29 Aralık 2025 Pazartesi

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ocak 2026, Sayı 27

 

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ocak 2026, Sayı 27, Yaşar Özmen

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ocak 2026, Sayı 27, Yaşar Özmen

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ocak 2026, Sayı 27, Yaşar Özmen

 

YAYINCIDAN

İnsanlık, dünya tarihindeki en rahat ve en teknoloji temelli zamanını yaşıyor. Bulunduğumuz zaman; savaşların, afetlerin ve salgınların en az yaşandığı, ölümlerin nüfusun oranına göre çok daha düşük olduğu bir zaman dilimidir. Gerçeği, bilgi ve onun gücünde bulacağını gören insanlar başarmıştır bunu. Şanslı bir kuşağız. Belki bizimle birlikte birkaç kuşak daha iyi zamanlarını yaşayacak ve günümüzde baş gösteren korona-virüs salgını gibi daha başka salgın, afet ve ölümcül savaşlara gebe kalacaktır dünya.

İnsan ve çoğu canlı, havadaki oksijen oranının yalnızca %19-%22 arasında olması durumunda yaşamını sürdürebiliyor. Günümüzün teknolojisi, oksijen oranlarını kolaylıkla değiştirebilecek olanak ve yeteneğe sahiptir. Bunun yanında dünyayı birkaç günde yerle bir edebilecek silah sistemlerine…

Zaten doğal yaşamı yavaş yavaş bilinçli bir şekilde öldürüyoruz. Teknik üstünlüğün kötüye kullanıldığını düşünürsek tehlike, düşleyemeyeceğimiz kadar büyüktür. Bu yüzden, gerçeği bilgide bulacağına inanan ve bu bilgiyi en yararlı şekilde kullanabilecek duyarlı insana, yatırım yapmak her şeyden daha değerlidir. Seven ve olumlu duygu taşıyan insana varmalıyız. Sevgi dolu insana varmak için en etkili yöntem, sanat ve sanatsal ortamın etkin olmasıdır, diye düşünenlerdenim. Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın, magazinsel söylemler yerine sanata ve sanatın ayrıntısına yönelik olması bundandır. Ara sıra yazarlarımızdan gelen şiir ve metinler,  tırmalıyor güncel olayları, tırmalamalıdır da. Ne var ki durum, sanıldığından daha kötü seyrediyor. Bu tümce, tarihe yazılmak üzere not olsun: Düşündüğünü yazmaktan korkar duruma düşürülmüş toplumlar, toplam aklıyla sorun yaşıyor, içten içe kendi kendini yok ediyor demektir. Bunu, yakın tarihimiz de kanıtlamıştır.

Ne dersek diyelim çağ, bizi kontrolü güç bir mecraya çekiyor, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt edemeyecek bir sis bulutunun içine hapsetmek için elindeki tüm gerecini kullanıyor. İnsanoğlu istese de günümüzü sarmalayan sis bulutunu kırıp aydınlığa yelken açan ölçütleri yaşama geçiremeyecektir. Bilginin bu kadar kirlendiği ve bir takım odakların yararına kullanıldığı bir zaman dilimini bu güne dek insanlık yaşamamıştır. Bu konuda deneyimsizdir ve işi akışına bırakmaktan başka bir çıkar yolu görünmemektedir. Parametreler ve gerçeğin ölçütleri, o kadar çok ve yoğun ki bir yanından tutsan diğer yanı çöküyor, bir yanını kaldırsan diğer yanı çürüyor.

Örneğin sanat alanında bile; sanat bilimine uzak sanatçıları, özellikle izleyici ve yapıt alıcılarını; objenin göz doldurucu yanlarını kullanarak veya sanatsal kavramların ardından dolaşarak ikna etmek için sayısız gerekçe, teknik ve yöntem üretilmiştir. Oyuna gelmemenin bir tek yolu vardır: Sanat bilimine egemen olmak. Özellikle sanat bilimi içindeki estetik bilimi, parametresi ne kadar çok ve karmaşık olursa olsun az çok estetik değer taşıyıp taşımadığını size söyleme yeteneğine sahiptir.

Buna karşın, içinde bulunduğumuz ve adına çağdaş sanat dediğimiz görüngü; insan, nesne, teknoloji, akıl, dijital dünya, sanal dünya, yapay zekâ, metafizik dünya, gerçek ve gerçeküstü dünya gibi her tür uzam, olanak, boyut, teknik ve varlığı kullanan; kural, kanon ve bağlamın sınırlarını reddeden; sanatçının bilgisi, kültürü, aklı, teknoloji kullanma ve yaratı yeteneğinden doğan; algoritmik bir sistemdr. Durum böyle olduğuna göre, şimdi ne olacak? Sanatın işi ve hedefi insandır; buradan yola çıktığımızda sanatın diğer işi gelecek midir, sorusu çıkar karşımıza. Sanatın da ötesinde, bir tarafta bilgi, bilim ve teknolojiyi olumlu kullanan bir nesil yaratılırken diğer taraftan hikâye ve rivayetlerin bombardımanı altında çembere alınmış bir nesil palazlanıyor. İki kutuplu bir dünyanın ve düşünce sisteminin arasında yaşamak ne kadar hoş olur ve buradan nasıl bir yaşam biçimi çıkar, zaman gösterecek elbet.

Kısacası çağımız, normalin normal olmadığı bir uçlar dünyasıdır. Uçlar dünyasının, insanlığa payı ne olacaktır, yaşayarak göreceğiz. Dilerim ki insanın mutluluk ve motivasyonunu sağlayan iyi ve olumlu duyguyu havadan sudan gerekçelerle yitirmeyiz. Mutlu ve esenlikli günlerde okumak, okunmak dileğiyle… Mutlu yıllar.


Yaşar Özmen
KURAM VE YÖNTEM

 

Kuramla ilgili birkaç deneme yazmış olmama karşın açıklayıcı bir deneme daha yazma gereği duydum. Yaptığım araştırmalara göre kuram terimi, özellikle edebiyat biliminde rastgele kullanılan bir terim haline dönüşmüştür. Ne yazık ki bilimsel olabilme adına; yöntem, yöntemler topluluğu, bir konuyu açıklamak üzere tasarlanan kurgu, eleştiri teknikleri, teknik, yaklaşım biçimi gibi durumlar kuram terimiyle karşılanır duruma evrilmiştir. Salt günümüzde değil, 1800’lü yılların sonarlarına doğru batılılaşma çabalarının olduğu dönemde de sıradan yöntemler kuram diye isimlendirilmiş ya da bize sonradan öyle aktarılmıştır. Edebiyat biliminin üçüncü alanı olan edebiyat eleştirisi konusunda, öğrencisi olduğum fakültenin ders kitaplarını ve sunularını ayrıntılı inceledim. Ayrıca konuyla ilgili dokümanları kendi çabamla taradım. Kuramın kavramsal anlamını, oluş, işleyiş ve ürettiği sonucu dikkate alarak; sözlüklerin tanımlaması, internette ulaştığım bilgiler, öğrencisi olduğum edebiyat fakültesi ders kitapları, sosyal bilim alanında bilim unvanına sahip akademisyenlerin tanımlamaları; beni ikna etmiyor ve mevcut uygulamanın yanlış olduğunu düşündürüyor. Kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık bir kavram kargaşasının süregeldiğini görüyorum. Kuramın oluş, işleyiş ve sonuç sürecine baktığımda hem düşünce hem de de uygulamada üstünkörü bir yaklaşım olduğunu akademisyenlerin yazdığı metinlerden anlayabiliyorum. Denememde kaynak göstermiyorum. Çünkü referansım, aşağıda adı geçen fen bilimleri ve sosyal bilimlerinin çok iyi bilinen kuramlarıdır. Ayrıca eleştiri kuramları diye önümüze sürülen yapay yöntemleri somut örnek olarak da verebilirdim. Bunların kuram olup olmadığını; akademisyenlerin oturup tartışmadığını, hayran hayran baktığını dikkate alırsak, ayırdına varılamamış bir ayrıntının göz önünde durduğunu söyleyebiliriz. Örneğin ünlü bir eleştirmenimizin: “Her zaman tekrarladığım gibi, yapıtlar kavramlardan, kurallardan değil, kuramlar, kavramlar yapıtlardan doğar.” gibi saçma bir çıkarıma bile itiraz edilmediğine göre durum edebiyat literatürü açısından daha da sıkıntılı görünüyor.

Fen bilimleri hariç sosyal bilim alanlarında çalışanların; kendi bilim alanının yüceltilmesi uğruna kuram terimini olmadık yerde ve olmadık anlamda kullandıklarını, yöntemi kuram haline dönüştürdüklerini örnekleriyle gösterebilirim. Diyeceksiniz ki bu terim neden bu kadar önemli? Kuramı gerçek anlamında kullanmadığınız takdirde, yöntemlere kuram dediğiniz durumda gerçek kuramları saptayamazsanız, siz o ilgili bilim alanının köşe taşlarını yok saymış ve o ilgili bilim alanının gelişmesini engellemiş olursunuz. Sonra “Edebiyat bilimi gelişmez; çeşitlenir” gibi akıl tutulması bir ezberi kabul edip gezersiniz ortalıkta… Çünkü bilimler, kuramların ışığı huzmesinde kendine yön bulur, gelişir ve yeni bilgi üretme yeteneğine sahip olur. Örneğin yerçekimi kuramını bilmezseniz, belirlediği sınırları dikkate almazsanız, mutlakıyetine uyum sağlamazsanız; basit bir yatay atışta bile uygulanacak kuvveti hesaplayıp hedefi vuramazsınız. Sosyal bilimlerdeki kuramlar biraz daha esnek olmakla birlikte, konunun işleyiş ve sonucunu kanalize eden mutlakıyetlerdir. Kuramın temel ilkesi, sizin belirlediğiniz değil kuramın kanalize ettiği somut ya da soyut sonuçlardır. Sosyal bilimlerde siz sadece kuramın girdi parametrelerine müdahale edebilirsiniz. 

Bir kez daha yineliyorum. Yöntemlere kuram dersek, kurguladığımız çözümsel yaklaşıma kuram dersek, sistem veya tekniğe kuram dersek; gerçek kuramlar ortaya çıkarılamamış olur. Kuramlar bir bilim alanının köşe taşlarıdır, ışıklarıdır, fenerleridir, yol göstericileridir, kılavuz çizgileridir. Kuramlara dayanmadan bilim alanının yeni bilgi üretme yeteneği kaybolur. Kuramlar saptanmadan, kuramların izinde hareket edilmeden o alanda yeni bilgi üretmek samanlıkta iğne aramak gibi bir duruma dönüşür.

Kuramın;  varsayım, bir konuyu açıklamak için yapılan kurgu, yöntem, yol, yordam, sistem ve teknik gibi yakın anlamsal terimlerden nasıl ayrılacağını dilim döndüğünce aşağıda açıklamaya çalışacağım. Saptadığım, adına kuram dediğim görüngülerin anlaşılabilmesi buna bağlıdır. Kuram terimi, fen bilimlerinde ayrı anlamda, sosyal bilimlerde ayrı anlamda kullanılıyor ve bu, bilim adına ciddi bir sorundur.

Öncelikle Kuramlar;

Yapılmaz, yapılamaz, yöntemler üst üste konulup oluşturulamaz. İlişkiler, parametreler ve etkiler arasında zaten var olan bir olgudur, görüngüdür, süreçtir. Sadece varlığını saptayabilirsiniz. Doğa yasalarından kaynaklanan; bilgiler arası, sosyal ve insani ilişkilerin doğal süreçlerinden oluşan; gözlenebilir, genellenebilir, denenebilir durumlardır, ilkelerdir.  

Kuramların ürettiği sonuçlar bir yelpaze içinde kalır ve mutlaklık taşır. Fen bilimlerinde bunların yelpazesi daha dardır. Hesaplanabilir.

Kuramlar, kendi içinde var olan ilkeler bütününe göre çalışır. Her bilim alanında saptayamadığımız pek çok kuram olduğunu söyleyebiliriz.   

Kuramı; yöntem, yol, yordam, kurgu, sistem, teknik gibi sosyal bilim literatüründe yakın anlamda kullanılan terimlerden ayırmanın en belirgin özelliği şudur: Kuramlar yapılamaz, sadece saptanabilirler. İşleyişine ve sonuçlarına müdahale edilemez; sadece girdi parametreleri değiştirilebilir. Varsayım ortaya koyarsınız; kanıtlarsınız. Kanıtlayamazsanız çöpe atarsınız. Kuramların eskimesi diye bir durum söz konusu değildir. Örneğin yansıtma kuramı milattan öncesine dayanır. Eskimiş bir hali var mıdır?

Denenebilir olmalıdır. Farklı parametrelerle durum, tekrar tekrar işleme tabi tutulup sonuçlar kendi aralarında özdeş olmalıdır. 

Sonuçları genellenebilir olmalıdır. Sosyal bilimlerde sonuçlar, belli bir yelpazenin taradığı alanın dışına taşmamalıdır. Aynı ve farklı etkiler sonucunda, özdeş oluş, işleyiş ve sonuç vermelidir. Fen bilimlerinde ise sonuçlar, daha somut veriler sunabilir. Bir makinaya attığınız tahıl sapının işlem sonucunda saman ve türevlerinin elde edilmesi gibi genellenebilir bir sonuç olmalıdır. 

Kuramların işleyişinden doğan sonuçlar, doğrulanabilir olmalıdır. Farklı etkilerin karşısında oluşan tepki veya sonuç, kuram çerçevesinde ve etkisiyle oluştuğunun kanıtlanabilir olmasıdır.

Kuramların oluş işleyiş ve sonuçları gözlenebilir olmalıdır. Sosyal bilimlerde kuramlar genellikle soyut konulardır. Algı, düşünme ve anlama gibi bilme etkinliğimizle bunları duyumsayabilir ya da gözleyebiliriz. Fen bilimlerinde ise sonuçlar daha belirgin ya da somut olabilir.

Bir konuyu çözümlemek ya da aydınlatmak için kurguladığınız yaklaşım biçimi, yöntem veya yöntemler topluluğuyla kuram oluşturulamaz. Eleştiri kuramı diye anlatılan yöntemlerin çoğu bu şekildedir. Kuramlar; durumlar, olgular, ilişkiler içerisinde zaten var olan görüngülerdir; saptanır ve bir durumu aydınlatmak üzere kuramın sonuçlarından yararlanılabilir; yansıtma kuramı gibi… Bir akademisyenin edebiyat kuramlarına ilişkin anlatımında gördüğüm için özellikle belirtiyorum. Yansıtma kuramı, eleştiri kuramı değildir; o kendi görüngüsü içerisinde bir sanat kuramıdır; eleştiride ya da sanat çözümlemesinde yardımcı olarak yararlanabilirsiniz. 

Kuramlar sonuçta kanıtlandığında yasa niteliği taşırlar. Yöntem, insanın kurguladığı bir yoldur; kuram ise olay, olgu ve ilişkilerin etkileşiminden doğan doğal ve mutlakıyet taşıyan bir görüngüdür.  

Fen bilimlerinden, “Yerçekimi Kuramını ve Görelilik Kuramını” sağ elinize; sosyal bilimlerden, “Yansıtma Kuramını ve Nesnel Bağlılaşık Kuramını” sol elinize alıp tartıp biçip tanımaya çalışalım. Örneğin eleştiri konusunda yazılıp çizilen, yıllarca ders olarak okutulmuş kuramlar veya işletmede örgüt kuramları diye anlatılan kuramlar arasında; yukarıdaki verdiğim dört kuramla küçük bir özdeşlik, benzerlik, yakın nitelik bulabilecek misiniz? Kendi kendinize bunu test edebilirsiniz. Oluş işleyiş ve sonuçları bakımından bir özdeşlik, benzerlik bulabiliyorsanız o kuramdır.  

Ezber edindiği konulardan; gerek sığ bilgi kütlesine gerek kişisel hırslarına gerek yaygın görüşün verdiği cesarete sığınarak vazgeçmek, tersine bir sonucu desteklemek bilim adına olsa bile zor bir durumdur. Edebiyatın önde gelenleri, Cumhuriyet öncesinden beri bu şekilde ele almışlar durumu. Eleştiri konusunda yıllarca çalışmış, yapılamayacak bir durumu yapmış gibi göstermiş bir anlayışa bunları anlatmak elbette zordur. Her durumda her konuya her tür kılıf bulunabilir; sonuçta anlamı sündürülebilir ve açık dokulu bir kavramdır kuram. Bu yüzden, kemikleşmiş, kalıplaşmış, inanılmış, sorgusuzca kabullenilmiş bir durumun karşısında bilimsel olanını söylemenin çok bir şey ifade etmeyeceğinin de farkındayım. 

Kavramları ve bilimsel terimleri yerli yerinde kullanmazsak, kavramların anlamsal kapsamını ve hiyerarşisini doğru kurgulamazsak; üzerinde çalıştığımız bilgi disiplinini sağırlaştırırız. Madem edebiyat biliminin ikinci dalı edebiyat kuramları, fakültelerde edebiyat kuramlarıyla ilgili bir ders neden yok? Çünkü ülkemizde edebiyat kuramı saptayan bilim adamı yok; varsa da ben duymadım. Beli başlı kuramların çevresine yığdığınız yöntemlerle kuram oluşturduğunuzu sandığınız için yok. Eleştiri kuramları gibi, yöntem ve yöntemler topluluğuna kuram dediğiniz için gerçek kuramları saptayamazsınız. Yapılan en gözde akademik araştırmalar; yapılmışı, günün moda ithal terimleriyle irdeleyip geçmişe hayranlık katsayımızı artırma biçimindedir. Ya da başka bir soru sorayım: Madem edebiyat, aynı zamanda bir sanat dalıysa estetik bilimine başvurmadan eleştiri olur mu? Eleştirinin amaçlarından biri de yapıtın sanat değerini yani estetik değerini ortaya koymak değil mi? Sanat dediğiniz alanda estetik bilimini ders olarak okutmuyorsanız edebiyatçı, havanda su döven var yok arası bir durumda demektir.

İlgili bilim alanının kavramlarını, kavramların anlamsal kapsamını ve kavramlar arası hiyerarşiyi bilimler arası eşgüdümle sorgulayıp en uygun biçimde uygulamaya sokmak, akademik eğitimin temel görevi olmalı. Ne yazık ki mevcut durumu dikkate alırsak eğer, dilemek, seyretmek ve hayıflanmaktan başka yapacak bir şeyimiz yok görünüyor… 17.06.2025 Narlıdere


Ayşe Karadağ
BAŞKA BİR SICAK

l
Hava sıcak deniz dizlerim gibi dingin
An çaldım bugün yaşamın kıyısından
Sahil cıvıl cıvıl midyeciler tavlacılar
Bir şarkı yükseliyor biraz öteden
“Sen körfeze geldiğin zaman
Susar deniz susar rüzgâr”
Biber gibi dilime düşer sevdiceğim
Kürdili şarkı bir başka vurur sızısı özlem.
 
Şarkı sustu bir an
Ben sustum
Sahil sustu
Çocuk sesleri durdu 
Saatlik haberlerin sırası mıydı?
Seyrindeyken tadı kaçtı körfezin   
Ülkemin altına odun atmışlar
Yara yara üstüne kaynayan kazan
An çalmıştım oysa huzurun bir ucundan.
 
Nerde o az önceki hoyrat havam
Başım yandı içimde alaz
Böylesi bir havada
Kış gecelerini arar mı insan
İmbatla geldi buruk bir özlem
Çocukluğumu getirdi o sıcacık evimden.
ll
Ola ki o günlere uçmuşum
Mevsim kış annemin evindeyim örneğin
Sobada odun çıtırtısı
Demlikte çay kan kırmızı
Anne sıcaklığıyla bütünleşen huzur
Sığınma duygum son evresinde
Annem uçmuştu oysa savınca yazı.
Şimdi başka sıcak yüreğim
İçimde başka bir acı.
 
Ah nerede o gençliğim esrik hallerim
Yorganıma sardığım deli düşler
Şimdi deli bile değilim
Ülkem adına sözcüklerim tutsak 
Umarsızım eksiğim 
Bu kargaşanın içinden kaçıp gitmek var.
 
Oysa ayağa kalkmanın şimdi zamanı
Beynimi oynatan şu sahili
Götürüp annemin sobasında yakmalı.
                                   Temmuz 2015, İzmir


Seval Arslan

GEÇMİŞİN SİSLERİ

 

yerinde sabit dur(a)mayan evren

güneş, ufukta sallanan sarkaç

 

toz bulutundan göremediğimiz yıldızlar

gökyüzüyle aramızda kutsal bağ

 

piramitler, tapınaklar, lahitler

köprülerden geçen ayak izleri

kızıl kumların altında kemik artıkları

inançlar, semboller…

geçmişin sisleri arasından çıkan ekin’in yaratıcıları

 

kayalıkların tepesinde yükselen nemrut

dağ üstüne oturan başka bir dağ

duaları işiten “tanrıların tahtı”

sonsuza uzanan bakışlarında saklı sır

 

yaşamı değiştiren doğal döngüler

anlam evrenimizi değiştiren çözülmeler bir uyarı belki

dönüp bakmamız için kendimize, gökyüzüne

 

Nurbanu Kablan
SABAH DURAKLARI

 

Yola çıkardım alacakaranlığında şafağın

kent uyurdu ölüme benzerdi yüzü

otobüs camında eğik el yazısı buzun

öykülerini okurdum gecekondu evlerinin

sıvası dökülmüş bacası siyah dumanlı

 

Kadir bilmez kent ama saklar yasak yüzünü aşkın

bozar amudi yazılmış kısa öyküsünü yok oluşun

yediği ayazı unutmayan kurdu anlatır sabah

közü alevlenir masal kuşlarının kalbimde

hükmü erir hayat denen o dik yokuşun

 

Duraklardan yalnızlığın kalabalıklarını toplardı

0tobüs kaptanları kaosa kırardı direksiyonu

cebimden çıkarıp bakardım şafağın resmine

Kızıl ordu korosu “Polyushka Polye” marşını söylerdi

kulağımda gümüş rüzgarın uğultusu geniş bozkırların

 

Üstüne örtülmüş ince sis yorganıyla uyurken kent

titreyen sokak lambaları altında saklandığı yerde aşk

yıkar günün altın saatini, zamanın avuçlarında parlar şebnem

ben seni düşünürüm bu vakitlerde aslında hep seni düşünürüm

kavuşma durağında gün ışır, sızar çatlağından ömrümün…                                             

   (1998’de yazılmış eski bir şiirin restorasyonu, 25-29 Kasım 2025, Bellegarde)

 

Hüseyin Sert
YAĞMUR YAĞIYOR

 

Camda kırık bir şarkı mırıltısı
Silinmiş bir gölgeydi zaman
Çember çeviriyordum çıplak ayaklarımla
Saçakların altına sığınmış
Bir kardelen
Saçlarımı tarıyordu anam
Gökyüzünde rengârenk uçurtma kuşları
Yıldızlar kadar uzak babam
 
Yağmur yağıyor
Adı konmamış
Dizeler arasında bir yolcu
Sayfalarımın arasına sızdı
Gözlerini kırpıyordu
Bir dizede pamuk prenses
Yedi cüceler çevresinde dans ediyordu
-Hadi gel ne duruyorsun tut ellerimi diyordu
Şen kahkahalar
 
Yağmur yağıyor
Rüzgâr şarkıda
Bulutların üzerinde zaman
Gökkuşağı dans ediyor
Öpücüklerin gölgesindeydi bahar
Çiçekler içinde
Beyaz bir kelebek
Hayata can veriyordu.
Dans ve zaman
Mavi ve ıslak bir çizgi
Akarak iniyordu camdan
 
Yağmur yağıyor
Pembe meltemler ve
Düşün zamanı
Huzur, rahat ve sessizlik
Kahve keyfi
Dağlar bozkır sahil
Koşuyorum oradan oraya
Güz gülleri çiçek açıyor
Coşuyorum
Bir dizeden bir şiire yolculuk
Yazdıkça dökülüyor zaman
 
Yağmur yağıyor
Meltemler sarıyor dört bir yanımı
Bunuma
Acı iyot kokuları geliyor
Mis gibi toprak kokuyor zaman
Anlıyorum
Mısralardan düşme zamanı gelmiş
Biliyorum
Görüyorum, görüyorum!
Her şeyi görüyorum!
Kalbimdeki Lavinya
              -Pembe açmış
16.10.2025       

 

Ahmet Dönmez

DERİN YILDIZ

 

Dağ havası

Dolmaya görsün

Kör geçitte

Böyle gelir düşler

 

Soru gariptir

Cevap belli

Kim

Mırıldanma

 

Meydan

Sararmış

Ters dönmüş şemsiye

Kitap elde

 

Teşhir edilen

Zaman

Sağ ve şaşmaz

Kuvars kafesinde

 

Bir çift göz

Köle usulü

Şehrin üzerinde

Omuzlarda

 

Kuşlara da sorulsaydı

Mektubun içindeki

Ekilirdi tohum

Göklere

 

Mermer hırka

Hafif ve ıslak

Dilenciden dilenciye

Masrafsız miras

 

Sadece ses

Yapmaz kalbi

Bir mezar

Dili tutulsun güvercinin

 

Ay yerine

Bir at bağlamışlar

Taşına

Kalemin

 

Yıldızı çizen

Sarıyı yeşile boyayan

Altın hareli

Zor tebessüm

                        23.10.2025

 

Ahmet Yılmaz Tuncer
BEN GİBİ BAKAN 

Bir eski ev kaçmış sanki denizden
Kaçıp sığınmış şehrin arka sokaklarına
Ahşap birkaç katlı eski bir ev balkonundan
Şimdi sokakta onayan çocukların
Görüldüğü yakan top birdirbir kukalı saklambacın
Oynandığı bağırışı ağlayışı çok olan
Eski evin sokağında yılların artanı
Güne eksilmeden gelen
Bir yıldönümü gibi yansıyan
Ağlamayan bir çocuğun gözyaşı gibi
Tüm sokaklardan farklı bir anının
Gökyüzünden yere inişini yansıtan
Tüm rüyalarımdan farlı bir rüyanın
Yaşattıkları şimdi düşlerimden artan
Ve bana ben gibi bakan.

 

Bedriye Korkankorkmaz
EDWARS HALLET CARR

(Tarihin Satılık Dünyasında Satın Alınamayan Bir Tarihçi)  

Bilinçli okur, hem eleştirmen hem de yazardır. Edward Hallet Carr’ın eserini dikkatle okuduğumda, hiç tanımadığım bu saygın bilim insanının kişiliğine dair de bazı izlenimler edindim.  Bilim etiğine bu denli önem vermesi ve inandıklarının arkasında kararlılıkla durması, onun ilkelerine olan bağlılığının en belirgin özelliğini ortaya koyuyor. Tüm birikimine rağmen, tarih olgusunun anlaşılabilirliğini sağlamak için güvendiği bilim insanlarının görüşlerine yer vermesi, düşüncelerin her koşulda tartışmaya açık olduğuna inandığını gösterir.

Tarih, belgelere ve maddi kanıtlara dayansa da özünde bir yorum meselesidir. Bu yönüyle tarih, olgusal gerçeklikten yorumun sorumluluğuna geçer. Çünkü bir tarihçi, çıkar uğruna geçmişi kolayca çarpıtabilir; ama kişiliğini oluşturmuş, kendisine ve mesleğine saygı duyan bir insan, hiçbir koşulda satın alınamaz. Carr gibi bir bilim insanı, mesleki onurunu, annesinin ak sütü gibi tertemiz korur.

Kişilik, her koşulda ünün, makamın, mevkiinin ve sıfatın önüne geçen insani bir değerdir. Carr da tam bu noktada okura elini uzatır: “Bir tarihçinin kitabını okumadan önce, onun kişiliğini çözümleyin,” der adeta.

Carr yalnızca bir tarihçi değildir; o aynı zamanda bir biyografi yazarıdır. Dostoyevski, Marx ve Bakunin’in üzerine yazdığı biyografiler, onun entelektüel eğilimlerini ve yazarlık çizgisini anlamamız açısından büyük önem taşır. Dostoyevski, hiçbir koşulda düzene boyun eğmeyen, insan ruhunun karanlık dehlizlerinde dolaşan bir yazardır. Hayatı yoksullukla, çileyle, dramla yoğrulmuş; düşüşü de yeniden doğuşu da bizzat yaşamıştır. Ayrıca, yazarın sayısız eserleri arasında en kapsamlı çalışmaları, Rusya’daki Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği üzerine yazdığı kitaplardır.

Hayatın sınavlarından geçmemiş hiçbir insan, böylesine derin ve kalıcı yapıtlar bırakamaz. İşte Carr da, kendi yaşamında bu yazarların izlerini taşımamış olsaydı, onların biyografilerini böylesine sahici bir dille yazamazdı. Onun eserindeki her sözcük, hayat karşısındaki duruşunun canlı bir kanıtı gibidir.

Eğer onunla tanışma fırsatım olsaydı, sanırım çok iyi iki kadim dost olurduk. Çünkü Carr’da bulduğum şey, yalnızca bir düşünürün bilgeliği değil, insanlığın onuruna ve bilginin ahlâkına adanmış bir ruhtur.

Yetiştirdiği öğrencilerinin her birinin insanlığa kazandırılmış bir hazine olduğunu düşünüyorum. Onun izinden giden her zihin, tarihe ve hayata biraz daha anlam katıyor.

1892’de Londra’da doğan Edward Hallet Carr ilk olarak İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nda göreve başladı. Birçok önemli görevlerde çalıştı. Versailles’daki barış konferansına katıldı. Çeşitli üniversitelerde politika dersleri veren yazar, Cambridge Üniversitesi’ne bağlı Trinity College’da akademisyen olarak çalıştı. 3 Kasım 1982’de Cambridge’de öldü.

Yazar, Tarih Nedir? adlı eserinde 19. yüzyılda tarihe ve tarihçiye bakışı 6 bölümde irdeliyor. 1-Tarihçi ve Olguları, 2- Toplum ve Birey, 3- Tarih, Bilim ve Ahlâk, 4- Tarihte Nedensellik, 5- İlerleme Olarak Tarih, 6- Genişleyen Ufuklar.

“Tarih Nedir?” sorusunun yanıtını tarihin 19. yüzyıla kadar geçirdiği tüm evreleri tek tek irdeleyerek arıyor. Bu kapsamlı arayışın sonucu olarak eser, 19. yüzyıl tarihinin biyografisi niteliğini taşıyor. 

Bir tarihçi salt kendisine verilmiş belgelere, yazıtlara… karşı sorumlu değildir. O belgelerin, yazıtların içinden geldiği sınıfa, o sınıfın toplumuna, o toplumun oluşturduğu ulusa ve o ulusun okurlarına karşı da sorumludur, Carr’a göre.

1. Bölüm, Tarihçi ve Olguları. Bu bölümün adından da anlaşıldığı üzere özellikle olguların en parlak çağı olan 19. Yüzyılda, Tarih Nedir, sorusuna yanıt arıyor yazar. 19. yüzyılda Hard Times’da Mr. Grandgrind, “İstediğim olgulardır…” diyordu,  Hayatta yalnızca olgular aranır.”(13)  19. yüzyıl tarihçilerinin çoğu bu görüşü benimsiyordu. Ranke, 1930’larda tarihten ahlâk dersleri çıkartan anlayışa şu haklı nedenden dolayı karşı çıkıyordu: “Tarihçinin ödevi yalnızca nasılsa öylece göstermektir.”          

Yazar, tarih olgusu ile tarihin bir bilim dalı olup olmadığı konusunun dönemin birçok ünlü tarih bilimcisini karşı karşıya getirdiğini belirtiyor. Tarihin bir bilim olduğunu savunan Pozitivistler,  tarihçiler önce olguları ortaya koysunlar, onlardan sonuç çıkarsınlar savını savunuyorlardı. İngiltere’de Locke’den Bertrand Russell’a kadar birçok filozof İngiliz felsefesinin özne ile nesne arasında tam bir ayrılma öngören Ampirik bilgi teorisi ile bütünleştiğine inanıyorlardı bu görüşün.

Tarih gerçekte yorumdur. Bu gerçekten yola çıkarak, kendisine verilen belgeleri, yazıtları vs. materyalleri evine götüren bir tarihçinin kendi isteği ve tarihe bakışı doğrultusunda elindeki belgeler ve yazıtlarla tarihi kendine göre yeniden yorumladığı gerçeğinin altını çizdikten sonra bir tarih okurunun seçici ve dikkatli davranması gerektiğini söylüyor yazar. 

Housman’ın “Kesin doğruluk bir ödevdir, erdem değil”(16) sözünü anımsatarak;  bu yüzden,  tarihin gerçekte doğrulanmış bir olgular kümesi olduğu görüşüne de şüpheyle yaklaşıyor. Tarihçilerin günlük, sıradan olayları kendi istekleri doğrultusunda tarihsel olgu haline getirebildiklerini, bu yüzden de bir tarih okurunun kendisine dayatılan tarihi her şeyden evvel sorgulaması gerektiğini söylüyor.

 Bu bağlamda Housman’ın “Kesin doğruluk bir ödevdir, erdem değil”(16) sözü ve tarihi olguların hiç olduğunu asıl önemli olanın yorum olduğu varsayımına ünlü Alman filozofu Nietzsche’nin şu görüşüyle yanıt veriyor yazar: “Bir görüşün yanlışlığı ona karşı çıkmamız için bir neden değildir… Sorun, onun ne ölçüde hayatı sürdürücü, hayatı koruyucu, türleri koruyucu, hatta türleri geliştirici olduğudur.” 

“Tarih Nedir?  sorusuna ilk cevabın şu olacaktır ona göre:  “Tarihçi ile olguları arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ve geçmiş arasında bitmez bir diyalog.” ( 37)

Yazar toplum ve bireyin ilişkisini ise şöyle özetliyor;  “Toplum ve birey birbirlerinden bir başka bölümünde yorgun argın yürüyüp giden bir başka gölgeli kişidir” der ve devam eder: Tarihçi tarihin bir parçasıdır. Tarihçinin bu geçit alayı içinde kendini bulduğu nokta, onun tarihi görüş açısını belirler”(44)

Kendi beyni temiz olan bir tarihçinin, okurun beynini kirletmeyeceğine inanıyor yazar. Burada sözü edilen us temizliği tarihsel etiğin kişisel etikle bileşkesidir. Bu yüzden tarihçi konunun hareket noktasını öncelikle kendisi algılamalıdır. Daha sonra üzerinde yoğunlaştığı konunun hareket noktasından toplumsal ve tarihsel temel kaynak arayışına girmesi gerektiğinin önemine vurgu yapıyor E.Carr.

Tarihi gelecek kuşaklara, kalıt olarak bırakma sorumluluk ve bilinci içinde olması, bir tarihçinin olmazsa olmazları arasındadır. 

Tarih incelemesi, nedenlerin incelemesidir. Bir tarihçi durmadan “niçin” sorusunu sorar; cevap bulmayı umduğu sürece de duramaz. Büyük tarihçinin –ya da, daha geniş söyleyeyim, büyük düşünür- yeni olaylar hakkında ya da yeni bağlamlar içinde “niçin” sorusunu soran kimse olduğunu yüksek sesle söylüyor E.Carr.

Bireye içinde yaşadığı toplumun geçmişini araştırma sürecini veren tarih ile tarihçinin diyalogunun,  tarih ile bireyin arasındaki diyalogdan çok daha farklı olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor yazar. Tarihin,  tarihçiyle başlayan diyalogu, salt tarihçiyle tarih olguları arasındaki karşılıklı etkileşim süreciyle başlayan diyalogdur. Birey ile tarih arasındaki diyalogun temeli ise bugünün toplumu ile dünün toplumu arasındaki diyalogdur.

18. yüzyılın sonlarında gelişen bilim, insanın dünya ve kendisi hakkındaki bilgisine önemli katkıda bulunmuştur. Bu katkının yansıması olarak 19. yüzyılda insanın topluma dair bilgisinin gelişmesini merak bilincinin yerleşmesi olarak özetliyor yazar. Gelişen bilimin aralarında Tarih’inde bulunduğunu toplumsal bilimler kavramının boyutlarının gelişmesini sağladığını belirten yazar; 3. Bölüm’de Tarih, Bilim ve Ahlak başlığı altında şu konuya açıklık getiriyor: “Önce olgularınızı toplayın, sonra bunları yorumlayın”  diye anlattığı tümevarımcı tarihi yöntem görüşünün değişmediğini anımsatıyor bize. Tümevarımcı tarihi yöntem görüşünün araştırılmadığını, en önemlisi bilimin de yöntemi olduğu varsayıldığını öğrenmiş oluyor okur. Yazar tüm bunlar yaşanırken tarihçilerin bilimin kendi içerisinde köklü bir değişim geçirdiği gerçeğini yok saydıklarını söylüyor.

Tarihin, tarihçinin de içinde bulunduğu, hiç durmadan hareket eden bir süreç olduğunu algılaması zamanımızda tarihin ve tarihçinin konumu üstünde sonuca yönelik ciddi ipuçları veriyor yazara.

Yazar 4. Bölümde, Tarihte Nedensellik başlığı adı altında nedenselliğin tarih olgusu üzerindeki etkilerini tartışırken yeni olaylar hakkında ya da yeni bağlamlar içerisinde “niçin” sorusunu soran kişinin büyük tarihçi ya da büyük düşünür olduğunu savunuyor. Neden sorusunu soran tarihçinin ilk olarak aynı olaya birçok neden birden göstermesi gerektiğini anımsatıyor bizlere. Bu konuda iktisatçı Marshall’ın şu sözünü anımsatıyor yazar: “İnsanlar başka nedenlerin etkisini hesaba katmadan herhangi bir tek nedenin etkisini incelemek üzere uyarılmalıdır; çünkü o başka nedenlerin etkileri de incelenen o tek nedenin etkileri ile karışmıştır”(105).

Tarihte nedensellik olgusunun, dünya tarihi içerisinde rastlantının önemli bir işlevi olduğunu,  dünya tarihinde rastlantının yeri olmamış olsaydı tarihin çok gizemli bir niteliği olacağını belirtiyor E. Carr. Rastlantıların doğal olarak gelişmenin genel eğilimlerinin bir parçası olduğunu, bu özelliği sayesinde öteki rastlantı türlerince dengelendiğinin altını çiziyor İngiliz tarihçi. Tarihsel rastlantıya dair Marx’ın söylemiş olduğu üç şeyi anımsatıyor bize:

“Birincisi rastlantı pek önemli değildir; olayların gidişini “hızlandırabilir” ya da “geciktirebilir; bu da kökten değiştiremeyeceğini içerir. İkincisi, bir rastlantı ötekiyle dengelenir, böylece sonuçta rastlantı öğesi ortadan kalkar. Üçüncüsü rastlantı özellikle bireylerin kişiliklerinde kendini gösterir” (119).

Tarihsel rastlantı üzerine Troçki’nin şu değerlendirmesini anımsatıyor: “Tarihin bütün sürecinin, tarihi yasanın rastlantısalın içinde kırılmış şekli olduğunu, Biyoloji diliyle, tarihi yasanın rastlantıların doğal ayıklaması sonucu gerçekleştiğini savunuyor.

Doğal olarak bu süreçleri irdeleyen yazar, tarihin, geleneği kuşaktan kuşağa aktarmasıyla başladığını; geleneğin ise, geçmişin alışkanlık ve derslerinin gelecek kuşaklara taşınması olduğunu belirttikten sonra büyük düşünür ya da büyük tarihçinin “Niçin” sorusunun ardından “Nereye”  sorusunu sorması gerektiğini anımsatıyor.      

Beşinci Bölüm, İlerleme Olarak Tarihtir. Bu bölüme 30 yıl önce Powicke’nin Oxford’da Regius Çağdaş Kürsüsü Profesörü olduğu zaman yaptığı açılış konuşmasından şu alıntıyı yaparak başlıyor:

“Bir tarih yorumu için duyulan ihtiyaç öylesine derin köklüdür ki geçmiş üstüne yapıcı bir bakışa sahip olmadıkça ya gizemciliğe ya da kinikliğe düşeriz”(129).

Gizemciliğin tarihinin, tarihin anlamını tarih dışında din bilim ya da eskatologya alanlarında bulunduğunu ve bu görüşü savunan Niebuhr ile Toynbee gibi yazarların görüşü olduğunu, Kinikliğinse tarihin anlamının olmadığı ya da insanın arzusuna göre verdiği eşit ölçüde değerli ya da geçersiz anlamlara geldiğini anlatıyor. Bu iki bakışı da yazar tutarlı bulmadığı için reddediyor haklı olarak. Tarihin babası olan Herodotos’un tarih çocukları olarak klasik antik çağın yazarlarının genel olarak geçmişle olduğu kadar gelecekle de az ilgilendiğini anımsatıyor.

İlerleyen tarih olgusunun, toplum hakkındaki görüşlerimizin toplamı olduğunu, “İlerleyen tarihin kendisine dayanılarak yazılması gereken bilimsel varsayım” betimlemesiyle okurun bir tarih serüveni içerisinde yol kat etmesine yardımcı oluyor. Okurun aynı zamanda, tarihi, geçmiş hakkında anlamı ya da manidarlığı olmayan bir öyküler ve efsaneler toplamına dönüştürebileceğini anımsatıyor tabi ki.

6. Bölüm’de Genişleyen Ufuklar başlığı adı altında tarihin gelişen ufkunu ele alıyor.  Tarihin sürekli hareket eden bir süreçte olması tarihin ve tarihçinin konumu üstüne sonuca yönelik birtakım düşüncelere zorladığını belirtiyor bir tarih okurunun.    

Tarih olgusu içinde insanların bilinçli olarak kendilerini ve öteki insanları, ulus biçimine sokmalarını dile getiriyor. İnsanın bilinçlenmesiyle genişleyen tarihte, 18. yüzyılda çağdaş dünyaya geçişin hemen gerçekleşmediğini, belli başlı geçiş dönemlerden sonra bu çağdaş dünyaya geçişin gerçekleştiğini anımsatmaktan geri kalmıyor. Bu bağlamda; Hegel ile Marx’ın bu geçiş dönemlerini temsil eden filozoflar olduğunu da yazarın anlatımlarından öğreniyoruz.

 Bu süreçte Adam Smith’in insanları bilincinde olmadıkları erekleri gerçekleştirmek için çalışmaya koşan “gizli el”inin, Hegel’deki eşdeğerinin “ aklın kurnazlığı” olduğunu açıklıyor. Okurun, hem Hegel'in hem de Adam Smith’in izleyicisi oldukları Marx’ın, Doğa’nın aklın yasalarınca düzenlenmiş bir dünya kavramından yola çıktıklarının anlaşılmasını özellikle istiyor.

Yazar bu süreçleri tek tek irdelerken tarihçi için Freud’un özel iki anlamının bulunduğunu açıklıyor: “Birinci olarak, Freud insanların bir hareket yaptıkları zaman, o hareketi yapmalarına neden olduğunu söyledikleri ya da neden olduğuna inandıkları dürtülerin, gerçekte onların eylemlerini açıklamaya yeterli olduğu yolundaki çok eski bir hayalin tabutuna son çiviyi çakmıştır: Bu, oldukça önemli, ama olumsuz bir başarıdır; ne var ki, kimi heveskârların tarihteki büyük adamların davranışlarına psikanaliz yöntemleriyle ışık tutma yolundaki iddialarına da kuşku ile bakmak gerekir. Psikanaliz uygulaması, durumu araştırılan hastanın şaşırtmacalı biçimde sorguya çekilmesine dayanır: Oysa ölüler sorguya çekilmez. İkinci olarak Freud, Marx’ın çalışmasını pekiştirerek, tarihçinin kendisinin ve tarih içindeki kendi konumunu, üstünde çalıştığı konuyu ya da dönemi yeğlemesini, olguların seçimini ve yorumlayışını yöneltmiş olan dürtüleri -belki de gizli dürtüleri- kendi bakış açısını belirlemiş olan ulusal ve toplumsal çevreyi, geçmiş hakkındaki anlayışını biçimlendiren gelecek hakkındaki anlayışını,  incelemesini istemiştir.” ( 164).

Carr,  ünlü filozofların tarih olgusu üzerindeki görüşlerini irdelerken en çok İngilizce konuşan dünyadaki aydınlar ve siyaset düşünürleri arasında akla olan inancın azalmasının değil de sürekli hareket halinde olan bir dünya üstüne kapsamlı anlayışın kaybedilmesinden duyduğu kaygıyı dile getirir.

Her şeye rağmen, karmaşa ve sancılarla kuşatılmış bir dünyaya bakmayı sürdüreceğini; karşılığını ise büyük bir bilim insanının artık sıkça anılan şu sözleriyle vereceğini belirterek eserine son noktayı koyar:

“Gene de dönüyor.”

Evet, bu satırları kaleme almaktaki amacım eseri tanıtmaktan çok, onu okurun belleğine bir kez daha kazımaktır. “Tarih nedir?” sorusunu soran ya da bu sorunun yanıtını arayan herkese, on dokuzuncu yüzyıl tarihinin biyografisi niteliğini taşıyan Edward Hallett Carr’ın Tarih Nedir? adlı yapıtını, bir okur olarak içtenlikle öneririm.

Carr, Edward Hallett. Tarih Nedir? İletişim Yayınları, Çev. Misket Gizem Gürtürk, 255 s.

 

Bahri Loş

GİRİFT

 

Daha geniş bir zamanda görüşelim

Kırk gündür onu görmeye gitmedim

Çocuklar sen gelmeyince uyudular

Sonraki güne yine bir sürü iş sarktı

Yarış günün ilk ışıklarıyla başladı.

 

Viraja hızlı giren araç devrildi

Daha dün bir şeyi yoktu

Silahlı gruplar sokak ortasında çatıştı

Ödemelerin biri bitmeden diğeri başlıyor

Öldüğü on gün sonra anlaşıldı.

 

Burada serveti benim kadar çok olan yok

Otomatik pilota bağlı makineler miyiz

Bütün gün boyunca odanda mı kaldın

Onun bir merhabasını isterdim

İçimizden beyaz bir zift dökülüyor.

 

Sana bir şiir getirdim eşyaların çoktu

Bak gökyüzünde ne kadar çok yıldız var

Susmuş bir deniz içimde kımıldıyor

Çocuk öksürse yangın sanılsın

Bir kız gördüm yüzünden dünyayı ayıklayın.

 

Eray Korkmazer
MİTRALYÖZ

 

yüreğin bir demir parçası gibi durgunken soğuk ve ürkütücü
ama durmaz işte ele avuca sığmaz sıcacık değil mi ki yüzü bana dönük
sıkıysa dokun şimdi
bastın mı tetiğe ejderha kesilir mitralyöz misali
hani bakamazsın ya gözlerine bebeğini kaybetmiş bir ananın
dağların arasından dökülen alevleri toplayan elleri gibi ferhat’ın
kimsenin dinlemediği kendi kendine yanık türküler söyleyen çığlığı gibi sevdalı bir ozanın
gizli öznesini içinde barındıran tek kelimelik bir cümle:
“sevdadır” asırlar boyunca konu olan kitaplara öykülere romanlara şiirlere ve zulme.
 
yüreğinden açıldı ya konu gözlerini nasıl unuttuk
asıl mitralyöz gözlerin bakamıyorum gözlerine gözlerinin yanında güneş çaresiz
su hava toprak ateş ve devasa bir boşluk bir de yanında sonsuz karanlık vardır
bütün bunların toplamı evrendir ki büyüklüğü yetersiz kalır.
 
demek ki mitralyöz yalnızca savaşlarda kullanılmaz
ateşe sorun sevda der acıya sorun emek der yüreğe sorun en sevdiğim renk kızıl der
tragedya oynamak şairin aslî göreviyse eğer dizeler mermi gibi gelmeyin üstüme der
mermisi hiç bitmez mi bu silahın
ne olur artık yeter.

 

Özcan Öztürk
ŞİİR İNCELEME VE ELEŞTRİ DOSYASI
BÖLÜM-1 (Dosya dört bölümde yayımlanacak)

 ARKADAŞ ZİYA ÖZGER BİR ŞİİRİ İNCELEME ÖDÜLÜ 2025

 Yeni Toplumcu Gerçekçiliğin Oluşumsal Yapısalcı Yöntemin İmkânlarını Kullanmak, Mehmet ERCAN’ın ‘‘Bu Bulut Nereye Gidiyor’’ İsimli Şiiri Üzerine Yenilikçi Çözüm Dengeleri Oluşturmak.

 

İÇİNDEKİLER

·         Özcan Öztürk’ün Özgeçmişi

·         Mehmet Ercan’ın Özgeçmişi

·         Şiirin Sesi, Şairin Maskeleri: Persona

·         Ontolojik Analiz Yöntemiyle Şair Mehmet ERCAN’ın  ‘‘Bu Bulut Nereye Gidiyor’’  İsimli Şiiri Üzerine Bir Çözümleme

·         Bu yapıt ne diyor? (Teknik Eleştiri)

Şiir Sarnıcı 28. Sayısında yayımlanacak (Bölüm-2)

·         Bu yapıt bana ne diyor?  (Pozitif Psikoloji Eleştiri)

Şiir Sarnıcı 29. Sayısında yayımlanacak (Bölüm-3)

Bu yapıt benim güzellik anlayışıma uyuyor mu? (Estetik Eleştiri

·         Bu yapıt benim toplumsal anlayışıma ne derece uyuyor? (Marksist-Sosyolojik Eleştiri)

·          Bu yapıt bana nasıl bir iletide bulunuyor? (Pozitif Felsefi Eleştiri)

Şiir Sarnıcı 30. Sayısında yayımlanacak (Bölüm-4)

·         Çözümleme Mehmet ERCAN’ın  ‘‘Bu Bulut Nereye Gidiyor’’  İsimli Şiirine Metin Dilbilimsel Bir Yaklaşım.

·         Eleştirinin Eleştirisi

 

Özcan ÖZTÜRK’ün Özgeçmişi

1970 yılında Sivas’ın Divriği ilçesi, Güneyevler Köyü (Erşün)’de dünyaya geldi. Uzun yıllardır Ankara’da yaşamaktadır. 1996 yılından itibaren şiir, söyleşi, küçürek öykü, eleştiri ve düzyazıları yurtiçinde ve yurtdışı edebiyatsanat dergileri ve gazetelerde yayımlandı, yayınlanmaya devam ediyor. 2004/2006 yıllarında merkezi Zürich olan, Uluslararası Kültür Köprüsü’nün Türkiye Temsilciliği görevini yürüttü. Edebiyatçılar Derneğinde kısa süreli iki dönem denetleme kurulu üyeliğinde ve Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği ve Özgür Sanatçılar Derneği üyeliklerinde bulundu. BESAM, TYS, Ankara Sanat Kurumu Derneği, Ankara Divriği Kültür Derneği, Seyit Garip Musa Ocağı Derneği, Batıkent Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Yapıder üyesi. Ankara Radyo İmaj’da Şiirle Yaşayanlar ve Aşk FM Tamirci şiir programlarının metin yazarlığını üstlendi. Özgür Sanat Dergisinin Genel Yayn Yönetmeninliği ve Yazı İşleri Müdürlğü görevlerini üstlendi.

Her hafta çarşamba günleri Türkiye’nin en köklü gazetesi olan Ulus Gazetesi yazıları yayınlanmaktadır. Eleştiri yazıları web sayfalarında güncellenerek yazmaya devam etmektedir.

https://www.ulusgazetesi.com/haber-ozcan-ozturk-yazilariyla-aramiza-katildi-71610

https://www.ulusgazetesi.com/yazar/ozcan-ozturk-sair-yazar/ait-tum-kose-yazilari-177

Tiyatro Oyunu: Turgut Uyarın eseri Göğe Bakma Durağından yola çıkılarak otobiyografik hayatı oyunlaştırdı.

Dizi ve Film Senaryo: Mini Sokak isimli çocuk dizisinin senaritsliğini üstlendi.

Başkent Üniversitesi Yaşam Koçluğu ve Ankara Bilim Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık ve Metin Tasarımı Eğitim sertifikası sahibi. İ.S.A (İstanbul Seneryo Atölyesi senaryo eğitimi aldı.)

Eleştiri- inceleme ve söyleşi yazıları

https://www.aksisanat.com/2025/01/18/al-gulum-ver-gulum-hikayesi/

https://www.aksisanat.com/2025/03/01/ozcan-ozturkten-hakan-kaya-soylesisi/

Eserleri:

Çocuk su -şiir- (Kum yayınları/ Ankara 2003). (2. Baskı Sole Yayınları 2024 Antakya)

Hüzünlü Kadınlar Sokağı -şiir- (Papirüs Yayınevi/ İstanbul 2010). (2. Baskı Sole Yayınları 2024 Antakya)

Davetsiz Misafir - minimal öykü - (Bencekitap / Ankara 2011). (Genişletilmiş 2. Baskı AldenYayınları 2024 İzmir)

Elveda -şiir- (İzan Yayınları/ Ankara 2021).

Gezi/yorum (haiku şiir) (İzan Yayınları/ Ankara 2023).

Saray Merdiveni & Madencinin Ölümü Soma şiir (Cinius Yayınları /İstanbul 2023. 1.Baskısı).  KKM Yayınları (2. Baskı) 2024 Ankara

Ortak Kitaplar:

2003 – Toplumsal Şiirler Yıllığı–(Damar Yayınları – Ankara)

2004 - Toplumsal Şiirler Yıllığı–(Damar Yayınları – Ankara.)

2006 - 7. Uluslararası Altın Safran Belgesel Film Festivali ‘‘ Şiir Ödülü’’Katılımcı Şairler Seçkisi– (Karabük. 2007).

2007 - Ödüllü Genç Şairler Antolojisi– Kocaeli Üniversitesi Şiir Etkinlikleri Birimi – (Kocaeli. 2003) 2010 - poetik- A şiir yıllığı – (Nevşehir. 2011)

2013- Minimal Öykü Nedir? – minimal öykü seçkisi - (Bence kitap–Ankara. 2013).

2014- Bağzı Şeylere Öyküler 28 Yazardan Gezi Parkı Öyküleri – (Aylak Adam Yayınları- İstanbul. 2014)

2015- Yitik Öykü-Bir Tweeklik Öyküler. (Yitikülke Yayınlarıİstanbul. 2014)

2019- 252 Yazardan Kısa Öyküler–Öyküden Çıktım Yola- (Aylak AdamYayınları- İstanbul. 2019)

2020- Bodrum Şairleri Antolojisi–(Gece Kitaplığı 2019- Ankara).

2023 - Hatay ve Deprem Gerçeği HATSEP (Sonçağ Yayınevi, Uzun Dijital- Anakara 2023) 2024 - Barbarları Beklerken deprem özel sayısı hafızanız hesap soracak (Aleni Kitap 2024 Hatay)

Şiir Ödülleri

- 1999 Mülkiyeliler Birliği Vakfı Şinasi Özdenoğlu Şiir Ödülü 2.

- 1999 Kocaeli Üniversitesi Şiir Okulu yayımlanmamış 5 şiir ile 2.

- 1999 Bartın Belediyesi Hasan Bayrı Şiir Yarışmasında 2.

- 1999 Bartın Belediyesi Hasan Bayrı Şiir Yarışmasında Mansiyon.

- 2000 yılında Lâlezar şiir dosyasıyla Hatay (Cemal Süreya adına düzenlenen) Şiir Ödülü.

- 2002 yılında Çocuk Su şiir dosyasıyla Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası Şiir Özendirme Ödülü.

- 2004 yılında Çocuk Su şiir kitabıyla K.Y.Ö.D. Ruşen Hakkı Ulusal Şiir Yarışması 3. Ödülü. -2004 yılında Karşıyaka CUMOK 7. Uğur Mumcu Şiir Yarışması Dil Derneği Özel Ödülü (hüzünlü kadınlar sokağı yayımlanmamış şiirle).

- 2004 yılında Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Adnan Yücel Şiir Yarışması 3.Ödülü (yayımlanmamış beş şiirle).

- 2008 yılında Hüzünlü Kadınlar Sokağı isimli şiir dosyam 3. Uluslararası İstanbul Beyoğlu Şiir Festivali Sevda Ergin Şiir Ödülü.

- 2021 yılında BERKSAV Bergama Kültür ve Sanat Vakfı Efdal Önder Şiir Jüri Özel Ödülü Gezi/yorum isimli şiir dosyam değer görüldü.

- 2021 yılında Özgür Sanatçılar Derneği Harun Ünlü Şiir Koşusu Şiir Ödülü Elveda isimli dosya 1. değer görüldü.

- 2021 Ekin Sanat Mehmet AYDIN’ın anısına Şiir Ödülünde Buhurumeryem Madencinin Ölümü (Soma İçin 100 Kanto) isimli şiir dosyamla 3. Ödülüne değer görüldü.

- 2022 Korsan Edebiyat Dergisi Şiir Yarışması ‘‘Senin Şiirin’’ konulu yarışmada ‘‘Saray Merdiveni’’ isimli şiirimle 1. lik ödülüne değer görüldü. (Rumuzla katılımın olduğu 228 şiir arasından 1.

Öykü Ödülleri

- 2017 yılında Güncel Sanat Dergisi 7. Öykü ve Kaygusuz Abdal Adına Açılan Şiir Yarışmasında Gazete isimli öyküsüyle Güncel Sanat Öykü Ödülü’ne değer görüldü.

-2021 KÜSADER (Bafra Kültür ve Sanat Etkinlikleri Destekleme Derneği) İstanbul Sözleşmesi Yaşatır Öykü Ödülünde Gökkuşağı isimli öykü ile mansiyona değer görüldü.

Mehmet ERCAN’ın Özgeçmişi

1957 yılında Konya’nın Kulu ilçesine bağlı Gördoğlu köyünde doğdum. Aslen Adıyaman’lıyım. Ankara Keçiören Lisesi’ni bitirdim. Gazi Eğitim Fakültesi’nin Edebiyat bölümünü kazandım, o günkü siyasi ortamın baskısı yüzünden devam edemedim. Siyasi çalışmalarımdan dolayı, dört yıl ceza aldım. Cezamın bir kısmını, Konya E Tipi Cezaevi’nde diğer bölümünü Kadınhanı Cezaevi’nde tamamladım.

Yapıt, Petek, Dönem, Güney, Beşparmak, Yaba, Yaba Edebiyat, Pencere, Ekin Sanat, Çalı, Sanat ve Hayat, Evrensel Kültür, Edebiyat ve Eleştiri, Eski, Berfin Bahar, Amik, Birnabun, Öğretmen Dünyası, Gerçek Sanat, Yoğunluk, Deliler Teknesi, Mahsus Mahal, Dar Sokak, Gökyüzü Edebiyat, Afrodisyas Sanat, Ada, Hâr, Tersakan Toros, İnsancıl, Sanat Cephesi, Eliz, Şehir, İlkinci, Kurgu, Çağdaş Yaşam, Temolos Edebiyat, Kasaba Sanat, Yeni Gelen dergilerinde ve bazı sanal dergilerde şiirlerim, öykülerim, yazılarım yayımlandı.

“Acılara Yazılıdır Sevdam” adlı birinci şiir kitabım, 1992 yılında Aydın Kitabevi tarafından basıldı.

“Pir Sultan Abdal Destanı” başlıklı şiir dosyam, 2003 SANAT ve HAYAT dergisinin Ciğerxwin Sanat ve Edebiyat Yarışmasında “DİKKATE DEĞER” bulundu. Pir Sultan Abdal Destanı, 2006 yılında Kalan Yayınları’nca yayımlandı.

 “Sevdan Celladımdır” BEŞPARMAK dergisinin 2005 şiir yarışmasında ÜÇÜNCÜLÜK ÖDÜLÜNE, “Güneşini Yüreğimde Sakladım” adlı şiir ise aynı derginin 2006 yılı BİRİNCİLİK ÖDÜLÜNE değer görüldü.

2016 yılı CEYHUN ATUF KANSU şiir ödülü, KEMAL ÖZER 2018 ŞİİR ÖDÜLÜ, Sevdam Sığmadı Düşlerime adlı dosyama verildi. Sevdamız Sığmadı Düşlerime, 2017 yılında Bilgi Yayınevi tarafından basıldı.

Mehmet ERCAN’nın Hüznü Büyütmek isimli şiir kitabı SUSMALAR KİTABI ve KAR ÖRTER İZİ olarak iki bölüm halinde 107 sayfa bütünlüğünde Barış Kitapevi tarafından 2024 yılında Ankara’da yayımlanmış.

"Ben kendimin en korkunç düşmanıyım, kendi kendime durmadan kendimi kuşatıp kuşatamayacağımı soruyorum. Benim hayatımın anlamı bu.

" Şiirsel Sinema Andrey Tarkovski

 

GİRİŞ
Sevgi ve Nefret


"Sanat eserleri hakkında yazmanızın nedeni muhtemelen onları seviyor olmanız. Ben nefret ettiğim için yazmıyorum. Sevdiğim için yazıyorum ve bence eleştirinin temelde olması gereken şey de bu. "Bunlar, New York’ta yaşayan bir eleştirmen olan Robert Rosenblum'un sözleri. Onun duyarlı yorumu diğer eleştirmenler için de ilham kaynağı olmuştur. Bir eleştirmen ve şair olan Rene Ricard Arifonım'da "Aslında ben eleştirmen değilim. Ben bir meraklıyım. Çalışmalarına ilişkin bir şeyler söyleyebilmem için bir şekilde bana ilham veren sanatçılara yönelik ilginin artmasından hoşlanıyorum." açıklamasını yapmıştır. Eleştiri dergisi October'ın kurucularından biri olan Rosalind Krauss sanatla zaman geçirme arzusuna ilişkin olarak "Kişinin bu oldukça özel, nadir görülen ifade biçimini seçme nedeni muhtemelen onun üzerinden güçlü bir tecrübe yaşamasıdır ve yine muhtemelen bu güçlü tecrübe bu konuda düşünmeyi, öğrenmeyi ve yazmayı sürdürmek istemenizle sonuçlanır. Ancak bir noktada kirlenmiş, ayartılmış, aldanmış olmalısınız." (1)

Yeni Toplumcu Gerçekçiliğin Oluşumsal Yapısalcı Yöntemin İmkânları Kullanmak Mehmet ERCAN’ın ‘‘Bu Bulut Nereye Gidiyor’’ İsimli Şiiri Üzerine Yenilikçi Çözüm Dengeleri Oluşturmak. Bu başlığı oluştururken eleştiri alanına şüpheyle yaklaşarak, yazılanları eleştirel okuma çerçevesinden bakarak bilgi felsefesinin yönlendirmesiyle başladım. Bilim felsefesinin temel soruları olan kaynağını sorgulayarak ulaşmamda yol gösterici oldu. Peki, neydi Bilim Felsefesinin temel soruları: Bilgi ve bilgilenmenin kaynağı nedir? Neden bilmek isteriz? Bilmenin amacı ve hedefi nedir? Bilginin niteliği nedir? Algısal bilgi nedir? Mantıksal bilgi ne zaman oluşur? Göreceli ve mutlak bilgi var mıdır? Doğru bilgi nedir? Bilme eyleminde özne-nesne ilişkisi temelde nasıl işler? Bilgi ve hakikat aynı mıdır? Bilmenin özgün tarz ve yöntemleri var mıdır? Bu sorunları bana sorgulatan eser Felsefeci Sadık USTA’nın Şüphenin Tarihi Felsefeye Giriş isimli eseri etkin rol oynamıştır. (Epsilon Yayınları 4. Baskı 2023 İstanbul)

Çözüm Dengeleri Oluşturmak için Eleştirinin Eleştirisi (2) bu konuya farklı bakışımı ve algılayışıma katkısı oldu. Konuyu daha rahat incelememde ikinci kapı Octavio Paz “Şiir ölümsüzlüğü değil, yeniden dirilmeyi arzular.” Şair şiirin aynasıdır; onun bütün çevresel ilgilerini de ahlaki, felsefî, sosyal, diliyle ve anlam yüküyle bu sese eklenerek gelendir. Şiiri olan biteni oldu bitiyle değil, olan bitenin yaşanmışlığıyla süzülen deneyimlerden okura ulaşır. Oldu biti ile hayatın ve yaşanmışlığın acı deneyimlerinden arasına günümüz dünyasına utanç yerleşmiştir.

Şiirde Sesler

T.S. Eliot "Şiirde Üç Ses" adlı denemesinde şiirde konuşan özne konusunu ele alır: "İlk ses kendi kendine konuşan (ya da hiç kimseyle konuşmayan) şairdir. İkincisi ister küçük ister büyük olsun bir dinleyici kitlesine hitap eden şairin sesidir. Üçüncüsü ise nazımla konuşan dramatik bir karakter yaratmaya çalışan şairin sesidir; kendi adına söyleyebileceklerini değil, yalnızca hayali bir başka karakterle konuşan hayali bir karakterin söyleyebileceklerini söyleyen şairin sesi" Birincisi lirik, ikincisi dramatik monolog, üçüncüsü ise nazım bir oyunda şairin benimsediği sesi imler. Bir anlamıyla Eliot şiirde duyulan seslerin farklılığına dikkat etmemiz gerektiğini vurgular. 

Biçimciler gibi edebiyat yapıtının kendi kendine yeten, kendini imleyen (özereksel/autotelic) bir nesne gibi değerlendirilmesi gerektiğine, metin-dışı ayrıntıların yapıtı incelemek, yorumlamak için önkoşul olmadığını ileri süren Yeni Eleştiri akımı edebiyat yapıtını bir olgu, eleştiriyi de adeta laboratuvar ortamında bir deneye dönüştürmeye çalışıyordu. Bu akımın temsilcilerinden Whimsatt ve Beardsley 1946'da yazdıkları bir makalede şiirdeki anlamı tarihsel ve biyografik veriler gibi dışsal fazlalıklardan kurtarmak gerektiğine inanıyorlardı. İki eleştirmen de Eliot gibi şiirin ve konuşan öznenin dramatik yönüne dikkat çekerler; bir başka deyişle lirik şiir bir şeye tepki veren bir öznenin dile gelişidir:

Elma gibi fiziksel bir nesneyi değil de bir kişiliği ya da ruh halini ifade etmesi açısından şiirin anlamı elbette kişisel olabilir. Ancak kısa bir lirik şiir bile dramatiktir, (ne denli soyut bir şekilde tasavvur edilirse edilsin) konuşan bir kişinin (ne denli genelleştirilmiş olursa olsun) bir duruma verdiği tepkidir. Şiirdeki düşünce ve tavırları doğrudan dramatik konuşan kişiye atfetmemiz gerekir, eğer yazara atfedeceksek de bunu öz yaşam öyküsel bir çıkarımla yapmamız gerekir (3)

Öne sürdüğüm ilk nokta üzerine basarak iyice belirteyim ki eğer bir ozan çarçabuk büyük bir okur kitlesini çevresine toplamışsa bundan kaygılanmak gerekir. Çünkü böyle bir durumda ozanın yeni bir şey söylemediğinden korkulur ya da okurlarına alışılmış şeyleri vermekle kalıyor demektir. Sözgelimi daha önceki kuşak ozanlarından aldıklarını aktarıyor demektir. Ozanın kendi zamanında küçük sayıda ama aklı başında okurları bulunması önemlidir.

Şiir ortamında konuşma diline dayalı bir şiirin varlığı bellidir. Bazı şiirler ‘bir örnek’ izlenimi uyandırsa da konuşma dilini merkez alan bir şiir günümüz şiirinin artı hanesine yazılsa gerektir. Kaynağını halkın konuşma dilinden alan bir şairin geliştirici bir şiire emek verdiğini söyleyebiliriz. Bu hususta ‘ayık bilinci’ elden bırakmamak gerekiyor. (4)

Tamda bu noktada Şiirdeki düşünce ve tavırları doğrudan dramatik konuşan kişiye atfetmemiz gerekir. Eğer yazara atfedeceksek de bunu öz yaşam öyküsel bir çıkarımla yapmamız gerekir. Şairin düşünce ve tavırları Öncelikle okunan metni eleştirirken çeşitli yöntemler vardır. Yöntem konusunda yetkin olmak; eleştirenin kimliği eleştiri konusu olan metni tarafsız algılayıp anlatmasıdır. Eleştiriyi yapan aslında kendi özeleştirisini yapar. Bir metni okurken sadık kalmaya çalıştığım bir şablon oluşturdum (T.P.E.S.F.E) okur - eleştirmeni gözüyle kısaca dile getirmeye çalışayım. Eleştirimin temel yöntemi Marksist Eleştiri oldu. Bizim gibi gelişmekte olan (tüketici/sömürülen) ekonomi ilişkisine paralel sanatın (üretilen/üreten/tüketen) ilişkisini ortaya koymaktı. Akademik dilden çok her okura ulaşmak adına sade bir dili seçerek şiiri, okuru ve inceleyeni bir arada buluşturmak. Konuyu anlaşılır kılmak adına kullandığım yöntemi başlıklar ve alt başlıklarda topladım.

(1) Sanatı Eleştirmek Günceli Anlamak Terry Barrett Kasım 2012 Hayalperest

(2) Eleştirinin Eleştirisi

(3) Eliot, TS: Şiir ve Şairler Üzerine: New York, 1969

(4)  Eliot, TS:  Denemeler, Remzi Kitabevi,1993 

 

BU BULUT NEREYE GİDİYOR*

Bölüm: 1

ve biz burada bitirdik destanımızı, biliyorum layığınca olmadı bu kitap, Türk halkı bağışlasın bizi.” * ne haddimize, bağışlamak usta sizi, müsaade ederseniz yapıyorum destanınıza ekimizi, yıl 2013, günlerden cuma, mevsim yazdı, konya bozkırlarında, cihanbeyli platosunda, rüzgâr yalınkılıç bir atlı gibi, kulunçları ter içinde şahbazdı, günler, konya göklerinde, alev saçlı, gönül çelen bir işvenazdı. cihanbeyli platosu, tuzu ve tozu birbirine karışmış, hali perişan; el değmemiş, bâkir bir kızdı, kızdı kız olmasına ama... kızdırmak suları karadeniz’e akarken delicoş; kulu, altınekin, sarayönü, ılgın, kadınhanı toprakları; yaz ortalarında, dibi ateş kalaylı bir kazandı, ve konya köylüleri, türkü, kürdü, türkmen’leriyle ve ablak yüzlü, çekik gözlü tatarlarıyla, yaz sıcağında ağzını açmış kuşlar gibi, seraplarla savrulan düşler gibi, başıboş akan, kızılırmak sularına bakıyorlardı, bakıyorlardı bakmaya ama... ne kahrediyorlardı, ne sitem... allaha kul, tarikatlara kapaklanmış, zavallı âdemlerdi, ne feleğe ahuzardılar, ne hükümete... ne savunuyorlardı özgürlüğüne karşı çıkıyorlardı sefalete. ve konya köylülerinin bu tavrı, yadırganmazdı bu memlekette sayılmayacak kadar çok olsa da dertleri; yokmuş gibi davranırlardı ve pazarlayarak oylarını; şeriatçı, ceberut hükümete inanırlardı, inanırlardı inanmasına ama... konya’nın kalantorları, geceleri köçekler oynatırlardı masalarda. gündüzleri, beş vakit namazlarında; zikri bol, fikri kıt, karanlığa sevdalı, bilime zıt, koca hacı adamlardı, hacı adamlardı adam olmasına ama... herkes cam bardaklardan içki içerken; bu zevatlar, bu kara sakallı suratlar, beğenmemiş olacaklar ki rakı bardaklarını; ya da (küçük bulmuş olma ihtimali daha yüksektir bu cihette.) kalaylanmış bakır maşrapalarla, içerlerdi içkilerini, içmeye içerlerdi içkilerini ama... endamı selviler, eteği zilliler, ince belliler dururken; sübyancı çocuklarla halvet olurlardı, ve delibaşın, deli çocukları, delice şeyler ederlerdi, ederlerdi etmesine ama... karaman’da tecavüz edilirken kız, erkek çocuklara; sağır lahitler gibi susarlardı ki onlar, hacı, hoca adamlardı. “ bir kereden bir şey olmaz” deyip ahlakın ve imanın dibine zift dökerlerdi; sakalları ve cüppeleriyle müstesna, tarikatlarla, cemaatlerle coşa gelir, mevlana’yla övünürlerdi. övünürlerdi, övünmesine ama... bu hayâsızlığa karşı gelenleri komünistlikle suçlayıp ağız dolusu söverlerdi; ağız dolusu söverlerdi sövmesine ama... “gelin yargılayalım tecavüzcüleri” deyince, sırra kadem basarlardı, çünkü onlar, koca koca, hacı hoca adamlardı.

(…)

            Mehmet ERCAN  *Kuvâyi Milliye- Nâzım HİKMET

*Hüznü Büyütmek, Mehmet ERCAN 2024 Barış Kitap/ ANKARA

 

Bu yapıt ne diyor? (Teknik Eleştiri)

Gen Haritası Mehmet ERCAN’ın ‘‘Bu Bulut Nereye Gidiyor’’  şiirinde kullanım sıklığı ve köken temelinde sözcük taraması*

Her harfin bir sözcüğe dönüştüğü, sözcüklerin dize şeklini alırken işaret fişeği atar bize olağan dışı bir gösteriye şahitlik etmemizi ister. Şiire ilişkin olarak da hayli değişik, hatta yer yer uç beyi diyebileceğimiz görüşler ortaya koyar şair. Kimi zaman imgenin durağan, dip suların sınırları içinde keskin olmayan gizlice çizilmiş, yalıtılmış, değişmez ve bir kez ortaya çıktıktan sonra orada kalmadığını dile getirir. Şaire göre şiirde asıl amaç sadece imge yaratmak değil, bu yaratımın sonrasını da yaratmak, böylece bir başka kapılara ulaşmamızı sağlar.

Çünkü her harfin bir sözcüğe, sözcüklerin dizeye, her dizeninde bir göstergeye zihnimizde dönüşümünü sağlar. Her gösterge durmadan anlam üretir, her anlam yeni kökler, dallar salar, başka akıntılar oluşturur. Tekil şiirin hapsedilmiş göstergeleri çözülür, dağılır, akar, çağrışımlar saçaklanarak daha büyük bütünlüğe akar. Bu bir dize, düzyazı şiir olarak ya da şiirsel bir metin olarak karşılar bizi.

Kullanılan sözcüklerin kökenlerini taradığımızda Türkçe, Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce, Ermenice, İbranice sıralandığını göreceğiz.

 

* Gen Haritası Enis Batur Şiiri’nde Kullanım Sıklığı ve Köken Temelinde Sözcük Taraması İlk Baskı Yılı: 2001 Yayınevi: Altıkırkbeş Basın Yayın

**https://www.nisanyansozluk.com/

Gen Haritası: Şair Mehmet ERCAN’ın ‘‘Bu Bulut Nereye Gidiyor’’  şiirinde kullanım sıklığı ve köken temelinde sözcük taraması.

Destanlar bir milletin kültürel belleğini çağlar boyu aktaran belki de en önemli edebî eserleridir… Çünkü destanlar, milletlerin fikir ve sanat hayatlarına kaynak oldukları gibi tarihlerine de ışık tutarlar. Nitekim Bayat da destanı bu şekilde tanımlamıştır:*

Destan, sosyal tarihle ve sosyal, kültürel düzenle ilgili hassasiyeti ile ön plana çıktığından millî kültürel şuurun oluşumu sürecinde; devletçilik ideolojisinden devlet kurmaya, ekonomik yapıdan onu değiştirmeye, dinî ideolojik aşınmalardan din uğrunda mücadeleye kadar, çok geniş bir alanda aydınlatıcı içeriğe sahiptir (Bayat, 2006, s. 14).

Bayat’ın tanımlaması dışında destan üzerine yapılmış daha genel tanımlamalara da ulaşmak mümkündür. Nitekim Banarlı destanı en temel anlamıyla şu şekilde tanımlar: “Destanlar, milletlerin din, fazilet ve millî kahramanlık maceralarının manzum hikâyeleridir” (Banarlı, 1997, s. 1). Bu tanım, yanlış olmamasına rağmen eksiktir. Çünkü destanlar, yalnızca manzum değildir ki Dursun Yıldırım destanı şu şekilde tanımlar: “Edebiyatımızda destan sözü, bugün daha çok kahramanlık temalarının ağır bastığı manzum, manzum-mensur veya mensur eserler için kullanılan edebi bir terimdir” (Yıldırım, 2016, s. 216). Şükrü Elçin ise destanın “bir boy, ulus (kavim) veya millet hayatında tam estetik hüviyet kazanmamış eser sayılan efsanelerden sonra nazım şeklinde ortaya çıkan en eski halk edebiyatı mahsullerinden biri” olduğunu dile getirir (Elçin, 2010, s. 72). Boratav ise destanın “toplumdaki iç çelişkileri, bireylerin ya da sınıfların türlü ilişkilerini değil, toplumu yöneten, ona baş olan ‘ideal kişilerin dış güçlerle bir, bir de olağan üstü yaratıklarla savaşlarını” anlattığını söyler (Boratav, 2016, s. 42). Abdülkadir İnan ise eski Türk destanı üzerinden destanın sınırlarını çizer: “Eski Türk destanı, çağdaşları olan başka uluslarda olduğu gibi milletin kozmogonisini, inanışlarını, tarihini, edebiyatını, hatta yasalarını içinde toplayan bir dergi mahiyetinde olmuştur” (İnan, 2017, s. 36).

Destanlar uzun soluklu anlatılardır ve kahramanlık ana teması çerçevesinde söylenirler. Bir toplumun ortak bir kaderini, sevincini, ülküsünü dile getirirler. Bu bakımdan bir nevi sözlü tarih ürünüdürler. Çünkü destanlar, “Yerli düşünce veya felsefenin doğuşunu hazırlayan ve onu zaman içinde işleyip geliştirerek sonraki kuşaklara taşıyan en önemli eğitim ve öğretim araçlarıdır” (Çobanoğlu, 2011, s. 17). Bu yüzden de destanlar, toplumların millî şuuru için son derece önemli mahsullerdir.

Destanın pek çok özelliği vardır. Ancak en genel hatlarıyla bu özellikler şu şekilde sıralanabilir:

- Epik destan birdenbire başlamaz ve birdenbire bitmez. Bu ilke giriş ve bitiriş kuralıdır.

-Destanın icrasında takip edilen anlatım tutumu, bir olay çizgisini bir başkasıyla karıştırmaz; destan anlatımları her zaman tek çizgilidir.

-Epik destan anlatım geleneğinin en büyük kuralı dikkati başkahraman üzerine toplamasıdır.

-Destanlarda tekrarlama esastır.

-Destanlar belli bir tarihî dönemi geniş bir çerçevede ele alır, bu olayların halk hafızasındaki görünüşlerini dile getirir.

-Vakası tek bir olaydan ziyade pek çok olaydan oluşur (Çobanoğlu, 2011, s. 15-24).

Türk epik destan geleneğinde çoğu zaman büyük savaşlar ve kahramanlıklar anlatılır.  Bunlara bağlı olarak destanlarda hak ve adalet arayışı, iyi ve doğrunun kazanması, zulüm edenlerin cezalandırılması gibi temalar işlenir (Çobanoğlu, 2011, s. 113). Kısaca söylemek gerekirse bir toplumun önemli değerleri destanların teması olur. Zaman, çoğu zaman çeşitlilik gösterir ve uzun bir zaman dönemi anlatılır. Mekân ise iki farklı şekilde işlenir. Bilindiği üzere destanlardaki mekânların çoğu hayalî ve kurgusal mekânlardır. Buna rağmen kimi mekânlar gerçek yer adlarından hareketle kalıplaşmış ve gerçeğimsi mekânlardır. (Çobanoğlu, 2011, s. 117).  Dil ve üslup hususunda öncelikle Dursun Yıldırım’ın tanımlamaları dikkati çeker. Ona göre destanlarda “son derece işlek, açık, veciz ve anlaşılabilir ifade gücüne” rastlanır (Yıldırım, 2016, s. 226). Destanın dili, konuşma dilinin anlaşılırlığını da yansıtır ve destana ahenk ve hareket kazandırmak için, sentaktik tekrarlardan istifade edilir (Çobanoğlu, 2011, s. 92). Bunlara ek olarak destanlarda hem anlatımda monotonluğu kırmak hem de anlatılan olayı kolayca ifade edebilmek için diyaloglardan da yararlanılır. (Çobanoğlu, 2011, s. 92). Ancak bunlar yapılırken sözlü kültürün temelinde yer alan kalıp ifadelerden yararlanılır. Bu noktada sesin önemi büyüktür ki destanlarda da ses tekrarı önemli bir yere sahiptir. Nitekim Ong da bunun üzerinde durmuştur ve dil ile ses ilişkisini şöyle açıklamıştır: “Dil, o denli ses bağımlıdır ki tarih boyunca konuşulan binlerce, belki on binlerce dilden topu topu 106 tanesi edebiyat üretebilecek derece yazıya bağlanabilmiş, büyük bir kısmı ise hiç yazılmamıştır” (Ong, 2018, s. 19). Ong’un da belirttiği gibi yazılı kültüre geçiş sırasında sözlü kültürün önemi son derece büyüktür ki destanlar bu geçiş sürecinde önemli bir basamaktır. Çünkü dil, temelde sözlüdür. Bu noktada kalıp ifadeler önem kazanır ki destanın dilinde kalıp ifadeler oldukça önemlidir. Nitekim Karl Reichl bunun altını çizmiş ve “formül halinde ifade”nin metne ait yapının önemli bir unsuru olduğunu belirtmiştir. Çünkü “formül halindeki ifade sözlü destanı idare eden geleneklerin bir parçasıdır” (Reichl, 2014, s. 290). Böylece destan kendi diline sahip olur. Bilindiği üzere destanlar sözlü geleneğin bir parçasıdır. Bu yüzden de belleği güçlendirmek için kalıplardan yararlanılır. Destan ancak bu şekilde nesiller boyu aktarılabilir ve toplum için bağlayıcılığı kaçınılmaz olur. Bunu da sözlü kültürün doğasında yer alan tekrarlama sayesinde gerçekleştirir. Assman’ın da belirttiği gibi “her bağlayıcı yapının temel ilkesi tekrarlamadır” (Assman, 2018, s. 23). Çünkü destanlar sözlü olarak icra edilir ve bu noktada hatırlama son derece önemlidir. Böylece formül ifadeler önem kazanır ve destanın dilinin temelini teşkil eder.

Ele aldığım şair Mehmet ERCAN’ın ‘‘Bu Bulut Nereye Gidiyor’’  başlangıcı Nazım Hikmetin Kuvayi Milliye destanı üzerine yapılmış okuma inceleme yazıma katkısı oldu. Sunulan kaynaklar açısından yol haritası çizdi.

*EPİK DESTAN GELENEĞİ BAĞLAMINDA NAZIM HİKMET’İN KUVÂYİ MİLLİYE DESTANINI OKUMAK

Taner TURAN* Cengiz GÖKŞEN**

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1498002

 

Destanın konu edildiği mekân ve şiirsel minimal kesit.

MEKÂNIN ADI            ANLATIMI

konya                                     konya bozkırlarında,

Cihanbeyli                  cihanbeyli platosunda,

konya                         konya göklerinde

karadeniz                   karadeniz’e akarken delicoş

kulu                            kulu, altınekin, sarayönü, ılgın, kadınhanı toprakları; yaz ortalarında, dibi ateş kalaylı bir kazandı

altınekin                     altınekin, sarayönü, ılgın, kadınhanı toprakları; yaz ortalarında,  dibi ateş kalaylı bir kazandı

sarayönü                    sarayönü, ılgın, kadınhanı toprakları; yaz ortalarında,  dibi ateş kalaylı bir kazandı

ılgın                            ılgın, kadınhanı toprakları; yaz ortalarında,  dibi ateş kalaylı bir kazandı

kadınhanı                   kadınhanı toprakları; yaz ortalarında,  dibi ateş kalaylı bir kazandı

konya konya köylüleri

kızılırmak                   kızılırmak sularına

 

Kaynaklar :

EPİK DESTAN GELENEĞİ BAĞLAMINDA NAZIM HİKMET’İN KUVÂYİ MİLLİYE DESTANINI OKUMAK Taner TURAN* Cengiz GÖKŞEN** https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1498002

Assman, J. (2018). Kültürel bellek. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Banarlı, N. S. (1997). Resimli Türk edebiyatı tarihi (Cilt 1). İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı.

Bayat, F. (2006). Oğuz destan dünyası. İstanbul: Ötüken Neşriyat.

Bezirci, A. (1993). Nâzım Hikmet -yaşamı, şairliği, eserleri, sanatı-. İstanbul: Evrensel Basım Yayın. Boratav, P. N. (2016). 100 Soruda Türk halk edebiyatı. Ankara: BilgeSu

Boratav, P. N. (2017). Folklor ve edebiyat -I-. Ankara BilgeSu.

Çobanoğlu, Ö. (2011). Türk dünyası epik destan geleneği. Ankara: Akçağ Yayınları.

Elçin, Ş. (2010). Halk edebiyatına giriş. Ankara: Akçağ Yayınları.

Reichl, K. (2014). Türk boylarının destanları. (çev. Metin Ekici). Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.

Yıldırım, D. (2016). Türk bitiği. Ankara: Akçağ Yayınları.

 

Bu yapıt bana ne diyor?  (Pozitif Psikoloji Eleştirisi)*

GİRİŞ

Şairler bütün insanlardaki ortak istek ve ruh haletlerine sahip olmakla birlikte, onlardaki normal ve patolojik ruh halleri ve algılama farklıdır. Onları şiire iten sanatsal, sosyal ve ferdi nedenleri sayalım. Stres, tutku, yabancılaşma, yanılsama, yansıtma, dini, felsefi, psikolojik ve sosyal kaçış, izleme, itici uyarıcı, içe bakış, kaygı korku, mizaç, nesne algılamaları, değişim, psikoanaliz, psikodrama, ruh çözümlemesi, sosyal uzaklık, dürtü, düş, düşünce, görsel gerçeklik, gözlem, haz, huzursuzluk, aksiyon potansiyel, aksiyon, aktarım, çatışma, ayıklama, belirginleştirme, bilinç alanı, çağırışım, duyum, duygu, duyuş.” (Uç 2007: 262)

Bugüne kadar şiir ve psikoloji üzerine yazılan makale ve inceleme yazılarının dışında farkındalık olmasını amaçladığım ve Şiirde Pozitif Psikoloji Eleştirisi üzerine ilk inceleme olacak. Bu inceleme Sanatta ve Edebiyatta Pozitif Psikoloji Eleştirisi olarak güncellenip alt başlıklar oluşturmak mümkün.

‘‘Psikanalitik edebiyat kuramı sanatçının ‘kimliği’ ve yapıtının ‘ne’ olduğu konusunda bir ‘iç’ bakışı gerçekleştirmek için, Freud’un öncülüğünde keşfedilen ve daha sonraki psikanaliz ekollerinin geliştirdiği kavramları, özellikle de bilinçaltının çalışmasına ilişkin ilkeleri kullanır. Psikoloji, insan zihin ve davranışları üzerinde çalışarak, bireyin ruhsal patolojik taraflarını tespit ve tedavi etmeye çalışan bir bilimdir. Bu bilim, özellikle kişinin davranışların temelinde yer alan süreçleri bilimsel olarak inceleyen bilim olarak tanınır. Psikoloji, insan üzerine yoğunlaşan bir bilim olup bu yönüyle edebiyatla yakın ilişki kurar. Freud’un psikiyatriye kazandırdığı dinamik bakış açısı olan psikanaliz, klasik psikanalitik kuram (Freudyen), Lacancı psikanaliz, analitik psikoloji, bireysel psikoloji, kendilik psikolojisi, nesne ilişkileri teorisi, kişilerarası psikanaliz, modern psikanaliz vb. akımlarla günümüze kadar gelmiştir. Psikanalitik okulların hemen hepsinin ortak özelliği, Freud’un klasik psikanalitik kuramından az veya çok yararlanmalarıdır. Temelinde Freud’un tespit ve düşüncelerinin bulunduğu psikanaliz, Carl Gustav Jung, Alfred Adler, Heinz Kohut, Karen Horney, Margaret Mahler, Melanie Klein, Rollo May, Jacques Lacan vb. psikanalistlerin çalışmalarıyla gelişimini sürdürmüştür. Psikanalitik edebiyat kuramı, psikanalizin verilerinden yararlanarak sanatçının ve edebî yapıt karakterlerinin tahlilini yapmayı amaçlar. Bu kuram sanatçının ve yapıtındaki karakterlerin davranışlarını ve bilinçaltı taraflarını inceleyerek, onların iç dünyalarını ortaya koymayı hedefler. Yazarı yapıt vermeye zorlayan temel unsurlardan biri bilinçaltındaki dürtülerdir. O, bastıramadığı isteklerini eserleri vasıtasıyla tatmine çalışır. Sanatçının nevrotik yapısı dikkate alındığında, onun bilinçaltına itilmiş, hapsedilmiş istekleri, korkuları, başarısızlıkları ve dürtüleri, genel olarak eseri ile açığa çıkar.

(https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/910924)’’

Oysa çok farklı bakış ve yorumların çıkması için sanatçının eserini nasıl ortaya çıkardığından bahsetmek istiyorum. Bu yazımın yeni bir eleştiri getirmesini ve yoruma açık olduğunu bilerek devam etmek istiyorum. Oluşumsal Yapısalcı Yönteminin Pozitif Psikoloji Yönlerini keşfetmek.

(...devamı sonraki sayıda yayımlanacak)

 

Gül Yıldız Ermiş
TEMMUZ AKŞAMLARI         

 
Şairler biraz kül biraz duman
Geldiği vakit temmuz akşamları
Kekremsi bir tat verir hayat
Yaşamaksa ölümden ağır.
 
Yaslı sokağın sönmeyen yangını
Ansızın cenkle dövüşen kötürüm eller
Başka gözlerde kaybolunur belki
Rüyalara girer geyikli orman.
 
Musalla taşında çırpınan serçeler
Temize çekilir mi hiç kara yazgı
Çocuktu aynalara küskün yüzüm
Yürümeyi acıyla öğrendim.
 

Lazizbek Raximov
VEDA

 
En uzun, en sessiz gece bu
Sükûnet şu anda bozulmuş.
Gidişim sezerek gökte ay
Bu gece değişik göz süzmüş.
 
Gözlerim seninle körleşir
Yüzünde incelik denizi.
Ne sebep bu gece boyanmış
Yanağın nar gibi kırmızı.
 
Yolumu nurlandır ey melek
Yalnız sen kalbimin çırağı.
İlhamım coşanda sen oldun
Akşamda güneşin ışığı.
 
Bu akşam pencerem yanından
Demeye acizim sözümü.
Sevdiğim yoldaşım ol sana
Kaldırdım sen için izimi.
 
Işık saç nurunu azaltma
Belki de gönlünü açarsın.
Ben gidip kaldığım mekânda
Ben için yeniden parlarsın.
 


Musa Öz

ŞU LALE VAR YA KIRMIZIDAN ALIR KOKUSUNU

 

Bir yosma sevdim milattan sonra, beyaz atlar krallığında

 

Şu lale var ya, şu dağ lalesi, kırmızıdan alır kokusunu

 

Ne yapıp edecek beni öpecek bu çocuk, derdi kız içinden

Oğlan görebiliyordu ondan öteleri, daha öteleri de

Ateşini beslerdi ikisi de arıların göğe çizdiği sürmelerin

 

Komşum sayılardı avluları, o kızların da, o şiirlerin de

 

Hesabını tut derdi ağaran yamaçlarının kareli defterlerine

Dökme şimdi orta yere söküklerini göçüklerini

 

Bir yosma sevdim milattan sonra, beyaz atlar krallığında

 

Uzatırdı, çok uzatırdı karatavuk rengi saçlarını

Deli deli gülmelerini, kapatır mı diye belki erotik düşlerini

 

Şu lale var ya, şu dağ lalesi, kırmızıdan alır kokusunu

 

Mendilimde mavi olur, gümüş olur, mendilimde nar olur 

 

Hülyalı bir kızcağızdı o bir kere, pasaklı, uzun gölgeli

Ne zaman baksa ay penceresinden, tutuşurdu yorganı döşeği

Yan yatardı sofalarında hüzün, bir zambak hafifliğinde

 

O yıllardan geliyorum işte, şapkalı sözler krallığından

 

İyi bir at binicisiydim, havuz ve üçgen hesabını bilen

 

Çoğu kez yol haritası olsun diye serer ipe kızlar çamaşırlarını

Ah, iki çiçeği överim, biri mahtıbar, diğeri ayvadana

 

Bir yosma sevdim milattan sonra, beyaz atlar krallığında

 

Bilgi Şakar
GENÇ ÖĞRETMEN-BEDEL

Nihayet beklediği gün gelmiş ve üniversiteyi bitirmişti. Artık o bir öğretmendi, bir eğitim neferiydi. Mezuniyet töreninde öyle mutlu öyle mutluydu ki içi içine sığmıyordu. Bu motivasyonla kendini dünyayı kurtaracakmış gibi güçlü ve kararlı görüyordu. Diplomasını aldıktan sonra tayini serhat ilimiz olan Erzurum'un bir dağ köyü olmuştu. Vatanın her köşesi onun için değerliydi, neresi olsa giderdi ve büyük bir gururla görevini yapardı. Büyük bir heyecan taşıyordu. İçi içene sığmıyordu. Zaten kendisi de buraların çocuğuydu, doğduğu büyüdüğü ekmeğini yiyip suyunu içtiği memleketine borcunu bir nebze olsun ödemeye çalışacaktı. Çocukluğundan beri üç mesleğin hayalini kurardı. Birincisi hukukçu olmaktı. Gördüğü haksızlıklar onda bir hukukçu olma isteği uyandırıyordu. İkincisi cevval bir gazeteci olmaktı. Bununda sebebi diğeri ile aynıydı. Haksızlıklara karşı durmak halkın sesi olmak. Üçüncüsü ise öğretmen olmaktı. Aslında bu üçüncüsü hepsini kapsıyordu. İçindeki adalet duygusunu öğrencilerine aşılayacak, onlara korkularını yenmeyi öğretecek ve haksızlığa uğramış herkese yardım etmeyi ve aslında çocuklara insanların haklarına saygı göstererek yaşamaları için kılavuzluk edecekti. Çünkü çocukları eğitmek, yetişkin insanların yanlışlarını düzeltmekten daha kolaydı. İşte istediğini başarmıştı. İdealist genç öğretmenimiz, gerçekleştirmek için aklında sayısız umut taşıyordu. Yaz tatilini sevdikleriyle geçirdi Erzurum'da. Artık görev yerine gitme zamanı gelmişti, hazırlıklarını yapıp tayini çıktığı köye gitmesi gerekiyordu. Ailesinden çok uzak olmayacaktı ama her hafta sonu veya her ayda gelemeyebilirdi baba ocağına. Erzurum kışları çok zor geçen soğuk bir memleketti, çok kar yağar ve çoğu köy yolu aylarca kapanırdı.

Hem ha deyince de araba bulunmazdı, şu anda kendisine bir araba alacak durumu da yoktu. Sabah erkenden hazırlıklarını bitirdiler. Artık yola çıkmaya hazırdılar. Sırtında yorgan döşek yastığı ellerinde birkaç çantayla ilçenin küçük meydanına indiler. Biraz eskice bir minibüsle yolculuk edeceklerdi. Minibüsün içi tıka basa doluydu, biraz da kendisi için eşya almıştı fakat bunlar nereye yerleşecekti bilmiyordu. Yorgan döşek yastık bir bavul ve annesinin hazırlamış olduğu birkaç eşyadan ibaretti bütün her şeyi. Gelip gittikçe de tamamlayacaktı eksiklerini. Çok uzak bir yere gitmiyordu sonuç olarak içi kıpır kıpırdı. Bir yandan da orada tek başıma ne yapacağım, alışabilecek miyim, diyerek içi sıkılmıştı. Keşke daha önce gidip köye bir ziyaret etseydi biraz insanları tanısaydı. Yapacak bir şey yoktu yaz boyu tarla bahçe işlerinde çalıştığı için uygun bir zaman bulamamıştı. En değer verdiği şeyleri kitaplarını yanında götürüyordu. Kitaplar ona orada yarenlik arkadaşlık edecekti.  Şimdiki gibi ne internet ne de telefon yoktu bu yüzden elinin altında yıllardır biriktirdiği kitapları vardı onlardan faydalanacaktı. İlk öğrencilerini, ilk okulunu, ilk köyünü, ilk görev yerini çok merak ediyordu. Öğrencilerinin sayısını bilmiyordu ama bolca kalem silgi bir de şeker almıştı onlara. Yüzlerindeki masum gülümsemeyi görmek için çam sakızı çoban armağanı idi şimdilik. Cebinde parası yoktu bunların parasını da yine anne babası vermişti. O bir maaşını alsın ne isterlerse onlara alacaktı. Hem ailesi hem kendisi yıllarca bunun için emek etmişti. Şimdi emeklerini karşılığını alacak ve öğretmen olacaktı. Ve ülkesinin aydınlık geleceğini kurmak için elinden gelen bütün çabayı gösterip çalışacaktı. Şoförün sesiyle irkildi. Uzun bir yolculuk oldu çünkü gittikleri yol çok bozuktu eski minibüs kadar yollar da onları zorlamıştı. Köye vardıklarında akşam olmaktaydı. Çünkü minibüs bir yerde arıza yapmış ve uzun bir süre orada beklemek zorunda kalmışlardı.

Köy halkı, bir tane öğretmenin geleceğini biliyorlardı ama ne zaman geleceğini bilmiyorlardı. Ne yazık ki bu memlekete her zaman öğretmen gelmez veya gelen öğretmen çok fazla durmazdı. Zor şartları olan bu yerde dışarıdan gelen insanlar burada yaşamaya bir türlü alışamıyorlardı. Hele sıcak memleketlerden gelen insanlar için çok daha zordu. Fakat bu öğretmen kendi bağrından çıkmış bir insandı. Zorlu kışlarını, yokluğu bozkırı iyi tanıyordu. Bozkırın çocuğuydu o. Ellerinde eşyalarla muhtarı sormaya başladılar. Biraz yürüdükten sonra bir kahve gördüler ve ellerindeki eşyaları bir masanın üzerine bırakarak muhtarı sordular.

Kahvede oturan insanlar yanlarına toplanmaya başladılar. Hoş geldin, beş gittin, kimsiniz, kimlerdensiniz, nereden geldiniz gibi sorular sormaya ve misafirlerini tanımaya çalıştılar. Babası ve oğlu köye şöyle uzaktan bir göz gezdirdiler. Köy biraz kıraçtı etrafı alabildiğine görünüyordu ta uzaklarda orman vardı. Diğer yandan gökyüzünü delmek istercesine uzanan dağlar boy gösteriyordu. 

Köyün içinde çok fazla ağaç yoktu. Zaten bağlar bahçelerde sararmıştı. Erzurum’a erkenden soğuklar gelir. Yaz çok kısa sürerdi. Hemen sıcak iki çay geldi önlerine. Yaz kış ilkbahar sonbahar sabah akşam sıcak soğuk fark etmez çay milli içeceğimizdir bizim. Her yerde olduğu gibi burada da misafirperverlik en ön safhadaydı. Genç öğretmen kendisini tanıttı bu köye atandığını ve öğretmen olduğunu söyledi. Yanında dağ gibi duran bu kişinin de babası olduğunu söyledi. Kahvedekiler çok mutlu olmuştu çünkü geçen yıl öğretmenleri tam olarak orada kalmamış çocuklar yarım yamalak bir eğitim almışlardı. Köşede oturmuş çayını ağır ağır yudumlayan hayli görmüş geçirmiş biri seslendi. “Sen de senenin ortasında çocukları bırakıp gidecek misin, söyle de bilelim, çok sevinmeyelim yeğen.” dedi kendinden emin olarak. Genç öğretmen bir an afalladı sonra kendini toparladı. Gidip köşede oturan kişinin elini öptü. Bu köye ve bu ülkeye hizmet edeceğini müsterih olmalarını istedi. O kişi de onun sırtını sıvazladı. Genç adamın söyledikleri hoşuna gitmişti. Muhtar elinde şapkası ayağında boyasız bir ayakkabı ve üzerinde çok da yeni olmayan bir takım elbiseyle yanlarında belirdi. Adını söyleyip kendisini tanıttı. Misafirleri çok sıcak karşıladı, ne de olsa o bu köyde devleti temsil ediyordu. “Hoş geldiniz. Şeref verdiniz.” dedi. Genç öğretmen kendisini tanıttı ve bu köye yeni atandığını anlattı. Muhtar bundan çok memnun olmuştu. Çocuklar okuldan geri kalmayacak eğitim öğretim aksamayacaktı tüm istekleri buydu köy halkının.

Muhtar, okulun yanında bir lojman olduğunu söyledi. Bu gece onları kendi evinde misafir edeceğini yarın da gidip lojmana yerleştireceği ve onlara yardımcı olacağını söyledi.

Anadolu’da adet böyleydi bir köye gittiğinizde mutlaka biri sizi misafir ederdi. Bu muhtar olabilirdi veya köyün ileri gelen biri olabilirdi veya herhangi köy halkından biri. Bu harika bir gelenekti gelen kişi kendisini yalnız hissetmiyor en azından birisiyle sohbet edecek fırsat buluyordu. Kahveden birkaç kişiyle birlikte genç öğretmenle eşyaları alınıp muhtarın evine doğru yürümeye başladılar. Demek artık bu yolları yürüyecekti. Bu köyün suyunu ekmeğini yiyecekti. Yıllardır dirsek çürütmüştü kendini yetiştirmek için. Şimdi sıra ondaydı, o ülkesinin çocuklarını yetiştirecekti.

Bu arada meraklı ve gözlemci gözlerle köyü incelemeye başlayan genç öğretmen kendi köyünü ve kendi yaşadığı ilçenin aksine buranın çok kıraç ve ağaçsız bir yer olduğunu gördü. İçinden “Her yeri ağaçlandırabilirim.” diye düşündü içinden. İlk yapacağı şeyi bile bulmuştu. Evet, genç olmak harika bir şeydi. Bir de hayalleri vardı ve bunları gerçekleştirmek için de gücü ve zamanı. Böyle düşünürken muhtarın evine gelmişlerdi bile.

Muhtarın eşi onlar için bir sofra hazırlamıştı. Hem çok yorulmuşlardı hem de çok acıkmışlardı, çünkü çok zaman kaybetmişlerdi yolda. Hoş beşten sonra elini yüzünü yıkayıp sofraya buyur edildiler. Yedikleri içtikleri her şey lezzetli çok güzeldi. Çok yorulmuşlardı, birkaç bardak çay içtikten sonra uyumak istediklerini ve nerede uyuyabileceklerini sordular. Muhtar hemen onlara hazır olan misafir odasına buyur etti. Baba oğul dantel örgülü yastıklara ve yer yatağına başlarına koyar koymaz uyudular, her şey için teşekkür ettikten sonra. Kuş gibi hafif uyandılar çok güzel uyumuşlardı.

Horozların sabah olduğunu haber veren sesiyle uyandılar. Hayat çoktan başlamıştı, tavuklar, civcivler dışarıda dolaşırken bunlara inek ve kuzu sesleri eşlik ediyordu. Ev sahipleri kalkmış hayvanları ile ilgilenmiş hatta kahvaltıyı bile hazırlamışlardı. Misafirlerin kalkmasını bekliyorlardı. Misafirler elbiselerini giyindikten sonra dışarıya çıktılar. Mis gibi havayı ciğerlerine çektikten sonra köyün muhtarı onları kahvaltı sofrasına buyur etti. Her şey tastamamdı tereyağı, bal, fırında pişmiş ekmek, peynir daha ne isteyebilirlerdi ki. Burada Anadolu’da en iyi şeyler misafirler için çıkarılır hatta kendileri yemez misafirlere yedirilirdi.

 Mis gibi kokan bir çay, odanın tam merkezine kurulmuş bir yer sofrası ve güler yüzüyle ev sahiplerinin onlara gösterdiği ilgi ve alakaya istinaden onlar da sofraya geçip karınlarını doyurdular. Oğlunu evine yerleştirip eksiklerini tamamlayıp bir iki güne kadar babasının geriye dönmesi gerekiyordu. Kahvaltının hemen arkasından muhtardan onları lojmanına götürmesini ve okulu gezdirmesini rica ettiler. Birkaç kişiyle beraber eşyaları da alarak okula doğru yürümeye başladılar. Vatanın her karışında ay yıldızlı bayrağın dalgalanıyor olması insana müthiş bir güç veriyordu. İşte oradaydı ve bütün güzelliği ile dalgalanıyordu okul da yanı başındaydı.  Yıllarca kendisi de okumuş ve okullardan mezun olmuştu, şimdi o bayrağın altında olmanın hakkını vermeli ve kendisi de ileride iyi insanlar olacak çocukları yetiştirmeliydi. Özgürlüğün sembolü olan bayrağımıza bakarken gözleri dolmuştu. Okul binası çok küçük görünüyordu. Merak içindeydi. Muhtar elindeki anahtarla okulun yanındaki kapıyı açtı eşyalarını içeriye koydular. Genç öğretmen okulunu çok merak ediyordu. Okulun kapısına yöneldiler. Bu kapı genç öğretmen için çok anlam ifade ediyordu. Bu kapı yıllarca kurduğu hayalin gerçek olduğu yere açılıyordu. O artık eğitim ordusunun bir neferiydi. Okulun kapısını açtılar. Bakımsız, boyaları dökülmüş, toz toprak içinde kalmış, sıraları eski iki göz odadan ibaretti. Her yanı örümcek ağları sarmıştı.  Hem okulu hem de insanların kafalarındaki tozu toprağı örümcek ağlarını temizlemek için gelmişti buraya genç öğretmen ve onun gibi binlercesi. Duvarda asılı kara tahta vardı. İşte bu kara tahtayla dünyayı aydınlatacaktı genç öğretmenler. Şartlar ne kadar zor olursa olsun bir öğretmen için bunları düşünmek en doğal şeydir. Çünkü o bir güneş gibi aydınlatmaya gelmişti buralara. Her şeyi halledebileceğini düşündü. Köylülerle konuşarak bu okulun eksiklerini tamamlayabilirdi. Evet, ilk okulunu görmüştü, içeriye girmişti artık o bir öğretmendi. Öğrenciliği bitmişti ama öğrenme işi asla bitemezdi. Öğrenmeyi bırakan kişi kimseye bir şey öğretemezdi. Öğrenmek bir ömür boyu süren bir eylemdi.  Artık vatana ve millete hizmet etme zamanı gelmişti. Kapıyı açık bıraktılar, artık o kapı hiç kapanmayacaktı. Okulun çevresini dolaşmaya başladılar. Bir yandan da muhtar ona okul hakkında bir şeyler anlatıyordu. 

Okulun içi küçüktü ama bahçesi genişti. Göndere çekilmiş ay yıldızlı bayrağa hayran hayran baktı. Bütün ömrünce okula gitmişti, bayrağımız her göndere çekilirken ve İstiklal Marşı eşliğinde gür sesiyle ve onurla gururla onu izlemiş milli marşını okurken de her vatan evladı gibi “Emanetiniz biz de canımız pahasına koruyacağız.” der gibi göğsünü kabartarak okurdu. İyi bir öğrenciydi, çalışkandı. Hep öğrenci olarak okulda bulunmuştu şimdi o bir öğretmendi ve ilkokulu da burasıydı. Yanında mevzuata uygun büyüklükte olan şanlı bayrağımızı da getirmişti. Göndere çekilmiş olan bayrak yer yer kopmuştu onu değiştirip şerefle göklerde dalgalandıracaktı.

Bahçedeki Atatürk büstüne bakarken iç geçirdi. Boyaları dökülmüş ve hayli bakımsız kalmıştı. Büstü en kısa sürede boyayacak gerekli tamiri yapacaktı. Sevgili Ata'mız ona bu değerli vatanı bırakabilmek için ömrünü harcamıştı. Onu tekrar rahmet ve minnetle andı. İçinden "Vatanını en çok seven görevini en iyi yapandır." cümlesi geçti. O bu cümleye hayat verecekti. Bu cümle onun ışık cümlesi olacaktı ona yol gösterecekti. Hem bir köyde öğretmenin görevi sadece öğrencilere eğitim öğretim vermek değildi öğretmen o köydeki ilimdi, bilimdi, bilirkişiydi, yol göstericiydi.

 Okulun yan tarafındaki lojmana geçtiler birlikte. Bir oda bir mutfak banyo tuvaletten oluşan lojman çok iyi durumda değildi. Ama bir boya biraz temizlik biraz tamirle düzeltilebilirdi. Genç öğretmen muhtardan evi temizleyecek birilerinin olup olmadığını sordu. Kendisi de boya ve badanasını yapabilirdi. Okulların açılmasına bir hafta kaldığı için bütün eksiklerini tamamlaması gerekiyordu hem okulun hem de lojmanın. Saat geç olduğu için babası bugün artık gidemeyecekti lojmanın hali de ortadaydı. Burada da kalamazlardı. Muhtar yine onları evine davet etti sıkıla sıkıla gittiler. Şimdilik gidecekleri başka bir yer yoktu. Yarın hemen temizlik işinin halledilmesi gerekiyordu. Birkaç hanımefendiye haber salındı lojmanı temizlemeleri için. Hanımlar silip süpürdüler lojmanı. Burada boya bulamazdı fakat kireçle hem okulu hem lojmanı tertemiz yapabilirdi. Okul için başka başka projeleri de vardı. Hem yaşayacağı yeri hem de çocuklarla birlikte olacağı yeri yaşanılabilir yapıp eğitim öğretime başlayacaktı. Babası ve birkaç kişi de ona yardım ediyordu. Ellerine el yapımı koca süpürgeleri alarak ortalığı toparlamaya çalıştılar. İçeride altı tane hanımefendi temizlik yapıyordu. Kafasındaki planlar yaptığı işlerden önde gidiyordu. İşler hemen bitsin istese de öyle kolay değildi.

Hem okulun hem evin çok eksiği vardı, keşke minibüse atıp her şeyi getirebilselerdi. Muhtar bunları kafasına takmamasını onları bulacağını ona her konuda yardımcı olacaklarını söylüyordu sık sık.

İlçeye gidebilseydi ama okullar açılacaktı buradaki işleri bir hafta içinde halledemezse geri gitmesi mümkün değildi. Eksikler de zamanla tamamlanacaktı.

Okula ve eve biraz çeki düzen verdikten yani en azından tozu toprağı silip süpürdükten sonra muhtarın eşlik etmesi ile eve geçtiler. Muhtarın evine. Muhtar köye gelen kişileri ağırlamaya eşi de onun için hazırlık yapmaya zaten alışkındılar. Genç öğretmen ve babası zahmet verdiklerinden bahsettikçe böyle söylemeyin, “Siz bizim için geldiniz buraya.” diyerek onları rahatlatmaya çalışıyordu.

Genç öğretmenin mutlaka bir düzen kurması gerekiyordu. Kendi ayaklarının üstünde durmalıydı. Kendi işlerini yapabilmesi gerekiyordu. Üniversite yıllarında da kendi elbiselerini yıkar, ütüler az da olsa kendi yemeğini yapabilirdi. Evet, biraz zor olacaktı çünkü burada her şeye ulaşmak zordu, şehir gibi değildi, her istediğini gidip alamazdı ama buna da alışabilirdi, başarabilirdi. Ev sahiplerine teşekkür ettikten sonra uyumak için odalarını çekildiler. Babası genç oğluna çiçeği burnundaki öğretmene birkaç öğüt vermek istedi. Babası oğluyla gurur duyuyordu ama biraz da endişe ediyordu. Yarın sabah belki bu fırsatı bulamayabilirdi. “Oğlum öncelikle hem annen hem ben seninle gurur duyuyoruz. Artık genç birisin okudun mesleğini eline aldın. Ülken için çalışıp onu yüceltmelisin, bu artık senin görevin. Görevini en iyi şekilde yap. Onurunu koru. İnsanlara elinden geldiğince yardımcı ol. Unutma bu okuldaki en aydın insan sensin. Her durumda köydekilere örnek olmalısın. Yine de iyi tanımadan insanlarla çok samimi olma bir mesafe koy. İnsanları tanımaya çalış ve insanlara faydalı olmaya çalış. Bir ihtiyacın olursa bize hemen haber yolla, müsait oldukça ilçeye gel özletme ama görevini de aksatma. Biz de seni ara sıra ziyaret etmeye geliriz oğlum ama bir aksilik olursa mutlaka bize haber ver her zaman senin yanındayız. Ama bu çocukların da bu köyün de her zaman bir öğretmene ve senin gibilerine ihtiyacı var. Bu şanlı bayrağın dalgalandığı her yer vatandır oğlum.” dedi gözleri dolarak. Genç öğretmen ve babası sarıldı, oğlu babasının nasırlı ellerini öptü babası da önce gözlerini sonra alnını öptü. Alnın açık olsun diyerek.  İkisi de duygusal anlar yaşadı. Genç öğretmen idaelleri olan hayalleri olan biriydi. O da yıllarca vatanına hizmet etmek için öğretmen olmayı istiyordu, şimdi bu fırsatı ele geçirmişti elinden gelen her şeyi yapacaktı elbette ki kolay değildi ama şartlar ne olursa olsun bunu başarması gerekiyordu. Ve o bayrak hep orada gökyüzünde dalgalanacak okul her zaman açık olacaktı. Gelecek nesilleri yetiştirecek idealist öğretmenler olacaktı.

 Gece karma karışık rüyalar gördü. Uyandıklarında yine ev sahibinin kahvaltıyı hazırlayıp onları beklediğini fark ettiler. Ne babası ne de oğlu muhtar ve ailesinin onlara yaptığı bu iyilikleri asla unutmayacaklardı. Hemen giyinip çıktılar bugün babasını yolcu etmesi gerekiyordu. Çünkü her gün minibüs yoktu burada. Kahvaltıdan sonra babası oğluyla vedalaştı, “Dediklerimi unutma! Kendine de iyi bak.” diye tembihledi. Babasıyla birlikte minibüsün kalkacağı yere kadar gittiler, muhtar da onlara eşlik etti. Babası genç öğretmeni muhtara emanet etti, ona göz kulak olmasını istedi. Kendi adını adresini her şeyini yazdırdı eğer ilçeye gelirse mutlaka ona uğramasın da istedi. Orada bir kapıları olduğunu hatırlattı. Her şey için teşekkür ettikten sonra oğluna birkaç kez sarıldı. Oğlunu yalnız bırakmak ona zor geliyordu ama başka yapacak bir şey yoktu. Oğlu artık o yetişkin biriydi ve görevinin başında olması ve kendi ayakları üzerinde durması gerekiyordu. Genç öğretmene başarılar diledikten sonra minibüse bindi. Minibüs ağır ağır gözden kaybolmuştu. Genç öğretmen artık burada yalnızlığın ve kendi başının çaresine bakmayı öğrenecekti Köy halkının yardımıyla kısa bir süre içinde hem okulu hem de kendi kalacağı lojmanı derleyip toparlamışlardı.

Kırık olan şeyler tamir edilmiş, eskimiş olanlar ya boyanmış düzenlenmiş ve temiz hale getirilmişti el birliği ile.  Pazar gecesi bir türlü uyuyamadı çok heyecanlıydı pazartesi günü öğretmenliğinin ilk günüydü, çocuklarla ülkesinin aydınlık yüzleri ile tanışacaktı. Çok mutlu bir o kadar da heyecanlıydı az da olsa biraz da tedirginlik vardı üstünde. Teorik olarak her konuya hâkimdi ama ilk pratiği ilk deneyimi olacaktı. Öğrencileriyle buluşacaktı. Her şey onun için ilkti. Meslekteki ilk tayini, ilk köyü, ilk öğrencileri, ilk okulu, ilk günü…

Sabah olmak bilmiyordu sağa döndü sola döndü en sonunda uyuyabilmişti.

Uyandığında Güneş doğmuştu. Kalktı yüzünü yıkadı, tıraşını oldu, mezuniyet için aldığı ve tek takım elbisesi olan pantolon ve ceketi giydi, mesleğinin ilk gününe hazırdı. Aynada kendine baktı çok iyi görünüyordu. Okula geldi, okulun kapısını ardına kadar açtı. İçinden bu kapı artık hiç kapanmayacak diye geçirdi. Eğitim öğretim yılının hem kendisi için hem de çocuklar başarılı sağlıklı ve güzel için geçmesini diledi.

 Okul çocukları, çocuk cıvıltılarını, öğretmenin sesini, kara tahtadaki tebeşir sesini, hep bir ağızdan söylenen türkülerin şarkıların müziğin sesini en çok da bayrağı göndere çekerken coşku ve onurla söylenen İstiklal Marşı’nı duymayı bekliyordu.  Sıralara baktı boştu az sonra hepsi dolacaktı. Öyle umut ediyordu. Pazar günü öğretmenin isteğiyle muhtar köye haber salmış kahvede belki de ilk veli toplantısını yapmıştı. Okul yaşındaki her çocuk okula gelecekti. Okulda bir öğretmen vardı bu yüzden birleştirilmiş sınıf olarak çalışacaktı.

Bakalım öğrencileri kimlerdi? içeriyi kolaçan etti, her şey yerli yerindeydi, her şey hazırdı. Öğretmen masası, sıralar, tahta, duvarda asılı duran şeref köşesi… Hepsi çocukları bekliyordu. Ve öğretmenleri okulun kapısının önünde çocukların gelmesini bekliyordu. Okul kıyafetleriyle birer ikişer çocuklar gelmeye başladı. Kısa bir süre sonra herkes hazırdı. Yaklaşık yirmi beş öğrencisi olacaktı ama ilk gün yirmi iki öğrencisi gelmişti. Güzel bir sıra yaptı bahçede. Okulun ilk günüydü ve ilk bayrak merasimi yapılacaktı. Çocuklarla selamlaştıktan sonra yeni eğitim öğretim yılı için başarılar dilendikten ve eğitim öğretimin önemi üzerine kısa bir bilgilendirme konuşmasından sonra bayrak törenine geçildi. Öğrenciler, veliler ve genç öğretmen hazırdı. Gür bir sesle İstiklal Marşı'mızı okumaya başladılar. O sırada iki öğrenci de ay yıldızlı bayrağımızı göndere çekiliyordu. Bütün çabamız bu vatanın semalarında o bayrak hep dalgalansın diyeydi. Evet, bu bayrak Türkiye'nin ülkemizin her yerinde her beldesinde her karış toprağında dalgalanacaktı. O öyle bir bayraktır ki rüzgârlar onun önünde başını eyerdi. O ay ve yıldızın her zaman göklerde olması gerekirdi. Ve bunun için geç öğretmenlere ve idealist insanlara ihtiyaç vardır.

Törenin ardından çocuklar sırayla içeriye girdi. Çok heyecanlıydı ona utangaç ama meraklı gözlerle bakan öğrencileri ile sınıftaydı. Tarif edilemeyecek kadar güzel bir duyguydu bu. Öğrencilerine göreve yeni başladığını, mutluluğunu heyecanını anlattı. ilk gününü, ilk dersini birlikte işleyeceklerdi. Tanışmaya geçtiler, kendisinin de bu toprakların bir evladı olduğunu söyledi. Öğrenciler sırayla kalkıp kendi ile ilgili bir şeyler söyledi ve kendilerini tanıttılar. Genç öğretmen hepsini dikkatlice dinledi. Bunlar işte bunlar Türkiye'nin geleceği olacaktı. Tanışma bitince öğrencilerine yıl boyunca neler yapacaklarından bahsetti. Tek öğretmen olduğu için birleştirilmiş sınıfta her sınıf için ayrı ayrı çalışmalar yapmak gerekiyordu. Bütün öğrencilerini ayrı ayrı çok sevmişti. Hepsinin gözlerin ışıl ışıl parlıyordu. İlk gün tanışma neler yapılacağı konuşmakla geçmişti. Günlerce hayalini kurduğu ilk gününü tamamlamıştı çok mutluydu. Çocuklar bir harikaydı, bazı eksiklikler olsa da günler günleri kovaladı ve hem öğrenciler hem de öğretmenleri birbirine alıştı.

Kış gelip çatmıştı. Buraların kışı çok daha uzun soğuk olur ve insan boyunca kar yağardı. Hele bir de tipi oldu mu o kadar zor olurdu ki burnunuzun ucunu dahi göremezdiniz.  Göz gözü görmezdi yollar kapanırdı aylarca arabalar çalışmazdı. Burada yaşayanların her türlü hava koşullarını hazır olmaları gerekiyordu. Burası bir dağ köyüydü merkeze uzaktı, bir işiniz olsa bir hastanız olsa işiniz gerçekten zordur.

Burada yaşamak için çok çabalamaları gerekiyordu. Yazdan hazırlık yapmak gerekiyordu. Genç öğretmen de odun kömür soba derken hem okulda hem de lojmanı ile ilgili hazırlık yapması gerekiyordu.  Şartlar zor olsa da bu insanlar bir şeyler yaptığı için ve faydalı olduğu için kendisini çok mutlu hissediyordu. Bazen kendini yalnız hissetse de ona kitapları ve öğrencileri ve köyde tanıştığı birkaç genç arkadaşlık ediyordu.

Kış gelmişti ve geceler gerçekten uzun ve çok soğuk oluyordu. Lojmanını ısıtmak hayli zor oluyordu. Soba söndüğü an evin içi buz gibi oluyordu. Yollar açık olduğu zaman hafta sonları ilçeye gidip ihtiyacı olan şeyleri getiriyordu. Hem de ailesi ve tanıdıklarla özlem gideriyordu. Özellikle kış gecelerinde uzunluğundan ve soğukluğundan dolayı birkaç battaniye ve bir yorgan daha getirmişti. Çünkü burası gerçekten soğuktu, tek başına yaşıyordu, hasta olmak istemiyordu eğer o hasta olursa öğrencileri yine okula gelemeyecekti. Zaten geçen yıldan çok eksikleri var her öğrencisiyle ayrı ayrı ilgileniyordu. Gördüğü eksikliklere göre onlara göre plan hazırlıyordu. Köyde yapacak fazla sosyal aktivite yoktu. Köy odasında uzun kış gecelerinde toplanıp bazı oyunlar oynanması ve çay içilmesinin dışında tabi.  Köyü ve köylüleri tanımak olan bitenden haberdar olmak için arada kahveye uğruyordu.  Köyün sırtlarını dayadığı başı dumanlı heybetli yalçın dağlara baktıkça hem kendini çok güçlü hissediyor hem de yalnızlığını iliklerine kadar hissediyordu. Aylar geçti o köye köy ona alışmıştı. Öğrencileri ile iyi bir bağ kurmuş ve öğrencilerinin tamamı okula devam ediyordu. Birinci dönem bitmek üzereydi, yarıyıl yaklaşıyordu. Öğrencilerinin karnelerini büyük bir sevinçle hazırlamıştı. İlçeye indiği zaman onlara küçük hediyeler almıştı. Nihayet o gün geldi ve çocuklar da büyük bir sevinçle karnelerini ve küçük hediyelerini alarak vedalaşıp evlerine gittiler.

Hem öğrencileri hem kendisi bir dönem boyunca çalışmışlar ve bayağı bir yol almışlardı.

Yarıyıl tatili için ailesinin yanına gidecekti. Tatilini annesinin yanında güzel yemeklerini yiyerek ve sıcak yuvasında sevdikleriyle geçirecekti. Ayrıca arkadaşlarını görecekti ve zaman geçirecekti. Okul ve öğrencileri için de bir şeyler bakacaktı.  Genç öğretmenin, sosyalleşmek ve tanıdık insanlar görmeye çok ihtiyacı vardı.  Ertesi sabah köyden tanıdıkları ile vedalaşıp minibüse bindi. Karla kaplı zorlu bir yolculuğun ardından ilçeye vardı.

Ailesi zaten onu bekliyordu en çok da annesi. Öğretmen olan çocuklarıyla iftihar ediyorlardı ve onu çok özlemişlerdi. İlçeye varır varmaz hemen eve gidip anne babasını gördü, onlarla hasret giderdi. Daha sonra arkadaşlarıyla buluştu. Günler su gibi aktı. Ne demişler sayılı gün çabuk geçer, öyle de oldu. Artık geri dönmesi gerekiyordu. Okulu, güzel öğrencileri ve köyü onu bekliyordu. Annesi iki gündür harıl harıl uğraşıyor mutfaktan çıkmak bilmiyordu. Gerçi tatil boyu oğluna çok zayıflamışsın deyip deyip durdu. Sevdiği bütün yemekleri yapıp yedirdi, ana yüreği işte.

Onun için yolluk hazırlamıştı, pazar günüydü ve ertesi gün tekrar okullar açılacaktı. Ailesi oğlundan ayrıldığı için üzülüyordu ama onun bir öğretmen olmasından ve görevin başında olmasından da çok mutluydular. Defalarca sarılıp öptükten sonra oğullarını uğurladılar. Babası ve küçük kardeşi ile birlikte aşağıya indiler. Şimdi okula geri dönmesi gerekiyordu. Cumartesi günü güçlü bir kar yağmış ve her yer beyaza boyanmıştı. Haberlerde çoğu köy yolunun kapandığını duymuştu. Keşke birkaç gün önce mi gitseydim diye düşündü ama ailesini de çok özlemişti bu yüzden biraz daha kalmak istemişti. Kar yağmış olsa da minibüs çalışıyordu. Minibüsle giderken ikinci dönem için neler yapacağını kafasından geçirdi, çocuklar ne yapıyordur diye de düşündü. Sanırım insan nerede değilse orayı daha çok düşünüyordu. Minibüs biraz eskiydi çok yavaş ilerliyorlardı, lastiklere zincir takılmıştı ve kaymamak için dikkatli gidiyordu. Yollar kötüydü yeni bir minibüs olsaydı fena olmazdı fakat her şey çok pahalıydı zaten bir şey de kazandığını sanmıyordu minibüs şoförünün. İktisat düşünceleri içindeyken takır tukur yaparak öksürüyormuş gibi sesler çıkarıyordu motor. Minibüs olduğu yerde kaldı. Daha kendi köyüne varamamıştı, zar zor da olsa minibüsü iterek öğretmenlik yaptığı köyün yakınındaki bir köye ulaştılar. Minibüs hareket etmiyordu gitmek mümkün değildi bir dağ ağırlaşmıştı adeta yerinden kıpırdamıyordu. Saat yavaş yavaş ilerlemiş kış günleri daha kısa olduğu için güneş yüzünü daha az gösterir olmuştu. Bu coğrafya izlemeye doyum olmaz bir tablo gibi olsa da karla kaplı her yer çok tehlike arz ediyordu. Yakın köylü olduklarından birbirlerini tanıyorlardı, onlara misafir olacaklardı. Ama genç öğretmenin köyüne dönmesi gerekiyordu.  Genç öğretmen kafasına koymuştu köye gidecekti. Köylüler bu gece burada kalıp sabah erkenden gitmesi için çok ısrar ettiler gitme dediler. Sabah ola hayrola, gündüz gözüne git, öğrenciler seni bekler kendini tehlikeye atma, hava soğuk, gece tipi olur kurt olur gidemeyebilirsin. Gençlik ateşine, cesaretine gözü karalığına güvendi. Yola çıktı. Hava kararmak üzereydi. Bir bilemedin iki saate köydeyim, o kadar da uzak sayılmaz diye geçirdi aklından. Gitmeliydi çünkü yarın okulunu açmalı, bayrak töreni yapmalı ve çocukları içeri almalıydı. 

Yarım saat kadar yürüdü yürümedi tipi çıktı. Kimsenin sözünü dinlemedi bir saate varmaz köyde olur sanmıştı. Hâlbuki kışı çetindi buraların.

Hızlı adımlarla yürümeye çalışıyordu okulu ısıtması gerekiyordu lojmanda şimdiye kadar buz gibi olmuştur diye düşündü sıkı sıkı giyinip yola düştü pek akıl karı değildi ama gençliğine güveniyordu, bunu yaparken bir saate orada olurum ne olabilir ki en fazla diye düşündü. Yön duygusunu kaybetti, kar nereden geldiği belli olmayacak şekilde rüzgârla birlikte yüzünü gözünü kapatıyor ve yolunu bir türlü doğrultamıyordu. Güneş batmıştı ortalıkta da ne ışık vardı ne de köy vardı bu yaptığını hiç doğru bulmuyordu şu anda ve çok pişman olmuştu. Keşke onları dinleselerdi anlattığı hikâyeler doğruydu daha önce kaç kişi buralarda tipiye yakalanmış ve donarak ölmekten kıl payı kurtulmuşlardı. Köylüler tipi de kaybolabilirsin ne kadar yakın görünürse görünsün gel bu gece kal demişlerdi. Onları dinleseydi şu anda ne yapabilirdi bilmiyordu.

Nereye dönse uçsuz bucaksız yüzüne gözüne dolan kar taneleri.  Ne geriye dönebiliyor ne ileriye gidebiliyordu.

Git gide üşüyor elleri buz kesiyordu, insan evde bile üşürken dışarıda kalmak pek akıl karı değildi. Maazallah bir yerde donup kalabilirdi aklını kullanıp bir çare bulması gerekiyordu.

Kar tabakasını kazmaya başladı, neyse ki ellerinde eldiven vardı fakat bunu başarabilecek miydi bilmiyordu. Sığınabileceği ufak da olsa bir oyuk yapmaya çalıştı gerçekten çok zordu bu.

Mutlaka başarması gerekiyordu ayakları toprağa değerse belki donmayabilirdi. Tüm gücünü kendisi için küçük bir oyuk yapmaya harcadı. Sanki yıllar geçmiş gibi geldi ona.

Minibüsün bozulup kaldığı köydeki halk genç öğretmeni merak etmişti acaba bu öğretmen yerine ulaşabildi mi diye onun akıbetinden gerçekten endişe duyuyorlardı. Çok dil dökmüşlerdi ama dinlememişti. Gençliğine vermişlerdi delikanlılığına ama bu iş öyle bir şey değildi. Muhtar, “Genç öğretmenin başına olumsuz bir şey gelmeden gidip onu bulmalıyız.” dedi. Muhtar ve birkaç kişi sıkı sıkı giyindi ellerinde silahlarla ve meşaleleri alarak yola düştüler. Onlar buraları iyi biliyorlardı ama tipini ne yapacağı hiçbir zaman belli olmazdı genç öğretmenin köye ulaşamadığından emindiler. Çünkü kar fırtınası tipi çıkmıştı mümkün değildi gitmesi. Genç öğretmeni bu dağlardan kurtulmaları geliyordu.  Hava buz gibi ve kurtlar açtı. Büyük büyük meşaleler hazırladılar ve yola çıktılar sürekli bağırıyorlardı. Genç öğretmen ayaklarının karıncalandığını, ellerinin karıncalandığını hissediyordu. Ellerini birbirine sürterek ısırmaya çalışsa da ayakları git gide hissizleşmeye başlıyordu. Elinden dua etmekten başka bir şey gelmiyordu. Bu gece onun en uzun gecesi olabilirdi. Uyumaması ve hareketli olması gerekiyordu. Uyursa donabilirdi veya bir kurt sürüsü onu iki dakikada paramparça edebilirdi. Kısacık hayatını şöyle bir gözden geçirdi. Daha çok gençti ve yaşamak istediği onca gün görmek istediği onca yer okumak istediği onca kitap vardı. Bunların yanı sıra sevdiği ama henüz söyleyemediği o kız geçti gözlerinin önünden. Sonra okul yılları annesi babası kardeşleri arkadaşları…

Muhtar ve birkaç köylüyle onu arıyordu. Sanki uzaklardan bir ses duyuyordu acaba hayal miydi bu yoksa gerçek mi?  Sanki adı boşlukta yankılanıyor ve kulaklarına dolup uğurluyordu. İyice kulak kabarttı iyice kulak kabarttı eğer rüyada değilse onun ismini söylüyorlardı. Olduğu yerden dikelmeye çalıştı nafile ses vermeye çalıştı ama sesi bile titriyordu. Yürüyebilecek gücü yoktu ayakları uyuşmuş ve hareket edemiyordu eğer onlar onu bulmazsa dağın başında donup gidebilirdi. Tecrübeli köylüler gecenin karanlığında da olsa çok dikkatli idiler ve etrafı kolaçan ediyorlardı. Nihayet genç öğretmeni bulmuşlardı. Sesi soluğu çıkmaz olmuştu tir tir titriyordu. Genç öğretmeni alıp köye geri döndüler. Mutlaka müdahale edilmesi gerekiyordu bulduklarında donmak üzereydi. Köye vardıklarında gece yarısını çoktan geçmişti. Genç öğretmeni görenler rahat bir nefes almıştı, gencecik bir canın yitip gitmesini kimse istemezdi.

Soğukta kalmış birini hemen sıcak bir ortama alınması doğru değildi. Bu coğrafyada yaşıyorsanız birçok şey bilmeniz gerekiyor, donmak üzere olan birine neler yapılacağını bilmeniz gerekiyordu. İlk yardımlar yapıldıktan sonra sabahın ilk ışıklarına kadar genç adamın başından ayrılmadılar.  Acaba genç öğretmen bir zarar görmüş müydü diye düşündüler. Yaşıyordu derin bir uykuya dalmış gibiydi.

Sabah olmuştu, ilçeye gitmek gerekiyordu.  Minibüsten hayır gelmezdi artık hiç umut yoktu. Köyde bir araç daha vardı gittiler ricada bulundular. Sözü ikiletmedi bile böyle bir duruma kayıtsız kalınır mıydı hiç. Bu genci hemen yola çıktılar muhtar ve kardeşi birlikte arabaya bindiler. İlçeye vardıklarında öğlen olmuştu hemen anne ve babasına haber verdiler. İlçedeki şartların yeterli olmadığı ve mutlaka ile gitmesi gerektiği söylendi. Anne ve babasının yüreği ağızlarındaydı oğulları için bunca çaba gösteren insanlara minnettardılar tekrar tekrar teşekkür ettiler. Ama çok üzgündüler ve oğulları için endişeliydiler.

Oğullarını alıp doğruca ile gittiler yapılan incelemeler sonunda doktorlar sağlık durumu iyi olduğunu ancak her iki ayağında da birkaç parmağın kangren olduğunu söylediler. Üzülerek de olsa o parmaklarını kesilmesi gerekiyor söyleyince annesi gözyaşlarına boğuldu. Annesi çok ağlıyordu başka bir yolu yok mu diye doktora sorup duruyorlardı. Doktorlar da eğer onu kesmezsek o ilerleyecek ve belki ayağına kadar ulaşacak müdahale etmemiz şart diyorlardı.

O gecenin acı hatırası olarak her iki ayağından da İki parmağını kaybetmişti. Elbette ki canını kaybetmesinden daha iyi olsa da yine de çok üzücü bir olaydı.

Dokuz on gün sonra kendisini daha iyi hissediyordu fakat asla geri getiremeyeceği parmaklarını kaybetmiş ve parmaklarının yokluğuyla yaşamayı öğrenmesi gerekiyordu. Çok büyük bir ders almış ama biraz geç kalmıştı. Kendini iyice toparladıktan sonra tekrar çocuklarına okuluna ve lojmanına kavuştu. Artık hayatı boyunca böyle bir hata yapmazdı, tecrübelerini başkalarına aktaracaktı şunu da iyi biliyordu tecrübe kazanmak önemliydi ama tecrübesi olanların tecrübelerinden faydalanmakta çok çok önemliydi. Bu yolda kayıpları olsa da görevinin başında ve hayallerini gerçekleştirmek için bütün gücüyle çalışıyordu genç öğretmen. 

 

Emirhan Koşar
GEÇMEYEN ŞEYLER

 Merhaba Şiir Sarnıcı Ekibi

Ben Emirhan Koşar, 17 yaşındayım ve lise öğrencisiyim. 2008 yılında doğdum ve Manisa'da yaşıyorum. Yaklaşık üç yıldır şiir yazıyorum. Şiir yazmayı seviyorum ve duygusal, karamsar temalar üzerine yoğunlaşıyorum. Daha önce bir şiirim Tarihistan’da yayımlandı. Yayım için değerlendirilmesini istediğim bir şiir paylaşıyorum. İçimde kıpırdamayan ağır bir taş


İçimde kıpırdamayan ağır bir taş
Adı silinmiş bir sokak tabelası gibi susar.
Dünya “gül” deyip uzatıyor elini bana
Benim avucumda pas tutmuş bir bıçak parlar.

Geceler içime kıvrılan bir merdiven
Her basamakta biraz daha eksiliyorum.
Karşıma dikilmiş gölgem, inatçı bir bekçi;
Kendi bakışımdan bile kaçıyorum.

Sorularım var, susturulmuş mahkûmlar gibi;
Dilimde yarım kalmış cümleler küllenir.
Neye inansam elimde kum gibi dağılır
Neyi tutsam parmak aramdan süzülüp gider.

Yüzüme sıvanmış ince bir “iyiyim” maskesi;
Herkes benden sıradan bir gülüş bekler.
Oysa ben çoktan içimden çekip gitmişim
Yerimde duvara yaslanmış bir suskunluk bekler.

“Geçer” diyen seslere çoktan kapattım kapımı;
Geçen tek şey duvardaki takvim izleri.
Ben burada, aynı sızının başucunda
Kendime her gün daha uzak,
silinen bir isim gibiyim.
29.11.2025 

BABAMI GÖRDÜM
Uğur Ünver 

Sersem eden rüzgârın dağıttığı saçlarımı tarıyordum.
Kırık, eski, bilmem kaç yıllık hatıraları görmüş
unutulmuş bir antikacının vitrininde
yeni sahibini bekleyen Fransız bir aynada…
 
Ellerime baktım; buruş buruş olmuş,
sefalet yüzümde bir tokat gibi duruyor.
Dişlerim dökülmüş
dövüştüğümüz sokaklar gibi dağınık düşlerim.
 
Babamı görmüşüm yirmi yıl sonra.
Mutluyum aslında...
Köşe başından iniyordu, yanında küçük oğluyla.
Saklandım, görmesin diye, bin bir duayla.
 
Benden genç duruyordu babam
Maşallah, dedim kendi kendime.
Tahtadan bir Pinokyo vardı çocuğun elinde,
bir de oyuncak almıştı ona... Kıskandım.
 
Akşamın rüzgârında ürperdim sessizce
ölüyordum hayatın yorgunluğunda.
Yalnızlığımı giderdim bir kadeh şarapla.
Bir öpücüğe on lira verdim, sessizliğimi dağıttım.
 
Babamı hep cezaevinde ağlarken bilirdim hayalimde.
Şimdi baksana
ömrüm, gözüm, gönlüm pas içinde.
Zakkum çiçekleri açıyor yüreğimde...
Hay ben böyle kaderin içine. 


Ahmet Türkay
ASILSIZ BİR ALDATILMA

 

Eşini, dokumacı kadının evinde hiç olmadığı kadar rahat, huzurlu imgeledi, tetikte duran öfkesinin basıncı ansızın yükseliverdi. Kızgın bakışlı gözlerinde ardı ardına çakımlar çaktı. Gelmeyeceğini biliyordu ya şimdi kocası olan o maço gelse, ayaklarına kapansa, kanlı gözyaşı dökse, kararı karardı. Yani gidiyordu!  

“Peki, o dokumacı bayanı evinde ziyaretine ne dersiniz?” diye sordu.

Saçları kıvırcık, kestane rengi adam: “Nezaket gereği, bir kahvesini içmek için belki ziyaret etmiş olabilir. Dedikodu kaşıntılı üretken çenelilerin, uydurma ve yakıştırmalarının sınırı yoktur, bilirsin,” dedi. 

Özgüveni yüksek adamın, kendinden emin tavrından rahatsız olmadı. Tersine, budalaca, üstü örtülü bir hoşnutluk duydu. Bugüne değin duyumsamadığı bu hoşnutluğa bir anlam veremedi, yaşadığı gerilimin ve onun uzantısının buna neden olduğunu düşündü. Oysa demin önceleyerek yaptığı kısa, yüzeysel bir araştırma, bilmediği gizli bir yanını ortaya çıkarmıştı. Düşünülüp de söylendiğinden kuşkusu olmayan bu olgunca yanıttan, kumpas kokusu aldı. Ama Taner’in kendi işini kendisi yapan tiplerden olması bu olasılığı ortadan kaldırdı. Ne var ki kimi zaman özyapısıyla çelişen onun oturmamış kişiliğini anımsayınca, o kumpas varsayımını yine usunun önyüzüne taşıdı, kuşkusunun önüne indirdiği bariyeri ikilemeden kaldırdı. “Kim bu adam?” diye sordu kendine. “Niye beni kandırmaya, kararımdan döndürmeye uğraşıp duruyor?” Karşısına çıktı çıkalı bu soruya yanıt bulamıyordu. Hoşlanacağı kadar sevimli bulduğu, kimliğine yabancı o gizli yanı, bu kez daha canlı ve belirgin içinde kıpraştı, gönlüne asalakça yamanarak yüreğinin çarpıntısını sıklaştırdı. 

Sevil, sonu yokmuş gibi uzayan bir suskunluğun ardından: 

“Ama baş başa kahve içmeler, aldatmanın altyapısını hazırlar,” dedi yumuşatmaya çalıştığı sesinin tonunda birikmiş bir kinin için için homurdanışını duyarak. “Oluşan bu altyapıya da gözü pek bir yıkım babasının yurduymuş gibi gelip yerleşir.” 

Kısa bir süre düşünceleri yerini gözlem ve yargılara bıraktı.

Çağcıl bir ailenin temelinde kıskançlığa yer yoktu. Böyle bir ailenin erkeği gömleğini, boyunbağını, ceketini kıskanırdı ama karısını kıskanmazdı. Nedeni de şuydu ki yaşamına zorunlu beraberliğin getirdiği tekdüzeliği böyle gidermeye çalışıyordu.  

Bir gün, konfeksiyon atölyesinde yan yana çalıştıkları Zvezda: “Ama heyecanlı oluyor be Sevil!” demişti görüşünü doğrularca. “Sen, düşlerinde ya da fantezilerinde olsun yabancı biriyle olmadın mı hiç?” 

“Ama zevkli oluyor” tümcesi bilincine kazındı. Taner’in, kural tanımayan, aile ahlakını hiçe sayan bazı karıkoca ilişkilerine özeniyor diye ödü koptu. Dirlikli, mutlu bir aile yuvası daha genç kızlığından beri gözünde tütüyordu. Sevil özbeöz kendisinin olmasını istediği o mutluluğa kimsenin ortak olmasına izin vermeyecekti.

Saçları kıvırcık, kestane rengi adam:

“İş düşündüğün gibi değil, Sevil,” diye uzayan sessizliği bozdu. “Taner’in sana bağlığının tanığıyım. Yemin ederim,  asılsız bir aldatılmanın kurbanısın.” 

Adam, onu kazanmak için çok çaba gerekmediğinin ayırdındaydı. Saygılı, içten bir yaklaşım yeterli olacaktı. Ne yazık, çalışma arkadaşının onuruyla oynamayı kendine yediremiyordu.   

Karakaçan (Rumca konuşan Ortodoks topluluk) Apostol’un ünlü işkembe çorbası vardı bu sabah, Kotel otogar lokantası epeyce kalabalıktı. Otobüslerin köylerden getirdiği işçiler, upuzun bir kuyruk oluşturmuştu. “Bu insanlar bir gün işe gelmeseler, ilçede yaşam durur,” diye usundan geçirdi.  Gözleri, zarif, kibar devinimlerle çorbasını içen bilet gişesi görevlisi Dora’ya takılınca, düşüncelerinin seyri değişti. Güzelliğinin yabansı ormanında sıkıntısını dağıtan bu sarışını çekemedi. Güzel kadınlara bağladığı garazı arttı. Bencillik duygusu stok istiflerce içine yığıldı. Eskiden beri yörenin en güzel kadını olmayı, erkekleri dize getirmeyi, yerlerde süründürmeyi düşlemişti. Ne yazık, Tanrı, Sevil’e pek selek davranmamış, güzellik yağmuru üzerinden çiseleyerek geçmişti. Oysa çok yağsa, güzelliğinin toprağını suya kandırsaydı, bir dokumacı parçasına değişir miydi onu Taner? “Allah’ım, keşke gerçekdışı olsaydı bu aldatılma!” dedi, gönlü kanadı, sızladı.

Gülümsemesi arı sili, çehresi kuru, duygusuz gibi görünen adam düşüncelerinin bir misilleme eylemi içerisinde olduğunu sezebiliyor muydu? Eğer sezebiliyorsa ne bekliyor, neden atılıma geçmiyordu? Bunu yapacağı yerde dedikoduların değil, kanıtların kişiyi kesin yargıya götürebilecekleri gerçeğini yüzüne kuşanmıştı. Giderek tanıdık gibi gelen bu adamı nerede gördüğünü bulmaya çalıştı. “Taner’in sana bağlılığının tanığıyım,” sözleri sonunda düşüncelerini durulttu, eşinin iş arkadaşı olduğunu anımsadı. Bir gün tekstil fabrikasına gittiğinde onu Taner’in yanında görmüştü.       

Artık adamın, aile yaşamının girdi çıktısını ayrıntılarıyla bildiğine inanmıştı. Kumpasın değil, rastlantının karşısına çıkardığı bu adamdan şimdi utanıyordu. Darmadağın mutfağı, yıkanmadık kap kacağı, tozlu odaları, başka bir deyişle, ev işlerini boykot ettiğini anlatmış mıydı acaba Taner? Derinlerde bir yerde kadınlık onuru sarsıldı. “Kadın, içindeki sevgiyi çağıl çağıl dökmez ya da dökemezse, erkek huzuru neden dışarıda aramasın?” dedi. Tartışmaları tokatlanmaya taşımadan, kadınsal değerinin etkin sihrinden yararlanmayı hiç akıl etmemişti.

 

Uğur Olgar
DİLİMİN UCUNDAKİ KARANLIK İNSAN

 
Gece. Hep. Dilimin ucundaki karanlık insan
avuç içlerimdeki çıkmaz sokaklar, deniz
kuruduğunda gör saklı yasaklı batıkları
yere düşen küçük zamanlar ağladığında
kağıt mendiller tutuştur şiir azan kalemime!
 
Kadın. Daima. Susuzluğu ışıklı kendimizin
hiçe varan ağırlamaların minyon ayakları
hızla eskidiğinde yüzümüzün teninde yeniler
çizgilerin nasıl uzadığını seyret bir yol otur da
kıyısında, ölümü şımartan kara kara toprakların!
 
Gel. Yalnızlığın saçlarını tarayalım. Uzamış
ıssız ada yerlerinden, keselim keskin sözlerle
gölgelere yüz vermeyelim, o da uzamasın
sözlerimizin ağzı körelmesin, şimdi git
sürünenlerin yorgun olduğu yazgı içlerine!
 
Nedense Tanrı hep kovuyor beni cehennemden
Şeytansa cennete götürmek istiyor habire!


Özlem Demirel
KADİM BİR TAŞIN GÖLGESINDE

 
dünya ile hizalanamayan
kalplere selam
 
her şeyin
tam ortasından
konuşalım mı?
 
içinde bir yerde
itiyorsun kadim taşı
günlerin kederden
çatlayan toprağında yürüyorsun.
 
zaman,
silkeleyen elleriyle
omuzlarında.
 
düşüyorsun yine
kalbinin
yalnızlıktan büyüyen
obruklarına.
 
hevesin,
kör kuyulara
merdiven taşımaktan
yoruldu, biliyorum.
 
tanıdık bir elin
yabancılığı dokunur
el sürülmez
içinin yüzüne.
 
üstünde
kime ait olduğunu
bilmediğin
bir enkaz var, görüyorum.
 
sesin,
sükûtun emanet sesime.
 
biliyorum:
her şeyin tam ortasında
hâlâ bana benzeyen
bir yer var.
 
bir ses var içimde
suya düşen taş gibi
dairesini büyüterek
dokunuyor hiçliğe.
 
sonra bir yankı dönüyor
adımı fısıldıyorum
durulmayan suyun kulağına.
 
belki ben
henüz gelmemiş
henüz gitmemiş olan
ayırt edemiyorum
kim çağırıyor kimi.
 
ve ikimiz de
aynı ırmaktan geçiyoruz
izimizi sürerken yalnızlık.
 
taş sarılır suyun gölgesine
yankısı kalır dünyanın kalbimde.
 
bak, hâlâ buradayım
her şeyin tam ortasında
bir yankının izi
bir izin yankısı gibi.
 
kalbim ile hizalanamayan
dünyaya selam.
Kasım, 2025

Zeynel Güney    
EVLER YIKAN BELLER BÜKEN     


Pamuklar’ın Veysel, Banaz’da dünyaya açtı gözlerini ve bir ağıt kopardı. Güzeldi. Onu her gören “Gün yüzlü, ay parçası” dedi. Ah Veysel, ne desem, ne söylesem… Bu hazin mi hazin kırımı nasıl anlatsam?.. Olayı ve ardından yakılan türküyü dinleyenlerin eti kemiğinden ayrılır. Ah çile yüklü kervan yolları… Birbirine ulanmış yavuklu ve sıla özlemi, çakılır durur kara hançer misali. İnsan doğada hep gülüm balım mı yaşadı?

Veysel, çocukluk yıllarında kuzu güttü, yaylak yerde doğuran koyun ve keçilerin kuzusunu, oğlağını kucağında taşıdı. Biraz büyüdü, karasabanla toprağı alt üst etti. Ekin, ot derdi. Kes kırdı. Dut salladı. Her yaptığı işinde boy ölçüştü büyükleriyle… Baharda ortalığa savrulan ağaç ve ot, çiçek kokularını ciğerlerine doldurdu. Ham toprak çapalayıp orada gül bitirdi. Biraz daha büyüdü, yakasından tek elle tuttuğunun ayaklarını yerden kesecek güce erişti. Doru çıplak atına eyersiz, yularsız bindi. Sürdü, sürdü, sürdü… Ova bitti, yamaçlara vurdu… Eve dönüşte paltosunu onun sırtına sardı yoksa doru terden çatlardı. Birlikte yol yürüdüler. O, ahırına, Veysel evine ölümsüz döndüler.

Köyün üst başında güzeller güzeli bir kıza tutuldu bizim Veysel. İki aşık hep bildik olan çeşme başında buluşmadılar. Kuşlar bile göremez deyip, çok gizli tuttular buluşma yerlerini. Ah haberciler!.. Ahhh… Aileler duydu bu güzel aşkı. İki aile arasında çok şey konuşuldu. “Adını koyalım bu işin…” dendi son olarak. Gün kesildi, nişan şerbeti içildi. Köyün orta yerinde halaylar tutuldu, davullu zurnalı. Nişanın şerefine gençler at koşturdu. Koca koca kazandan davetliler doyuruldu. Her şey iyi güzel de kızın anası düşünceliydi. “Kızım bu oğlana verildi verilmesine de bu kız sebat edip kervan yolu bekler mi? Elde kötü çooook… Elde puşt çooook… Boş ver amaaannn at yiğidin altında aksar.” dedi ve kurtuldu çıkmazlarından.

Bahar olunca bizim Veysel kervanıyla birlikte Halep’in yolunu tuttu. Develer, atlar, katırlar, eşekler ve kervancılarla… Yanlarında bir iri mi iri kangal bir de minik mi minik bocu vardı. Kervancıbaşı, Kutupyıldızı doğar doğmaz “Yola revan oluna!” emrini verdi.  Kuyruğu gücük eşek başı tuttu ve kervan katarlandı güney yönüne doğru…

Günler günleri kovaladı, sonunda kervan Halep’e ulaştı. Kılavuz eşeği de dâhil hepsinin kulaklarına kadar yüklediler satımlık ne buldularsa. Veysel toyluk bu ya çok sevindi, “Bir ay sürmez evimdeyim.” dedi. Oysa kervan her konalga hanlarında dinlenir, gider, gider, gider gene dinlenir. Bu ayları yılları alırdı. Defalarca geri dönülüp yeniden mal yüklenir taşınırdı.

Sonraları anladı bizim Veysel, “Yola gidenin işini yaradan bilir” derdi büyükleri.  Bu kervan tosbağadan da yavaş gider. “Ahh eyersiz yularsız doru atımla kırlangıç çakılması nal vurmadık yer bırakmamak, ahh Banaz’ın çimen çiçek kokan tarlaları düzlüğü, dağı deresi, burnumda türüm türüm tüter oldu.” diyerek iç geçirdi.  Kervana dahil olup gitmenin, suyun orta yerindeki gemide yol almaktan ne farkı vardı?.. Ben caydım deyip gidemezsin… Geri dönemezsin…

Arap çöllerinde git babam git… Menzile vardın dön geri, gene git babam git… Sevgili Veysel her konalga yerinde tuttururdu türkünün en dertli olanından. “Yahu bu öpmeye kıyamadığım ellere mi kalacak?” diye söylenirdi, kendi kendine dert yanardı.  Sonra biraz uzaklaşıp gezinir gibi yapar, gizli gizli ağlardı. Yemeden içmeden kesilmişti, sofraya oturduğunda yalandan bir iki lokma alır hemen kalkardı bizim aşık…

Sonbaharın ayazlı soğukları daldan düşen sarı yaprakları savurup dolandırdığı günlerdi. Aylar üst üste sonra yıllar üst üste binmeye başlamıştı. Bizim Veysel doğduğu topraktan umudu kesmişken kervancı başı duyurdu: “Yol Banaz’a…”

Konalga yerinde bu sözü duyan Veysel, yerinden doğruldu. Sabrı suya düşmüştü artık. Yükü indirilmiş ve palanı sıyrılmış doru atının yanına vardı. Onun yelesini, başını defalarca okşadı ve alnından öptü. Hemen ona müjdeyi verdi: “Yol köyümüze güzel dorum…” dedi Veysel. Sonra atladığı gibi nazlı atının palansız sırtına, yelve (*) hızıyla sürdü, döndü dolandı, gene sürdü… Bu bir sevinç, şeref gezintisi olmuştu. Güzel atından indi. Sırtına bir çul örttü. Sonra teriyle soğuklayıp çatlamasın diye yürüttü dorusunu…

Kutupyıldızının parıltısıyla beraber, kervan yola koyuldu. Dışarısı soğuktu ama memlekete dönmenin sevinci içten içe sıcaklık veriyordu hepsine… Günlerce yol yürüdüler. Hava ara ara çok şiddetleniyor, tükürsen yere buz olarak düşecek duruma geliyordu. Üşüyen, yorulan hayvanlar kervan çığırından şaşmalar yaşıyordu. Kangal ve bocu sık sık yatıp burunlarını kuyruk ve ayaklarının içine sokuyorlardı. Sonra kalkıp yine kardaki çığırdan yola devam ediyorlardı. Kervancılar soğuktan hayvanların duldasında yürüyorlardı. Ayaz da poyraz da birbirinden amansızdı.

Yine Kutupyıldızı ile kalkış, yine develerin semerlerine langır langır vuran çan sesleri… Alabildiğine kar. Dağı, ovası, her yer bembeyaz kar… Yalnızca kervanın açtığı çığırda azca karacalık var.

Kar, ayaz, poyrazla boğuşa yürüye kendilerini yıkıkça bir hana attılar. Yükler indirildi. Hayvanlar yemlendi. Kendileri de karınlarını doyurdular.

Hepsi birbirlerine “Gecemiz hayır olsun” deyip uykuya yattılar. Yattılar yatmasına ama hiçbirinin gözü uyku tutmamıştı. Hele bizim sevgili aşık ikide bir yatağından doğrulup Şimal Yıldızı’nın doğuşunu görmek istiyordu. Müjdelemekti niyeti… Uyuyanlar kuş uykusu uyudular. Ev, yuva özlemi uykusunu haram ediyordu kervancıların.

Veysel’in yol bekleyeni çoktu… Nişanlısının kervan yolunda kaldı gözleri. Uçan kuştan medet umar oldu. Dilekler diledi. Çare yok. “Ahh kuş olup konsam Veysel’imin yoluna.” deyip durdu bir zaman. Ne bulmuş gibi ne yitirmiş gibi oldu…

Veysel “Yıldız doğduuu” diye bağırarak herkesi uyardı. Yerlerinden doğrulup yükler yüklendi. Onlar handan uzaklaşırken ayaz etkisini daha çok göstermeye başlamıştı. Sonra tipi başladı. Epey bir gitmeden sonra ışımadığını ve yıldızın doğru yıldız olmadığını, yanlış yöne gidildiğini söyledi eski kervancılar. Bu uyarılara hak verilmedi. Kervancıbaşı da söylenenleri dinlemedi. Nasıl olsa eve çok yakınlarda idiler.

Bir ara kervan iyice kara saplandı. Kurtardılar. Gene dönelim dendi. Ama geriye dönmek de mümkün değildi.  Çok yol alınmıştı. Kar tipi savruntu kervanda bulunan çoğunluğun umudunu kırmaya başlamıştı. Yaşlıca biri fısıltıyla yanındakine “Bu kar galiba bize kefen olacak! Sıla özlemi bunların gözlerine perde indirmiş…” diye hayıflanıyordu.

Veysel atına binili kervanın ilerisinde yol alıyordu. “Bu koca üç yılın özlemi bitecek” diye aklından geçiriyordu hep. Güzel nişanlısına kavuşmaya kaç adım kalmıştı?.. Ayaz, tipi hepsinin ciğerlerine işliyor, yol almalarını zorluyordu. Biri bocunun yerde kaldığını gördü. Bırakıp gitse hemen donup ölecek. Biraz kucağına aldı. Sonra çula sarıp katır sırtındaki heybenin gözüne koydu. Kangal ise zorlanarak da olsa yoluna yürümekteydi ama yüklü hayvanlar yalpalamaya başlamıştı.

Sonra bir yere gelince çakılıp kaldılar. Hiçbirinde bir adım daha atacak mecal kalmamıştı. Tümü orada hayvanlarıyla birlikte donarak öldüler. Sevgili Veysel beş yüz metre kadar ileride atıyla birlikte donup kalmıştı. Hepsinin donup öldüğü yere Kervankıran, o yıldıza da Kervankıran Yıldızı denmiştir.

İnsan gördüğü kırımı kötülüğü hiç unutmamıştır. Bunu türküler, ağıtlar yakarak belleklere kazımayı bilmiştir. Doğanın verdiği içler acıtan bu kırıma “Bir yıldız doğdu nur ile…” doğaya seslenilen bir feryat, bir isyan, bir yanıttır. Bu türkü ve ağıtlar “Senin böyle hallerin de var mıydı!..” demektir.

Yelve: Hekimhan yöresinde kırlangıç kuşuna denir.

Konalga yeri: Uyku, yemek ve dinlenme için seçilen yer.

Kervankıran Yıldızı: Venüs– Çoban Yıldızı.

(Bu öykü Kervankıran Yıldızı efsanesinden esinlenerek yazılmıştır.)

  

Zehra Öztürk
YERYÜZÜNÜN YILDIZLARI 

Yeryüzünün yıldızları
Gece gündüz birer birer
Kayarken toprağa
Sessizce izledi dünya.
Kimse dilek tutmadı
Yıldız sağanağına.
Kiminin adı Hatice
Kiminin adı Fatmaydı.
Sadece gökyüzü ağladı.
Yazgıları ortak
Suçları kadın olmak.
 
Ne zaman kesilecek
Bu sağanak?
Kimi on altısında, 
Taze tomurcuk ten.
Kimi kırk beşinde
Savaşmaktan yorgun
Solmuş beden.
Kimse hesap sormadı
Umutları, hayalleri
Gökyüzünde asılı kaldı.
Yazgıları ortak
Suçları kadın olmak.
 
Nereden bilecekti?
Bir zamanlar
Aşkla tuttuğu el
Sığındığı, güvendiği
Liman olmuş celladı.
Kimse duymadı,
Feryatlar, çığlıklar
Gökyüzünde patladı.
Yazgıları ortak
Suçları kadın olmak.
 
Ne zaman anlayacak
Binlerce yıldızın celladı?
O'nu doğuran,
Çocuğunu doğuran kadın.
Ne zaman seyredecek
Kadınıyla yan yana
Gökyüzünde yıldızları?
Birlikte dilek tutalım,
Kaymasın artık toprağa
Yeryüzünün yıldızları.
Yazgıları ortak
Suçları kadın olmak.
Ağustos 2025


Fazilet Özkan Por
KUTUP YILDIZI

“Benim işimin düsturu, yolu sevgidir. Huzuru ancak sevgi verir.”

Ahmet Adnan Saygun

 

İzmirli, köklü bir ailesi vardır. İzmir Milli Kütüphane’nin kurucularından, matematik öğretmeni Mahmut Celalettin Bey ile Konya kökenli İzmirli Zeynep Seniha Hanım’ın çocuğu olarak dünyaya gelir Ahmet Adnan SAYGUN. 7 Eylül 1907, İzmir

İzmir İttihat ve Terakki İdadisi (lise) öğrenciliği sırasında müzik öğretmeni İsmail Zühtü Bey’in kurduğu dört sesli koroda şarkılar söyleyerek müziğe başlar. 1918

Zühtü Bey’in önerisiyle piyano öğretmeni Rosatti’den ders almaya başladığında 13 yaşındadır. Sonra da; piyano virtüözü Macar Tevfik Bey ile piyano, Hüseyin Sadettin (Arel) ile armoni dersleri alarak müzik eğitimini sürdürür.

Birinci Dünya Savaşı sonunda, yayılmacı İtilaf Devletlerinin kararı doğrultusunda Yunanlılar İzmir’i işgal eder. 15 Mayıs 1919

Gazeteci Hasan Tahsin ilk kurşunu atarak direniş olmadan kolay teslim olunamayacağının işaretini verir. Böylece, Milli Mücadelenin başlamasında önemli bir aşama elde edilir. İşgal sırasında, Türk subay ve erlerin şehit edilmelerini, aç bırakılmalarını duyar. Sivil halkın katledilmesinin, aşağılanmasının, yokluğun, kentin yağmalanmasının görgü tanığı olur çocuk yaştaki Ahmet Adnan. Tüm yurtta Kurtuluş Savaşı utkuyla sonuçlanıp İzmir kurtuluncaya dek yaşananların da tanığıdır. 9 Eylül 1922.

 Bu nedenle de Kurtuluş ve Cumhuriyet sürecini özümsemiş, değerini bilmiş, Mustafa Kemal’i anlamış, ilkelerini benimsemiştir. O acılı günler, yaşamı boyunca yüreğinde derin izler bırakacak, yapıtlarına yansıyacaktır.

Ülke, düşman işgalinden kurtarılmış, yeni Türkiye Devleti kurulmuş, cumhuriyet ilan edilmiştir. 29 Ekim 1923

Sıra kuruluştadır, devrimlerdedir bundan böyle. Yeni Devletin kuruluşunda esas alınan çağdaşlıktadır. Her alanda. Ve tüm sanat dallarında olduğu gibi müzikte de devrim yapılmaktadır. Öz müziğimiz temel alınarak, ondan kopmadan çağdaşlık, evrensellik amaçlanmaktadır. Bu nedenle; eğitilmek, yetiştirilmek üzere, yurt dışına burslu olarak, sınavla yetenekli öğrenciler gönderilmektedir.

Devletin; yetenekli gençleri müzik eğitimi için Avrupa’daki önemli konservatuvarlara gönderilmek üzere açtığı sınava katılacağı sırada, genç yaştaki annesinin birdenbire ölümü nedeniyle bu fırsatı kaçırır Ahmet Adnan.

O kendini müziğe adamıştır artık; vazgeçmeyecektir. Sonraki ilk sınavdır hedefi. 

Ancak; boş durmaz bu arada, 31 ciltlik; Fransız La Grande Enyclopedie müzik ansiklopedisinden seçtiği makaleleri çevirerek Musiki Lugatı’nı oluşturur. 1925

Daha sonra, Ankara’da; orta dereceli okullarda öğretmenlik yapmak için, Musiki Muallim Mektebinde açılan bir sınavı kazanarak İzmir Lisesi’nde müzik öğretmenliğine atanır. 1926 

Amacına ulaşmıştır sonunda. Maarif Vekâletinin açtığı ilk sınavı kazanarak, müzik öğrenimi için devlet bursuyla Paris’e ünlü müzik okulu Schola Cantorum’a gönderilir. 1928

“Divertissement” ilk yapıtıdır ve öğrenciliği sırasında Paris’te besteler. 1930

“Divertissement” Paris’te yapılan bir beste yarışmasında ödül alır. Sonra da Paris ve Varşova’da seslendirilir. 1931  

Bu bestesi, 1925 yılında Cemal Reşit Rey’in Paris’te seslendirilen iki yapıtından sonra yurt dışında seslendirilen üçüncü Türk Orkestra yapıtı olur.

Paris’te öğrenimini tamamlayarak Türkiye’ye döner ve Musiki Muallim Mektebine öğretmen olarak atanır. 1931

Üç yıl sonra da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şefliğine atanır. 1934

Atatürk ve Türkiye’de gerçekleştirilen devrimlerin hayranıdır İran Şahı Rıza Pehlevi. Onun ziyareti sırasında, onuruna sahnelenmek üzere, Atatürk’ün isteğiyle ilk Türk operası olan ÖZSOY’u besteler. Hem de birkaç ay gibi kısa sürede. Operanın konusu; Türk ulusunun doğuşunu, Türk ve İran uluslarının uzak tarihe dayanan dostluğunu anlatır. 1934

Atatürk’ün isteğiyle bestelediği bir diğer yapıt da TAŞ BEBEK operasıdır. Bu operada da; Yeni Cumhuriyet’in çağdaş insanının doğuşu canlandırılmaktadır. 1934

Ciddi bir sağlık sorununun tedavisi için İstanbul’a gitmesi gerekmektedir. Bu nedenle, İstanbul Belediye Konservatuvarı’na kuram dersi öğretmeni olarak atanır. 1936

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Macar besteci, piyanist, etnomüzikolog, Doğu Avrupa halk müziği derleyicisi Bela Bartok’a 29 yaşındaki Saygun eşlik eder. Macarlarla akraba halkların müziğine ilgi duyan Bartok ile birlikte, halk müziğine ait inceleme ve derlemeler yapmak için Anadolu’yu karış karış gezerler.1936

Özellikle Osmaniye dolaylarından derledikleri çalışmalar, Macar Bilimler Akademisi tarafından, “Bela Bartok’un Türkiye’deki Halk Müziği Araştırmaları” adıyla, kitaplaştırılır ve İngilizce olarak yayımlanır. 1976

Atatürk ve devrimlerine kendini adamış bir sanatçıdır o. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında; Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülük ettiği çok sesli müziğin yapılanmasında görev alan, Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Hasan Ferit Alnar, Necil Kazım Akses ile birlikte, Türk Beşleri olarak anılan müzisyenlerden biridir. Dünya çapında üne kavuşan bu besteciler, Ulusal ve Çağdaş Türk Müziği’ni yaratmada öncülük etmiş ve Türkiye’yi dünya müzik kamuoyunda tanıtmayı başarmışlardır.

Bir besteci, orkestra yöneticisi, eğitici, araştırmacı değildir yalnızca, çok yönlü bir sanatçıdır. Her alanda müzik için uğraş vermeyi sürdürmektedir. Ve CHP’nin, Müzik Danışmanı ve Halkevleri Müfettişi olur. 1939

Halkevleri Müfettişliği göreviyle yurdu gezerek araştırmalar yapar. Bu toprakların kültürünü ve müziğini ‘sözde değil, özde’  benimsemek için tüm olanakları kullanır. Derlediği halk türkülerini, evrensel müzik kurallarıyla işleyerek çok sesli hale getirir.  

Saygun, Çağdaş Türk müziğimize besteleriyle değil, yazılarıyla, kitaplarıyla, bildirileriyle konferanslarıyla büyük katkı sağlar, yeni ufuklar açar. Halkı aydınlatan gerçek bir düşün ve bilim insanıdır.

Ankara’da “Ses ve Tel Birliği” adıyla bir dernek kurar. 1940

Ankara Devlet Konservatuvarı’na kompozisyon öğretmeni olarak atanır. 1946

“Yaşamımın dönüm noktası” dediği, Yunus Emre Oratoryosu Ankara’da ilk seslendirildiğinde çok beğenilir. Müzik çevrelerinde en önemli yapıtı olarak anılır. 1946

Çocukluğunun İzmir Kemeraltı Çarşısı’ndaki Mevlevi dervişlerden duyduğu ezgilerin duyumsandığı Oratoryo; Paris’te ve Birleşmiş Milletler kuruluş yıldönümü nedeniyle New York’ta ünlü orkestra şefi Leopold Stokowski yönetiminde seslendirilir.1958

Uluslararası beğeni kazanan Oratoryo beş dile çevrilir.

 “Çağdaş Türk Müziğinin Devi” der, Saygun için New York Times.

Anadolu kültürünü, folklorik zenginlikleri müziğimize taşıyarak yapıtlarıyla bize sunar büyük besteci Saygun.

 Özsoy, Taş Bebek, Kerem, Köroğlu, Gılgamış adlı operaları; Yunus Emre Oratoryosu, 5 Senfoni, 2 Piyano Konçertosu, Piyano İçin İnci’nin Kitabı, Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan, Anadolu’dan, Manastır Türküsü, Kızılırmak Türküsü, Çoban Armağanı, Dört Arp için Üç Türkü, 10 Halk Türküsü, Ağıtlar vb… Orkestra, Oda Müziği, çeşitli sazlar, koro ve solo için 75’den çok yapıt bırakmıştır ardında.

Türk Halk Musikisinde Pentatonizm, Gençliğe Şarkılar: Atatürk ve Musiki: O’nunla Birlikte, O’ndan Sonra, Halk Evleri ve Mektepler İçin, Rize, Artvin, Kars Havalisi Türkü, Saz ve Oyunları Hakkında Bazı Malumat, Halkevlerinde Musiki, Töresel Musiki, Bela Bartok’s Folk Music Researc in Turkey; basılmış kitaplarından yalnızca birkaçıdır. Bunlardan başka, basılamamış çok sayıda çeviri kitabı bulunmaktadır.

Bilkent Üniversitesinde kurulan; Ahmet Adnan Saygun Müzik Araştırma ve Eğitim Merkezi; Saygun ve Türk müziği araştırmacıları için elyazması kitaplar ve notalarıyla bulunmaz bir armağandır.

Cumhuriyet Türkiyesi ve sonraki dönemlerde ulusal bir besteciliğin oluşumunda belirleyici örnek olan büyük besteci ödüllerle taçlandırılır:

İnönü Armağanı 1948

Fransa Millî Eğitim Bakanlığı Akademik Nişan 1948

Akademi Madalyası 1950

İtalya Devlet Nişanı 1951

Türkiye’de Devlet Sanatçısı unvanı 1971

Atatürk Sanat Armağanı 1981 vb.

 

“Büyük besteci, yol göstericim, değerli hocam Saygun’un, 78 yaşında yazdığı 2. Piyano Konçertosunu bana ithaf etmesi müzik kariyerimin en anlamlı hediyesi ve ödülü.” der bir sanatçımız. Saygun’un en güçlü yorumcusu olarak; konser ve resitallerinde beş kıtada tanıtmayı sürdüren dünyaca ünlü piyanistimiz Devlet Sanatçısı Gülsin Onay.

Ardında; onlarca yapıtı bizlere armağan bırakarak yaşama veda eder; büyük besteci, orkestra şefi, eğitimci, müzik düşünürü, etnomüzikolog. 6 Ocak 1991-İstanbul 

 Muammer Sun’un tanımlamasıyla SAYGUN;

“Çağdaş Türk müziğinin Kutup Yıldızı”dır.

Işıl ışıl parlayan yıldızı hiç sönmeyecek SAYGUN’a özlemle, anısına saygıyla…


Mikail Çiçek
KARA GÜLLER


Düştüğü her karanlık insana bir ders vermez
Bazen aşk sen beklemeyi bırakana kadar gelmez
Düşünme boşuna o yaranın izi hiç gitmez
Öyle bir kaybolur ki insan ölüm bile görmez.
 
Ne çileler gördü bu başım, derdim bitmez
Kılı kırk yarsam da öteden bakıp geçmez
Benden götürdüğün seni sen etmez
Çaresiz ruhum bir gün olsun huzura ermez.
 
Çok uzakmış meğer sana benim diyebilmek
Bir sözünü, bir gülüşünü yuvam diye bilmek
Azabın en büyüğüydü bana seni affedebilmek
Dünyadaki cehennemmiş meğer sevip de sevilmemek.
 
Çekip aldı sinemden beni sevda bir gecede
Kara göklere çalar oldu kader iki çift gözde
Yazgım bitti, kalmadı ne kelime ne sözde
Geçip gitse de mazi bu dert bitmez gönülde.
 
Bakmaz oldu gözlerim artık hiçbir yüze
Yüreğim kanar korkusuyla seni görünce
Yüzün cehennemim oldu her günümde
Adını anmaz oldu rüzgâr sen gidince.
 
Güzel olan her şey gibi soldun sen de
Acımı tutuşturup ellerime bıraktın beni
Yaktın gururumu, yeminleri, saklandım
Beyazlara sarınıp siyahlara karıştım.
 
Sana beni de feda ettim belki anlarsın diye
Bilseydim keşke sevmenin ölüm olduğunu
Her şeyimi verdim, bu da getirdi sonumu
Karagüller arasına uzanmışım sevda diye

13 Nisan 2024

 

Sevgi Erol Öçal
GELİNCİK GÜLÜŞLÜ DÜNYA 

Düşler gömülü kıraç topraklara
Civan acıların gelincik gülüşlü dünyasında
Alevler yalaza durur derinlerde
Azgın umarsız aç bulutlarda
İsyankâr ruhlar çıplak gölgelerin paslı prangasında
Asma bahçelerine yağan aykırı yağmur
Vahşi fısıltıların ürkek tedirginliğinde
Uzaklıklar hoyrat tebessümler çıplak
Camlara çarpan yaşam soluğu bıçak yarası
İnce mavilikte İnciten rüzgâr
Sisli gecede korkulu düş
Yürek çarpıntısı gelin bohçası
Düşler gömülü kıraç bozkırlara
Civan acıların gelincik gülüşlü dünyasında...

Yaşar Özmen
DİLHAN

(…)

Yıllar var ki ninniler masallar masallar…

     Edebiyatta hatırı sayılır işler bunlar

            Daha ne kadar uyutur yaveri bu oyunlar

Yukardan bakınca “Alis Harikalar Diyarında”

Aşağıdansa “Kırk Haramiler” iş başında

       Bak değişiyor anlayış değişiyor demografi

            Arka sokaklar esmer dil taşıyor Asya’dan

                  Balya balya trajedi kazanı sınırlar

       Tsunami gibi dalga dalga,

                                   dönüşüyor aldırmadan

Sormaz mı hiç aklı zapturapta olmayan

     Kim bunlar, niçin, nereye koşuyorlar

            Neyi kurmak

                         Ne kotarmak isterler zamandan?

Bu böyle gider mi Dilhan, çatlar bir gün

       Bir katre almak gerek akıl çarkından

            Dizelere sığmaz bilirim,

                                   çürümüşlüğün resmi

Sığdığınca tuvale yansıtmak da şiir gereği Dilhan

Geçici bunlar, fısıldamak gerek, akıl bulur tatlı dili

Harami düzeninden selamı düzenine dönüş

       Çetrefilli olacak çok çetrefilli…

             Bu kadar bakteri kolay mı paklanır kandan

                        Bunca asalak

                                   nasıl uğurlanır bu limandan?

 

NOT: Dilhan, belgesel nehir şiirdir; 82 birim ve 2429 dizeden oluşur. E-kitap olarak Elektronik ortamda yayımlanmıştır. Erişim bağlantısı aşağıdadır:

https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/2025/10/dilhan-belgesel-nehir-siir.html

 

(…)

 


 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder