![]() |
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Temmuz 2024 Sayı 21 Yaşar Özmen |
YAYIMCIDAN
Türk Şiirindeki yenileşme hareketini,
çoğu yazar- çizer; Nâzım’la, Cumhuriyetle ya da 1900’lü yıllardan sonra
başladığını düşünür, öyle olmasını umut eder. Oysa Türk Şiiri, pek çok alanda
olduğu gibi 1700’lü yılların ilk yarısında yenileşme çabası içine girer; Nedim
ve sonrası şairlerle… Anlayacağınız Lâle
Devri diye anılan zamanın ardından… Aynî, Sururi, Sünbül-zâde Vehbi, İzzet
Molla, Leyla Hanım, Şeref Hanım... gibi şairleri ve Encümen-i Şü’arâ şairlerini oturup
incelememiz, günün koşullarına koşut değerlendirmemiz gerekir. Diğer taraftan o
günün şairlerinde olduğu gibi bugünün şairlerince de hor görülen Halk Şiiri, çizgisini
hiç bozmamış, hatta Yunus ve Âşık Veysel gibi halk şairleri bugün bile
aşılamayan anlam/söz sanatlarına imza atmışlardır.
Zamanı dikkate aldığımızda, bir koruyucuya
veya hamiye dayanan şairin, bireyselleşme ve varlığını kendi dizelerinde görme
bilincini kazanıyor olması en önemli yeniliklerden biridir kanımca. O zamanlar
“Mutavassıtlar (yenilikçi)” olarak anılan şairler ile gelenekçi şairler
arasındaki şiir tartışmaları, keşke günümüze taşınabilseydi… Günümüzde bazı
tutucu (muhafazakâr ve bağnaz) şairlerin şiir hakkındaki tartışmaları, bugün
bile bizlere ne kadar komik geliyor değil mi? Düşünebiliyor musunuz o zaman ki
tartışmaları? Ah hayal edebilsek, mutavassıtlar ile gelenekçiler arasında
yaşanan şiir tartışmalarını… Bugünümüzdeki tartışmalardan daha komikçe olduğu
açıktır ama şimdi bile çok geri kalır yanımız olmadığı kanısındayım. Söylemeden
geçemeyeceğim; Anadolu Üniversitesi AÖF ders kitaplarından ben bu durumu birebir
yaşayarak duyumsuyorum. Fakülte yöneticilerine ve bir kısım akademisyenlerimize
selâm olsun; bu çağda böyle güzel Türkçeye sahip olup Tanzimat dönemini
dilleriyle biz öğrencilere yaşattıkları için kutlarım kendilerini…
‘Şiirde yenileşme hareketinin başladığı
zaman durum neyse şimdi de bir takım gelişmeler olmakla birlikte üç aşağı beş
yukarı aynı durumdayız’ diye bir tümce söylesem abartmış olur muyum sizce?
Tabii ki abartmış olurum. Çünkü sanat ya
da şiir, bilimin ortaya çıkardığı gereç ve değerlerle yol alır. Üreticisi de
gereci de insandır ve insan düşüncesinin görebildiği evren kadar evrendir. Pek
çok şeyin keşfedilmediği bir zamanla bugünün sayısal zamanlarını
karşılaştırmamız hem şiir açısından hem de sanat açısından elbette olası
değildir. Diğer taraftan geçmişten henüz kendisini günümüze taşıyamayan pek çok
şiir/edebiyat yolcusunun olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.
Sanat, sanatçı bilincinin toplam
çıktısıdır; birilerinin el vermesiyle, çırağı olmakla, yanında büyümekle, aynı
karede poz vermekle iyi yapıt üretilemez. Birilerinin eliyle işleyen değirmen,
özgün bir sonuç doğuramaz; bu fizik kurallarına aykırıdır. Özellikle günümüz
şairlerinin görmesini arzu ettiğim, ulaşmasını düşündüğüm bilinç düzeyi; özgün
sandığı bilincinin çevresine örülen çemberin ayırdına varabilmesi ve bu çarkı kırıp
yenidünyanın bilimsel kodlarını okuyabilir biçime taşımasıdır. Kolay iş
değildir; her insanın düşüncesi en iyi olanı ve en kutsalıdır, biliyoruz. Ne
var ki çağı okumak için çok fazla bilimsel bilgiye de gereksinim yoktur.
Olayların yönü size neyin uygulanabilir neyin uygulanamaz olduğunu gösteriyor.
Doğru bilgi okumayı reddettikçe yanlış/eksik bilgi o oranda sizi esir alır.
Sanat ya da şiir, sanatın hangi dalı ve
hangi gereçle üretiliyor olursa olsun, özgünlük ve biriciklik olmazsa olmaz
kurallardır. Bu iki unsuru sağlamanın koşulu da bilgiyi çağın gereklerine uygun
yorumlayıp imgelemindeki sanal ya da gerçekliği aklı şaşırtan biçimde ortaya
koymaktır. Tekrar çevrimini kırıp çizginin dışına çıkabilmektir. Daha doğrusu öykünmenin
sınırlarını aşabilmektir.
Bu arada, okurlarımıza küçük bir
ayrıntıyı anımsatmak isterim. Yayımını istediğiniz şiir ve metinlerinizi,
derginin mail adresine göndermelisiniz. E-postanız ve içeriği, yayım istek
onayı aynı zamanda yapıtın size ait olduğunu gösteren belgedir. Yani yazar ve yayımcı
arasındaki bir tutanaktır. Dergimiz her ne kadar sanal olsa da Milli Kütüphane
gibi resmi kurumlarda kayıt altındadır.
Mutlu ve esenlikli günlerde okumak, okunmak dileğiyle…
Bahri
Loş
KÜSKÜN
Demir soğukluğunda bir yeryüzü
Ölümlere tutunan piyasa değerleri
Bol kargaşalı ağır balon saltanatları
Muhakemesiz şatolar bilenmiş kılıçlar
Yaşamı dinamitleyen zehirli kuşkular
Sütliman hayatlar aydını dünya
Zirveye çıkan basamaklardaki çöküş
Süngü ucunda süslü uçuş denemeleri
Kanlı iklimler altın düşünceler ikilemi
Kullanışlı magazinsel savaş bültenleri
Güç endeksli ayarsız terazi işlemleri
Açık soygun törenleri alkış birimleri
Kuru ekmek yoksulu, çağ zenginleri
Üstünlük hamleleri çatışma haberleri
Geniş zindanlar kurak kalpler iklimi
Ayarı kaçmış yaşamlar yokuşu insan
Kimsesiz yasalar hırpalanmış doğrular
Elleri bağrında kambur bilim çıkmazı
Tuzak hikâyelerden geçme bahtsızlığı
Ve toprağını yadırgamış küskün bir tohum.
Canan SANLI
DOĞUM ÖLÜM MÜYDÜ!
Kuşların
söyleşmediği sancılı güntelaşlı oda, telaşlı
sularda eylül
müjdeyi vermek için
sabırsız
yıldızlar bekliyor
ışığı silinmeden.
Konuklar habersiz
rastlantılı bir
gelişle sabahın müjdesine.
Birden aydınlandı
makas
kordonun ucunda,
saat üç sularında.
ilişiği kesildi
nehrin yatağından
üryandı, her şeyden
habersiz
ürkek gözleri kapalı
yazılı dünyaya
doğum, ölüm müydü!
Bitmeyen sorular
yanıtlarla
gelmişti bir kere
söyleşmeye
şaşkın hayaletlerin
baktığı dünyada
hangi yel savuracak
yağmurları
nereye ne yazılacak
hangi deftere
bilinmezliğin
hiçliğinde…
Ayvalık, 03. O9. 2023
Seval Arslan
SİYASET FELSEFESİNDE DEVLET VE İNSAN
Yaşamın içinde duyduğumuz,
gözlemlediğimiz, deneyimlediğimiz unsurların düşüncelerimizi şekillendirdiği,
dünya görüşümüzü değiştirdiği, doğru bilgiyle geliştirdiği gerçektir.
İzlediğim politik-drama dizesinde
duyduğum “Siyasette insan değil, idealler vardır.” sözü birden usumu dürttü.
Beni araştırmaya yöneltti, konu ile ilgili eserleri yeniden okumamı, düşünmemi,
sorgulamamı sağladı.
Devlet kavramının bireyden bireye,
toplumdan topluma, kültürden kültüre farklılaşan birçok tanımı mevcut olmakla
birlikte, siyasal kurumların en büyüğü olduğu tanımlaması genel kabul
görmektedir.
Toplumsal sözleşme kuramcılarına göre;
insanlar adalet, düzen ve barışı tesis etmek, suç işleyen kimselere de gerekli
cezayı vermek için bir üst kuruma ihtiyaç duymuşlardır. Bu üst kurum devlettir.
“Devlet denilen kurumsal yapının var
olabilmesi için ülke, insan topluluğu ve iktidar olmak üzere üç temel unsurun
bir araya gelmesi gerekir. Çünkü Siyaset ve devlet insanın olduğu yerde vardır.
Bir ülkeyi yönetenler toplum üzerinde iktidar uygularken, bunu hep devlet adına
yaparlar; ancak devlet adına iktidar uygulayan yöneticiler ile devleti
birbirinden ayırt etmek gerekir. Dolayısıyla, burada çok açık olarak devletin
yanında hükümetin varlığından söz edilmesi kaçınılmaz görünüyor.”1
Tarihsel süreçte devlet, yöneten ile
yönetilen ilişkisinde, egemenlik ve hükmetme çerçevesinde ortaya çıktığı
bilinmektedir. Platon’un “ideal devlet” anlayışı ile Farabi’nin “erdemli
devlet” anlayışı Sokrates’i doğru işleyen bir siyasetin sadece iyi eğitilmiş ve
erdemli insanlarla (bilge krallarla) değil, birtakım ilkeler, değerler ve en
önemlisi de kurallar çerçevesinde gerçekleştirilebileceği noktasına
taşımıştır.
Modern devlet anlayışının felsefi ve
kuramsal temellerinin unsurları “egemenlik” ve “meşruiyet” kavramları
oluşturmuştur. “Modern devlet, bir anlamda, tanrısal kaynaklı olduğu düşünülen
ya da meşruiyetini bu kaynaktan alan bir iktidar anlayışının yerine
meşruiyetini halktan alan bir iktidar anlayışı getirerek ortaya çıkmıştır.
Bu bağlamda, Niccolo Machiavelli’nin
siyasal iktidarın kaynağını din, ilahiyat, metafizik, mitolojik vb. kaynaklar
yerine dünyevi ve realist kaynaklarla açıklamayı deneyen ilk düşünür olduğunu
söyleyebiliriz. Prens adlı eserinde: “Örgütlenmiş bir güç olarak, kendi
bölgesinde üstün ve diğer devletlerle ilişkilerinde bilinçli bir yükselme
politikası izleyen siyasal kurum” (2004, s. 172) anlamında bugünkü anlamıyla
devlet kavramını (stato-status) ilk kullanan Machiavelli olmuştur.
Hobbes’un deyişiyle Leviathan*, gücü
elinde bulunduran mutlak bir egemendir. Ödüllendirme ve cezalandırma yetkisi
egemene aittir. Esasen Hobbes’un Leviathan’daki egemen tasvirinin bize Türk
toplumundaki otorite ve lider tercihlerine ilişkin bir açıklama çerçevesi
sunduğu söylenebilir.
Platon’un ideal devlet anlayışı ile
Fârâbî’nin hem siyaset felsefesinde hem de erdemli devlet anlayışında, erdemli
bireyler ile bunların yaşadığı mutlu şehirler/devletler oluşturma düşüncesinde,
gerek ülkemizdeki yaygın siyaset anlayışı ve felsefesinin gerekse de günümüz
insanlarının ve de toplumların yararlanacağı birçok unsur vardır.
Belki de bu nedenle, günümüzde Batılı
düşünürlerin pek çoğu -Matrix, Fight Club, Artificial Intelligence ve Heroes
benzeri sinema filmleri ve dizilerde de açıkça gözleyebileceğimiz gibi
toplumların mutluluğu adına sıkça Platon’un temsil ettiği klasik siyaset
felsefesinin “ideal devlet” anlayışının yeniden canlandırılması gerektiği
vurgusunu yapmaktadır.2
Serbest piyasada egemen olan
kapitalistleşme eğiliminin, insanlar ve devletlerin çoğunu ekonomik gelişmişlik
ve daha fazla özgürlükten öte daha çok yoksunluk ve yoksulluğa ittiği
gerçektir.
Günümüz ekonomik krizinin taşlarını
döşeyen süreçte küreselleşme sorgulanmaya devam ediyor. “Sermayenin
uluslararasılaşması üç sermaye biçiminin de (para, üretken ve meta sermaye)
uluslararasılaşmasını ifade ediyor.”3
Yaşanan ekonomik krizler toplumun yaşam
tarzını yaratan ailelerin hayatını, tüketim harcamalarını, eğlence
alışkanlıklarını, davranışları üzerinde önemli değişmelere neden olmaktadır.
Ailelerdeki ekonomik küçülme, tasarruf tedbirleri, yatırım hacimlerinde
daralma, enflasyonun hızla tırmanışı, işsizliğin büyük boyutlara ulaşması,
verimlilikte düşme, devleti yöneten iktidara güven kaybı, öfke patlaması krizin
en belirgin özellikleridir.4
Yoksulluk ve işsizlik ise insanların ruh
sağlığını olumsuz etkilemektedir. “Yoksulluk ve işsizlik; depresyon,
intiharlara bağlı ölüm, alkol ve madde kullanım bozuklukları, anksiyete bozuklukları,
gibi birçok psikiyatrik hastalık riskini önemli oranda artırmaktadır.”5
Bu durum yönetimi elinde bulunduran
erklerin ekonomik kriz ile ilgili değerlendirmeleriyle konunun ekonomik boyutu
ile birlikte toplumsal yönünün de göz önünde bulundurulması, insanların ruh
sağlığının korunması ve tedavisi için sağlık politikalarında düzenleme
yapılması zorunludur.
Görülen o ki ülkeleri, toplumları en çok
etkileyen ekonomi politikalarındaki değişimin ve devletin yeniden
tanımlanmasına devam edilecektir.
*Leviathan, Tevrat ve İncil'de kötülüğü
temsil eden bir su canavarının adı olarak geçmektedir. Bu kavram, 1651 yılında
Thomas Hobbes'un ünlü Leviathan adlı eserinde kullanılmıştır.
12 Mayıs 2024, Manisa
1 Veli Urhan Siyaset Felsefesi Bağlamında
Devlet, Hükümet Ve Bürokrasi, https://dergipark.org.tr/
2 Dr. Öğretim Üyesi Cengiz ÖZGÜN, Dr.
Öğretim Üyesi Mustafa ULUÇAKAR, Platon ile Fârâbî’nin Devlet Anlayışlarının
Günümüz Siyaset Perspektifinden Karşılaştırılması, Derleme., IJEASS, 27.07.2020.
3 Ümit Akçay, Küreselleşme neydi? 29
Nisan 2022
4 Yrd. Dç.Dr. Kamil Kaya, Ekonomik Krizin
Yaşama Tarzı Üzerindeki Etkileri, https://dergipark.org.tr/tr/
5 https://psikiyatri.org.tr/basin/248/ekonomik-krizin-ruh-agligi
na-etkileri-ve-cozum-onerileri
Suat Gürbüz
KIRIK HİSLER HİÇ TUTAR MI
sabah kafam karışık uyandım
penceremin çizdiği manzara karşımdaydı
kendimi o tabloda bulamıyordum
ağaçlar kuşları nasıl da ağırlıyordu
benim ağacımı zamanında biri kesmişti
zalim demeye bile dilim varmıyordu
yalnızlık cümlelerini yüzüme çarptım
güneş açan hasret ile kuruladım
yaralıydım ve sadece o biliyordu
“beni unut, iyileşirsin” demişti
aklıma her düştüğünde kırıldım
bir el uzatsa ben de yanına uzanırdım
bir parmak şıklatması ile bahar da gelirdi
öğlen oldu aslında fena da değildim
fena şeyler düşünmeye başlamıştım
gururumu evde bırakıp ona koştum
hatırlıyordum ama sokağının adı değişmişti
“kırık hisler” sokağını dermanım sandım
yol boyunca
nabzım daha hızlı atıyordu
onun evinin penceresi ve kapısı yoktu
alıştığımız sıradan evlerden değildi
ve sonunda yüreğime varmıştım
o hep oradaydı ve şiirler saçıyordu
ve sen söyle bu şiiri yazan
kırık hisler hiç tutar mıydı?
Fazilet Özkan Por
“UYUTULMA” MI DEDİNİZ?
Oysa anayasa tartışmalarının yapıldığı,
hukuksuzluğun inanılmaz boyuta ulaştığı ve dünya basınında karikatürize
edildiği bir dönemden geçiyoruz. Dahası, yetersiz maaş alan emeklilerin, çok
düşük asgari ücretle çalışanların, geçim sıkıntısı içinde yaşamaya tutsak
edilen insanların yok sayıldığı ülkemizde onlarca toplumsal sorun çözüm
beklerken…
Bu sevgisizlik, bu vahşet neden?
Tıbbın umar olamadığı ölümcül bir
hastalık yaşamayan canlıya ötenazi nasıl düşünülebilir; anlamıyorum?
Anlayamıyorum! Böyle bir tasarıyı gündeme getirenlerin gerekçelerini her ne
olursa olsun kabul edilemez, insanlık dışı buluyorum.
Gündemde, bir şekilde sokakta yaşamak
zorunda bırakılan canların uyutulması konuşulurken geçmişi düşündüm. Geçmişte
yaşadığımız acıyı bugünmüş gibi duyumsadım yeniden. Paylaşmak istedim sizlerle.
***
Ailemizde özel bir yeri vardı yıllardır.
Tek istediği sevgiydi tüm canlılar gibi.
Ne çok severdik onu! Karam mı?
O da severdi bizi. Kendince gösterdiği
sevgisiyle!
Hele babaya sevgisi, düşkünlüğü bir
başkaydı. En çok babanın sözünü dinler, istemediği şey bile olsa yapardı.
Kıskanırdı hepimizden üstelik! Kimseyle paylaşamaz, yakınına yaklaştırmaz,
yanına oturmaya kalkanın arasına giriverirdi. Öylesine bir sahipleniş...
Hafta sonlarında bizimle birlikte
olmanın keyfini çıkarır, ayrılmazdı peşimizden. Sonat’ın büyük olduğunu bilir
gibi abi kardeş, küçük oğul Umut ile de arkadaşıymışcasına oynaşırlardı. Dışarı
çıkılacağını evdeki hazırlıklardan anlar, sevinçle koşardı kapıya herkesten
önce; otomobille gidileceğini sezip. Arabaya biner binmez de arka koltuktaki
yerine kurulur, kafası sürücünün omzuna dayalı yolculuk yapardı. Hele baba
omuzuna dayanmışsa kımıldamazdı; sürücü gibi.
Sokakta gezmeyi, koşmayı, çimlerde
yuvarlanmayı, çok sever, ama bizi yitirmemek için de ardına bakardı; dönüp
dönüp. Tüm doğal gereksinimini dışarda karşılardı. Eve geldiğimizde girmez,
kapıda beklerdi. Yalnızca bir kez söylemem yetmişti beklemeyi öğrenmesi için.
Hangimiz gezdirmişsek banyoya gider, çeşmeyi açtıktan sonra kapıdan alır,
kucağımızda götürürdük patilerini yıkamaya.
Zeki olduğunu söylerdi götürdüğümüz tüm
veterinerler. Cinsinin en zekisi olduğunu eklerlerdi; hayranlıklarını
gizlemeden.
Sözden anlardı. Yeni bir şey söyleniyor
ya da kurala uyması isteniyorsa, kafasını yana eğerek dinlerdi. En çok iki kez
yinelemek yeterliydi öğrenmesi için. Ve bir daha unutmazdı.
Ne güzel ne eğlenceli ne çok
yaşanmışlıklar biriktirmiştik; unutamadığımız.
Bir yaz tatiline çıktığımız uzun
yolculuğumuzda, otelde konaklamamız gerekmişti.
Yer bakmaya giden eşim geldiğinde,
üzgündü. Otele almıyorlarmış kuralları gereği! Nereye bırakabilirdik ki!
Ailemizin parçasıydı o. Ben hallederim! dedim eşime. Resepsiyon görevlisiyle
konuşacaktım. Gittim: Bak canım, arabada bırakamayız, hiçbir yere de. Ben
kucağımda şalıma sararak içeri götüreceğim. Kimseyi gece boyu rahatsız
etmeyecektir. Sabah da aynı şekilde dışarı çıkaracağım. Ve ekledim; Seni zor
durumda bırakmak istemeyiz. Eğer bir gören olursa; “Görmediğini, gizlice
aldığımızı” söylersin. İnandı, güvendi bana! Girdik içeri.
Oğullarımız kendi odalarına gidince
şaşırdı Karam. Onlarsız mı olacaktı yani? Şimdi işim daha zordu. Alışkındı
abilerine. Evde, kendi yatağından çıkar gezerdi; bir onun bir diğerinin
odasında. Canı nerede isterse orada sabahlardı. Eyvah! demeye kalmadı, başladı
için için çocuk gibi ağlamaya, uğuldayan sesini gittikçe yükseltmeye. Ne
istediğini biliyorduk! Gidecek yanlarına! İş bana düştü yine:
Bak oğlum, abiler diğer odada sen bizim
odamızda kalacaksın. Yoksa bizi dışarı atarlar!” dedim. Gözleri gözlerimde,
başını yana yatırdı dinledi. Dinledi ama ıııh! İkilemem gerekti inandırabilmem
için. Yineledim, anladı!
Sabahı ettik kimseyi uyandırmadan,
huzursuz etmeden. Sabah da girdiğimiz gibi çıktık otelden şalıma sarılı.
Sezgileri öylesine kuvvetliydi ki
canımın!
Akşamları eşimin iş dönüşünü kapıya
koşturarak haber verirdi bize. Oysa
eşimin görevinde zaman sınırı yoktu. Her gün aynı saatte gelip alışkanlık oluşturmamıştı
ne bize ne Karam’a. Oturduğumuz ev hangi kat olursa olsun; camdan bir bakardık
ki! Eşim gelmiş, apartmana girmek üzere.
Peki! “Rastlantı” dediğinizi duyar
gibiyim. Ya buna ne dersiniz?
Kent dışına gittiği görevlerinden
günlerce sonra dönüşünü de bilirdi. Gecenin hangi saatinde olursa olsun
üstelik. Gecenin üçünde, dördünde fırlayıp cama koştuğunda, bakardım üçüncü,
beşinci kattan aşağıya; eşim taksiden iniyor.
***
Güzelliklerin de sevdiklerinizin de sonu
oluyor yazık ki! Bir nedenle o kaçınılmaz sonu, ölüm gerçeğini yaşıyorsunuz
acıyla.
Erkek köpeklerde sıkça görüldüğü
söylenen akciğer kanseri tanısı konulduğunda inanamadık. Bir başka veteriner,
sonra da üniversite hastanesinde veteriner hekimliği aynı tanıyı koyuncaya dek
konduramadık hastalığı.
Üç ameliyat geçirdi. Baygın eve
getirdiğimizde ayrılamazdık başından. Sırayla nöbet tutardık. Ayılıp birazcık
toparlanınca da bize görünmek istemez saklanırdı; masanın altına, kapının
arkasına. Ameliyat yerini gizlemeye çalışırdı; beceremese de. Oysa insanların
çoğu nazlanır, sızlanır hastalığı sırasında.
Son kontrolünün sonucunu heyecanla
beklerken koridorda. Kucaklamış getiren Mehmet Sağlam Bey’in yüzünden anlam
çıkarmaya çalışıyordum. Ameliyatlarını yapmış, sağaltımını başından beri o
yürütmüştü. Hastasına ilgisi, sevecenliği güven veriyor, mutlu ediyordu bizi.
Sahiplerine karşı da içten, sevgi doluydu. Gide gele yakınlaşmış, akraba gibi
olmuştuk ailecek. Şimdi başkaydı! “Nasıl söylesem?” sıkıntısı okunuyordu
gözlerinden. Anlamıştım bakışlarından ne söyleyeceğini; ama… Umut!
“Üzgünüm yapılacak hiçbir şey yok
uyutmaktan başka.” dedi kucağıma verirken. Duymak istediğim sözler değildi
bunlar. Ve Karam da anlamıştı sanki. Omzuma bastırdı kapkara kıvırcık tüyü
başını; yumuşacık. Sıkıca sarıldı; “Bırakma!” der gibiydi ben ağlarken. Ve
profesörle birlikte ağladık. Ağladık uzuuun uzun!
Kucağımdan aldı sonunda Mehmet Bey.
Koridordan ayrılamadım görünmez oluncaya dek onlar.
Kaskatı, donuk baka kaldım.
***
Köpekleri UYUTMAK öyle mi? 29 Mayıs 2024
Hasan Parlak
DEDİĞİN
Karşımda olanca
güzelliğin
Kalbimde sancısı
çaresizliğin
Nereye kadar idare
eder
Sabır dediğin
Zihnimde sorusu
bilinmezliğin
İçimde korkusu
kimsesizliğin
Ne güne dek gönülde
kalır
Kahır dediğin
Eremedim azadına
hasretliğinin
Bulamadım sılasını gurbetliğimin
Daha nice bir gönül
oyalar
Umut dediğin
Mehmet Rayman
DEĞİŞMECE
sırma sarı güz
eşleniğim
ne zaman geçtin bu
duvarı
arada bir yokluyorum
gül kesen yanımı
daha dün buradaydın
eteği puanlı bahar
vardı yanında
kül döken kadınların
gecesinden
çil keklikler
savruluyor bozkıra
güneşi kucaklayan
sema
pamuk şekeri sarıyor
çocuklara
umutlarımız desenli
basma
hep yol içinde büyür
seğiren gözlerin
insanın çığırı karlı
dağların suyu
taşkın çizgilerden
başlar
beni çeken
şehirlerin uçurumu
çok çıkıntılı
bilmeceler
yaman sorular
eşliğinde büyütür korkusunu
gecenin ilk
karanlığı beter çöker üzerime
ağzımın içi değişken
zaman ayarı sözcükler
denize çıkan
nehirlerin alkışı kum ince
F . Kadri Gül
GECE KUŞU
Derin düşüncelere
dalmışım
şarap gibi akıyor
tütün gibi tütüyor
gece
Başımın üstünde
titreyen
şu yıldızın adını
bir anımsasam
göğün onayladığı
bir yol açılır belki
usumda
Siyah tuşlarına
gecenin
ağarmış saçlarıyla
dokunuyor ay
Gece kuşu konuğumdur
perdeleri kapatmayın
Zeynel Temizkan
KORHAN DİYE BİRİ
Tipik Orta Asya yüz hatları ve çekik
gözleriyle Tatar, Kırgız veya Kazak asıllı olup Türkiye’ye üniversite okumaya
gelmiş biri, diye tanımlanabilirdi. Ama o, Ege kıyılarına yakın Spil Dağı diye
tabir edilen, manyetik bir alana sahip olduğu söylenegelen bir dağın etrafına
serpilmiş bir şehirden geliyordu Ankara’ya. Babası pehlivan, annesi ise
kasabalı ev kadınlarından biri olup ikisi de dindar, Adalet Partisi’ne oy veren
ve önce Demirelci, sonra Özalcı insanlardı. Şehrin dağının manyetik bir alana
sahip olduğu düşüncesi, dağın insanlar üzerinde de etkili olduğu düşüncesinin
yayılmasına yol açmıştı. Artık bu nedenle midir, yoksa başka nedenle midir,
şehirde bir akıl ve ruh hastalıkları hastanesi bulunuyordu.
Doğup büyüdüğü manyetik özelliklere
sahip şehri bırakıp Ankara’ya felsefe öğrenmeye gelmişti. Liseyi okuduğunda
okul sağcıların egemenliğinde iken sağcı olmuş, daha sonra solcular okulu ele
geçirince de onlarla birlikte solcu oluvermişti. İçinde bulunduğu ortam ve
zamana ayak uydurması, uyanık ve akıllı olmasından ziyade, suyun girdiği kabın
şeklini alması gibi bir durumdan kaynaklanıyordu. Ana bir çizgi etrafında
gelişmiş dirayetli bir kişilik oluşturamadığından, birazcık güçlü olan kimlerse
onların hem haklı hem doğru olduğunu düşünmeye başlıyordu. “Çevreye uyum
sağlayan yaşar,” doğal dürtüsüyle hareket ederken, yapıp ettiklerini felsefi
olarak da açıklayabiliyordu. İzahatlarına çevrenin ve kendisinin ne kadar
inanıp inanmadığı pek belli değildi.
Kitle psikolojisinin egemen olduğu, tek
başına birey olarak karar alabilme ve ondan sonra sosyal tutumlar geliştirme
deneylerinin sınırlı olduğu zamanlardı. Korhan’ı kimin sesi gür çıkıyorsa
onların etkisinde kalmakla suçlamak, belki biraz ağır bir yargı olabilirdi.
Direngen bir kişilik yapısına sahip olmaması, sırf onun suçu muydu? Bunlara rağmen bütün zamanlarda değişmeyen
bir zavallılığa veya mazlumluğa sahip olduğu söylenebileceğinden, bir konuda
dirayetli olduğunun da hakkını teslim etmek gerekiyordu. Arkadaşları, onu en
çok Fareler ve İnsanlar’daki Lennie karakterine benzetiyordu.
‘Eylül Fırtınası’ndan sonraki
zamanlardı. Korhan, Altındağ’ın Dışkapı meydanına bakan gecekondu evlerinden
birinde aynı fakülteden Coğrafya Bölümünde okuyan Bekir’le birlikte kalıyordu.
Kirayı, aşı, ekmeği paylaşıyorlar, okullarını bitirip bir an önce Ankara’dan
ayrılmak istiyorlardı. Ev arkadaşı Bekir’le “Eylül Fırtınası” öncesi, fakültede
ve çevre mahallelerde daha özgür bir dünya için beraber koşturmuş ve
tehlikelere maruz kalmışlardı. O günlerin hatırına “Eylül Sonrası” dingin gibi
görünen ortamlarda beraber ev tutup sohbeti, felsefeyi, tarihi ve coğrafyayı
misafir arkadaşlarıyla birlikte sabahlara kadar konuşup tartışıyorlardı.
Bekir, okulu normal zamanda bitirip
Ankara’dan ayrılsa da Korhan, ısrarla her atılma hakkını kullanarak okulu
uzatıyor, sonra da çıkan aflardan yararlanarak okula geri dönmeyi başarıyordu.
Ankara’dan ayrılan Bekir, bir süre memleketinde kalmış, askere gitmiş, daha
sonra da iş bulmak için yeniden Ankara’ya dönmüştü. Bu yıllarda mektuplaşmışlar
ve arada bir Bekir’in Ankara’ya uğramasıyla görüştükleri olmuştu. Geçen zaman
içinde Korhan, Felsefe Bölümünü bitirmeye niyetli olmadığını, okulu sürekli
uzatarak tüm dünya âleme ispatlamış bulunuyordu. Bekir onu tekrar bulduğunda,
“Ortaçağda Bilim” dersine çalıştığını görünce şaşırıp kalmıştı. Çünkü yıllar
önce Ankara’dan ayrılırken de aynı derse çalıştığını biliyordu.
Korhan’ın babası, emekli maaşı ile
zar-zor geçinen bir eski zaman güreşçisiydi. Artık Korhan’a para gönderemez
olmuş ve başının çaresine bakmasını istemişti. Arkadaşları ona ne kadar yardım
ederse etsin, herkesin bütçesi sınırlı olduğundan, yardımlar sürekli olamazdı.
Korhan, bilgi ve becerilerini paraya dönüştürmek amacıyla elektrik tesisatı
işleriyle uğraşmaya başladı. Bir şekilde büyük bir inşaatın tesisatını döşeme
işini taşeronun taşeronu sıfatıyla almayı başarmıştı. Korhan’ın bu işi
başarabileceği kuşkuluydu. Çünkü, okulu bitiremiyor, başladığı hiçbir işi
sonlandıramıyor, tüm arkadaşlarının konuştuğu bir kız arkadaşı olmasına rağmen
o kimsecikleri bulamıyordu. Sonunda üst taşerona işleri bitirdiğini
açıklamıştı. Üst taşeron Korhan’a, “Şimdi bu binaya elektrik bağlandığında bir
sorun olmadan bütün ışıkların yanıp yanmayacağını söyler misin?” dediğinde,
“Vallahi ben elimden geleni yaptım,” diye gülümseyerek bir sorun çıkmayacağını
söylemişti. İki üç ay yarı aç yarı tok, nerdeyse hiç para almadan gidip geldiği
bu inşaatta, en sonunda işlerin bittiğine ve deneme yapmaya karar verilmişti.
Korhan, denemeden sonra alacağı epey yüklü parayı hayal ediyordu. Parayı
aldıktan sonra bütün dostlarına ziyafet çekme sözü verip durmuştu.
O gün eve döndüğünde, arkadaşlarının
gördüğü çarpılmış bir yüz ifadesine herhalde pek az insan tanık olmuştur.
Deneme sırasında binaya cereyan verilince büyük bir gürültüyle müthiş bir
patlama meydana gelmiş ve inşaatın üzerinde çakan şimşekler çok uzaklarda
yankılanmıştı. Bunun üzerine üst taşeronun adamları tarafından öldüresiye
dövülmüş, aylardır verdiği bütün emekler boşa gitmişti. Para almak şöyle dursun,
vampire benzeyen taşeron ve adamlarının elinden canını zor kurtarmıştı.
Arkadaşları bir süre sonra ona bir
pastanede iş buldular. En fazla bir hafta sonra patron hiçbir işe yaramadığını
söyleyerek onu kapının önüne koymuştu.
Bir dershanede kendi branşından hocaya ihtiyaç vardı. Bin bir rica ile
işe başlamasını sağladılarsa da, onu beğenen ve dinleyen bir öğrenci çıkmadı.
Burada derslere üç hafta devam edebilmesi, işyeri kurucusunun yeni bir öğretmen
bulabilmek için zamana ihtiyaç duymasından başka bir sebebe dayanmıyordu.
Korhan, bu yıllarda kızlı erkekli bir
grupla aynı evi paylaşıyordu. Burada kalanlar onun dışında birbiriyle sevgili
olan tiplerdi. Hepsi de Korhan’ı seviyor, iş bulmasına yardımcı oluyor, para
kazansın kazanmasın onunla evlerini ve ekmeklerini paylaşıyordu. Eğer Korhan’ı
içtenlikle sevmeselerdi, ona tahammül etmeleri mümkün değildi. Bu arada evdeki
kızlardan biri işyerinden tanıdığı bir kız arkadaşına, onu olduğu gibi anlatarak aralarını bulmaya
çalıştı. Sütten ağzı yandığı için yoğurdu üfleyerek yiyen bu güzel kız, saf ve
temiz biriyle yapabilir miyim diye kabul ettiyse de, bir hafta sonra ilişkiyi
kesti. Korhan, evin bir köşesinde boynu bükük, avurtları çökük, keder
kumkumaları içinde sanki sık sık söz ettiği paralel evrenlerden birinde yaşıyor
gibiydi.
Bekir, bir Ankara seyahatinde Korhan’ı
görmek istemiş, Altındağ’daki kaldığı eve uğramıştı. Onu bir hafta sonra terk
eden kızdan ayrıldığı zamanlardı. Masanın üzerinde Korhan’ın yazdığı bir şiir
gözüne ilişti. Şiir, “ve kapatıyorum defterimi” diye başlıyordu…
Sürekli değişen ev arkadaşlarından sonra
1980’li yılların sonuna gelindiğinde Korhan’ın bütün ev arkadaşları evden
ayrılmış, kimisi Ankara’da başka evlere taşınırken, kimisi memleketine dönmüş,
kimisi de devlet veya özel şirketlerde iş bularak ülkenin değişik yörelerine
göç etmişlerdi. Bir tek Korhan, sıvaları dökük, duvarları sigara dumanlarının
izinden ve isinden renk kaymasına uğramış, damından yağmur sularının damladığı
ve duvarlarında nemin değişik haritalar çizdiği bir izbe evde yaşamaya devam
ediyordu. Bu arada fakültede on yılını devirmesine rağmen okulu bitirmeyi bir
türlü başaramamıştı.
Oturduğu evin bulunduğu mahalleden
komşuları da Korhan’ı yakından tanıyorlardı. Ona hem acıyor, hem onunla dalga
geçiyor hem de onu seviyorlardı. Kimseciklere bir zararı yoktu çünkü. Korhan’a
mahallenin kahvesinde garsonluk yapmayı teklif ettiklerinde çaresizce
kabullenmek durumunda kalmıştı. Arkadaşları onu ziyarete geldiklerinde belki
biraz mahcubiyet duyuyor, belki eziliyordu ama ilk defa bir işte sebat
edebilmiş, düzenli olarak para kazanabilmeye başlamış ve sağdan soldan para
istemekten kurtulmuşa benziyordu.
Arkadaşları onu en son 1990’lı yılların
başlarında gördüler. Okulu bitirip diplomayı aldığını ve yedek subay olarak
askere gitmek üzere olduğunu öğrendiler. Bundan sonra uzun süre hiçbir eski
tanıdığı ondan haber alamadı. Derken Ankara sokaklarında onunla karşılaşan eski
dostları, Korhan’ın kendilerini görünce başını çevirip görmemezlikten geldiğini
söylemeye başladılar. Kimsenin pek anlam veremediği, çok umurunda da olmadığı
bu hareketinin nedeni, kısa bir araştırmadan sonra anlaşıldı. Korhan bir
cemaatin üyesi olmuştu. Cemaat anlaşıldığı kadarıyla Korhan’a eski
arkadaşlarıyla ilişki kurmayı, görüşmeyi yasaklamıştı. Ona bir dershanede iş
bulmuşlar, ayrıca yeni çevresine uygun bir eş edinmesini de sağlamışlardı.
Hayatı boyunca tırmalayıp durup elde etmeye çalıştığı iş ve eş, yeni çevresi
tarafından ona sunuluvermişti.
Arkadaşları onu yenidünyasında takip
etmenin de, haberler almanın da çok gerekli olmadığını düşünüyorlardı. Fakat
yaklaşık bir on yıl kadar sonra kendi hayatına son verdiği haberi bir şekilde
kulaklarına ulaştı. O, yaklaşık elli yıl kadar yaşadığı şu dünyada hiçbir yere,
hiçbir şehre, hiçbir sisteme tutunmayı başaramamıştı.
Sevgi Erol Öçal
O ANI
Oyuk yalnızlığı dağ
yamacına
Sığınmış bir anı
kızıl kavgası
Külüstür bir anı
Küflü zamanlardan
rüzgâr gülüşlü
Papatya göğünün
vurgun mavisi
Beyaz köpüklerde at
tomrukları
Yıldızı denize düşen
aylı gecenin
Çırpıntısı güçlü
dalga güneşli
O Anı ki kanaması
bir coğrafyanın
Haziran moru
kanatsız sızı
Kavak ağacının
inleyen yeli
Efkârlı zamanın
garip çığlığı
Nefes nefes dolaşan
Yürekten yüreğe bir
ses O Anı
Uğurlanamayan yitik
O Anı
Hızır
İrfan Önder
HAİKULAR
***
Cübbemi giyinip
Yargıladım geceyi
Tek oturumda!
***
Ürperdim birden
Gözleri göz değildi
Gayya kuyusu!
***
Avunmak mümkün
Unutmak mümkün değil
Göçüp gitmeden!
***
Bağda bahçede
Kuşlar hep cıvıl cıvıl
Bahar mı geldi?
***
Dinmiyor ki hiç
Yüreğimi kuşatan
Kudüs kederi!
***
Kanadı kırık
Serçenin kalbi üşür
Her seher vakti!
***
Ey bungun akşam
Üstüme varma sakın!
Tahammülüm yok!
***
Hiçbir uçurum
Giremez aramıza!
Gedik vermedik!
***
Aysız gecede
Yadıma düşüyorsun
Kalbim sızlıyor!
***
Kar erken yağmış
Gönül dağıma bu kış
Ruhum donuyor!
Ali Rıza Malkoç
BİR DOST VE UYDURUKÇU AHMET USTA
Üzüntümüz ve en büyük kaybımız; bu tarz
donanımlı bir yaşamı tercih edenlerin, yalnızlığa mecbur edilmesi, yanlış
anlaşılması ve anlaşılmak istenmemesidir. Her bilgi ve değeri; tüccar, dinci ve
politikacı kafasıyla tartanlar; kaz gelmeyecek yere yatırım yapmamaktadırlar,
değil tavuk vermek, yumurtanın kabuğunu bile çok görmektedirler.
Dostumuzla yaz aylarında buluşma imkânı
olduğu gibi; sık sık yazılı ve sözlü müzakerelerimiz de sürmektedir. Bana olan
aktarımlarından, şahsım ve yaşadığım toplum adına dersler çıkarmakta ve bunu
yazılarıma da yansıtmaktayım.
Kendileri aynı zamanda deneyimli bir
kamyon şoförüdür. Emekliliğinde, seyyahlık özlemini gidermek için, kamyondan
tadilatla kendisine bir karavan yaptırmıştır. Her ne kadar, ekonomik şartlar,
yakıt giderleri; özlemini kursağında bıraksa da zaman zaman dolaştığı yerlerden
sözlü ve görüntülü aktarımlarını sürdürmektedir.
Hele bir tanesi var ki; ilgi alanıma da
girdiğinden, bir yazıma konu edip kalıcı hale gelmesini arzu ettim. Dostumuzun
bir seyahatinde, karavanının sağ aynası kırılır. Şahsi çabalarıyla değiştirme
ve tamir etme imkânı bulamaz. En yakın sanayi sitesinde soluğu alır. Fakat
sorun yine çözülmemiştir. Kapısını çaldığı ustalar, marka ve parça
uyumsuzluğundan dolayı, yeni bir ayna takamazlar aracına. Dostumuz iyice
bunalmış ve telaşlanmıştır. Bu şekilde kendini ve trafiği riske atarak yola
çıkmak mümkün değildir.
“-Peki ne önerirsiniz o zaman, bu sorunu
nasıl çözeceğiz?” diye sorulunca en son uğradığı usta, herkesi meraklandıracak
bir cevap yetiştirir:
“-İki sokak ilerde, kime sorsan
gösterir. Uydurukçu Ahmet Usta var. Bu sorunu çözse çözce o çözer” der.
Mesaj alınmıştır. Dostumuz hemen tarif
edilen adresteki ustaya ulaşmak için hareket eder. Tabelasında elbette
“Uydurukçu Ahmet usta” yazmıyordur. Bu unvan, dostlarının ve hayranlarının bir
yakıştırması ve uydurmasıdır. Ustaya ulaşır ve derdini anlatır. Kısa bir sürede
ayna arızası giderilir, makul bir ödeme talep eder ve teşekkür ederek ayrılır.
Bu olayı yorumlarsak; önüne gelen bir teknik arızaya, pratik de
olsa çözüm bulamayanlar, çözüm üreten bir ustayı küçümsemek için “uydurukçu”
yakıştırmasını yapmışlardır. Belki de takdir merkezli mizahi bir yaklaşımdır,
bilemiyoruz. Aslında Ahmet ustamızın yapmış olduğu iş; Ar-Ge, inovasyon,
tasarruf ve verimlilik odaklı, pratik bir çözümdür. Her bozulan parçanın,
aracın hurdaya ve çöpe atılmasından yana olanlar; Ahmet Usta’yı pek
anlayamazlar. Ve gün gelir en uyduruk çözümlere muhtaç olurlar. Her madde ve
malzeme; hurda ve çöp değildir. İlgili, deneyimli, idealist ve cesaretli
olanlar; her bozuk parçaya milli servet olarak bakarlar. Tamir edilemiyorsa da
parçalarına ayırıp, başka cihazlarda kullanırlar.
Hem üretim kültürümüz yok, hem bozulanı
tamir etmekten yana değiliz, ithalattan şikâyet edip, pahalı olduğunu
belirtiyoruz. Cihazlarımızın bozulmamasına özen gösterelim. Bozulunca da tamir
alternatiflerini araştıralım. Ön önemlisi ithal bir ürün ise yerlisini üretmek
için bir girişimimiz olsun.
Son sözümüz şu olsun: “Uydurukçu Ahmet
Ustamızı kıskanıyorsanız, tamire muhtaç bir ürünün yenisini ve yerlisini
üretiniz.
01.04.2024 Samsun
Betül Özder
GELME(SEN)
Boş verişlerim
geliyor aklıma
Sonra sen
Ve birlikte
diktiğimiz bahçedeki dört karanfil
Sızlanışlarım,
kalkamayışlarım
Kayan yıldızın
ardına takılan umutlarım
Günlerden bir gün
Hangi gün?
Aylardan bir ay
Gelgitler
dolanıyorum kapında
“Yirmi dokuzunda
gelirim” dedin
Yirmi sekiz
çektiğini bilmeden
Seni sayıklayan
ümitlerin
Baş ağrısını
Dinlediğim geceler
İçime akan derin
nehirler
Bekleyişler
Dinmesini tırmalayan
acının
Sabır mı? Katlanış
mı?
Cendereyi sıkan el
Saçlarımı okşayan
Senden arta kalanı
Nefesiyle harlayıp
Renk veren ve şekil
Veren
Alnımı gıdıklayan
Yere değdiği anda
Ferahlatan buseler.
Kıvanç Nalça
TEODİSE
Sanatların sevişmesi
ne muazzam, misal Opera!
Bak yine gece,
yağmur ileri geri konuşuyor işte
Tamam, oğlum, tamam
oğlum, tamam oğlum. Tamam…
Hiçbir şeyden
korkmadım hayli bir zaman
Düşümde bile böyle
bahçe görmedim
Sömürünün oy
pusulalarıyla ortadan
Kalkacağını umduğum
kayıp yıllarım oldu. Heyhat!
Bilmiyorsun evlat,
Tanrının puslu sırlı bir aynası vardı
Herkes kendi
gerçeğini seyreder orada sonsuza kadar
Yüz seksen
memlekette, elliden fazla tanrıdan medet umarız
Bu gece sana
tanrının varlığını ispat edeceğim
Ben şimdi sana her
hakikati, her manayı ve her sırrı…
Bir kere tanrı
iyidir, öyle değil mi? Öyledir eyvallah…
Sonra tanrı her şeye
muktedirdir, ne güzel…
Bir de bu dünyada
kötülük ve kötüler vardır. Şüphesiz elhamdülillah…
Meşgulüm,
meşgalelerim var.
Benim hiç ermediğim
kelamlarım var
Sorularımı gömüyorum
kara toprağa…
Ara… Haydi ara…
Kerametsiz peygamberler ne de fenadır.
Her şeye muktedir
tanrılar, bu kötülüklere nasıl müsaade eder?
Benim bir Olympos’um
yok çocuklar,
Zavallı tan
yığınlarım var
Artık makineler
sessiz midirler?
Uğur Olgar
PAPAĞANDAN AL HABERİ
Silifke'de Göksu Oteli'nin yanındaki
bankamatiklerin birinden para çekmek için sıramı bekliyorum. Benim önümde de
elindeki örtülü bir kafesi sımsıkı tutan genç bir Rus var. Kafes arada bir
kıpırdıyor, Rus genç de, “Haraşo Puşkin haraşo” diyor yavaş bir sesle.
Yanımızdaki diğer bankamatik sırasında
ise kuyruk biraz daha uzun, neredeyse yolun karşısındaki baharatçıya kadar
uzanıyor. Başörtüsünü çenesinin altından Anadolu usulü bağlamış olan ufak tefek
genç bir kadın, yanındaki adamın kulağına bir şeyler fısıldıyor önümdeki eli
kafesli genci göstererek.
Sürekli Rusça çalıştığım için, pratik
yapma isteğiyle önümdeki Rus gencine merhaba diyerek, ilgili ilgisiz bir dolu
tümceler kuruyorum, laf olsun torba dolsun misali. Ocak ayında olmamıza karşın
havaların bahar gibi olduğunu, bu yıl henüz kış hazretlerinin teşrif etmediğini
filan konuşuyoruz. O da sağ olsun konuşkanmış oldukça, bildiği öğrendiği Türkçe
kelimeleri sıralıyor, dilimizi öğrenmenin zorluğundan yakınıyor, ben de
Rusçanın zorluğundan söz ediyorum. Adı İgor’muş. Ben daha söylemeden, “Sizin
adınız da Ahmet mi?” diye soruyor. “Nereden biliyorsunuz” diye şaşalayarak
sorduğumda, “Sizde, on erkekten altısının adının Ahmet olduğunu işitmiştim,
attım tuttu öyleyse” dedi gülümseyerek.
Bizim sıra çok yavaş ilerliyordu, bu
nedenle Rus genci ile iyi bir söyleşiye girişmiştik. Aleksandr Puşkin hayranı imiş,
bütün eserlerini yalayıp yutmuş. Diğer Rus şair ve yazarlarından da haberi var
Lermontov’dan Çehov’a kadar. “Edebiyat bağlamında ortak paydamızın bu denli çok
olduğu bir Rus genci ile bankamatik kuyruğunda hararetli bir söyleşi
gerçekleştirdiğimize inanamıyordum. Ama sanatın dili birdi, her yer ve zamanda
büyük bir birleştirici gücü vardı, buna inandım.
İgor’un elindeki kafeste arada bir
kıpırdayan şeyin, bir hayvan, büyük bir olasılıkla da kedi olduğunu
düşünüyorum. Kafesi işaret ederek, içindekinin kedi olup olmadığını soruyorum.
Her gün karınlarını doyurduğum onlarca kediden söz ediyorum. İgor ağzını açıp
henüz bir yanıt vermemişken kafesten tiz bir ses geliyor:
“Bolşe nyet serpa i molota”, “Bolşe nyet
serpa i molota”
İgor, kafesi başının hizasına getirip bu
tiz sesin sahibini azarlıyor:
“Sen sus bakayım. Nerden öğrendin orak
ve çekiç yok artık” demesini. “Böyle tehlikeli şeyler söylersen ağzına biber
sürerim bak.”
Bu arada, kafesteki örtü bir yana
kayınca içinde göz alıcı yeşil renkli bir papağan olduğunu görüyorum. Adı
Puşkin’miş papağanın, geçen yıl amansız hastalıktan ölen bir yakın arkadaşı
bırakmış sahiplenmesi için.
İgor, Puşkin’e tatlı bir ses tonuyla
çıkışarak sürdürüyor konuşmasını:
“Sen bir papağansın, orakmış çekiçmiş, Sosyalizmmiş
böyle konulara karışma bakayım. Papağansan papağanlığını bil. Ah Sergey bunları
niye öğrettin sanki bu herife.”
Puşkin’i biraz sevmek için parmağımı
kafes aralığından içeri soktuğum gibi çekmem bir oldu. Nasıl bir gagalamaktı
öyle, Lady Gaga, gagalıyor sandım.
“Bak Puşkin” dedim. “Sevdiğim bir şair
ve yazarın adını taşıyorsun. Sonra, ben bir hayvan dostuyum, onlarca kedi ve
köpek arkadaşlarım var. Kanımı emen sivrisinekleri bile öldürmüyorum başkaları
gibi. Eee, öyleyse niye ısırıyorsun parmağımı, aşk olsun!”
O yine devam etti konuşmasına:
“Bolşe nyet serpa i molota”, “Sosyalizm
zakonçilsya”. Yâni “Orak ve çekiç yok artık”, “Sosyalizm bitti”.
Puşkin’e parmağımı uzatıp kaptırmadan:
“Puşkin efendi, üzülme sen. Ne yapalım,
tutmadı işte. Uymadı insanoğlunun karakterine” dedim. Bu arada İgor’a baktım,
borş çorbasındaki kırmızı lahana gibiydi yüzü, yerin dibine girmişti sanki,
Puşkin de konuştukça konuşuyordu birkaç cümle de olsa.
İgor ve Puşkin’le Rusça konuşurken,
yandaki sırada bekleyen o başörtülü kadın ile yanındaki erkek, meğer bize kulak
misafiri oluyorlarmış. Evvelde, kadın sürekli gülümsüyordu bize bakıp.
Selamlaştık, Kazakistanlı olduklarını öğrendim. Kadın güzel bir Rusça ile:
“Papağandan al haberi” dedi. Hiçbir
yorum yapmadan kafamı sallamakla yetindim.
Kafesin kapısı iyice kapatılmamış
galiba, birden Puşkin papağan, kapıyı aralayıp dışarı çıkarak başımın üstüne
tünemez mi? Saç olmadığından, havaalanı pisti sandı zaar. Başımdaki pistten de
havalanıp başörtülü Kazak kadının yüzünde iğreti duran gözlüğünü kapmasıyla
kafese geri dönmesi bir oldu. Neler oluyor demeye kalmadan her şey bir anda
olup bitmiş, şaşıra kalmıştık. Puşkin kara çerçeveli gözlüğün üstüne oturmuş
bir türlü vermek istemiyordu:
“Madem dünyayı ve hayatı iyi
göremiyorsunuz, bu gözlüğe ihtiyacınız yok. Gidin yeni bir gözlük alın
kendinize, hayatı ve sokakları daha iyi gösteren” demek istiyordu sanki cırtlak
sesiyle.
Ayşe Dağdelen Özkan
SESSİZLİĞİN ENDAMI
Ucumu kıvırıp
Hatırlatıyorum
kendime
Yırtıyorum sonra
Dağınık küfürleri
böle çarpa
Kavgam var kendimle
Sokak da dertli
Taşı duvarı girmiş
birbirine
"Dışarıda
yağmur var, aldırmıyorum." dağılıyor
Sokağın kederli
köşesinde
Yetiştiremedikçe
döktüklerimi
Gömüyorum gamdan
çekinen gamzeli gözlerime
Kalbim düşüyor
adımlarımın önüne
Aklımın deliği
büyüyor
Ve ben bölünerek
çözülüyorum benliğimde
Gerçekliğim dalıyor
Hayallerim soyunuyor
Vahşi bir
sessizliğin endamı
Dikişlerimin
üzerinden geçiyor
Sarsılıyorum
Vaktin arsızlığı
pusunca
Dinginlik tenimi
sarıyor ama
Hüzünlerim ısınıyor
Boşluğun titrekliği
söze geliyor
Susunca içim dışarı
Baksana aşağısı
hiçliğin içe döndüğü
Bir yavaşlık bahçesi
İçi zahmetlerimin
nedenlerinin izlerinin sesi
Yürü şimdi
Hep yürü
Dönmek için
Yürüdüğün kadar
yürüyeceksin geri
Eskisinden hep daha
da yeni. Mayıs 2024
Yaşar Özmen
PARADİGMA DEĞİŞİMİ
Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nin blog başlığı
açıklamasında: “Türk yazınındaki kalıplaşmış edebiyat anlayışını ve yayın
kültürünü kırıp sanat bilimi ışığında; çağdaş, tarafsız, çıkarsız ve nitelikli
bir yazın ortamı kurmak istiyoruz. Dünyadaki tüm yazar, şair ve okurları bu
ortamda buluşturmaktır amacımız. İyi sözü, iyi dizesi ve sağlam öyküsü olan her
sanatçı; yer alabilmeli dergimizde. Bilgi çağını yaşıyoruz. Ayrılmışlık,
bölünmüşlük, öğreti, inanç gibi sınıflandırmaları bir yana atıp şaire-şiire,
yazara-kitaba, bilime-sanata değer yüklemeliyiz. Sanatsal ve estetik değer
üretecek imgelem dünyasının kapılarını aralamalıyız. Tarihten miras aldığımız
sanatsal bilgiyi aşmanın zamanı geldi ve geçiyor.” diye yazdım.
Günümüz şair ve yazarlarını, özellikle
yazın konusunda ciddi çalışmaları olan yazın emekçilerimizi, bu tümceler ilk
bakışta rahatsız edebilir. Bilgiye, sanata, yeniliğe, deneyime ve emeğe sonsuz
saygım olduğunu öncelikle söylemeliyim. Maksadım, geçmişi ve bugünün
yazarını-şairini irdelemek değildir. Sanatta geleceği kurgulayıcı tutumların
önünü açabilmektir. Geleneksiz gelecek, geçmişsiz bugün, deneyimsiz yenilik
olmaz. Bunları düşünebilecek bilgi birikimine ve bilince sahip insanlarız. ‘Saf Sanattan İnsana’ isimli kuramsal
kitabımda da kerelerce yinelediğim gibi Türk yazınında paradigma (değerler
dizgesi) değişimine gereksinim vardır. Salt yazında değil; şair ve yazarın, insana
yaklaşımında da paradigma değişimine ivedilikle gereksinim vardır.
“Paradigma, bir bakış açısıyla oluşan
değer, düşünce, inanç ve tekniklerin bir dizisidir. Sadece bilim alanına özgü
bir kavram değil, bireyin günlük hayatında etkin olan düşüncelerin, değerlerin
ve algıların bir bütünüdür. Bir olaya farklı bakış açıları ve geliştirilen
kavramsal algılar, paradigmanın kısa tanımları olarak görülebilir.” diye
tanımlanabilir. Paradigma değişimi, haydi deyince olacak bir şey değildir.
Zaman, anlayış, birikim, deneyim ve özellikle bilimlere egemenlik gerektirir.
Sanat, insan ve dünyaya; daha ayrıksı bir açıdan bakmayı gerektirir. Ahmet
Haşim’in bülbülünü, İlhan Berk’in ritüellerini bir yana bırakıp şiirin
felsefesi ve felsefenin felsefesine sarılmakla olasıdır. İnsanın
algı-anlama-düşünme edimi ile bilgi, çok hızlı evriliyor; bunları yakalamadan
çağın şiirini yazamayız; hele geleceği kucaklayan şiiri asla. Şiir, kuramların
ve felsefenin arkasında gizlidir; bütün sanatlar gibi. Bu gerçekliğin ayırdına
varmak, yine bilginin bilgiyi açığa çıkarması ve bilincin bilgiyi işleyebilme
yeteneğine bağlıdır.
Türk yazını ve yazın emekçileri arasında
şöyle bir gezinti yapalım ve hangi konularda paradigma değişimi önceliklidir
görelim:
Bugünün yazarı ve şairi, şiir
tanımlanamaz diyen bir mantıktan artık kopmalıdır. Şiirin de tanımlanabilir bir
sanat alanı olduğunun ayırdına varan bir bilinç dünyasına evrilmek zorundadır.
Bilimsel sonuçlar, şu yorumu yapmamıza olanak tanıyor: Dünyada tanımlanmayacak
hiçbir şey yoktur; yeter ki o alandaki veri ve bilginiz yeterli olsun.
Ölçülemeyecek hiçbir şey yoktur; yeter ki ölçü aygıtı ve biriminiz uygun olsun.
Şiir gibi açık dokulu kavramların tanımlanabileceğini ve tanımının da açık
dokulu ve dinamik olacağını görecek birikime sahibiz. Şiir, sınırsız somut ve
soyut bir evrenin dilsel var olanıdır; tanımı yine o evrenin içindedir.
Sanatta, daha özelinde şiirde paradigma değişimi, eski bilgi ve yorumların
sağlıklı bilgi ışığında yeniden irdelenmesiyle başlayabilir. Sanatın kuramsal
ve felsefi yönünü, çağın bilgisiyle açığa çıkarmadığımız sürece, geçmişi
yinelemekle yetinmek zorunda kalırız. Değişimin gerisinde kalmak, yok olmak
demektir.
Yenilikçi şiirden söz edilir çoğu söylem
ve metinde. Yeni şiir söylemleri arkasında, bildiriler (manifestolar) dolaşır
ortalarda. Yazınsal bazı teknikler dışında bunların içeriğinde kuramsal tespit
ve paradigma değişimine ön ayak olacak bir yaklaşım görmedim henüz. Şiir;
yerleşik beğeniye, alışılmış, kalıplaşmış söz öbeklerine karşı elbette kendini
yenilemelidir; ancak kendini yenilerken var olanı reddetmek yerine; geçmiş
bilgiyle geleceği kaynaştırmak, onu çağdaş bir biçimde dönüştürmek zorundadır.
Ne yıkmakla bir sonuca varılabilir ne de geçmişe bağlı kalarak yeni şiir
üretilebilir. Deneyimler gösteriyor ki yenilik; bilginin bilgiyi üretmesiyle,
bilginin anlamı, anlamın anlamı genişletmesiyle olasıdır. Salt şiirde değil,
gerçekte her olay ve olguda bu ilke geçerlidir.
Önümüzde metinler arası ilişki, tarihsel bilgi, bilginin sürekliliği,
anlamın anlamı büyütmesi gibi gerçeklik; tanımlı dururken, şiir sanatı
gelenekten beslenmeli mi beslenmemeli mi gibi anlamsız sorular, tartışma konusu
olarak dergileri işgal etmemeli artık. En azından şiir adına manisfesto diye
ortalara kişisel algı ve sapkınlıkların izdüşümü çizilmemeli. Sanatta yenilik
ve yaratıcılık; görme, duyma ve bilginin değişimiyle doğru orantılıdır. Şiirde
yenilik, toplam akılla ve sağlam bilgiyle yapılır; kısıtlı bilgiyle değil.
Kuramsal bilgiden kaçınan ve sanatı bilimle iç içe düşünemeyen bir anlayış,
sanat bildirisi oluşturmayacağı gibi ne yeni şiir yazabilir ne de başka
alanlarda küçük bir yenilik ortaya koyabilir. Yazar-şair, sanatta yeniliğin
önünü açmak istiyorsa başını kaldırıp dünyaya bakmalı, bilimin kılıcını
kuşanmalı ve sanata yönelik yeni bilgi üretmelidir.
Sanatı, öğreti ve inançların küheylanı
olarak gören jokey şair ve yazarlarımız çoğunluktadır. Bu yaklaşım aynı zamanda
bölünmüşlüğün, ayrılmışlığın, kalıplaşmışlığın ve taraftarlığın en görünür
alanı olarak karşımıza çıkıyor. Yazın platformlarının büyük çoğunluğu bu eksen üzerine
oturtulmuş ve her biri kendince bir duruş yüceliği safsatası uydurmuştur.
İnsana ve yaşama karşı her birey, duyarlı bir duruş sergilemek zorundadır. Her
yazın ortamı, sanatsal ve estetik değer için çabalamalıdır. Herkes, topluma,
toplumsal olgu ve olaylara duyarlı olmalıdır. En iyiye en güzele yönelten
tutumları sanatta öncelemelidir. Öncelik; insandır, candır, yaşamdır.
Sanatçıysa eğer kişi, zaten yaşama ve insana karşı yüksek değerler ile yaşamsal
gereklilikler açısından içsel bir zorunluluk taşıyor demektir. Herkesin bir din
algısı ve siyasi görüşü vardır elbet. Edebiyat, din algısı ve siyasi görüşünüzü
kanıtlama ve yaşam alanına sürme yeri değildir. Dilimiz; bilim ve sanat dili
olmalıdır. Bilim ve sanat, insanlığın ortak dilidir. Bir tarafın algısı ve
çalgısıyla söz ya da nesne üretemez. İster sanat ister başka bir alan olsun,
her alanda bilim ve onun yolu dışında kurgulanan her sözde dik duruş, bir gün
bükülmeye mahkumdur. Sanat ve sanatın çıktıları, tarihin en başından beri
sürekliliğini korumuştur ama hiçbir öğreti ya da inanç, sürekliliğini
koruyamamıştır. Bu açıdan bakıp şiirde değerler dizgesinin özellikle
sorgulanması gerekiyor. “Cami ne kadar büyük olursa olsun imam bildiğini okur”
diye bir ata sözümüz vardır. Ben ne dersem diyeyim; “Politik bilinç olmadan
şiir yazılamaz” diyen bir akıl, sorgulama yapamaz. Ondan; çağdaş, aydınlık,
sınırsız bir evrenin varlığını görmesini bekleyemeyiz. Saçmalığın, sanat
felsefesi olarak ortalarda dolaştığı bir anlayıştan söz ediyorum. İşte bu
noktadan hareketle, bu alanda paradigma değişimine yönelecek yeni bir bakış
açısı üretilebilir mi? Yazın kültüründe dönüşüm gerektiren en önemli nokta
burasıdır.
Şiiri salt dil konusu olarak gören
edebiyat severlerin varlığı çoğunluktadır. Şiir, dil demek değildir; dil, şiirin
yalnızca gerecidir. Sanat alanıdır; dil
sanatıdır ama dilin kendi sınırları içerisinde değerlendirilemez; sanat
bilimiyle ele alınması gerekir. Şiir yazılarına baktığımızda, büyük bir
çoğunluğu, dil ve dilin sınırlarını sorgulayan yazılardır. Oysa şiire sanat
alanı gözüyle baktığımızda önümüze çok ayrıksı sorular çıkacaktır. Örneğin, her
şeyden önce karşımıza bütün sanat alanlarının temel bileşeni estetik bilimi
dikilecektir. Sonra insan bilimlerinden olan sosyoloji, psikoloji ve felsefe,
temel uğraşı alanımız olacaktır. Dil-düşünce-akıl-sanat ve bilimin
birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde olduğunu net olarak söylemektedir. O
zaman, “Şiir sözcükle yazılır, şiir duyguyla yazılır, şiirde anlam aranmaz,
şiir yaşanır yazılır, şiir akıl dışıdır, şiirin ölçütü olmaz, şiirde duygular
anlatılır…” gibi altı dolduramayacak tartışmaların yüzeysel söylemler olduğu
ortaya çıkar. Şiirde propaganda dili, irşat dili kullanmak yerine sanat diline
yöneliriz. Ayrıca, şiire ve şaire ödül, övgü ve yergi; biraz olsun anlam
kazanır. “Körler sağırlar birbirini ağırlar” mantığından kurtulmak için bir
basamak olur. Bunun yanında, okur odaklı, eser odaklı, şair odaklı veya
izlenimci eleştiri mantığını bir kenara atıp öz ve içeriği, sanat değeri
oluşturan ögelerde aramaya yöneltir. Kısacası, sanat ve insan ilişkisinde var
olmayan yakıştırmaları bir kenara buruşturup atmamızı sağlar. Hiçbir şey
söylemeyen, sanat değeri olmayan, duygu değeri taşımayan, öykünen ve
alışılagelmişi bağıran şiir yazmaya paydos diyebiliriz. Artık çağdaş sanat
anlayışı, doğayı veya nesneyi birebir tuvale yansıtmayı, öykünerek rastgele
sözlerle dize kurmayı sanat kabul etmemektedir.
Şair ve yazarın, okur nezdinde
saygınlığı nedir? Asıl sorgulamamız gerekense şairin, şair gözünde saygınlığı
nedir? Açık sözlü olmalıyız. Dergi, kitap, gazete ve diğer yayın ortamlarında,
yayımlanan bir yapıtın maddi ve manevi karşılığını alan kaç yazar vardır? Neden
soruyorum bunları? Şairin, şaire saygısı yoksa, her fırsatta birbirlerine
dilsel şiddet uyguluyorlarsa okurun şaire saygı duymasını bekleyemezsiniz.
Yapıtını gönderdiği derginin editörü, yapıtını aldığına yönelik bildirimde
bulunma inceliğini göstermiyorsa bu ortamın havasını koklamayan okurdan
saygınlık beklememelisiniz. Şair ve yazar, yeni bir şeyler üretme çabası taşır.
Üretirler de. Peki yapıtları, ne kadar saygınlık görür şair-yazarlar arasında,
komüne kayıtlı değilse?
İyi yapıt, iyi bilgi ve yeni bilgiyi
görmezden gelmek, salt bilgi ve yazar-şaire haksızlık değil, bütün insanlığa
yapılmış bir haksızlıktır. İyi bilginin örtülü kalma gibi bir korkusu yoktur
ancak geç kalınma sorunu vardır. Bilgiyi geç ayrımsamak ise sanatsal gelişimi
geciktirir; bu da şairin bilinciyle ilgili bir durumdur. Şiir sanatında olduğu
gibi eski çağ söylemlerine sığınıp yeni bilgiyi görmezden gelmek, şairin
kendisine ve şiire yapabileceği en büyük kötülüktür. Bu duruma, pek çok neden
sayabiliriz ancak ilk neden, taraftarlığın şairde yarattığı kronik yaradır.
Komüne kayıtlı değilseniz ağzınızla kuş tutsanız kimse görmez. İkinci nedense,
bilgiye ve bilime karşı bilinçsizliktir. Türk sanatında daha özelinde Türk
şiirinde, paradigma değişiminin gerekliliği buralarda kendini gösteriyor.
Bilgiyi ve bilimi önümüze koymak; geleceğe yol almak için hantallıktan
kurtulmak ve dinamik olmak gerek. Bu da ancak Türk şiirindeki bazı tabuların
sorgulanıp yıkılmasıyla olasıdır. Ayrıca şunu da belirtmeliyim: Türk şiirinin
önündeki en büyük engel Türk şairinin kendisidir. Türk şiirinde paradigma
değişimi şairin değişimiyle başlayabilir; bu da birkaç kuşak gerektirir
kanısındayım.
Sanatın tüm alanlarında olduğu gibi
şiirin amacı, okura bir şeyler öğretmek, algısını güdülemek, düşüncesini
değiştirmek, yapılandırmak veya dönüşüm yaratmak değildir. İnsanda duyarlılık
yaratmak ve sevme duygusunu güçlendirerek yaşam sevinci doğurmaktır. Bilincini
olgunlaştırmak ve sevgi kavramını bilincine yüklemektir. Oysa Türk şairi,
okurun düşüncelerini yapılandırma kaygısı altında şiir yazmıştır ve halen büyük
bir çoğunluk bu kaygıyla şiir/öykü/roman yazmaktadır. Sanatın işi, okurun inanç
ve öğreti dünyasını düzenlemek değildir; ruh dünyasını düzenlemektir.
Duyarlılık yaratarak okurda yaşam sevincini doğurmaktır. Öyleyse sanat adına
taşıdığımız kaygı ve bakış açısı değişmelidir. Değerler dizgesi, değişmelidir.
Sanatı daha özelinde şiiri, küheylan olarak gördükçe elinde kırbaçla dolaşan
jokey çok olur.
Özet olarak, Türk sanatı daha özelinde
Türk yazını, bilimsel veri ve kuramlarla sorgulanmalı ve paradigma değişimini
gerektiren değerleri olgunlaştırmalıdır. Yazın; toplum düşüncesinin,
imgeleminin ve tasarım yeteneğinin önünde olmalıdır. Toplum düşünce ve düşünün
önünde değilse kendi kendini öldürüyor demektir. Günümüzde olduğu gibi aktarma
bilgiyle kendini var kılmaya çalışmak, yazının gelişmesine değil; öykünmenin
kronikleşmesine yol açar. 10.02.2021
Yaşar
Özmen
NAGEHAN
Düşlerin ne civelek
sayfaların
ak gerdanında
Vurmuşsun sözlerin dibine en kazanova
yerinden
Yakmışsın yaylım ateşini yürekler
arası, közleniriz.
Duyarlılığın dumansız öyküsü sevginin giyinik hali
Tutup
göğsüne basmışsın,
aşk
soylusu maral bunlar.
Var ya şu şiirlerinde,
ağrısı
peşin sabahların Nagehan
İçimdeki buzulları bozguna uğratır da ayılırız…
Adam gibi yaşamak
ne
büyük aymazlık şu günlerde
Vurdumduymazlığı alıp satmak kelepir
üstelik
Şiirsiz bir zaman diliminde yüzer gibi
inceliksiz
Düzenbaz tezgâhlarda şuh vitrinlerde
esir umudun
Beklemek, beklentinin en hüzünlü ardılı, biliriz.
***
Ah Nagehan gümüş kabzalı şiirlerin ne
filintadır
Umudun fitilini
ateşler gibisin güpegündüz
Oysa uzun düşlere dalıp şiirlerinde
eriyecek
İncelip
öze bürünecek
ne
kimse var ne zaman
Ne de yüreklerde fırıldayan heyecan,
üzülürüz.
Kimi militan kimi fedai kimi mürit
menzilinde
Ne
öyküymüş,
felsefe
taşları sökülür, yüzülürüz.
Göster
var mı ki kaygısı şiir olan bir şair, sevinelim.
Acıyla öğrendiğimiz yaşam önümüzde
anıt gibi
Verili
oyuncaklar, cellat ipi,
emirlere uygun eğleniriz.
***
Ne yaparsın çağın uysal afeti,
incelikleri
süpürmüş
Öyküsü
içten değil;İlim çıkışlı yobazı, bağnazı
Tezgâh süslü,
kaygı esir,
çarmıha
çoktan gerilmiş
Hüzün
bile kılık değiştirmiş sığmıyor kınına
Hatırı
sayılır ağızlarda,
varaklı kapı gerilerinde
İki dirhem bir çekirdek
başımız önde
diziliriz…
***
Koy dizelerini, defterini,
yürü
bize gidelim Nagehan
Al
kalemini, ülkünü, ilkeni;
sevinç
beklemez
Bak ne kral deviren yaşıyorlar camlı
korkuluklarda
Ruhları
sarılıp ürpermemiş,
aşk
denen hoş afete
Zaman
nöbetleşe yataklarında,
sevişme
gündelik
Ne
yağsı diller var,
çivisiyle
oynuyor kürenin
Umuduna dar gelmesin ufkun uzaklığı,
tutun
Yaşadığında
değil;
yaşamadıklarında
keşkeler
Olsun, ne olmuş, tekerine çomak
soktuysak kürenin?
Komün kazanında
kepçemiz bulunmaz,
biz
böyleyiz.
Kendi
göbeğini kesmek,
onurlu olan bu
değil mi?
Maya
tutmaz ham hesaplar,
gel biz ikiye bölünmeyelim.
***
Aydınlığın resmini çizelim,
boy
boy afacanlarımız olsun
Dirensinler
rüzgâra,
yaşamak
denen şeyi eskitircesine
Umut gibi damaklarında ağız dolusu
tütün
Çiğnemekten
ruhu sararmış
dişleri olsun ne çıkar?
Rüzgâr
yön seçmez, yerçekimi uysaldır,
bulut direnmez
Kaderin kederine takalım kasket
bir de turuncu fular.
Nerden
bakarsan bak,
her açı bir noktada son bulur Nagehan
Varlığımızın özü işte,
sürekliliğin köprüsü,
istenç dışı gideriz…
***
Ne diyelim
yükle sen yine şiirlerine civelek
imgelerini
Sayfaların ak yakası şık dursun
gördümduymazlığa
karşı
Yelken basalım zamana,
okuyup
okyanuslara dökelim
Kazınmış
belleğime nicedir,
inceliğine
örtülmüş bir tül gibi
Bunlar; gör bunlar Nagehan,
sözün
soylusu bir daha okuyalım
Küsmek
yakışık almaz bir kere,
herkes görebildiğince incedir
Duyan duyar, gören görür,
zaman
saydamdır, insan bu
Olur ya bir gün yüreğinde mor
kelebekler kanatlanır, göneniriz.
***
Gülmek, sevmek, ağlamak;
şiir gibi ciddi
iştir
Hatır için yapılacak şeyler değil;
incelik
ister, istemsiz
Tuhaf bir dünya,
şiirlerin sanki
duyguların gezinti parkı
Ya gelir üstüne salıncak kurar
ya da yüzümüzü asar geçeriz.
Uğur ola,
herkesin öyküsü kendisinin yurdudur Nagehan
Şiir,
şairindeyse gurbettedir,
kimin
umurunda, bilesin.
Senin şiirlerin de gurbette kalsın,
yatır yatağına
Ne
olursa olsun,
olan
bir çarşafa olsun,
tutup
temizleriz…
***
Ser Nagehan pılını pırtını,
serseriliği üçe
bölelim
Sıyır üstünü
kürenin,
birbirimize
büsbütün görünelim
Beden bedene konuk olsun,
olmaz ayrı gayrı, özleriz.
Düşlerini süsleyip al duvaklı gelin edelim
Sal gitsin yaşam denen nesneyi yoluna Nagehan
İnce bir çizgidir o,
içimizden dünyaya
doğru çizelim
Her birini ince ince sevelim irili ufaklı,
ufka
değsin
Derin kırıklar
bunlar,
sen beni ben seni bütünleyelim.
***
Sevmek bedelmiş zamanda, olsun,
neyse bedeli öderiz.
Şiir, biraz da yaşamdan
yana
ince ince yontmaktır.
Ah Nagehan
sırtlama bunca yükü,
şairler taşıyamaz
Önümüz kış, yolumuz uzun,
ne de
olsa konar göçeriz
Şiir
deyip geçme,
yürekten yüreğe
ince bir yol çizeriz.
Suyun akışı gibi hırs irisi göçebelik bizimki
Ha varız ha
yokuz,
işte
biz bu kadar gerçeğiz.
Karışırız kalabalığa, ağlayarak geldik,
uğradık deriz
Zaman kaldırdıysa kırbacını,
bayrağımızı diker,
çeker
gideriz.
Temmuz
2020
![]() |
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Temmuz 2024 Sayı 21 Yaşar Özmen |
İçeriği Sanat kokan kaliteli bir yayın
YanıtlaSilEmek veren herkese teşekkürler Selamlar sevgiler
Keyifle okunsun
🧿🧿🧿
Sevgi EROL ÖÇAL
YanıtlaSil