YAYIMCIDAN
Şiir Sarnıcı’nın
15. sayısına ulaştık hep birlikte. Yayın kurulumuz, temsilcilerimiz,
yapıtlarıyla katkı sunan şair ve yazarlarımız; çorbada tuzumuz olsun
düşüncesiyle 2019’dan beri dergimizin yanındalar. Dilerim ki görünmez çabanın
kahramanları olarak biraz olsun dişe dokunur işlerin altına imza koyabiliriz.
Öncelikle barış
ve güzelliklerle dolu olan mutlu bir 2023 yılı dileğiyle…
Yayımcı olarak
amacım, Şiir Sarnıcı’nda salt şiir yayımlamak, yazı yayımlamak, eleştiri yapmak
değil; üretilmiş bilgi ve deneyim gözünden bakıp yazın sanatında keşfedilmemişe
yol açmak, değerler dizgesinde olması gereken ölçütlere açıklık kazandırmaktır.
Diğer yandan sanata gönül verenlerle yapıtlarını, göz önüne çıkararak
tanınmalarını sağlamak ve herkesin sözünü özgürce söyleyebileceği nitelikli bir
yazın ortamı oluşturmaktır. Bugüne kadar Türk yazınının geleceğiyle ilgili yeni
şeylerin ortaya çıkarılmasına yönelik kaynak taraması yapmış olmama karşın
doyurucu bilgiye ulaşamadım. Bu alanda yazılan deneme, makale, araştırma ve tezler;
genellikle yapılmışın irdelenmesi biçiminde olduğundan yeniliğe ve yaratıcılığa
açılan kapılar loş kalıyor.
Bütün dergilerde
olduğu gibi Şiir Sarnıcı’nda da nitelikli yapıt ve düşünce yazıları yayımlamak
isterim. Genel duruma baktığımızda nitelik konusunda biraz sıkıntımız olduğunu
söylememiz gerekir. Yıllarını yazına
ayırmış, eğitimini almış, deneyimli, yetenekli, özellikle şiirin felsefesine
egemen sanatçı-şairlerimiz vardır. Elde ettikleri bilgi ve deneyimi bizimle
paylaşmakta istekli davranmıyorlar. Bilgi, paylaştıkça büyür ve değer kazanır.
Bildiğini ya da öngördüğünü tanınmış yazın dergilerinde dile getirme çabası
içinde olanlara hak vermekle birlikte bunun altında kültür emperyalizminin bir
bilinçaltı dayatması olduğunu anımsatmak isterim. Bu dergide üçüncü yinelemem
olacak ama bir kez daha dile getireceğim: Altının değeri, bulunduğu raf ya da
yanındakilere göre ölçülmez; kendi saflığıyla ölçülür. Sanatçı, bulunduğu yerle
değil; ürettiği estetik değerle bir anlam kazanır.. Değerli bilgi ya da yapıt,
alıcısına ulaşsın da nerede ulaşırsa ulaşsın bir önemi yoktur.
Araştırdığım
kadarıyla bazı fakültelerde dergicilik konusundan ders verildiğini gördüm.
Gerçekten bu konuda sağlam içeriğe sahip bir program ya da uygulama var mıdır,
bilmiyorum… Varsa bu dersleri almak, görseline ya da ders notlarına ulaşmak
isterim. Dergiciliğin ayrıntılarını açan, ona yön verebilecek birikimi ortaya
koyan, gelişime ayak uyduracak donanımı sağlayan çalışmalar olsaydı ne kadar
güzel olurdu, değil mi? Yazın dergilerinin toplumdaki yeri konusunda sormaca
(anket) yapılmış mıdır? Özellikle
sayısal dergi (e-dergi, dijital dergi) hakkında çalışma veya ön hazırlık var
mıdır? Basılı dergide olduğu kadar sayısal dergi konusunda da geç kaldığımızı
anımsatmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Dergiciliğin her yönünü araştırmama
karşın kullanılabilir bilgiyi ve geleceğin önünü açacak birikimi, yayın
kurulumuzun yönlendirmeleri ve kendi uygulamalarımdan çıkarmaya çalışıyorum.
Özellikle sayısal dergi konusunda açılım sağlayacak bir yol gösteren,
yorumlarıyla ön açan ya da kayda değer bilgi aktaran olmadı. Dahası sayısal
dergiyi nasıl reddederiz aşamasını henüz geçebilmiş değiliz.
Üç yıllık
dergicilik deneyimimde edindiğim temel bilgi şudur: Yazınımız, bence
felsefesiyle ve sanat yönüyle ele alınıp üzerinde yeterince kafa yorulmayan
yetim bir alandır. Bu alanda bireyler, salt kendini göstermek üzere kurgulanmış
bir çaba ve eylem yoğunluğu içindedirler. Fakülteler ve akademisyenlerse daha
çok yazının tarihsel bilgisini çözme çabası içindeler. Böyle olunca yazının alt
dallarında derinlik oluşmuyor, yapılmışa benzemeye çalışıldığından özgün
ürünler verme çabası havada kalıyor. Bu yüzden dünya edebiyatında öne çıkmış
yapıtımız, yazar ve şairimiz; çok fazla değildir. Gönül ister ki daha fazla
yazar ve şairimiz dünya edebiyatında adından söz ettirebilsin.
Büyük şair ve
yazarlarımız olmuştur; hep olacak da… Değerlerimiz, tarihsel bilgimiz ve
birikimimizdir onlar. Ancak bunlar ve yapıtları, büyük yapıt üretmek için
bugünün gençliğine ve gelecek kuşaklara yeterli donanımı sağlayamazlar. İyi ve
yeni yapıt, konunun felsefesinden yola çıkılarak üretilebilir; var olan
yapıtlar örnektir sadece. Özgünlük ile biriciklik kuralı, temelden yola
çıkılarak sağlanabilir. Söylendiği gibi “Şair, var olana baka baka kendi özgün
şiirini yazar” anlayışı sığ bir bakışın soncudur. Alaylı mantığın tembel
çıkarımıdır. Yazının geleceğini kurgulamak için, felsefesine eğilmek, bu alanda
yetkin inceleme ve araştırma ürünleri ortaya koymak zorundayız.
Bazı yazar ve
şair dostlarımız; yazının sanat yönü, felsefesi, sosyolojisi, psikolojisi gibi
konulara çok zaman ayırmıyor, ne işe yaradığı konusunda üzerinde bile
durmuyorlar. Bu durum, konuya ilişkin ortaya konan çalışma ve eğilimden de
görülebiliyor. Dahası bunun gereksizliğini kanıtlamak için kendilerine savunma
mekanizması geliştirenler de var; “Kuramsal bilgiyle iyi şiir yazılamaz” gibi…
Bu anlayışın tersine çevrilebilmesi için bilgi kullanım tekniklerine ve sanat
felsefesine egemen olmak gerektiğini anımsatmak isterim. Günümüz sanat
anlayışında, alıcının algı dengesini bozamıyorsanız ürettiğiniz metin yeterince
estetik değer taşımıyor demektir. Algı dengesini bozmak için yapıtınıza
giydirdiğiniz bilgi, niteliğiyle okurun düş gücünü aşması gerekir. Ayrıca onun
duyarlılık çıtasını yükseltmek için, kuramsal bilgi yani bilimsel bilgiyle
yapıttan kaçış kapılarını tıkamanız gerekir. “Ben yaptım oldu” anlayışıyla
artık çağdaş sanat ürünü ortaya çıkaramazsınız… Olsa olsa geçmişi yinelersiniz.
“Dünün güneşiyle
bugünün çamaşırı kurumaz” demiş büyüklerimiz. Sanatın her dalı için geçerli bir
özlü sözdür bu. Bugün ve bugünden sonrasına bakalım. Batmış güneşi yâd etmek
yerine tepemizde ışıyan aya dönelim yüzümüzü. Sanatta özgünlük ve biricikliğe
varmanın, estetik değere sahip ve sıra dışı yapıt üretmenin yolu; yarınlara
yüzümüzü dönmekle; bilgiyi, deneyimi doğru, yerinde kullanmakla bulunur.
Şiir Sarnıcı,
sanata gönül borcu duyanların katkılarıyla yayımladığımız emek yoğunluklu sanat
ve yazın dergisidir. Ticari, ideolojik, taraftarlık, güdümlülük gibi bir yanı,
amacı ya da yönelimi yoktur. Basılı biçimi olmamasına karşın basılı derginin
aynısını sayısal ortamda tüm iletişim kanallarından bulabilirsiniz. Derginin
hem blog sayfasını hem de PDF dosyasını, bilgisunarda arattığınızda hemen
karşınızda görebilirsiniz. Blogdan ya da PDF dosyasını indirip okuyabilirsiniz.
Telif, ekonomik ve paylaşım kaygısı olmayan, herkese açık edebiyat harmanıdır
Şiir Sarnıcı… Burası, herkesin sözünü hiçbir bedel ödemeden özgürce
söyleyebileceği bir kürsüdür.
Herkesin bir
öyküsü vardır kendince güzel olan. Yazın dünyasındaki amacımız, işte bu güzel
olan ve her yaşanası öykünün ortak alanlarında birlikte yolculuğa çıkmaktır. Bu
yolculukta bize yoldaşlık etmenizi gönülden isteriz Şiir Sarnıcı olarak.
Mutlu,
esenlikli günlerde okunmak dileğiyle, mutlu yıllar…
Umut bindirilmişse hırçın bir takaya
Göç günleri deryanın
yüküdür Dilhan
MEKTUPLAR
Yayıma
Hazırlayan: Seçkin ZENGİN
Fulya
Çelik Çetintaş
SOCRATES’E
MEKTUP
Sevgili Socrates
Sana 2500 yıl sonra, yanı 2022 yılında Anadolu’dan yazıyorum. Buraları
iyi bilirsin: Smyrna’yı, Ephesus’u, Magnesia’yı, Batı Anadolu’yu… Felsefenin
doğduğu o güzelim topraklardan, Atina’nın karşı kıyılarından bir bahar gününden
yazıyorum bu mektubu. Senin yaşadığın çağı, o aklın, bilginin, erdemin,
düşüncenin, güzelliğin, bilgeliğin en yüce değerler olduğu, felsefenin altın çağını
düşünüyorum da...
O zaman mı atıldı adaletsizliğin ve kötülüğün tohumları? Seni idam
ettiklerinde anlamalıydı insanoğlu; adalet doğru ve gerçeğin kazanımı olacağını.
Oysa siyasal erki elinde tutanlar hiç değişmediler hatta daha güçlendiler,
deneyim sahibi oldular. Onlar için değişmeyen şey, o günden bugüne
önemsedikleri sadece iktidar olma hırsı ve erk olmanın sağladığı, sağlayacağı
parasal ve siyasal zenginlik, bunlarla birlikte gelen ihtişam ve sınırsız
kazanma hırsı. Onun için savaş çıkarırlar, onun için milyonlarca insanı
yerinden yurdundan ederler, sığınmacı olarak ülke ülke gezdirip gereğinde
demokrasilerini güçlendirmek için oy deposuna çevirebilirler. Her türlü siyasi
rejim erk sahipleri için araçtır.
Hani demokrasi demokrasi diye yere göğe sığdıramadığımız, işte o
muhteşem icadımız bile erk sahiplerinin insanları ezme, sömürme ve dünyayı yok
etme aracına dönüşmüş durumda. Dünyanın her yerinde siyasiler ve kapitalistler
el birliği ile demokrasiyi kullanarak insanları okuma yazma bilen cahillere
dönüştürdü.
Buralar çok değişti, görsen şaşarsın. Ne Ege aynı Ege ne Smyrna ne
Ephesus ne Miletus. Aslında dünya çok değişti. Diyorsun ki her şey görelidir,
her bakan aynı şeyi farklı görür, aslında o aynı şey dediğimiz de değişmiş
olabilir, zamana, mekâna, kişiye göreli olma halidir bu. Haklısın. ‘’Her şey
değişir, değişmeyen tek şey değişimdir.‘’ dememiş miydi yurttaşın Herakleitos?
Ama sevgili Socrates, bu çağ çok başka bir çağ, öyle özlem
duyuyorum ki duru, saf, yalın ve temiz zamanlara. Senin çağındaki adaletsizliklere
karşın keşke senin çağında gene bu topraklarda yaşasaydım. Tuhaf bir hüzün
kaplıyor içimi seni düşündükçe. Gerçi yaşadığın çağda da senin değerin
bilinmedi. Bugün de bizimki bilinmiyor, hep yüceltilen neredeyse tapındığımız o
yönetim biçiminden; demokrasiden söz ediyorum. Seni idam eden, senden sonra da
sayısız insanı suçlu suçsuz katleden bu demokrasiden.
Şöyle diyordun savunmanın girişinde.
“Atinalılar!
Beni suçlayanların üzerinizdeki tesirini bilemiyorum; fakat sözleri o kadar
kandırıcı idi ki ben kendi hesabıma onları dinlerken az daha kim olduğumu
unutuyordum. Böyle olmakla beraber, inanın ki doğru tek söz bile
söylememişlerdir. Ancak, uydurdukları birçok yalanlar arasında, beni usta bir
hatip diye göstererek sözlerimin belagatine (düzgün, açık net, anlatım)
kanmamak için sizi uyanık bulunmaya davet etmelerine çok şaştım. Ağzımı açar
açmaz hiç de güzel söyleyen bir adam olmadığım meydana çıkacak, yalancılıkları
elbette anlaşılacak olduğu halde, bunu söylemek için insan doğrusu çok utanmaz
olmalı. Eğer onlar her doğru söyleyen adama hatip diyorlarsa, diyeceğim yok.
Bunu demek istiyorlarsa ben hatip olduğumu kabul ederim; ama onların
anladığından bambaşka manada. Herhalde, demin de dediğim gibi, söylediklerinde
doğru bir taraf hemen hemen yoktur; ben ise size bütün hakikati söyleyeceğim.
Fakat Atinalılar, ben onlar gibi baştanbaşa parlak ve gösterişli sözlerle
bezenmiş hazır bir nutuk söyleyecek değilim; Tanrı korusun. Hayır, şu anda iyi
kötü dilim döndüğü kadar söyleyeceğim; çünkü bütün diyeceklerimin doğru olduğuna
inanıyorum. İçinizde kimse benim doğrudan başka bir şey söyleyeceğimi sanmasın.
Toy delikanlılarımız gibi huzurunuzda birtakım süslü cümlelerle konuşmak, benim
yaşımdaki bir adama yakışmaz. Sizden yalnız şunu dileyeceğim: kendimi
savunurken öteden beri alışık olduğum gibi konuştuğumu, agorada, sarraf
tezgâhlarında, o gibi yerlerde nasıl konuşursam burada da öyle konuştuğumu
görürseniz şaşırmayınız, o yüzden de sözümü kesmeyiniz. Çünkü ben yetmişimi
aştığım halde ilk defa olarak yargıç huzurunda bulunuyorum; bu yerin diline
bütün bütüne yabancıyım. Bunun için, bir yabancının ana dili ile kendi yurdu
adetlerine göre konuşmasını nasıl tabii karşılarsanız beni de tıpkı bir yabancı
sayarak alışık olduğum gibi konuşmama müsaade ediniz. Bu dileğimi yersiz bulmayacağınızı
umarım. Söyleyiş iyi veya kötü olmuş, bundan ne çıkar? Siz yalnız benim doğru
söyleyip söylemediğime bakınız, asıl buna önem veriniz. Zaten yargıcın asıl
meziyeti buradadır; nasıl ki hatibinki de doğruyu söylemektir.”
Seni yargılayan yargıçlara ve
Atinalılara seslenişini duyarım her haksızlıkta. Bugün, o gün olduğu gibi yargı
sistemi etkileyici konuşmacıyı doğru söyleyen, dürüst konuşmacıya yeğ tutuyor.
Yazık ki adaletin temeli olmuş adaletsizlik.
Özgürlük isteği eşitliği ve adaleti yok etti. Özgürlük kavramı
beyinlere, ruhlara ayrık tohumu gibi ekildi. Kapitalistlerin tek meziyeti bu
değildi. Temel niteliklerinden biri, demokrasinin nimetlerini paraya ve güce
çevirmenin türlü yollarını bulmuş olmalarıydı. İnsanların seçimlerini özgürce
yapmaları için temsili demokrasi en güzel en doğru yönetim biçimiydi. İnandık,
uyandık sandık.
Sevgili Socrates, ben bu mektubu yazdığım günlerde, dünyada ve
yurdumda hala adaletsiz işler yapılıyor. Ülkemde iki gün önce karara bağlanan
Gezi Davası ki böyle barışcıl bir eylemi bile karalayanlar, sürekli yalanlarla
iftiralarla beslediler halkı. Bu iftiraları yazan gazetecileri, iftiracı
siyasetçileri, Kabataş Yalancılarını, FETÖ işbirlikçilerini, kumpasları,
yalanları, iftiraları atanları unutmadık. Bu dava ile hukuksuzluğun, adaletin
temelinin, hak değil, hukuk değil siyaset ve hatta iktidar olduğunu kanıtlamış
olduk.
Gene o günlerde, gezi için ‘’Üç beş ağaç meselesi ‘’diyenlere
yanıt olarak ‘’Doğrudur, mesele üçbeş ağaç değil; üç beş odun’’ diye yazmıştı
biri. Öyle ki yıllarca Gezi hıncı ile dolanlar bugün öyle bir karar verdiler
ki; bu hukuksuzluğa sebep kim varsa hakikati değil emirleri uygulayarak tarihe
geçtiler. Duyarlı ve yalanlara kanmayan halk haksızlığa karşı duruyor ve tüm
ülkede adalet ve hak yerini bulsun istiyor. Nazım Hikmet, senden iki bin beş yüz
yıl sonra, daima gerçeği aradığı, sorguladığı, yazdığı ve yazdıklarını görkemli
bir şiirsel dokuyla yapılandırdığı şiirlerinden birinde?
ELLERİNİZE
VE YALANA DAİR
bütün taşlar gibi ve
karlı,
hapiste söylenen
bütün türküler gibi kederli,
bütün yük hayvanları
gibi battal, ağır
ve aç çocukların
dargın yüzlerine benzeyen elleriniz.
arılar gibi hünerli,
hafif,
sütlü memeler gibi
yüklü,
tabiat gibi cesur
ve dost
yumuşaklıklarını haşin derilerinin altında gizleyen elleriniz.
bu dünya öküzün
boynuzunda değil,
bu dünya ellerinizin
üstünde duruyor.
ve insanlar, ah,
benim insanlarım,
yalanla besliyorlar
sizi,
halbuki açsınız,
etle, ekmekle
beslenmeye muhtaçsınız.
ve beyaz sofrada bir
kere bile yemek yemeden doyasıya,
göçüp gidersiniz bu
her dalı yemiş dolu dünyadan.
insanlar, ah, benim
insanlarım,
hele asyadakiler,
afrikadakiler,
yakın doğu, orta
doğu, pasifik adaları
ve benim
memleketlilerim,
yani bütün insanların
yüzde yetmişinden çoğu,
elleriniz gibi
ihtiyar ve dalgınsınız,
elleriniz gibi
meraklı, hayran ve gençsiniz.
insanlarım, ah,
benim insanlarım,
avrupalım,
amerikalım benim,
uyanık, atak ve
unutkansın ellerin gibi,
ellerin gibi tez
kandırılır,
kolay atlatılırsın...
insanlarım, ah,
benim insanlarım,
antenler yalan
söylüyorsa,
yalan söylüyorsa
rotatifler,
kitaplar yalan
söylüyorsa,
beyaz perdede yalan
söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan
söylüyorsa,
ninni yalan
söylüyorsa,
rüya yalan
söylüyorsa,
meyhanede keman
çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa
umutsuz günlerin gecelerinde ay ışığı,
söz yalan
söylüyorsa,
ses yalan
söylüyorsa,
ellerinizden geçinen
ve ellerinizden
başka her şey
herkes yalan
söylüyorsa,
elleriniz balçık
gibi itaatli,
elleriniz karanlık
gibi kör,
elleriniz çoban
köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan
etmesin diyedir.
ve zaten bu kadar az
misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu
yaşanası dünyada
bu bezirgan
saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.
Ah ustam ah asıl korkum: Bu dünya, namussuzların elinde yok olup
giderse, diye. Dünya hızla kirleniyor, bozuluyor, yok oluyor. Bütün
kaynaklarımız kurutuluyor, doğa katliamı tüm hızıyla sürüyor. Ve biz hâlâ
namuslu insanların en az namussuzlar kadar cesur olacağı günleri bekliyoruz.
Cesur olanlarımızı bugüne dek ya öldürdüler ya mahkûm ettiler ya
da biliyorsun adaletsizce yargıladılar.
Üzücü olansa tüm dünyada ve özelikle yurdumda hep aynı işliyor
düzen. Nazım Hikmet, “Elleriniz ve Yalana Dair” şiirini neden yazdı? Sen o
savunmanı bugünleri görerek mi yaptın? Yoksa dünya da düzen değişmiyor ve
haksızdan, güçlüden, erkten yana mı işliyordu? Bu düzeni sürdürmek için
binlerce yıldır insanları yalanla mı besliyorlar? Sorular hiç bitmeyecek ustam,
felsefe hiç bitmeyecek, nice yanıtlar verilse de... Çünkü o egemenlerin hiç
sevmediği felsefe, soru sorar.
Hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmeyen, siyasilerin ve egemenlerin
dayattığı ne varsa sorgulayan ve konu önemsiz gibi görünse de soran; dogmaları,
tabuları, yalanları araştıran, doğruyu ve gerçeği arayan insanlar; dünyayı da
doğayı da insanlığı da yeniden kuracaktır. Yeter ki sormaktan korkmayalım.
Yaşar
Özmen
DİLHAN
(Nehir Şiir)
(…)
Hangisinin ucuna dokunsam, ürperir
toprak Dilhan!
Sığmaz bu şiire
tuttuğumuz çetele
Kaldıramaz düşünen,
acının ağırlığını
Yangın, deprem, sel,
göçük, göç, heyelan
Vurur geçer,
yıkar geçer, yakar
geçer
sınırlar yol geçen hanı
Ölümlere bir günlük
kalantor saf
Yaralara üstünkörü bir pansuman.
Sorumluluk ne ki
gurur anıtı, kimse
geçmez yanından.
Ne diyeyim Dilhan,
eğitim eğitim değilse
Kafalar,
ütüsü bozulmaz kumaştan;
Ya hacamat kongresinde ayaz lalesi
Ya da ahlâk dersinde
etek erketesi
Diyeceğim o ki
Palavralar harmanında
hasatsız muştular
döveriz.
Olacak iş mi deme, bizim de görgümüz bu,
kime ne?
Görünen köy kılavuz
istemez, derler ya
Çiçeği burnunda asil
adayız Dilhan
Üstümüze doğrudur
süt dişli heyelan…
(…)
Müslüm
Kabadayı
ZİNCİRKIRAN
SPARTAKÜS MERHABA
Adını, ilk kez İrfan Çeşmesi’nin önünde söyleşirken 1973 ya da
74’te duymuştum. On üç, on dört yaşında, henüz bıyıkları terlememiş bir ortaokul
son sınıf öğrencisiydim. Düziçi İlköğretmen Okulu’ndaydım ve okulumuzun sembolü
olarak gördüğüm İrfan Çeşmesi hem su ihtiyacımızı karşıladığımız hem de
çevresinde söyleştiğimiz, bir bakıma beynimizi beslediğimiz bir mekândı. Burada
bir akşamüzeri Şaban Taşçı öğretmenimiz, lise son sınıf öğrencileriyle
söyleşirken köle isyanlarından söz ediyordu. Roma İmparatorluğu’nun sömürü ve
baskısına karşı senin öncülüğünde gelişen isyanın içeriğini, öğrencilerin
soruları üzerine niçin zaferle sonuçlanamadığını anlatıyordu. Kullandığı bazı
sözcükleri, terimleri anlamasam da zulme karşı isyanınızla duygudaş olmuş ve
yenilmenize çok üzülmüştüm. Haklı ve onurlu eyleminle sen, Roma diktatörlerinin
köleleştirdiği insanların ayağa kalkması için devrimci bir özne olduğun için de
belleğime kazımıştım. Lise dönemimde eylemli öğrenici bir kişilik kazanmamda
seninle ilgili öğrendiklerim etkili olmuştu. O günden bu yana da,
“düşkıranlar”a karşı hep “düşkuran” olarak mücadeleme devam ettim.
Sevgili Spartaküs, 1970’li yılların ortasından itibaren politik
mücadeleye atılmamda ve 16 yaşımdayken sürgünle başlayan sermaye sınıfının
saldırılarına karşı direnç ve bilinç kazanmamda, başka öğretmenlerimin de rolü
oldu kuşkusuz. Sosyalist sanatçılar, edebiyatçılar, dernekler, sendikalar,
partiler yanında kitaplar, dergi ve gazeteler de kaynağımdı. Sana niye
‘zincirkıran’ diye hitap ettiğimi de açıklayan fotoğraflar, afişlerden biri de 1
Mayıs 1977’de Taksim’e asılan büyük pankarttaki zinciri kıran işçi figürüydü. Daha
sonra öğrenecektim ki işçi sınıfının öncülüğünde yeryüzündeki sömürüyü kaldırıp
komünist toplumu inşa edecek bilimsel sosyalizmin kurucusu olan Karl Marks’ın,
işçi sınıfı için “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” ifadesini
kullanmasına da sen vesile olmuşsun. Aramızda yüz kırk iki yıllık fark ve
doğduğumuz yerler bakımından binlerce kilometrelik uzaklık olduğundan onun
soluduğu atmosferi görmem mümkün değildi ama doğduğu evi ve çocukluğunun, ilk
gençliğinin geçtiği Trier kentini 2018’de (doğumunun 200. yılında) görme
olanağı buldum. Bu evdeki kaynaklarda Dünya devrim tarihinin kilometre taşları
sergileniyor ve gösteriliyordu. Bu evden fışkıran komünist bir düşünürün,
devrimci bir mücadele insanının esinlendiği isimlerden biri olarak niye sana
yer verilmediğini düşünmedim değil. Özellikle bahçeye açılan avludaki Marks
büstünün halesine senin ve köle isyanının resimleri yerleştirilebilirdi diye
aklımdan geçirdim. Bunun gibi nice önemli unsurun müzede bulunmamasının
nedenini, bu müze evin Alman Sosyal Demokrat Parti’ye yakınlığıyla bilinen
Friedrich Ebert Vakfı’na ait olmasına bağladım. Girişteki kulübede bu vakıf
adına bilet kesilmesinden de çok rahatsız olmuştum. Komünizmin felsefesini
kuran Marks’ın müzesinde, parasal konulara kesinlikle yer verilmemeli, diye
düşündüm.
Marks’ın yaşamıyla ilgili okuyabildiğim kaynaklarda yazmıyordu;
belki de ben okuyamamış olabilirim ama Roma’daki köleci düzene karşı bilinç
geliştirmesinde, doğduğu kentin tarihinde Romalıların çok derin izlerinin
bulunması etkili olmuştur, diye düşündüm. Alpler’in kuzeyinde Romalılardan
kalan en büyük yapı olarak bilinen Porta Nigra kapısını gördüğümde bu geldi
aklıma. Böyle bir sur kapısını, o zamanlar ancak kölelere yaptırabilen
Romalıların, Mozelle Nehri üzerinde köprü, başka yerlerinde bazilika ve hamam
yaptırdığı biliniyor. Bunları da görme olanağı bulduğumda bu düşüncem pekişti.
Bu düşüncemden, arabasıyla bizi oraya götüren işçi kuzenim Mehmet Kabadayı’ya
söz ettiğimde hak verdiğini söyledi. Böylece Marks, köle emeğiyle inşa edilen
tüm yapılarda senin öncülüğündeki kölelerin isyan bayrağının dalgalanmasını
düşlemiş olabilir, değil mi? Düş gücü yüksek olanlar, sağlam düşkuran
olabilirler zaten…
Seninle 1974’ten sonraki ikinci karşılaşmam 1979’da Ankara’da
gerçekleşti. Üniversite okumak üzere Ankara’ya gelmiş ve örgütlü politik
mücadelenin içinde henüz pişmekte olan bir genç sosyalist olarak,
yoldaşlarımızla topluca Maltepe’de bulunan Eti Sineması’na gitmiştik. Senin
öncülük ettiğin ilk köle ayaklanmasının filmini orada izlediğimde gençlik
heyecanımın ötesinde, ayaklanmanızın niye başarıya ulaşamadığı üzerinde durmaya
başladım. Aklımda dün gibi kalmış, filmi izleyen yoldaşlarımızla bulduğumuz iki
neden. Birincisi, sizin yıkacağınız Roma diktatörlüğünün yerine neyi
koyacağınızı bilmemeniz veya ortak bir hedefte anlaşamamanızdı. Sizin 2000 yıl
önce programsız başlattığınız isyan ve diğer deneyimlerden önemli ders çıkaran
Marks ve Engels’in 1848 devrimine Komünist Manifesto’yla müdahil olmaya
çalıştıklarını düşünüyorum. İkincisi de örgüt eksikliği. Köleler olarak isyan
edip Romalılardan özgürlüğünüzü alıp Vezüv Dağı’na çekilmeye çalışırken savaşın
orta yerinde kendinizi bulmanız, çok hızlı biçimde büyümeniz, Roma ordusu
karşısında yenilginizi önleyecek bir örgütlenmeye zaman bulamamanıza neden
olmuştur, diye de düşünmedim değil. Burada, esas söyleyeceğimi seni üzmeyi göze
alarak dile getirmek durumundayım. Nedir o?
Gerek hakkında okuduklarım gerekse
1979’da ilk kez Eti Sineması’nda gördüğüm, daha sonraki yıllarda TV’de tekrar
izlediğim filmden edindiklerimden yola çıkarak bunu yazıyorum. Bu kaynaklarda
bir yanlış olabilir. Çünkü, senin nereli olduğuna dair de farklı bilgiler söz
konusu. Yunanlı ya da Trakyalı olduğun en çok söylenilenler. Yazacağım esas
eleştiri ve değerlendirmeyi yapmama bu ihtimal, yani kaynakların yanlış olma
durumu engel değil. Yaklaşık iki yıl süren bu büyük isyan hep senin adınla
anılıyor. Zeki olman ve taktik geliştirme konusundaki yeteneğin, Romalıların
Cumhuriyet döneminin başındaki zayıflığı nedeniyle işe yaramış; üzerinize
saldıran birkaç orduyu dağıtma zaferini kazandırmış. Bunda hiçbir kuşku yok. Ancak bu başarıda seninle birlikte
savaşan üç Kelt gladyatör Crixus, Gannicus ve Oenomaos'un adlarını nedense
kimse aklında tutmuyor. Belki sen de bu isimlerin senin gölgende kalıp
unutulmasını istemezdin. Bilemiyorum. Bildiğim şu: Eğer sen, Sicilya’ya geçip
herkesin köle olarak getirildiği topraklara dönmesinde ısrar etmeyip Crixus’la
davranmış olsaydın sınıflar mücadelesi, başka bir seyir izler ve sömürü
düzenleri bu kadar uzayıp insanlığın, gezegenimizin başına bu kadar musallat
olmazdı. Haksız mıyım?
Düşkıranlara fırsat verdiğini düşünüyorum Crixus’la yollarınızı
ayırmanızın. O koşullarda senin niye böyle bir karar aldığını tahmin
edebiliyorum. İsyanın başında da sen Vezüv’ü aşıp memleketine dönmeyi
düşünüyordun. Dolayısıyla Roma diktatörlüğünü devirip köle düzenine son verme
düşüncesinden uzaktın. Oysa, Crixus’un önerdiği hedef buydu ve bunu birlikte
denemeniz, yanınızda savaşanların “efendi-köle” diyalektiğini zafere dönüştürme
iradesini güçlendirebilirdi. Ha, “İki bin yıl sonradan bana gazel okuma!”
diyebilirsin. Ben de genel duruma uygun cümleler kurmaya özen gösteriyorum
zaten. Yine de, 1789-1830-1848 devrimleri ve 1871 Paris Komünü’nde iktidar
hedefinden, programından ve buna uygun mücadele anlayışıyla örgütsel güçten
yoksun olmanın sonuçlarını iyi kavrayan Lenin ve Bolşevik yoldaşlarının 1917
Ekim Devrimi’yle işçi sınıfını iktidara taşıdığını bildiğimden, çubuğu
Crixus’tan yana bükmek zorundayım.
O koşullarda kölelerin gerçek anlamda özgürleşip eşitlikçi bir
toplumsal düzen kurmalarına yol açabilecek düşü kuran, bu uğurda savaşırken
ölen Crixus’tan yana olduğumu umarım doğru anlatabilmişimdir sevgili Spartaküs.
Böylece, Capua’da gladyatörleri eğitip dövüştürerek zenginleşen, Romalılar
arasında söz sahibi olan Batiatus’un okulunda aldığın “Spartaküs” unvanından da
kurtulursun, diye düşünüyorum. Kaynaklarda bu unvanın Trakyalılara ait soyluluk
bildirdiği de yazılıyor…
Evet, tarihin kahramanlarla yazıldığı dönemin son bulacağı ve
her insanın özgürce-eşitçe toplumsal yaşamda var olacağı günlerin daha da
yaklaşması için mücadele azmimizi güçlendiren bir değerlendirme için seninle
mektuplaşmaktan onur duyduğumu bilmeni isterim. İnsan, sınırlı zaman içerisinde
deneyimler kazanır; toplum da bu deneyimlerin toplamıyla biçimlenir. Dileğim,
bizim deneyimlerimizin de bu çorbada tuzu olmasıdır. Bakalım, bizimle ilgili
sonraki kuşaklar ne diyecekler? Bize mektup yazdırtacak Seçkin Zengin’ler
çıkacak mı?
DİLHAN
(Devamı)
(…)
Devlet
deneyimi ince iştir Dilhan
Sezgi
ister,
düzgü ister,
uzagörüm ister
Sistem karmaşık,
öykü
uzun,
kurgu incelik bekler…
Has oyuncular çoktan yerini almış,
pasörler, defanslar,
civa
gibi iltisaklı, üstelik pür ahlâklı
Kim demiş;
“Delikli demir çıktı mertlik bozuldu” diye
Mertliğin
feriştahı
dolma
kalem mürekkebinde saklı
Endişelenme
uygarlık yürüyüşündeyiz Dilhan
Sırtımız gelmez yere,
değmez
çamura ayağımız
Memleket bekâsı bu, ciddi iş,
çark dönecek illa.
Saklanması gereken hasıraltı
Harcanması
gereken boncuklu hakkı
Aklanması
gereken kadıdan tokatlı.
Daha
ne olsun hesap bizim
çağ bizim çağımız
Şehirler,
köyler, haneler hizada
Memleketim giymiş gelinliğini atında
Şark kültüründen
duvaklı.
(…)
Aydemir Çimen
MARKS’A MEKTUP
Emekçilerin ve ezilenlerin büyük Marks’ı, saygıdeğer üstadım.
Size bu mektubu, yeryüzüne bir daha dönmemek üzere haritada yeri
belirlenmemiş bir yerlere gitmenizden yaklaşık bir buçuk yüzyıl sonra
yazıyorum. Diyebilirim ki neredeyse
yaşamımın tamamı sizin felsefi dünya görüşünüzü savunarak ve sömürünün olmadığı
ışıklı özgür bir dünya için mücadele ederek geçti. Adınızı ilk defa ne zaman
duyduğumu, sert yakalı beyaz gömlek üzerine koyu renkli redingotlu, ak düşmüş
taranmış uzun saçlı, sık sakallı, insanı etkileyen delici bakışlı; her bakımdan
bir üniversite görüntüsü veren resminizi ne zaman gördüğümü anımsamıyorum; ama
ilk kitabınızı ne zaman aldığımı hiç unutmuyorum.
Yetmişli yılların başlarıydı, sanat enstitüsünde burs kazanarak
Teknisyen Okulunda okumak için Erzurum’a gitmiştim. Bir gün Cumhuriyet
caddesinde ki büyük bir kitapçının camekânında görmüştüm kitaplarınızı. Nasıl
da heyecanlanmıştım. Sonra hemen içeri girip büyük eseriniz Kapital’in ilk
cildini ve Komünist Manifesto’yu alarak sevinçli bir heyecanla neredeyse uçarak
eve dönmüştüm. Önce Kapital’i karıştırdım sonra da Manifesto’yu.
Büyük düşünür, artık düşünmemeye başladıktan sonra ikametgâhın
olan Londra’da Highgate mezarlığındaki mezar taşına kazılı “Bütün ülkelerin
işçileri birleşin!” cümlesini okuduğumda sanki birden bire büyük bir
kalabalığın uğultusu çalındı kulaklarıma. Birden omuzlarıma çöken büyük bir
yükten kurtulmuş da rahatlamış gibi arkama yaslanıp sadece kitapların
kapaklarına baktım. Dedim ya Değerli Üstadım, o zamanlar henüz bir insan
ömrünün en güzel halleriyle dolu çocukluktan yeni yeni kurtuluyordum. O
zamanlar ne olduğunu bile pek anlamadan birkaç arkadaşımla birlikte
etrafımızdakilere “Biz devrimciyiz!” diye hava atıyorduk. O zamanlar Kızıldere’de
“Kahrolsun Amerikan emperyalizmi!” diye bağıran Mahirlerin gür sesleri,
darağacına giderken korkusuzca, “Yaşasın halkların kardeşliği” diye haykıran
Denizlerin cesaret dolu naraları hala kulaklarımızda yankılanıyordu. Gururla
belirtmeliyim ki onlar da senin bir ömür harcadığın büyük bilimsel felsefi
dünya görüşünü rehber edinmiş, senin düşüncelerine inanıp sahiplenerek ve ona
uygun davranarak koyu bir karanlığa sürüklenen dünyamızı değiştirmek için yola
çıkmışlardı. Onlar da binlerce milyonlarca Marksist gibi yaşanası şu güzel
dünyamızı ateşle, barutla, kanla yakıp yıkan açgözlü burjuvazinin, hiç de adil olmayan düzenlerini yıkıp yerine
emekçi ve yoksul halkların iktidarı yani sosyalizmi kurmak için mücadele
ediyorlardı. Üstelik sizin bu özgür ve ışıklı dünya görüşünüze o kadar
inanmışlardı ki canlarını vermekte bir an olsun tereddüt etmemişlerdi.
Sevgili Moor, o hafta sonu hiç dışarı çıkmadan sık sık geri
dönüşler yaparak Kapital’den elli sayfa okudum. Doğrusunu isterseniz oldukça
zorlandığım için, biraz da kendime kızarak kitabı kapatıp masanın üzerine
bıraktım. Elbette ki ‘farelerin kemirici insafına terk etmedim’, ama uzun süre
okuyamadım, arada bir elime alıp öylesine sayfalarını karıştırıp tekrar yerine
koymaktan da hiç vazgeçmedim. Biliyor musun saygı değer filozof o kitaplar çok
sonraları askeri faşist cunta döneminde evimize yapılan bir polis baskınında
komünizm propagandası yapmanın gerekçesi sayılarak, kardeşim için ağır cezalar
istenmiş, çaresiz yaşamının beş yıla yakın bir bölümü mahpusta geçmişti.
Erzurum’da oldukça sıkıntılı ve zorluklarla geçen üç yılın ardından
başarıyla mezun olarak yüksekokul için Ankara’ya gittim. Okumak zordu. Daha
doğrusu okumanın kendisi değil koşullar zordu. Sahtekâr burjuvazi ve Amerikan
emperyalizmi darbe koşulları yaratabilmek için ülkeyi savaş alanına
çevirmişlerdi, okula gidip gelirken can güvenliğimiz bile yoktu. Hele sizin
düşüncelerinizi savunmak çok daha tehlikeliydi. Arkadaşlarımız gözü dönmüş
caniler tarafından sokak ortalarında katlediliyordu. Dört yıl kadar sonra da
askeri faşist cunta yönetime el koydu. Derken benim de mahpusluk yıllarım
başladı. Askeri ceza evindeki uygulamalar çok sıkı olmasına rağmen bir takım
yollardan Kapital’i içeri soktuk. Mahpusta zaman boldu. Bunu fark edince
birazda geçmişin intikamını almak için olsa gerek büyük eserinizi kısa aralıkla
iki defa okudum. Sonra grup halinde okuduk. Ben severek ve zevkle
kolaylaştırıcılık yapıyordum. İşte o zaman sizi ve bu büyük eserinizi anlamaya
başlamıştım.
Değerli Üstadım, felsefi bakımdan da çok önemli olan bu büyük
eserinizde objektif gerçekler baştan sona diyalektik materyalizmin somut
tahlili örnekleriyle oya gibi işlenmiş. Ekonomik kavramlar muazzam bir esneklik
ve hareketlilikle kullanılmış. Bu sayede de ekonomik hallerin nasıl diyalektik
olarak gerçek sosyal ilişkilerdeki çelişkilere ve değişikliklere yol açacağı
kolayca anlaşılacak şekilde anlatılmış. Sadece bu kadar da değil hemen
anlaşılıyor ki siz sadece kan ve irinle doğan kapitalizmi, dolayısıyla çağınızı
incelemekle kalmamış koca bir insanlık tarihini de, insanın iki ayağı üzerine
doğrulduğu günden başlayarak analiz ederek kolay anlaşılır hale getirmişsiniz.
Büyük filozof, öğretinizin temeli olan, bilimsel felsefi dünya
görüşünüz, diyalektik ve tarihsel materyalizm Kapital de öylesine görkemli bir
biçimde uygulanmış ve bütün ana doğrular öylesine ikna edici işlenmiş ki
okudukça size olan hayranlığım daha da artmıştı. Bir hipotez olmaktan çıkararak
bilimsel hale soktuğunuz materyalist tarih anlayışınızın güçlü belgesi olan bu
büyük eserinizle tıpkı köleci ve feodal üretim tarzları gibi kapitalizmin de
meta üretimi anlamına gelen bir üretim tarzı olduğu; onun da geçici bir
durumdan başka bir şey olmadığını anlıyoruz. Kapitalizmin bağrındaki çelişkiler
ve bu çelişkilerin gelişimindeki evreler, niceliksel değişimlerin nasıl
niteliksel dönüşümlere yol açacağını en ince noktalarına kadar ortaya serilmiş.
Sonunda “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” nin nasıl kaçınılmaz bir
sonuç olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış gibi. Büyük filozof, sonuç olarak lise
yıllarında gözümü korkutan büyük eserinizde kapitalizmin değişimleri ve çözüm
yöntemlerini baştan sona öylesine muhteşem bir şekilde analiz edilmiş ki insan
şaşkınlıktan şaşkınlığa düşüyor.
Büyük üstadım, başta ekonomi politiği anlattığınız Kapital olmak
üzere diğer bütün eserlerinizin bilinen özelliklerinin dışında mutlaka üzerinde
durmam gereken bir başka yönü daha var. Eserlerinize şöyle bir göz atınca bile
hemen görülebileceği gibi edebiyat sizin üzerinizde öylesine büyük bir etki
yaratmış ki başta Kapital olmak üzere bütün kitaplarınız adeta birer sanatsal
eser gibidir. Hele Kapital tam bir analoji deposu… Her paragrafında her
sayfasında farklı bir edebiyat eseri çıkıyor okurun karşısına. İncil’den, Virgil’den,
Juvenal’dan Horace’dan, Eshilos, Ovid, Lukretius, Shakespeare, Cervantes,
Goethe, Heine, Dante, Diderot, Cobbett, Balzac, Dickens, Defoe ve daha nice
sanatçılardan ve eserlerinden balatlar, şarkılar, tekerlemeler, efsaneler,
mitolojik hikayeler ve özdeyişlerle dolu. Bu eserlerdeki tipler ve basit
modeller aracılığıyla toplumsal ilişkileri, kavranamayan ekonomik formülleri ve
istatistikleri nasıl da kolayca anlaşılır bir hale sokuyorsunuz!
Büyük filozof doğrusu yaşam hikâyeni birazcık olsun öğrendiğimde
başlamış olduğunuz büyük kuramsal görevi büyük fedakârlıklarla sürdürme ve
tamamlama çabalarınız ne kadar da övgüye değer. Hastalıklarla didişme, okumaya
ve okuduklarınızdan notlar almaya; başta yakın dostlarınız olmak üzere tüm
dünyadan entelektüellerle yazışmaya, yeni diller öğrenmeye, tarihi olaylarla
ilgili yorumlar yapmaya (Paris Kömünü), yeni oluşan sosyalist hareketlere ve
partilere danışmanlık görevini sürdürmeye, sosyalistler ve komünistler arasında
ki birliği sağlamaya kadar pek çok zorluk ve engele rağmen bıkıp usanmadan
gösterdiğiniz çabalar da her türlü övgünün ötesindedir.
Sahtekâr burjuvazi düşüncelerinizi tehlikeli görmeye başladığından
itibaren sizi nasıl da polis marifetiyle hemen susturmaya ve korkutmaya
başlamış, bununla da yetinmemiş vatan toprağından kopararak sürgüne yollamış.
Bugün de Marksistler benzer sürgünler yaşamaktadır. Bir süre Fransa’da başka
bir isimle, Mösyö Ramboz olarak kalmışsınız. Ne var ki siyasal ekonomi ve
sosyalizm konusundaki tamamen materyalist bir görüşle ele aldığınız yazılarınız
ve çalışmalarınız, göçmenler arasında itibarınızın yükselmesine yol açınca bu
defa Fransa’nın egemenlerini de sinirlendirmiş. Bu nedenle Belçika’ya iltica
etmek zorunda kalıyorsunuz. Bu defa Belçika’daki sahtekâr burjuvazi seni ülkeye
kabul etmenin bedeli olarak senin susmanı, günlük politik konularla ilgili
hiçbir şey yayınlamayacağına dair söz vermeni istemiş. Siz ise tam tersine o
sıralarda giderek artan sayıda Adalet İçin Birlik üyesi ile birlikte bir
taraftan kendi bilimsel felsefeni oluşturmaya ve emekçilerin çıkarları için
mücadeleye devam etmişsiniz. 1949 yılında ise zorunlu olarak A. Williams adıyla
bu defa Londra’ya taşınıyorsunuz. Özellikle ilk yıllarınız nasıl da büyük bir
yoksulluk ve sıkıntı içinde geçiyor. Yine de aklınız fikriniz asrınıza
sosyalizmi ve devrimi getireceğini umduğunuz 1848-1849 yıllarında Avrupa’daki
devrimlerde. Arka arkaya yaşanan bu devrimlerdeki başarısızlık ve hayal
kırıklıkları sonunda sizi kapitalizmi derinlemesine inceleyip anlamak için bıkıp
usanmadan bütün gününüzü British Museu’sinde geçirmeye başlıyorsunuz. Siyasal
ve ekonomi kitaplarını okuyor üzerinde çalışıp yorumluyor notlar alıyordunuz.
Bütün bu haksızlıklara, merhametsiz zorluklara, dayanılmaz acı, ağrı ve
sızılara rağmen siz sonunda sermayenin çirkin imparatorluğuna başkaldırarak
sınıfsız bir toplumu düşleyip, sadece emekçilerden yana olmakla övünmekle
yetinmediniz. Tam tersine sömürücü egemenlere karşı ezilenlerin düşlerinin
gerçek olması için “Filozoflar sadece dünyayı yorumlamakla yetindiler asıl olan
onu değiştirmektir!” diye haykırarak o günkü emekçilerin örgütü olan Birinci
Enternasyonal içinde de görev alarak yani pratik mücadelenin ön saflarında da
yerinizi alarak bayraklaştınız.
Büyük düşünür, bütün insanca duygularını kaybetmiş egemenlerin
nasıl acımasızca davranışlar sergilediğini dünyadaki bütün Marksistler gibi ben
de çok iyi biliyorum. Öz kardeşlerinin başlarını kanlı gelincikler gibi
koparanlar mı dersin, kirişlerle boğduranlar mı dersin, acımasız bir
kıyıcılıkla kardeşinin kanını altın leğenlere doldurup abdest alarak tahta
çıkanlar mı dersin benim tarihimde de fazlasıyla yer almışlar. Sosyalizmin ilk örneği Paris komününün nasıl
acımasızca yenildiğini, yiğit komüncülerin nasıl acımasızca katledildiğini
yaşayarak gördünüz. Aradan geçen zamana rağmen bizim de hala canımız yanıyor.
Ama sadece bu kadar değil ki, İspanya’da, Yunanistan’da Vietnam’da, Angola’da
dünyanın dört bir yanında senin düşüncelerini savunarak senin yolundan giden
Marksistler büyük katliamlar yaşadılar.
Egemenlerin acımasız uluslararası savaş örgütleri dünyayı kan gölüne
çevirdi. Ne yazık ki Büyük Ekim Devrimi’nden sonra kurulan emekçi ve yoksul
halkların iktidarı Sovyetler de önce Faşist Hitler’in saldırısına uğradı,
milyonlarca emekçi katledildi. Buradan zaferle çıkan Sovyetler bu defa
emperyalist saldırı örgütlerinin pek çok yalan ve demogojisiyle yozlaştı ve
yıkılarak yağmacıların ve oligarkların eline geçti. Diğer ülkelerdeki emekçi
iktidarları da aşağı yukarı aynı akıbete uğradılar. O gün Paris Komünü için
nasıl senin beyninle kalbin uyuşmadıysa bugün bizler de aynı duygular
içindeyiz.
Kapitalizmin mezar kazıcılarına yol gösteren bilimsel okyanus gibi
büyük dalgalar halinde yayıldıkça eskiden beri senin de çok iyi bildiğin gibi
sana çok iyi bakmıyorlar. Sahtekâr
burjuvazinin kendi kanlı ve zorba diktatörlüğünü sürdürebilmek için
çarpıtamayacağı hiçbir gerçek olmamıştır. Bugün eskisinden çok daha fazla akla
hayale gelmedik yöntemler kullanıyorlar. Her gün durup dinlenmeksizin soygun ve
sömürü düzenleri devam etsin diye bütün bildik yöntemleri kullanarak, durup
dinlenmeksizin size ve sizin savunduğunuz dünyaya dair halkın kulağına yeni
yeni zehirli yalanlar üflüyorlar. Sahtekâr burjuvazi bugün yine senin doğru
anlaşılmanı istemiyor. Kimsenin senin yürüdüğün yoldan, emeğin tarafında yer
alarak soygunsuz, sömürüsüz bir dünyanın mücadelesine katılmasını istemiyor.
Asya’nın, Afrika’nın, Amerika’nın, Avrupa’nın, bütün bir dünyanın yaşanılabilir
hale gelebilmesi için, mücadele edilmesini hoş karşılamıyor.
Büyük Filozof, bu günde senin savunduğun özgür ve eşitlikçi
dünyanın kurulması için dünyanın dört bir yanında grev çadırlarında, miting
alanlarında enternasyonalist duygularla işçiler, devrimciler yüreklerini senin
yüreğinle birleştiriyorlar. Bizim ülkemizde de bayrak olan yoldaşlarımız çok
oldu. “Bu güzelim memlekette elini kolunu sallaya, sallaya dolaşsın diye
hürriyet, 70’li yıllar boyunca işçilerimizle, gençlerimizle, memurlarımızla
koyu bir karanlık dönemin baskıcı ruhunu yırtabilmek amacıyla sokaklara çıktık.
Senin dediğin gibi sömürünün, baskının, zulmün, zorbalığın olmayacağı bir
dünyanın özlemi içindeydik. Güzel bir dünya için, ışıklı bir dünya için
haklılığımızın verdiği güven ve cesaretle atıldık mücadeleye. Güneşi zapt
etmeye çıkan umut kervanı gibiydik. En değerli varlıklarımız canlarımızı ortaya
koymakta bir an bile tereddüt etmedik. Her günü yoldaşlarımızın, dostlarımızın,
canlarımızın, sevgililerimizin ölüm haberleriyle yaşadık. Bir daha
görüşemeyecek olmamız sonsuz, süresiz ayrılacak olmalarımız bizleri bir an bile
şüpheye sevk etmedi, yıldırmadı, kavgamızdan alıkoymadı. Kitaplarımızla,
türkülerimizle, bayraklarımızla dalga, dalga olduk, aydınlık olduk, yürüdükçe
yürüdük karanlığın üstüne, meydanları
zapt ettik. Hep bir ağızdan “Güneşi
İçenlerin Türküsü”nü söyledik.
Kavgamız büyüdükçe, saflarımız sıklaştıkça, sayılarımız
çoğaldıkça, meydanları daha bir doldurdukça sahtekâr burjuvazi ve onun savaş
örgütleri ülkeyi kan gölüne çevirdiler. Tıpkı Spartaküs ve arkadaşları gibi,
tıpkı Komüncüler gibi, tıpkı Sovyetler gibi, tıpkı Şeyh Bedrettin, Börklüce
Mustafa, Aydın’ın Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi esnaflarından
oluşmuş yoldaşlar gibi neredeyse kılıçtan geçirdiler. Arkadaşlarımız
yoldaşlarımız acımasızca katledildiler, darağaçlarına çekildiler. Binlerce insanımız
tıpkı senin gibi vatanlarından koparılarak dünyanın pek çok ülkesinde mülteci
konumuna düşürüldüler.
Büyük düşünür bilesin ki emperyalizm ve onun işbirlikçileri
şimdilerde daha azgınca saldırıyor ve acımasızca kan dökerek dünyanın dört bir
yanını savaş alanına çevirdi. Korkunç bir kıyıcılıkla başkaldıranları yok etmek
istiyorlar. Yoksul halklar, işçiler, emekçiler dünyanın dört bir yanında acılar
yaşıyor. Sahtekâr burjuvazi düzeni sürsün diye hiçbir kötülükten geri durmuyor.
Ama düşüncelerimizden vazgeçmeyeceğiz. Büyük Filozof senin çok iyi bildiğin ve
bizim dünya şairimiz Nazım’ın da dediği gibi
“Komünistlerin vatanı yoktur!
Onların vatanı bütün dünyadır, bütün yeryüzüdür. Dünyanın her yerindeki
kavgalar onları da ilgilendiriyor. Dünya halkları kardeştir. Kardeşlerin çıkarı
ortaktır.”
Büyük Filozof, emekçiler için yaşamı bu kadar acımasız ve çekilmez
hale getiren açgözlü burjuvazinin bu karanlık dünyasından kurtulup, senin
düşünü kurup teorileştirdiğin özgür ve ışıklı dünya için sürüp giden mücadelelerin
artarak devam edeceğine olan inancımdan hiçbir şey kaybetmiş değilim.
Karanlığın aydınlığı da yanında taşıdığını, mutlak umutsuz bir durumun
olmadığını bilimsel felsefenden biliyorum. Bu gece karası tünelin sonun da
savunduğun dünyanın ışığının parladığını da çok daha iyi görüyorum.
Türkçenin
gelişimini gerçekten
istiyorsak, dil çalışmalarının
değerler dizgesinde
(Paradigma değişikliğine) değişikliğe gitmek gerekecek.
Bugün olduğu gibi sözcükten
dile doğru değil; düşünceden-duygudan-hareketten-olgudan
sözcüğe doğru bir yaklaşım
gerekiyor. Düşüncede kavramlaşmış ve resmi anlaklara çizilmiş olan pek çok olgu,
duygu ve hareket varken bunların, sözcük karşılığı
olmaması bana göre önemli
bir anlatım boşluğudur. Y.Ö
DİLHAN (Devamı)
(…)
Gönül çalmak değil işimiz Dilhan
Koşumsuz
atları çayıra salmak da
Şiir bir sanatsa eğer
çağın kıvancını, utancını
Makamında
dört başı mamur ağırlamak.
Bakma sen ucu
sivri dizelerime
İğneyle
kazdığımız dipsiz kuyudan
Vargeller
hep üstümüzdeydi
biraz da
ağırlığından.
Ah bir dokunsan
şöyle Pandora’nın kutusuna
Neler
neler saklar, bilir misin?
Kim
derdi ki gidişler geliş gelişler gidiş olur
Sermayesi
üstüne yıkılmış
süslü bir çember
Parselli
tünekler,
üstünde doyumsuz serçeler.
İnceliğine maça papazı sürülmüş
bir
dönem ki
Mahallenin
gedikli hırsızı gibi
Sokak
lambalarına söven,
avuç avuç pay
kapar
Dinden gayri sermayesi olmayan
yarı sofistik çocuklar
arzı
karış karış toplar…
Demedi deme,
bir sistem niye korkar Dilhan?
Şiirden,
kitaptan,
hukuktan
sözün kısası
uygarlıktan…
(…)
Cihangir
Nomozov
KIŞ MASALI
Özbekçeden
Çeviri: Cihangir Nomozov
Bakın doğanın derinliğine
Görkemli dağların göğsünde zafer
Kışın tipisinde, ayazında
Yıldız yıldız yağıyor kar...
Yeryüzü bembeyaz renge belenir
Neşeyle dolar çocuklar, sokaklar
Kardan adama mektuplar yazılır
Düşler masalı kışa sarılır gibi...
Uzar şimdi gecelerin boyu
Günlerin de dili kısa ve koyu
Tüm varlıkta sessizliğin ezgisi
Güzel öyküler baştan sona yazılır
gibi…
Yüreği yakar karlı gecelerin ayazı
Gönüllerde açar ümitler goncası
Hediye eder bembeyaz bahtı
Ne güzel anıdır yaşanmış kış masalı...
Yaşar Özmen
ZATEN
ÖLDÜREMEZDİM
Ben bu yaşamı Murtaza Emmi’den daha hızlı daha konforlu yaşadım,
biliyorum. Ancak Murtaza Emmi kadar ne saftım ne vicdanı rahat ne de huzurlu…
Bir hızdır, kazanmadır, almalar-vermeler, üst makama yükselmelerdir geçti gitti
o güzelim yıllar. Ne sağıma ne de soluma bakabildim karnımı kaşıya kaşıya…
Bugün görüyorum ki yol yakınlaştıkça, keşkeler bir bir dikiliyor karşıma,
içimde derin bir boşluğun sızısı havanda su dövüyor.
Suçum bundan ne aşağı ne de yukarı hâkim bey. Deliller beni gösterse de
Murtaza Emmi’yi ben öldürmedim. Takdirinize sunarım ki tek başıma zaten
öldüremezdim. 15 Aralık 2022, Narlıdere
Suat Gürbüz
ÇAÇARON ÇEROKİ
binlerce dönüm umut sarardı
gece gündüz güzellikler ekeni
bir asık surat yakardı gülen ormanı
artık su olmalısın çaçaron çeroki
tüm oklarını ruhuna saplardı
aralıksız kendisiyle savaşan fedai
isyan eden kalp temizlerdi kirli kanı
artık can taşımalısın çaçaron çeroki
nefesini tuttuğunda dirildiğini sanırdı
kimsesiz hisler mezarlığının bekçisi
uzak bakışlarıyla çimdiklerdi yakını
artık özüne acımalısın çaçaron çeroki
kapıları yıktığında cihana açılırdı
dizeleri fetheden manzaranın efendisi
devrik cümlelerin koçbaşı kırıldı
artık ülkeni kurmalısın çaçaron çeroki
Fazilet Özkan Por
GÜZELLİKLER YAZAN, SEVGİ DOKUYAN ÖĞRETMENİM
Yıllaaar yıllar öncesine bakıyorum gözlerim buğulu.
Acısı tatlısıyla, hüznü
mutluluğuyla, bir iç yolculuğu yapıyorum geçmişe doğru. Uzaktaaaan çok uzaktan.
Başaramadıklarımın pişmanlığını, başarılarımın mutluluğunu duyumsuyorum yine.
Yitirdiklerimin acısını, sevdiklerimin buruk, kopkoyu özlemini yaşıyorum.
Anılarımın arasında dolaşıyorum.
Dolaşırken bir okula çıkıyor yolum! İlkokulu yeni bitirmiş, sessiz
bir kız çocuğunun sınav kazanıp okula yeni başladığı günlerdeyim. Kısacık saçı,
incecik, kırılgan dal duruşu, gülümseyerek bakan gözleriyle bir kız çocuğu var
karşımda.
Sonra mı? Sonra, hiç unutamadığım bir öğretmenimle karşılaşıyorum.
Unutulmayan, hep anılarımda yaşayan bir can öğretmenimle. Oysa yarım yüz yıldan
çok oldu görüşmeyeli...
Hasanoğlan’da, öğretmen okulu birinci sınıftayım. Yeni geldik
evlerimizden, okuldaki ilk haftamızdı.
Ailemden uzak, yalnız yaşamanın yollarını arıyor, dersleri
tanımaya ve ısınmaya çalışıyorum. Her bir öğretmenle, dersi ya seviyor ya da…
“Dersi sevmesem de çalışmak zorundayım.” diyorum.
Bugün, ilk iki saat Türkçe dersimiz var. Öğretmeni merakla
bekliyoruz... Yüreğim pır pır heyecandan. İlkokulda da Türkçe dersini severdim.
Babamın aldığı Ulus gazetesini, anlar anlamaz okurdum her gün. O da sınav
yapardı okuduklarımla ilgili. İlk okuma heyecanımdı bu günlük gazete. Acaba
öğretmen sorar mıydı önceki okuduklarımızı? Atatürk’ün de yazı yazdığı söylenen
Ulus gazetesini, babamın bana anlattığı gibi gururla anlatabilir miydim sınıft?
Kendi kendime konuşurken; uzun boylu, siyah takım elbiseli,
yakışıklı, genç bir öğretmen giriyor sınıfa. Türkçe öğretmenimiz... Kendisini
tanıttı arı Türkçesi, güzel konuşmasıyla sözü uzatmadan.
Ders boyu süren; tanışmalı sınıf yoklamasını yaparken, tek tek
konuşturmuş, bizimle, ailemizle ilgilenmişti güleç yüzüyle. Neler okuduğumuzu
sormuş; ders kitabı dışında okuma olanağı bulamayan arkadaşlarımızı da
yargılamadan, kınamadan dinlemişti; sakin duruşuyla.
İlk dersimizde; İstanbul
Erkek Öğretmen Okulu son sınıfta okurken, okulu bırakıp Kurtuluş Savaşı’na
katılmak için Ankara’ya gelen; vatan sevgisi, ayrılık, gurbet gibi konuları
işleyen şiirleriyle tanınan Kemalettin
Kamu adlı şairi öğrenmiştik. ‘’Gurbet Şairi’’ diye de anılıyordu.
GURBET
Gurbet o kadar
acı
Ki, ne varsa
içimde,
Hepsi bana
yabancı,
Hepsi başka
biçimde.
…………..
Ben gurbette
değilim,
Gurbet benim
içimde.
Şairden; yumuşacık sesiyle okuduğu, kendimizden bir şeyler
bulduğumuz bu örnekle, yüreklerimizde şiir ateşi yakarak bitirmişti dersi
öğretmenimiz.
Zamanın nasıl geçtiğini anlayamamış; “İşte benim örnek
öğretmenim!’’ demiştik. Tüm sınıf mutluyduk.
‘’Öğretmen, bir
sanatçı gibi, işine büyük bir tutkuyla âşık olmalıdır.’’ diyen
ünlü yazar Anton ÇEHOV’un sözünü
doğruluyordu öğretmenimiz...
Artık özlemle
bekler olmuştum Türkçe dersini. ’’Öğretmenimiz, şiirler okusun; yeni ozanları,
yazarları tanıtıp, kitaplar önersin.’’ diye.
Derste neler öğrenmiyorduk ki!
Saygı, sevgi, duyarlılık, dostluk, sanatseverlik, bilimsel
düşünerek var olma bilinci… Tüm bunlar için de okumak gerektiğini. Sınıf ve
okul kitaplıklarından aldığımız kitaplar yetmiyor, Varlık ve Türk
Dili gibi dergilere aboneliğimiz yetmiyor, Varlık Yayınlarından belli
aralıklarla kendimize ait kitaplar istiyorduk. Açtık kitaplara. Sınıfta,
bahçede, yemekhanede, yatakhanede her yerde doyumsuzca okuyorduk. Düşünüyor,
okuduğumuz kitapları tartışıyorduk sınıfta… Bizi gururla izleyen öğretmenimiz
mutluydu.
‘’Öğretmenler; öğrencilerinize bir şey
öğretmeyin, onların düşünmelerini sağlayın…’’ diyen
Sokrat’ı düşünüyordu belki!..
Okuduklarımızı değerlendiriyor, yazmaya özendiriyor,
yazdıklarımızı da duvar gazetemizde yayınlıyordu. Gazetemizin adı mı?
‘’ÖZDÜŞÜN’’
‘’Düşünüyorum
öyleyse varım.’’ Descartes
Gazete başlığının altında yazılı, anlamlı bu sözü de gazetenin amacını belirliyordu.
***
Tüm öğrenciliğimiz boyunca birçok öğretmenimizi tanır,
öğretisinden geçeriz. Oysa; yüreğimizde yer edenleri, iz bırakanları anımsarız.
Görüşmesek de unutamayız, örnek aldığımız, benzemeye çalıştığımız bu
öğretmenlerimizi.
Tanıtmak öyle zor ki saygıdeğer öğretmenimi… Hep bir şeyler eksik
kalıyor. Ancak; koooooocaman bir teşekkür borcum var:
TÜRKÇEYİ çok güzel
konuşup sevdirdiği için;
Duyumsayarak okuduğu şiirlerle, şiir sevdalısı yaptığı için;
Şiir, öykü yarışmaları düzenleyip yazmaya yönlendirdiği için;
Sınıfta, okulda, gazete çıkartıp; yazılarımızı gazetede okumanın
çocukça gururunu yaşattığı için;
Okumanın; her kitapla, yeni bir dünyada yaşamanın sevincini
tattırdığı için;
Ayda bir kez; tiyatro salonunda tüm okul öğrencilerine, okuduğumuz
bir kitabı tanıtmamıza, toplum karşısında konuşma rahatlığı kazanmamıza fırsat
tanıdığı için;
“Sevgiyle doluysa yüreğiniz, içten bakıyorsa gözleriniz;
öğretmenlikte başarılı olunur.” Gerçek örneğini görmemize olanak sağladığı
için;
Köylere geziye götürüp köy çocuklarının gözlerindeki, bizler gibi
öğretmen olabilme isteğini, okuma kıvılcımını gösterdiği için;
Aklın, biliminin, özgür düşünmenin, özgürlükçü olmanın üstünlüğünü
kavrattığı için;
Atatürk’e; ilke ve devrimlerine inanan, savunan, yurtsever bir
gençlik yetiştirdiği için;
Bu yaşımda yazabileceğime inandırarak, yüreklendirdiği için;
Sonsuz teşekkürler öğretmenime.
‘’bir
gün gelir
gelir bir gün
gönüllerde
yaşarım ben’’ diyorsunuz ya bir şiirinizde! Hep
gönlümde yaşadınız, her zaman esin verdiniz unutulmaz öğretmenim.
Yazılarıyla; öğretmeye, düşündürmeye, sorgulatmaya, aydınlatmaya
devam eden öğretmenimi, elli beş yıl sonra yeniden bulmanın mutluluğunu
yaşıyorum. Kim mi? Bir eğitimci, yazar, şair Hüseyin Erkan. Ailenizle,
sevdiklerinizle nice sağlıklı yıllar diliyorum sevgili öğretmenim. Sımsıcak
duyarlılıkla, güzellikler yazan, sevgi dokuyan kaleminiz hiç susmasın…
Öğretmenler gününüz kutlu olsun!
Dostluk, sevgi ve saygılarımla…
Yazmak eyleminin gerisinde bir umman
vardır. Çalkalanmadan önce bütün çığlıklar; kendincedir, sessizcedir. Yaşanmışlıkları içinde gizleyendir. Her an özleyendir. Umman, ne zaman sırtındaki yükü taşıyamayacak duruma gelirse hakkınca anakaralara taşandır… Siz ne derseniz deyin yazmak, ummanın kendince yazılmış öyküsünden başka bir şey değildir. Y.Ö.
Banu
Elçi
VAROLUŞ
KÜRELERİ
İnsanoğlunun “dünyada olma durumu” daha
çok toplumsal sistem ve ezberler üzerinden kurgulandığından bu durum, insana kısır bir varlık alanı tanır.
Bu toplumsal alan içerisinde olma hali,
insanoğluna bir konfor alanı sağlarken insanı dış dünyaya karşı da daha
korunaklı bir yerde tutar.
Bu durum ise aslında Kierkegaard’ın “absürd” olarak tanımladığı bir evreye karşılık
gelir. Bu evrede, tasa, umutsuzluk, korku, kaygı, sorumluluk gibi duygular;
insanın içinde bulunduğu bu absürtlüğün tezahürü olarak ortaya çıkar. Yaşamda
ulaşılmak istenen haz istek ve arzular,
ahlaki ve etik düzlemde değil, insanın benliğini yüceltecek sığ bir
düzlemde şekillenir. Kierkegaard bu evreyi bir tiyatro sahnesine benzetir: Sahnede
olan gerçek amaçlar, gerçek kişiler, gerçek bir hayat değildir. Tüm yaşananlar
bir prova gibi belirsizliklerle, denemelerle doludur. Bu evrede ne etik
ilişkiler ne de aşkın ile ilişki söz konusudur.
Yaşamın çoğunu insana ait duygular yönetir
ki bu duygular da kişinin bilinçaltına kodlanan birikimlerinden oluştuğu için
yanıltıcı olabilir.
Hâlbuki insanın var olma sorunu, insanın
kendisinden, onun ne olduğundan, yaşamdaki tezahüründen önce gelir. İnsan ne
için vardır?
Sadece kendi olma durumunu kutsamak ve
bu dünyadaki farklı ya da karşıt düşünceler içinde olanları yadsıyarak mı bu
yaşamı ve tüm insanlığı değerli kılmaktadır?
İnsanoğlunun içinde daimi olarak
süregelen ve çoğu zaman kabullenmek dahi istemediği boşluk ve hiçlik duygusu
ancak beden ile var olan maddesel varlığın sonlanması ile nihai sona varır. Ölüm
olgusunun farkında olan ve bir gün yok olacağını bilen tek varlık olarak
kendisini var kılma sorunsalı ile hem içsel hem de dışsal bir mücadeleye
girişir.
Bu durumda, insan da toplumun
beklentilerine ve değer yargılarına göre talep eder, ister ve çabalar.
Böylece insanoğlu kendinden binlerce
fersah daha uzağa fırlatılmış ve içindeki bitimsiz o boşluk duygusunun kısır
döngü sarmalında bir saman çöpü gibi dolanıp durur. Taki o hiçlik duygusunun
eni sonu bir gün biteceğini umut ederek... Ki umut Pandora’nın kutusunda saklı
kalan tek çaredir. Oysaki gerçekliği görebilmek ve kabul edebilmek için umuda
gerek yoktur. Umut gelecekte var olacak bilinmezliklere ve belirsizliklere
karşı güçlü bir korunma kalkanı gibi gözükse de aslında o da pekâlâ bir
yanılgıdan ibaret olabilir.
İnsanoğlu yaşadığı sürece yapıp
edebildikleri, elde ettikleri ki bu bir düşünce ya da davranış dahi olabilir,
üstesinden gelebildikleri olurken, diğer yandan insanın yapmak isteyip de
yapamadıkları insanın oluş kaygılarını besler. Ancak bu noktada, oluşan tüm
algıları bizahati yine sistem kaynaklı olup son derece çarpık ve bulanıktır.
Hâlbuki insanın varoluş süreci bundan tamamıyla bağımsızdır. İnsanoğlu kendisinde
tamamlamaya çalıştığı şeyi, başkalarının yapma, etme edimlerine bakarak değil
tamamıyla kendisini gözlemleyerek ve kendi üzerinde çalışarak üstesinden
gelebilir.
İnsan ise kendisini değil gözlemlemeye; kendisini
bilmek ve tanımak için gerekli olan istek ve cesarete bile sahip değildir.
Hatta bunun bilincinde de değildir.
Bu nedenledir ki kendisini,
diğerlerinden ayırıp, özerk bir ülke gibi farklı yönetildiğine inanan, daha
üstün nitelikli yasalarla gözetildiğini düşünen, çarpık ve algısal bir
bozuklukla şişirilmiş benlik imajlarına tutunur.
Bu imajlar toplum içinde var olmasını zorunlu
kılarken, kendi içsel çatışmalarını ve mutsuz olma ve mutsuzluk yaratma
edimlerini daha da besler. Mutsuz olan insan nedense hep dışarıya, kendinden
uzağa bakar. Oysa bakması gereken yer dışarısı değil, kendi içidir. Kişinin
mutluluğu, geçici istek ve arzularda
bulma kodları özellikle endüstri ve sanayi toplumunun gelişimi ile daha da perçinlenmiştir.
İnsanın var olma, ait olma olgusu; toplumla ilişki kurma düzenekleri üzerinden
şekillenmiştir ki toplumun insandan beklediği ve dayattığı değer yargıları,
yüzeysel yaklaşımları, bilgiye ve araştırmaya dayanmayan ezberleri; kişiyi
kendi döngüsüne ve çemberine sıkıştırmaktadır.
İnsanoğlu gündelik yaşamın getirdiği
sıkıntıyı, hiçlik ve boşluk duygusunu içsel olarak hissettikçe bu duyguyu,
geçici hazlarla yok etmeye çalışarak zamanı verimli kullandığı yanılgısı ile
yaşar durur. Kişi burada kendi iradesini kullanma ve gerçek anlamda seçimler
yapabilecek bir olgunluğa erişememiştir. Kendini anlamlı ve hedef yönelimli
olduğuna inandığı, tüketmeye yönelik sığ zevklere bırakmıştır. İnsanoğlunun bu
döngüden kurtulamayışının nedeni elde edilen her şey sonucunda her seferinde
yeni baştan içine düştüğü hiçlik ve boşluk duygusudur. Dünyada uzun yıllardır
hüküm süren modern kent yaşamının sahtelik ve içtensizliği farkındalık bilinci
yüksek olan bir kişide münzevi bir hayat yaşama isteğini de uyandırabilir. Yine
Kierkegaard’ın “insan bayağılıkları”
olarak adlandırdığı deneyimler, ölümün ve varoluşun sıkıntıları ile yüzleşmek
yerine hazlarla kendini oyalamayı içerir. Birey çoğu zaman kendi umutsuzluğunun
farkında değildir. Kierkegaard için “içe bakışın yokluğu deliliktir” diyerek
insanı anlamada sistemlerin değil, insanın kendini temel alması gerektiğini
ifade eder.
Kierkegaard yine der ki “Kendi sıkıntısı
ve umutsuzluğu ile yüzleşmek ve bu duyguların farkında olmak, kişinin kendi
tininin farkında oluşunun ilk adımı sayılabilir. İnsanın da birey olup
olmayacağı sorunsalı kendi varoluşu ve farkındalığı üzerinden şekillenir. İnsan
bu geçici haz duygularının oluşturduğu konformist küreden, kendi iradesini ve
seçim gücünü kullanıp daha büyük bir sorumluluk alarak etik ve tinsel
kürelere-evreye, ki bu evreler çok zorlu
ve çetin de olsalar, geçiş yapabilir. Kişi, kendi yaşamında seçtiği, irade
gösterdiği ve toplum ezberleri ile bu kısır döngüde bir saman çöpü gibi
sürüklenmediği sürece daha aşkın bir boyuta geçecek ve böylece hakikate
erişebilecektir.”
İnsanın umutsuzluk, sıkıntı, kaygı, korku,
hiçlik, günah, masumiyet gibi iç içe yaşadığı duyguların içinden kendi benini
inşa için sıyrılması ve hakikati yakalaması varoluşun hakikate ulaşma şeklidir.
Hakikat ise insanı özgürleştirebilecek olan tek anahtardır.
Sanobar Mehmon
NURLU
YAZITLAR SERISİNDEN
Özbekçeden
Çeviri: Cihangir Nomozov
Gelirsin, diye bekledim Huda’dan
Geçtim, hicran adlı kanlı nidadan
Söyle, nasıl gedersin ben gibi bir
dünyadan
HAKtan korkmaz mısın?
Gitme, gözlerini alma felekten
Kanları damlayıp yürümüş yürekten
O kadar alçaksın ben gibi yüksekten
Nasıl gideceksin
YOKtan korkmaz mısın?
Gözlerime bir bak, perişan ruhum,
Her tarafa koşar, serseri ruhum.
Şu kadar masumdur benim kederim,
Söyle, nasıl gedersin
AHTtan korkmaz mısın?
Yandım, geldiğine pişmanlar olup
Ağladım, içimde dert tufan edip
Sonunda beni bu kadar sergerden edip
De, nereye gedersin
ZAMANdan korkmaz mısın?
Kor idim, nefeslerin açtı gözümü
Şu sebep yittim, kaybettim özümü
Mutsuz etmeye bahtın közünü
BAHTtan korkmaz mısın?
Filiz Kalkışım Çolak
GECE
AĞRISI
Bana köprücüğünden çekilen ağartıların fizahında
kızıl kısrak göklerin şafağını anlat
Suskularından damlayan fecrin ahını
Her doğuşunda sabahın yenilenen sessizliğini…
Hayal gelsin hayal geçsin ah
Kirpiğindeki düş sancısın
Sere serpe eriyişlerin çekimserliğinde göbeğine çekilsin denizler
Süt rengi kesiklerin köpüğünden kopsun kumsallarına tünesin
küllerini gün’ler
Alsın yürüsün endamı insin yansıyışların selini nefes ah
O deli yaz akşamlarını anlat
Altında koşturduğumuz gölgelerin mavi bulantısını
Yedi kat şulesini rengin
Damla damla zambakların süzüm süzüm açılışlarında
gizlerine düştüğümüz yangınların telaşını
Çiyinden fışkırdığım göğüslerinin halâ şuramda püfür püfür
buğusunu
Pınarlarında hayallenen uçuş uçuş kürelerin zarından ağu’lanan
öpüşlerini
Yüzünün ardında kalsın sayıklayışlar
Bana neminde kuruyan güneşin ağzını anlat
İyotlu koynun deminden henüz çıkmış esintilerin çırılçıplak baharını
Kavislerimize yolunan güvercinlerin uğultusunu
kar beyazı öğüdünü tanyelinin
Değgilerinde dağlanan sızısını yıldızların
Bağırtısını leylak loşluğunun
Usları anlat sevmeyi yanmayı ah
kozasında çırpınan özsuyun için için gelinciğini
Bana göz bebeklerine titreyen siyahında gecenin şavkını anlat!
Süheyla Güney
NE DERSİN?
Hangi uygarlıkta yenildik bencilliğe?
Süslü bir kölelik takarak boynumuza,
Zaaflara kapıldık, anlamadan.
Hangi çağın kapısına bekçi olduk?
Uşak olduk, kanıksadık sessizce...
Hadi, istersen gidelim,
Bir mısranın en asi kıyısına
Ne dersin?
Hadi, tut yüreğimden
İlkel bir sessizlik bulalım.
Bütün ritüelleri reddedip
Ta mitlerden öncesine
Pazarlıksız aşklar öncesine yol alalım
Var mısın?
İstersen beyaz bir özgürlüğe kaçalım!
Pupa yelken masumiyetler yolculuğunda...
Çağlar geride kalsın
İnsanı insanlıktan eden
Bütün teknolojik varsıllıklar
Vurgun dediğimiz riyalar
Sakız misali çiğnenir olmuş kavramlar
Hepsi geride kalsın
Var mısın?
Antik bir kentin, yalın çıplaklığına mülteci olalım
Kimse duymadan, kimsesizce...
Eski bir türküyü dolayıp dilimize
Bakir topraklara dokunalım
Ve dönelim, karanlığa yolculuktan
Ne dersin?
Savaş
Karaduman
ŞİİR TEK
BAŞINA YAZILIR
Şiir, sanıldığı gibi yapayalnız
yazılmaz. Durup dururken bir sevgili gelir oturur şiirin başucuna. Bir ayrılık,
bir kavuşma… Bir arkadaş gelir çok eski anılarla. Üşüyen ve hiç tanımadığın bir
çocuk gelir sokulur şiirin sıcağına. “Şiir misafiri” bir açlık gelir oturur
sofrasına şiirin. Bir gözyaşı düşer, iki gözü iki çeşme bir ağlamak başını
yaslar şiire. İtilmiş, sövülmüş, dövülmüş birileri sığınır. Çok kalabalık bir
cenaze ve çok kalabalık bir düğün halayı geçer içinden. Şiddete karşı sel gibi
akan kalabalık bir kadın korteji dalar şiire. Ölüm ve düğün, üzünç ve sevinç
aynı anda aynı kavşakta rastlaşır birbirine şiirin tam ortasında. Bir hüzün
çöker şiire bazen. Bir telaş, bir korku, bir cesaret… Bir cinayet, bir intihar,
ana rahminde amansız bir sancı ve güler yüzlü muhteşem bir doğum. Sancı ve
sevinç aynı anda buluşur bir doğum esnasında. Mütevazı bir incelik, bir susuş,
canı burnunda bir çığlık, ukalaca bir şımarıklık, kendini beğenmişlik hali…
Aynı anda ayakları yerden kesilen iki güzel sevgili ve aşkın bin bir hali,
işkenceden kurtulan acı bir çığlık ve yaralı bir militan saklanır imgesinde
şiirin. Kısacık bir an olsa da bir mutluluk, bir sevinç yükselir şiirin
bulutları üzerinde. Bir miting alanına girer gibi sert adımlarla, sıkılı
yumruk, zafer işaretleri ve düzene karşı öfkeli sloganlarla “fabrikalar,
tarlalar, siyasi iktidar her şey emeğin olacak” diye yürüyen işçiler girer
şiire. Git gide git gide kalabalıklaşır şiir.
Her ne kadar duygusal yığınakları,
zulme karşı siperleri ve insan manzaraları acısından lojistik desteği ve
cesareti; kalabalıklar verse de kalabalıklar içinde şiir yazmak her zaman tek
kişilik anarşist bir eylem gerektirir.
Şiir kalabalıklar içinde tek başına
çıkılan uzun soluklu bir yolculuktur.
Her ne kadar yürekte ve yaşamda, çok
kalabalık, çok sevgili, çok muhalif ve çok insan bir kitleyle haşır neşir
olunsa da Şiir, -en içimizde- tek başına yazılandır. 25 Kasım 2021
Nilüfer Uçar
YAŞAM HEP ÇOCUK
alaca ateşin ruhanî
dilinden anlamazdık
çekincesiz yaşardık göz özgünlüğünü
sevda türküleri yankılanan meydanlar
bizimdi.
yorgun
üç noktanın kaderiydi uzayıp giden hüzün
isyan hiçliğini sahiplenen bir o kaldı içimizde
demir kafeste büyürken yeminlerimiz
biz gül’e ağıt yakmazdık.
al şarabın
günbatımı
al/al kanatlı
kadını
kokusuna bulanan al
gülü
al aşkını denizin
mühürlü dudaklarında
yürek sarkacında çözülmeyen tutku
Nisan yağmurunun ivecen tohumu
boy verir sol yanımın ekinliğinde
elâ gözleri al yanağımda.
ruh ve zamanın düğümünde akan incelik
uzuuuuun sus
ince belli yılların oyunu bu/güneş yanığı sevdalar
al kayıp yıllarını ala bohçamda
avuntusundan öptüğüm mutluluk
neden uzun sustun
yaşam hep çocuk
sen neredesin?
14 Eylül 2022
Bedriye Korkankorkmaz
HENRİK IBSEN
Adaletsizliği/düşünce
özgürlüğünü haykırmak ve muhalif sanatçıları yalnız bırakmamak için ölümden
uyanan yazar.
İsveç ile
Norveç’in Danimarka siyasi hâkimiyetinden kurtulmuş olması Henrik Ibsen’i
tatmin etmez. O, Norveç’in ikiz devlet anlayışıyla bağlı olduğu İsveç’ten
ayrılıp tam bağımsızlığını ilan etmesini ister. Ülkesi tam bağımsızlığına
kavuştuktan bir yıl sonra da yaşamını yitirir. Yabancı ülkelerden ülkesinin
bağımsızlığına kavuşması için destek vermelerini ister. Ülkesinin
bağımsızlığını sürgündeyken bile savunur. Norveç’in İsveç’le olan kader bağına
karşı çıkmaz ama ülkesinde Danimarka ile Almanya kültürünün hâkim olmasına
karşı çıkar. Norveç’te kendi dilinde oynanan tek bir tiyatro oyunu yoktur;
kendi halkının kültürüne/düşüncesine ille de yaşam biçimine yer yoktur.
Kültürleri elinden alınmış bir ülkenin insanı olmak onun için bir hakarettir.
Ticaret alanları kısıtlı olan halkının ya denizcilik ya da balıkçılık
ticaretiyle uğraşmasına izin verilir. Sanayisi gelişmemiş Norveç’te halk sadece
dini yortularda bir araya gelmektedir. Norveç’te insanlar
ezilmişliğin/yoksulluğun sonucu olarak içe kapanırlar ve işlerinden artakalan
zamanlarda da kitap okurlar. Halka dayatılan edebiyat, ortaçağdan kalma
kahramanlık günlerini anlatan maceralar, destansı savaş şiirlerinden ibarettir.
Ibsen’in ülkesinde Alman/Danimarka diliyle yazan yazarların yapıtları
basılıyordu sadece. Ibsen, şiddetle karşı çıktı yapılan kültür/düşünce
yıkımına. Bir ülkenin kutsal olan değeri; kültürü, dili, inancı ve yaşayış
biçimidir. Değerlerinden soyutlanmış bir ülkenin halkı ötekileştirilmeye
mahkûmdur. İnsanların kendisinden başka birine benzetildiği bir dünyada
yaşamanın canlı canlı mezara gömülmekten bir farkı olmadığını düşünürdü.
Muhalif kişiliğin mızrağını, önce halka sonra sisteme çevirdi. Halkı
milliyetçilik bilinciyle ayaklandırarak yapılan insanlık ayıbının ortadan
kalkacağını düşündü. Ana dilde yazılan eserlerden oluşan bir kütüphane
oluşturdu ülkesinde. Bugün ülkedeki dünya edebiyatında iz bırakan
şair/yazarların bazıları arkadaşı bazıları da onun yazına kazandırdığı
değerlerdir. Björnson, Paul Botten Hansen… Sanatçılardan halkını gerçekten
tanımalarını ve sorunlarını yabancı ülkelerde gündeme getirmeleri için onların
değişik ülkelere gitmelerini ister. Kendisi de çıktığı seyahatten ülkesine
dönmez; İtalya’da, Orta Avrupa’da kalır.
“Ibsen, anne
tarafından Alman, baba tarafından İskoç kanı taşır. Ruhu hayatı boyunca
Danimarka ile İskoç gelenekleri arasında mekik dokur. Gözlerini küçük Norveç
kasabası olan Skien’de 1828’de açar. Keresteci babası neşeli, hayat dolu
birisi; annesi ise içine kapanık, hüzünlü bir kadındır. Ailesi kasabanın önde
gelenlerindendir. Yoksullukla sekiz yaşında babasının iflasıyla tanışır. On
altı yaşında eczalığa yönelir ama beş yıl sonra meslek olarak edebiyatı tercih
eder. Şiir duygularını ifade etmekte yetersiz kalınca nesre yönelir. Nesir
çalışmaları onu oyun yazarlığına kavuşturur.
İlk tiyatro oyunu Catilina sahnelendiğinde fazla beğeni toplamaz. İkinci
eseri Tumulus’u yazar. İçe kapanıklığı hırsını daha da kamçılar. Kristianya’ya
yerleşmesi Bergen tiyatrosunda rejisör olmasını sağlar. Görevin gereği
turnelere çıkar ve tiyatro sanatının derinliklerine iner. On yılını verdiği
Norveç tiyatrosunda yüz elli eseri kendi üslubuna uygulayarak sahneler.
Ülkesinde
başlayan milliyetçi akım onu sevindirir. 1853’te ilgi görmeyen oyunu Saint-Jean
Gecesi Bergen Tiyatrosu’nda sahnelenir. Âşık olduğu kızla evlenir. Bir zamanlar
hak ettiği ilgiyi görmediği Kristianya’ya yıllar sonra gelir ve bu kez
beklemediği bir ilgiyle karşılanır. On
iki yıl Kristianya tiyatrosunda Danimarka tiyatrosunun düşünce biçimini silmek
için savaşır. Halkın, milliyetçi duygulara sarılması onun mücadelesinde
taraftar toplamasını sağlar. Hayatını
Norveç tiyatrosunu milli tiyatro haline getirmeye adar. O, “Kuvvetli adamın
yalnız olduğunu” söyler. 1859’da Norveçliler Birliği’ni kurar ve başkanlığına
da Björnson’u getirir. Norveçliler Birliği çok geçmeden siyasetin güdümüne
girer. Aşk Komedyası’nı yazarak savaş
açar birliğin siyasileştirmesine. Riyakârlığa, ille de çıkar siyasetine karşı
açtığı savaşın bedelleri ağır olur. Ülkesindeki aydınlar/sanatçılar ve şairler,
basının ona açtığı savaştaki yerlerini alırlar. Ülkesinde yerinin olmadığını
düşünür.
Başyapıt
değerindeki Rrand’ı yayımlar ve eser dört baskı yapınca eseriyle birlikte o da
şöhrete kavuşur. Peer Gynt eseri onun tiyatroda modern dramın atası olduğunu
kanıtlar. Başarı ile birlikte şöhrete ulaşması kolay olmaz. Düşüncelerini ifade
etme özgürlüğüne kavuşur. Düşüncelerine değer veren insanların var olduğunu
görür sağlığında.
Brand ve Peer
Gynt adlı oyunlarında da yalan/gerçek ilişkisine değinir. Ya hep ya hiç
anlayışını benimseyen ve dini yaşamının odak noktası haline getiren Rand’ın
dibe vuruşuna; serüvenci Peer Gynt’ın ise başarısızlığına şahit oluruz. Bu iki
karakterin ortak noktaları kendilerini sıkan yavan burjuva dünyasına
başkaldırmalarıdır. İşin özünde gittikleri yol farklı olsa da her ikisi de
iktidar ve güç peşindedir. Brand, inanç
yolunda ödün vermeden yürür, Peer ise kendini gerçekleştirme yolunda
üçkâğıtçılığı kanıksar.
İbsen, Peer’i
çıkarcılığın/gücün, Brand’ı ise, bağnazlığın ve köktenciliğin sembolü olarak
karşımıza çıkartır.
Onun amacı oyunu
izleyen izleyiciye birey bilinci aşılamaktır.
Her iki oyunda
gücün temsilcisi erkeklerin kadınlar üzerindeki baskıcı rolüne de dikkatleri
çeker Ibsen. Brand’ın kadını Agnes, sevdiği erkek için ölüm yolunu seçerek,
yaşam hakkından vaz geçer. Peer’in sevgilisi Solveig ise yaşlanıp gözleri kör
olana dek sevgilisinin yolunu bekler.
Ibsen’in diğer
oyunlarına da kısaca değinmek isterim. Mısır’da iken “Gençlerin Birleşmesi”
oyunu yuhalandığı için sanata küser ve yedi yıl tiyatro oyunu yazmaz. Tarihi
tiyatro oyununa dâhil ederek ölümsüzleştirdiği İmparator ve Galyalılar adlı
dramı 1898’de Leipzig’de temsil edildiğinde tiyatro sahnesinin oyunların
sergilenmesi için var olduğunu kanıtlar. Burjuva cemiyetine karşı verdiği
savaşı son nefesine kadar devam eder. Bebek Evi’nde kadınla erkek arasındaki
görev eşitliği adı altında yaratılan eşitsizliği sergiler. Burjuvanın çocuk
olayına bakışını yerdiği Hortlaklar oyununda ise tüm dikkatleri üstüne
çeker. Üzerine çektiği tehlikeli dikkat
nedeniyle dönemin ilerici(!) eleştirmenleri onu yerden yere vurur. Londra’da
ahlaksızlığına karşı ayaklanır halk. Ibsen, düşüncelerini Halk Düşmanı oyununda
savunur. Dr. Stockman karakterinin
ağzıyla söylediği, “En kuvvetli insan, yalnız olandır” sözüyle yalnızlığından
aldığı güçle baskıların onu yıldıramayacağını haykırır. Yalnızlığı
tanrılaştırması demokratları kızdırır. Çoğunluğu tekeline alan demokratlar onun
yalnızlığı kutsallaştırmasının sonucu halkın ayaklanacağından ve tahtlarından
olacaklarından korkarlar. Yazdığın her
oyun konfor içinde yaşayan kesimleri tehdit eder. Yaban Ördeği’ni yazar.
Burjuva cemiyetine karşı duyumsadığı acıma ve tiksintiyi bu oyunda da ortaya
koyar.
Değerli ustanın tiyatro eserlerini üç grupta
değerlendirmemiz gerekir: Birinci grupta manzum olarak yazdığı romantik
dramlar: (Catilina, Madam Inger Oestraat…); ikincisin de lirik ve felsefi oyunlar:
(Aşk Komedyası, Brand…); üçüncüsünde ise Modern Dramlar: (Hortlaklar, Gençler
Birliği, Yaban Ördeği…)
Evet, halkının
özgürleştiğini görmeden ölmeyen bu büyük ustanın mücadelesine ölümünden sonra
dünya şapka çıkarır.
Hernik İbsen.
İki Oyun. [Brand] ve [Peer Gynt] İş Bankası Yayınları. Çev.Zehra İpşiroğlu-
Seniha Bedri Göknil.S. 384
Fazilet
Özkan Por
DELİ(?)=
VELİ(!)
“Delilik, birçok şeyi başarılı bir
şekilde çok hızlı düşünmek veya bir şeyi özellikle çok düşünmektir.” Voltaire
Deli(?)=Veli(!),
tanıtmak istediğim bir kitaptır aslında. Ancak; “Deli” sözcüğü, bana Deliliğe
Övgü kitabını anımsatır her zaman.
Evet evet haklısınız! Aklınıza,
yüzyıllar önce yaşamış bir filozofun, düşünce ve eylemleriyle dünyanın
aydınlanmasına büyük katkısı olan düşünürlerden biri olan
Erasmus’un geldiğini biliyorum.
(1469-1536)
Deliliğe
Övgü ile kimsenin dillendiremediği
ancak Avrupa’nın her köşesinde var olan, toplumsal, dinsel, ahlaki
çarpıklıkları gözler önüne serer Erasmus.
Bundan beş yüz yıl önce, aydınların ve
aykırı düşünenlerin engizisyon mahkemelerinde yargılandığı, idam sehpalarına
çıkarıldığı, yakıldığı dönemde yazmıştır bu ünlü kitabını.
Deli(?)=Veli (!), romanına gelince…
Daha önce beğeniyle okuduğum Sudaki İzler anı romanı ile Bulanık Suyun Balıkları isimli öykü
kitaplarından sonra, dünyada olup bitenleri anlatan ve yol gösteren bir romanı
tanıtmak istiyorum sizlere.
“Deli
Veli’nin özgürlük mücadelesi, görünmeyen güçler tarafından yok edilmeye
çalışılmasına rağmen yılmadan direnmeye devam etmesinin öyküsüdür.” diyerek
tanımlar kitabın önsözünde romanın yazarı.
Başkahraman Veli, deli değildir gerçekte. Ancak; çevresinde gördüğü, yaşamında
tanık olduğu yanlışlıkları görmezden gelemeyen çalışkan öğrenci, duyarlı bir
vatandaştır. Aykırı sözleriyle, savaşımcı yapısıyla dikkatleri üzerinde toplar
ve rektörün onayıyla hastaneye sevk edilir. Sonunda da istenilen olur, deli
raporuyla üniversiteden atılır.
İlginç bir kişidir Veli. Onun dünyası yalnız kendine ait değildir. O herkes için
yaşamakta, olan biteni görüp başkalarının sorunlarını sahiplenmektedir.
Örneğin:
Sokaktaki simitçinin kazancının azlığına,
ailesini nasıl geçindireceğine dertlenmeden edemez.
“Adam
belki ekmek bile alamıyor, satamadığı simitlerle karnını doyuruyor.” diyerek onun için üzülür.
Kimi zaman, ülkenin doğal varlıklarını
düşünerek, işsizliğin nedenlerine anlam veremez bir türlü:
“Ülkemiz
büyük ve çok zengin; geniş ve verimli toprakları olan, bol madenleri bulunan,
üç tarafı denizlerle çevrili, her güzelliğe sahip, ama bu ülkenin insanları
böyle perişan mı olmalı?” der.
60 yaşlarındaki mahalle komşusu Rıza
Dayı’nın; “Her şey Allah’tan, demek ki o
insanların nasibi bu kadarmış!”
kabullenişine;
“Hayır,
Dayı bu perişanlık Allah’tan değil. Allah kulları arasında ayrıcalık yapar mı?
Ayrıcalık onun adaletine yakışır mı? Sen az yiyeceksin, sen çok yiyeceksin der
mi?” diyerek körü körüne inanca
teslim olunmaması gerektiğini
vurgular.
Kendi köklerinden uzaklaştırılmış,
yabancı dillerin egemenliğiyle dili yozlaştırılmış, öz değerlerine
yabacılaştırılmış toplum için de üzgündür.
“Toplumun
dilini yozlaştırıp, kültürünü, folklorunu, geçmişini ve gelecek düşüncesini
ortadan kaldırdın mı o toplum körleşir.” der.
Kalkınmada; okulun, eğitimin, özelikle
kızların okutulmasının gerekliliğine inanır. Okutulmayan kızlar için uyarıda
bulunur:
“Tüm
çocuklarımız; özellikle kızlarımız mutlaka okuyup bilinçli ve kültürlü
olmalıdır.” der.
Öte yandan; toplumun diğer yarısını
oluşturan kadının, toplumdaki yeri ve öneminden söz eder:
”Bir ülkenin gelişmesi ve kalkınması annelerle
olur.Tüm toplumun bilinçli ve olgun yetişmesini sağlayan temeldir.” diyerek.
Tüm bu söylenenler delilik olabilir mi?
Veli’nin, deli olup olmadığını merak
eden komşuları Hanife Teyze:
“Oğlum, sana ‘deli’ diyorlar, niye
diyorlar ki?” sorusuna verdiği yanıt:
“Teyze, ben karanlığa mum yaktığım için
deli diyorlar.” diyerek açıklar gerçeği.
Bu tanıtıcı örnekleri çoğaltmak
istemiyorum! Daha fazlasını merak ediyorsanız, kitabı okuduğunuzda
görebilirsiniz.
Esat Yavuztürk’ün yazdığı Deli Veli
romanı okunmayı hak eden bir kitap.
Esat Yavuztürk kimdir derseniz?
Erzincan’ın Kemaliye ilçesinin bir köyünde 1933 yılında dünyaya gelen;
Umut Peşinde,
Bulanık Suyun Balıkları, Garip Hasan, Sudaki Halkalar, Emekçinin El Kitabı,
Özgürlüğe Çağrı Destanı ve Deli Veli adlı basılı kitapların yazarıdır.
Esat Yavuztürk’ün
emeğine, kalemine sağlık.
Esat Yavuztürk, Deli (?) = Veli (!), Dorlion Yayınları, 2020
08 /02 / 2022
Kerim Birlik
KARLI DAĞ
Erimedi tepelerinde
karın
Gülüşü yok yamacında
baharın
Susuz kaldı
gönlümdeki bahçe, bağ
Kalp ırmağın
çağlamaz mı karlı dağ
Ben bildim bileli
dumanlı başın
Çakala, çıyana yurt
olmuş döşün
Hasretinle gelip
geçti koca çağ
Gözün bizi aramaz mı
karlı dağ
Sanırlar ki
ardımızda duran dev
Yıllar var ki ışık
görmez bizim ev
Örümcekler aramıza
ördü ağ
Güneş sana uğramaz
mı karlı dağ
Geçit vermez
engebeli yolların
Çekeriz derdini uzak
illerin
Ölmekte var sana
kavuşmakta sağ
Yanan yürek ağlamaz
mı karlı dağ
09.10.2022 Ankara
Bahri Loş
ELMAS ZAMAN
Elmas bir zamanın
koynunda yurtsuz
Zerre, bir ömrü
yakacak kadar ağrı
El üstünde ne varsa
yük
Sığ sularda derinlik
arama çabaları
Işığın yontamadığı
insan yanılgıları
Süslü gölgelerde
mutsuzluk payı
Zahmetli
yolculuklar, raydan çıkmış hesaplar
Döndüğü yerde
kendini bulamama sancıları
Kum tanelerinin
ezdiği şehirler
Çaresiz tekrarların
ardındaki dilsiz yaşam
Göze sokulan
binlerce yıllık kalıntı
Bolluk ve bereketin
işkencesindeki ruh
Çöl iklimin kayıp
sarmaşığı
Çengelli iğnelerin
ucundaki huzur
Bir yalan çemberinin
içindeki gerçek
Bir türlü düzen
tutmayan çark
Işığı gölgeleyen
çalkantılı ve kör bilinç
Eğrinin elinde şekil
alamayan doğru
Desenli taşların
önünde iliklenen düğme
Ve ağır adımların
izinde yok oluş sesleri