emperyalist saldırı örgütlerinin pek çok yalan ve demogojisiyle yozlaştı ve yıkılarak yağmacıların ve oligarkların eline geçti. Diğer ülkelerdeki emekçi iktidarları da aşağı yukarı aynı akıbete uğradılar. O gün Paris Komünü için nasıl senin beyninle kalbin uyuşmadıysa bugün bizler de aynı duygular içindeyiz. 

Kapitalizmin mezar kazıcılarına yol gösteren bilimsel okyanus gibi büyük dalgalar halinde yayıldıkça eskiden beri senin de çok iyi bildiğin gibi sana çok iyi bakmıyorlar. Sahtekâr burjuvazinin kendi kanlı ve zorba diktatörlüğünü sürdürebilmek için çarpıtamayacağı hiçbir gerçek olmamıştır. Bugün eskisinden çok daha fazla akla hayale gelmedik yöntemler kullanıyorlar. Her gün durup dinlenmeksizin soygun ve sömürü düzenleri devam etsin diye bütün bildik yöntemleri kullanarak, durup dinlenmeksizin size ve sizin savunduğunuz dünyaya dair halkın kulağına yeni yeni zehirli yalanlar üflüyorlar. Sahtekâr burjuvazi bugün yine senin doğru anlaşılmanı istemiyor. Kimsenin senin yürüdüğün yoldan, emeğin tarafında yer alarak soygunsuz, sömürüsüz bir dünyanın mücadelesine katılmasını istemiyor. Asya’nın, Afrika’nın, Amerika’nın, Avrupa’nın, bütün bir dünyanın yaşanılabilir hale gelebilmesi için, mücadele edilmesini hoş karşılamıyor. 

Büyük Filozof, bu günde senin savunduğun özgür ve eşitlikçi dünyanın kurulması için dünyanın dört bir yanında grev çadırlarında, miting alanlarında enternasyonalist duygularla işçiler, devrimciler yüreklerini senin yüreğinle birleştiriyorlar. Bizim ülkemizde de bayrak olan yoldaşlarımız çok oldu. “Bu güzelim memlekette elini kolunu sallaya, sallaya dolaşsın diye hürriyet, 70’li yıllar boyunca işçilerimizle, gençlerimizle, memurlarımızla koyu bir karanlık dönemin baskıcı ruhunu yırtabilmek amacıyla sokaklara çıktık. Senin dediğin gibi sömürünün, baskının, zulmün, zorbalığın olmayacağı bir dünyanın özlemi içindeydik. Güzel bir dünya için, ışıklı bir dünya için haklılığımızın verdiği güven ve cesaretle atıldık mücadeleye. Güneşi zapt etmeye çıkan umut kervanı gibiydik. En değerli varlıklarımız canlarımızı ortaya koymakta bir an bile tereddüt etmedik. Her günü yoldaşlarımızın, dostlarımızın, canlarımızın, sevgililerimizin ölüm haberleriyle yaşadık. Bir daha görüşemeyecek olmamız sonsuz, süresiz ayrılacak olmalarımız bizleri bir an bile şüpheye sevk etmedi, yıldırmadı, kavgamızdan alıkoymadı. Kitaplarımızla, türkülerimizle, bayraklarımızla dalga, dalga olduk, aydınlık olduk, yürüdükçe yürüdük karanlığın üstüne, meydanları zapt ettik. Hep bir ağızdan “Güneşi İçenlerin Türküsü”nü söyledik.

Kavgamız büyüdükçe, saflarımız sıklaştıkça, sayılarımız çoğaldıkça, meydanları daha bir doldurdukça sahtekâr burjuvazi ve onun savaş örgütleri ülkeyi kan gölüne çevirdiler. Tıpkı Spartaküs ve arkadaşları gibi, tıpkı Komüncüler gibi, tıpkı Sovyetler gibi, tıpkı Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa, Aydın’ın Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi esnaflarından oluşmuş yoldaşlar gibi neredeyse kılıçtan geçirdiler. Arkadaşlarımız yoldaşlarımız acımasızca katledildiler, darağaçlarına çekildiler. Binlerce insanımız tıpkı senin gibi vatanlarından koparılarak dünyanın pek çok ülkesinde mülteci konumuna düşürüldüler.

Büyük düşünür bilesin ki emperyalizm ve onun işbirlikçileri şimdilerde daha azgınca saldırıyor ve acımasızca kan dökerek dünyanın dört bir yanını savaş alanına çevirdi. Korkunç bir kıyıcılıkla başkaldıranları yok etmek istiyorlar. Yoksul halklar, işçiler, emekçiler dünyanın dört bir yanında acılar yaşıyor. Sahtekâr burjuvazi düzeni sürsün diye hiçbir kötülükten geri durmuyor. Ama düşüncelerimizden vazgeçmeyeceğiz. Büyük Filozof senin çok iyi bildiğin ve bizim dünya şairimiz Nazım’ın da dediği gibi  “Komünistlerin vatanı yoktur! Onların vatanı bütün dünyadır, bütün yeryüzüdür. Dünyanın her yerindeki kavgalar onları da ilgilendiriyor. Dünya halkları kardeştir. Kardeşlerin çıkarı ortaktır.”

Büyük Filozof, emekçiler için yaşamı bu kadar acımasız ve çekilmez hale getiren açgözlü burjuvazinin bu karanlık dünyasından kurtulup, senin düşünü kurup teorileştirdiğin özgür ve ışıklı dünya için sürüp giden mücadelelerin artarak devam edeceğine olan inancımdan hiçbir şey kaybetmiş değilim. Karanlığın aydınlığı da yanında taşıdığını, mutlak umutsuz bir durumun olmadığını bilimsel felsefenden biliyorum. Bu gece karası tünelin sonun da savunduğun dünyanın ışığının parladığını da çok daha iyi görüyorum.

 

Türkçenin gelişimini gerçekten istiyorsak, dil çalışmalarının değerler dizgesinde (Paradigma değişikliğine) değişikliğe gitmek gerekecek. Bugün olduğu gibi sözcükten dile doğru değil; düşünceden-duygudan-hareketten-olgudan sözcüğe doğru bir yaklaşım gerekiyor. Düşüncede kavramlaşmış ve resmi anlaklara çizilmiş olan pek çok olgu, duygu ve hareket varken bunların, sözcük karşılığı olmaması bana göre önemli bir anlatım boşluğudur. Y.Ö

  

DİLHAN (Devamı)

(…)

Gönül çalmak değil işimiz Dilhan

Koşumsuz atları çayıra salmak da

Şiir bir sanatsa eğer

çağın kıvancını, utancını

Makamında dört başı mamur ağırlamak.

Bakma sen ucu sivri dizelerime

İğneyle kazdığımız dipsiz kuyudan

Vargeller hep üstümüzdeydi

                                   biraz da ağırlığından.

Ah bir dokunsan şöyle Pandora’nın kutusuna

Neler neler saklar, bilir misin?

Kim derdi ki gidişler geliş gelişler gidiş olur

Sermayesi üstüne yıkılmış

                               süslü bir çember

Parselli tünekler,

            üstünde doyumsuz serçeler.

İnceliğine maça papazı sürülmüş

                               bir dönem ki

Mahallenin gedikli hırsızı gibi

Sokak lambalarına söven,

                                   avuç avuç pay kapar

     Dinden gayri sermayesi olmayan

                        yarı sofistik çocuklar

arzı karış karış toplar…

Demedi deme,

     bir sistem niye korkar Dilhan?

             Şiirden,

kitaptan,

                              hukuktan

                               sözün kısası uygarlıktan…

(…) 

Cihangir Nomozov
KIŞ MASALI

Özbekçeden Çeviri: Cihangir Nomozov 


Bakın doğanın derinliğine
Görkemli dağların göğsünde zafer
Kışın tipisinde, ayazında
Yıldız yıldız yağıyor kar...
 
Yeryüzü bembeyaz renge belenir
Neşeyle dolar çocuklar, sokaklar
Kardan adama mektuplar yazılır
Düşler masalı kışa sarılır gibi...
 
Uzar şimdi gecelerin boyu
Günlerin de dili kısa ve koyu
Tüm varlıkta sessizliğin ezgisi
Güzel  öyküler baştan sona yazılır gibi…
 
Yüreği yakar karlı gecelerin ayazı
Gönüllerde açar ümitler goncası
Hediye eder bembeyaz bahtı
Ne güzel anıdır yaşanmış kış masalı...

 

Yaşar Özmen
ZATEN ÖLDÜREMEZDİM

 

Ben bu yaşamı Murtaza Emmi’den daha hızlı daha konforlu yaşadım, biliyorum. Ancak Murtaza Emmi kadar ne saftım ne vicdanı rahat ne de huzurlu… Bir hızdır, kazanmadır, almalar-vermeler, üst makama yükselmelerdir geçti gitti o güzelim yıllar. Ne sağıma ne de soluma bakabildim karnımı kaşıya kaşıya… Bugün görüyorum ki yol yakınlaştıkça, keşkeler bir bir dikiliyor karşıma, içimde derin bir boşluğun sızısı havanda su dövüyor.

Suçum bundan ne aşağı ne de yukarı hâkim bey. Deliller beni gösterse de Murtaza Emmi’yi ben öldürmedim. Takdirinize sunarım ki tek başıma zaten öldüremezdim. 15 Aralık 2022, Narlıdere

 

Suat Gürbüz
ÇAÇARON ÇEROKİ

 
binlerce dönüm umut sarardı
gece gündüz güzellikler ekeni
bir asık surat yakardı gülen ormanı
artık su olmalısın çaçaron çeroki
 
tüm oklarını ruhuna saplardı
aralıksız kendisiyle savaşan fedai
isyan eden kalp temizlerdi kirli kanı
artık can taşımalısın çaçaron çeroki
 
nefesini tuttuğunda dirildiğini sanırdı
kimsesiz hisler mezarlığının bekçisi
uzak bakışlarıyla çimdiklerdi yakını
artık özüne acımalısın çaçaron çeroki
 
kapıları yıktığında cihana açılırdı
dizeleri fetheden manzaranın efendisi
devrik cümlelerin koçbaşı kırıldı
artık ülkeni kurmalısın çaçaron çeroki
 

Fazilet Özkan Por
GÜZELLİKLER YAZAN, SEVGİ DOKUYAN ÖĞRETMENİM


Yıllaaar yıllar öncesine bakıyorum gözlerim buğulu.

 Acısı tatlısıyla, hüznü mutluluğuyla, bir iç yolculuğu yapıyorum geçmişe doğru. Uzaktaaaan çok uzaktan. Başaramadıklarımın pişmanlığını, başarılarımın mutluluğunu duyumsuyorum yine. Yitirdiklerimin acısını, sevdiklerimin buruk, kopkoyu özlemini yaşıyorum. Anılarımın arasında dolaşıyorum.

Dolaşırken bir okula çıkıyor yolum! İlkokulu yeni bitirmiş, sessiz bir kız çocuğunun sınav kazanıp okula yeni başladığı günlerdeyim. Kısacık saçı, incecik, kırılgan dal duruşu, gülümseyerek bakan gözleriyle bir kız çocuğu var karşımda.

Sonra mı? Sonra, hiç unutamadığım bir öğretmenimle karşılaşıyorum. Unutulmayan, hep anılarımda yaşayan bir can öğretmenimle. Oysa yarım yüz yıldan çok oldu görüşmeyeli...

Hasanoğlan’da, öğretmen okulu birinci sınıftayım. Yeni geldik evlerimizden, okuldaki ilk haftamızdı.

Ailemden uzak, yalnız yaşamanın yollarını arıyor, dersleri tanımaya ve ısınmaya çalışıyorum. Her bir öğretmenle, dersi ya seviyor ya da… “Dersi sevmesem de çalışmak zorundayım.” diyorum.

Bugün, ilk iki saat Türkçe dersimiz var. Öğretmeni merakla bekliyoruz... Yüreğim pır pır heyecandan. İlkokulda da Türkçe dersini severdim. Babamın aldığı Ulus gazetesini, anlar anlamaz okurdum her gün. O da sınav yapardı okuduklarımla ilgili. İlk okuma heyecanımdı bu günlük gazete. Acaba öğretmen sorar mıydı önceki okuduklarımızı? Atatürk’ün de yazı yazdığı söylenen Ulus gazetesini, babamın bana anlattığı gibi gururla anlatabilir miydim sınıft?

Kendi kendime konuşurken; uzun boylu, siyah takım elbiseli, yakışıklı, genç bir öğretmen giriyor sınıfa. Türkçe öğretmenimiz... Kendisini tanıttı arı Türkçesi, güzel konuşmasıyla sözü uzatmadan.

Ders boyu süren; tanışmalı sınıf yoklamasını yaparken, tek tek konuşturmuş, bizimle, ailemizle ilgilenmişti güleç yüzüyle. Neler okuduğumuzu sormuş; ders kitabı dışında okuma olanağı bulamayan arkadaşlarımızı da yargılamadan, kınamadan dinlemişti; sakin duruşuyla.

 İlk dersimizde; İstanbul Erkek Öğretmen Okulu son sınıfta okurken, okulu bırakıp Kurtuluş Savaşı’na katılmak için Ankara’ya gelen; vatan sevgisi, ayrılık, gurbet gibi konuları işleyen şiirleriyle tanınan Kemalettin Kamu adlı şairi öğrenmiştik. ‘’Gurbet Şairi’’ diye de anılıyordu.

GURBET

Gurbet o kadar acı
Ki, ne varsa içimde,
Hepsi bana yabancı,
Hepsi başka biçimde.
…………..
Ben gurbette değilim,
Gurbet benim içimde.

 Şairden; yumuşacık sesiyle okuduğu, kendimizden bir şeyler bulduğumuz bu örnekle, yüreklerimizde şiir ateşi yakarak bitirmişti dersi öğretmenimiz.

Zamanın nasıl geçtiğini anlayamamış; “İşte benim örnek öğretmenim!’’ demiştik. Tüm sınıf mutluyduk.

‘’Öğretmen, bir sanatçı gibi, işine büyük bir tutkuyla âşık olmalıdır.’’ diyen ünlü yazar Anton ÇEHOV’un sözünü doğruluyordu öğretmenimiz...

 Artık özlemle bekler olmuştum Türkçe dersini. ’’Öğretmenimiz, şiirler okusun; yeni ozanları, yazarları tanıtıp, kitaplar önersin.’’ diye. 

Derste neler öğrenmiyorduk ki!

Saygı, sevgi, duyarlılık, dostluk, sanatseverlik, bilimsel düşünerek var olma bilinci… Tüm bunlar için de okumak gerektiğini. Sınıf ve okul kitaplıklarından aldığımız kitaplar yetmiyor, Varlık ve Türk Dili gibi dergilere aboneliğimiz yetmiyor, Varlık Yayınlarından belli aralıklarla kendimize ait kitaplar istiyorduk. Açtık kitaplara. Sınıfta, bahçede, yemekhanede, yatakhanede her yerde doyumsuzca okuyorduk. Düşünüyor, okuduğumuz kitapları tartışıyorduk sınıfta… Bizi gururla izleyen öğretmenimiz mutluydu. 

 ‘’Öğretmenler; öğrencilerinize bir şey öğretmeyin, onların düşünmelerini sağlayın…’’ diyen

 Sokrat’ı düşünüyordu belki!..

Okuduklarımızı değerlendiriyor, yazmaya özendiriyor, yazdıklarımızı da duvar gazetemizde yayınlıyordu. Gazetemizin adı mı?    

’ÖZDÜŞÜN’’

‘’Düşünüyorum öyleyse varım.’’ Descartes

Gazete başlığının altında yazılı, anlamlı bu sözü de gazetenin amacını belirliyordu.

                                                                    ***

Tüm öğrenciliğimiz boyunca birçok öğretmenimizi tanır, öğretisinden geçeriz. Oysa; yüreğimizde yer edenleri, iz bırakanları anımsarız. Görüşmesek de unutamayız, örnek aldığımız, benzemeye çalıştığımız bu öğretmenlerimizi.

Tanıtmak öyle zor ki saygıdeğer öğretmenimi… Hep bir şeyler eksik kalıyor. Ancak; koooooocaman bir teşekkür borcum var:

TÜRKÇEYİ çok güzel konuşup sevdirdiği için;

Duyumsayarak okuduğu şiirlerle, şiir sevdalısı yaptığı için;

Şiir, öykü yarışmaları düzenleyip yazmaya yönlendirdiği için;

Sınıfta, okulda, gazete çıkartıp; yazılarımızı gazetede okumanın çocukça gururunu yaşattığı için;

Okumanın; her kitapla, yeni bir dünyada yaşamanın sevincini tattırdığı için;

Ayda bir kez; tiyatro salonunda tüm okul öğrencilerine, okuduğumuz bir kitabı tanıtmamıza, toplum karşısında konuşma rahatlığı kazanmamıza fırsat tanıdığı için;

“Sevgiyle doluysa yüreğiniz, içten bakıyorsa gözleriniz; öğretmenlikte başarılı olunur.” Gerçek örneğini görmemize olanak sağladığı için;

Köylere geziye götürüp köy çocuklarının gözlerindeki, bizler gibi öğretmen olabilme isteğini, okuma kıvılcımını gösterdiği için;

Aklın, biliminin, özgür düşünmenin, özgürlükçü olmanın üstünlüğünü kavrattığı için;

Atatürk’e; ilke ve devrimlerine inanan, savunan, yurtsever bir gençlik yetiştirdiği için;

Bu yaşımda yazabileceğime inandırarak, yüreklendirdiği için;

Sonsuz teşekkürler öğretmenime.

 ‘’bir gün gelir

 gelir bir gün

gönüllerde yaşarım ben’’ diyorsunuz ya bir şiirinizde! Hep gönlümde yaşadınız, her zaman esin verdiniz unutulmaz öğretmenim.

Yazılarıyla; öğretmeye, düşündürmeye, sorgulatmaya, aydınlatmaya devam eden öğretmenimi, elli beş yıl sonra yeniden bulmanın mutluluğunu yaşıyorum. Kim mi? Bir eğitimci, yazar, şair Hüseyin Erkan. Ailenizle, sevdiklerinizle nice sağlıklı yıllar diliyorum sevgili öğretmenim. Sımsıcak duyarlılıkla, güzellikler yazan, sevgi dokuyan kaleminiz hiç susmasın…

Öğretmenler gününüz kutlu olsun!

Dostluk, sevgi ve saygılarımla…  

 

Yazmak eyleminin gerisinde bir umman vardır. Çalkalanmadan önce bütün çığlıklar; kendincedir, sessizcedir. Yaşanmışlıkları içinde gizleyendir. Her an özleyendir. Umman, ne zaman sırtındaki yükü taşıyamayacak duruma gelirse hakkınca anakaralara taşandır Siz ne derseniz deyin yazmak, ummanın kendince yazılmış öyküsünden başka bir şey değildir. Y.Ö.

 

Banu Elçi
VAROLUŞ KÜRELERİ

 

İnsanoğlunun “dünyada olma durumu” daha çok toplumsal sistem ve ezberler üzerinden kurgulandığından bu durum, insana  kısır bir varlık alanı tanır.

Bu toplumsal alan içerisinde olma hali, insanoğluna bir konfor alanı sağlarken insanı dış dünyaya karşı da daha korunaklı bir yerde tutar.

 Bu durum ise aslında Kierkegaard’ın  “absürd” olarak tanımladığı bir evreye karşılık gelir. Bu evrede, tasa, umutsuzluk, korku, kaygı, sorumluluk gibi duygular; insanın içinde bulunduğu bu absürtlüğün tezahürü olarak ortaya çıkar. Yaşamda ulaşılmak istenen haz istek ve arzular,  ahlaki ve etik düzlemde değil, insanın benliğini yüceltecek sığ bir düzlemde şekillenir. Kierkegaard bu evreyi bir tiyatro sahnesine benzetir: Sahnede olan gerçek amaçlar, gerçek kişiler, gerçek bir hayat değildir. Tüm yaşananlar bir prova gibi belirsizliklerle, denemelerle doludur. Bu evrede ne etik ilişkiler ne de aşkın ile ilişki söz konusudur.

Yaşamın çoğunu insana ait duygular yönetir ki bu duygular da kişinin bilinçaltına kodlanan birikimlerinden oluştuğu için yanıltıcı olabilir.

Hâlbuki insanın var olma sorunu, insanın kendisinden, onun ne olduğundan, yaşamdaki tezahüründen önce gelir. İnsan ne için vardır?

Sadece kendi olma durumunu kutsamak ve bu dünyadaki farklı ya da karşıt düşünceler içinde olanları yadsıyarak mı bu yaşamı ve tüm insanlığı değerli kılmaktadır?

İnsanoğlunun içinde daimi olarak süregelen ve çoğu zaman kabullenmek dahi istemediği boşluk ve hiçlik duygusu ancak beden ile var olan maddesel varlığın sonlanması ile nihai sona varır. Ölüm olgusunun farkında olan ve bir gün yok olacağını bilen tek varlık olarak kendisini var kılma sorunsalı ile hem içsel hem de dışsal bir mücadeleye girişir.

Bu durumda, insan da toplumun beklentilerine ve değer yargılarına göre talep eder, ister ve çabalar.

Böylece insanoğlu kendinden binlerce fersah daha uzağa fırlatılmış ve içindeki bitimsiz o boşluk duygusunun kısır döngü sarmalında bir saman çöpü gibi dolanıp durur. Taki o hiçlik duygusunun eni sonu bir gün biteceğini umut ederek... Ki umut Pandora’nın kutusunda saklı kalan tek çaredir. Oysaki gerçekliği görebilmek ve kabul edebilmek için umuda gerek yoktur. Umut gelecekte var olacak bilinmezliklere ve belirsizliklere karşı güçlü bir korunma kalkanı gibi gözükse de aslında o da pekâlâ bir yanılgıdan ibaret olabilir.

İnsanoğlu yaşadığı sürece yapıp edebildikleri, elde ettikleri ki bu bir düşünce ya da davranış dahi olabilir, üstesinden gelebildikleri olurken, diğer yandan insanın yapmak isteyip de yapamadıkları insanın oluş kaygılarını besler. Ancak bu noktada, oluşan tüm algıları bizahati yine sistem kaynaklı olup son derece çarpık ve bulanıktır. Hâlbuki insanın varoluş süreci bundan tamamıyla bağımsızdır. İnsanoğlu kendisinde tamamlamaya çalıştığı şeyi, başkalarının yapma, etme edimlerine bakarak değil tamamıyla kendisini gözlemleyerek ve kendi üzerinde çalışarak üstesinden gelebilir.

İnsan ise kendisini değil gözlemlemeye; kendisini bilmek ve tanımak için gerekli olan istek ve cesarete bile sahip değildir. Hatta bunun bilincinde de değildir.

Bu nedenledir ki kendisini, diğerlerinden ayırıp, özerk bir ülke gibi farklı yönetildiğine inanan, daha üstün nitelikli yasalarla gözetildiğini düşünen, çarpık ve algısal bir bozuklukla şişirilmiş benlik imajlarına tutunur.

Bu imajlar toplum içinde var olmasını zorunlu kılarken, kendi içsel çatışmalarını ve mutsuz olma ve mutsuzluk yaratma edimlerini daha da besler. Mutsuz olan insan nedense hep dışarıya, kendinden uzağa bakar. Oysa bakması gereken yer dışarısı değil, kendi içidir. Kişinin mutluluğu,  geçici istek ve arzularda bulma kodları özellikle endüstri ve sanayi toplumunun gelişimi ile daha da perçinlenmiştir. İnsanın var olma, ait olma olgusu; toplumla ilişki kurma düzenekleri üzerinden şekillenmiştir ki toplumun insandan beklediği ve dayattığı değer yargıları, yüzeysel yaklaşımları, bilgiye ve araştırmaya dayanmayan ezberleri; kişiyi kendi döngüsüne ve çemberine sıkıştırmaktadır.

İnsanoğlu gündelik yaşamın getirdiği sıkıntıyı, hiçlik ve boşluk duygusunu içsel olarak hissettikçe bu duyguyu, geçici hazlarla yok etmeye çalışarak zamanı verimli kullandığı yanılgısı ile yaşar durur. Kişi burada kendi iradesini kullanma ve gerçek anlamda seçimler yapabilecek bir olgunluğa erişememiştir. Kendini anlamlı ve hedef yönelimli olduğuna inandığı, tüketmeye yönelik sığ zevklere bırakmıştır. İnsanoğlunun bu döngüden kurtulamayışının nedeni elde edilen her şey sonucunda her seferinde yeni baştan içine düştüğü hiçlik ve boşluk duygusudur. Dünyada uzun yıllardır hüküm süren modern kent yaşamının sahtelik ve içtensizliği farkındalık bilinci yüksek olan bir kişide münzevi bir hayat yaşama isteğini de uyandırabilir. Yine Kierkegaard’ın  “insan bayağılıkları” olarak adlandırdığı deneyimler, ölümün ve varoluşun sıkıntıları ile yüzleşmek yerine hazlarla kendini oyalamayı içerir. Birey çoğu zaman kendi umutsuzluğunun farkında değildir. Kierkegaard için “içe bakışın yokluğu deliliktir” diyerek insanı anlamada sistemlerin değil, insanın kendini temel alması gerektiğini ifade eder.

Kierkegaard yine der ki “Kendi sıkıntısı ve umutsuzluğu ile yüzleşmek ve bu duyguların farkında olmak, kişinin kendi tininin farkında oluşunun ilk adımı sayılabilir. İnsanın da birey olup olmayacağı sorunsalı kendi varoluşu ve farkındalığı üzerinden şekillenir. İnsan bu geçici haz duygularının oluşturduğu konformist küreden, kendi iradesini ve seçim gücünü kullanıp daha büyük bir sorumluluk alarak etik ve tinsel kürelere-evreye,  ki bu evreler çok zorlu ve çetin de olsalar, geçiş yapabilir. Kişi, kendi yaşamında seçtiği, irade gösterdiği ve toplum ezberleri ile bu kısır döngüde bir saman çöpü gibi sürüklenmediği sürece daha aşkın bir boyuta geçecek ve böylece hakikate erişebilecektir.”

 İnsanın umutsuzluk, sıkıntı, kaygı, korku, hiçlik, günah, masumiyet gibi iç içe yaşadığı duyguların içinden kendi benini inşa için sıyrılması ve hakikati yakalaması varoluşun hakikate ulaşma şeklidir. Hakikat ise insanı özgürleştirebilecek olan tek anahtardır.

 

Sanobar  Mehmon
NURLU YAZITLAR SERISİNDEN

Özbekçeden Çeviri: Cihangir Nomozov

 
Gelirsin, diye bekledim Huda’dan
Geçtim, hicran adlı kanlı nidadan
Söyle, nasıl gedersin ben gibi bir dünyadan
                   HAKtan korkmaz mısın?
 
Gitme, gözlerini alma felekten
Kanları damlayıp yürümüş yürekten
O kadar alçaksın ben gibi yüksekten
Nasıl gideceksin
                      YOKtan korkmaz mısın?
 
Gözlerime bir bak, perişan ruhum,
Her tarafa koşar, serseri ruhum.
Şu kadar masumdur benim kederim,
Söyle, nasıl gedersin
                    AHTtan korkmaz mısın?
 
Yandım, geldiğine pişmanlar olup
Ağladım, içimde dert tufan edip
Sonunda beni bu kadar sergerden edip
De, nereye gedersin
ZAMANdan korkmaz mısın?
 
Kor idim, nefeslerin açtı gözümü
Şu sebep yittim, kaybettim özümü
Mutsuz etmeye bahtın közünü
BAHTtan korkmaz mısın?
 

Filiz Kalkışım Çolak
GECE AĞRISI

 

Bana köprücüğünden çekilen ağartıların fizahında
kızıl kısrak göklerin şafağını anlat
Suskularından damlayan fecrin ahını
Her doğuşunda sabahın yenilenen sessizliğini…

Hayal gelsin hayal geçsin ah
Kirpiğindeki düş sancısın
Sere serpe eriyişlerin çekimserliğinde göbeğine çekilsin denizler

Süt rengi kesiklerin köpüğünden kopsun kumsallarına tünesin küllerini gün’ler
Alsın yürüsün endamı insin yansıyışların selini nefes ah
O deli yaz akşamlarını anlat
Altında koşturduğumuz gölgelerin mavi bulantısını
Yedi kat şulesini rengin
Damla damla zambakların süzüm süzüm açılışlarında
gizlerine düştüğümüz yangınların telaşını

Çiyinden fışkırdığım göğüslerinin halâ şuramda püfür püfür buğusunu

Pınarlarında hayallenen uçuş uçuş kürelerin zarından ağu’lanan öpüşlerini

Yüzünün ardında kalsın sayıklayışlar
Bana neminde kuruyan güneşin ağzını anlat
İyotlu koynun deminden henüz çıkmış esintilerin çırılçıplak baharını
Kavislerimize yolunan güvercinlerin uğultusunu
kar beyazı öğüdünü tanyelinin

Değgilerinde dağlanan sızısını yıldızların
Bağırtısını leylak loşluğunun
Usları anlat sevmeyi yanmayı ah
kozasında çırpınan özsuyun için için gelinciğini

Bana göz bebeklerine titreyen siyahında gecenin şavkını anlat!

 

Süheyla Güney
NE DERSİN?

 

Hangi uygarlıkta yenildik bencilliğe?
Süslü bir kölelik takarak boynumuza,
Zaaflara kapıldık, anlamadan.
Hangi çağın kapısına bekçi olduk?
Uşak olduk, kanıksadık sessizce...
 
Hadi, istersen gidelim,
Bir mısranın en asi kıyısına
Ne dersin?
 
Hadi, tut yüreğimden
İlkel bir sessizlik bulalım.
Bütün ritüelleri reddedip
Ta mitlerden öncesine
Pazarlıksız aşklar öncesine yol alalım
Var mısın?
 
İstersen beyaz bir özgürlüğe kaçalım!
Pupa yelken masumiyetler yolculuğunda...
Çağlar geride kalsın
İnsanı insanlıktan eden
Bütün teknolojik varsıllıklar
Vurgun dediğimiz riyalar
Sakız misali çiğnenir olmuş kavramlar
Hepsi geride kalsın
Var mısın?
 
Antik bir kentin, yalın çıplaklığına mülteci olalım
Kimse duymadan, kimsesizce...
Eski bir türküyü dolayıp dilimize
Bakir topraklara dokunalım
Ve dönelim, karanlığa yolculuktan
Ne dersin?

 

Savaş Karaduman
ŞİİR TEK BAŞINA YAZILIR

 Şiir, sanıldığı gibi yapayalnız yazılmaz. Durup dururken bir sevgili gelir oturur şiirin başucuna. Bir ayrılık, bir kavuşma… Bir arkadaş gelir çok eski anılarla. Üşüyen ve hiç tanımadığın bir çocuk gelir sokulur şiirin sıcağına. “Şiir misafiri” bir açlık gelir oturur sofrasına şiirin. Bir gözyaşı düşer, iki gözü iki çeşme bir ağlamak başını yaslar şiire. İtilmiş, sövülmüş, dövülmüş birileri sığınır. Çok kalabalık bir cenaze ve çok kalabalık bir düğün halayı geçer içinden. Şiddete karşı sel gibi akan kalabalık bir kadın korteji dalar şiire. Ölüm ve düğün, üzünç ve sevinç aynı anda aynı kavşakta rastlaşır birbirine şiirin tam ortasında. Bir hüzün çöker şiire bazen. Bir telaş, bir korku, bir cesaret… Bir cinayet, bir intihar, ana rahminde amansız bir sancı ve güler yüzlü muhteşem bir doğum. Sancı ve sevinç aynı anda buluşur bir doğum esnasında. Mütevazı bir incelik, bir susuş, canı burnunda bir çığlık, ukalaca bir şımarıklık, kendini beğenmişlik hali… Aynı anda ayakları yerden kesilen iki güzel sevgili ve aşkın bin bir hali, işkenceden kurtulan acı bir çığlık ve yaralı bir militan saklanır imgesinde şiirin. Kısacık bir an olsa da bir mutluluk, bir sevinç yükselir şiirin bulutları üzerinde. Bir miting alanına girer gibi sert adımlarla, sıkılı yumruk, zafer işaretleri ve düzene karşı öfkeli sloganlarla “fabrikalar, tarlalar, siyasi iktidar her şey emeğin olacak” diye yürüyen işçiler girer şiire. Git gide git gide kalabalıklaşır şiir. 

Her ne kadar duygusal yığınakları, zulme karşı siperleri ve insan manzaraları acısından lojistik desteği ve cesareti; kalabalıklar verse de kalabalıklar içinde şiir yazmak her zaman tek kişilik anarşist bir eylem gerektirir.

Şiir kalabalıklar içinde tek başına çıkılan uzun soluklu bir yolculuktur.

Her ne kadar yürekte ve yaşamda, çok kalabalık, çok sevgili, çok muhalif ve çok insan bir kitleyle haşır neşir olunsa da Şiir, -en içimizde- tek başına yazılandır. 25 Kasım 2021

 

Nilüfer Uçar
YAŞAM HEP ÇOCUK

 
alaca ateşin ruhanî dilinden anlamazdık
çekincesiz yaşardık göz özgünlüğünü
sevda türküleri yankılanan meydanlar
bizimdi.
 
yorgun
üç noktanın kaderiydi uzayıp giden hüzün
isyan hiçliğini sahiplenen bir o kaldı içimizde  
demir kafeste büyürken yeminlerimiz
biz gül’e ağıt yakmazdık.
 
al şarabın günbatımı
al/al kanatlı kadını
kokusuna bulanan al gülü
al aşkını denizin mühürlü dudaklarında
 
yürek sarkacında çözülmeyen tutku
Nisan yağmurunun ivecen tohumu
boy verir sol yanımın ekinliğinde
elâ gözleri al yanağımda.
 
ruh ve zamanın düğümünde akan incelik
uzuuuuun sus
ince belli yılların oyunu bu/güneş yanığı sevdalar
al kayıp yıllarını ala bohçamda
 
avuntusundan öptüğüm mutluluk
neden uzun sustun
yaşam hep çocuk
sen neredesin?   
14 Eylül 2022
 

Bedriye Korkankorkmaz
HENRİK IBSEN

Adaletsizliği/düşünce özgürlüğünü haykırmak ve muhalif sanatçıları yalnız bırakmamak için ölümden uyanan yazar.  

 İsveç ile Norveç’in Danimarka siyasi hâkimiyetinden kurtulmuş olması Henrik Ibsen’i tatmin etmez. O, Norveç’in ikiz devlet anlayışıyla bağlı olduğu İsveç’ten ayrılıp tam bağımsızlığını ilan etmesini ister. Ülkesi tam bağımsızlığına kavuştuktan bir yıl sonra da yaşamını yitirir. Yabancı ülkelerden ülkesinin bağımsızlığına kavuşması için destek vermelerini ister. Ülkesinin bağımsızlığını sürgündeyken bile savunur. Norveç’in İsveç’le olan kader bağına karşı çıkmaz ama ülkesinde Danimarka ile Almanya kültürünün hâkim olmasına karşı çıkar. Norveç’te kendi dilinde oynanan tek bir tiyatro oyunu yoktur; kendi halkının kültürüne/düşüncesine ille de yaşam biçimine yer yoktur. Kültürleri elinden alınmış bir ülkenin insanı olmak onun için bir hakarettir. Ticaret alanları kısıtlı olan halkının ya denizcilik ya da balıkçılık ticaretiyle uğraşmasına izin verilir. Sanayisi gelişmemiş Norveç’te halk sadece dini yortularda bir araya gelmektedir. Norveç’te insanlar ezilmişliğin/yoksulluğun sonucu olarak içe kapanırlar ve işlerinden artakalan zamanlarda da kitap okurlar. Halka dayatılan edebiyat, ortaçağdan kalma kahramanlık günlerini anlatan maceralar, destansı savaş şiirlerinden ibarettir. Ibsen’in ülkesinde Alman/Danimarka diliyle yazan yazarların yapıtları basılıyordu sadece. Ibsen, şiddetle karşı çıktı yapılan kültür/düşünce yıkımına. Bir ülkenin kutsal olan değeri; kültürü, dili, inancı ve yaşayış biçimidir. Değerlerinden soyutlanmış bir ülkenin halkı ötekileştirilmeye mahkûmdur. İnsanların kendisinden başka birine benzetildiği bir dünyada yaşamanın canlı canlı mezara gömülmekten bir farkı olmadığını düşünürdü. Muhalif kişiliğin mızrağını, önce halka sonra sisteme çevirdi. Halkı milliyetçilik bilinciyle ayaklandırarak yapılan insanlık ayıbının ortadan kalkacağını düşündü. Ana dilde yazılan eserlerden oluşan bir kütüphane oluşturdu ülkesinde. Bugün ülkedeki dünya edebiyatında iz bırakan şair/yazarların bazıları arkadaşı bazıları da onun yazına kazandırdığı değerlerdir. Björnson, Paul Botten Hansen… Sanatçılardan halkını gerçekten tanımalarını ve sorunlarını yabancı ülkelerde gündeme getirmeleri için onların değişik ülkelere gitmelerini ister. Kendisi de çıktığı seyahatten ülkesine dönmez; İtalya’da, Orta Avrupa’da kalır.

“Ibsen, anne tarafından Alman, baba tarafından İskoç kanı taşır. Ruhu hayatı boyunca Danimarka ile İskoç gelenekleri arasında mekik dokur. Gözlerini küçük Norveç kasabası olan Skien’de 1828’de açar. Keresteci babası neşeli, hayat dolu birisi; annesi ise içine kapanık, hüzünlü bir kadındır. Ailesi kasabanın önde gelenlerindendir. Yoksullukla sekiz yaşında babasının iflasıyla tanışır. On altı yaşında eczalığa yönelir ama beş yıl sonra meslek olarak edebiyatı tercih eder. Şiir duygularını ifade etmekte yetersiz kalınca nesre yönelir. Nesir çalışmaları onu oyun yazarlığına kavuşturur.  İlk tiyatro oyunu Catilina sahnelendiğinde fazla beğeni toplamaz. İkinci eseri Tumulus’u yazar. İçe kapanıklığı hırsını daha da kamçılar. Kristianya’ya yerleşmesi Bergen tiyatrosunda rejisör olmasını sağlar. Görevin gereği turnelere çıkar ve tiyatro sanatının derinliklerine iner. On yılını verdiği Norveç tiyatrosunda yüz elli eseri kendi üslubuna uygulayarak sahneler. 

Ülkesinde başlayan milliyetçi akım onu sevindirir. 1853’te ilgi görmeyen oyunu Saint-Jean Gecesi Bergen Tiyatrosu’nda sahnelenir. Âşık olduğu kızla evlenir. Bir zamanlar hak ettiği ilgiyi görmediği Kristianya’ya yıllar sonra gelir ve bu kez beklemediği bir ilgiyle karşılanır.  On iki yıl Kristianya tiyatrosunda Danimarka tiyatrosunun düşünce biçimini silmek için savaşır. Halkın, milliyetçi duygulara sarılması onun mücadelesinde taraftar toplamasını sağlar.  Hayatını Norveç tiyatrosunu milli tiyatro haline getirmeye adar. O, “Kuvvetli adamın yalnız olduğunu” söyler. 1859’da Norveçliler Birliği’ni kurar ve başkanlığına da Björnson’u getirir. Norveçliler Birliği çok geçmeden siyasetin güdümüne girer.  Aşk Komedyası’nı yazarak savaş açar birliğin siyasileştirmesine. Riyakârlığa, ille de çıkar siyasetine karşı açtığı savaşın bedelleri ağır olur. Ülkesindeki aydınlar/sanatçılar ve şairler, basının ona açtığı savaştaki yerlerini alırlar. Ülkesinde yerinin olmadığını düşünür.

Başyapıt değerindeki Rrand’ı yayımlar ve eser dört baskı yapınca eseriyle birlikte o da şöhrete kavuşur. Peer Gynt eseri onun tiyatroda modern dramın atası olduğunu kanıtlar. Başarı ile birlikte şöhrete ulaşması kolay olmaz. Düşüncelerini ifade etme özgürlüğüne kavuşur. Düşüncelerine değer veren insanların var olduğunu görür sağlığında.

Brand ve Peer Gynt adlı oyunlarında da yalan/gerçek ilişkisine değinir. Ya hep ya hiç anlayışını benimseyen ve dini yaşamının odak noktası haline getiren Rand’ın dibe vuruşuna; serüvenci Peer Gynt’ın ise başarısızlığına şahit oluruz. Bu iki karakterin ortak noktaları kendilerini sıkan yavan burjuva dünyasına başkaldırmalarıdır. İşin özünde gittikleri yol farklı olsa da her ikisi de iktidar ve güç peşindedir. Brand,  inanç yolunda ödün vermeden yürür, Peer ise kendini gerçekleştirme yolunda üçkâğıtçılığı kanıksar.

İbsen, Peer’i çıkarcılığın/gücün, Brand’ı ise, bağnazlığın ve köktenciliğin sembolü olarak karşımıza çıkartır.  

Onun amacı oyunu izleyen izleyiciye birey bilinci aşılamaktır.

Her iki oyunda gücün temsilcisi erkeklerin kadınlar üzerindeki baskıcı rolüne de dikkatleri çeker Ibsen. Brand’ın kadını Agnes, sevdiği erkek için ölüm yolunu seçerek, yaşam hakkından vaz geçer. Peer’in sevgilisi Solveig ise yaşlanıp gözleri kör olana dek sevgilisinin yolunu bekler.

Ibsen’in diğer oyunlarına da kısaca değinmek isterim. Mısır’da iken “Gençlerin Birleşmesi” oyunu yuhalandığı için sanata küser ve yedi yıl tiyatro oyunu yazmaz. Tarihi tiyatro oyununa dâhil ederek ölümsüzleştirdiği İmparator ve Galyalılar adlı dramı 1898’de Leipzig’de temsil edildiğinde tiyatro sahnesinin oyunların sergilenmesi için var olduğunu kanıtlar. Burjuva cemiyetine karşı verdiği savaşı son nefesine kadar devam eder. Bebek Evi’nde kadınla erkek arasındaki görev eşitliği adı altında yaratılan eşitsizliği sergiler. Burjuvanın çocuk olayına bakışını yerdiği Hortlaklar oyununda ise tüm dikkatleri üstüne çeker.  Üzerine çektiği tehlikeli dikkat nedeniyle dönemin ilerici(!) eleştirmenleri onu yerden yere vurur. Londra’da ahlaksızlığına karşı ayaklanır halk. Ibsen, düşüncelerini Halk Düşmanı oyununda savunur.  Dr. Stockman karakterinin ağzıyla söylediği, “En kuvvetli insan, yalnız olandır” sözüyle yalnızlığından aldığı güçle baskıların onu yıldıramayacağını haykırır. Yalnızlığı tanrılaştırması demokratları kızdırır. Çoğunluğu tekeline alan demokratlar onun yalnızlığı kutsallaştırmasının sonucu halkın ayaklanacağından ve tahtlarından olacaklarından korkarlar.  Yazdığın her oyun konfor içinde yaşayan kesimleri tehdit eder. Yaban Ördeği’ni yazar. Burjuva cemiyetine karşı duyumsadığı acıma ve tiksintiyi bu oyunda da ortaya koyar.

 Değerli ustanın tiyatro eserlerini üç grupta değerlendirmemiz gerekir: Birinci grupta manzum olarak yazdığı romantik dramlar: (Catilina, Madam Inger Oestraat…); ikincisin de lirik ve felsefi oyunlar: (Aşk Komedyası, Brand…); üçüncüsünde ise Modern Dramlar: (Hortlaklar, Gençler Birliği, Yaban Ördeği…)

Evet, halkının özgürleştiğini görmeden ölmeyen bu büyük ustanın mücadelesine ölümünden sonra dünya şapka çıkarır.      

Hernik İbsen. İki Oyun. [Brand] ve [Peer Gynt] İş Bankası Yayınları. Çev.Zehra İpşiroğlu- Seniha Bedri Göknil.S. 384

 

Fazilet Özkan Por
DELİ(?)= VELİ(!)

 “Delilik, birçok şeyi başarılı bir şekilde çok hızlı düşünmek veya bir şeyi özellikle çok düşünmektir.”  Voltaire

 Deli(?)=Veli(!)[1], tanıtmak istediğim bir kitaptır aslında. Ancak; “Deli” sözcüğü, bana Deliliğe Övgü kitabını anımsatır her zaman.


Evet evet haklısınız! Aklınıza, yüzyıllar önce yaşamış bir filozofun, düşünce ve eylemleriyle dünyanın aydınlanmasına büyük katkısı olan düşünürlerden biri olan Erasmus’un geldiğini biliyorum. (1469-1536)

Deliliğe Övgü ile kimsenin dillendiremediği ancak Avrupa’nın her köşesinde var olan, toplumsal, dinsel, ahlaki çarpıklıkları gözler önüne serer Erasmus.

Bundan beş yüz yıl önce, aydınların ve aykırı düşünenlerin engizisyon mahkemelerinde yargılandığı, idam sehpalarına çıkarıldığı, yakıldığı dönemde yazmıştır bu ünlü kitabını.

Deli(?)=Veli (!), romanına gelince…

Daha önce beğeniyle okuduğum Sudaki İzler anı romanı ile Bulanık Suyun Balıkları isimli öykü kitaplarından sonra, dünyada olup bitenleri anlatan ve yol gösteren bir romanı tanıtmak istiyorum sizlere.

“Deli Veli’nin özgürlük mücadelesi, görünmeyen güçler tarafından yok edilmeye çalışılmasına rağmen yılmadan direnmeye devam etmesinin öyküsüdür.” diyerek tanımlar kitabın önsözünde romanın yazarı.

 Başkahraman Veli, deli değildir gerçekte. Ancak; çevresinde gördüğü, yaşamında tanık olduğu yanlışlıkları görmezden gelemeyen çalışkan öğrenci, duyarlı bir vatandaştır. Aykırı sözleriyle, savaşımcı yapısıyla dikkatleri üzerinde toplar ve rektörün onayıyla hastaneye sevk edilir. Sonunda da istenilen olur, deli raporuyla üniversiteden atılır.

İlginç bir kişidir Veli. Onun dünyası yalnız kendine ait değildir. O herkes için yaşamakta, olan biteni görüp başkalarının sorunlarını sahiplenmektedir. Örneğin:

 Sokaktaki simitçinin kazancının azlığına, ailesini nasıl geçindireceğine dertlenmeden edemez.

“Adam belki ekmek bile alamıyor, satamadığı simitlerle karnını doyuruyor.” diyerek onun için üzülür.

Kimi zaman, ülkenin doğal varlıklarını düşünerek, işsizliğin nedenlerine anlam veremez bir türlü:

“Ülkemiz büyük ve çok zengin; geniş ve verimli toprakları olan, bol madenleri bulunan, üç tarafı denizlerle çevrili, her güzelliğe sahip, ama bu ülkenin insanları böyle perişan mı olmalı?” der.

60 yaşlarındaki mahalle komşusu Rıza Dayı’nın; “Her şey Allah’tan, demek ki o insanların nasibi bu kadarmış!” kabullenişine;

“Hayır, Dayı bu perişanlık Allah’tan değil. Allah kulları arasında ayrıcalık yapar mı? Ayrıcalık onun adaletine yakışır mı? Sen az yiyeceksin, sen çok yiyeceksin der mi?” diyerek körü körüne inanca teslim olunmaması gerektiğini vurgular.

Kendi köklerinden uzaklaştırılmış, yabancı dillerin egemenliğiyle dili yozlaştırılmış, öz değerlerine yabacılaştırılmış toplum için de üzgündür.

“Toplumun dilini yozlaştırıp, kültürünü, folklorunu, geçmişini ve gelecek düşüncesini ortadan kaldırdın mı o toplum körleşir.” der.

 Kalkınmada; okulun, eğitimin, özelikle kızların okutulmasının gerekliliğine inanır. Okutulmayan kızlar için uyarıda bulunur:

“Tüm çocuklarımız; özellikle kızlarımız mutlaka okuyup bilinçli ve kültürlü olmalıdır.” der.

Öte yandan; toplumun diğer yarısını oluşturan kadının, toplumdaki yeri ve öneminden söz eder:

 ”Bir ülkenin gelişmesi ve kalkınması annelerle olur.Tüm toplumun bilinçli ve olgun yetişmesini sağlayan temeldir.” diyerek.

Tüm bu söylenenler delilik olabilir mi?

Veli’nin, deli olup olmadığını merak eden komşuları Hanife Teyze:

“Oğlum, sana ‘deli’ diyorlar, niye diyorlar ki?” sorusuna verdiği yanıt:

“Teyze, ben karanlığa mum yaktığım için deli diyorlar.” diyerek açıklar gerçeği.

Bu tanıtıcı örnekleri çoğaltmak istemiyorum! Daha fazlasını merak ediyorsanız, kitabı okuduğunuzda görebilirsiniz.

Esat Yavuztürk’ün yazdığı Deli Veli romanı okunmayı hak eden bir kitap.

Esat Yavuztürk kimdir derseniz? Erzincan’ın Kemaliye ilçesinin bir köyünde 1933 yılında dünyaya gelen;

Umut Peşinde, Bulanık Suyun Balıkları, Garip Hasan, Sudaki Halkalar, Emekçinin El Kitabı, Özgürlüğe Çağrı Destanı ve Deli Veli adlı basılı kitapların yazarıdır.

Esat Yavuztürk’ün emeğine, kalemine sağlık.

[1] Esat Yavuztürk, Deli (?) = Veli (!),  Dorlion Yayınları, 2020

08 /02 / 2022

 

Kerim Birlik
KARLI DAĞ

 

Erimedi tepelerinde karın
Gülüşü yok yamacında baharın
Susuz kaldı gönlümdeki bahçe, bağ
Kalp ırmağın çağlamaz mı karlı dağ
 
Ben bildim bileli dumanlı başın
Çakala, çıyana yurt olmuş döşün
Hasretinle gelip geçti koca çağ
Gözün bizi aramaz mı karlı dağ
 
Sanırlar ki ardımızda duran dev
Yıllar var ki ışık görmez bizim ev
Örümcekler aramıza ördü ağ
Güneş sana uğramaz mı karlı dağ
 
Geçit vermez engebeli yolların
Çekeriz derdini uzak illerin
Ölmekte var sana kavuşmakta sağ
Yanan yürek ağlamaz mı karlı dağ
                             09.10.2022 Ankara

 

Bahri Loş
ELMAS ZAMAN

 
Elmas bir zamanın koynunda yurtsuz
Zerre, bir ömrü yakacak kadar ağrı
El üstünde ne varsa yük
Sığ sularda derinlik arama çabaları
 
Işığın yontamadığı insan yanılgıları
Süslü gölgelerde mutsuzluk payı
Zahmetli yolculuklar, raydan çıkmış hesaplar
Döndüğü yerde kendini bulamama sancıları
 
Kum tanelerinin ezdiği şehirler
Çaresiz tekrarların ardındaki dilsiz yaşam
Göze sokulan binlerce yıllık kalıntı
Bolluk ve bereketin işkencesindeki ruh
 
Çöl iklimin kayıp sarmaşığı
Çengelli iğnelerin ucundaki huzur
Bir yalan çemberinin içindeki gerçek
Bir türlü düzen tutmayan çark
 
Işığı gölgeleyen çalkantılı ve kör bilinç
Eğrinin elinde şekil alamayan doğru
Desenli taşların önünde iliklenen düğme
Ve ağır adımların izinde yok oluş sesleri