YAYINCIDAN
İnsanlık,
dünya tarihindeki en rahat ve en teknoloji temelli zamanını yaşıyor.
Bulunduğumuz zaman; savaşların, afetlerin ve salgınların en az yaşandığı,
ölümlerin nüfusun oranına göre çok daha düşük olduğu bir zaman dilimidir.
Gerçeği, bilgi ve onun gücünde bulacağını gören insanlar başarmıştır bunu.
Şanslı bir kuşağız. Belki bizimle birlikte birkaç kuşak daha iyi zamanlarını
yaşayacak ve günümüzde baş gösteren korona-virüs salgını gibi daha başka
salgın, afet ve ölümcül savaşlara gebe kalacaktır dünya.
İnsan
ve çoğu canlı, havadaki oksijen oranının yalnızca %19-%22 arasında olması
durumunda yaşamını sürdürebiliyor. Günümüzün teknolojisi, oksijen oranlarını
kolaylıkla değiştirebilecek olanak ve yeteneğe sahiptir. Bunun yanında dünyayı
birkaç günde yerle bir edebilecek silah sistemlerine…
Zaten
doğal yaşamı yavaş yavaş bilinçli bir şekilde öldürüyoruz. Teknik üstünlüğün
kötüye kullanıldığını düşünürsek tehlike, düşleyemeyeceğimiz kadar büyüktür. Bu
yüzden, gerçeği bilgide bulacağına inanan ve bu bilgiyi en yararlı şekilde
kullanabilecek duyarlı insana, yatırım yapmak her şeyden daha değerlidir. Seven
ve olumlu duygu taşıyan insana varmalıyız. Sevgi dolu insana varmak için en etkili
yöntem, sanat ve sanatsal ortamın etkin olmasıdır, diye düşünenlerdenim. Şiir
Sarnıcı (e-dergi)’nın, magazinsel söylemler yerine sanata ve sanatın
ayrıntısına yönelik olması bundandır. Ara sıra yazarlarımızdan gelen şiir ve
metinler, tırmalıyor güncel olayları,
tırmalamalıdır da. Ne var ki durum, sanıldığından daha kötü seyrediyor. Bu
tümce, tarihe yazılmak üzere not olsun: Düşündüğünü
yazmaktan korkar duruma düşürülmüş toplumlar, toplam aklıyla sorun yaşıyor,
içten içe kendi kendini yok ediyor demektir. Bunu, yakın tarihimiz de
kanıtlamıştır.
Ne
dersek diyelim çağ, bizi kontrolü güç bir mecraya çekiyor, neyin doğru neyin
yanlış olduğunu ayırt edemeyecek bir sis bulutunun içine hapsetmek için
elindeki tüm gerecini kullanıyor. İnsanoğlu istese de günümüzü sarmalayan sis
bulutunu kırıp aydınlığa yelken açan ölçütleri yaşama geçiremeyecektir.
Bilginin bu kadar kirlendiği ve bir takım odakların yararına kullanıldığı bir
zaman dilimini bu güne dek insanlık yaşamamıştır. Bu konuda deneyimsizdir ve
işi akışına bırakmaktan başka bir çıkar yolu görünmemektedir. Parametreler ve
gerçeğin ölçütleri, o kadar çok ve yoğun ki bir yanından tutsan diğer yanı
çöküyor, bir yanını kaldırsan diğer yanı çürüyor.
Örneğin
sanat alanında bile; sanat bilimine uzak sanatçıları, özellikle izleyici ve
yapıt alıcılarını; objenin göz doldurucu yanlarını kullanarak veya sanatsal
kavramların ardından dolaşarak ikna etmek için sayısız gerekçe, teknik ve
yöntem üretilmiştir. Oyuna gelmemenin bir tek yolu vardır: Sanat bilimine
egemen olmak. Özellikle sanat bilimi içindeki estetik bilimi, parametresi ne
kadar çok ve karmaşık olursa olsun az çok estetik değer taşıyıp taşımadığını
size söyleme yeteneğine sahiptir.
Buna
karşın, içinde bulunduğumuz ve adına çağdaş sanat dediğimiz görüngü; insan,
nesne, teknoloji, akıl, dijital dünya, sanal dünya, yapay zekâ, metafizik
dünya, gerçek ve gerçeküstü dünya gibi her tür uzam, olanak, boyut, teknik ve
varlığı kullanan; kural, kanon ve bağlamın sınırlarını reddeden; sanatçının
bilgisi, kültürü, aklı, teknoloji kullanma ve yaratı yeteneğinden doğan; algoritmik
bir sistemdr. Durum böyle olduğuna göre, şimdi ne olacak? Sanatın işi ve hedefi
insandır; buradan yola çıktığımızda sanatın diğer işi gelecek midir, sorusu
çıkar karşımıza. Sanatın da ötesinde, bir tarafta bilgi, bilim ve teknolojiyi
olumlu kullanan bir nesil yaratılırken diğer taraftan hikâye ve rivayetlerin
bombardımanı altında çembere alınmış bir nesil palazlanıyor. İki kutuplu bir
dünyanın ve düşünce sisteminin arasında yaşamak ne kadar hoş olur ve buradan
nasıl bir yaşam biçimi çıkar, zaman gösterecek elbet.
Kısacası
çağımız, normalin normal olmadığı bir uçlar dünyasıdır. Uçlar dünyasının,
insanlığa payı ne olacaktır, yaşayarak göreceğiz. Dilerim ki insanın mutluluk
ve motivasyonunu sağlayan iyi ve olumlu duyguyu havadan sudan gerekçelerle
yitirmeyiz. Mutlu ve esenlikli günlerde okumak, okunmak dileğiyle… Mutlu
yıllar.
Yaşar Özmen
KURAM VE YÖNTEM
Kuramla
ilgili birkaç deneme yazmış olmama karşın açıklayıcı bir deneme daha yazma
gereği duydum. Yaptığım araştırmalara göre kuram terimi, özellikle edebiyat
biliminde rastgele kullanılan bir terim haline dönüşmüştür. Ne yazık ki
bilimsel olabilme adına; yöntem, yöntemler topluluğu, bir konuyu açıklamak
üzere tasarlanan kurgu, eleştiri teknikleri, teknik, yaklaşım biçimi gibi
durumlar kuram terimiyle karşılanır duruma evrilmiştir. Salt günümüzde değil,
1800’lü yılların sonarlarına doğru batılılaşma çabalarının olduğu dönemde de
sıradan yöntemler kuram diye isimlendirilmiş ya da bize sonradan öyle
aktarılmıştır. Edebiyat biliminin üçüncü alanı olan edebiyat eleştirisi
konusunda, öğrencisi olduğum fakültenin ders kitaplarını ve sunularını
ayrıntılı inceledim. Ayrıca konuyla ilgili dokümanları kendi çabamla taradım.
Kuramın kavramsal anlamını, oluş, işleyiş ve ürettiği sonucu dikkate alarak; sözlüklerin
tanımlaması, internette ulaştığım bilgiler, öğrencisi olduğum edebiyat
fakültesi ders kitapları, sosyal bilim alanında bilim unvanına sahip
akademisyenlerin tanımlamaları; beni ikna etmiyor ve mevcut uygulamanın yanlış
olduğunu düşündürüyor. Kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık bir kavram
kargaşasının süregeldiğini görüyorum. Kuramın oluş, işleyiş ve sonuç sürecine
baktığımda hem düşünce hem de de uygulamada üstünkörü bir yaklaşım olduğunu
akademisyenlerin yazdığı metinlerden anlayabiliyorum. Denememde kaynak
göstermiyorum. Çünkü referansım, aşağıda adı geçen fen bilimleri ve sosyal
bilimlerinin çok iyi bilinen kuramlarıdır. Ayrıca eleştiri kuramları diye
önümüze sürülen yapay yöntemleri somut örnek olarak da verebilirdim. Bunların
kuram olup olmadığını; akademisyenlerin oturup tartışmadığını, hayran hayran
baktığını dikkate alırsak, ayırdına varılamamış bir ayrıntının göz önünde
durduğunu söyleyebiliriz. Örneğin ünlü bir eleştirmenimizin: “Her zaman
tekrarladığım gibi, yapıtlar kavramlardan, kurallardan değil, kuramlar,
kavramlar yapıtlardan doğar.” gibi saçma bir çıkarıma bile itiraz edilmediğine
göre durum edebiyat literatürü açısından daha da sıkıntılı görünüyor.
Fen bilimleri hariç sosyal bilim
alanlarında çalışanların; kendi bilim alanının yüceltilmesi uğruna kuram
terimini olmadık yerde ve olmadık anlamda kullandıklarını, yöntemi kuram haline
dönüştürdüklerini örnekleriyle gösterebilirim. Diyeceksiniz ki bu terim neden
bu kadar önemli? Kuramı gerçek anlamında kullanmadığınız takdirde, yöntemlere
kuram dediğiniz durumda gerçek kuramları saptayamazsanız, siz o ilgili bilim
alanının köşe taşlarını yok saymış ve o ilgili bilim alanının gelişmesini
engellemiş olursunuz. Sonra “Edebiyat bilimi gelişmez; çeşitlenir” gibi akıl
tutulması bir ezberi kabul edip gezersiniz ortalıkta… Çünkü bilimler,
kuramların ışığı huzmesinde kendine yön bulur, gelişir ve yeni bilgi üretme
yeteneğine sahip olur. Örneğin yerçekimi kuramını bilmezseniz, belirlediği
sınırları dikkate almazsanız, mutlakıyetine uyum sağlamazsanız; basit bir yatay
atışta bile uygulanacak kuvveti hesaplayıp hedefi vuramazsınız. Sosyal
bilimlerdeki kuramlar biraz daha esnek olmakla birlikte, konunun işleyiş ve
sonucunu kanalize eden mutlakıyetlerdir. Kuramın temel ilkesi, sizin
belirlediğiniz değil kuramın kanalize ettiği somut ya da soyut sonuçlardır.
Sosyal bilimlerde siz sadece kuramın girdi parametrelerine müdahale edebilirsiniz.
Bir kez daha yineliyorum. Yöntemlere
kuram dersek, kurguladığımız çözümsel yaklaşıma kuram dersek, sistem veya
tekniğe kuram dersek; gerçek kuramlar ortaya çıkarılamamış olur. Kuramlar bir
bilim alanının köşe taşlarıdır, ışıklarıdır, fenerleridir, yol
göstericileridir, kılavuz çizgileridir. Kuramlara dayanmadan bilim alanının yeni
bilgi üretme yeteneği kaybolur. Kuramlar saptanmadan, kuramların izinde hareket
edilmeden o alanda yeni bilgi üretmek samanlıkta iğne aramak gibi bir duruma
dönüşür.
Kuramın; varsayım, bir konuyu açıklamak için yapılan
kurgu, yöntem, yol, yordam, sistem ve teknik gibi yakın anlamsal terimlerden
nasıl ayrılacağını dilim döndüğünce aşağıda açıklamaya çalışacağım. Saptadığım,
adına kuram dediğim görüngülerin anlaşılabilmesi buna bağlıdır. Kuram terimi,
fen bilimlerinde ayrı anlamda, sosyal bilimlerde ayrı anlamda kullanılıyor ve
bu, bilim adına ciddi bir sorundur.
Öncelikle Kuramlar;
Yapılmaz, yapılamaz, yöntemler üst
üste konulup oluşturulamaz. İlişkiler, parametreler ve etkiler arasında zaten
var olan bir olgudur, görüngüdür, süreçtir. Sadece varlığını saptayabilirsiniz.
Doğa yasalarından kaynaklanan; bilgiler arası, sosyal ve insani ilişkilerin
doğal süreçlerinden oluşan; gözlenebilir, genellenebilir, denenebilir
durumlardır, ilkelerdir.
Kuramların ürettiği sonuçlar bir
yelpaze içinde kalır ve mutlaklık taşır. Fen bilimlerinde bunların yelpazesi
daha dardır. Hesaplanabilir.
Kuramlar, kendi içinde var olan
ilkeler bütününe göre çalışır. Her bilim alanında saptayamadığımız pek çok
kuram olduğunu söyleyebiliriz.
Kuramı; yöntem, yol, yordam, kurgu,
sistem, teknik gibi sosyal bilim literatüründe yakın anlamda kullanılan
terimlerden ayırmanın en belirgin özelliği şudur: Kuramlar yapılamaz, sadece
saptanabilirler. İşleyişine ve sonuçlarına müdahale edilemez; sadece girdi
parametreleri değiştirilebilir. Varsayım ortaya koyarsınız; kanıtlarsınız.
Kanıtlayamazsanız çöpe atarsınız. Kuramların eskimesi diye bir durum söz konusu
değildir. Örneğin yansıtma kuramı milattan öncesine dayanır. Eskimiş bir hali
var mıdır?
Denenebilir olmalıdır. Farklı
parametrelerle durum, tekrar tekrar işleme tabi tutulup sonuçlar kendi
aralarında özdeş olmalıdır.
Sonuçları genellenebilir olmalıdır.
Sosyal bilimlerde sonuçlar, belli bir yelpazenin taradığı alanın dışına
taşmamalıdır. Aynı ve farklı etkiler sonucunda, özdeş oluş, işleyiş ve sonuç
vermelidir. Fen bilimlerinde ise sonuçlar, daha somut veriler sunabilir. Bir
makinaya attığınız tahıl sapının işlem sonucunda saman ve türevlerinin elde
edilmesi gibi genellenebilir bir sonuç olmalıdır.
Kuramların işleyişinden doğan
sonuçlar, doğrulanabilir olmalıdır. Farklı etkilerin karşısında oluşan tepki
veya sonuç, kuram çerçevesinde ve etkisiyle oluştuğunun kanıtlanabilir
olmasıdır.
Kuramların oluş işleyiş ve sonuçları
gözlenebilir olmalıdır. Sosyal bilimlerde kuramlar genellikle soyut konulardır.
Algı, düşünme ve anlama gibi bilme etkinliğimizle bunları duyumsayabilir ya da
gözleyebiliriz. Fen bilimlerinde ise sonuçlar daha belirgin ya da somut
olabilir.
Bir konuyu çözümlemek ya da
aydınlatmak için kurguladığınız yaklaşım biçimi, yöntem veya yöntemler
topluluğuyla kuram oluşturulamaz. Eleştiri kuramı diye anlatılan yöntemlerin
çoğu bu şekildedir. Kuramlar; durumlar, olgular, ilişkiler içerisinde zaten var
olan görüngülerdir; saptanır ve bir durumu aydınlatmak üzere kuramın
sonuçlarından yararlanılabilir; yansıtma kuramı gibi… Bir akademisyenin
edebiyat kuramlarına ilişkin anlatımında gördüğüm için özellikle belirtiyorum.
Yansıtma kuramı, eleştiri kuramı değildir; o kendi görüngüsü içerisinde bir
sanat kuramıdır; eleştiride ya da sanat çözümlemesinde yardımcı olarak
yararlanabilirsiniz.
Kuramlar sonuçta kanıtlandığında
yasa niteliği taşırlar. Yöntem, insanın kurguladığı bir yoldur; kuram ise olay,
olgu ve ilişkilerin etkileşiminden doğan doğal ve mutlakıyet taşıyan bir
görüngüdür.
Fen bilimlerinden, “Yerçekimi
Kuramını ve Görelilik Kuramını” sağ elinize; sosyal bilimlerden, “Yansıtma
Kuramını ve Nesnel Bağlılaşık Kuramını” sol elinize alıp tartıp biçip tanımaya
çalışalım. Örneğin eleştiri konusunda yazılıp çizilen, yıllarca ders olarak
okutulmuş kuramlar veya işletmede örgüt kuramları diye anlatılan kuramlar
arasında; yukarıdaki verdiğim dört kuramla küçük bir özdeşlik, benzerlik, yakın
nitelik bulabilecek misiniz? Kendi kendinize bunu test edebilirsiniz. Oluş
işleyiş ve sonuçları bakımından bir özdeşlik, benzerlik bulabiliyorsanız o
kuramdır.
Ezber edindiği konulardan; gerek sığ
bilgi kütlesine gerek kişisel hırslarına gerek yaygın görüşün verdiği cesarete
sığınarak vazgeçmek, tersine bir sonucu desteklemek bilim adına olsa bile zor
bir durumdur. Edebiyatın önde gelenleri, Cumhuriyet öncesinden beri bu şekilde
ele almışlar durumu. Eleştiri konusunda yıllarca çalışmış, yapılamayacak bir
durumu yapmış gibi göstermiş bir anlayışa bunları anlatmak elbette zordur. Her
durumda her konuya her tür kılıf bulunabilir; sonuçta anlamı sündürülebilir ve
açık dokulu bir kavramdır kuram. Bu yüzden, kemikleşmiş, kalıplaşmış,
inanılmış, sorgusuzca kabullenilmiş bir durumun karşısında bilimsel olanını
söylemenin çok bir şey ifade etmeyeceğinin de farkındayım.
Kavramları ve bilimsel terimleri
yerli yerinde kullanmazsak, kavramların anlamsal kapsamını ve hiyerarşisini
doğru kurgulamazsak; üzerinde çalıştığımız bilgi disiplinini sağırlaştırırız.
Madem edebiyat biliminin ikinci dalı edebiyat kuramları, fakültelerde edebiyat
kuramlarıyla ilgili bir ders neden yok? Çünkü ülkemizde edebiyat kuramı
saptayan bilim adamı yok; varsa da ben duymadım. Beli başlı kuramların
çevresine yığdığınız yöntemlerle kuram oluşturduğunuzu sandığınız için yok.
Eleştiri kuramları gibi, yöntem ve yöntemler topluluğuna kuram dediğiniz için
gerçek kuramları saptayamazsınız. Yapılan en gözde akademik araştırmalar;
yapılmışı, günün moda ithal terimleriyle irdeleyip geçmişe hayranlık
katsayımızı artırma biçimindedir. Ya da başka bir soru sorayım: Madem edebiyat,
aynı zamanda bir sanat dalıysa estetik bilimine başvurmadan eleştiri olur mu?
Eleştirinin amaçlarından biri de yapıtın sanat değerini yani estetik değerini
ortaya koymak değil mi? Sanat dediğiniz alanda estetik bilimini ders olarak
okutmuyorsanız edebiyatçı, havanda su döven var yok arası bir durumda demektir.
İlgili bilim alanının kavramlarını,
kavramların anlamsal kapsamını ve kavramlar arası hiyerarşiyi bilimler arası
eşgüdümle sorgulayıp en uygun biçimde uygulamaya sokmak, akademik eğitimin
temel görevi olmalı. Ne yazık ki mevcut durumu dikkate alırsak eğer, dilemek,
seyretmek ve hayıflanmaktan başka yapacak bir şeyimiz yok görünüyor… 17.06.2025
Narlıdere
Ayşe Karadağ
BAŞKA BİR SICAK
l
Hava sıcak deniz dizlerim gibi
dingin
An çaldım bugün yaşamın kıyısından
Sahil cıvıl cıvıl midyeciler
tavlacılar
Bir şarkı yükseliyor biraz öteden
“Sen körfeze geldiğin zaman
Susar deniz susar rüzgâr”
Biber gibi dilime düşer sevdiceğim
Kürdili şarkı bir başka vurur sızısı
özlem.
Şarkı sustu bir an
Ben sustum
Sahil sustu
Çocuk sesleri durdu
Saatlik haberlerin sırası mıydı?
Seyrindeyken tadı kaçtı
körfezin
Ülkemin altına odun atmışlar
Yara yara üstüne kaynayan kazan
An çalmıştım oysa huzurun bir
ucundan.
Nerde o az önceki hoyrat havam
Başım yandı içimde alaz
Böylesi bir havada
Kış gecelerini arar mı insan
İmbatla geldi buruk bir özlem
Çocukluğumu getirdi o sıcacık
evimden.
ll
Ola ki o günlere uçmuşum
Mevsim kış annemin evindeyim örneğin
Sobada odun çıtırtısı
Demlikte çay kan kırmızı
Anne sıcaklığıyla bütünleşen huzur
Sığınma duygum son evresinde
Annem uçmuştu oysa savınca yazı.
Şimdi başka sıcak yüreğim
İçimde başka bir acı.
Ah nerede o gençliğim esrik hallerim
Yorganıma sardığım deli düşler
Şimdi deli bile değilim
Ülkem adına sözcüklerim tutsak
Umarsızım eksiğim
Bu kargaşanın içinden kaçıp gitmek
var.
Oysa ayağa kalkmanın şimdi zamanı
Beynimi oynatan şu sahili
Götürüp annemin sobasında yakmalı.
Temmuz
2015, İzmir
Seval Arslan
GEÇMİŞİN SİSLERİ
yerinde sabit
dur(a)mayan evren
güneş, ufukta
sallanan sarkaç
toz bulutundan
göremediğimiz yıldızlar
gökyüzüyle aramızda
kutsal bağ
piramitler,
tapınaklar, lahitler
köprülerden geçen
ayak izleri
kızıl kumların
altında kemik artıkları
inançlar,
semboller…
geçmişin sisleri
arasından çıkan ekin’in yaratıcıları
kayalıkların
tepesinde yükselen nemrut
dağ üstüne oturan
başka bir dağ
duaları işiten
“tanrıların tahtı”
sonsuza uzanan
bakışlarında saklı sır
yaşamı değiştiren
doğal döngüler
anlam evrenimizi
değiştiren çözülmeler bir uyarı belki
dönüp bakmamız için
kendimize, gökyüzüne
Nurbanu
Kablan
SABAH
DURAKLARI
Yola çıkardım
alacakaranlığında şafağın
kent uyurdu ölüme
benzerdi yüzü
otobüs camında eğik
el yazısı buzun
öykülerini okurdum
gecekondu evlerinin
sıvası dökülmüş
bacası siyah dumanlı
Kadir bilmez kent
ama saklar yasak yüzünü aşkın
bozar amudi
yazılmış kısa öyküsünü yok oluşun
yediği ayazı unutmayan
kurdu anlatır sabah
közü alevlenir
masal kuşlarının kalbimde
hükmü erir hayat
denen o dik yokuşun
Duraklardan
yalnızlığın kalabalıklarını toplardı
0tobüs kaptanları
kaosa kırardı direksiyonu
cebimden çıkarıp
bakardım şafağın resmine
Kızıl ordu korosu
“Polyushka Polye” marşını söylerdi
kulağımda gümüş
rüzgarın uğultusu geniş bozkırların
Üstüne örtülmüş
ince sis yorganıyla uyurken kent
titreyen sokak
lambaları altında saklandığı yerde aşk
yıkar günün altın
saatini, zamanın avuçlarında parlar şebnem
ben seni düşünürüm
bu vakitlerde aslında hep seni düşünürüm
kavuşma durağında
gün ışır, sızar çatlağından ömrümün…
(1998’de yazılmış eski bir şiirin
restorasyonu, 25-29 Kasım 2025, Bellegarde)
Hüseyin Sert
YAĞMUR YAĞIYOR
Camda
kırık bir şarkı mırıltısı
Silinmiş
bir gölgeydi zaman
Çember
çeviriyordum çıplak ayaklarımla
Saçakların
altına sığınmış
Bir
kardelen
Saçlarımı
tarıyordu anam
Gökyüzünde
rengârenk uçurtma kuşları
Yıldızlar
kadar uzak babam
Yağmur
yağıyor
Adı
konmamış
Dizeler
arasında bir yolcu
Sayfalarımın
arasına sızdı
Gözlerini
kırpıyordu
Bir
dizede pamuk prenses
Yedi
cüceler çevresinde dans ediyordu
-Hadi
gel ne duruyorsun tut ellerimi diyordu
Şen
kahkahalar
Yağmur
yağıyor
Rüzgâr
şarkıda
Bulutların
üzerinde zaman
Gökkuşağı
dans ediyor
Öpücüklerin
gölgesindeydi bahar
Çiçekler
içinde
Beyaz
bir kelebek
Hayata
can veriyordu.
Dans
ve zaman
Mavi
ve ıslak bir çizgi
Akarak
iniyordu camdan
Yağmur
yağıyor
Pembe
meltemler ve
Düşün
zamanı
Huzur,
rahat ve sessizlik
Kahve
keyfi
Dağlar
bozkır sahil
Koşuyorum
oradan oraya
Güz
gülleri çiçek açıyor
Coşuyorum
Bir
dizeden bir şiire yolculuk
Yazdıkça
dökülüyor zaman
Yağmur
yağıyor
Meltemler
sarıyor dört bir yanımı
Bunuma
Acı
iyot kokuları geliyor
Mis
gibi toprak kokuyor zaman
Anlıyorum
Mısralardan
düşme zamanı gelmiş
Biliyorum
Görüyorum,
görüyorum!
Her
şeyi görüyorum!
Kalbimdeki
Lavinya
-Pembe açmış
16.10.2025
Ahmet Dönmez
DERİN YILDIZ
Dağ havası
Dolmaya görsün
Kör geçitte
Böyle gelir düşler
Soru gariptir
Cevap belli
Kim
Mırıldanma
Meydan
Sararmış
Ters dönmüş şemsiye
Kitap elde
Teşhir edilen
Zaman
Sağ ve şaşmaz
Kuvars kafesinde
Bir çift göz
Köle usulü
Şehrin üzerinde
Omuzlarda
Kuşlara da
sorulsaydı
Mektubun içindeki
Ekilirdi tohum
Göklere
Mermer hırka
Hafif ve ıslak
Dilenciden
dilenciye
Masrafsız miras
Sadece ses
Yapmaz kalbi
Bir mezar
Dili tutulsun
güvercinin
Ay yerine
Bir at bağlamışlar
Taşına
Kalemin
Yıldızı çizen
Sarıyı yeşile
boyayan
Altın hareli
Zor tebessüm
23.10.2025
Ahmet Yılmaz Tuncer
BEN GİBİ BAKAN
Bir
eski ev kaçmış sanki denizden
Kaçıp
sığınmış şehrin arka sokaklarına
Ahşap
birkaç katlı eski bir ev balkonundan
Şimdi
sokakta onayan çocukların
Görüldüğü
yakan top birdirbir kukalı saklambacın
Oynandığı
bağırışı ağlayışı çok olan
Eski
evin sokağında yılların artanı
Güne
eksilmeden gelen
Bir
yıldönümü gibi yansıyan
Ağlamayan
bir çocuğun gözyaşı gibi
Tüm
sokaklardan farklı bir anının
Gökyüzünden
yere inişini yansıtan
Tüm
rüyalarımdan farlı bir rüyanın
Yaşattıkları
şimdi düşlerimden artan
Ve
bana ben gibi bakan.
Bedriye Korkankorkmaz
EDWARS HALLET CARR
(Tarihin Satılık Dünyasında Satın Alınamayan Bir Tarihçi)
Bilinçli
okur, hem eleştirmen hem de yazardır. Edward Hallet Carr’ın eserini dikkatle
okuduğumda, hiç tanımadığım bu saygın bilim insanının kişiliğine dair de bazı
izlenimler edindim. Bilim etiğine bu
denli önem vermesi ve inandıklarının arkasında kararlılıkla durması, onun ilkelerine
olan bağlılığının en belirgin özelliğini ortaya koyuyor. Tüm birikimine rağmen,
tarih olgusunun anlaşılabilirliğini sağlamak için güvendiği bilim insanlarının
görüşlerine yer vermesi, düşüncelerin her koşulda tartışmaya açık olduğuna
inandığını gösterir.
Tarih,
belgelere ve maddi kanıtlara dayansa da özünde bir yorum meselesidir. Bu
yönüyle tarih, olgusal gerçeklikten yorumun sorumluluğuna geçer. Çünkü bir
tarihçi, çıkar uğruna geçmişi kolayca çarpıtabilir; ama kişiliğini oluşturmuş,
kendisine ve mesleğine saygı duyan bir insan, hiçbir koşulda satın alınamaz.
Carr gibi bir bilim insanı, mesleki onurunu, annesinin ak sütü gibi tertemiz
korur.
Kişilik,
her koşulda ünün, makamın, mevkiinin ve sıfatın önüne geçen insani bir
değerdir. Carr da tam bu noktada okura elini uzatır: “Bir tarihçinin kitabını
okumadan önce, onun kişiliğini çözümleyin,” der adeta.
Carr
yalnızca bir tarihçi değildir; o aynı zamanda bir biyografi yazarıdır.
Dostoyevski, Marx ve Bakunin’in üzerine yazdığı biyografiler, onun entelektüel
eğilimlerini ve yazarlık çizgisini anlamamız açısından büyük önem taşır.
Dostoyevski, hiçbir koşulda düzene boyun eğmeyen, insan ruhunun karanlık
dehlizlerinde dolaşan bir yazardır. Hayatı yoksullukla, çileyle, dramla
yoğrulmuş; düşüşü de yeniden doğuşu da bizzat yaşamıştır. Ayrıca, yazarın
sayısız eserleri arasında en kapsamlı çalışmaları, Rusya’daki Ekim Devrimi ve
Sovyetler Birliği üzerine yazdığı kitaplardır.
Hayatın
sınavlarından geçmemiş hiçbir insan, böylesine derin ve kalıcı yapıtlar
bırakamaz. İşte Carr da, kendi yaşamında bu yazarların izlerini taşımamış
olsaydı, onların biyografilerini böylesine sahici bir dille yazamazdı. Onun
eserindeki her sözcük, hayat karşısındaki duruşunun canlı bir kanıtı gibidir.
Eğer
onunla tanışma fırsatım olsaydı, sanırım çok iyi iki kadim dost olurduk. Çünkü
Carr’da bulduğum şey, yalnızca bir düşünürün bilgeliği değil, insanlığın
onuruna ve bilginin ahlâkına adanmış bir ruhtur.
Yetiştirdiği
öğrencilerinin her birinin insanlığa kazandırılmış bir hazine olduğunu
düşünüyorum. Onun izinden giden her zihin, tarihe ve hayata biraz daha anlam
katıyor.
1892’de
Londra’da doğan Edward Hallet Carr ilk olarak İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nda
göreve başladı. Birçok önemli görevlerde çalıştı. Versailles’daki barış
konferansına katıldı. Çeşitli üniversitelerde politika dersleri veren yazar,
Cambridge Üniversitesi’ne bağlı Trinity College’da akademisyen olarak çalıştı.
3 Kasım 1982’de Cambridge’de öldü.
Yazar,
Tarih Nedir? adlı eserinde 19. yüzyılda tarihe ve tarihçiye bakışı 6 bölümde
irdeliyor. 1-Tarihçi ve Olguları, 2- Toplum ve Birey, 3- Tarih, Bilim ve Ahlâk,
4- Tarihte Nedensellik, 5- İlerleme Olarak Tarih, 6- Genişleyen Ufuklar.
“Tarih
Nedir?” sorusunun yanıtını tarihin 19. yüzyıla kadar geçirdiği tüm evreleri tek
tek irdeleyerek arıyor. Bu kapsamlı arayışın sonucu olarak eser, 19. yüzyıl
tarihinin biyografisi niteliğini taşıyor.
Bir
tarihçi salt kendisine verilmiş belgelere, yazıtlara… karşı sorumlu değildir. O
belgelerin, yazıtların içinden geldiği sınıfa, o sınıfın toplumuna, o toplumun
oluşturduğu ulusa ve o ulusun okurlarına karşı da sorumludur, Carr’a göre.
1.
Bölüm, Tarihçi ve Olguları. Bu
bölümün adından da anlaşıldığı üzere özellikle olguların en parlak çağı olan
19. Yüzyılda, Tarih Nedir, sorusuna yanıt arıyor yazar. 19. yüzyılda Hard
Times’da Mr. Grandgrind, “İstediğim olgulardır…” diyordu, Hayatta yalnızca olgular aranır.”(13) 19. yüzyıl tarihçilerinin çoğu bu görüşü
benimsiyordu. Ranke, 1930’larda tarihten ahlâk dersleri çıkartan anlayışa şu
haklı nedenden dolayı karşı çıkıyordu: “Tarihçinin ödevi yalnızca nasılsa
öylece göstermektir.”
Yazar,
tarih olgusu ile tarihin bir bilim dalı olup olmadığı konusunun dönemin birçok
ünlü tarih bilimcisini karşı karşıya getirdiğini belirtiyor. Tarihin bir bilim
olduğunu savunan Pozitivistler,
tarihçiler önce olguları ortaya koysunlar, onlardan sonuç çıkarsınlar
savını savunuyorlardı. İngiltere’de Locke’den Bertrand Russell’a kadar birçok
filozof İngiliz felsefesinin özne ile nesne arasında tam bir ayrılma öngören
Ampirik bilgi teorisi ile bütünleştiğine inanıyorlardı bu görüşün.
Tarih
gerçekte yorumdur. Bu gerçekten yola çıkarak, kendisine verilen belgeleri,
yazıtları vs. materyalleri evine götüren bir tarihçinin kendi isteği ve tarihe
bakışı doğrultusunda elindeki belgeler ve yazıtlarla tarihi kendine göre
yeniden yorumladığı gerçeğinin altını çizdikten sonra bir tarih okurunun seçici
ve dikkatli davranması gerektiğini söylüyor yazar.
Housman’ın
“Kesin doğruluk bir ödevdir, erdem değil”(16) sözünü anımsatarak; bu yüzden,
tarihin gerçekte doğrulanmış bir olgular kümesi olduğu görüşüne de
şüpheyle yaklaşıyor. Tarihçilerin günlük, sıradan olayları kendi istekleri
doğrultusunda tarihsel olgu haline getirebildiklerini, bu yüzden de bir tarih
okurunun kendisine dayatılan tarihi her şeyden evvel sorgulaması gerektiğini
söylüyor.
Bu bağlamda Housman’ın “Kesin doğruluk bir
ödevdir, erdem değil”(16) sözü ve tarihi olguların hiç olduğunu asıl önemli
olanın yorum olduğu varsayımına ünlü Alman filozofu Nietzsche’nin şu görüşüyle
yanıt veriyor yazar: “Bir görüşün yanlışlığı ona karşı çıkmamız için bir neden
değildir… Sorun, onun ne ölçüde hayatı sürdürücü, hayatı koruyucu, türleri
koruyucu, hatta türleri geliştirici olduğudur.”
“Tarih
Nedir? sorusuna ilk cevabın şu olacaktır
ona göre: “Tarihçi ile olguları arasında
kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ve geçmiş arasında bitmez bir
diyalog.” ( 37)
Yazar
toplum ve bireyin ilişkisini ise şöyle özetliyor; “Toplum ve birey birbirlerinden bir başka
bölümünde yorgun argın yürüyüp giden bir başka gölgeli kişidir” der ve devam
eder: Tarihçi tarihin bir parçasıdır. Tarihçinin bu geçit alayı içinde kendini
bulduğu nokta, onun tarihi görüş açısını belirler”(44)
Kendi
beyni temiz olan bir tarihçinin, okurun beynini kirletmeyeceğine inanıyor
yazar. Burada sözü edilen us temizliği tarihsel etiğin kişisel etikle
bileşkesidir. Bu yüzden tarihçi konunun hareket noktasını öncelikle kendisi
algılamalıdır. Daha sonra üzerinde yoğunlaştığı konunun hareket noktasından
toplumsal ve tarihsel temel kaynak arayışına girmesi gerektiğinin önemine vurgu
yapıyor E.Carr.
Tarihi
gelecek kuşaklara, kalıt olarak bırakma sorumluluk ve bilinci içinde olması,
bir tarihçinin olmazsa olmazları arasındadır.
Tarih
incelemesi, nedenlerin incelemesidir. Bir tarihçi durmadan “niçin” sorusunu
sorar; cevap bulmayı umduğu sürece de duramaz. Büyük tarihçinin –ya da, daha
geniş söyleyeyim, büyük düşünür- yeni olaylar hakkında ya da yeni bağlamlar
içinde “niçin” sorusunu soran kimse olduğunu yüksek sesle söylüyor E.Carr.
Bireye
içinde yaşadığı toplumun geçmişini araştırma sürecini veren tarih ile
tarihçinin diyalogunun, tarih ile
bireyin arasındaki diyalogdan çok daha farklı olduğunu anlamamıza yardımcı
oluyor yazar. Tarihin, tarihçiyle
başlayan diyalogu, salt tarihçiyle tarih olguları arasındaki karşılıklı
etkileşim süreciyle başlayan diyalogdur. Birey ile tarih arasındaki diyalogun
temeli ise bugünün toplumu ile dünün toplumu arasındaki diyalogdur.
18.
yüzyılın sonlarında gelişen bilim, insanın dünya ve kendisi hakkındaki
bilgisine önemli katkıda bulunmuştur. Bu katkının yansıması olarak 19. yüzyılda
insanın topluma dair bilgisinin gelişmesini merak bilincinin yerleşmesi olarak
özetliyor yazar. Gelişen bilimin aralarında Tarih’inde bulunduğunu toplumsal
bilimler kavramının boyutlarının gelişmesini sağladığını belirten yazar; 3.
Bölüm’de Tarih, Bilim ve Ahlak başlığı altında şu konuya açıklık getiriyor:
“Önce olgularınızı toplayın, sonra bunları yorumlayın” diye anlattığı tümevarımcı tarihi yöntem
görüşünün değişmediğini anımsatıyor bize. Tümevarımcı tarihi yöntem görüşünün
araştırılmadığını, en önemlisi bilimin de yöntemi olduğu varsayıldığını
öğrenmiş oluyor okur. Yazar tüm bunlar yaşanırken tarihçilerin bilimin kendi
içerisinde köklü bir değişim geçirdiği gerçeğini yok saydıklarını söylüyor.
Tarihin,
tarihçinin de içinde bulunduğu, hiç durmadan hareket eden bir süreç olduğunu
algılaması zamanımızda tarihin ve tarihçinin konumu üstünde sonuca yönelik
ciddi ipuçları veriyor yazara.
Yazar
4. Bölümde, Tarihte Nedensellik başlığı adı altında nedenselliğin tarih olgusu
üzerindeki etkilerini tartışırken yeni olaylar hakkında ya da yeni bağlamlar
içerisinde “niçin” sorusunu soran kişinin büyük tarihçi ya da büyük düşünür
olduğunu savunuyor. Neden sorusunu soran tarihçinin ilk olarak aynı olaya
birçok neden birden göstermesi gerektiğini anımsatıyor bizlere. Bu konuda
iktisatçı Marshall’ın şu sözünü anımsatıyor yazar: “İnsanlar başka nedenlerin
etkisini hesaba katmadan herhangi bir tek nedenin etkisini incelemek üzere
uyarılmalıdır; çünkü o başka nedenlerin etkileri de incelenen o tek nedenin
etkileri ile karışmıştır”(105).
Tarihte
nedensellik olgusunun, dünya tarihi içerisinde rastlantının önemli bir işlevi
olduğunu, dünya tarihinde rastlantının
yeri olmamış olsaydı tarihin çok gizemli bir niteliği olacağını belirtiyor E.
Carr. Rastlantıların doğal olarak gelişmenin genel eğilimlerinin bir parçası
olduğunu, bu özelliği sayesinde öteki rastlantı türlerince dengelendiğinin altını
çiziyor İngiliz tarihçi. Tarihsel rastlantıya dair Marx’ın söylemiş olduğu üç
şeyi anımsatıyor bize:
“Birincisi
rastlantı pek önemli değildir; olayların gidişini “hızlandırabilir” ya da
“geciktirebilir; bu da kökten değiştiremeyeceğini içerir. İkincisi, bir
rastlantı ötekiyle dengelenir, böylece sonuçta rastlantı öğesi ortadan kalkar.
Üçüncüsü rastlantı özellikle bireylerin kişiliklerinde kendini gösterir” (119).
Tarihsel
rastlantı üzerine Troçki’nin şu değerlendirmesini anımsatıyor: “Tarihin bütün sürecinin,
tarihi yasanın rastlantısalın içinde kırılmış şekli olduğunu, Biyoloji diliyle,
tarihi yasanın rastlantıların doğal ayıklaması sonucu gerçekleştiğini
savunuyor.
Doğal
olarak bu süreçleri irdeleyen yazar, tarihin, geleneği kuşaktan kuşağa aktarmasıyla
başladığını; geleneğin ise, geçmişin alışkanlık ve derslerinin gelecek
kuşaklara taşınması olduğunu belirttikten sonra büyük düşünür ya da büyük
tarihçinin “Niçin” sorusunun ardından “Nereye”
sorusunu sorması gerektiğini anımsatıyor.
Beşinci
Bölüm, İlerleme Olarak Tarihtir. Bu bölüme 30 yıl önce Powicke’nin Oxford’da
Regius Çağdaş Kürsüsü Profesörü olduğu zaman yaptığı açılış konuşmasından şu
alıntıyı yaparak başlıyor:
“Bir
tarih yorumu için duyulan ihtiyaç öylesine derin köklüdür ki geçmiş üstüne yapıcı
bir bakışa sahip olmadıkça ya gizemciliğe ya da kinikliğe düşeriz”(129).
Gizemciliğin
tarihinin, tarihin anlamını tarih dışında din bilim ya da eskatologya
alanlarında bulunduğunu ve bu görüşü savunan Niebuhr ile Toynbee gibi
yazarların görüşü olduğunu, Kinikliğinse tarihin anlamının olmadığı ya da
insanın arzusuna göre verdiği eşit ölçüde değerli ya da geçersiz anlamlara
geldiğini anlatıyor. Bu iki bakışı da yazar tutarlı bulmadığı için reddediyor
haklı olarak. Tarihin babası olan Herodotos’un tarih çocukları olarak klasik
antik çağın yazarlarının genel olarak geçmişle olduğu kadar gelecekle de az
ilgilendiğini anımsatıyor.
İlerleyen
tarih olgusunun, toplum hakkındaki görüşlerimizin toplamı olduğunu, “İlerleyen
tarihin kendisine dayanılarak yazılması gereken bilimsel varsayım”
betimlemesiyle okurun bir tarih serüveni içerisinde yol kat etmesine yardımcı
oluyor. Okurun aynı zamanda, tarihi, geçmiş hakkında anlamı ya da manidarlığı
olmayan bir öyküler ve efsaneler toplamına dönüştürebileceğini anımsatıyor tabi
ki.
6.
Bölüm’de Genişleyen Ufuklar başlığı adı altında tarihin gelişen ufkunu ele
alıyor. Tarihin sürekli hareket eden bir
süreçte olması tarihin ve tarihçinin konumu üstüne sonuca yönelik birtakım
düşüncelere zorladığını belirtiyor bir tarih okurunun.
Tarih
olgusu içinde insanların bilinçli olarak kendilerini ve öteki insanları, ulus
biçimine sokmalarını dile getiriyor. İnsanın bilinçlenmesiyle genişleyen
tarihte, 18. yüzyılda çağdaş dünyaya geçişin hemen gerçekleşmediğini, belli
başlı geçiş dönemlerden sonra bu çağdaş dünyaya geçişin gerçekleştiğini
anımsatmaktan geri kalmıyor. Bu bağlamda; Hegel ile Marx’ın bu geçiş
dönemlerini temsil eden filozoflar olduğunu da yazarın anlatımlarından
öğreniyoruz.
Bu süreçte Adam Smith’in insanları bilincinde
olmadıkları erekleri gerçekleştirmek için çalışmaya koşan “gizli el”inin,
Hegel’deki eşdeğerinin “ aklın kurnazlığı” olduğunu açıklıyor. Okurun, hem
Hegel'in hem de Adam Smith’in izleyicisi oldukları Marx’ın, Doğa’nın aklın
yasalarınca düzenlenmiş bir dünya kavramından yola çıktıklarının anlaşılmasını
özellikle istiyor.
Yazar
bu süreçleri tek tek irdelerken tarihçi için Freud’un özel iki anlamının
bulunduğunu açıklıyor: “Birinci olarak, Freud insanların bir hareket yaptıkları
zaman, o hareketi yapmalarına neden olduğunu söyledikleri ya da neden olduğuna
inandıkları dürtülerin, gerçekte onların eylemlerini açıklamaya yeterli olduğu
yolundaki çok eski bir hayalin tabutuna son çiviyi çakmıştır: Bu, oldukça
önemli, ama olumsuz bir başarıdır; ne var ki, kimi heveskârların tarihteki
büyük adamların davranışlarına psikanaliz yöntemleriyle ışık tutma yolundaki
iddialarına da kuşku ile bakmak gerekir. Psikanaliz uygulaması, durumu
araştırılan hastanın şaşırtmacalı biçimde sorguya çekilmesine dayanır: Oysa
ölüler sorguya çekilmez. İkinci olarak Freud, Marx’ın çalışmasını pekiştirerek,
tarihçinin kendisinin ve tarih içindeki kendi konumunu, üstünde çalıştığı
konuyu ya da dönemi yeğlemesini, olguların seçimini ve yorumlayışını yöneltmiş
olan dürtüleri -belki de gizli dürtüleri- kendi bakış açısını belirlemiş olan
ulusal ve toplumsal çevreyi, geçmiş hakkındaki anlayışını biçimlendiren gelecek
hakkındaki anlayışını, incelemesini
istemiştir.” ( 164).
Carr, ünlü filozofların tarih olgusu üzerindeki
görüşlerini irdelerken en çok İngilizce konuşan dünyadaki aydınlar ve siyaset
düşünürleri arasında akla olan inancın azalmasının değil de sürekli hareket
halinde olan bir dünya üstüne kapsamlı anlayışın kaybedilmesinden duyduğu kaygıyı
dile getirir.
Her
şeye rağmen, karmaşa ve sancılarla kuşatılmış bir dünyaya bakmayı
sürdüreceğini; karşılığını ise büyük bir bilim insanının artık sıkça anılan şu
sözleriyle vereceğini belirterek eserine son noktayı koyar:
“Gene
de dönüyor.”
Evet,
bu satırları kaleme almaktaki amacım eseri tanıtmaktan çok, onu okurun
belleğine bir kez daha kazımaktır. “Tarih nedir?” sorusunu soran ya da bu
sorunun yanıtını arayan herkese, on dokuzuncu yüzyıl tarihinin biyografisi
niteliğini taşıyan Edward Hallett Carr’ın Tarih Nedir? adlı yapıtını, bir okur
olarak içtenlikle öneririm.
Carr,
Edward Hallett. Tarih Nedir? İletişim Yayınları, Çev. Misket Gizem Gürtürk, 255
s.
Bahri
Loş
GİRİFT
Daha geniş bir zamanda görüşelim
Kırk gündür onu görmeye gitmedim
Çocuklar sen gelmeyince uyudular
Sonraki güne yine bir sürü iş sarktı
Yarış günün ilk ışıklarıyla başladı.
Viraja hızlı giren araç devrildi
Daha dün bir şeyi yoktu
Silahlı gruplar sokak ortasında
çatıştı
Ödemelerin biri bitmeden diğeri
başlıyor
Öldüğü on gün sonra anlaşıldı.
Burada serveti benim kadar çok olan
yok
Otomatik pilota bağlı makineler
miyiz
Bütün gün boyunca odanda mı kaldın
Onun bir merhabasını isterdim
İçimizden beyaz bir zift dökülüyor.
Sana bir şiir getirdim eşyaların
çoktu
Bak gökyüzünde ne kadar çok yıldız
var
Susmuş bir deniz içimde kımıldıyor
Çocuk öksürse yangın sanılsın
Bir kız gördüm yüzünden dünyayı
ayıklayın.
Eray
Korkmazer
MİTRALYÖZ
yüreğin
bir demir parçası gibi durgunken soğuk ve ürkütücü
ama
durmaz işte ele avuca sığmaz sıcacık değil mi ki yüzü bana dönük
sıkıysa
dokun şimdi
bastın
mı tetiğe ejderha kesilir mitralyöz misali
hani
bakamazsın ya gözlerine bebeğini kaybetmiş bir ananın
dağların
arasından dökülen alevleri toplayan elleri gibi ferhat’ın
kimsenin
dinlemediği kendi kendine yanık türküler söyleyen çığlığı gibi sevdalı bir
ozanın
gizli
öznesini içinde barındıran tek kelimelik bir cümle:
“sevdadır”
asırlar boyunca konu olan kitaplara öykülere romanlara şiirlere ve zulme.
yüreğinden
açıldı ya konu gözlerini nasıl unuttuk
asıl
mitralyöz gözlerin bakamıyorum gözlerine gözlerinin yanında güneş çaresiz
su
hava toprak ateş ve devasa bir boşluk bir de yanında sonsuz karanlık vardır
bütün
bunların toplamı evrendir ki büyüklüğü yetersiz kalır.
demek
ki mitralyöz yalnızca savaşlarda kullanılmaz
ateşe
sorun sevda der acıya sorun emek der yüreğe sorun en sevdiğim renk kızıl der
tragedya
oynamak şairin aslî göreviyse eğer dizeler mermi gibi gelmeyin üstüme der
mermisi
hiç bitmez mi bu silahın
ne
olur artık yeter.
Özcan Öztürk
ŞİİR İNCELEME VE ELEŞTRİ DOSYASI
BÖLÜM-1 (Dosya dört bölümde yayımlanacak)
ARKADAŞ ZİYA ÖZGER
BİR ŞİİRİ İNCELEME ÖDÜLÜ 2025
Yeni Toplumcu Gerçekçiliğin Oluşumsal Yapısalcı Yöntemin İmkânlarını
Kullanmak, Mehmet ERCAN’ın ‘‘Bu Bulut Nereye Gidiyor’’ İsimli Şiiri Üzerine
Yenilikçi Çözüm Dengeleri Oluşturmak.
İÇİNDEKİLER
·
Özcan
Öztürk’ün Özgeçmişi
·
Mehmet
Ercan’ın Özgeçmişi
·
Şiirin
Sesi, Şairin Maskeleri: Persona
·
Ontolojik
Analiz Yöntemiyle Şair Mehmet ERCAN’ın ‘‘Bu Bulut Nereye Gidiyor’’ İsimli Şiiri Üzerine Bir Çözümleme
·
Bu
yapıt ne diyor? (Teknik Eleştiri)
Şiir Sarnıcı 28. Sayısında yayımlanacak
(Bölüm-2)
·
Bu
yapıt bana ne diyor? (Pozitif Psikoloji
Eleştiri)
Şiir Sarnıcı 29. Sayısında yayımlanacak (Bölüm-3)
Bu
yapıt benim güzellik anlayışıma uyuyor mu? (Estetik Eleştiri
·
Bu
yapıt benim toplumsal anlayışıma ne derece uyuyor? (Marksist-Sosyolojik
Eleştiri)
·
Bu yapıt bana nasıl
bir iletide bulunuyor? (Pozitif Felsefi Eleştiri)
Şiir Sarnıcı 30. Sayısında yayımlanacak (Bölüm-4)
·
Çözümleme
Mehmet ERCAN’ın ‘‘Bu Bulut
Nereye Gidiyor’’ İsimli Şiirine Metin Dilbilimsel
Bir Yaklaşım.
·
Eleştirinin
Eleştirisi
Özcan ÖZTÜRK’ün Özgeçmişi
1970 yılında Sivas’ın Divriği ilçesi, Güneyevler Köyü (Erşün)’de dünyaya
geldi. Uzun yıllardır Ankara’da yaşamaktadır. 1996 yılından itibaren şiir,
söyleşi, küçürek öykü, eleştiri ve düzyazıları yurtiçinde ve yurtdışı
edebiyatsanat dergileri ve gazetelerde yayımlandı, yayınlanmaya devam ediyor.
2004/2006 yıllarında merkezi Zürich olan, Uluslararası Kültür Köprüsü’nün
Türkiye Temsilciliği görevini yürüttü. Edebiyatçılar Derneğinde kısa süreli iki
dönem denetleme kurulu üyeliğinde ve Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği
ve Özgür Sanatçılar Derneği üyeliklerinde bulundu. BESAM, TYS, Ankara Sanat
Kurumu Derneği, Ankara Divriği Kültür Derneği, Seyit Garip Musa Ocağı Derneği,
Batıkent Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Yapıder üyesi. Ankara Radyo İmaj’da Şiirle
Yaşayanlar ve Aşk FM Tamirci şiir programlarının metin
yazarlığını üstlendi. Özgür Sanat Dergisinin Genel Yayn Yönetmeninliği ve Yazı
İşleri Müdürlğü görevlerini üstlendi.
Her
hafta çarşamba günleri Türkiye’nin en köklü gazetesi olan Ulus Gazetesi yazıları yayınlanmaktadır. Eleştiri yazıları web
sayfalarında güncellenerek yazmaya devam etmektedir.
https://www.ulusgazetesi.com/haber-ozcan-ozturk-yazilariyla-aramiza-katildi-71610
https://www.ulusgazetesi.com/yazar/ozcan-ozturk-sair-yazar/ait-tum-kose-yazilari-177
Tiyatro Oyunu: Turgut Uyarın eseri Göğe Bakma Durağından yola çıkılarak
otobiyografik hayatı oyunlaştırdı.
Dizi ve Film
Senaryo: Mini Sokak isimli çocuk dizisinin senaritsliğini üstlendi.
Başkent Üniversitesi
Yaşam Koçluğu ve Ankara Bilim Üniversitesi
Yaratıcı Yazarlık ve Metin Tasarımı
Eğitim sertifikası sahibi. İ.S.A
(İstanbul Seneryo Atölyesi senaryo
eğitimi aldı.)
Eleştiri- inceleme
ve söyleşi yazıları
https://www.aksisanat.com/2025/01/18/al-gulum-ver-gulum-hikayesi/
https://www.aksisanat.com/2025/03/01/ozcan-ozturkten-hakan-kaya-soylesisi/
Eserleri:
Çocuk su -şiir- (Kum yayınları/ Ankara 2003). (2. Baskı Sole Yayınları 2024 Antakya)
Hüzünlü Kadınlar
Sokağı -şiir- (Papirüs Yayınevi/ İstanbul 2010). (2. Baskı Sole Yayınları 2024 Antakya)
Davetsiz Misafir - minimal öykü - (Bencekitap / Ankara 2011). (Genişletilmiş 2. Baskı AldenYayınları 2024 İzmir)
Elveda -şiir- (İzan Yayınları/ Ankara 2021).
Gezi/yorum (haiku şiir) (İzan Yayınları/ Ankara 2023).
Saray Merdiveni
& Madencinin Ölümü Soma şiir (Cinius Yayınları /İstanbul 2023.
1.Baskısı). KKM Yayınları (2. Baskı) 2024 Ankara
Ortak Kitaplar:
2003 – Toplumsal Şiirler Yıllığı–(Damar Yayınları – Ankara)
2004 - Toplumsal Şiirler Yıllığı–(Damar Yayınları – Ankara.)
2006 - 7. Uluslararası Altın Safran Belgesel Film Festivali ‘‘ Şiir
Ödülü’’Katılımcı Şairler Seçkisi– (Karabük. 2007).
2007 - Ödüllü Genç Şairler Antolojisi– Kocaeli Üniversitesi Şiir
Etkinlikleri Birimi – (Kocaeli. 2003) 2010 - poetik- A şiir yıllığı – (Nevşehir.
2011)
2013- Minimal Öykü Nedir? – minimal öykü seçkisi - (Bence kitap–Ankara.
2013).
2014- Bağzı Şeylere Öyküler 28 Yazardan Gezi Parkı Öyküleri – (Aylak Adam
Yayınları- İstanbul. 2014)
2015- Yitik Öykü-Bir Tweeklik Öyküler. (Yitikülke Yayınlarıİstanbul. 2014)
2019- 252 Yazardan Kısa Öyküler–Öyküden Çıktım Yola- (Aylak AdamYayınları-
İstanbul. 2019)
2020- Bodrum Şairleri Antolojisi–(Gece Kitaplığı 2019- Ankara).
2023 - Hatay ve Deprem Gerçeği HATSEP (Sonçağ Yayınevi, Uzun Dijital-
Anakara 2023) 2024 - Barbarları
Beklerken deprem özel sayısı hafızanız hesap soracak (Aleni Kitap 2024 Hatay)
Şiir Ödülleri
- 1999 Mülkiyeliler Birliği Vakfı Şinasi Özdenoğlu Şiir Ödülü 2.
- 1999 Kocaeli Üniversitesi Şiir Okulu yayımlanmamış 5 şiir ile 2.
- 1999 Bartın Belediyesi Hasan Bayrı Şiir Yarışmasında 2.
- 1999 Bartın Belediyesi Hasan Bayrı Şiir Yarışmasında Mansiyon.
- 2000 yılında Lâlezar şiir dosyasıyla Hatay (Cemal Süreya adına düzenlenen)
Şiir Ödülü.
- 2002 yılında Çocuk Su şiir dosyasıyla Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri
Sendikası Şiir Özendirme Ödülü.
- 2004 yılında Çocuk Su şiir kitabıyla K.Y.Ö.D. Ruşen Hakkı Ulusal Şiir
Yarışması 3. Ödülü. -2004 yılında
Karşıyaka CUMOK 7. Uğur Mumcu Şiir Yarışması Dil Derneği Özel Ödülü (hüzünlü
kadınlar sokağı yayımlanmamış şiirle).
- 2004 yılında Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Adnan Yücel Şiir Yarışması 3.Ödülü (yayımlanmamış beş şiirle).
- 2008 yılında Hüzünlü Kadınlar Sokağı isimli şiir dosyam 3. Uluslararası İstanbul Beyoğlu Şiir Festivali Sevda Ergin Şiir Ödülü.
- 2021 yılında BERKSAV Bergama
Kültür ve Sanat Vakfı Efdal Önder Şiir
Jüri Özel Ödülü Gezi/yorum
isimli şiir dosyam değer görüldü.
- 2021 yılında Özgür Sanatçılar Derneği
Harun Ünlü Şiir Koşusu Şiir Ödülü Elveda
isimli dosya 1. değer görüldü.
- 2021 Ekin Sanat Mehmet AYDIN’ın
anısına Şiir Ödülünde Buhurumeryem
Madencinin Ölümü (Soma İçin 100 Kanto) isimli şiir dosyamla 3. Ödülüne
değer görüldü.
- 2022 Korsan Edebiyat Dergisi Şiir Yarışması ‘‘Senin Şiirin’’ konulu
yarışmada ‘‘Saray Merdiveni’’ isimli
şiirimle 1. lik ödülüne değer görüldü. (Rumuzla katılımın olduğu 228 şiir
arasından 1.
Öykü Ödülleri
- 2017 yılında Güncel Sanat Dergisi 7. Öykü ve Kaygusuz Abdal Adına Açılan
Şiir Yarışmasında Gazete isimli öyküsüyle Güncel Sanat Öykü Ödülü’ne değer
görüldü.
-2021 KÜSADER (Bafra Kültür ve Sanat Etkinlikleri Destekleme Derneği)
İstanbul Sözleşmesi Yaşatır Öykü Ödülünde Gökkuşağı isimli öykü ile mansiyona
değer görüldü.
Mehmet ERCAN’ın Özgeçmişi
1957
yılında Konya’nın Kulu ilçesine bağlı Gördoğlu köyünde doğdum. Aslen
Adıyaman’lıyım. Ankara Keçiören Lisesi’ni bitirdim. Gazi Eğitim Fakültesi’nin
Edebiyat bölümünü kazandım, o günkü siyasi ortamın baskısı yüzünden devam
edemedim. Siyasi çalışmalarımdan dolayı, dört yıl ceza aldım. Cezamın bir
kısmını, Konya E Tipi Cezaevi’nde diğer bölümünü Kadınhanı Cezaevi’nde
tamamladım.
Yapıt,
Petek, Dönem, Güney,
Beşparmak, Yaba, Yaba Edebiyat, Pencere, Ekin Sanat, Çalı, Sanat ve Hayat,
Evrensel Kültür, Edebiyat ve Eleştiri, Eski, Berfin Bahar, Amik, Birnabun,
Öğretmen Dünyası, Gerçek Sanat, Yoğunluk, Deliler Teknesi, Mahsus Mahal, Dar
Sokak, Gökyüzü Edebiyat, Afrodisyas Sanat, Ada, Hâr, Tersakan Toros, İnsancıl,
Sanat Cephesi, Eliz, Şehir, İlkinci, Kurgu, Çağdaş Yaşam, Temolos Edebiyat,
Kasaba Sanat, Yeni Gelen dergilerinde ve bazı sanal
dergilerde şiirlerim, öykülerim, yazılarım yayımlandı.
“Acılara Yazılıdır Sevdam” adlı birinci
şiir kitabım, 1992 yılında Aydın Kitabevi tarafından basıldı.
“Pir Sultan Abdal Destanı” başlıklı
şiir dosyam, 2003 SANAT ve HAYAT dergisinin Ciğerxwin Sanat ve Edebiyat
Yarışmasında “DİKKATE DEĞER” bulundu. Pir Sultan Abdal Destanı, 2006
yılında Kalan Yayınları’nca
yayımlandı.
“Sevdan
Celladımdır” BEŞPARMAK dergisinin 2005 şiir yarışmasında ÜÇÜNCÜLÜK ÖDÜLÜNE, “Güneşini Yüreğimde
Sakladım” adlı şiir ise aynı derginin 2006 yılı BİRİNCİLİK ÖDÜLÜNE değer görüldü.
2016 yılı CEYHUN ATUF KANSU şiir
ödülü, KEMAL ÖZER 2018 ŞİİR ÖDÜLÜ, Sevdam Sığmadı Düşlerime adlı
dosyama verildi. Sevdamız Sığmadı Düşlerime, 2017 yılında Bilgi Yayınevi tarafından
basıldı.
Mehmet ERCAN’nın Hüznü
Büyütmek isimli şiir kitabı SUSMALAR KİTABI ve KAR ÖRTER İZİ olarak
iki bölüm halinde 107 sayfa bütünlüğünde Barış Kitapevi tarafından 2024 yılında Ankara’da yayımlanmış.
"Ben kendimin en korkunç düşmanıyım, kendi
kendime durmadan kendimi kuşatıp kuşatamayacağımı soruyorum. Benim hayatımın
anlamı bu.
" Şiirsel
Sinema Andrey Tarkovski
GİRİŞ
Sevgi ve Nefret
"Sanat
eserleri hakkında yazmanızın nedeni muhtemelen onları seviyor olmanız. Ben
nefret ettiğim için yazmıyorum. Sevdiğim için yazıyorum ve bence eleştirinin
temelde olması gereken şey de bu. "Bunlar, New York’ta yaşayan bir
eleştirmen olan Robert Rosenblum'un
sözleri. Onun duyarlı yorumu diğer eleştirmenler için de ilham kaynağı
olmuştur. Bir eleştirmen ve şair olan Rene
Ricard Arifonım'da "Aslında ben eleştirmen değilim. Ben bir
meraklıyım. Çalışmalarına ilişkin bir şeyler söyleyebilmem için bir şekilde
bana ilham veren sanatçılara yönelik ilginin artmasından hoşlanıyorum."
açıklamasını yapmıştır. Eleştiri dergisi October'ın
kurucularından biri olan Rosalind Krauss
sanatla zaman geçirme arzusuna ilişkin olarak "Kişinin bu oldukça özel,
nadir görülen ifade biçimini seçme nedeni muhtemelen onun üzerinden güçlü bir
tecrübe yaşamasıdır ve yine muhtemelen bu güçlü tecrübe bu konuda düşünmeyi,
öğrenmeyi ve yazmayı sürdürmek istemenizle sonuçlanır. Ancak bir noktada
kirlenmiş, ayartılmış, aldanmış olmalısınız." (1)
Yeni Toplumcu Gerçekçiliğin Oluşumsal Yapısalcı
Yöntemin İmkânları Kullanmak Mehmet
ERCAN’ın ‘‘Bu Bulut Nereye Gidiyor’’ İsimli Şiiri Üzerine Yenilikçi Çözüm
Dengeleri Oluşturmak. Bu başlığı oluştururken eleştiri alanına şüpheyle
yaklaşarak, yazılanları eleştirel okuma çerçevesinden bakarak bilgi
felsefesinin yönlendirmesiyle başladım. Bilim felsefesinin temel soruları olan kaynağını
sorgulayarak ulaşmamda yol gösterici oldu. Peki, neydi Bilim Felsefesinin temel
soruları: Bilgi ve bilgilenmenin kaynağı nedir? Neden bilmek isteriz? Bilmenin
amacı ve hedefi nedir? Bilginin niteliği nedir? Algısal bilgi nedir? Mantıksal
bilgi ne zaman oluşur? Göreceli ve mutlak bilgi var mıdır? Doğru bilgi nedir?
Bilme eyleminde özne-nesne ilişkisi temelde nasıl işler? Bilgi ve hakikat aynı
mıdır? Bilmenin özgün tarz ve yöntemleri var mıdır? Bu sorunları bana
sorgulatan eser Felsefeci Sadık USTA’nın
Şüphenin Tarihi Felsefeye Giriş isimli eseri etkin rol oynamıştır. (Epsilon
Yayınları 4. Baskı 2023 İstanbul)
Çözüm Dengeleri Oluşturmak için Eleştirinin Eleştirisi (2) bu konuya
farklı bakışımı ve algılayışıma katkısı oldu. Konuyu daha rahat incelememde
ikinci kapı Octavio Paz “Şiir
ölümsüzlüğü değil, yeniden dirilmeyi arzular.” Şair şiirin aynasıdır; onun
bütün çevresel ilgilerini de ahlaki, felsefî, sosyal, diliyle ve anlam yüküyle
bu sese eklenerek gelendir. Şiiri olan biteni oldu bitiyle değil, olan bitenin
yaşanmışlığıyla süzülen deneyimlerden okura ulaşır. Oldu biti ile hayatın ve
yaşanmışlığın acı deneyimlerinden arasına günümüz dünyasına utanç yerleşmiştir.
Şiirde Sesler
T.S. Eliot
"Şiirde Üç Ses" adlı denemesinde şiirde konuşan özne konusunu ele
alır: "İlk ses kendi kendine konuşan (ya da hiç kimseyle konuşmayan)
şairdir. İkincisi ister küçük ister büyük olsun bir dinleyici kitlesine hitap
eden şairin sesidir. Üçüncüsü ise nazımla konuşan dramatik bir karakter
yaratmaya çalışan şairin sesidir; kendi adına söyleyebileceklerini değil,
yalnızca hayali bir başka karakterle konuşan hayali bir karakterin
söyleyebileceklerini söyleyen şairin sesi" Birincisi lirik, ikincisi
dramatik monolog, üçüncüsü ise nazım bir oyunda şairin benimsediği sesi imler.
Bir anlamıyla Eliot şiirde duyulan seslerin farklılığına dikkat etmemiz
gerektiğini vurgular.
Biçimciler gibi
edebiyat yapıtının kendi kendine yeten, kendini imleyen (özereksel/autotelic)
bir nesne gibi değerlendirilmesi gerektiğine, metin-dışı ayrıntıların yapıtı
incelemek, yorumlamak için önkoşul olmadığını ileri süren Yeni Eleştiri akımı edebiyat yapıtını bir olgu, eleştiriyi de adeta
laboratuvar ortamında bir deneye
dönüştürmeye çalışıyordu. Bu akımın temsilcilerinden Whimsatt ve Beardsley
1946'da yazdıkları bir makalede şiirdeki anlamı tarihsel ve biyografik veriler
gibi dışsal fazlalıklardan kurtarmak gerektiğine
inanıyorlardı. İki eleştirmen de Eliot gibi şiirin ve konuşan öznenin dramatik
yönüne dikkat çekerler; bir başka deyişle lirik şiir bir şeye tepki veren bir
öznenin dile gelişidir:
Elma gibi fiziksel bir nesneyi değil de bir
kişiliği ya da ruh halini ifade etmesi açısından şiirin anlamı elbette kişisel
olabilir. Ancak kısa bir lirik şiir bile dramatiktir, (ne denli soyut bir
şekilde tasavvur edilirse edilsin) konuşan bir kişinin (ne denli
genelleştirilmiş olursa olsun) bir duruma verdiği tepkidir. Şiirdeki düşünce ve
tavırları doğrudan dramatik konuşan kişiye atfetmemiz gerekir, eğer yazara
atfedeceksek de bunu öz yaşam öyküsel bir çıkarımla yapmamız gerekir (3)
Öne sürdüğüm ilk nokta üzerine basarak iyice
belirteyim ki eğer bir ozan çarçabuk büyük bir okur kitlesini çevresine
toplamışsa bundan kaygılanmak gerekir. Çünkü böyle bir durumda ozanın yeni bir
şey söylemediğinden korkulur ya da okurlarına alışılmış şeyleri vermekle
kalıyor demektir. Sözgelimi daha önceki kuşak ozanlarından aldıklarını
aktarıyor demektir. Ozanın kendi zamanında küçük sayıda ama aklı başında
okurları bulunması önemlidir.
Şiir ortamında konuşma diline dayalı bir şiirin
varlığı bellidir. Bazı şiirler ‘bir örnek’ izlenimi uyandırsa da konuşma dilini
merkez alan bir şiir günümüz şiirinin artı hanesine yazılsa gerektir. Kaynağını
halkın konuşma dilinden alan bir şairin geliştirici bir şiire emek verdiğini
söyleyebiliriz. Bu hususta ‘ayık bilinci’ elden bırakmamak gerekiyor. (4)
Tamda bu noktada Şiirdeki düşünce ve tavırları
doğrudan dramatik konuşan kişiye atfetmemiz gerekir. Eğer yazara atfedeceksek
de bunu öz yaşam öyküsel bir çıkarımla yapmamız gerekir. Şairin düşünce ve
tavırları Öncelikle okunan metni eleştirirken çeşitli yöntemler vardır. Yöntem
konusunda yetkin olmak; eleştirenin kimliği eleştiri konusu olan metni tarafsız
algılayıp anlatmasıdır. Eleştiriyi yapan aslında kendi özeleştirisini yapar.
Bir metni okurken sadık kalmaya çalıştığım bir şablon oluşturdum (T.P.E.S.F.E)
okur - eleştirmeni gözüyle kısaca dile getirmeye çalışayım. Eleştirimin temel
yöntemi Marksist Eleştiri oldu. Bizim gibi gelişmekte olan (tüketici/sömürülen)
ekonomi ilişkisine paralel sanatın (üretilen/üreten/tüketen) ilişkisini ortaya
koymaktı. Akademik dilden çok her okura ulaşmak adına sade bir dili seçerek
şiiri, okuru ve inceleyeni bir arada buluşturmak. Konuyu anlaşılır kılmak adına
kullandığım yöntemi başlıklar ve alt başlıklarda topladım.
(1) Sanatı Eleştirmek Günceli Anlamak Terry Barrett
Kasım 2012 Hayalperest
(2) Eleştirinin Eleştirisi
(3) Eliot, TS: Şiir ve Şairler Üzerine: New York,
1969
(4) Eliot,
TS: Denemeler, Remzi Kitabevi,1993
BU BULUT NEREYE GİDİYOR*
Bölüm: 1
“…ve biz burada bitirdik
destanımızı, biliyorum layığınca olmadı bu kitap, Türk halkı bağışlasın bizi.” * ne haddimize, bağışlamak usta sizi, müsaade ederseniz yapıyorum
destanınıza ekimizi, yıl 2013, günlerden cuma, mevsim yazdı, konya
bozkırlarında, cihanbeyli platosunda, rüzgâr yalınkılıç bir atlı gibi,
kulunçları ter içinde şahbazdı, günler, konya göklerinde, alev saçlı, gönül
çelen bir işvenazdı. cihanbeyli platosu, tuzu ve tozu birbirine karışmış, hali
perişan; el değmemiş, bâkir bir kızdı, kızdı kız olmasına ama... kızdırmak
suları karadeniz’e akarken delicoş; kulu, altınekin, sarayönü, ılgın, kadınhanı
toprakları; yaz ortalarında, dibi
ateş kalaylı bir kazandı, ve konya köylüleri, türkü, kürdü, türkmen’leriyle ve
ablak yüzlü, çekik gözlü tatarlarıyla, yaz sıcağında ağzını açmış kuşlar gibi,
seraplarla savrulan düşler gibi, başıboş akan, kızılırmak sularına bakıyorlardı,
bakıyorlardı bakmaya ama... ne kahrediyorlardı, ne sitem... allaha kul,
tarikatlara kapaklanmış, zavallı âdemlerdi, ne feleğe ahuzardılar, ne
hükümete... ne savunuyorlardı özgürlüğüne karşı çıkıyorlardı sefalete. ve konya köylülerinin bu
tavrı, yadırganmazdı bu memlekette sayılmayacak
kadar çok olsa da dertleri; yokmuş gibi davranırlardı ve pazarlayarak oylarını;
şeriatçı, ceberut hükümete inanırlardı, inanırlardı inanmasına ama... konya’nın
kalantorları, geceleri köçekler oynatırlardı masalarda. gündüzleri, beş vakit
namazlarında; zikri bol, fikri kıt, karanlığa sevdalı, bilime zıt, koca hacı
adamlardı, hacı adamlardı adam olmasına ama... herkes cam bardaklardan içki
içerken; bu zevatlar, bu kara sakallı suratlar, beğenmemiş olacaklar ki rakı
bardaklarını; ya da (küçük bulmuş
olma ihtimali daha yüksektir bu cihette.) kalaylanmış bakır maşrapalarla,
içerlerdi içkilerini, içmeye içerlerdi içkilerini ama... endamı selviler, eteği
zilliler, ince belliler dururken; sübyancı çocuklarla halvet olurlardı, ve
delibaşın, deli çocukları, delice şeyler ederlerdi, ederlerdi etmesine ama...
karaman’da tecavüz edilirken kız, erkek çocuklara; sağır lahitler gibi
susarlardı ki onlar, hacı, hoca adamlardı. “ bir kereden bir şey olmaz” deyip
ahlakın ve imanın dibine zift dökerlerdi; sakalları ve cüppeleriyle müstesna,
tarikatlarla, cemaatlerle coşa gelir, mevlana’yla övünürlerdi. övünürlerdi,
övünmesine ama... bu hayâsızlığa karşı gelenleri komünistlikle suçlayıp ağız
dolusu söverlerdi; ağız dolusu söverlerdi sövmesine ama... “gelin yargılayalım
tecavüzcüleri” deyince, sırra kadem basarlardı, çünkü onlar, koca koca, hacı
hoca adamlardı.
(…)
Mehmet ERCAN *Kuvâyi
Milliye- Nâzım HİKMET
*Hüznü Büyütmek,
Mehmet ERCAN 2024 Barış Kitap/ ANKARA
Bu yapıt ne diyor? (Teknik Eleştiri)
Gen Haritası Mehmet ERCAN’ın ‘‘Bu Bulut Nereye Gidiyor’’ şiirinde kullanım sıklığı ve köken temelinde
sözcük taraması*
Her harfin bir sözcüğe dönüştüğü, sözcüklerin
dize şeklini alırken işaret fişeği atar bize olağan dışı bir gösteriye şahitlik
etmemizi ister. Şiire ilişkin olarak da hayli değişik, hatta yer yer uç beyi
diyebileceğimiz görüşler ortaya koyar şair. Kimi zaman imgenin durağan, dip
suların sınırları içinde keskin olmayan gizlice çizilmiş, yalıtılmış, değişmez
ve bir kez ortaya çıktıktan sonra orada kalmadığını dile getirir. Şaire göre
şiirde asıl amaç sadece imge yaratmak değil, bu yaratımın sonrasını da yaratmak,
böylece bir başka kapılara ulaşmamızı sağlar.
Çünkü her harfin bir sözcüğe, sözcüklerin
dizeye, her dizeninde bir göstergeye zihnimizde dönüşümünü sağlar. Her gösterge
durmadan anlam üretir, her anlam yeni kökler, dallar salar, başka akıntılar
oluşturur. Tekil şiirin hapsedilmiş göstergeleri çözülür, dağılır, akar,
çağrışımlar saçaklanarak daha büyük bütünlüğe akar. Bu bir dize, düzyazı şiir
olarak ya da şiirsel bir metin olarak karşılar bizi.
Kullanılan
sözcüklerin kökenlerini taradığımızda Türkçe, Arapça, Farsça, Fransızca,
İngilizce, Ermenice, İbranice sıralandığını göreceğiz.
* Gen Haritası Enis
Batur Şiiri’nde Kullanım Sıklığı ve Köken Temelinde Sözcük Taraması İlk Baskı Yılı: 2001 Yayınevi: Altıkırkbeş Basın
Yayın
**https://www.nisanyansozluk.com/
Gen Haritası: Şair Mehmet ERCAN’ın ‘‘Bu Bulut Nereye Gidiyor’’ şiirinde kullanım sıklığı ve köken temelinde
sözcük taraması.
Destanlar bir milletin kültürel belleğini çağlar boyu aktaran
belki de en önemli edebî eserleridir…
Çünkü destanlar, milletlerin fikir ve sanat hayatlarına kaynak oldukları gibi
tarihlerine de ışık tutarlar. Nitekim Bayat da destanı bu şekilde tanımlamıştır:*
Destan, sosyal tarihle ve sosyal, kültürel düzenle ilgili
hassasiyeti ile ön plana çıktığından millî kültürel şuurun oluşumu sürecinde; devletçilik ideolojisinden devlet
kurmaya, ekonomik yapıdan onu değiştirmeye, dinî ideolojik aşınmalardan din
uğrunda mücadeleye kadar, çok geniş bir alanda aydınlatıcı içeriğe sahiptir (Bayat, 2006, s. 14).
Bayat’ın tanımlaması dışında destan üzerine yapılmış daha
genel tanımlamalara da ulaşmak mümkündür. Nitekim Banarlı destanı en temel
anlamıyla şu şekilde tanımlar: “Destanlar, milletlerin din, fazilet ve millî kahramanlık maceralarının manzum hikâyeleridir” (Banarlı, 1997,
s. 1). Bu tanım, yanlış olmamasına rağmen
eksiktir. Çünkü destanlar, yalnızca manzum değildir ki Dursun Yıldırım destanı
şu şekilde tanımlar: “Edebiyatımızda destan sözü, bugün daha çok kahramanlık
temalarının ağır bastığı manzum, manzum-mensur veya mensur eserler için kullanılan
edebi bir terimdir” (Yıldırım, 2016,
s. 216). Şükrü Elçin ise destanın “bir boy, ulus (kavim) veya millet hayatında tam estetik hüviyet kazanmamış eser
sayılan efsanelerden sonra nazım şeklinde ortaya çıkan en eski halk edebiyatı
mahsullerinden biri” olduğunu dile getirir (Elçin, 2010, s. 72). Boratav ise destanın “toplumdaki iç
çelişkileri, bireylerin ya da sınıfların türlü ilişkilerini değil, toplumu
yöneten, ona baş olan ‘ideal kişilerin dış güçlerle bir, bir de olağan üstü
yaratıklarla savaşlarını” anlattığını söyler (Boratav, 2016, s. 42). Abdülkadir
İnan ise eski Türk destanı üzerinden destanın sınırlarını çizer: “Eski Türk
destanı, çağdaşları olan başka uluslarda olduğu gibi milletin kozmogonisini,
inanışlarını, tarihini, edebiyatını, hatta yasalarını içinde toplayan bir dergi
mahiyetinde olmuştur” (İnan, 2017, s. 36).
Destanlar uzun soluklu anlatılardır ve kahramanlık ana teması
çerçevesinde söylenirler. Bir toplumun ortak bir kaderini, sevincini, ülküsünü
dile getirirler. Bu bakımdan bir nevi sözlü tarih ürünüdürler. Çünkü destanlar,
“Yerli düşünce veya felsefenin doğuşunu hazırlayan ve onu zaman içinde işleyip
geliştirerek sonraki kuşaklara taşıyan en önemli eğitim ve öğretim araçlarıdır”
(Çobanoğlu, 2011, s. 17). Bu yüzden de destanlar, toplumların millî
şuuru için son derece önemli mahsullerdir.
Destanın pek çok özelliği vardır. Ancak en genel hatlarıyla
bu özellikler şu şekilde sıralanabilir:
- Epik destan
birdenbire başlamaz ve birdenbire bitmez. Bu ilke giriş ve bitiriş kuralıdır.
-Destanın icrasında takip edilen anlatım tutumu,
bir olay çizgisini bir başkasıyla karıştırmaz; destan anlatımları her zaman tek
çizgilidir.
-Epik destan anlatım geleneğinin en büyük kuralı
dikkati başkahraman üzerine toplamasıdır.
-Destanlarda tekrarlama esastır.
-Destanlar belli bir tarihî dönemi geniş bir
çerçevede ele alır, bu olayların halk hafızasındaki görünüşlerini dile getirir.
-Vakası tek bir olaydan ziyade pek çok olaydan
oluşur (Çobanoğlu, 2011, s. 15-24).
Türk epik destan geleneğinde çoğu zaman büyük savaşlar ve
kahramanlıklar anlatılır. Bunlara
bağlı olarak destanlarda hak ve adalet arayışı, iyi ve doğrunun kazanması,
zulüm edenlerin cezalandırılması gibi temalar işlenir (Çobanoğlu, 2011, s. 113).
Kısaca söylemek gerekirse bir toplumun önemli değerleri destanların
teması olur. Zaman, çoğu zaman çeşitlilik gösterir ve uzun bir zaman dönemi anlatılır. Mekân ise iki farklı
şekilde işlenir. Bilindiği üzere destanlardaki mekânların çoğu hayalî ve
kurgusal mekânlardır. Buna rağmen
kimi mekânlar gerçek yer adlarından hareketle kalıplaşmış ve gerçeğimsi
mekânlardır. (Çobanoğlu, 2011, s. 117). Dil ve
üslup hususunda öncelikle Dursun Yıldırım’ın tanımlamaları dikkati çeker. Ona
göre destanlarda “son derece işlek, açık, veciz ve anlaşılabilir ifade gücüne”
rastlanır (Yıldırım, 2016, s. 226). Destanın dili, konuşma dilinin anlaşılırlığını
da yansıtır ve destana ahenk ve hareket kazandırmak için, sentaktik
tekrarlardan istifade edilir (Çobanoğlu, 2011, s. 92). Bunlara ek olarak
destanlarda hem anlatımda monotonluğu kırmak hem de anlatılan olayı kolayca
ifade edebilmek için diyaloglardan da yararlanılır. (Çobanoğlu, 2011, s. 92). Ancak bunlar yapılırken sözlü
kültürün temelinde yer alan kalıp ifadelerden yararlanılır. Bu noktada sesin
önemi büyüktür ki destanlarda da ses tekrarı önemli bir yere sahiptir. Nitekim
Ong da bunun üzerinde durmuştur ve dil ile ses ilişkisini şöyle açıklamıştır:
“Dil, o denli ses bağımlıdır ki tarih boyunca konuşulan binlerce, belki on
binlerce dilden topu topu 106 tanesi edebiyat üretebilecek derece yazıya
bağlanabilmiş, büyük bir kısmı ise hiç yazılmamıştır” (Ong, 2018, s. 19). Ong’un da belirttiği gibi yazılı kültüre
geçiş sırasında sözlü kültürün önemi son derece büyüktür ki destanlar bu geçiş sürecinde önemli bir basamaktır. Çünkü dil,
temelde sözlüdür. Bu noktada kalıp ifadeler önem kazanır ki destanın dilinde kalıp ifadeler oldukça önemlidir. Nitekim
Karl Reichl bunun altını çizmiş ve “formül halinde ifade”nin metne ait yapının
önemli bir unsuru olduğunu belirtmiştir. Çünkü “formül halindeki ifade sözlü
destanı idare eden geleneklerin bir parçasıdır” (Reichl, 2014, s. 290). Böylece destan kendi diline sahip olur.
Bilindiği üzere destanlar sözlü geleneğin bir parçasıdır. Bu yüzden de belleği
güçlendirmek için kalıplardan yararlanılır. Destan ancak bu şekilde nesiller
boyu aktarılabilir ve toplum için bağlayıcılığı kaçınılmaz olur. Bunu da sözlü
kültürün doğasında yer alan tekrarlama sayesinde gerçekleştirir. Assman’ın da
belirttiği gibi “her bağlayıcı yapının temel ilkesi tekrarlamadır”
(Assman, 2018, s. 23). Çünkü
destanlar sözlü olarak icra edilir ve bu noktada hatırlama son derece
önemlidir. Böylece formül ifadeler önem kazanır ve destanın dilinin temelini
teşkil eder.
Ele aldığım şair Mehmet ERCAN’ın ‘‘Bu Bulut Nereye Gidiyor’’
başlangıcı Nazım Hikmetin Kuvayi Milliye
destanı üzerine yapılmış okuma inceleme yazıma katkısı oldu. Sunulan kaynaklar
açısından yol haritası çizdi.
*EPİK DESTAN
GELENEĞİ BAĞLAMINDA NAZIM HİKMET’İN KUVÂYİ MİLLİYE DESTANINI OKUMAK
Taner TURAN*
Cengiz GÖKŞEN**
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1498002
Destanın konu edildiği mekân ve şiirsel
minimal kesit.
MEKÂNIN ADI ANLATIMI
konya konya bozkırlarında,
Cihanbeyli cihanbeyli
platosunda,
konya konya
göklerinde
karadeniz karadeniz’e
akarken delicoş
kulu kulu, altınekin, sarayönü, ılgın,
kadınhanı toprakları; yaz ortalarında, dibi ateş kalaylı bir kazandı
altınekin altınekin, sarayönü, ılgın,
kadınhanı toprakları; yaz ortalarında,
dibi ateş kalaylı bir kazandı
sarayönü sarayönü, ılgın, kadınhanı
toprakları; yaz ortalarında, dibi ateş
kalaylı bir kazandı
ılgın ılgın, kadınhanı
toprakları; yaz ortalarında, dibi ateş
kalaylı bir kazandı
kadınhanı kadınhanı toprakları; yaz
ortalarında, dibi ateş kalaylı bir
kazandı
konya konya
köylüleri
kızılırmak kızılırmak
sularına
Kaynaklar :
EPİK DESTAN
GELENEĞİ BAĞLAMINDA NAZIM HİKMET’İN KUVÂYİ MİLLİYE DESTANINI OKUMAK Taner TURAN*
Cengiz GÖKŞEN** https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1498002
Assman, J. (2018).
Kültürel bellek. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Banarlı, N. S.
(1997). Resimli Türk edebiyatı tarihi (Cilt 1). İstanbul: Millî Eğitim
Bakanlığı.
Bayat, F. (2006).
Oğuz destan dünyası. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Bezirci, A. (1993).
Nâzım Hikmet -yaşamı, şairliği, eserleri, sanatı-. İstanbul: Evrensel Basım
Yayın. Boratav, P. N. (2016). 100 Soruda Türk halk edebiyatı. Ankara: BilgeSu
Boratav, P. N.
(2017). Folklor ve edebiyat -I-. Ankara BilgeSu.
Çobanoğlu, Ö.
(2011). Türk dünyası epik destan geleneği. Ankara: Akçağ Yayınları.
Elçin, Ş. (2010).
Halk edebiyatına giriş. Ankara: Akçağ Yayınları.
Reichl, K. (2014).
Türk boylarının destanları. (çev. Metin Ekici). Ankara: Türk Dil Kurumu
Yayınları.
Yıldırım, D.
(2016). Türk bitiği. Ankara: Akçağ Yayınları.
Bu yapıt bana ne diyor? (Pozitif Psikoloji Eleştirisi)*
GİRİŞ
Şairler bütün insanlardaki ortak
istek ve ruh haletlerine sahip olmakla birlikte, onlardaki normal ve patolojik
ruh halleri ve algılama farklıdır. Onları şiire iten sanatsal, sosyal ve ferdi
nedenleri sayalım. Stres, tutku, yabancılaşma, yanılsama, yansıtma, dini,
felsefi, psikolojik ve sosyal kaçış, izleme, itici uyarıcı, içe bakış, kaygı
korku, mizaç, nesne algılamaları, değişim, psikoanaliz, psikodrama, ruh
çözümlemesi, sosyal uzaklık, dürtü, düş, düşünce, görsel gerçeklik, gözlem,
haz, huzursuzluk, aksiyon potansiyel, aksiyon, aktarım, çatışma, ayıklama,
belirginleştirme, bilinç alanı, çağırışım, duyum, duygu, duyuş.” (Uç 2007: 262)
Bugüne kadar şiir ve psikoloji üzerine
yazılan makale ve inceleme yazılarının dışında farkındalık olmasını amaçladığım
ve Şiirde Pozitif Psikoloji Eleştirisi üzerine ilk inceleme olacak. Bu
inceleme Sanatta ve Edebiyatta Pozitif Psikoloji Eleştirisi olarak
güncellenip alt başlıklar oluşturmak mümkün.
‘‘Psikanalitik edebiyat kuramı
sanatçının ‘kimliği’ ve yapıtının ‘ne’ olduğu konusunda bir ‘iç’ bakışı
gerçekleştirmek için, Freud’un öncülüğünde keşfedilen ve daha sonraki
psikanaliz ekollerinin geliştirdiği kavramları, özellikle de bilinçaltının
çalışmasına ilişkin ilkeleri kullanır. Psikoloji, insan zihin ve davranışları
üzerinde çalışarak, bireyin ruhsal patolojik taraflarını tespit ve tedavi
etmeye çalışan bir bilimdir. Bu bilim, özellikle kişinin davranışların
temelinde yer alan süreçleri bilimsel olarak inceleyen bilim olarak tanınır.
Psikoloji, insan üzerine yoğunlaşan bir bilim olup bu yönüyle edebiyatla yakın
ilişki kurar. Freud’un psikiyatriye kazandırdığı dinamik bakış açısı olan
psikanaliz, klasik psikanalitik kuram (Freudyen), Lacancı psikanaliz, analitik
psikoloji, bireysel psikoloji, kendilik psikolojisi, nesne ilişkileri teorisi,
kişilerarası psikanaliz, modern psikanaliz vb. akımlarla günümüze kadar
gelmiştir. Psikanalitik okulların hemen hepsinin ortak özelliği, Freud’un
klasik psikanalitik kuramından az veya çok yararlanmalarıdır. Temelinde
Freud’un tespit ve düşüncelerinin bulunduğu psikanaliz, Carl Gustav Jung,
Alfred Adler, Heinz Kohut, Karen Horney, Margaret Mahler, Melanie Klein, Rollo
May, Jacques Lacan vb. psikanalistlerin çalışmalarıyla gelişimini sürdürmüştür.
Psikanalitik edebiyat kuramı, psikanalizin verilerinden yararlanarak sanatçının
ve edebî yapıt karakterlerinin tahlilini yapmayı amaçlar. Bu kuram sanatçının
ve yapıtındaki karakterlerin davranışlarını ve bilinçaltı taraflarını
inceleyerek, onların iç dünyalarını ortaya koymayı hedefler. Yazarı yapıt vermeye
zorlayan temel unsurlardan biri bilinçaltındaki dürtülerdir. O, bastıramadığı
isteklerini eserleri vasıtasıyla tatmine çalışır. Sanatçının nevrotik yapısı
dikkate alındığında, onun bilinçaltına itilmiş, hapsedilmiş istekleri,
korkuları, başarısızlıkları ve dürtüleri, genel olarak eseri ile açığa çıkar.
(https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/910924)’’
Oysa çok farklı bakış ve yorumların çıkması
için sanatçının eserini nasıl ortaya çıkardığından bahsetmek istiyorum. Bu
yazımın yeni bir eleştiri getirmesini ve yoruma açık olduğunu bilerek devam
etmek istiyorum. Oluşumsal
Yapısalcı Yönteminin Pozitif Psikoloji
Yönlerini keşfetmek.
(...devamı sonraki sayıda yayımlanacak)
Gül
Yıldız Ermiş
TEMMUZ
AKŞAMLARI
Şairler biraz kül biraz duman
Geldiği vakit temmuz akşamları
Kekremsi bir tat verir hayat
Yaşamaksa ölümden ağır.
Yaslı sokağın sönmeyen yangını
Ansızın cenkle dövüşen kötürüm eller
Başka gözlerde kaybolunur belki
Rüyalara girer geyikli orman.
Musalla taşında çırpınan serçeler
Temize çekilir mi hiç kara yazgı
Çocuktu aynalara küskün yüzüm
Yürümeyi acıyla öğrendim.
Lazizbek Raximov
VEDA
En
uzun, en sessiz gece bu
Sükûnet
şu anda bozulmuş.
Gidişim
sezerek gökte ay
Bu
gece değişik göz süzmüş.
Gözlerim
seninle körleşir
Yüzünde
incelik denizi.
Ne
sebep bu gece boyanmış
Yanağın
nar gibi kırmızı.
Yolumu
nurlandır ey melek
Yalnız
sen kalbimin çırağı.
İlhamım
coşanda sen oldun
Akşamda
güneşin ışığı.
Bu
akşam pencerem yanından
Demeye
acizim sözümü.
Sevdiğim
yoldaşım ol sana
Kaldırdım
sen için izimi.
Işık
saç nurunu azaltma
Belki
de gönlünü açarsın.
Ben
gidip kaldığım mekânda
Ben
için yeniden parlarsın.
Musa Öz
ŞU LALE VAR YA
KIRMIZIDAN ALIR KOKUSUNU
Bir yosma sevdim
milattan sonra, beyaz atlar krallığında
Şu lale var ya, şu
dağ lalesi, kırmızıdan alır kokusunu
Ne yapıp edecek
beni öpecek bu çocuk, derdi kız içinden
Oğlan görebiliyordu
ondan öteleri, daha öteleri de
Ateşini beslerdi
ikisi de arıların göğe çizdiği sürmelerin
Komşum sayılardı
avluları, o kızların da, o şiirlerin de
Hesabını tut derdi
ağaran yamaçlarının kareli defterlerine
Dökme şimdi orta
yere söküklerini göçüklerini
Bir yosma sevdim
milattan sonra, beyaz atlar krallığında
Uzatırdı, çok
uzatırdı karatavuk rengi saçlarını
Deli deli
gülmelerini, kapatır mı diye belki erotik düşlerini
Şu lale var ya, şu
dağ lalesi, kırmızıdan alır kokusunu
Mendilimde mavi
olur, gümüş olur, mendilimde nar olur
Hülyalı bir
kızcağızdı o bir kere, pasaklı, uzun gölgeli
Ne zaman baksa ay
penceresinden, tutuşurdu yorganı döşeği
Yan yatardı
sofalarında hüzün, bir zambak hafifliğinde
O yıllardan
geliyorum işte, şapkalı sözler krallığından
İyi bir at
binicisiydim, havuz ve üçgen hesabını bilen
Çoğu kez yol
haritası olsun diye serer ipe kızlar çamaşırlarını
Ah, iki çiçeği
överim, biri mahtıbar, diğeri ayvadana
Bir yosma sevdim
milattan sonra, beyaz atlar krallığında
Bilgi Şakar
GENÇ ÖĞRETMEN-BEDEL
Nihayet beklediği gün
gelmiş ve üniversiteyi bitirmişti. Artık o bir öğretmendi, bir eğitim
neferiydi. Mezuniyet töreninde öyle mutlu öyle mutluydu ki içi içine
sığmıyordu. Bu motivasyonla kendini dünyayı kurtaracakmış gibi güçlü ve kararlı
görüyordu. Diplomasını aldıktan sonra tayini serhat ilimiz olan Erzurum'un bir
dağ köyü olmuştu. Vatanın her köşesi onun için değerliydi, neresi olsa giderdi
ve büyük bir gururla görevini yapardı. Büyük bir heyecan taşıyordu. İçi içene
sığmıyordu. Zaten kendisi de buraların çocuğuydu, doğduğu büyüdüğü ekmeğini
yiyip suyunu içtiği memleketine borcunu bir nebze olsun ödemeye çalışacaktı. Çocukluğundan
beri üç mesleğin hayalini kurardı. Birincisi hukukçu olmaktı. Gördüğü
haksızlıklar onda bir hukukçu olma isteği uyandırıyordu. İkincisi cevval bir
gazeteci olmaktı. Bununda sebebi diğeri ile aynıydı. Haksızlıklara karşı durmak
halkın sesi olmak. Üçüncüsü ise öğretmen olmaktı. Aslında bu üçüncüsü hepsini
kapsıyordu. İçindeki adalet duygusunu öğrencilerine aşılayacak, onlara
korkularını yenmeyi öğretecek ve haksızlığa uğramış herkese yardım etmeyi ve
aslında çocuklara insanların haklarına saygı göstererek yaşamaları için
kılavuzluk edecekti. Çünkü çocukları eğitmek, yetişkin insanların yanlışlarını
düzeltmekten daha kolaydı. İşte istediğini başarmıştı. İdealist genç
öğretmenimiz, gerçekleştirmek için aklında sayısız umut taşıyordu. Yaz tatilini
sevdikleriyle geçirdi Erzurum'da. Artık görev yerine gitme zamanı gelmişti,
hazırlıklarını yapıp tayini çıktığı köye gitmesi gerekiyordu. Ailesinden çok
uzak olmayacaktı ama her hafta sonu veya her ayda gelemeyebilirdi baba ocağına.
Erzurum kışları çok zor geçen soğuk bir memleketti, çok kar yağar ve çoğu köy
yolu aylarca kapanırdı.
Hem ha deyince de araba
bulunmazdı, şu anda kendisine bir araba alacak durumu da yoktu. Sabah erkenden
hazırlıklarını bitirdiler. Artık yola çıkmaya hazırdılar. Sırtında yorgan döşek
yastığı ellerinde birkaç çantayla ilçenin küçük meydanına indiler. Biraz eskice
bir minibüsle yolculuk edeceklerdi. Minibüsün içi tıka basa doluydu, biraz da
kendisi için eşya almıştı fakat bunlar nereye yerleşecekti bilmiyordu. Yorgan
döşek yastık bir bavul ve annesinin hazırlamış olduğu birkaç eşyadan ibaretti
bütün her şeyi. Gelip gittikçe de tamamlayacaktı eksiklerini. Çok uzak bir yere
gitmiyordu sonuç olarak içi kıpır kıpırdı. Bir yandan da orada tek başıma ne
yapacağım, alışabilecek miyim, diyerek içi sıkılmıştı. Keşke daha önce gidip
köye bir ziyaret etseydi biraz insanları tanısaydı. Yapacak bir şey yoktu yaz
boyu tarla bahçe işlerinde çalıştığı için uygun bir zaman bulamamıştı. En değer
verdiği şeyleri kitaplarını yanında götürüyordu. Kitaplar ona orada yarenlik
arkadaşlık edecekti. Şimdiki gibi ne
internet ne de telefon yoktu bu yüzden elinin altında yıllardır biriktirdiği
kitapları vardı onlardan faydalanacaktı. İlk öğrencilerini, ilk okulunu, ilk
köyünü, ilk görev yerini çok merak ediyordu. Öğrencilerinin sayısını bilmiyordu
ama bolca kalem silgi bir de şeker almıştı onlara. Yüzlerindeki masum
gülümsemeyi görmek için çam sakızı çoban armağanı idi şimdilik. Cebinde parası
yoktu bunların parasını da yine anne babası vermişti. O bir maaşını alsın ne
isterlerse onlara alacaktı. Hem ailesi hem kendisi yıllarca bunun için emek
etmişti. Şimdi emeklerini karşılığını alacak ve öğretmen olacaktı. Ve ülkesinin
aydınlık geleceğini kurmak için elinden gelen bütün çabayı gösterip
çalışacaktı. Şoförün sesiyle irkildi. Uzun bir yolculuk oldu çünkü gittikleri
yol çok bozuktu eski minibüs kadar yollar da onları zorlamıştı. Köye
vardıklarında akşam olmaktaydı. Çünkü minibüs bir yerde arıza yapmış ve uzun
bir süre orada beklemek zorunda kalmışlardı.
Köy halkı, bir tane
öğretmenin geleceğini biliyorlardı ama ne zaman geleceğini bilmiyorlardı. Ne
yazık ki bu memlekete her zaman öğretmen gelmez veya gelen öğretmen çok fazla
durmazdı. Zor şartları olan bu yerde dışarıdan gelen insanlar burada yaşamaya
bir türlü alışamıyorlardı. Hele sıcak memleketlerden gelen insanlar için çok
daha zordu. Fakat bu öğretmen kendi bağrından çıkmış bir insandı. Zorlu
kışlarını, yokluğu bozkırı iyi tanıyordu. Bozkırın çocuğuydu o. Ellerinde
eşyalarla muhtarı sormaya başladılar. Biraz yürüdükten sonra bir kahve gördüler
ve ellerindeki eşyaları bir masanın üzerine bırakarak muhtarı sordular.
Kahvede oturan insanlar
yanlarına toplanmaya başladılar. Hoş geldin, beş gittin, kimsiniz,
kimlerdensiniz, nereden geldiniz gibi sorular sormaya ve misafirlerini tanımaya
çalıştılar. Babası ve oğlu köye şöyle uzaktan bir göz gezdirdiler. Köy biraz
kıraçtı etrafı alabildiğine görünüyordu ta uzaklarda orman vardı. Diğer yandan
gökyüzünü delmek istercesine uzanan dağlar boy gösteriyordu.
Köyün içinde çok fazla
ağaç yoktu. Zaten bağlar bahçelerde sararmıştı. Erzurum’a erkenden soğuklar
gelir. Yaz çok kısa sürerdi. Hemen sıcak iki çay geldi önlerine. Yaz kış
ilkbahar sonbahar sabah akşam sıcak soğuk fark etmez çay milli içeceğimizdir
bizim. Her yerde olduğu gibi burada da misafirperverlik en ön safhadaydı. Genç
öğretmen kendisini tanıttı bu köye atandığını ve öğretmen olduğunu söyledi.
Yanında dağ gibi duran bu kişinin de babası olduğunu söyledi. Kahvedekiler çok
mutlu olmuştu çünkü geçen yıl öğretmenleri tam olarak orada kalmamış çocuklar
yarım yamalak bir eğitim almışlardı. Köşede oturmuş çayını ağır ağır yudumlayan
hayli görmüş geçirmiş biri seslendi. “Sen de senenin ortasında çocukları
bırakıp gidecek misin, söyle de bilelim, çok sevinmeyelim yeğen.” dedi
kendinden emin olarak. Genç öğretmen bir an afalladı sonra kendini toparladı.
Gidip köşede oturan kişinin elini öptü. Bu köye ve bu ülkeye hizmet edeceğini
müsterih olmalarını istedi. O kişi de onun sırtını sıvazladı. Genç adamın
söyledikleri hoşuna gitmişti. Muhtar elinde şapkası ayağında boyasız bir
ayakkabı ve üzerinde çok da yeni olmayan bir takım elbiseyle yanlarında
belirdi. Adını söyleyip kendisini tanıttı. Misafirleri çok sıcak karşıladı, ne
de olsa o bu köyde devleti temsil ediyordu. “Hoş geldiniz. Şeref verdiniz.”
dedi. Genç öğretmen kendisini tanıttı ve bu köye yeni atandığını anlattı.
Muhtar bundan çok memnun olmuştu. Çocuklar okuldan geri kalmayacak eğitim
öğretim aksamayacaktı tüm istekleri buydu köy halkının.
Muhtar, okulun yanında
bir lojman olduğunu söyledi. Bu gece onları kendi evinde misafir edeceğini
yarın da gidip lojmana yerleştireceği ve onlara yardımcı olacağını söyledi.
Anadolu’da adet böyleydi
bir köye gittiğinizde mutlaka biri sizi misafir ederdi. Bu muhtar olabilirdi
veya köyün ileri gelen biri olabilirdi veya herhangi köy halkından biri. Bu
harika bir gelenekti gelen kişi kendisini yalnız hissetmiyor en azından
birisiyle sohbet edecek fırsat buluyordu. Kahveden birkaç kişiyle birlikte genç
öğretmenle eşyaları alınıp muhtarın evine doğru yürümeye başladılar. Demek
artık bu yolları yürüyecekti. Bu köyün suyunu ekmeğini yiyecekti. Yıllardır
dirsek çürütmüştü kendini yetiştirmek için. Şimdi sıra ondaydı, o ülkesinin
çocuklarını yetiştirecekti.
Bu arada meraklı ve
gözlemci gözlerle köyü incelemeye başlayan genç öğretmen kendi köyünü ve kendi
yaşadığı ilçenin aksine buranın çok kıraç ve ağaçsız bir yer olduğunu gördü.
İçinden “Her yeri ağaçlandırabilirim.” diye düşündü içinden. İlk yapacağı şeyi
bile bulmuştu. Evet, genç olmak harika bir şeydi. Bir de hayalleri vardı ve
bunları gerçekleştirmek için de gücü ve zamanı. Böyle düşünürken muhtarın evine
gelmişlerdi bile.
Muhtarın eşi onlar için
bir sofra hazırlamıştı. Hem çok yorulmuşlardı hem de çok acıkmışlardı, çünkü
çok zaman kaybetmişlerdi yolda. Hoş beşten sonra elini yüzünü yıkayıp sofraya
buyur edildiler. Yedikleri içtikleri her şey lezzetli çok güzeldi. Çok
yorulmuşlardı, birkaç bardak çay içtikten sonra uyumak istediklerini ve nerede
uyuyabileceklerini sordular. Muhtar hemen onlara hazır olan misafir odasına
buyur etti. Baba oğul dantel örgülü yastıklara ve yer yatağına başlarına koyar
koymaz uyudular, her şey için teşekkür ettikten sonra. Kuş gibi hafif uyandılar
çok güzel uyumuşlardı.
Horozların sabah
olduğunu haber veren sesiyle uyandılar. Hayat çoktan başlamıştı, tavuklar,
civcivler dışarıda dolaşırken bunlara inek ve kuzu sesleri eşlik ediyordu. Ev
sahipleri kalkmış hayvanları ile ilgilenmiş hatta kahvaltıyı bile
hazırlamışlardı. Misafirlerin kalkmasını bekliyorlardı. Misafirler elbiselerini
giyindikten sonra dışarıya çıktılar. Mis gibi havayı ciğerlerine çektikten
sonra köyün muhtarı onları kahvaltı sofrasına buyur etti. Her şey tastamamdı
tereyağı, bal, fırında pişmiş ekmek, peynir daha ne isteyebilirlerdi ki. Burada
Anadolu’da en iyi şeyler misafirler için çıkarılır hatta kendileri yemez
misafirlere yedirilirdi.
Mis gibi kokan bir çay, odanın tam merkezine
kurulmuş bir yer sofrası ve güler yüzüyle ev sahiplerinin onlara gösterdiği
ilgi ve alakaya istinaden onlar da sofraya geçip karınlarını doyurdular. Oğlunu
evine yerleştirip eksiklerini tamamlayıp bir iki güne kadar babasının geriye
dönmesi gerekiyordu. Kahvaltının hemen arkasından muhtardan onları lojmanına
götürmesini ve okulu gezdirmesini rica ettiler. Birkaç kişiyle beraber eşyaları
da alarak okula doğru yürümeye başladılar. Vatanın her karışında ay yıldızlı
bayrağın dalgalanıyor olması insana müthiş bir güç veriyordu. İşte oradaydı ve
bütün güzelliği ile dalgalanıyordu okul da yanı başındaydı. Yıllarca kendisi de okumuş ve okullardan
mezun olmuştu, şimdi o bayrağın altında olmanın hakkını vermeli ve kendisi de
ileride iyi insanlar olacak çocukları yetiştirmeliydi. Özgürlüğün sembolü olan
bayrağımıza bakarken gözleri dolmuştu. Okul binası çok küçük görünüyordu. Merak
içindeydi. Muhtar elindeki anahtarla okulun yanındaki kapıyı açtı eşyalarını içeriye
koydular. Genç öğretmen okulunu çok merak ediyordu. Okulun kapısına yöneldiler.
Bu kapı genç öğretmen için çok anlam ifade ediyordu. Bu kapı yıllarca kurduğu
hayalin gerçek olduğu yere açılıyordu. O artık eğitim ordusunun bir neferiydi.
Okulun kapısını açtılar. Bakımsız, boyaları dökülmüş, toz toprak içinde kalmış,
sıraları eski iki göz odadan ibaretti. Her yanı örümcek ağları sarmıştı. Hem okulu hem de insanların kafalarındaki
tozu toprağı örümcek ağlarını temizlemek için gelmişti buraya genç öğretmen ve
onun gibi binlercesi. Duvarda asılı kara tahta vardı. İşte bu kara tahtayla
dünyayı aydınlatacaktı genç öğretmenler. Şartlar ne kadar zor olursa olsun bir
öğretmen için bunları düşünmek en doğal şeydir. Çünkü o bir güneş gibi
aydınlatmaya gelmişti buralara. Her şeyi halledebileceğini düşündü. Köylülerle
konuşarak bu okulun eksiklerini tamamlayabilirdi. Evet, ilk okulunu görmüştü, içeriye
girmişti artık o bir öğretmendi. Öğrenciliği bitmişti ama öğrenme işi asla
bitemezdi. Öğrenmeyi bırakan kişi kimseye bir şey öğretemezdi. Öğrenmek bir
ömür boyu süren bir eylemdi. Artık
vatana ve millete hizmet etme zamanı gelmişti. Kapıyı açık bıraktılar, artık o
kapı hiç kapanmayacaktı. Okulun çevresini dolaşmaya başladılar. Bir yandan da
muhtar ona okul hakkında bir şeyler anlatıyordu.
Okulun içi küçüktü ama
bahçesi genişti. Göndere çekilmiş ay yıldızlı bayrağa hayran hayran baktı.
Bütün ömrünce okula gitmişti, bayrağımız her göndere çekilirken ve İstiklal
Marşı eşliğinde gür sesiyle ve onurla gururla onu izlemiş milli marşını okurken
de her vatan evladı gibi “Emanetiniz biz de canımız pahasına koruyacağız.” der
gibi göğsünü kabartarak okurdu. İyi bir öğrenciydi, çalışkandı. Hep öğrenci
olarak okulda bulunmuştu şimdi o bir öğretmendi ve ilkokulu da burasıydı.
Yanında mevzuata uygun büyüklükte olan şanlı bayrağımızı da getirmişti. Göndere
çekilmiş olan bayrak yer yer kopmuştu onu değiştirip şerefle göklerde
dalgalandıracaktı.
Bahçedeki Atatürk
büstüne bakarken iç geçirdi. Boyaları dökülmüş ve hayli bakımsız kalmıştı.
Büstü en kısa sürede boyayacak gerekli tamiri yapacaktı. Sevgili Ata'mız ona bu
değerli vatanı bırakabilmek için ömrünü harcamıştı. Onu tekrar rahmet ve
minnetle andı. İçinden "Vatanını en çok seven görevini en iyi
yapandır." cümlesi geçti. O bu cümleye hayat verecekti. Bu cümle onun ışık
cümlesi olacaktı ona yol gösterecekti. Hem bir köyde öğretmenin görevi sadece
öğrencilere eğitim öğretim vermek değildi öğretmen o köydeki ilimdi, bilimdi,
bilirkişiydi, yol göstericiydi.
Okulun yan tarafındaki lojmana geçtiler
birlikte. Bir oda bir mutfak banyo tuvaletten oluşan lojman çok iyi durumda
değildi. Ama bir boya biraz temizlik biraz tamirle düzeltilebilirdi. Genç
öğretmen muhtardan evi temizleyecek birilerinin olup olmadığını sordu. Kendisi
de boya ve badanasını yapabilirdi. Okulların açılmasına bir hafta kaldığı için
bütün eksiklerini tamamlaması gerekiyordu hem okulun hem de lojmanın. Saat geç
olduğu için babası bugün artık gidemeyecekti lojmanın hali de ortadaydı. Burada
da kalamazlardı. Muhtar yine onları evine davet etti sıkıla sıkıla gittiler.
Şimdilik gidecekleri başka bir yer yoktu. Yarın hemen temizlik işinin
halledilmesi gerekiyordu. Birkaç hanımefendiye haber salındı lojmanı
temizlemeleri için. Hanımlar silip süpürdüler lojmanı. Burada boya bulamazdı
fakat kireçle hem okulu hem lojmanı tertemiz yapabilirdi. Okul için başka başka
projeleri de vardı. Hem yaşayacağı yeri hem de çocuklarla birlikte olacağı yeri
yaşanılabilir yapıp eğitim öğretime başlayacaktı. Babası ve birkaç kişi de ona
yardım ediyordu. Ellerine el yapımı koca süpürgeleri alarak ortalığı
toparlamaya çalıştılar. İçeride altı tane hanımefendi temizlik yapıyordu.
Kafasındaki planlar yaptığı işlerden önde gidiyordu. İşler hemen bitsin istese
de öyle kolay değildi.
Hem okulun hem evin çok
eksiği vardı, keşke minibüse atıp her şeyi getirebilselerdi. Muhtar bunları
kafasına takmamasını onları bulacağını ona her konuda yardımcı olacaklarını
söylüyordu sık sık.
İlçeye gidebilseydi ama
okullar açılacaktı buradaki işleri bir hafta içinde halledemezse geri gitmesi
mümkün değildi. Eksikler de zamanla tamamlanacaktı.
Okula ve eve biraz çeki
düzen verdikten yani en azından tozu toprağı silip süpürdükten sonra muhtarın
eşlik etmesi ile eve geçtiler. Muhtarın evine. Muhtar köye gelen kişileri ağırlamaya
eşi de onun için hazırlık yapmaya zaten alışkındılar. Genç öğretmen ve babası
zahmet verdiklerinden bahsettikçe böyle söylemeyin, “Siz bizim için geldiniz
buraya.” diyerek onları rahatlatmaya çalışıyordu.
Genç öğretmenin mutlaka
bir düzen kurması gerekiyordu. Kendi ayaklarının üstünde durmalıydı. Kendi işlerini
yapabilmesi gerekiyordu. Üniversite yıllarında da kendi elbiselerini yıkar,
ütüler az da olsa kendi yemeğini yapabilirdi. Evet, biraz zor olacaktı çünkü
burada her şeye ulaşmak zordu, şehir gibi değildi, her istediğini gidip
alamazdı ama buna da alışabilirdi, başarabilirdi. Ev sahiplerine teşekkür
ettikten sonra uyumak için odalarını çekildiler. Babası genç oğluna çiçeği
burnundaki öğretmene birkaç öğüt vermek istedi. Babası oğluyla gurur duyuyordu
ama biraz da endişe ediyordu. Yarın sabah belki bu fırsatı bulamayabilirdi.
“Oğlum öncelikle hem annen hem ben seninle gurur duyuyoruz. Artık genç birisin
okudun mesleğini eline aldın. Ülken için çalışıp onu yüceltmelisin, bu artık
senin görevin. Görevini en iyi şekilde yap. Onurunu koru. İnsanlara elinden
geldiğince yardımcı ol. Unutma bu okuldaki en aydın insan sensin. Her durumda
köydekilere örnek olmalısın. Yine de iyi tanımadan insanlarla çok samimi olma
bir mesafe koy. İnsanları tanımaya çalış ve insanlara faydalı olmaya çalış. Bir
ihtiyacın olursa bize hemen haber yolla, müsait oldukça ilçeye gel özletme ama
görevini de aksatma. Biz de seni ara sıra ziyaret etmeye geliriz oğlum ama bir
aksilik olursa mutlaka bize haber ver her zaman senin yanındayız. Ama bu
çocukların da bu köyün de her zaman bir öğretmene ve senin gibilerine ihtiyacı
var. Bu şanlı bayrağın dalgalandığı her yer vatandır oğlum.” dedi gözleri
dolarak. Genç öğretmen ve babası sarıldı, oğlu babasının nasırlı ellerini öptü
babası da önce gözlerini sonra alnını öptü. Alnın açık olsun diyerek. İkisi de duygusal anlar yaşadı. Genç öğretmen
idaelleri olan hayalleri olan biriydi. O da yıllarca vatanına hizmet etmek için
öğretmen olmayı istiyordu, şimdi bu fırsatı ele geçirmişti elinden gelen her
şeyi yapacaktı elbette ki kolay değildi ama şartlar ne olursa olsun bunu
başarması gerekiyordu. Ve o bayrak hep orada gökyüzünde dalgalanacak okul her
zaman açık olacaktı. Gelecek nesilleri yetiştirecek idealist öğretmenler
olacaktı.
Gece karma karışık rüyalar gördü.
Uyandıklarında yine ev sahibinin kahvaltıyı hazırlayıp onları beklediğini fark
ettiler. Ne babası ne de oğlu muhtar ve ailesinin onlara yaptığı bu iyilikleri
asla unutmayacaklardı. Hemen giyinip çıktılar bugün babasını yolcu etmesi gerekiyordu.
Çünkü her gün minibüs yoktu burada. Kahvaltıdan sonra babası oğluyla vedalaştı,
“Dediklerimi unutma! Kendine de iyi bak.” diye tembihledi. Babasıyla birlikte
minibüsün kalkacağı yere kadar gittiler, muhtar da onlara eşlik etti. Babası
genç öğretmeni muhtara emanet etti, ona göz kulak olmasını istedi. Kendi adını
adresini her şeyini yazdırdı eğer ilçeye gelirse mutlaka ona uğramasın da
istedi. Orada bir kapıları olduğunu hatırlattı. Her şey için teşekkür ettikten
sonra oğluna birkaç kez sarıldı. Oğlunu yalnız bırakmak ona zor geliyordu ama
başka yapacak bir şey yoktu. Oğlu artık o yetişkin biriydi ve görevinin başında
olması ve kendi ayakları üzerinde durması gerekiyordu. Genç öğretmene başarılar
diledikten sonra minibüse bindi. Minibüs ağır ağır gözden kaybolmuştu. Genç
öğretmen artık burada yalnızlığın ve kendi başının çaresine bakmayı öğrenecekti
Köy halkının yardımıyla kısa bir süre içinde hem okulu hem de kendi kalacağı
lojmanı derleyip toparlamışlardı.
Kırık olan şeyler tamir
edilmiş, eskimiş olanlar ya boyanmış düzenlenmiş ve temiz hale getirilmişti el
birliği ile. Pazar gecesi bir türlü
uyuyamadı çok heyecanlıydı pazartesi günü öğretmenliğinin ilk günüydü,
çocuklarla ülkesinin aydınlık yüzleri ile tanışacaktı. Çok mutlu bir o kadar da
heyecanlıydı az da olsa biraz da tedirginlik vardı üstünde. Teorik olarak her
konuya hâkimdi ama ilk pratiği ilk deneyimi olacaktı. Öğrencileriyle
buluşacaktı. Her şey onun için ilkti. Meslekteki ilk tayini, ilk köyü, ilk
öğrencileri, ilk okulu, ilk günü…
Sabah olmak bilmiyordu
sağa döndü sola döndü en sonunda uyuyabilmişti.
Uyandığında Güneş
doğmuştu. Kalktı yüzünü yıkadı, tıraşını oldu, mezuniyet için aldığı ve tek
takım elbisesi olan pantolon ve ceketi giydi, mesleğinin ilk gününe hazırdı.
Aynada kendine baktı çok iyi görünüyordu. Okula geldi, okulun kapısını ardına
kadar açtı. İçinden bu kapı artık hiç kapanmayacak diye geçirdi. Eğitim öğretim
yılının hem kendisi için hem de çocuklar başarılı sağlıklı ve güzel için
geçmesini diledi.
Okul çocukları, çocuk cıvıltılarını,
öğretmenin sesini, kara tahtadaki tebeşir sesini, hep bir ağızdan söylenen
türkülerin şarkıların müziğin sesini en çok da bayrağı göndere çekerken coşku
ve onurla söylenen İstiklal Marşı’nı duymayı bekliyordu. Sıralara baktı boştu az sonra hepsi
dolacaktı. Öyle umut ediyordu. Pazar günü öğretmenin isteğiyle muhtar köye
haber salmış kahvede belki de ilk veli toplantısını yapmıştı. Okul yaşındaki
her çocuk okula gelecekti. Okulda bir öğretmen vardı bu yüzden birleştirilmiş
sınıf olarak çalışacaktı.
Bakalım öğrencileri
kimlerdi? içeriyi kolaçan etti, her şey yerli yerindeydi, her şey hazırdı.
Öğretmen masası, sıralar, tahta, duvarda asılı duran şeref köşesi… Hepsi
çocukları bekliyordu. Ve öğretmenleri okulun kapısının önünde çocukların gelmesini
bekliyordu. Okul kıyafetleriyle birer ikişer çocuklar gelmeye başladı. Kısa bir
süre sonra herkes hazırdı. Yaklaşık yirmi beş öğrencisi olacaktı ama ilk gün
yirmi iki öğrencisi gelmişti. Güzel bir sıra yaptı bahçede. Okulun ilk günüydü
ve ilk bayrak merasimi yapılacaktı. Çocuklarla selamlaştıktan sonra yeni eğitim
öğretim yılı için başarılar dilendikten ve eğitim öğretimin önemi üzerine kısa
bir bilgilendirme konuşmasından sonra bayrak törenine geçildi. Öğrenciler,
veliler ve genç öğretmen hazırdı. Gür bir sesle İstiklal Marşı'mızı okumaya
başladılar. O sırada iki öğrenci de ay yıldızlı bayrağımızı göndere
çekiliyordu. Bütün çabamız bu vatanın semalarında o bayrak hep dalgalansın
diyeydi. Evet, bu bayrak Türkiye'nin ülkemizin her yerinde her beldesinde her
karış toprağında dalgalanacaktı. O öyle bir bayraktır ki rüzgârlar onun önünde
başını eyerdi. O ay ve yıldızın her zaman göklerde olması gerekirdi. Ve bunun
için geç öğretmenlere ve idealist insanlara ihtiyaç vardır.
Törenin ardından
çocuklar sırayla içeriye girdi. Çok heyecanlıydı ona utangaç ama meraklı
gözlerle bakan öğrencileri ile sınıftaydı. Tarif edilemeyecek kadar güzel bir
duyguydu bu. Öğrencilerine göreve yeni başladığını, mutluluğunu heyecanını
anlattı. ilk gününü, ilk dersini birlikte işleyeceklerdi. Tanışmaya geçtiler,
kendisinin de bu toprakların bir evladı olduğunu söyledi. Öğrenciler sırayla
kalkıp kendi ile ilgili bir şeyler söyledi ve kendilerini tanıttılar. Genç
öğretmen hepsini dikkatlice dinledi. Bunlar işte bunlar Türkiye'nin geleceği
olacaktı. Tanışma bitince öğrencilerine yıl boyunca neler yapacaklarından
bahsetti. Tek öğretmen olduğu için birleştirilmiş sınıfta her sınıf için ayrı
ayrı çalışmalar yapmak gerekiyordu. Bütün öğrencilerini ayrı ayrı çok sevmişti.
Hepsinin gözlerin ışıl ışıl parlıyordu. İlk gün tanışma neler yapılacağı
konuşmakla geçmişti. Günlerce hayalini kurduğu ilk gününü tamamlamıştı çok
mutluydu. Çocuklar bir harikaydı, bazı eksiklikler olsa da günler günleri
kovaladı ve hem öğrenciler hem de öğretmenleri birbirine alıştı.
Kış gelip çatmıştı.
Buraların kışı çok daha uzun soğuk olur ve insan boyunca kar yağardı. Hele bir
de tipi oldu mu o kadar zor olurdu ki burnunuzun ucunu dahi göremezdiniz. Göz gözü görmezdi yollar kapanırdı aylarca
arabalar çalışmazdı. Burada yaşayanların her türlü hava koşullarını hazır
olmaları gerekiyordu. Burası bir dağ köyüydü merkeze uzaktı, bir işiniz olsa
bir hastanız olsa işiniz gerçekten zordur.
Burada yaşamak için çok
çabalamaları gerekiyordu. Yazdan hazırlık yapmak gerekiyordu. Genç öğretmen de
odun kömür soba derken hem okulda hem de lojmanı ile ilgili hazırlık yapması
gerekiyordu. Şartlar zor olsa da bu
insanlar bir şeyler yaptığı için ve faydalı olduğu için kendisini çok mutlu
hissediyordu. Bazen kendini yalnız hissetse de ona kitapları ve öğrencileri ve
köyde tanıştığı birkaç genç arkadaşlık ediyordu.
Kış gelmişti ve geceler
gerçekten uzun ve çok soğuk oluyordu. Lojmanını ısıtmak hayli zor oluyordu.
Soba söndüğü an evin içi buz gibi oluyordu. Yollar açık olduğu zaman hafta
sonları ilçeye gidip ihtiyacı olan şeyleri getiriyordu. Hem de ailesi ve
tanıdıklarla özlem gideriyordu. Özellikle kış gecelerinde uzunluğundan ve
soğukluğundan dolayı birkaç battaniye ve bir yorgan daha getirmişti. Çünkü
burası gerçekten soğuktu, tek başına yaşıyordu, hasta olmak istemiyordu eğer o
hasta olursa öğrencileri yine okula gelemeyecekti. Zaten geçen yıldan çok
eksikleri var her öğrencisiyle ayrı ayrı ilgileniyordu. Gördüğü eksikliklere
göre onlara göre plan hazırlıyordu. Köyde yapacak fazla sosyal aktivite yoktu.
Köy odasında uzun kış gecelerinde toplanıp bazı oyunlar oynanması ve çay
içilmesinin dışında tabi. Köyü ve
köylüleri tanımak olan bitenden haberdar olmak için arada kahveye uğruyordu. Köyün sırtlarını dayadığı başı dumanlı
heybetli yalçın dağlara baktıkça hem kendini çok güçlü hissediyor hem de
yalnızlığını iliklerine kadar hissediyordu. Aylar geçti o köye köy ona
alışmıştı. Öğrencileri ile iyi bir bağ kurmuş ve öğrencilerinin tamamı okula
devam ediyordu. Birinci dönem bitmek üzereydi, yarıyıl yaklaşıyordu.
Öğrencilerinin karnelerini büyük bir sevinçle hazırlamıştı. İlçeye indiği zaman
onlara küçük hediyeler almıştı. Nihayet o gün geldi ve çocuklar da büyük bir
sevinçle karnelerini ve küçük hediyelerini alarak vedalaşıp evlerine gittiler.
Hem öğrencileri hem
kendisi bir dönem boyunca çalışmışlar ve bayağı bir yol almışlardı.
Yarıyıl tatili için
ailesinin yanına gidecekti. Tatilini annesinin yanında güzel yemeklerini
yiyerek ve sıcak yuvasında sevdikleriyle geçirecekti. Ayrıca arkadaşlarını
görecekti ve zaman geçirecekti. Okul ve öğrencileri için de bir şeyler
bakacaktı. Genç öğretmenin, sosyalleşmek
ve tanıdık insanlar görmeye çok ihtiyacı vardı.
Ertesi sabah köyden tanıdıkları ile vedalaşıp minibüse bindi. Karla
kaplı zorlu bir yolculuğun ardından ilçeye vardı.
Ailesi zaten onu
bekliyordu en çok da annesi. Öğretmen olan çocuklarıyla iftihar ediyorlardı ve
onu çok özlemişlerdi. İlçeye varır varmaz hemen eve gidip anne babasını gördü,
onlarla hasret giderdi. Daha sonra arkadaşlarıyla buluştu. Günler su gibi aktı.
Ne demişler sayılı gün çabuk geçer, öyle de oldu. Artık geri dönmesi
gerekiyordu. Okulu, güzel öğrencileri ve köyü onu bekliyordu. Annesi iki gündür
harıl harıl uğraşıyor mutfaktan çıkmak bilmiyordu. Gerçi tatil boyu oğluna çok
zayıflamışsın deyip deyip durdu. Sevdiği bütün yemekleri yapıp yedirdi, ana
yüreği işte.
Onun için yolluk
hazırlamıştı, pazar günüydü ve ertesi gün tekrar okullar açılacaktı. Ailesi
oğlundan ayrıldığı için üzülüyordu ama onun bir öğretmen olmasından ve görevin
başında olmasından da çok mutluydular. Defalarca sarılıp öptükten sonra
oğullarını uğurladılar. Babası ve küçük kardeşi ile birlikte aşağıya indiler.
Şimdi okula geri dönmesi gerekiyordu. Cumartesi günü güçlü bir kar yağmış ve
her yer beyaza boyanmıştı. Haberlerde çoğu köy yolunun kapandığını duymuştu.
Keşke birkaç gün önce mi gitseydim diye düşündü ama ailesini de çok özlemişti
bu yüzden biraz daha kalmak istemişti. Kar yağmış olsa da minibüs çalışıyordu.
Minibüsle giderken ikinci dönem için neler yapacağını kafasından geçirdi,
çocuklar ne yapıyordur diye de düşündü. Sanırım insan nerede değilse orayı daha
çok düşünüyordu. Minibüs biraz eskiydi çok yavaş ilerliyorlardı, lastiklere
zincir takılmıştı ve kaymamak için dikkatli gidiyordu. Yollar kötüydü yeni bir
minibüs olsaydı fena olmazdı fakat her şey çok pahalıydı zaten bir şey de
kazandığını sanmıyordu minibüs şoförünün. İktisat düşünceleri içindeyken takır
tukur yaparak öksürüyormuş gibi sesler çıkarıyordu motor. Minibüs olduğu yerde
kaldı. Daha kendi köyüne varamamıştı, zar zor da olsa minibüsü iterek
öğretmenlik yaptığı köyün yakınındaki bir köye ulaştılar. Minibüs hareket
etmiyordu gitmek mümkün değildi bir dağ ağırlaşmıştı adeta yerinden
kıpırdamıyordu. Saat yavaş yavaş ilerlemiş kış günleri daha kısa olduğu için güneş
yüzünü daha az gösterir olmuştu. Bu coğrafya izlemeye doyum olmaz bir tablo
gibi olsa da karla kaplı her yer çok tehlike arz ediyordu. Yakın köylü
olduklarından birbirlerini tanıyorlardı, onlara misafir olacaklardı. Ama genç
öğretmenin köyüne dönmesi gerekiyordu.
Genç öğretmen kafasına koymuştu köye gidecekti. Köylüler bu gece burada
kalıp sabah erkenden gitmesi için çok ısrar ettiler gitme dediler. Sabah ola
hayrola, gündüz gözüne git, öğrenciler seni bekler kendini tehlikeye atma, hava
soğuk, gece tipi olur kurt olur gidemeyebilirsin. Gençlik ateşine, cesaretine
gözü karalığına güvendi. Yola çıktı. Hava kararmak üzereydi. Bir bilemedin iki
saate köydeyim, o kadar da uzak sayılmaz diye geçirdi aklından. Gitmeliydi
çünkü yarın okulunu açmalı, bayrak töreni yapmalı ve çocukları içeri
almalıydı.
Yarım saat kadar yürüdü
yürümedi tipi çıktı. Kimsenin sözünü dinlemedi bir saate varmaz köyde olur
sanmıştı. Hâlbuki kışı çetindi buraların.
Hızlı adımlarla yürümeye
çalışıyordu okulu ısıtması gerekiyordu lojmanda şimdiye kadar buz gibi olmuştur
diye düşündü sıkı sıkı giyinip yola düştü pek akıl karı değildi ama gençliğine
güveniyordu, bunu yaparken bir saate orada olurum ne olabilir ki en fazla diye
düşündü. Yön duygusunu kaybetti, kar nereden geldiği belli olmayacak şekilde rüzgârla
birlikte yüzünü gözünü kapatıyor ve yolunu bir türlü doğrultamıyordu. Güneş
batmıştı ortalıkta da ne ışık vardı ne de köy vardı bu yaptığını hiç doğru
bulmuyordu şu anda ve çok pişman olmuştu. Keşke onları dinleselerdi anlattığı hikâyeler
doğruydu daha önce kaç kişi buralarda tipiye yakalanmış ve donarak ölmekten kıl
payı kurtulmuşlardı. Köylüler tipi de kaybolabilirsin ne kadar yakın görünürse
görünsün gel bu gece kal demişlerdi. Onları dinleseydi şu anda ne yapabilirdi
bilmiyordu.
Nereye dönse uçsuz
bucaksız yüzüne gözüne dolan kar taneleri.
Ne geriye dönebiliyor ne ileriye gidebiliyordu.
Git gide üşüyor elleri
buz kesiyordu, insan evde bile üşürken dışarıda kalmak pek akıl karı değildi.
Maazallah bir yerde donup kalabilirdi aklını kullanıp bir çare bulması
gerekiyordu.
Kar tabakasını kazmaya
başladı, neyse ki ellerinde eldiven vardı fakat bunu başarabilecek miydi
bilmiyordu. Sığınabileceği ufak da olsa bir oyuk yapmaya çalıştı gerçekten çok
zordu bu.
Mutlaka başarması
gerekiyordu ayakları toprağa değerse belki donmayabilirdi. Tüm gücünü kendisi
için küçük bir oyuk yapmaya harcadı. Sanki yıllar geçmiş gibi geldi ona.
Minibüsün bozulup
kaldığı köydeki halk genç öğretmeni merak etmişti acaba bu öğretmen yerine
ulaşabildi mi diye onun akıbetinden gerçekten endişe duyuyorlardı. Çok dil
dökmüşlerdi ama dinlememişti. Gençliğine vermişlerdi delikanlılığına ama bu iş
öyle bir şey değildi. Muhtar, “Genç öğretmenin başına olumsuz bir şey gelmeden
gidip onu bulmalıyız.” dedi. Muhtar ve birkaç kişi sıkı sıkı giyindi ellerinde
silahlarla ve meşaleleri alarak yola düştüler. Onlar buraları iyi biliyorlardı
ama tipini ne yapacağı hiçbir zaman belli olmazdı genç öğretmenin köye
ulaşamadığından emindiler. Çünkü kar fırtınası tipi çıkmıştı mümkün değildi
gitmesi. Genç öğretmeni bu dağlardan kurtulmaları geliyordu. Hava buz gibi ve kurtlar açtı. Büyük büyük
meşaleler hazırladılar ve yola çıktılar sürekli bağırıyorlardı. Genç öğretmen
ayaklarının karıncalandığını, ellerinin karıncalandığını hissediyordu. Ellerini
birbirine sürterek ısırmaya çalışsa da ayakları git gide hissizleşmeye
başlıyordu. Elinden dua etmekten başka bir şey gelmiyordu. Bu gece onun en uzun
gecesi olabilirdi. Uyumaması ve hareketli olması gerekiyordu. Uyursa
donabilirdi veya bir kurt sürüsü onu iki dakikada paramparça edebilirdi.
Kısacık hayatını şöyle bir gözden geçirdi. Daha çok gençti ve yaşamak istediği
onca gün görmek istediği onca yer okumak istediği onca kitap vardı. Bunların
yanı sıra sevdiği ama henüz söyleyemediği o kız geçti gözlerinin önünden. Sonra
okul yılları annesi babası kardeşleri arkadaşları…
Muhtar ve birkaç
köylüyle onu arıyordu. Sanki uzaklardan bir ses duyuyordu acaba hayal miydi bu
yoksa gerçek mi? Sanki adı boşlukta
yankılanıyor ve kulaklarına dolup uğurluyordu. İyice kulak kabarttı iyice kulak
kabarttı eğer rüyada değilse onun ismini söylüyorlardı. Olduğu yerden dikelmeye
çalıştı nafile ses vermeye çalıştı ama sesi bile titriyordu. Yürüyebilecek gücü
yoktu ayakları uyuşmuş ve hareket edemiyordu eğer onlar onu bulmazsa dağın
başında donup gidebilirdi. Tecrübeli köylüler gecenin karanlığında da olsa çok
dikkatli idiler ve etrafı kolaçan ediyorlardı. Nihayet genç öğretmeni
bulmuşlardı. Sesi soluğu çıkmaz olmuştu tir tir titriyordu. Genç öğretmeni alıp
köye geri döndüler. Mutlaka müdahale edilmesi gerekiyordu bulduklarında donmak
üzereydi. Köye vardıklarında gece yarısını çoktan geçmişti. Genç öğretmeni
görenler rahat bir nefes almıştı, gencecik bir canın yitip gitmesini kimse
istemezdi.
Soğukta kalmış birini
hemen sıcak bir ortama alınması doğru değildi. Bu coğrafyada yaşıyorsanız
birçok şey bilmeniz gerekiyor, donmak üzere olan birine neler yapılacağını
bilmeniz gerekiyordu. İlk yardımlar yapıldıktan sonra sabahın ilk ışıklarına
kadar genç adamın başından ayrılmadılar.
Acaba genç öğretmen bir zarar görmüş müydü diye düşündüler. Yaşıyordu
derin bir uykuya dalmış gibiydi.
Sabah olmuştu, ilçeye
gitmek gerekiyordu. Minibüsten hayır
gelmezdi artık hiç umut yoktu. Köyde bir araç daha vardı gittiler ricada
bulundular. Sözü ikiletmedi bile böyle bir duruma kayıtsız kalınır mıydı hiç.
Bu genci hemen yola çıktılar muhtar ve kardeşi birlikte arabaya bindiler.
İlçeye vardıklarında öğlen olmuştu hemen anne ve babasına haber verdiler.
İlçedeki şartların yeterli olmadığı ve mutlaka ile gitmesi gerektiği söylendi.
Anne ve babasının yüreği ağızlarındaydı oğulları için bunca çaba gösteren
insanlara minnettardılar tekrar tekrar teşekkür ettiler. Ama çok üzgündüler ve
oğulları için endişeliydiler.
Oğullarını alıp doğruca
ile gittiler yapılan incelemeler sonunda doktorlar sağlık durumu iyi olduğunu
ancak her iki ayağında da birkaç parmağın kangren olduğunu söylediler. Üzülerek
de olsa o parmaklarını kesilmesi gerekiyor söyleyince annesi gözyaşlarına
boğuldu. Annesi çok ağlıyordu başka bir yolu yok mu diye doktora sorup
duruyorlardı. Doktorlar da eğer onu kesmezsek o ilerleyecek ve belki ayağına
kadar ulaşacak müdahale etmemiz şart diyorlardı.
O gecenin acı hatırası
olarak her iki ayağından da İki parmağını kaybetmişti. Elbette ki canını
kaybetmesinden daha iyi olsa da yine de çok üzücü bir olaydı.
Dokuz on gün sonra
kendisini daha iyi hissediyordu fakat asla geri getiremeyeceği parmaklarını
kaybetmiş ve parmaklarının yokluğuyla yaşamayı öğrenmesi gerekiyordu. Çok büyük
bir ders almış ama biraz geç kalmıştı. Kendini iyice toparladıktan sonra tekrar
çocuklarına okuluna ve lojmanına kavuştu. Artık hayatı boyunca böyle bir hata
yapmazdı, tecrübelerini başkalarına aktaracaktı şunu da iyi biliyordu tecrübe
kazanmak önemliydi ama tecrübesi olanların tecrübelerinden faydalanmakta çok
çok önemliydi. Bu yolda kayıpları olsa da görevinin başında ve hayallerini
gerçekleştirmek için bütün gücüyle çalışıyordu genç öğretmen.
Emirhan Koşar
GEÇMEYEN ŞEYLER
Merhaba Şiir
Sarnıcı Ekibi
Ben Emirhan Koşar,
17 yaşındayım ve lise öğrencisiyim. 2008 yılında doğdum ve Manisa'da yaşıyorum.
Yaklaşık üç yıldır şiir yazıyorum. Şiir yazmayı seviyorum ve duygusal, karamsar
temalar üzerine yoğunlaşıyorum. Daha önce bir şiirim Tarihistan’da yayımlandı.
Yayım için değerlendirilmesini istediğim bir şiir paylaşıyorum. İçimde
kıpırdamayan ağır bir taş
İçimde kıpırdamayan ağır bir taş
Adı silinmiş bir sokak tabelası gibi susar.
Dünya “gül” deyip uzatıyor elini bana
Benim avucumda pas tutmuş bir bıçak parlar.
Geceler içime kıvrılan bir merdiven
Her basamakta biraz daha eksiliyorum.
Karşıma dikilmiş gölgem, inatçı bir bekçi;
Kendi bakışımdan bile kaçıyorum.
Sorularım var, susturulmuş mahkûmlar gibi;
Dilimde yarım kalmış cümleler küllenir.
Neye inansam elimde kum gibi dağılır
Neyi tutsam parmak aramdan süzülüp gider.
Yüzüme sıvanmış ince bir “iyiyim” maskesi;
Herkes benden sıradan bir gülüş bekler.
Oysa ben çoktan içimden çekip gitmişim
Yerimde duvara yaslanmış bir suskunluk bekler.
“Geçer” diyen seslere çoktan kapattım kapımı;
Geçen tek şey duvardaki takvim izleri.
Ben burada, aynı sızının başucunda
Kendime her gün daha uzak,
silinen bir isim gibiyim.
29.11.2025
BABAMI GÖRDÜM
Uğur Ünver
Sersem eden
rüzgârın dağıttığı saçlarımı tarıyordum.
Kırık, eski, bilmem
kaç yıllık hatıraları görmüş
unutulmuş bir
antikacının vitrininde
yeni sahibini
bekleyen Fransız bir aynada…
Ellerime baktım;
buruş buruş olmuş,
sefalet yüzümde bir
tokat gibi duruyor.
Dişlerim dökülmüş
dövüştüğümüz
sokaklar gibi dağınık düşlerim.
Babamı görmüşüm
yirmi yıl sonra.
Mutluyum aslında...
Köşe başından
iniyordu, yanında küçük oğluyla.
Saklandım, görmesin
diye, bin bir duayla.
Benden genç
duruyordu babam
Maşallah, dedim
kendi kendime.
Tahtadan bir
Pinokyo vardı çocuğun elinde,
bir de oyuncak
almıştı ona... Kıskandım.
Akşamın rüzgârında
ürperdim sessizce
ölüyordum hayatın
yorgunluğunda.
Yalnızlığımı
giderdim bir kadeh şarapla.
Bir öpücüğe on lira
verdim, sessizliğimi dağıttım.
Babamı hep
cezaevinde ağlarken bilirdim hayalimde.
Şimdi baksana
ömrüm, gözüm,
gönlüm pas içinde.
Zakkum çiçekleri
açıyor yüreğimde...
Hay ben böyle
kaderin içine.
Ahmet
Türkay
ASILSIZ
BİR ALDATILMA
Eşini,
dokumacı kadının evinde hiç olmadığı kadar rahat, huzurlu imgeledi, tetikte
duran öfkesinin basıncı ansızın yükseliverdi. Kızgın bakışlı gözlerinde ardı
ardına çakımlar çaktı. Gelmeyeceğini biliyordu ya şimdi kocası olan o maço
gelse, ayaklarına kapansa, kanlı gözyaşı dökse, kararı karardı. Yani gidiyordu!
“Peki,
o dokumacı bayanı evinde ziyaretine ne dersiniz?” diye sordu.
Saçları
kıvırcık, kestane rengi adam: “Nezaket gereği, bir kahvesini içmek için belki
ziyaret etmiş olabilir. Dedikodu kaşıntılı üretken çenelilerin, uydurma ve
yakıştırmalarının sınırı yoktur, bilirsin,” dedi.
Özgüveni
yüksek adamın, kendinden emin tavrından rahatsız olmadı. Tersine, budalaca,
üstü örtülü bir hoşnutluk duydu. Bugüne değin duyumsamadığı bu hoşnutluğa bir
anlam veremedi, yaşadığı gerilimin ve onun uzantısının buna neden olduğunu
düşündü. Oysa demin önceleyerek yaptığı kısa, yüzeysel bir araştırma, bilmediği
gizli bir yanını ortaya çıkarmıştı. Düşünülüp de söylendiğinden kuşkusu olmayan
bu olgunca yanıttan, kumpas kokusu aldı. Ama Taner’in kendi işini kendisi yapan
tiplerden olması bu olasılığı ortadan kaldırdı. Ne var ki kimi zaman
özyapısıyla çelişen onun oturmamış kişiliğini anımsayınca, o kumpas varsayımını
yine usunun önyüzüne taşıdı, kuşkusunun önüne indirdiği bariyeri ikilemeden
kaldırdı. “Kim bu adam?” diye sordu kendine. “Niye beni kandırmaya, kararımdan
döndürmeye uğraşıp duruyor?” Karşısına çıktı çıkalı bu soruya yanıt
bulamıyordu. Hoşlanacağı kadar sevimli bulduğu, kimliğine yabancı o gizli yanı,
bu kez daha canlı ve belirgin içinde kıpraştı, gönlüne asalakça yamanarak
yüreğinin çarpıntısını sıklaştırdı.
Sevil,
sonu yokmuş gibi uzayan bir suskunluğun ardından:
“Ama
baş başa kahve içmeler, aldatmanın altyapısını hazırlar,” dedi yumuşatmaya
çalıştığı sesinin tonunda birikmiş bir kinin için için homurdanışını duyarak.
“Oluşan bu altyapıya da gözü pek bir yıkım babasının yurduymuş gibi gelip
yerleşir.”
Kısa
bir süre düşünceleri yerini gözlem ve yargılara bıraktı.
Çağcıl
bir ailenin temelinde kıskançlığa yer yoktu. Böyle bir ailenin erkeği
gömleğini, boyunbağını, ceketini kıskanırdı ama karısını kıskanmazdı. Nedeni de
şuydu ki yaşamına zorunlu beraberliğin getirdiği tekdüzeliği böyle gidermeye
çalışıyordu.
Bir
gün, konfeksiyon atölyesinde yan yana çalıştıkları Zvezda: “Ama heyecanlı
oluyor be Sevil!” demişti görüşünü doğrularca. “Sen, düşlerinde ya da
fantezilerinde olsun yabancı biriyle olmadın mı hiç?”
“Ama
zevkli oluyor” tümcesi bilincine kazındı. Taner’in, kural tanımayan, aile
ahlakını hiçe sayan bazı karıkoca ilişkilerine özeniyor diye ödü koptu.
Dirlikli, mutlu bir aile yuvası daha genç kızlığından beri gözünde tütüyordu.
Sevil özbeöz kendisinin olmasını istediği o mutluluğa kimsenin ortak olmasına
izin vermeyecekti.
Saçları
kıvırcık, kestane rengi adam:
“İş
düşündüğün gibi değil, Sevil,” diye uzayan sessizliği bozdu. “Taner’in sana
bağlığının tanığıyım. Yemin ederim,
asılsız bir aldatılmanın kurbanısın.”
Adam,
onu kazanmak için çok çaba gerekmediğinin ayırdındaydı. Saygılı, içten bir
yaklaşım yeterli olacaktı. Ne yazık, çalışma arkadaşının onuruyla oynamayı
kendine yediremiyordu.
Karakaçan
(Rumca konuşan Ortodoks topluluk) Apostol’un ünlü işkembe çorbası vardı bu
sabah, Kotel otogar lokantası epeyce kalabalıktı. Otobüslerin köylerden
getirdiği işçiler, upuzun bir kuyruk oluşturmuştu. “Bu insanlar bir gün işe
gelmeseler, ilçede yaşam durur,” diye usundan geçirdi. Gözleri, zarif, kibar devinimlerle çorbasını
içen bilet gişesi görevlisi Dora’ya takılınca, düşüncelerinin seyri değişti.
Güzelliğinin yabansı ormanında sıkıntısını dağıtan bu sarışını çekemedi. Güzel
kadınlara bağladığı garazı arttı. Bencillik duygusu stok istiflerce içine yığıldı.
Eskiden beri yörenin en güzel kadını olmayı, erkekleri dize getirmeyi, yerlerde
süründürmeyi düşlemişti. Ne yazık, Tanrı, Sevil’e pek selek davranmamış,
güzellik yağmuru üzerinden çiseleyerek geçmişti. Oysa çok yağsa, güzelliğinin
toprağını suya kandırsaydı, bir dokumacı parçasına değişir miydi onu Taner?
“Allah’ım, keşke gerçekdışı olsaydı bu aldatılma!” dedi, gönlü kanadı, sızladı.
Gülümsemesi
arı sili, çehresi kuru, duygusuz gibi görünen adam düşüncelerinin bir misilleme
eylemi içerisinde olduğunu sezebiliyor muydu? Eğer sezebiliyorsa ne bekliyor,
neden atılıma geçmiyordu? Bunu yapacağı yerde dedikoduların değil, kanıtların
kişiyi kesin yargıya götürebilecekleri gerçeğini yüzüne kuşanmıştı. Giderek
tanıdık gibi gelen bu adamı nerede gördüğünü bulmaya çalıştı. “Taner’in sana
bağlılığının tanığıyım,” sözleri sonunda düşüncelerini durulttu, eşinin iş
arkadaşı olduğunu anımsadı. Bir gün tekstil fabrikasına gittiğinde onu Taner’in
yanında görmüştü.
Artık
adamın, aile yaşamının girdi çıktısını ayrıntılarıyla bildiğine inanmıştı.
Kumpasın değil, rastlantının karşısına çıkardığı bu adamdan şimdi utanıyordu.
Darmadağın mutfağı, yıkanmadık kap kacağı, tozlu odaları, başka bir deyişle, ev
işlerini boykot ettiğini anlatmış mıydı acaba Taner? Derinlerde bir yerde
kadınlık onuru sarsıldı. “Kadın, içindeki sevgiyi çağıl çağıl dökmez ya da
dökemezse, erkek huzuru neden dışarıda aramasın?” dedi. Tartışmaları
tokatlanmaya taşımadan, kadınsal değerinin etkin sihrinden yararlanmayı hiç
akıl etmemişti.
Uğur Olgar
DİLİMİN UCUNDAKİ KARANLIK İNSAN
Gece. Hep. Dilimin
ucundaki karanlık insan
avuç içlerimdeki
çıkmaz sokaklar, deniz
kuruduğunda gör
saklı yasaklı batıkları
yere düşen küçük
zamanlar ağladığında
kağıt mendiller
tutuştur şiir azan kalemime!
Kadın. Daima. Susuzluğu
ışıklı kendimizin
hiçe varan
ağırlamaların minyon ayakları
hızla eskidiğinde
yüzümüzün teninde yeniler
çizgilerin nasıl
uzadığını seyret bir yol otur da
kıyısında, ölümü
şımartan kara kara toprakların!
Gel. Yalnızlığın
saçlarını tarayalım. Uzamış
ıssız ada
yerlerinden, keselim keskin sözlerle
gölgelere yüz
vermeyelim, o da uzamasın
sözlerimizin ağzı
körelmesin, şimdi git
sürünenlerin yorgun
olduğu yazgı içlerine!
Nedense Tanrı hep
kovuyor beni cehennemden
Şeytansa cennete
götürmek istiyor habire!
Özlem Demirel
KADİM BİR TAŞIN GÖLGESINDE
dünya ile
hizalanamayan
kalplere selam
her şeyin
tam ortasından
konuşalım mı?
içinde bir yerde
itiyorsun kadim
taşı
günlerin kederden
çatlayan toprağında
yürüyorsun.
zaman,
silkeleyen
elleriyle
omuzlarında.
düşüyorsun yine
kalbinin
yalnızlıktan
büyüyen
obruklarına.
hevesin,
kör kuyulara
merdiven taşımaktan
yoruldu, biliyorum.
tanıdık bir elin
yabancılığı dokunur
el sürülmez
içinin yüzüne.
üstünde
kime ait olduğunu
bilmediğin
bir enkaz var,
görüyorum.
sesin,
sükûtun emanet
sesime.
biliyorum:
her şeyin tam
ortasında
hâlâ bana benzeyen
bir yer var.
bir ses var içimde
suya düşen taş gibi
dairesini büyüterek
dokunuyor hiçliğe.
sonra bir yankı
dönüyor
adımı fısıldıyorum
durulmayan suyun
kulağına.
belki ben
henüz gelmemiş
henüz gitmemiş olan
ayırt edemiyorum
kim çağırıyor kimi.
ve ikimiz de
aynı ırmaktan
geçiyoruz
izimizi sürerken
yalnızlık.
taş sarılır suyun
gölgesine
yankısı kalır
dünyanın kalbimde.
bak, hâlâ buradayım
her şeyin tam
ortasında
bir yankının izi
bir izin yankısı
gibi.
kalbim ile
hizalanamayan
dünyaya selam.
Kasım, 2025
Zeynel
Güney
EVLER
YIKAN BELLER BÜKEN
Pamuklar’ın
Veysel, Banaz’da dünyaya açtı gözlerini ve bir ağıt kopardı. Güzeldi. Onu her
gören “Gün yüzlü, ay parçası” dedi. Ah Veysel, ne desem, ne söylesem… Bu hazin
mi hazin kırımı nasıl anlatsam?.. Olayı ve ardından yakılan türküyü
dinleyenlerin eti kemiğinden ayrılır. Ah çile yüklü kervan yolları… Birbirine
ulanmış yavuklu ve sıla özlemi, çakılır durur kara hançer misali. İnsan doğada
hep gülüm balım mı yaşadı?
Veysel,
çocukluk yıllarında kuzu güttü, yaylak yerde doğuran koyun ve keçilerin
kuzusunu, oğlağını kucağında taşıdı. Biraz büyüdü, karasabanla toprağı alt üst
etti. Ekin, ot derdi. Kes kırdı. Dut salladı. Her yaptığı işinde boy ölçüştü
büyükleriyle… Baharda ortalığa savrulan ağaç ve ot, çiçek kokularını
ciğerlerine doldurdu. Ham toprak çapalayıp orada gül bitirdi. Biraz daha
büyüdü, yakasından tek elle tuttuğunun ayaklarını yerden kesecek güce erişti.
Doru çıplak atına eyersiz, yularsız bindi. Sürdü, sürdü, sürdü… Ova bitti,
yamaçlara vurdu… Eve dönüşte paltosunu onun sırtına sardı yoksa doru terden
çatlardı. Birlikte yol yürüdüler. O, ahırına, Veysel evine ölümsüz döndüler.
Köyün
üst başında güzeller güzeli bir kıza tutuldu bizim Veysel. İki aşık hep bildik
olan çeşme başında buluşmadılar. Kuşlar bile göremez deyip, çok gizli tuttular
buluşma yerlerini. Ah haberciler!.. Ahhh… Aileler duydu bu güzel aşkı. İki aile
arasında çok şey konuşuldu. “Adını koyalım bu işin…” dendi son olarak. Gün
kesildi, nişan şerbeti içildi. Köyün orta yerinde halaylar tutuldu, davullu
zurnalı. Nişanın şerefine gençler at koşturdu. Koca koca kazandan davetliler
doyuruldu. Her şey iyi güzel de kızın anası düşünceliydi. “Kızım bu oğlana
verildi verilmesine de bu kız sebat edip kervan yolu bekler mi? Elde kötü
çooook… Elde puşt çooook… Boş ver amaaannn at yiğidin altında aksar.” dedi ve
kurtuldu çıkmazlarından.
Bahar
olunca bizim Veysel kervanıyla birlikte Halep’in yolunu tuttu. Develer, atlar,
katırlar, eşekler ve kervancılarla… Yanlarında bir iri mi iri kangal bir de
minik mi minik bocu vardı. Kervancıbaşı, Kutupyıldızı doğar doğmaz “Yola revan
oluna!” emrini verdi. Kuyruğu gücük eşek
başı tuttu ve kervan katarlandı güney yönüne doğru…
Günler
günleri kovaladı, sonunda kervan Halep’e ulaştı. Kılavuz eşeği de dâhil
hepsinin kulaklarına kadar yüklediler satımlık ne buldularsa. Veysel toyluk bu
ya çok sevindi, “Bir ay sürmez evimdeyim.” dedi. Oysa kervan her konalga
hanlarında dinlenir, gider, gider, gider gene dinlenir. Bu ayları yılları
alırdı. Defalarca geri dönülüp yeniden mal yüklenir taşınırdı.
Sonraları
anladı bizim Veysel, “Yola gidenin işini yaradan bilir” derdi büyükleri. Bu kervan tosbağadan da yavaş gider. “Ahh
eyersiz yularsız doru atımla kırlangıç çakılması nal vurmadık yer bırakmamak,
ahh Banaz’ın çimen çiçek kokan tarlaları düzlüğü, dağı deresi, burnumda türüm
türüm tüter oldu.” diyerek iç geçirdi.
Kervana dahil olup gitmenin, suyun orta yerindeki gemide yol almaktan ne
farkı vardı?.. Ben caydım deyip gidemezsin… Geri dönemezsin…
Arap
çöllerinde git babam git… Menzile vardın dön geri, gene git babam git… Sevgili
Veysel her konalga yerinde tuttururdu türkünün en dertli olanından. “Yahu bu
öpmeye kıyamadığım ellere mi kalacak?” diye söylenirdi, kendi kendine dert
yanardı. Sonra biraz uzaklaşıp gezinir gibi
yapar, gizli gizli ağlardı. Yemeden içmeden kesilmişti, sofraya oturduğunda
yalandan bir iki lokma alır hemen kalkardı bizim aşık…
Sonbaharın
ayazlı soğukları daldan düşen sarı yaprakları savurup dolandırdığı günlerdi.
Aylar üst üste sonra yıllar üst üste binmeye başlamıştı. Bizim Veysel doğduğu
topraktan umudu kesmişken kervancı başı duyurdu: “Yol Banaz’a…”
Konalga
yerinde bu sözü duyan Veysel, yerinden doğruldu. Sabrı suya düşmüştü artık.
Yükü indirilmiş ve palanı sıyrılmış doru atının yanına vardı. Onun yelesini,
başını defalarca okşadı ve alnından öptü. Hemen ona müjdeyi verdi: “Yol
köyümüze güzel dorum…” dedi Veysel. Sonra atladığı gibi nazlı atının palansız
sırtına, yelve (*) hızıyla sürdü, döndü dolandı, gene sürdü… Bu bir sevinç,
şeref gezintisi olmuştu. Güzel atından indi. Sırtına bir çul örttü. Sonra
teriyle soğuklayıp çatlamasın diye yürüttü dorusunu…
Kutupyıldızının
parıltısıyla beraber, kervan yola koyuldu. Dışarısı soğuktu ama memlekete
dönmenin sevinci içten içe sıcaklık veriyordu hepsine… Günlerce yol yürüdüler.
Hava ara ara çok şiddetleniyor, tükürsen yere buz olarak düşecek duruma
geliyordu. Üşüyen, yorulan hayvanlar kervan çığırından şaşmalar yaşıyordu.
Kangal ve bocu sık sık yatıp burunlarını kuyruk ve ayaklarının içine
sokuyorlardı. Sonra kalkıp yine kardaki çığırdan yola devam ediyorlardı.
Kervancılar soğuktan hayvanların duldasında yürüyorlardı. Ayaz da poyraz da
birbirinden amansızdı.
Yine
Kutupyıldızı ile kalkış, yine develerin semerlerine langır langır vuran çan
sesleri… Alabildiğine kar. Dağı, ovası, her yer bembeyaz kar… Yalnızca kervanın
açtığı çığırda azca karacalık var.
Kar,
ayaz, poyrazla boğuşa yürüye kendilerini yıkıkça bir hana attılar. Yükler
indirildi. Hayvanlar yemlendi. Kendileri de karınlarını doyurdular.
Hepsi
birbirlerine “Gecemiz hayır olsun” deyip uykuya yattılar. Yattılar yatmasına
ama hiçbirinin gözü uyku tutmamıştı. Hele bizim sevgili aşık ikide bir
yatağından doğrulup Şimal Yıldızı’nın doğuşunu görmek istiyordu. Müjdelemekti
niyeti… Uyuyanlar kuş uykusu uyudular. Ev, yuva özlemi uykusunu haram ediyordu
kervancıların.
Veysel’in
yol bekleyeni çoktu… Nişanlısının kervan yolunda kaldı gözleri. Uçan kuştan
medet umar oldu. Dilekler diledi. Çare yok. “Ahh kuş olup konsam Veysel’imin
yoluna.” deyip durdu bir zaman. Ne bulmuş gibi ne yitirmiş gibi oldu…
Veysel
“Yıldız doğduuu” diye bağırarak herkesi uyardı. Yerlerinden doğrulup yükler
yüklendi. Onlar handan uzaklaşırken ayaz etkisini daha çok göstermeye
başlamıştı. Sonra tipi başladı. Epey bir gitmeden sonra ışımadığını ve yıldızın
doğru yıldız olmadığını, yanlış yöne gidildiğini söyledi eski kervancılar. Bu
uyarılara hak verilmedi. Kervancıbaşı da söylenenleri dinlemedi. Nasıl olsa eve
çok yakınlarda idiler.
Bir
ara kervan iyice kara saplandı. Kurtardılar. Gene dönelim dendi. Ama geriye
dönmek de mümkün değildi. Çok yol
alınmıştı. Kar tipi savruntu kervanda bulunan çoğunluğun umudunu kırmaya
başlamıştı. Yaşlıca biri fısıltıyla yanındakine “Bu kar galiba bize kefen
olacak! Sıla özlemi bunların gözlerine perde indirmiş…” diye hayıflanıyordu.
Veysel
atına binili kervanın ilerisinde yol alıyordu. “Bu koca üç yılın özlemi
bitecek” diye aklından geçiriyordu hep. Güzel nişanlısına kavuşmaya kaç adım
kalmıştı?.. Ayaz, tipi hepsinin ciğerlerine işliyor, yol almalarını zorluyordu.
Biri bocunun yerde kaldığını gördü. Bırakıp gitse hemen donup ölecek. Biraz
kucağına aldı. Sonra çula sarıp katır sırtındaki heybenin gözüne koydu. Kangal
ise zorlanarak da olsa yoluna yürümekteydi ama yüklü hayvanlar yalpalamaya
başlamıştı.
Sonra
bir yere gelince çakılıp kaldılar. Hiçbirinde bir adım daha atacak mecal
kalmamıştı. Tümü orada hayvanlarıyla birlikte donarak öldüler. Sevgili Veysel
beş yüz metre kadar ileride atıyla birlikte donup kalmıştı. Hepsinin donup
öldüğü yere Kervankıran, o yıldıza da Kervankıran Yıldızı denmiştir.
İnsan
gördüğü kırımı kötülüğü hiç unutmamıştır. Bunu türküler, ağıtlar yakarak
belleklere kazımayı bilmiştir. Doğanın verdiği içler acıtan bu kırıma “Bir
yıldız doğdu nur ile…” doğaya seslenilen bir feryat, bir isyan, bir yanıttır.
Bu türkü ve ağıtlar “Senin böyle hallerin de var mıydı!..” demektir.
Yelve: Hekimhan yöresinde kırlangıç
kuşuna denir.
Konalga yeri: Uyku, yemek ve
dinlenme için seçilen yer.
Kervankıran Yıldızı: Venüs– Çoban
Yıldızı.
(Bu öykü Kervankıran Yıldızı efsanesinden
esinlenerek yazılmıştır.)
Zehra Öztürk
YERYÜZÜNÜN YILDIZLARI
Yeryüzünün yıldızları
Gece gündüz birer birer
Kayarken toprağa
Sessizce izledi dünya.
Kimse dilek tutmadı
Yıldız sağanağına.
Kiminin adı Hatice
Kiminin adı Fatmaydı.
Sadece gökyüzü ağladı.
Yazgıları ortak
Suçları kadın olmak.
Ne zaman kesilecek
Bu sağanak?
Kimi on altısında,
Taze tomurcuk ten.
Kimi kırk beşinde
Savaşmaktan yorgun
Solmuş beden.
Kimse hesap sormadı
Umutları, hayalleri
Gökyüzünde asılı kaldı.
Yazgıları ortak
Suçları kadın olmak.
Nereden bilecekti?
Bir zamanlar
Aşkla tuttuğu el
Sığındığı, güvendiği
Liman olmuş celladı.
Kimse duymadı,
Feryatlar, çığlıklar
Gökyüzünde patladı.
Yazgıları ortak
Suçları kadın olmak.
Ne zaman anlayacak
Binlerce yıldızın celladı?
O'nu doğuran,
Çocuğunu doğuran kadın.
Ne zaman seyredecek
Kadınıyla yan yana
Gökyüzünde yıldızları?
Birlikte dilek tutalım,
Kaymasın artık toprağa
Yeryüzünün yıldızları.
Yazgıları ortak
Suçları kadın olmak.
Ağustos 2025
Fazilet Özkan Por
KUTUP YILDIZI
“Benim işimin düsturu, yolu sevgidir.
Huzuru ancak sevgi verir.”
Ahmet Adnan Saygun
İzmirli, köklü bir
ailesi vardır. İzmir Milli Kütüphane’nin kurucularından, matematik öğretmeni
Mahmut Celalettin Bey ile Konya
kökenli İzmirli Zeynep Seniha
Hanım’ın çocuğu olarak dünyaya gelir Ahmet Adnan SAYGUN. 7 Eylül 1907, İzmir
İzmir İttihat ve Terakki İdadisi (lise) öğrenciliği sırasında müzik öğretmeni İsmail Zühtü Bey’in
kurduğu dört sesli koroda şarkılar söyleyerek müziğe başlar. 1918
Zühtü Bey’in önerisiyle
piyano öğretmeni Rosatti’den ders almaya başladığında 13 yaşındadır. Sonra da;
piyano virtüözü Macar Tevfik Bey ile piyano, Hüseyin Sadettin (Arel) ile armoni
dersleri alarak müzik eğitimini sürdürür.
Birinci Dünya
Savaşı sonunda, yayılmacı İtilaf Devletlerinin kararı doğrultusunda Yunanlılar
İzmir’i işgal eder. 15 Mayıs 1919
Gazeteci Hasan
Tahsin ilk kurşunu atarak direniş olmadan kolay teslim olunamayacağının
işaretini verir. Böylece, Milli Mücadelenin başlamasında önemli bir aşama elde
edilir. İşgal sırasında, Türk
subay ve erlerin şehit edilmelerini, aç bırakılmalarını duyar. Sivil halkın
katledilmesinin, aşağılanmasının, yokluğun, kentin yağmalanmasının görgü tanığı
olur çocuk yaştaki Ahmet Adnan. Tüm yurtta Kurtuluş Savaşı utkuyla sonuçlanıp
İzmir kurtuluncaya dek yaşananların da tanığıdır. 9 Eylül 1922.
Bu nedenle de Kurtuluş ve Cumhuriyet sürecini
özümsemiş, değerini bilmiş, Mustafa Kemal’i anlamış, ilkelerini benimsemiştir.
O acılı günler, yaşamı boyunca yüreğinde derin izler bırakacak, yapıtlarına
yansıyacaktır.
Ülke, düşman
işgalinden kurtarılmış, yeni Türkiye Devleti kurulmuş, cumhuriyet ilan
edilmiştir. 29 Ekim 1923
Sıra kuruluştadır,
devrimlerdedir bundan böyle. Yeni Devletin kuruluşunda esas alınan
çağdaşlıktadır. Her alanda. Ve tüm sanat dallarında olduğu gibi müzikte de
devrim yapılmaktadır. Öz müziğimiz temel alınarak, ondan kopmadan çağdaşlık,
evrensellik amaçlanmaktadır. Bu nedenle; eğitilmek, yetiştirilmek üzere, yurt
dışına burslu olarak, sınavla yetenekli öğrenciler gönderilmektedir.
Devletin; yetenekli
gençleri müzik eğitimi için Avrupa’daki önemli konservatuvarlara gönderilmek
üzere açtığı sınava katılacağı sırada, genç yaştaki annesinin birdenbire ölümü
nedeniyle bu fırsatı kaçırır Ahmet Adnan.
O kendini müziğe
adamıştır artık; vazgeçmeyecektir. Sonraki ilk sınavdır hedefi.
Ancak; boş durmaz
bu arada, 31 ciltlik; Fransız La Grande Enyclopedie müzik ansiklopedisinden
seçtiği makaleleri çevirerek Musiki Lugatı’nı oluşturur. 1925
Daha sonra, Ankara’da;
orta dereceli okullarda öğretmenlik yapmak için, Musiki Muallim Mektebinde
açılan bir sınavı kazanarak İzmir Lisesi’nde müzik öğretmenliğine atanır.
1926
Amacına ulaşmıştır
sonunda. Maarif Vekâletinin açtığı ilk sınavı kazanarak, müzik öğrenimi için
devlet bursuyla Paris’e ünlü müzik okulu Schola Cantorum’a gönderilir. 1928
“Divertissement”
ilk yapıtıdır ve öğrenciliği sırasında Paris’te besteler. 1930
“Divertissement”
Paris’te yapılan bir beste yarışmasında ödül alır. Sonra da Paris ve Varşova’da
seslendirilir. 1931
Bu bestesi, 1925
yılında Cemal Reşit Rey’in Paris’te
seslendirilen iki yapıtından sonra yurt dışında seslendirilen üçüncü Türk Orkestra yapıtı olur.
Paris’te öğrenimini
tamamlayarak Türkiye’ye döner ve
Musiki Muallim Mektebine öğretmen olarak atanır. 1931
Üç yıl sonra da Cumhurbaşkanlığı
Senfoni Orkestrası şefliğine atanır. 1934
Atatürk ve
Türkiye’de gerçekleştirilen devrimlerin hayranıdır İran Şahı Rıza Pehlevi. Onun
ziyareti sırasında, onuruna sahnelenmek üzere, Atatürk’ün isteğiyle ilk Türk operası olan ÖZSOY’u besteler.
Hem de birkaç ay gibi kısa sürede. Operanın konusu; Türk ulusunun doğuşunu, Türk ve İran uluslarının uzak tarihe
dayanan dostluğunu anlatır. 1934
Atatürk’ün
isteğiyle bestelediği bir diğer yapıt da TAŞ BEBEK operasıdır. Bu operada da;
Yeni Cumhuriyet’in çağdaş insanının doğuşu canlandırılmaktadır. 1934
Ciddi bir sağlık
sorununun tedavisi için İstanbul’a
gitmesi gerekmektedir. Bu nedenle, İstanbul Belediye Konservatuvarı’na kuram dersi öğretmeni olarak atanır. 1936
Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Macar
besteci, piyanist, etnomüzikolog, Doğu Avrupa halk müziği derleyicisi Bela
Bartok’a 29 yaşındaki Saygun eşlik eder. Macarlarla akraba halkların müziğine
ilgi duyan Bartok ile birlikte, halk müziğine ait inceleme ve derlemeler yapmak
için Anadolu’yu karış karış gezerler.1936
Özellikle Osmaniye
dolaylarından derledikleri çalışmalar, Macar Bilimler Akademisi tarafından,
“Bela Bartok’un Türkiye’deki Halk Müziği Araştırmaları” adıyla, kitaplaştırılır
ve İngilizce olarak yayımlanır. 1976
Atatürk ve
devrimlerine kendini adamış bir sanatçıdır o. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluş yıllarında; Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülük ettiği çok sesli müziğin
yapılanmasında görev alan, Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Hasan Ferit
Alnar, Necil Kazım Akses ile birlikte, Türk Beşleri olarak anılan
müzisyenlerden biridir. Dünya çapında üne kavuşan bu besteciler, Ulusal ve
Çağdaş Türk Müziği’ni yaratmada öncülük etmiş ve Türkiye’yi dünya müzik
kamuoyunda tanıtmayı başarmışlardır.
Bir besteci, orkestra yöneticisi, eğitici, araştırmacı değildir yalnızca, çok
yönlü bir sanatçıdır. Her alanda müzik için uğraş vermeyi sürdürmektedir. Ve CHP’nin, Müzik Danışmanı ve Halkevleri
Müfettişi olur. 1939
Halkevleri
Müfettişliği göreviyle yurdu gezerek araştırmalar yapar. Bu toprakların
kültürünü ve müziğini ‘sözde değil, özde’ benimsemek için tüm olanakları kullanır.
Derlediği halk türkülerini, evrensel müzik kurallarıyla işleyerek çok sesli hale
getirir.
Saygun, Çağdaş Türk
müziğimize besteleriyle değil, yazılarıyla, kitaplarıyla, bildirileriyle
konferanslarıyla büyük katkı sağlar, yeni ufuklar açar. Halkı aydınlatan gerçek
bir düşün ve bilim insanıdır.
Ankara’da “Ses ve
Tel Birliği” adıyla bir dernek kurar. 1940
Ankara Devlet
Konservatuvarı’na kompozisyon öğretmeni olarak atanır. 1946
“Yaşamımın dönüm
noktası” dediği, Yunus Emre Oratoryosu Ankara’da
ilk seslendirildiğinde çok beğenilir. Müzik çevrelerinde en önemli yapıtı
olarak anılır. 1946
Çocukluğunun İzmir
Kemeraltı Çarşısı’ndaki Mevlevi dervişlerden duyduğu ezgilerin duyumsandığı
Oratoryo; Paris’te ve Birleşmiş Milletler kuruluş yıldönümü nedeniyle New
York’ta ünlü orkestra şefi Leopold Stokowski yönetiminde seslendirilir.1958
Uluslararası beğeni
kazanan Oratoryo beş dile çevrilir.
“Çağdaş Türk Müziğinin Devi” der, Saygun için New York Times.
Anadolu kültürünü,
folklorik zenginlikleri müziğimize taşıyarak yapıtlarıyla bize sunar büyük
besteci Saygun.
Özsoy, Taş Bebek, Kerem, Köroğlu, Gılgamış
adlı operaları; Yunus Emre Oratoryosu, 5 Senfoni, 2 Piyano Konçertosu, Piyano
İçin İnci’nin Kitabı, Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan, Anadolu’dan, Manastır
Türküsü, Kızılırmak Türküsü, Çoban Armağanı, Dört Arp için Üç Türkü, 10 Halk
Türküsü, Ağıtlar vb… Orkestra, Oda Müziği, çeşitli sazlar, koro ve solo için
75’den çok yapıt bırakmıştır ardında.
Türk Halk
Musikisinde Pentatonizm, Gençliğe Şarkılar: Atatürk ve Musiki: O’nunla
Birlikte, O’ndan Sonra, Halk Evleri ve Mektepler İçin, Rize, Artvin, Kars
Havalisi Türkü, Saz ve Oyunları Hakkında Bazı Malumat, Halkevlerinde Musiki,
Töresel Musiki, Bela Bartok’s Folk Music Researc in Turkey; basılmış
kitaplarından yalnızca birkaçıdır. Bunlardan başka, basılamamış çok sayıda
çeviri kitabı bulunmaktadır.
Bilkent
Üniversitesinde kurulan; Ahmet Adnan Saygun Müzik Araştırma ve Eğitim Merkezi;
Saygun ve Türk müziği araştırmacıları için elyazması kitaplar ve notalarıyla
bulunmaz bir armağandır.
Cumhuriyet
Türkiyesi ve sonraki dönemlerde ulusal bir besteciliğin oluşumunda belirleyici
örnek olan büyük besteci ödüllerle taçlandırılır:
İnönü Armağanı 1948
Fransa Millî Eğitim Bakanlığı Akademik Nişan 1948
Akademi Madalyası
1950
İtalya Devlet
Nişanı 1951
Türkiye’de Devlet Sanatçısı unvanı 1971
Atatürk Sanat
Armağanı 1981 vb.
“Büyük besteci, yol
göstericim, değerli hocam Saygun’un, 78 yaşında yazdığı 2. Piyano Konçertosunu
bana ithaf etmesi müzik kariyerimin en anlamlı hediyesi ve ödülü.” der bir
sanatçımız. Saygun’un en güçlü
yorumcusu olarak; konser ve resitallerinde beş kıtada tanıtmayı sürdüren
dünyaca ünlü piyanistimiz Devlet Sanatçısı Gülsin Onay.
Ardında; onlarca
yapıtı bizlere armağan bırakarak yaşama veda eder; büyük besteci, orkestra
şefi, eğitimci, müzik düşünürü, etnomüzikolog. 6 Ocak 1991-İstanbul
Muammer Sun’un tanımlamasıyla SAYGUN;
“Çağdaş Türk
müziğinin Kutup Yıldızı”dır.
Işıl ışıl parlayan yıldızı hiç sönmeyecek
SAYGUN’a özlemle, anısına saygıyla…
Mikail Çiçek
KARA GÜLLER
Öyle bir kaybolur
ki insan ölüm bile görmez.
Çaresiz ruhum bir
gün olsun huzura ermez.
Dünyadaki
cehennemmiş meğer sevip de sevilmemek.
Geçip gitse de mazi
bu dert bitmez gönülde.
Adını anmaz oldu rüzgâr
sen gidince.
Beyazlara sarınıp
siyahlara karıştım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder