30 Eylül 2021 Perşembe

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ekim 2021, Sayı:10

Şiir Sarnıcı Sayı:10





  

YAYIMCIDAN

Türk şiir sanatının geleceğiyle ilgili biraz kafa yormak gerekir, diye düşünüyorum. Salt benim değil; sanat kaygısı taşıyanların ve toplam aklın bir beklentisi olmalıdır bu. Bir yerden başlanması ve kırılma noktasının tespiti gerekiyor. Yayımcı olarak amacım, temel bir sorunun ve sorumluluk yozlaşmasının resmini çizmektir. Sanat ve şiir adına kaygımız varsa, en azından “Ne yapmalıyım” sorusunu kendimize sormalıyız. Kabullenilmiş şiir bilgisi, azıcık bilinçli tuttuğumuzda elimizde kuru yaprak gibi dağılıyor.

‘Şiirin geleceği için nasıl bir açılım yapabiliriz’, sorusu; küçük de olsa birkaç farklı yanıt bulabilir miyim, arayışına yöneltti beni. Kendi alanında yetkin ve birikimine güvendiğim şair ve yazarlarla, “Türk yazını geleceğe nasıl hazırlanmalıdır?” konulu söyleşi yapmayı tasarladım. Söyleşinin çocuk yazınıyla ilgili olan bölümünü, Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın sekizinci sayısında yayımladık. Bu söyleşiye; Hidayet Karakuş, Emel Yelkenci Saral ve Oya Uslu katıldılar. Dokuzuncu sayıda da şiir, öykü, romanın geleceği ile ilgili sorularımız oldu.  Söyleşiye; Hidayet Karakuş, Efdal Sevinçli, Oğuz Tümbaş, Mustafa Gökçek ve Gülce Başer katılarak destek verdiler. Onuncu sayıda ise; Bâki Ayhan T., Aydın Şimşek, Özge Sönmez ve Tuğrul Keskin söyleşimize katılarak düşüncelerini Şiir Sarnıcı okurlarıyla paylaştılar.

Şiir Sarnıcı (e-dergi), amatörce başlattığım bir yayındır. Yayım ve dergicilik deneyimim hemen hemen hiç yoktur. Teknoloji ve iletişim olanaklarını kullanarak maliyetsiz, salt emekle yapılabilen bir sistem oluşturdum. Ekim 2021’de onuncu sayıyla karşınızdayız. Yurt içi ve yurt dışı temsilciliklerimiz oluşmaya başladı.  Yayın Kurulumuzu oluşturduk. Yayımcı olarak özellikle yayın kurulu üyelerimize ayrı ayrı teşekkür ederim. Onuncu sayı hazırlık sürecinde deneyim ve birikimlerini ortaya koydular. Temsilcilerimiz de elinden geldiğince destek oluyorlar. Şimdi Kuzey Atlantik’te, Japonya’da, Avustralya’da okunabilen, en azından her ülkenin kendi diline teknik yardımıyla çevrilip incelenen bir dergi durumuna geldi. Bilgi sunar sayaçlarının gösterdiğine göre, okur sayımız oldukça yüksek, yurt dışı okur sayımız her geçen gün artıyor.  

Dergimizin bir yönü, yeni başlayan şair ve yazarları kazanmaya yöneliktir. Hedefimiz, sanat sevgisini yüceltmek, yapıtları görünür kılarak itici güç oluşturmak ve onları sanata yöneltmektir. Taze kanların dünya görüşünden yararlanarak şiire ivme kazandırabilmektir. Amacımız gereği, içinde bir parça umut gördüğümüz amatör şiir ve metinlere de yer veriyoruz. Birebir görüşüp düzeltmelerini sağlıyoruz. Bir sanatseveri kırmaktansa bırakın derginin saygınlığı daha az olsun. “Dergiler şiirin mutfağıdır” derler ya… Kabullenilmişliği şöyle bir yana itersek, bu sözü en iyi anlatan tümce şu olmalıdır: Dergicilik, olmuşu ortaya koymak değildir; hamı olgunlaştırmak ve servis etmektir. O zaman mutfak niteliği kazanır düşüncesindeyim.

Her yerde gördüğüm tümce: “Dergi dediğin eline alınıp okunabilmeli, kanlı canlı olmalı ve kâğıt kokusu duyulmalı.” İyi de maaşını neden gidip mutemetten sayarak teslim almıyorsun? Alamazsın; teknik ve olanaklar değişti. Yazın dünyasında iletişim, yayım olanakları değişti, değişim sürüyor. Buna herkes uyum sağlamak zorunda. Çok yakında magazinsel dergiler dışında basılı yazın dergisi göremeyeceğiz. Basılı yayın, devrini tamamlamak üzere olduğunu kitap fuarlarında görüyor olmalıyız. Dergi sahipleri basım ve dağıtım maliyetlerini karşılamakta zorlanıyorlar. Hele yazın sanatına yönelik dergilerin okuru çok az. Böyle olunca ister istemez sayısal dergiye dönmek zorundayız.

Eskiye özlem, etkin bir durumdur sanat dünyasında. Aynı zamanda, edebiyatta önemli bir sorunun ana kaynağıdır. Bunun, sorun olması da nereden çıktı diyeceksiniz. Derginin ikinci sayısında, “Türk Şiirinin Sorunları” konulu etkinliğin konuşma metinlerini yayımlamıştım. Etkinlikte, “Türk şiirinin temel sorunu, şiirin sanat bilimiyle ele alınmamasıdır” diye belirtmiştim. Eskiye özlem de ikinci derecede önemli bir sorundur.  Bunu, neden sorun olarak görüyorum?

Şiir dünyasını takip ediyorsunuzdur. Sanat ve şiir yazılarını, yorumları, incelemeleri, eleştirel deneme, şiir, öykü gibi metinleri ben de okuyorum. Şiirle ilgili; etkinlik, çalışma ve tartışmaları izlemeye çalışıyorum. Bunları derinliğine incelediğimizde, önemli bir şey gözümüze çarpıyor: Eskiye özlem. Birkaç örnek vereyim. Şiir yazılarına, etkinliklere, tartışmalara, yorumlara baktığımızda, “Şu büyük şair şöyle yapmış, bu böyle yapmış, ben de şöyle dedim” den öte bir içerik yok. Bunlar, eski şairin sanat bilgisinden yararlanmak amacıyla yapılsa büyük bir kazanım olur. Ne var ki uygulama hiç öyle görünmüyor. Eski şairleri referans vererek, kendini kanıtlama, gösterme kaygısı almış başını gidiyor. Bunun en iyimser tanımı, öykünmedir. Burada asıl soru şu olmalıdır: “Ben şiire nasıl bir devinim kattım, ne kadar yeni bilgi ürettim?” Ne yazık ki fakültelerimiz de aynı durumdadır. Bakınız tez konularına. Yeni bilgi arayan, yeni bilgi ortaya çıkarmaya yönelik kaç tez konusu görebilirsiniz? Geçmişte bir şairin yaptığını inceleyip kendince yorum üretmek, akademik bir unvan için yeterli bir çalışma mıdır?

Ne yazık ki şiir kültürü, “Ben de varım” diyebilmek için söylenmiş özlü sözler çöplüğüne dönüşmüş ve şiir yazılarının başat konusu haline gelmiştir. Bugüne kadar okuduğum, incelediğim ve araştırdığım kaynaklar; bu tümceyi kurma cesareti veriyor. 

Şiir etkinliklerine bakalım. “Şiir için biz ne yaptık?” konulu ya da benzeri bir etkinlik duydunuz mu? Ünlü bir şairin adını kullanmak dışında kaç tane şiir etkinliği düzenlenmiştir?  Düzenlense bile 19. Yüzyıl bilgilerinin aktarıldığı bir içerikten öte yol alınmış mıdır? Adını şiir tarihine yazdırmış şairlerimiz; elbette anılacak, haklarında yazılacak, sanatından söz edilecek, söyledikleri irdelenecek, adlarına etkinlik düzenlenecek. İtirazımız yok. Ancak bunların içine yeni bilgiler katmak gerekmez mi?

Tarihsel bilgi iyi irdelenmediği için eski şairlerimizden kalma doğru olmayan bilgiler, bugün Türk Şirinin temel tartışma konularıdır. Örneğin “Şiirde anlam aranmaz, şiir sözcükle yazılır” gibi… Bunlar sanat bilimiyle incelenmeli, yanlış ve noksan olanlar gündemden çıkarılmalıdır. İyileri, yeni bilgiyle donatılıp dönüştürülmelidir. Üstüne bir şeyler konmalıdır. Özellikle gençlerin dünya görüşü ve yaşam algıları, şiirin felsefesinde harmanlanmalıdır.

Tarihsel bilgiyi yeni bilgiyle donatmazsak o bilgi, bizi çöplüğe iter. Tıpkı, şu anda ülkemizin içinde bulunduğu sosyolojik gerçek gibi. Sanatın tarihsel bilgisi, iyi bilgidir; deneyimdir, ışık tutar ama yeni bilgi değildir. Geleceğe ışık tutar ama geleceği kurmaz. Eskiye özlem, öykünmeyi doğurur, öykünmekse yeniliğin düşmanıdır. Ne yazık ki bugün Türk şairi, eskiye özlem, öykünme türü yaklaşımlar nedeniyle yeniliğe çok açık değil kanısındayım. Çağdaş sanatı geçtim, modern sanat anlayışının bile yıktığı kavramlar, yazın dünyasının gündeminden düşmüyor. Şairin işi, geçmişiyle övünüp, öykünmek ve hayranlığının kurbanı olarak kendisini eski ve statik bilgiye teslim etmek değildir.

Türk şiir tarihinde şiir sanatına yönelik kuram geliştiren var mı? Sanat bilimi (sanat felsefesi, sanat sosyolojisi, sanat psikolojisi ve estetik bilimi)’yle şiirin ne olduğunu araştıran var mı? Ben yazınımızda çok görmedim. Edebiyat tarihine egemen olmak, şair/yazar olmak için yeterli değildir. Edebiyat tarihi, doğru açıdan ele alınmazsa şair ve yazarı eskiye özlem tamlamasıyla söz ettiğim duruma sokar. Bir yapıtın etkinliği ile yetkinliğine esas temel bilgiye (kuramsal bilgi) her sanatçı sahip olmak zorundadır.  Sanatın temel bilgisine egemen olmadan yazılacak her metin, kurulacak her dize, birilerinden aldığınız bilgiye dayanır. Başka bir söyleyişle özgün bir dize kuramazsınız. Şiir sanatının şöyle bir şanssızlığı vardır: Yetkin kişiler bile, kuramsal bilgi deyince geride dururlar. Kuramsal bilgiyle iyi şiir yazılamaz gibi söylem geliştirirler. Çoğu şiir yazısında tanık olduğum için daha açık söyleyeyim: Şiir sanatıyla kuramsal bilginin bir bütün olduğunu henüz kavramış değillerdir. Herhangi bir alanda, kuramsal bilgiye egemen olmadan o alanda, sistem veya yeni bir şey geliştirmenin/üretmenin olası olmadığını biliyoruz.

Tarihsel bilginin üzerine yeni bilgi koymadıkça; metinler arası ilişkiyi anlamın anlamı üretmesi biçiminde ele almadıkça; kuramlara ulaşıp yeni kavramlar üretmedikçe, Türk şiirinin önünü açamayız. Bilindiği gibi mevcut durumu korumak, gerilemek anlamına gelir; hız çağındayız.

Sanat, tıpkı insan vücudu gibidir. Sürekli kendini yenilemek zorundadır. Yenileyemezse organlar birer birer çöker…

Sonuç olarak, şiir sanatıyla ilgileniyorsak bunun yolu, tarihsel bilgiyi yineleyerek öykünmeci bir tavır sergilemek değildir. Tarihsel bilgiyi sanat bilimiyle ele alıp irdelemek, bilimlerin eşgüdümüyle yeni bilgi üretmektir. Eskiye özlem, insanoğlunun normal ve vazgeçilemez bir duygu durumudur. Şair, bu duygusunu gelecek kaygısıyla bir arada kullanmalı ve yeni bilgi üretmek için arayış içinde olmalıdır. Sanat/Şiir, sadece yapıt üretmekle gelişen bir alan değildir; aynı zamanda onu var eden felsefenin geliştirilmesi gerekir.  Daha açık anlatımla; yeni kuramlara ulaşmak ve buradan yeni sanat kavramları üretmektir. Sanatın, özelde şiirin önünü, onun felsefesini güçlendirerek açabiliriz. Şiir, şiirden öğrenilmez; yazılmış şiirler sadece birer deneyimdir, aynadır, önümüze konulmuş öz bilgidir. Var olanlara takılı kaldığımızda bunun adı öykünmek olur. 

Sağlıklı, mutlu günler dileriz. İyi okumalar… 

Şiir Sarnıcı Not 1: Alıntıların, tırnak içine alınması ve dipnotla sayfa altında açıklama yapılması yazar sorumluluğudur. İntihal; çağdaş toplumlarda çok ciddi bir suçtur. Alıntı dize veya metinlerin, yayın kurulu ile yayımcı gözünden kaçma olasılığı yüksektir. Dergimizi bilinçli ya da bilinçsiz bu duruma konu etmemek, yazar ve şairlerimizin sorumluluğudur. 

Şiir Sarnıcı Not 2: Blog sayfamız reklâmlara açıktı. Okumayı engellediği için kapattık. Sayfanızda reklam görünüyorsa sizin bilgisayar ya da telefonunuzdan kaynaklanıyordur.   

Şiir Sarnıcı Not 3: Nermin Aşıcı’ya ait “Saf Kız” isimli öykü, Şiir Sarnıcı’nın 8. sayısında yayımlanmıştır. Aynı öykü, yazarının izni olmadan ve yayım yeri belirtilmeden daha sonra başka bir dergide yayımlanmıştır. Şiir Sarnıcı'nda yayımlanan yapıtların, yazar ve şairinin izni olmadan başka bir yayın organında yayımlanmasını etik bulmuyoruz. Yazar/şairin izni olmak koşuluyla dergimizde yer alan her yapıt, başka bir yayın organında yer alabilir. Dergimizde yer alan yapıtlar, nerede yayımlanırsa yayımlansın ve nerede okunursa okunsun, yayın anlayışımız gereği bir kazanç görüyoruz. Ayrıca telif bağlayıcılığı olmayan her yapıt, daha önce her nerede yayımlanırsa yayımlansın, sanat değeri yüksekse, yazarının izni olduğu ve yayımlandığı yer belirtildiği sürece dergimizde yayımlanabilir.

Şiir Sarnıcı Not 4: Dergi  sayfalarını zenginleştirmek için, görsel sanatlara da yer vermek istiyoruz. Sanat değeri taşıdığını düşündüğümüz her görsel dergimizde yer alabilir. Resim ve fotoğraf sanatıyla uğraşan sanatseverlerin yapıtlarını bekliyoruz. Görseller, alttaki örnekte olduğu gibi, aynı sayfada yer alan metinden bağımsız olabilir. 

TÜRK YAZINI GELECEĞE NASIL HAZIRLANMALIDIR” KONULU SÖYLEŞİLER

Genel:

“Türk Yazını Geleceğe Nasıl Hazırlanmalıdır” konulu söyleşinin ilk bölümünü, yalnız çocuk yazınına ayırdık ve dergimizin 8. Sayısında yayımladık. 9. Sayıda; şiir, öykü ve romana yönelik sorularımız oldu. Söyleşimize; Hidayet Karakuş, Efdal Sevinçli, Oğuz Tümbaş ve Gülce Başer katıldılar.  

Şiir Sarnıcı olarak, Türk yazınının gelecekteki biçim ve biçemine katkısı olacak deneyimsel bilgileri gençlerin yararına sunmak, kuşağımızın en önemli ve değerli çabası olduğuna inanıyoruz. Amacımız; yazar veya şairi tanıtmak, sanat görüşünü ortaya koymak değildir. Yazınımızın geleceğine yönelik alınması gereken önlem veya yönelimleri ortaya çıkarabilmektir.

10. Sayıdaki Söyleşimize; Bâki Ayhan T., Aydın Şimşek, Tuğrul Keskin ve Özge Sönmez katıldılar. Şiir Sarnıcı olarak bilgi ve deneyimlerini okurlarımızla paylaştıkları için teşekkür ederiz.

 

Bâki Ayhan T.
“TÜRK YAZINI GELECEĞE NASIL HAZIRLANMALIDIR” KONULU SÖYLEŞİ

 Şiir Sarnıcı: Türk yazınına uzun yıllar emek verdiniz; deneyiminiz, birikiminiz ve öngörünüzle bize aktaracağınız bilgiler çok değerlidir. Öngörü ve birikiminizi, geleceğin kalemlerine ışık olması için aktarabilir misiniz? Söyleşiye başlamadan önce, okurların bilgi sahibi olması için, yaşam öykünüzden kısaca söz etmek ister misiniz?

Bâki Ayhan T.: 1969’da Adana’da doğdum. Lise yıllarımda başta Yeni Adana olmak üzere Adana’daki yerel gazetelerde ve İstanbul’un bazı dergilerinde şiirler yayımladım. İlk ciddi şiirim dediğim “Mandolinli Kız”ı lise sondayken kaleme almıştım. O şiir, Milliyet Sanat dergisinde, ardından da Milliyet Sanat Genç Şairler Antolojisinde yayımlandı. İlkgençlik yıllarımda Adana Sıtmagücü Kulübü’nde futbol oynadım, atletizmle biraz daha profesyonel uğraştım hatta çeşitli koşularda dereceler yaptım. Okulu sık sık asan, sinemalardan, park ve bahçelerden çıkmayan, Adana’nın cadde ve sokaklarında avare dolaşmaktan hoşlanan bir delikanlıydım. Bir ara müziğe merak sardım, sesim fena değildir, düğünlerde, belediye gazinosunda şarkı söyledim. Liseyi bitirdikten sonra Adana’ya ve oradaki hayatıma dair hemen her şeye veda ederek İstanbul’a geldim. Marmara Üniversitesinde Türk Dili ve Edebiyatı eğitimi aldım. Üniversite öğrenciliğim de lisedekinden farksızdı. O yıllarda (1985-1990) Kadıköy sinemalarında biletlerin zaman sınırı yoktu, sabah girer akşam çıkardınız. Haftanın bir iki gününü mutlaka sinemalarda geçirirdim. Mezuniyetten sonra bir süre öğretmenlik yaptım, sonrasına akademide karar kıldım, doktora, doçentlik derken birkaç sene önce profesör oldum. Şu anda aynı üniversitede ders veriyorum. Dönem dönem MSGSÜ, Yeditepe, Kadir Has vd. üniversitelerde de konuk öğretim üyesi olarak ders verdim. 1997-2004 yılları arasında şiir ağırlıklı edebiyat dergisi Budala’yı (27 sayı) çıkardım. Bu dergide 2003 yılı sonlarında “Soylu Yenilikçi Şiir” başlıklı manifestomu yayımladım. 2006-2011 yılları arasında YKY Şiir Yıllığı’nı hazırladım. Şiir ve yazılarımı çeşitli dergilerde yayımlamayı sürdürüyorum. Yazarken kâğıt ve kurşun veya dolma kalem kullanıyorum. Edebiyatın eğlenceli bir şey olduğu düşüncesine katılmıyor, trajik bir şey olduğuna inanıyorum. Edebiyat dünyasının gereğinden fazla kalabalık olduğunu düşünüyorum.

Şiir Sarnıcı: Öykü yazmak isteyen bir genç sanatseverimiz; nasıl bir yol izlemelidir ve kendisini neyle donatmalıdır ki kalıcı bir öykü kültürü oluşturabilsin çağına? Bugünün ve geleceğin yazınına katkı sağlamak için, bunca yıllık deneyimleriniz ışığında öykü ve öykü yazarı için neler söylemek istersiniz? Özellikle sizin ölçüt olarak ele aldığınız konular nelerdir? Bir öykücüye başka neler önerirsiniz? Öykü yazarı, gelecekte nasıl bir öykü anlayışıyla karşılaşacak? Değişime, dönüşüme ve gelişime uyum için ne yapmalıdır? Bu konuda öngörünüz nedir?

Bâki Ayhan T.: Öykü yazmayı biraz, şiir yazmaya benzetirim. Anlık bir etkiyle, epifani ile öykü yazmaya başlandığını düşünürüm. Düzenli çalışan, planlı mesai harcayan yazarlara da saygım var ama öyküde yazarın özgür bir ruhla çalışması gerektiği fikrindeyim. Başlangıçta yetenek yeterli olabilir ama süreç içinde donanım şart. Bunun için de hem klasiklerden hem de günümüz edebiyatından iyi seçilmiş kitaplar, metinler okumak lazım. Poe, O. Henry, Çehov, Maupassant, Turgenyev, Steinbeck, Ömer Seyfettin, Refik Halit, Sait Faik, Tomris Uyar, Oğuz Atay, Erdal Öz, Ferit Edgü gibi klasikleri sıkı okumalı. Günümüzden de Şule Gürbüz, Murat Yalçın, Özcan Karabulut, Mehmet Erte, Selçuk Orhan, Murat Gülsoy, Alper Beşe, Behçet Çelik, Yalçın Tosun, Sibel K. Türker, Türker Ayyıldız ve daha sayamadığım pek çok değerli öykücünün yapıtları yola yeni çıkanların başucunda olmalıdır…. Ve elbette öykü dergileri… Buradan tekrar başa döneyim: Yazarlığın ilk şartı atölye ruhundan uzak, bağımsız, ruhun derinlerinden gelen bir sezgiye, kişisel algıya, özel bir dünyaya sahip olmaktır. Bunu da en iyi, yazarın kendisi bilir, fark eder. Bu yoksa gerisi boş. Sıkı bir öykü okuruyum, arada karaladığım kısalı uzunlu öyküler de var (uzak geçmişte birkaçını Budala dergisinde yayımlamıştım), öykünün gelecekteki dünyasının klasiklere dönüş olacağını düşünüyorum. Hem teknik hem de insana bakış üzerinden…

Şiir Sarnıcı: Roman yazmak isteyen bir genç sanatseverimiz; nasıl bir yol izlemelidir, nasıl bir ön hazırlık yapmalıdır ve kendisini neyle donatmalıdır? Örneğin siz ne gibi bir ön hazırlık yapıyorsunuz? Yazarken özellikle dikkat ettiğiniz konular nelerdir? Yazarlara anahtar bilgi olarak ne söylemek istersiniz? Roman sanatı gelecekte nasıl şekillenebilir ve buna katkımız neler olabilir? Roman yazarı, gelecekte nasıl bir roman anlayışıyla karşılaşacaktır? Kendisini nasıl hazırlamalıdır?

Bâki Ayhan T.: Roman, çok ciddi bir donanım işi. Sıkı bir roman okuru olmama rağmen bu konuya girmek istemem, beni aşar. Belki şunu söylemeden geçemeyeceğim: Postmodern zihniyetten mümkün olduğunca kaçsınlar!

Şiir Sarnıcı: Bugünkü bilgi ve deneyiminizle baktığınızda, Türk şiirinin gelecekte nasıl bir şiir anlayışına ulaşacağını öngörüyorsunuz? Sizce yönelim nasıl bir şiire doğru gidiyor?

Bâki Ayhan T.: Şiirde son derecede yaratıcı, değişken, heyecanlı bir çevre var. Sürekli yeni bir şeyler peşinde olan gençler var. Doğrusu ben de 1990’larda öyleydim. Her yere, her şeye bakar, bir şeyler çıkarmaya çalışırdım. Onlarca dergi takip ederdim. Şiirimizin geçmişi ve bugünü nasılsa geleceği de öyle olacaktır. Şiirde lirik damara her zaman inandım ama bunu kutsallaştırmadım, deneysel girişimlerim oldu, lirik çizgi dışındaki şairleri de ilgiyle okudum, okuyorum. Benim klasiklerim sembolistler, modernlerim ise başta Edip Cansever olmak üzere İkinci Yeni şairleri, sürrealistler, fütüristlerdir. Genç arkadaşların, öncelikle, şairlik yeteneğiyle doğup doğmadıklarını merak ederim. Bunu da üç beş şiirlerini okuyunca anlarım. Öykü kısmında da değindim, türü ne olursa olsun öncelikle yetenek işidir, yaratıcılık işidir. Teknik bilgi, düzenleme, planlama vs. bunlar sonradan gelir. Türk şiiri, toplumcu gerçekçilikle lirik damarı beraber canlandıran bir yere doğru gidiyor. “İnsan” şiirde her zaman baş tacıdır, kelime oyunları, aşırı deneysellikler, şaşırtıcı taklalar vs. geride kalacak. Temel şartlardan biri de postmodernizm denen ara dönemi hızla tamamlayıp aynı hızla “yeni bir modernizm” yaratmaktır.

Şiir Sarnıcı: Şiir, varlık yapısıyla sanat alanlarının ekseninde bir yerde durur. Şiir sanatının, birikimsiz ve bir başkasının şiirine özenerek üstesinden gelinecek bir alan olmadığını, dil biliminden felsefeye kadar geniş bir bilgi ve kültür evrenine egemen olmak gerektiğini düşünüyoruz. Bu açıdan ele aldığımızda, gelecekte iyi bir şiir kültürü oluşturmak için şair kendisini nasıl hazırlamalıdır? Özellikle şiir yolculuğuna yeni çıkanlara ne önerirsiniz?

Bâki Ayhan T.: “Dil biliminden felsefeye kadar geniş bir bilgi ve kültür evrenine egemen olmak gerektiğini” ben de düşünürüm. Ama şunu da hesaba katmak, daha doğrusu akıldan çıkarmamak gerekiyor: Aşırı bilgilenme ve donanım şairliği öldürebilir. Mesela, felsefeye fazla kafayı takanların bir süre sonra şiire felsefeden koltuk değneği ayarlamaya çalıştıklarını görüyoruz. Nasıl ki gelenekten başka kaynak tanımayanlar da bir süre sonra vara vara Divan şiirine varıyorlar! Şairlik, özel bir haldir. Şiir bilgisi dediğimiz şey, içsel bir bilgidir. Evet, otuzundan sonra sadece yetenekle şiir yazılmaz, donanım lazım ama bunun dozunu da iyi ayarlamak gerekir. Şair, sahip olduğu her türlü bilgiyi şiirde “bilmezmiş, farkında değilmiş gibi” kullanır, sözcüklere çağrışım değeri yükleyerek bilgiyi malzeme yapar. Cemal Süreya’nın şiirlerinde sıkça gördüğümüz özel isimlerle ilgili bir makale yazdım geçenlerde ve gördüm ki Cemal Süreya kullandığı hemen her özel isme (Nietzsche, Marilyn Monroe, Mimar Sinan, Einstein…) adeta özel ad değil de mecazmış gibi yaklaşıyor. Böylelikle şiir tadını kaybetmiyor, malumatfuruşluğa düşmüyor. Benzeri bir durum Ece Ayhan’da da var. Sadece ansiklopedik bilgi için değil poetik bilgi için de durum böyledir. Şairlik, bu… Yanı sıra “şiir kültürü” oluşturabilmek için şairlerin sıkı yazılar yazması da iyi olur. Poetik yazılar… Haşim’in “Şiir Hakkında Mülahazalar”, Cemal Süreya’nın “Folklor Şiire Düşman”, Turgut Uyar’ın “Çıkmazın Güzelliği”, Edip Cansever’in “Tek Sesli Şiirden Çok Sesli Şiire” vd. yazıları gibi poetik denemelerden söz ediyorum. Yetenek şiirde, donanım yazıda görülür. Yola yeni çıkanlara bu iki çizgiyi atbaşı sürdürmelerini öneririm. Bir de, elbette günceli de takip etsinler ama, güncelden ziyade 1920-2000 arası şiirin aşamalarını yaratan şairlere daha çok baksınlar. Güncel, bazen, zaman kaybından başka bir şey değildir. Zamanı iyi seçtiğimiz yapıtlara, isimlere harcayalım, zamanımızı kötü yapıtlara, kötü şairlere, kötü dergilere harcatmayalım. Bu yetmez ve esasen genç şair, şiir dışı alanlarla da içli dışlı olmalıdır. Şair; sinema, müzik, tiyatro, resim, heykel, mimari vs. gibi sanatlarla ne kadar ilgilenirse yaratıcı gücünün geliştiğini görecek, şairin ufku açılacaktır. Bol bol roman ve öykü okumayı da ihmal etmemek lazım. İstatistik tutmadım ama izlediğim film sayısı okuduğum kitap sayısından fazladır. Okuduğum roman sayısı da şiir kitabından fazladır! Şiirlerimi, biraz da şiir dışı alanlara olan merakıma borçluyum. Geçenlerde Dorian Gray’in Portresi’ni on yıl aradan sonra tekrar okudum, acayip şiirler yazdırdı bana. Her sayfasında yaşam deneyimi dediğimiz şeyin parlak yansımaları var. Hermann Hesse’in Demian’ını, Murat Yalçın’ın Şen Saat’ini, Murat Gülsoy’un Nisyan’ını okuduğumda da benzeri durumları yaşamıştım. Bana, edebiyata dair değil, hayata dair bir şeyler söyledi bu yapıtlar. Aynı şeyi Sis, Kurtların Kardeşliği, Stalker, Jakten, Hayallerim Aşkım ve Sen, Geçen Yaz Aniden gibi filmler için de söyleyebilirim.

Şiir Sarnıcı: Her sistemin amacı, kendini bir adım daha öteye götürmek ve geleceğini garanti altına almaktır. Bu bağlamda düşündüğümüzde, şiirin de böyle bir amacı olmalıdır. Şiir Kültürünün gelecek kuşaklara sağlıklı bir şekilde aktarımı için neler yapılmalıdır?

Bâki Ayhan T.: Piyasada ve akademide oluşturulup devam ettirilen şiir kültürü havuzları var. Eskiden, bu havuzlar arasında su sızmaz bölmeler vardı. Şimdilerde zaman zaman sızmalar oluyor, akademi güncelin takibine eskisinden daha hevesli. Bu iyi bir şey… 2006 tarihli Türk Şiirinde 1980 Kuşağı adlı çalışmam, bir işaret fişeği ve kilometre taşı oldu, onun açtığı yoldan, yaşayan edebiyatla yakından ilgili çalışmalar yapılmaya başlandı. Yetmez! Yaşayan edebiyatla akademi arasındaki duvarlar tamamen yıkılmalı, şiir kültürü havuzu ortak çabalarla oluşturulmalıdır. Birikimin gelecek kuşaklara ulaştırılmasının yollarından bir başkası da reel veya sanal şiir kütüphaneleridir. Her ilde, oranın toprağından suyundan beslenmiş şairler bir araya gelip şiir kütüphanesi kurarlarsa sonraki kuşağa büyük iyilik etmiş olurlar.

Şiir Sarnıcı: Kütüphane, oldukça güzel bir düşünce Hocam. Bunun yanında, Türk şiiri geleceğe hazırlanırken, şairin üzerine düşen görevler nedir? Bu konuda siz nelerin yapılmasını önerirsiniz?

Bâki Ayhan T.: Şairlere görev yüklemeye gerek yok. İyi şairler zaten kendiliklerinden, durumdan vazife çıkararak iyi yapıtlar ortaya koyarlar, koyuyorlar. Şiirin geleceğe hazırlanışında şairden çok eleştirmene, yayıncıya, kütüphaneciye, okura, izlerçevreye görev yüklemek gerek. Türk şiiri, her dönemde temsil yeteneği olan birkaç iyi şair çıkarıyor. Şairde sorun yok. Yeter ki izlerçevre de işini düzgün yapsın.

Şiir Sarnıcı: Roman, öykü veya şiir konusunda, önemli gördüğünüz ve okurlarımıza iletmek istediğiniz düşünceleriniz nelerdir?

Bâki Ayhan T.: Az önce, ilgili kısımlarda düşüncelerimi aktardım. Her üç türde de iyi şeyler ortaya koyabilmek için önce yetenek, sonra da onu geliştirecek donanım şart. Şairler, evet, yanlış değil, “bilmeden yapan” kişilerdir ama bu bir noktaya kadar yeterli olur. Seçici bir okur olmak bu işin ikinci adımı. Klasikler, modernler, günceller… İyi beslenme şart.

Şiir Sarnıcı: Bu söyleşide, Türk yazını geleceğe taşıyacak çok değerli bilgiler aktardınız. Şiir Sarnıcı ve dergi gönüllü temsilcileri adına çok teşekkür ederim.

Bâki Ayhan T.: Ben teşekkür ederim. Şiirle kalalım…

 

Uğur Olgar
ERGUVAN TÜVEYÇLİ ÇİÇEKLER

 
Hangi suyu koşturduysam denize, kurumaya durdu
göz yaşlarımdan önce, ben yaşlıca bir adamım iskemlenin üstünde
yere düşmeden şiirler biriktirmeye çalışan bir ölü arşivi
 
Ama sen de çok küçüksün be paslı çivim, beynime
çakılmayacak kadar bihabersin dünya ahvâlinden,
demlerinden çaylarla kendini beğenmiş bayların.
 
Ne zaman dokunsam saate, geri aldı kendini İsa’dan önceye
korkar oldum mahşerdeki dört atlının ayak seslerinden
kapattım penceremi sen bir çakıl taşı atıncaya kadar.
 
En çok sana vurgunum halkalı gezegen, soğuduğumda
sen geldin sanıyorum kutup başlarınla, sonra da öyle bir
donuyorum ki dilimin ucundan, çözülünce anlaşılacak
galiz küfürler ediyorum yaşanmaz hâle getiren herkese
geldiğime pişman olduğum dünyayı.
 
Bir Bizanslı gibi şiirleri sarnıçlardan çekiyorum kovayla
Sonra da kana kana içiyorum su ile şarap karıştırarak.
 
Oysa yola söylemiştim, çok uzak bir yolcu olduğumu,
sıkılırsın, yorulursun demiştim taşımaktan ayaklarımı,
dinlemekten baygın yatan eski aşklarımın âvazlarını.
 
İkimiz de aynı saptayız ve saftayız, biri koparırsa seni
ben de kopuyorum kendimden, çok şeyden, her şeyden,
ama senden  kopamıyor erguvan tüveyçli çiçekler.
 
Hangi düşü yarıda bırakıp uyandıysam uzun uykulardan
intikamı korkunç oldu ardından gelen kısa gecelikli gecelerin.


Aydın Şimşek
“TÜRK YAZINI GELECEĞE NASIL HAZIRLANMALIDIR” KONULU SÖYLEŞİ

Şiir Sarnıcı: Hocam, Türk yazınına uzun yıllar emek verdiniz; deneyiminiz, birikiminiz ve öngörünüzle bize aktaracağınız bilgiler çok değerlidir. Öngörü ve birikiminizi, geleceğin kalemlerine ışık olması için aktarabilir misiniz? Öncelikle, okurların bilgi sahibi olması için, yaşam öykünüzden kısaca söz etmek ister misiniz?


Aydın Şimşek: 
Yaklaşık 40 yıldır bir okuryazar olarak edebiyat disiplini içerisinde şiir, roman, deneme yazan, edebiyatın sorunları üzerine kavramsal ve kuramsal düşünceler üreten birisiyim. 9 şiir kitabı, 1 roman, 5 kuram kitabı ve onlarca ortak çalışma…

Şiir Sarnıcı: Roman, öykü ve şiir konusunda deneyimli bir sanatçımızsınız. Aynı zamanda yayım işiyle uğraştığınızdan farklı tür ve biçimde elinizin altından fazla kitap geçmektedir. Bunlar, doğal olarak bir birikim oluşturmaktadır. İlerideki sorular genel olmakla birlikte sizin roman şiir ve öykü hakkında görüş ve önerilerinizle ilgili olacak. Roman, öykü ve şiirinizde, sizce belirgin noktalar nelerdir? Yazın sanatına bakışınızı nasıl tanımlarsınız?  Örneğin bir şiiri yazarken özellikle nelere dikkat edersiniz? Genç okurlarımıza öneriniz ne olur?

Aydın Şimşek: Bu çok katmanlı, iç içe geçmiş olan sorununuza genel bir yanıt verecek olursam; özelde sanatın genelde edebiyatın öncelikle işlevinin bize şaşırma yetimizi yeniden kazandırmak olduğunu düşünmüşümdür. Eğer bir birey, bir toplum, şaşırma yetisini yitirmişse o birey o toplum kültürel olarak ya ölüdür ya da ölmek üzeredir. İşte sanat, akışın arasına girerek bize yeni bir bakış açısı duyumsatır. Bu nedenle benim kurmaca disiplini üzerine (Roman, öykü gibi) yaklaşımımda önemli olan, kurmacanın sadece hayatı anlatmakla sınırlı olamayacağıdır. Aynı zamanda kurmaca hayatı öngörür. Olmayan ama olabileceklere de düşünsel-sezgisel bir alanda çalışarak, yaklaşmaya cabalar. Bu durum ise yazarın daha ilk andan itibaren kesinlemelerden uzak tutar. Gerçekle, kurmaca gerçek arasındaki gerilimde kalan yazar, hep aynı şeyi söyleyenlerle hep aynı şeyi duymak isteyenlerin ortalamasına teslim olmamalıdır. Sıradanlık ya da inkâr toplumunun sanat karşısındaki tutunduğu temel tavır, sanatı ortalama bir şey olarak görmesidir. İşte tam da bu nedenle, yerleşik ve kabul edilmiş olan söyleme, “yazar, yapıt ve okur” birlikteliğine baş kaldırmalıdır kurmaca. Böyle bir saçayağı yazarın geleceği okuma çabasının önündeki en ciddi sorunlardan birisi olarak duruyor. Çok açıkça -epeyce önce söylediğim- şeyi tekrarlamak isterim: Okur, yazar için ölü bir şeydir ve okurun yararına bir yapıt ancak okur yok sayılarak kurulabilir. Daha net bir ifadeyle; yapıtın oluşumu sırasında yazarla yapıtın arasına okur giremez, girmemelidir. Yapıt bitip yayımlandıktan sonra da bu kez yapıtla okurun arasına yazar giremez, girmemelidir. Kurmaca yapıtların karanlık noktaları daima o yapıtın ömrünü uzatmıştır. Bu nedenle didaktik, her şeyi okura söylemek isteyen bir dil kurmaca dili değil de meselin, anlatıcının dili olabilir. Yazar bir anlatıcı değildir şüphesiz. Yazar kurmaca metinlerde, metnin boşluğunda ömrünü uzatır.

Şiir yazarken nelere dikkat ettiğime gelince; bu soruya genç okurlara bir önermede bulunmak için yanıt veremem. Olsa olsa kendimle bir konuşma olabilir söyleyeceğim her şey. Öyleyse, “bence” diye başlayıp, “bence” diye bitireceğim bu cümlelerin sadece kendime bir yararı olacaktır.

Şiirimin iki odağı var. İlki kendiliğinden gelen. Ben de töz olarak var olduğunu duyumsadığım (kimileri buna yetenek, ilham vs. gibi tuhaf adlar da takıyor) ancak nasıl, hangi nedenle ortaya çıkacağını kestiremediğim, daha dorusu bilmediğim bir şey. Şeyler dünyasını oluşturan “şeyler” ilk dizeye dönüştüğünde ya da düşünsel alana temas edip bir biçimde dizeye dönüştüğünde süreç başlamış oluyor… Diğeri de bile isteye, önce düşüncemde olgunlaştırıp sonra da şiire dönüştürdüğüm ve daha çok da aklın, şiir bilgisinin hâkim olduğu “şiir kurma” süreci. Bu birbirinden nedenselliğiyle de ayrı gibi duran ortaya çıkışın ortak paydası ise “şiire çalışmak” oluyor. İster şeyler dünyasından çıkıp gelsin ister akıl sınırları içinde kurulsun her iki durumda da yapmaya-yazmaya çalıştığımın “şiir” olarak sonuçlanması epeyce bir zaman alıyor.

Şiirin dilini bulmak ve kurmak, söylemek istediğimi özgürce taşıyacak bir biçim yaratmak, sezgisel olana alan açmak ama içerikte de olgun bir seslenişte bulunmak… Yoğun müzikten şiiri uzak tutmak ama bağlantı halinde olduğu diğer disiplinlerden de tamamen koparmamak… Daha onlarca ayrıntıda çalışmak çalışmak… Şiirimi kurarken yaptıklarımın bir kısmı bunlar…

Şiir Sarnıcı: Roman yazmak isteyen bir genç sanatseverimiz; nasıl bir yol izlemelidir, nasıl bir ön hazırlık yapmalıdır ve kendisini neyle donatmalıdır? Örneğin siz ne gibi bir ön hazırlık yapıyorsunuz? Yazarken özellikle dikkat ettiğiniz konular nelerdir? Yazarlara anahtar bilgi olarak ne söylemek istersiniz? Roman sanatı gelecekte nasıl şekillenebilir ve buna katkımız neler olabilir? Roman yazarı, gelecekte nasıl bir roman anlayışıyla karşılaşacaktır? Kendisini nasıl hazırlamalıdır?

Aydın Şimşek: Roman oldukça karmaşık bir süreç içeriyor gibi gelir bana.  Önce bir romanı zihninde taşımak gerekiyor. Bu bazen uzun yılları da alabilir. Yazılmak istenilen romanın katmanları, bağlantıları, nereden nereye uzanacağı, hangi zaman diliminde ya da dilimlerinde süreceğini planlamak… Sonra da o romanın diline karar vermek… Anlatıcı ya da anlatıcıların rollerinin roman karakterlerinin ve kahramanların rolleri kadar önemli olduğunu gözden kaçırmamak…

Ve elbette bir romanı zihninde yeterince taşıyıp, yeterince olgunlaştırdığını düşünerek işe koyulan yazarın önemli sorunlarından birisi de, metin ilerledikçe, metnin yazarı yönlendirmeye başlamasıdır. Yazar uzun süre kafasında kusursuzca planladığı romanın kimi süreçlerinde, metin tarafından başka yollara doğru sürüklenir. Yazarın neredeyse tüm disiplini metin tarafından ele geçirilebilir. Bazen hiç düşünülmemiş olaylar, mekânlar, kimi tuhaf karakterler gelip metnin içine yerleşir ve kendini var kılması için yazara dayatır, bazen de yazarın asıl karaktere uygun gördüğü kişiliği beğenmez karakter. Yazara duygusal baskı yaparak kendisi için biçtiği rolleri değiştirmesini vs. talep edebilir yazardan. Bütün bu süreçte yazarın iki yönsemesi vardır. Ya kesinlikli bir tutum. Dışarıdan, uğultular arasından gelip metne girmeye, metnin akışını etkilemeye çalışan duygu-düşünce dizilimine set kurar, onlara izin vermez ve planladığı gibi başlayıp planladığı gibi bitirir romanını. Giriş, gelişme, sonuç gibi sıralı örgüye dayanarak yazmak istediğini güvence altında tutmaya çalışır. Ya da tam tersini yönelir; metin onca sürprizin içinden geçerek ortaya çıkar. Ben her zaman ikinciyle birlikte çalıştım. Rastlantılarla ilerlemeyi, planlamadığım maceralara beni davet eden metne dahil olmayı severim. Bazen yazdığım metinde hangi imgenin gerçeğe, hangi imgenin ise kurguya ait olduğu silikleşir. Belki de Duras’ın dediği gibi; “İnsan içinde bir yabancıyı barındırır. Yazmak işte o yabancıya ulaşmaktır…” Bu yabancının metne neler getireceğine açık olan bir yazarım ben.

Şiir Sarnıcı: Öykü yazmak isteyen bir genç sanatseverimiz; nasıl bir yol izlemelidir ve kendisini neyle donatmalıdır ki kalıcı bir öykü kültürü oluşturabilsin çağına? Bugünün ve geleceğin yazınına katkı sağlamak için, bunca yıllık deneyimleriniz ışığında öykü ve öykü yazarı için neler söylemek istersiniz? Özellikle sizin ölçüt olarak dikkat ettiğiniz konular nelerdir? Bir öykücüye başka neler önerirsiniz?

Aydın Şimşek: Öykü disiplini de diğer türler gibi kendine özgü süreçlerde oluşuyor. İyi bir öykü yazarı daha yolun başında, “bir öyküyü kuran ana unsurun, metne giren kelimeler, cümleler değil metnin dışında tutulan kelimeler, cümleler” olduğunu bilir. Bu yüzden öykü anlatmaz sezdirir, göstermez izler bırakır, yanıt vermez yürür gider. Öykü yazarını bekleyen en büyük tehlike, öykü dilinde giderek daha sık rastladığımız didaktizmdir. Öykücü kendisini bir öğretici, sorunları çözücü, mutlak doğruları olarak gören birisine dönüşmesidir. Oysa öykü içerik zamanı kısa, fiziki zamanı kısa ama psikolojik zamanı derin ve uzun olan bir anlatıdır. Böylesi bir disipline davet edilen yazar, eğer öykü yazarı olma iddiasındaysa, ideal bir dünyayı anlatmaktan uzak durmalıdır. Bazen hızı yavaşlatmayı, bazen de hızdan daha hızlı hareket etmeyi elinde tutan öykü, aklımızın sınırlarında oluştuğu kadar, sınırların dışına sıklıkla çıkar. Rollo May’in deyimiyle; “geleceğe doğru yaşamak, bilinmeyene doğru sıçramak” öyküye en çok yakışan içeriktir. Öykü yazarı okur için düşünmez, okuru bilgisinde sınırlamaz ve dahası kendisini dayatmaz. Okura olasılıklar açar, olmayan ama olabilecekleri duyumsatır.

Tüm yazınsal disiplinler için neredeyse ilk kural olan okur olma hali, öyküde “okuryazar olma” haline dönüşür.

Şiir Sarnıcı: Bugünkü bilgi ve deneyiminizle baktığınızda, Türk şiirinin gelecekte nasıl bir şiir anlayışına ulaşacağını öngörüyorsunuz? Sizce yönelim nasıl bir şiire doğru gidiyor?

Aydın Şimşek: Bunu kesinlemelerle söylememiz mümkün değil. Ekonomi, estetiğin bütün birikimini ele geçirdi ve günümüzde de bu birikimi istediği gibi yönetiyor. O nedenle şiirimizdeki bireysel gibi görünen eğilimler, aslında yönlendirilmiş ve yapılandırılmış toplum ya da sanat bilinçaltında şekillendiriliyor. Yapılandırılmış bellek giderek “birey” olma kavramının değerlerini erozyona uğratıp, onun yerini alıyor. Şiir de “bireysel” olması gerekliliğine ilişkilliğini bu örtük işgalde kaybediyor. Şiirde semboller ve sembolik söylemler çoğalıyor, semboller çoğaldıkça da çeşitlilik azalıyor. Ortada zengin ve çeşitliliği artmış bir şiir olduğu söylense de yazılan şiirde kesişme noktaları hem içerik hem dil hem de biçim olarak çok fazla.

Bir de şimdi Alfa kuşağı geliyor. Yüksek dijitalle donanmış ve ölmeyeceğine inanan bir kuşak bu. 2013 yılında doğmuş ve 2030 yılına kadar doğacak olanlara verilen bir adlandırma. Ancak kuşak geçirgenliğinin arası bunca daralmışken ara formlar görmemiz de mümkün. O nedenle şiirin geleceği konusunda dün söylenenler nasıl yetersiz kaldıysa bugün söylenenler de gelecek için kalıcı olamaz. Kimisi haz alanı, kimisi iletişim bildirişim alanı, kimisi acı çeken beden ve ruhun sağaltılması, kimisi düşünsel çalışma alanı, kimisi salt dil derinliği, kimisi de dili reddetme alanı olarak şiire yaklaşabilir. Önemli olan yazılanın şiir olmasıdır. Peki bunun ölçütünü kim koyacak? Gelenek mi, bugün mü yoksa gelecek mi?

İyisi mi şiiri kendi haline bırakmak diyeceğim ama itirazlar yükselecektir… Öyleyse şairi kendi haline bırakalım, bildiğiyle yaptığıyla nasılsa öyledir…

Şiir Sarnıcı: Şiir, varlık yapısıyla sanat alanlarının ekseninde bir yerde durur. Şiir sanatının, birikimsiz ve bir başkasının şiirine özenerek üstesinden gelinecek bir alan olmadığını, dil biliminden felsefeye kadar geniş bir bilgi ve kültür evrenine egemen olmak gerektiğini düşünüyoruz. Bu açıdan ele aldığımızda, gelecekte iyi bir şiir kültürü oluşturmak için şair kendisini nasıl hazırlamalıdır? Özellikle şiir yolculuğuna yeni çıkanlara ne önerirsiniz?

Aydın Şimşek: Şair de kaçınılmaz olarak şiir bilgisine yönelirken bir yandan gelenekle ilişkilenir, oradaki birikimi ve evreleri kavrar; sonra da geleneğe rağmen bir adım atar. Geleneğe rağmen bir adım atmanın zorluğu sanırım algılanabilir. Göze alınan şey düşünüldüğünde bunu göğüsleyebilmek için şairin bir tezi, yeni bir önermesi olması gerekir. Dili oluşturan nesnel dünya onca şeyden oluşmuşken ve oluşmaya da devam ederken, şair bütün bu dünyanın ayrıntılarını dille (şiir diliyle) inşa ederken, salt sezgisiyle bunu gerçekleştiremez. O nedenle bu dil-bilinç ilişkisi kaçınılmazdır. Öyleyse şair kaçınılmaz olarak çok katmanlı, çok renkli dünyanın içinde, kaybolmamak için diğer kültür disiplinlerinden yoğunluğuna yararlanmalıdır.

Şiir Sarnıcı: Her sistemin amacı, kendini bir adım daha öteye götürmek ve geleceğini garanti altına almaktır. Bu bağlamda düşündüğümüzde, şiirin de böyle bir amacı olmalıdır. Şiir Kültürünün gelecek kuşaklara sağlıklı bir şekilde aktarımı için neler yapılmalıdır?

Aydın Şimşek: Bence şiirin böyle bir amacı yoktur fakat belli şiir anlayışı içinde bir araya gelmiş ya da bir manifesto oluşturarak ideolojik-estetik duruşuyla dünyayı kavrayan-kuran şairlerin elbette ki böyle bir derdi olacaktır. Çoğu zaman da dönemseldir bu çabalar ve değerlidir. Ama şiirin geleceğini güvence altına almak diye bir şey olmaz; olsa olsa şiir birikimine katılmaz, katkı yapmak diye adlandırabiliriz bu durumu.

Tabi bu birikimlerin sonraya aktarılmasının şartları ve araçları da her dönem kendine özgü oluyor. Bir dönem bunu sözlü kültür aktarıcıları yaparken, modernizmle birlikte daha çok yazılı kültür özneleri yapıyor. Günümüzde ise hem yazılı kültür bunu üstlenmiş hem de yeni gelmekte olan dijital ortam gerçekleştiriyor.

Yakın zamanda sanat öznesi “gerçekleştirmediği” sanat nesnesini, önümüze estetik değer olarak koyacak. Yani hiçbir şeyden oluşan yapıtlarla karşılaşacağımız günler oldukça yakın. Ve estetik değeri, varolan sanat objesi üzerinden değil de “varsayılan” üzerinden tartışacağımız bir sürece girerken, bu alanlara da kafa yormamız oldukça önemli gözüküyor.

Şiir Sarnıcı: Türk şiiri geleceğe hazırlanırken, şairin üzerine düşen görevler nedir? Bu konuda siz nelerin yapılmasını önerirsiniz?

Aydın Şimşek: Bize rağmen olanlar karşısında alacağımız tavır belirleyicidir, diye düşünüyorum. Öyleyse bize rağmen olanlara (anlamıyorum, anlamlı bulmuyorum, bunlar da ne gibi öteleyici bir tutum yerine) yüzümüzü dönmeli, onları kavramalı ve içeriğine müdahale edebilmeliyiz. Yoksa zamanın ruhu bir silindirdir, kendini kavramayanı kendi dışına çıkarır.

Şiir Sarnıcı: Roman, öykü veya şiir konusunda, önemli gördüğünüz ve okurlarımıza iletmek istediğiniz başka düşünceleriniz varsa aktarır mısınız?

Aydın Şimşek: Tekli kuşak çatışmasından çoklu kuşak çatışmasına geçilmişken ve tüm dünyada yeni bir yönetme biçimi olarak ortaya çıkan “baskılayıcı tolerans” altındayken, hepimiz ama hepimiz (yazar olalım olmayalım, kültürün ilerleme dinamiklerine inanıyorsak) eleştirel akla her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Bunu gerçekleştirmenin ise iki yolu var; ilki okuryazar olmaksa ikincisi hayatın içine karışmaktır.

Şiir Sarnıcı: Bu söyleşide, Türk yazını geleceğe taşıyacak çok değerli bilgiler aktardınız. Şiir Sarnıcı ve dergi gönüllü temsilcileri adına çok teşekkür ederim.

Aydın Şimşek: Ben birlikte olmanın sahiciliğiyle şiir sarnıcına ve emeği geçenlere teşekkür ederim.

 


Gülsüm Işıldar
BETON TESETTÜR

 
Dönüp dönüp vuruyor,
Ardıma düşen gölgemi
Yalnızlığımın
Beton kusan kentleri…
 
Hiçbir yere götürmüyor
Yüzünden soru işaretleri
Dökülen tabela,
Ülkemin belleğini
Öğüten kar/anlık,
Açmıyor çaput dilekli
Beton tesettürlü saçlarını…
 
Önce yokuşlar sarıp ayaklarıma
Tökezletiyor iki basamak aşk
Sonra, şehlâ hevesli hırkalar örüp
İhanetler yüklüyor uçan halıya…
 
Cari hesaplarla açılan kapılardan
Dönüştürülebilen ilişkiler sızıyor
Sacayağı dengeleri telinde oynatan aşk
Bir bir silkeliyor cambazlarını…
 

Tuğrul Keskin
“TÜRK YAZINI GELECEĞE NASIL HAZIRLANMALIDIR” KONULU SÖYLEŞİ

 Şiir Sarnıcı: Hocam, Türk yazınına uzun yıllar emek verdiniz; deneyiminiz, birikiminiz ve öngörünüzle bize aktaracağınız bilgiler çok değerlidir. Öngörü ve birikiminizi, geleceğin kalemlerine ışık olması için aktarmak istiyoruz. Öncelikle, okurlarımız yaşam öykünüzü bilmek isterler. Bunu size sormak yerine yaşam öykünüzle ilgili ayrıntılı bir çalışmadan alıntı yapalım isterim. 

Tuğrul Keskin: Kendimi anlatmak yerine Dr. Serap Hanım’ın araştırmasında yararlanırsak daha iyi olur kanısındayım.

Dr. Serap Aslan Cobutoğlu’nun kaleminden Tuğrul Keskin


 “Iğdır’ın Aralık ilçesinde Muhterem Hanım ile Kahraman Efendi’nin çocukları olarak dünyaya geldi (Keskin, 2004). Güvenilir, sözüne sadık, çevresinde sevilip sayılan bir babanın oğlu olan Keskin’in dedesi, doğduğu yerlerin türkü, şarkı (mahnı), masal(nağıl)larını ve hikâyelerini anlatan önemli bir anlatıcı idi. Keskin’in kardeşleri yörede tanınan ozanlar arasında olmakla birlikte büyük amcası Famil Filiz de Iğdır yöresinde bilinen, sevilen, hoşsohbet, nüktedan bir ozandır (Esinti, 2017).

İlkokulu Aralık İlkokulu’nda (1967-1971) okudu. Orta eğitimine Aralık Ortaokulu’nda başladı, ancak 1973’te İzmir’e taşınmaları nedeniyle eğitimini İzmir Sıdıka Rodop Ortaokulu’nda (1973-1976) tamamladı. Liseyi ise İzmir Atatürk Ticaret Lisesi’nde okudu (1977). Çocukluğunda konservatuvar okumak isteyen Keskin, Muğla İşletme Yüksek Okulu’nu yarıda bırakarak çeşitli işletmelerde yöneticilik yaptı ve Manisa’da ticaretle uğraştı (Işık, 2007: 2158). 1978 yılının Aralık ayında bir eylemden dolayı tutuklandı ve 1979 yılının Mayıs ayı sonunda bırakıldı. Gençlik yıllarında aralıklarla üç gün, beş gün, on gün tutukluluk halleri oldu. 1992 yılında mimar Müge Hanım’la evlendi. Bu evlilikten Aras Nehir adını verdikleri bir kız çocuğu oldu. İlk eşinden ayrıldıktan sonra 2011’de Dr. Hatice Şimşek’le hayatını birleştiren Keskin’in bu evlilikten de Asya Şiir adını verdikleri bir kız çocuğu dünyaya geldi (esinti, 2017).

1982’de Körfez Dergisi ve 1989’a kadar Broy Dergisi ekibi içinde yer aldı. 1990’da Piya Yayınları’nın kurucuları arasında, 1990’dan 2004’e kadar Ütopiya ve Kunduz Düşleri adlı dergileri çıkaran ekibin içinde yer aldı. Günlük olarak yayınlanan Sol Gazete’de bir yıl kültür/politika ilişkileri üstünden yazılar yazdı. 1988’de aralarında Veysel Çolak, Seyit Nezir (Muammer Akça), Metin Cengiz, Hüseyin Haydar’ın da bulunduğu isimlerle birlikte “Yeni insanı, bireyi merkeze alan, insanı önceleyen bir şiirden, ulusal, yerli bir şiirden, kapitalizme karşı bir şiirden, barışı önceleyen, dilin yeni yorumlanmasından, şiirin evrenselliğinden, şiirin bir yapı, biçim ve biçem sorunu olduğundan söz eden” ve Türk şiirine yeni olanaklar sunan Yeni Bütüncü Şiirin Manifestosu’nu yayımladı (Mühür, 2015: 34).

1991’de “Farklı pratiklerin bileşenlerinin sisteme karşı bir duruş olması umudunu taşıyan, her gün her yerde örgütlenen egemenlikçi kavrama biçimlerinin bütününe bir karşı duruş” olması görüşünden hareketle Sanat Hareketi Düşüncesi (SHD) metnini sanatın farklı disiplinlerinden “yirmi bir” arkadaşıyla birlikte yayımladı. 2004 yılında Dikili Emek Şenlikleri’nin organizasyonunu üstlendi ve gerçekleştirdi. 2006’dan beri Salihli’de yapılmakta olan Salihli Şiir İkindileri’nin editörlüğünü üstlendi. Bir süre İzmir Balçova Belediyesi Sanat ve Kültür Koordinasyonu’nu yürüttü. Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS), Edebiyatçılar Derneği, Dil Derneği ve Uluslararası Yazarlar Birliği PEN Türkiye üyesidir. Asıl adı Ertuğrul Keskin olan Tuğrul Keskin, şiirlerinde Azer Tuğrul Keskin, A. Tuğrul Keskin imzalarını kullandı. Şiir kitaplarının yanı sıra şairin kendi sesinden Eski’ten adlı bir şiir albümü ve Murat Mengirkaon tarafından şiirlerinden bestelenerek yapılmış bir müzik albümü bulunmaktadır (Mühür, 2015: 34-35).

Doğup büyüdüğü Aralık ve Iğdır’da ozanlar arasında yetişen Keskin, şiir yazmaya 1980 öncesinde başladı, ancak yoğun olarak şiirle uğraşması 1981 sonrasına denk geldi (Kuyumcu, 1998: 6). Kendi ifadesiyle Aralık ilçesinde “aralıkta bir hayat” yaşayan Keskin’in, şiir serüveni de çocuklukla büyüklük, düşle gerçek aralığında geçti (İşgören, 2015: 56-57). İlk şiirlerini Yaba ve Yeni Olgu dergilerinde yayımladı. Sonraki yıllarda yazı ve şiirleri Türkiye Yazıları, Dönemeç, Ortaklaşa, Yamaç, Yarın, E, Yeni Biçem, Edebiyat ve Eleştiri, Papirüs, Ötekisiz, Kum, Düşe-Yazma, Agora, Ünlem, Gediz, Dize, Üç Nokta, Yasak meyve, Deniz Suyu Kâsesi, Deliler Teknesi, Mühür, Sincan İstasyonu, Varlık gibi dergilerde yayımlandı. İlk şiir kitabı 1985’te Bir Suyun Kıyısında adıyla yayımlandı. 1980 öncesindeki duyarlılık ile 1985’e kadar geçen zaman içindeki dünyayı algılama biçimine karşılık gelen bu şiirleri Keskin, 1980 sonrası kaçışların, yok oluşların, soruların, ünlemlerin şiiri olarak tanımladı (Kuyumcu, 1998: 6). Bu kitabı 1988’de Kırılan Kar Sesi izledi. Kırılan Kar Sesi’nde de yer yer ilk şiir kitabındaki izlekler devam etti. Bu şiirlerde kaybolan, ölen arkadaşlar, intihar, aşksızlık, hızla yitip giden çocukluk, gençlik, durmadan kaybeden, asla kazanamayan insanların iç bunaltan burukluğu, ölüm duygusu gibi temalar dikkat çekti. Şairin kendisi de “biraz ürkek, çokça kederli” diye nitelediği bu dönem şiirlerini, genç bir adamın şiirlerinden ziyade orta yaşını geçmiş bir adamın şiirlerine yakın buldu (İşgören, 2015: 57).

İlk iki kitabın ardından 1990’da tarihteki ilk materyalist isyan olarak nitelendirdiği Babek’in hikâyesini şiir düzleminde anlattığı Babek’i yayımladı. Bu anlatımda şaire çocukluğunda çevresinden ve ailesinden dinlediği destandan aklında kalanlar eşlik etti. Ardından 1994’te Tacir ve Cinayet, 1999’da İpekler Çoğaltmaya, 2004’te Zifir, aynı yıl Solgun, 2005’te Eski’ten, yine 2005’te Babek Bir İsyan ve 2009’da Kanda’har yayımlandı. Solgun, Bir Suyun Kıyısında ile Kırılan Kar Sesi adlı kitapların, Eski’ten, İpekler Çoğaltmaya ile Tacir ve Cinayet adlı kitapların birleştirilerek yeniden düzenlenmesi ile oluşturuldu. Babek Bir İsyan ise Babek’in bilgi ve şiir anlamında genişletilmiş yeni baskısı olarak hazırlandı. 2013’te seçilmiş şiirlerinden oluşan Soğuk Yara’yı yayımlayan Keskin’in, 2014’te Zito i Epanastasis ve son olarak 2018’de Kavil adlı şiir kitapları yayımlandı. Deneme türündeki ilk eserini ise Sussam Gönül Razı Değil adıyla 2019’da yayımladı. Keskin, 1990’da Dokuz Eylül Şiir Ödülü’ne, Zifir adlı şiir kitabı ile Yunus Nadi Şiir Ödülü’ne, yine 2004’te Dionysos Şiir Ödülü’ne, Kanda’har ile 2008’de TTB Behçet Aysan Şiir Ödülü’ne ve 2014’te Zito i Epanastasis ile Datça Edebiyat Günleri Onur Ödülü’ne layık görüldü. Kültür ve sanat dünyasının önemli isimleriyle dostluklar kurdu. Bunlar arasında Behçet Aysan, Cemal Süreya, Can Yücel, Adnan Yücel, Adnan Satıcı, Adnan Azar, Cevat Çapan, Ataol Behramoğlu, Nihat Behram, Sunay Akın, Metin Uca, Ünal Ersözlü, Veysel Çolak, Ahmet Telli, Nevzat Çelik, Namık Kuyumcu, Mehmet Çetin, Önder Kızılkaya, Burhan Özkan, Haydar Ergülen, Hüseyin Yurttaş, Hidayet Karakuş, Cenk Gündoğdu, Adnan Gül, Baki Ayhan gibi isimleri saymak mümkündür.

Toplumcu şiir çizgisinde yer alan Keskin, insanı merkeze aldığı şiirlerinde geçmişle günümüz arasında bağ kurarak vermek istediği düşüncelerini yansıttı. “İçinde yaşadığı zamanın acılarını ve insani vicdanı gelecek kuşaklara aktarma kaygısı taşıyan bir şiirin” (Tığlı, 2015: 41) peşinde olan ve bu şiiri yazan Keskin, şiirlerinde başlangıcından günümüze insanlığı ilgilendiren meselelere ve insanlığın ortak acılarına yer verdi. Acının farkındalığı artırdığını, insanı derinleştirdiğini düşünmekle birlikte bu duyarlılığını “Acılarınıza dönün şiir oradadır” mısraıyla ifade etti (Yıldırım, 2005: 23). İnsanlığın acılarını şiirinin kaynağı yaparken şiiri de insanlık tarihinden beri yaşanan acılardan kurtulmanın bir yolu olarak gördü, acılardan çıkış yolu olarak sundu. Zira insanlığa bir mesaj kaygısı taşıdığı Zito i Epanastasis’te geçmişte yaşanan acılardan hareketle kardeşçe yaşamanın yollarını aradı. “Dünya yapayalnız ve acılar içindeyken, insan tek başına ve acılar içindeyken, ne yapabilir insan, çığlık atmaktan başka” (Öz, 2013: 163) sözleriyle kendi feryadının bir ifadesi olarak Kanda’har’ı yazdı.

Şiirin bir “öz” ve “sezgi” (Tığlı, 2015: 43) meselesi olduğunu düşünen Keskin, şiirle insanı aynı düzlemde gördü. İnsan nasılsa şiirin de öyle bir şey olduğunu, doğrularının birden fazla ve karmaşık olduğunu dile getirdi (Kuyumcu, 1998: 67). Şiirin tarihini ise “kendi iç seslerini, hastalıklarını sanat sananların değil, ileriye doğru yürüyen insanların ayak seslerini bir sonraki kuşağa aktarabilenlerin tarihi” olarak değerlendirdi (Tığlı, 2015: 41). Bu noktada kendi şiirinin Türk şiiri içindeki yerini tespit ederken dile getirdiği “Türk şiiri, büyük nehirlerin kıyısına sıralanmış devasa çınar ağaçlarını andıran en az onlar kadar hayranlık uyandıran bir büyük şiir geleneğidir. O gelenek, geniş yataklarda aka aka, sonsuz vadiler geçerek, gelip bu geniş ve bereketli topraklar üzerinde güneşleniyor. Benim şiirim o büyük nehrin kıyısında küçücük bir fidansa, bu beni sonsuzca mutlu eder.” (Akyol, 2004: 4) şeklindeki sözleriyle şiirinin gelenekle olan ilişkisini ortaya koydu. Yine şiirinin geldiği aşamada Azeri halk şiiri geleneği etkili oldu. Zira şairin, çocukluğunda, şiirle yeni tanıştığı dönemlerde dinlediği masallar, efsaneler, eşkıya hikâyeleri onu modern şiire getirdi (Yıldırım, 2005: 27).

Ocak 1988’de Broy Dergisi’nde yayımlanan “Yenibütüncü” şiir hareketinin manifestosunu hazırlayanlar arasında görülen Keskin, Yenibütün manifestosu için “tek kutuplu dünyanın, insanı ve insani erdemi daha şiddetli hırpalayacağından endişe etmiş ve bu hırpalanmaya karşı, sanat cinsinden bir karşı koyuşu güncellemiştik” (Tığlı, 2015: 40) sözleriyle şiirini konumlandırdığı yeri işaret etti. Şiirin bireyin kendini gerçekleştirmesine olanak sunduğunu düşünen Keskin, Nihat Behram’ın ifadesiyle “kalbiyle ısınan sokağın şairi” (Behram, 2014: 103) olmaya çalıştı. Zira ona göre “Hayatın başladığı ve biteceği yerdir sokak, hem şiirim, hem hayatım için böyledir. En çok da şairleri ilgilendirir. Çünkü şiir sokakta oluşur, kavga sokaktadır” (Tığlı, 2015: 41). Bu anlayışın gölgesinde büyük kitlelerle buluşmaya açık şiirler yazan Keskin, şiirlerinde yer yer “yeryüzünün bütün gamını çeken” (Tığlı, 2015: 38) yoksulların hikâyesini anlattı. Dünyada bunca zulüm varken, kendisi “tek başına bir mutluluk” kurmakta başarılı olamadığını belirtti (Yıldırım, 2005: 27). Bu nedenle şiirlerindeki aşk algısı da daha ilk şiirlerinden bu yana toplumsalın içinden gelişti, kaynağını buradan aldı (Susam, 2004: 6). Şiirlerinde barış, kardeşlik, özgürlük ve insanca yaşama vurgusunu sıklıkla yaptı. Eşitçe yaşanan bir dünya kurma uğruna sanatçı ve yaratıcı gücünü/birikimini dizelerine aktarmaya ve okurlarına ulaştırmaya çalıştı (Esinti, 2017).

Şiiri yeni bir dil yaratma çabası olarak gören Keskin, şiirlerinde duru bir dil kullandı. Şiirlerini kendi yaşantılarından da yola çıkarak birey-toplum çizgisinde kurdu. Şiirinin gelenekten el aldığını belirten Keskin, kendi şiirini, yaşadığımız coğrafyanın acısı ve kederiyle olan iç içeliğine gönderme yaparak, rengi kızıldan griye doğru açılan renklerin bütünü olarak gördü (Akyol, 2004: 4). Dili bir şairin ana yurdu olarak gören şair, (Yıldırım, 2005: 30) şiirine Azeri Türkçesinden de sözcükler taşıdı. “sözcük emekçisi” (Barış, 2018) olarak nitelenen Keskin, şiirlerinde kelimelerin çağrışım zenginliğinden yararlandı. Şiirin malzemesinin bütün sözcükler olduğunu dile getirirken ay, gece, yakamoz, keder, mehtap gibi şiirsel çağrışımı olan kelimeleri sakıncalı buldu. Şairce davranıştan hoşlanmayan Keskin, şiiri, şiirsel çağrışımı zayıf sözcüklerle kurmak gerektiğini düşündü (Yıldırım, 2005: 30). Şiirlerinde genel olarak beyitler, üçlükler, dörtlükler ve daha çok mısralardan oluşan yapılar kullandı. İkinci Yeni Şiiri’nde karşılaştığımız gramer dışı uygulamalara başvurdu, bazı şiirlerinde yazım ve noktalama kurallarına uymadı. Serbest şiirin olanaklarından geniş ölçüde yararlandı. Şair, seste ve biçimde yeni arayışlara yöneldi. Şiirlerinde form ve içerik, birbiriyle örtüşür biçimde tezahür etti (Esinti, 2017).

Şiirle çoğalan, güçlenen, sonsuzlaşan bir şair olma yolunda ilerlerken kendisini hep bir şeylerin içinde; “Bir kentin, aşkların, dostlukların, iyi insanın, büyük suların” (Kuyumcu, 1998: 9) peşinde buldu. Şiiri serüven olarak gördü ve şiirlerinde aşkların, dostlukların, acıların, büyük suların uzun serüvenlerini geçmiş, an ve gelecek düzleminde anlattı.”

Şiir Sarnıcı: Şiirin geleceğine yönelik sorulara geçmeden önce daha somut olması için son şiir kitabınız Kavil’den söz edelim mi? 2019 Attila İlhan Şiir Ödülüne uygun görüldü. Kutlarım. Elbette bu soruyu Seçici Kurula sormak gerek ama kitabın şairi olarak sizce; bu kitabın ödüle uygun görülmesinde ana etkenlerden birkaç tanesini söyleyebilir misiniz?  Şiir yolculuğuna çıkan genç şairlerimiz, böyle ödüllere ulaşabilmesi için bir şiir kitabında nelere dikkat etmeliler? 

Tuğrul Keskin: Kuşkusuz bu soru seçici kurula sorulmalı! Ama şunu söyleyebilirim; aldığım ödüller içerisinde benim şiir anlayışımla pek de örtüşmeyen şairlerin de yer aldığı bir seçici kurulun oy birliğiyle Kavil’e ödül vermiş olması hoşuma gitmişti. Ki üstelik ben bu yarışmaya ‘kendi irademle’ de katılmadım, benim adıma yayın evi katılmıştı. ‘Şiir yolculuğuna çıkan genç şairlerin böyle ödüllere ulaşabilmesi…’ bahsine gelince; genç şairler asla bir ödüle ulaşmak için yola çıkmamalı! Şairin işi şiir yazmaktır. Kendisinden önce yazılan büyük şiirleri ölçü alarak, onları aşma mücadelesi vermektir ve şairin işi yalnızca budur. Ha bu savaşım ödül getirirse, o da baş göz üstünedir…

Şiir Sarnıcı: Kavil’in otuz üçüncü sayfasında Rüya şiiriyle ilgili sormak istiyorum. “Şaire şiirde ne anlatmak istediniz” gibi bir soru sorulmaz derler. Ben Rüya’nın anlam açılımını değil; bu şiiri yazdıran deneyim, birikim ve duyarlılığı soracağım. Amacımız şiiri öğrenmek isteyenlerin önüne deneyimsel bilgi koyabilmektir. Bu bağlamda, Rüya’yı yazdıran gözlem ve birikimden söz edebilir misiniz? Daha doğrusu bu şiiri yazdıran duyarlılığınızın kaynağı nedir? Genç şair, nasıl bir duygu durumunu yakalamalıdır ki sanat değeri olan şiirler yazabilsin?

Tuğrul Keskin: Şiire yeni başlayan kardeşlerime ‘nasihat’ ‘akıl’ verebilecek durumda değilim kuşkusuz, kim ne söylerse söylesin her şair kendi şiirini yazar sonuçta. Fakat kırk yılı aşkın şiir yaşantım boyunca gelenekle kurduğum dili önemsediğimi; bizden önceki yüz yıllar boyunca yazılan şiirin eşsiz değerde olduğunu ve genç kardeşlerimin bu hazineyi atlamamaları gerektiğine vurgu yapabilirim! Sözgelimi o şiiri ithaf ettiğim Karacaoğlan; hâlâ büyük bir şiir kurucu olarak sayfalarda ışımaktadır ve o sözünü ettiğin şiir de, yaşadığımız bu zalimane, bu kan dolu günleri ‘şair baba’ya şikâyettir biraz da. Genç kardeşlerim, yüzlerini kendilerinden önceki bu büyük şairlere dönerek, okuyarak, kendilerine, kendilerinden önce yazan büyük şairleri ‘aşma çıtası’ koyarak, kendi büyük şiirlerini oluşturabilirler…

Şiir Sarnıcı: Kavil şiirinde;

bir ses yükseliyor yine de ay ışığının kımıltısından

Sanki yüz yıl sonraki bir çocuğun hançeresinden:” diyorsunuz. Bu şiirde bugün, yarın ve beklenti var; umut var. Aynı zamanda kitaba ismini veren şiir. Deneyimsel bilgi olsun diye soruyorum. Kitabınıza bu şiirin adını verirken hangi gerekçeleri düşündünüz? Şiir, kitabın eksenini oluşturan bir şiir mi?

Tuğrul Keskin: Bir umutsuz zaman diliminden geçiyoruz, kötülüklerle dolu ‘namussuz bir çağdan.’ Gelecekteki çocuklara bırakabileceğimiz temiz bir su yatağı, girilmemiş orman, hormonsuz meyve veren bir ağaç, içinde naylon parçacıklarının yüzmediği bir deniz bırakamayacakmışız gibi geliyor bana; umutsuzum… Fakat umudu ve mücadeleyi öncelemek gerektiğini de biliyorum ve biraz da bunun için yazıyorum! Çünkü gençlik yıllarımızda söz vermiştik ‘güzel günler göreceğiz çocuklar’ demiştik; Nazım’ın bu dizesi ‘kavlimizdi’, sözleşmemiz, anlaşmamızdı bizim. İşte sözümdeyim hâlâ ben ve ‘Kavil’ o anlaşmaya bağlılığın da kitabıdır biraz. Ama kuşkusuz bir şiir, bütün kitabın eksenini mutlak biçimde oluşturmaz fakat ‘Kavil’ umutlar ve aşklar kitabıdır diyebilirim; bilmem ki sorunuza karşılık gelir mi bu son söz? 

Şiir Sarnıcı: Sanat görüşünüz ve yaklaşımınız bağlamında Tuğrul Keskin şiirini, nasıl tanımlarsınız? Elbette bu sorunun muhatabı eleştirmenler ama bizim amacımız deneyim ve birikimden bir şeyler çıkarabilmektir. Doğruluğu yüksek bilgi, şiirin şairindedir. Tuğrul Keskin şiirine bir bütün olarak baktığımızda, özellikle ele alınıp incelenmesi gereken neler vardır?

Tuğrul Keskin: Evet, yine işaret ettiğiniz gibi muhatabı ben olmayan bir soru. Kendi şiirime çok yukarılardan bakıp, insanların kibir diye anlayacağı cümleler kurmak istemem, ayrıca da bundan çok korkarım. Ama kendi şiirimden hareketle kendime bir tanım yapmam gerekirse; ‘lirik toplumcu bir şairim’ diyebilirim, utanarak! Ve şunu eklerim; kendisinden önce yaşanmış acıları, kendi zaman diliminin acılarıyla buluşturan bir şiir, benim şiirim!

Şiir Sarnıcı: Kaville ilgili son sorum Hocam. Kavil, kitap bütünlüğüne nasıl ulaştı? Kitaplaşıncaya kadar nasıl bir yol izlediniz? Ülkemizde kitaplaşmaması gereken şiir kitabı adında sayısız kitap var. Kitap konusunda şiir severlere öneriniz ne olur?

Tuğrul Keskin: Ben de şöyle oluyor; bir kitap yayınlandıktan sonra oluşan şiirler, genellikle aynı izlekten yürüyor. Ve o şiirler bir kitap oylumuna ulaştığında; hemen hemen bütün şairlerin yaptığı gibi (diğer şairler de benim gibi yapıyordur diye düşünürüm hep) bölümleri ve bölüm başlıklarını oluşturup, kitabın bütününü temsil edebilecek bir ad bulup, yayınevine veriyorum. Fakat bazı durumlarda, sözgelimi ‘Babek’ gibi, ‘Zito İ Epanastasis’ gibi kitaplarımın adları konuları gereği önceden konulmuştu ve şiirleri de ona göre oluşmuştu.

Şiir Sarnıcı: Hocam şimdi daha genel ve gelecekle ilgili sorularım olacak. Bugünkü bilgi ve deneyiminizle baktığınızda, Türk şiirinin gelecekte nasıl bir şiir anlayışına ulaşacağını öngörüyorsunuz? Sizce yönelim nasıl bir şiire doğru gidiyor?

Tuğrul Keskin: Öncelikle şu saptamayı yaparak başlamak isterim; şairin önünde çağından kaçmak için hiçbir neden bulunmaz... Çünkü kaçtığı her yerde çağının gerçekleri ve insanlığın acısı şairle birliktedir. Ancak bu gerçeğin farkında olanlar, gelecek imgesini yaşadıkları güne çağırabilirler ki yaşadığı çağ da, şairin tek şansıdır.

Her çağ, onu anlayan, kılcal damarlarında dolaşabilen şairler içindir. Pir Sultan büyük şairdir, çünkü feodal beylerin tımarının/zeametinin getirdiği dayanılmazlığı ve kavmine reva görülen acıyı, zulmü en iyi o kavramıştı... Elbette Mansur, Nesimi, Muhyi, Dadaloğlu, Serdari, Köroğlu, Dadal ve çağının acısını anlayarak gelen diğer şairler de öyle… Nazım büyük şairdir; Ahmed Arif, Enver Gökçe, Can Yücel, Hasan Hüseyin ve o çağdan, çağını anlayarak gelen diğerleri de öyle. Sözgelimi Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rıfat da…  Sonra Yaşar Kemal’i, Sebahattin Ali’yi, Orhan Kemal’i, Aziz Nesin’i ve kendi çağlarından bugüne yürüyen diğer kıymetli yazarları büyük kılan da yine bu çağını anlamak ve anlamlandırmak olgusudur. 

Kuşkusuz geleceğin şiirinin ne olacağı, bugünün şiirinin ne olduğuyla yakından ilgilidir ve açıkçası bu geleceğin şiirinin ne olacağı üstünden aşırı yorumlar beni pek de ilgilendirmiyor; ben içinden geçtiğim bu korkunç zaman diliminin gerçekleri ve acısıyla daha çok ilgiliyim ve asıl olanın da bu olduğunu düşünüyorum. Sözgelimi diyorlar ki ‘Türk Şiir’i tıkandı bundan sonra hiçbir şey olmaz’ ama gerçek böyle mi? Elbette değil. Gürül gürül bir şiir yazılıyor Türkçeyle ve bu şiir gelecekte daha da güçlenerek akacak, buna inanıyorum. Genç şiire ve genç şairlerin donanımına inanıyorum!

Şiir Sarnıcı: Şiir, varlık yapısıyla sanat alanlarının ekseninde bir yerde durur. Şiir sanatının, birikimsiz ve bir başkasının şiirine özenerek üstesinden gelinecek bir alan olmadığını, dil biliminden felsefeye kadar geniş bir bilgi ve kültür evrenine egemen olmak gerektiğini düşünüyoruz. Bu açıdan ele aldığımızda, gelecekte iyi bir şiir kültürü oluşturmak için şair kendisini nasıl hazırlamalıdır? Özellikle şiir yolculuğuna yeni çıkanlara ne önerirsiniz?

Tuğrul Keskin: Hani yukarıda bir yerde de söyledim; genç şairlere ‘akıl’ vermek haddimiz değil diye… Fakat ben neler yaptım gençken ve neler yapıyorum şimdi bunu söyleyebilirim. Kırk küsur yıldır şiir yazıyor olmama karşın hâlâ sözlük okuyorum, sözcük dağarcığımı zenginleştirecek başkaca bulduğum kaynakları da okuyorum, hiç kaçırmam. Çok yoğun şiir okuyorum; kuşkusuz şiir ancak okunarak öğrenilebilen bir sanat, yaşınız ne olursa olsun okumak zorundasınız. Yalnızca günümüz şiirini değil, bizden önce ve çok daha önce yazılmış şiirleri, metinleri okuyorum; bunu seviyorum da. Genç kardeşlerim benim gibi yapsınlar diyemem ama ben bu yolu izlediğim için şimdiki şiirime ulaştım, kendi şiirimi buldum diyebilirim…

Şiir Sarnıcı: Her sistemin amacı, kendini bir adım daha öteye götürmek ve geleceğini garanti altına almaktır. Bu bağlamda düşündüğümüzde, şiirin de böyle bir amacı olmalıdır. Şiir Kültürünün gelecek kuşaklara sağlıklı bir şekilde aktarımı için neler yapılmalıdır?

Tuğrul Keskin: İşte şimdi sizin yaptığınız gibi deneyimleri aktartmak olabilir. Ama kuşkusuz ve çok da önemli olan; iyi şiirler yazmak ve iyi şiirler bırakmak geleceğe!

Şiir Sarnıcı: Türk şiiri geleceğe hazırlanırken, şairin üzerine düşen görevler nedir? Bu konuda siz nelerin yapılmasını önerirsiniz?

Tuğrul Keskin: Şairin üzerine düşen tek görev; iyi şiir yazmaktır. Geleceğe ve gelecek kuşaklara bırakabileceği hazine de yalnızca budur.

Şiir Sarnıcı: Şiir konusunda, önemli gördüğünüz ve okurlarımıza iletmek istediğiniz başka görüş ve öneriniz var mıdır?

Tuğrul Keskin: Söyleşiyi ve sözümü şöyle tamamlamak isterim: ‘İyi şiir yazmak’ bazen ve tek başına önemli bir iş değildir; şiir yazmanın bir tavır işi olduğunu kavramak çok daha önemlidir. Şöyle geçmişe, bizden önce yazanlara bakınca, tavır ve direnmenin ne denli değerli, kalıcı ve vazgeçilmez olduğunu görürüz! Sözgelimi inandığı yoldan; “dönen dönsün ben dönmezem…” diyerek güzelim başını cellada veren Pir Sultan... “Cehennem, acı çektiğinizi kimsenin duymadığı yerdir…” tespitini yaparak dara çekilen Mansur… “iki cihanı içine sığdırıp da, kendisini bu kötülüklerle dolu cihana sığdıramamak…” inancıyla derisi yüzülen Nesimi… Yahut İspanya’da Lorca’nın yaptığı gibi “kahrolsun faşizm” diyerek kurşuna dizilmek… Yahut Şili’de Agusto Pinochet faşizminin gitar çalmasın için ellerini kestiği Viktor Jara’nın, gitarını ayağıyla çalmaya çalışması ve ardından parçalanarak öldürülmesi… Afganistan’da kadın özgürlüğü tavırlı şair Farkhunda Melikzade’nin taşlanarak katledilmesi… İran’da Kürt şair Emin Abbas’ın kendi bedenini ortaya koyarak çektiği acılar ve sonucu…  Yahut Senegalli bir şair/sanatçı olan Ousmane Sembène 1997 yılında, “İngiltere Kraliçesi Özel Onur Ödülü”ne değer görüldükten sonra, ödülü almak için sahneye çıktığını sananlara ağır dersler içeren konuşmasını yaptıktan sonra, ödülü reddederek salondan ayrılışındaki büyük şair tavrı… İnsanlığın etik/estetik birikiminin özeti, yazdığımız şiirin büyüklüğü, bazen metnin kendisinden daha çok bu şair tavrında gizlidir, unutulmasın derim!

Şiir Sarnıcı: Bu söyleşide, Türk yazını geleceğe taşıyacak çok değerli bilgiler aktardınız. Şiir Sarnıcı ve dergi gönüllü temsilcileri adına çok teşekkür ederim.

Tuğrul Keskin: Eyvallah, ben teşekkür ederim.

 

Mehmet Sadık Kırımlı
GÖLGENİN AKLI…

 göğe sırtını dayamışken gece
sanki alev topu parlıyor
yıldızların yüzlerinde asılı keder
 
sokakta cılız ışıkla oynaşırken evler
mahcup edayla soyunuyor gece
gün görmüş perdeler eğerek başlarını
iniyor bütün ayıpların üstüne
 
yaşlı göğün gizemini sarıp mendile
okşamak geçiyor içimden
 
karşıdan el sallayan maviliğin içine
düştüm, ellerim ve yüzüm sanki
geçkin bir yaz ikindisi renklerim
tuvalden önce karıştı birbirine
 
bekledim
aramızda tükensin diye zaman: haylaz
ve düzenbaz kapılar kapalı aşağıda
yukarda her sabrın uzayan dili var biraz
biraz da beni yaz diyen orman
 
ben şimdi bahçemde güneşten
hangi gölgenin arkasına sığınırım
hangi gölge beni kurtarır sıcaktan
yoksa yaşlı bir orman gibi yanarım
 
ilgimi dağıtıyor kalbimi öpen düşünce
 
gölgemin aklını bulandıracak
bir şey yapmıyorum ki ben
yalnızlığımın ipini çekiyorum sadece
 
 

Özge Sönmez
“TÜRK YAZINI GELECEĞE NASIL HAZIRLANMALIDIR” KONULU SÖYLEŞİ

Şiir Sarnıcı: Özge Hanım merhaba. Söyleşimizin amacı, sanatçıyı tanıtmak ya da sanat anlayışını irdelemek değildir. Bizden sonraki kuşaklara kullanılabilir bilgi aktarmaktır. Bu da ancak deneyime ve şiir sanatına egemen olmakla olasıdır. Sorularımız, söyleşinin amacı gereği biraz farklı olacaktır. Dergimizin gözettiği konulardan biri, Türk şiir sanatında kabullenilmiş şiir bilgisini aşan yeni bilgi ve yaklaşım aramaktır. Sorulara geçmeden, okurların bilgi sahibi olması için, yaşam öykünüzden kısaca söz etmek ister misiniz?

Özge Sönmez:


Merhaba. Öncelikle söyleşi davetiniz için çok teşekkür ederim. Kısaca bahsedeyim kendimden. Dokuz Eylül Üniversitesi Fransız Dili Eğitimi Anabilim Dalı’nda Dr. Öğr. Üyesi olarak çalışmaktayım. İlk şiir kitabım “Geceyi İlikler Gidersin” 2015 yılında Mühür Yayınları’ndan çıktı. İkinci kitabım şiir dosyası halindeyken 2016 yılında “20. Ali Rıza Ertan Şiir Ödülü”ne layık görüldü. Sonrasında “Derine Gömdüler Sabahı” 2017 yılında Mühür Yayınları’ndan çıktı. Aynı yıl bu kitabım Ceyhun Atuf Kansu şiir ödülüne layık görüldü. 2018 yılında “Güle Batır Öfkeni” adlı şiir dosyam Sennur Sezer Emek-Direniş Şiir Ödülü’ne layık görüldü ve aynı yıl Manos Kitap tarafından basıldı. 2020 yılında yine Manos Kitap’tan son şiir kitabım “Suya Bırak Sızını” çıktı.

Şiir Sarnıcı: Dört şiir kitabınız var. Yeteri kadar şiir ödülünüz var. Bunlara dayanarak, çok basit bir soru sormak istiyorum. Şiir, sizce nedir?  Kaçamak bir yanıtla geçiştirmemeniz için soruyu biraz daha felsefi bir alana taşıyorum. Şiir, sizde ne kadar; siz, şiirde ne kadarsınız?

Özge Sönmez: Bu hiç de basit bir soru değil! Şiir benim için bir varoluş amacı. Çok önemli bir düşünme ve ifade ediş biçimi. Gerçek bir insan olma çabası. Ötekinin varlığını derinlerine kadar hissedebildiğin, kendinden bazen sevgiyle, bazen acıyla, bazen hüzünle çıkıp yine kendine bambaşka bir “ben”le dönebildiğin bir büyü. Bu yolculuğun katmanlarının yaprak yaprak soyulduğu derin bir anlam ağacı. Kendini anlama, başkasını anlama, insanı, dünyayı, evreni ve varoluşunu sevme becerisinin en güzel yolu. Şiir bende ne kadar? Nefesim ne kadarsa o kadar. Ancak ben şiirde ne kadarım bunu ancak şiir bilir.

Şiir Sarnıcı: Şiir, varlık yapısıyla sanat alanlarının ekseninde bir yerde durur. Şiir sanatı, birikimsiz ve bir başkasının şiirine özenerek üstesinden gelinecek bir alan değildir. Dil biliminden felsefeye kadar geniş bir bilgi ve kültür evrenine egemen olmak gerektiğini düşünüyorum. Siz, gençlerle sürekli iletişim içindesiniz. Onların ruh durumunu ve dünya algısını gözlemleyen, deneyimsel olarak bilen bir şairsiniz. Gelecekte iyi bir şiir kültürü oluşturmak için sanatsever gençlere nasıl yaklaşılmalıdır? Özellikle şiir yolculuğuna yeni çıkanların önüne yararlı ve kullanılabilir bilgi koymak için neler yapmak gerekir? Soruyu tersinden sorayım: Siz şiire yeni başladığınızda yazınımızda neleri hazır ve kolay ulaşılabilir bulmak isterdiniz?  

Özge Sönmez: Benim birlikte olduğum gençler 18 yaş ve üstü. Ancak çoğunca neredeyse oturmuş bir kişilikle geliyorlar. Belli bir yaştan sonra insanların kalbini şiire çevirmek zor olabilir. Bence bu küçükken başlamalı. Şunu unutmamamız gerekiyor, şu an yetişkin olan iyi bir şiir okuru da bir zamanlar çocuktu. Biz nedense edebiyatı hep yetişkin alışkanlığı gibi kabul ederiz. Oysa bu büyük bir yanılgı. Siz iyi edebiyatçılarınız, şairleriniz, romancılarınız olsun istiyorsanız, donanımlı okurlarınız olsun istiyorsunuz çocukluktan başlamak zorundasınız. Bunun ilk anahtarı da bana göre çocukta merak uyandırmaktır. Çocuk söyleneni değil, yapılanı, yani gördüğünü yapan bir varlık. O nedenle ailenin kültür kanallarının çok açık olması lazım. Çocuğa bir şeyleri zorlayarak değil de, yaşamasını sağlayarak tanıtmak gerekir. Çocuk tiyatroları mesela, sesin, sözün, ritmin birlikte olduğu çok güzel bir başlangıç olabilir. Bizim eğitim sistemimiz yaratıcılığı, merakı, keşfi bozan bir sistem ne yazık ki. Bu noktada aile bireyleri bazı şeyleri telafi etmeli. Elbette öğretmenlere de büyük iş düşüyor. Müfredata takılı kalırsanız çocuk nefes alamaz. Müfredat dışına çıkılınca da öğretmenin nefesini kesmeye çalışabilirler. İşte bu zor denklemde bir şeyleri başarmak zorundasınız. Çocuğunuza yaşına göre seçkin bir kütüphane oluşturmak ilk adım olabilir, ancak ona bu kütüphaneye âşık olma güdüsünü ancak merak yaratabilir. Bu yoldan başlayan çocuk, bir kere o merak duygusu içine girdi mi zaten çorap söküğü gibi gelir. Her şeye bir öğrenme açlığıyla saldırır. O noktada da iyi olanı seçme bilincini ufak ufak yine zorlamadan aşılamak gerekir. Sonrasında zaten kendi yolunu muhakkak bulacaktır. Ancak şiir zor bir tür, bunu kabul edelim. Mümkün olduğunca soğutmadan, bıktırmadan, zorlamadan iyi şiirle karşılaştırmayı bilmek gerekiyor. Bir kere soğutursanız tekrar dönüş zor olabiliyor. Bu noktada benim kendi adıma neleri hazır ve kolay bulduğumu söyleyebilirim. Hiç durmadan okuyan bir anne ve baba, çok zengin bir kütüphane, ortaokul yıllarıma rastlayan harika bir Türkçe öğretmeni. Ben bu konularda kendimi şanslı kabul ediyorum.

Şiir Sarnıcı: Deneyimsel bir soru sormak istiyorum. Şiir, imgeleminizden doğup kitabınıza girinceye kadar nasıl bir süreçten geçiyor? Bir şiiri nasıl yazıyorsunuz ve son haline nasıl karar veriyorsunuz? Bu süreçten ve içinde bulunduğunuz duygu durumundan söz eder misiniz?

Özge Sönmez: Bu da yine kesin bir bilgi ve kesin bir dille yanıtlaması çok zor bir soru. Bir şiirin doğuşunu kesin bir dille açıklayabilen bir kuram var mıdır bilmiyorum. Sonuçta yaratı dediğimiz şey bilinçaltında olgunlaşıyor. Orası bizim müdahale edemediğimiz, gizemini çok da çözemediğimiz bir yer. İyi ki de böyle. Oraya kaydolan ne varsa bir toz ve gaz bulutu gibi dönüp dururken, siz bir yandan gündelik hayatında bilincinizle yapmanız gerekenleri yapıyorsunuz. İki ayrı varlık değilsiniz ama sanki bilinçaltı sizin trafonuz gibi. Sizi besliyor. Bu besin size zarar da verebilir, yarar da sağlayabilir. Yaratının mutfağı bilinçaltı da olsa bilincinizle kaydettiğiniz şeylerin tortuları bir biçimde oraya da etki ediyor ve size geri dönüyor. Bu sürece bilinçli bir müdahale en azından oluşum aşamasında zor. Ancak somutlaştırmaya kalktığınız vakit gözle görünür oluyor. Kâğıda dökülene yaptığınız müdahaleler estetik bilincinizdir. Şiirin son haline karar vermek çok sancılı. Bence şiir bitebilen bir şey değil. O kadar eksiltili ve soyut ki ne kadar bitirmeye çalışırsanız çalışın o bir yerden tekrar başlıyor. En azından benim açımdan böyle. Çünkü siz ben noktayı koydum dediğinizde de gelişmeye devam ediyorsunuz. Siz gelişmeye devam ettikçe yazdığınız her şiir size hep eksik gelecektir. Gelmelidir de. Eğer gelmiyorsa bu kendinizi “usta” olarak kabul ettiğinizi gösterir. Bu kabul de ölüm fermanınızdır bana göre. O yüzden ben kendi adıma şiirin bitmeyen bir yaratı olduğunu düşünüyorum. İçinde bulunduğum duygu durumunu tek kelimeyle tarif edebilirim: Huzursuzluk. Hiç bitmiyor. Yazmadan önce, yazarken ve yazdıktan sonra, belki bir ara geçici bir rahatlama duygusu ama sonra yine huzursuzluk başlıyor.

Şiir Sarnıcı: Benim gözümde şiir sanatının genç kalemleri arasındasınız. Yeni bilgiyle donanmış; inceleme, araştırma ve sorun çözme konularında belli bir yönteme sahip şairsiniz. En azından bilimler arası eşgüdümü kullanabilecek yetkinliğe sahipsiniz. Deneyiminiz ve bilginize güvenerek soruyorum: Türk şiirinde ne gibi sorunlar görüyorsunuz?

Özge Sönmez: Şiirin kendisinde sorun yok. Bir sorun varsa o edebiyat dünyasında ve o dünyanın öznelerindedir. Şiirde neden sorun olsun ki! Sorun varsa insana bakmak lazım, yaratıya değil. Yaratı kendi nehrinde akıp gidecektir. Bundan tedirgin olmaya gerek yok. Yeni biçimler denenir, denenmelidir. Şiir yapı bozup yapı kurandır. İşin doğasında bu var. Bunları öcüleştirmek de, göklere çıkarmak da doğru değil. Bir sanat nesnesini bilimsel olarak inceleyecek birçok yöntem var elbette ancak bu işin bilim kısmı. Yaratı kısmına bu gözle bakarsak hata yaparız. Büyü bozulur. Şiirde sorun var demek, şiiri yazmanın bir reçetesi olduğunu ve buna uyulmadığı düşüncesini sezdirir. Bu bizi yanlışa düşürür. Şiirin estetik ölçütleri vardır ancak bunu bir reçete gibi sunamayız. Bu bir makale değil, düz yazı değil, matematik değil. O nedenle bir yaratı ortaya koyarken hiçbir sanatçının reçete takip ettiğini düşünmem, düşünmek de istemem. O zaman işin ruhu kirlenir. Ismarlanmış, planlanmış, programlanmış bir şeye dönüşür. Buna da sanat değil de, proje filan demek gerekir her halde. Kısacası şiirde sorun yoktur. Sorun varsa insandadır. Bu da ayrı bir tartışma başlığı olmalı.

Şiir Sarnıcı: Şiir, yalnızca dizelerden oluşan bir sanat değildir. Onun bir felsefesi, tarihsel bilgisi, metinler arası ilişkisi, dilsel ve düşünsel kaygısı vardır. Türk şiir sanatına felsefesi açısından baktığınızda nasıl bir şiir atmosferi görüyorsunuz?

Özge Sönmez: Aslında çok zengin, geniş ve engin bir yapının üzerinde oturuyoruz. Ancak bundan ne kadar yararlanıyoruz? Bunun zenginliğinin ne kadar bilincindeyiz, geçmişi ne kadar iyi kavrayabilmişiz? Bu sorulara verilecek yanıtlar elbette biraz çetrefilli. Sanat, edebiyat, şiir, yani kısacası yaratı insanla birlikte gelişir, insan onu geliştiriyormuş gibi gözükür ancak o insanı geliştirir, hatta onun ötesine de geçer. Bu nedenle geçmişi çok iyi bilmek, ondan yararlanmak ancak onu reddedip bugünden yarına bakan başka yapılar kurmak, yenilenmek gerekir. Aslında sanat bunu hep yapıyor. Ancak biz istiyoruz ki her yapıt böyle olsun, herkes buna inansın ve ortak bir kabulle ilerleyelim. Bu mümkün değil. Neden? Çünkü en başta yaratı biricik ve özgündür. Siz her şiirin mükemmel olmasını beklerseniz üzülürsünüz. Sanatı hep ekilmesi gereken bir tarla olarak düşünürsek, buradan alacağımız ürün elbette birbirinin eşiti olmayacak, olmamalı. Pir Sultan Abdal’ı hangi kültür çıkarttı? Yunus Emre’yi? Karacaoğlan’ı? Âşık Veysel’i? Nâzım Hikmeti? Bu insanlar bir günde bir şeyleri yaratıp çıkmadılar ki! Onlar sizin dediğiniz gibi bir felsefenin, bir kültürün, bir tarih bilincinin üstünde yeşerdiler. Geçmişten el aldılar, kendi yaşadıkları günden geleceğe yazdılar. Geleceğe yazmak kolay bir şey değil. Bunu herkes yapabiliyor olsaydı o zaman zaten bir sanatçı enflasyonu yaşanır ve çıta değer vasatlaşırdı. Neden bazı insanlar bin yılda bir geliyor? İşte bu işin sırrı tarlanın sürekli sürülmesi. Sıradan olanın sürmesi, biz ister kabul edelim ister etmeyelim, mükemmel olanın zamanın aynasında parlamasında çok önemlidir. Hep sitem ederiz Türkiye’de herkes şair diye. Aslında Türkiye’de herkes ressam, herkes seramikçi, herkes romancı da... Sadece şiire özgü bir şey değil bu. Bırakalım insanlar yazsın, çizsin, boyasın.  Has yaratıları besleyen kılcal damarlardır bunlar. Bunu böyle söylediğiniz zaman vücutta sadece bir ana damar kalsın gerisini kesip atalım gibi bir şey demektir bu. Sanat devingendir. İyi ki de böyledir. Bunu kontrol etmeye, baskılamaya ya da tektipleştirmeye çalışmak doğru değil. Zamanın eleğine güveneceğiz. Nasıl geldi bu saydığım isimler ya da başkaları bugüne? Yine öyle kalacaktır has olan geleceğe.

Şiir Sarnıcı: Türk şiir sanatını daha ileriye götürmek için öneriniz var mıdır?

Özge Sönmez: Yazmadan önce illa ki içselleştirilmiş bir biçimde okumak, okumak, okumak... Ama sadece okumak yetmez elbette, yaşamanın da hakkını vermek gerek. Yaşantı kısırlığı, düşünsel kısırlığa, o da dilsel kısırlığa dönüşüyor ne yazık ki.

Şiir Sarnıcı: Bu söyleşide çok değerli bilgiler aktardınız. Şiir Sarnıcı ve dergi gönüllü temsilcileri adına çok teşekkür ederiz.

Özge Sönmez: Ben çok teşekkür ederim bu güzel ve verimli söyleşi için.

Esra Dökmen
GECENİN BAŞINI AY TUTAR 

izlediği yolun ay ışığı
güneşe ancak benzeyen şeyler anlatır
aldatır sessizliği kelimeleri
sinirleri alınmış sokaklarda...
 
insafsız ninni, ne diyor?
"temmuza yokuz" mu?
ağır olmak nedir, neticede?
 
ini olmayan gazelin armağanıdır;
saçtım ortaya kutuda saçlarımı
taşralı o edâyı bir yana bırak
ay tutar gecenin başını
arka sokakların içi
günah ister
 
ve zaman o fıçıda,
hani tasvirsiz olan
insafsız ninni, ne diyor?
"temmuza yokuz" mu?

 

Hasan Çapik
EKSİLTİLİ DÜŞLERİN ZAMANSIZ TAMİRCİSİ: NACİ BAHTİYAR

 1968 doğumlu Naci Bahtiyar, Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi mezunu. Farklı illerde öğretmenlik yapmıştır. Birçok dergide şiirleri ve şiir çözümlemeleri yayımlanıyor. Akdeniz Kederim (2008, Mühür Kitaplığı) ve Herkes Acısına Kabuk (2018, Şiiri Özlüyorum Yay.) isimli şiir kitapları ile Kendine Zalim (2020, Mühür Kitaplığı) şiir incelemesi yayımlandı.

N. Bahtiyar’la ilgili kısa değinilerde bulunmamın amacı var: Kitaplarını yayımlanma sırasına göre okuduğunuzda sanatındaki gelişimi görüyorsunuz. Eğitim fakültesinde okuması dil bilincine ulaşmasında katkıda bulunmuş. Doğrudur, herkes bir dili gereksindiği kadar kullanır. Bu, dilin zorunluluk ülkesidir. Dil bilinci sanatçı ve filozoflara özgü ayrıcalıktır. Sanatçı cam ustası gibi dille oynayarak ruhuna üfler ve dilediği şekli verir. Toplumla bağını kesmeden bunu yaparsa kalıcılık da sağlar. Böylece kuru deneycilik yapmaz. Yıkarken bile yapmanın peşindedir. Dil serüveninde, amaçsızlığın veya iletişimsizliğin peşinde hiç değildir. Dille, bizi estetize edilmiş dünyaya çeker. Sözcükler, konuştuğumuz şiirse eğer, imgesel esneklik üzerinden düş ve düşünceyle bağ kurar. N. Bahtiyar şiirini böyle kurgular.

Bir değini daha: Çoğunlukla severiz “saf şiir” söylemini. İdealist, canlı olandan soyutlanmış, gerçekliğin imgeselin insafına kaldığı, devinimsiz ve her durumda biçim’e yatan şiire modern dünya karmaşası nasıl taşınabilir? Bu yönüyle saf sanat “insan”ı yitirmiş daha doğrusu bilinçle terk etmiştir. Politize söylersek; Saf sanat yoktur, safını belli etmeyen sanatçı vardır. İnsansız sanatın yok oluşu da kendi elindedir. İtalyanların “O kadar iyi ki hiçbir şeye yaramıyor” sözü, durumu açıklar. Dünyada muhafazakâr sanat oluşturulamamasının nedeni de budur. Sanat toplum için lüks görülse bile, varlık ve ileriye atılımının güvencesidir. Sanat/çı olmasaydı dil, içgüdüsele yakın seslerden ibaret olacaktı. Düşü(nü)nüz dağılıp gidecekti.

N. Bahtiyar, dilin doğasını gözeterek şiirini yaratmakta. Bu, dille birlikte devinen sanatçı demektir. Burada yaşam ve sanat birbirini tetikler. Birbirlerini dengeleyerek yol alır. Eğer yaşamı ihmal ederseniz saf sanatta kül eşeleyip, şekillendirirsiniz. Yaşamı önceleyip sanatı ihmal ederseniz ajitasyon yaparsınız. N. Bahtiyar sanatla yaşam arasındaki ‘altın orta’ dan hareket eder. Ayrıca eğitim ve öğretmenlik farklı coğrafya ve insanını şiirine damıtır. Aristoteles’in “İnsan doğal olarak bilmek ister” sözü böylece perçinlenir. Öğrenme arzusu ve sürekliliğinin derinleşmesi onu disipline de eder. İşte bu yaklaşımdır ki felsefenin kapılarını açar. Diğer bilimlere yönlendirir. Her şey sanat içindir. Bu, öyle ki dizelerini ağırlaştırır bazen: “Masal, tarihi olmayan eğlencelik bir icattır” (Akdeniz Kederim kitabı, Masal şiiri, s. 44) Ama yükünün bilincinde olması diz çökmesini engeller. Esin perilerine sırt çeviren birisi olarak aklın egemenliğinde kurar şiirini. Aklın, bilgiyi şiire yedirmesinin zorluğu ortadadır. Bilgiyi yedirmek de yetmez, kanatlandırmalı! Homeros gibi. Bilgi, sınıfsal tavır ve insanlığın vicdanı olma tutkusunu sanatlaştırmak herkesin harcı değildir. Kaldı ki burada episteme ve estetik hazır halde sizi beklemez. Tüm devinimlerin böğrüne döküldüğü toplum da! Bunların bilincinde, klişelere sapmadan toplumcu gerçekçi şiir üretiyor N. Bahtiyar. Pekiştirelim: 2019 Anadolu Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirmesi arayışla ilgilidir. Felsefe yaşamın problemlerinden doğarak şiirde kendisini estetize eder. Kendine Zalim’de felsefe değinmeler şeklindedir. Akademik ve ansiklopedik olandan bilinçli uzak duruş vardır. Akdeniz Kederim’de inceden sezilen felsefi damar Herkes Acısına Kabuk’ta boyutlu ve görünürdür. Elbette şiir olanakları içinde. Böylelikle sanat hem idealize edilmiyor hem de topluma peşkeş çekilmiyor. N. Bahtiyar şiiri için bunların bilinmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum. Eserlerini markaja almak en iyi anlama şekli olacaktır.

Akdeniz Kederim ilk kitap olma acemiliklerini taşımıyor. Kırk yaşında ilk kitabı çıkardığına göre şair birikerek gelmiş. Yazının girişinde söylediklerimi somutlarcasına. Farklı nedenler olsa da geç yaşta şiir kitabı çıkarmak niteliğe ilişkin kaygılarla ilgilidir. Şiirle hesaplaşılmıştır. İmge, dil, çağrışım, kurgu ve biçim gibi şiirin doğasına içkin sıkıntılar yoktur. “Divaneyim sana ey zaman” (S.13), “Şimdi yoksul bir doğruyum/ yaşam ve ölüm içinde” (S. 32) “Aslı bir parça/ guernica’dır Mezopotamya” (S.35) gibi hayranlık uyandıran dizeler vardır. Biçem mi? Burada ‘kararsızlık’ sezdim. Kararsızlık doğal olarak arayışı tetikler. Nedir bu? Şiir; anlam ve imge yoğunluğunda derinleşen katmanlı şiir mi olacaktır? Yoksa şiir; anlamda duru, imgeyi kanatlandıran, kavrayışı zorlamayan şiir mi olacaktır? Cemal Süreya’dan yardım alarak söylersek; “Şiir, hayatın ve düşüncenin köpüğü, çağın sesi, toplumun çığlığı…” mı olacaktır? Soru(n) şu açıdan önemlidir: Şiire nasıl yaklaşacağımızı zihnimizde çözemezsek problemler çıkar. Estetik değer de düşer.

Akdeniz Kederim’ deki Yarın, Ayşe Teyzenin Aşkı, Açsaydın, Cumartesi, Sansürlüm, Aristokrat, Elde ve Uludağ gibi şiirler Garip Akımı’nı çağrıştıran halleriyle söylediğimiz ikinci duruma karşılık gelir. Açsaydın şiirini alıntılayarak somutlayayım: “Çocuklarla bugün/sana el salladık pencereden/ görebilirdin /açsaydın yüreğini” (S. 23) Duru ve kanatlanmış imgeleriyle hayatın ve düşüncenin köpüğüdürler.  Bunu olumsuzlama olarak kullanmıyorum. Arayış yollarını tespit etmeye çalışıyorum. Bu arayışın küçük bir kolu da deneyciliktir. Beş isimli şehir bunun örneğidir. Schiller sanatsal yaratıyı oyuna benzetir. Sanatçı oynayacak ki aradığını bulabilsin. Anadolu, Kırılan, Ölüm Halayları şiirleri toplumcu gerçekçidir. Öyle ki Anadolu, Cahit Külebi’ den yapılan alıntı ve kurgusunun da İstanbul şiirine yaslanması şeklindedir.

Mişli Zaman, Yama, Düşünsel Korku ve İklimsel Yengi şiirleri ise imgenin ataklığı ve anlamın katmanlaşmasıyla ilk söylemimizi destekliyor. Arayışı biçem’de ‘nasıl söylemeli?’ de sınırlamak yanlış olur. Düşünce de devinimdedir: “Her uzun yolda/ sık sık duraklar koydum ömrüme/ yetişmedi nefesim/ içimdeki yalaza” (Bu Şehir, s. 32) Öyle ki aklından geçenlere kolları yetişmiyor. Acı verse de arayışın peşi bırakılmıyor. Gülüşün şiirinde arayışın farklı örneği var: “Ölüm, saksafon eşliğinde hepimiz/ Meryemsediğim kız çocukluğun/ beyaza nasıl da ak düşün/ çarmıhına isalandığım acı” (s.53) dizeleri şiirsel yönden sorunlu değil ama duyumsaması bize yabancı. Şunu söylüyorum, yaşadığımıza yabancı konu veya imgeler sanatsal kriterlere uysalar da duygu birliğinde sıkıntıya düşerler. Sanat, duyumsamanın aktarılması değil midir? Melih C. Anday’ın Kolları Bağlı Odyyseus’unda yaşadığımız yabancılığın aynısıdır. Her toplumu kendi sanatçısı yetkin işleyebilir. Ulusaldan evrensele sıçrama yolu da budur. Bu, etle tırnağın birliğidir. Antik Yunan’ın dışında bir Homeros düşünülebilir mi? Oysa aynı şair, Kırılan şiirinde nefis bir dünya yaratmıştır: “Ne zaman bir bardak kırılsa/ O saf haliyle benim anam/ bir kazamız savulmuştur oğul, derdi/ ama o gün/ benim babam öldü. /Kırılan bir bardak gibi / kırıldı anamın yüreği sessizce/ hem babama/ hem bardağa” (s.20) Her şeyiyle bizdendir bu şiir.

Herkes Acısına Kabuk (2018, Şiiri Özlüyorum Kitaplığı) Akdeniz Kederim kitabından on yıl sonra yayınlanıyor. Akdeniz Kederim kitabının geç yaşta çıktığını ama bunun niteliğe yansıdığını yazmıştım. Herkes Acısına Kabuk okunduğunda on yıllık zamanda şiirle bilişmenin sıkı gerçekleştiği görülür. İlkin, dikkatimi çeken şeyi paylaşmak isterim. Bilirsiniz, kitap kapakları içerik gözetilerek hazırlanır. Kapakta mavi, siyah ve beyaz renklerin grift çizimi içinde Romalıların janus heykellerini çağrıştıran çift yüzlü insan var. Romalılar janusları şehrin girişlerine koyarlardı ki geleni karşılasın ve gideni uğurlasınlar. Bu yönleriyle ‘her şeyi gören’ işlevini yüklenirler. Herkes Acısına Kabuk insanlığı geçmiş ve gelecek içinde görmeye çalışan janustur. Ama bugünün canlılığıyla işler dokusunu.  “Hiçbir sanatçının güncelle içli dışlı olabileceğini düşünemem. Güncel bir olaydan yola çıkabilir sanatçı, gününün su üstünde yüzen bir sorununu dile getirmeyi amaçlayabilir ama yapıtı oluştuğunda günceli nesnellemiştir artık, güncel görünmez olmuştur. O denli nesnel bir yapı olmuştur ki her çağ onu yorumlayacak, o kalıba başka bir kalıbı oturtacaktır.” (Şair Çünkü Onlar kitabı, S. Kudret Aksal’la yapılan söyleşiden!) Sanat ancak bu yolla günceli işlediği halde zamanlar üstü kalabilir. Bu yönüyle rahatlıkla söylenebilir ki N. Bahtiyar, ‘carpe diem’ sanatçısı değildir. Dizelerine damıtılan her sözcük tarihle bağ kurar. Eğer carpe diem sanatçısı olsaydı post-modernliğe veya üne yamanmaya çalışırdı. ‘Şiir’de diretmezdi. Kapakta gördüğüm diğer şey, bağımsız iki gözdür. Sorgulayıcı ve keskin bakarlar. Eğer baykuş gözleriyse karanlıkta iyi görüp harekete geçen aydını; madenci gözleriyse ezilmişliğin birikimiyle isyana evrilen emekçilerin çakmak çakmak yanan gözlerine göndermedir. Şair, halkı ve hayatı sesleyen emekçi aydın olarak bu gözlere birikmiştir. Bireyci görünen şiirlerde bile! Kapak üstünden fal bakmadığımızı kitabı okuyanlar görecektir, diyerek madende yol almaya devam edelim.

Herkes Acısına Kabuk kitabı Uğur Kaymaz ve Muhammed Rami’ye ithaf edilmiş. Uğur, babasıyla birlikte ‘terörist’ yalanıyla evlerinin önünde öldürüldüğünde, on iki yaşındaki bedeninden on üç kurşun çıkarılmıştı. Muhammed Rami, İsrailli askerlerce vurulduğunda babasının kucağındaydı. Yazımın kapsamını aşmamak için, ağıdımı ve isyanımı buraya nakışlayarak geçiyorum. Kitabın eşiğindeki iki dize daha uyarıcıdır: “Çocuk, italik harflerle yazılır/Emanettir geleceğe.” Bu, şiirlerin toplumla bağının sıkılaşacağının işaretidir. Ülkemizde çocuklar din ve sermaye öğelerinin sömürüsünden de payını alıyor. Yaşamın çok yönlü kuşatılmışlığında şairin şiirimsilik oynama hakkı yoktur. Yaşamı kendinden, zamanı an’dan ibaret sayanlar yapabilir. Bunlar da N. Bahtiyar’ın öfkesi dahilindedir. O, bir janus olarak olagelenleri görmek üzerine kurgular şiirini. Buradaki bir gelişimi vurgulayıp yol alayım.

 Akdeniz Kederim’ de, söylem şeklindeki kararsızlığa değinmiştim. Herkes Yarasına Kabuk’ ta bu aşılmıştır. Şair imgesel yoğunlukta ilerleyen, katmanlı, çağrışımları zengin ve toplumdan beslenen şiirde karar kılmıştır. Böylelikle, biçeminin izinde, zaten yetkinlikle kullandığı dille şiir yaratır. Kararsızlığın son bulmasıyla, imgelerle özü derinleştirme ve söylemi çoğaltma peşindedir. Bu başarının çok yönlü okumalar ve toplumsal duyarlıkla yaratıldığını düşünüyorum. Bunlar şiirinin kapanmasına, saf sanat tragedyalarına düşmesine veya idealist halkaların herhangi birinde dönmesine engel oluyor. Bunun açıklaması basit aslında: Yaşam her zaman sanatın önünde yürür. Sanat/çı yaşamın ayak izlerine bakarak yol(culuk)un adını koyar. Diyalektik bütünsellikteki toplumcu gerçekçi sanatçı, yaşamın estetik kaydedicisi olduğunu bilir. Gelişim çizgisini doğru belirlemek N. Bahtiyar şiirine hak ettiği ivmeyi kazandırmıştır. Kitabın isminde bile bu eleştirel tutum vardır. Herkesin yalnız acısına gömüldüğü yerde dünya nasıl düze çıkacaktır? “Herkes acısına kabuk bağlar/ Yer kendi kabuğuna “ (s. 31) diyor şair. Dünyayı bile kendimize benzettik. Buradan çıkış var mıdır? Bıçak Sırtı şiirinde de bu yansıma vardır: “Kuyruğunu yutan yılanın ölüm seremonisi” (s.33) dizesi ne yaptığını bilmediği için kendini yok eden topluma göndermede bulunmaz mı? Çıkışsızlıklarının seremonisini yineleyen ezilenler, sınıfsal ve akılcı mücadele vermektense değişik mistiklere sığınıp kurtuluş umarlar: “Gelecekten haberi dişler hindu’nun eteğinde” (s.33) Günümüz emperyalizmi sömürüde çeşitlenmekte ve giderek vahşileşmektedir. En sıradan insan da hissediyor ama adını koyamıyor. Nasıl hissetmesin? Elindeki yaylalar, dereler, ormanlar, topraklar, tohumlar… acımasızca alınıp katlediliyor. Yüceliğine hayran olduğu, adına destanlar yarattığı dağları bakıyor ki bir şirket tarafından dümdüz edilmiş. Avuçlayıp içtiği sular, plastik şişelerde ve fahiş fiyatlarla kendisine satılıyor. Hele ülkemizde doğa kırımları arsızca yapılıyor. Şair bir doğa bağımlısı olarak yıkımı görmekte ve şiirle direnç hattı oluşturmaya çalışmaktadır. “anonim, limited, komandit şirketler vs” (s.10) sömürgenlerine karşı, “yok’un öyküsü…’nü pahalıya satan dincilere ve “aşırmanın hazzında…” zıvanadan çıkanlara karşı! “Aşırmanın hazzı” imgesi toplumumuz için nasıl da çarpıcıdır. Bu barikat “soruları çalınmış hayattan” (s.32) hesap sormak için de kurulmuştur. “dikenli teller… arsenik ile siyanürün… kum taşınır… kopan taşlara… bakırın ve altının… sarstığı… çöküntü… eriterek…” gibi dağınık seçtiklerim de itiraz dili olarak yükseliyor. “Çürüyen bir toplumda sanat eğer dürüstse çürümeyi yansıtmalıdır. Eğer sosyal işlevi sayesinde inancı kırmak istiyorsa dünyanın değiştirilebilir olduğunu göstermek zorundadır ve değişime yardım etmelidir”, diyor Ernst Fischer. “Şiir, yanmak değil ise iki gözüm aksın” (s.66) dizesiyle N. Bahtiyar bu sözün arkasında duruyor. Bu itiraz dilinin farklı disiplinlerden beslendiğini ve şiirin uyarınca değiştiğini de söylemeliyiz. Mitoloji, dinsel argümanlar ve tarih, şiire ağırlığını koymadan vardır. Esin perilerinin keyfini beklemeyen şiirinin çıkış noktası akıldır. “Ama yine de bazı akıllı akılsızlar, şiirde aklın yersizliğini savunmaktadırlar. Oysa bizim sade şiirde değil, bütün işlerimizde çalışan emekçi kitlelerin yaralarına uygun bir aklı, daha doğrusu bir akıl işleyişini, hatta bir mantığı yürürlüğe koymamız şarttır. Çünkü akılsız şiir, kafasız kalmış Danton gibidir.” (Şair Çünkü Onlar kitabı, Can Yücel’le yapılan söyleşiden!) Bu damarı ustasının sözü uyarınca işler N. Bahtiyar. Akıl şiiri arayış ve yoğun emeğin şiiridir. Tetikte duyarlık ister. Akılla yazılması şiirin kuru ve bilgi pompalayan bir yanının olduğunu da göstermez. Bu, öfke veya duygulanımların estetize edilerek, sarsıcı şekilde verilmesini gerektirir. Yani yorucu, yıpratıcı ve acılıdır. İçiniz fırtına ve huzursuzlukla devinir. Var oluş sıkıntısı çekersiniz. N. Bahtiyar’ın “Abası delik çoban kutsalını da kurdunu da içinde taşırmış” (s.48) dizesi karşılar mı bu durumu? Aklın duyarlıkla birleşmesiyle dünya, şair için cehenneme döner. Şiir, cehennemi alt etmek için atılan çığlıktır N. Bahtiyar’da.

N. Bahtiyar’ın Kendine Zalim kitabı ayrı bir değerlendirmeyi hak ediyor. Şiire varmanın bir yolu da şiir üzerine düşünmek ve yazmaktır. Kitabın mantığı budur. On farklı şair bir şiirleri üzerinden değerlendirilir. Kendi inceleme yöntemini vurgularken şu önemli analizde bulunur: “Çözümleme, şairin okuruna vermek istediği düşünce, duygu vs. ile şiire ait çözümleme sonucunda oluşan düşünce, duygu vs. birbiri ile birebir örtüşmediğini bilerek, bilincinde olarak yapılan bir çalışmadır. Birebir örtüşmek zorunda da değil. Şiirin iç gerçekliği kadar şiir dışındaki gerçekliklerin, olguların, olayların şiire dahil edilme zorunluluğu çalışmayı farklı uzamlara, mecralara götürmesi de muhtemeldir. Bu nedenle çözümlemenin belki de en önemli işlevi, okur tarafından şiiri elinden tutup muhtemel farklı zamanlara, mekanlara götürme işidir.” (s. 74) N. Bahtiyar bunu yapmaktadır. Sanat subjektif olduğuna göre eserin yaratımı kadar eserden alınan haz da kurallara bağlanamaz. Eleştiri ve kuramların belki de birleşecekleri tek nokta estetik haz ve duyumsamayı yükseltmektir. Kendine Zalim, şairin sanat madeninde bulduklarını bizimle paylaşma inceliğidir. Bu yolculukta sosyoloji öne çıkar. Sanatın insansız yapamayacağının bilincidir. Çürümenin estetiğini yapanlara sanat sosyolojisi üzerinden gerçekleştirilen itirazdır. Ne kadar yaşam o kadar sanat direncidir bu!


 


Nilüfer Uçar
RÜYADA SAVAŞ 

karayelin koynunda geçen sendin
bir ihtimal ki üşüyordun
öksüz büyüttüğün duyguların ölüm günüydü
kırılgan hüznün öz babasından ileriydin
 
kaç rüyada sana koştum, hepsi flu’ydu
Pers cengaveri Simurg’un kanatlarında 
bildiğin tüm savaşların komutanıydım
dilsiz boşluğa  düşünce uyandım
 
atların yarıştığı kuşların izinde doğruldum
karabasanlar tapınakta  lanet duasındayken
karanlığın dırdırında  kalan
sessizliğin bel ağrısında  uyandım
 
yastığa bıraktığım silah meğerse kalemmiş
şiir yazmak için imge atışlarında kaldım
ne öğreten oldu, ne de okuyan
düş’ü gerçeğe  takas ettiğim  anda uyandım
 
sır diye yastığıma yatırdım aklı evvel izlekleri
kapanan gözlerimin çemberinde geçen gerçekti
anladım ki yenilginin düşü olmazmış
yeniden başladım, uyanık yürüdüm
                                       23 Haziran 2021 

 

Şahizer Senem Telli
BOHÇAMIN ÇENGELLİ İĞNELERİ

“Anne lütfen, kırma beni,” diye yalvarmaya başladığında kararımı vermiştim. “Gitmeyeceğim yavrum, ısrar etme,” deyip kestim sözünü.  Bu defa çok ısrarcıydı, “Bunda ne var anneciğim, anneannemin kasabadaki evini özlediğini, emekli olunca oraya yerleşmeyi düşündüğünü söylemez miydin?” dedi. Beni inadımdan vazgeçirmeye çalışan kızımı sanırım çok üzdüm.” Bakalım” deyip telefonu kapattım.

Gece boyu birçok siren sesi ile sık sık uyandım. Tekrar uykuya geçinceye kadar aklımda kızımın ağlamaklı sesi çınladı. “Biliyorum benim sağlığımı düşünüyor. Amansız bulaşa yakalanmamdan korkuyor. Onca işinin, uğraşısının arasında bile beni güvende tutmak istiyor” düşüncesi beynimi yoruyordu. Hem kızımı üzmek istemiyor hem de anılarımdan saklanıyordum. Kendimle yüzleşme zamanımın gelmediğine inanıyordum. Bu inançla, geçmiş bohçamı sıkı sıkıya çengelli iğnelerle kapatmış, açılmasını iyice zorlaştırmıştım.

Kısıtlı günlerde verilen serbest zamanımdaydım. Alışverişi ileri sürüp çarşıya gitmeyi aklıma koydum. Evden dışarı çıkmam gerekiyordu. Aslında kızım, hiçbir gereksinimimi eksik etmiyordu. Çıkmasam da olurdu ama iyice sıkılmıştım. Biraz da belki bir arkadaşla karşılaşır, özlem gideririz diye düşünüyordum. Onca zamandır biriktirdiğim; merhaba, iyi günler, hoşça kal, güle güle, nasılsın, iyi işler, kolay gelsin gibi sözcüklerimi bol keseden harcamak istiyordum. İki lafın belini kırmayalı neredeyse altı ay olmuştu. Dilim şişmiş, sözcüklerin anlamlarını unutmuştum neredeyse. Kendi kendime konuşma alışkanlığı edindim. İçimden geçirdiğim sözcükler, bir süre sonra belleğimdeki anlamını yitiriyor, gerçek anlamına bir türlü dönemiyordum. Kendimin doktoru olmalıydım. Bu sorunumu, tanıdık tanımadık insanlarla söyleşerek çözebilirdim.

Sıkıca giyindim. Maskemi, üzerine saydam siperliğimi, bir de eldivenlerimi taktım. Donanmıştım. Uzun süre çıkmadığımdan mıdır nedir? Kapıyı kilitleyip kilitleyip açtım, içeri girdim tekrar çıktım. Bir türlü evimle esenleşemiyordum. “Aman Allah’ım, deliriyor muyum yoksa?” diye düşünerek sonunda ana kapıdan çıkabildim.

Köşe apartmanın giriş katıydı evim. Çıkmamla polis arabasını görmem bir oldu. Hemen saklandım apartman girişine. Bekledim epey bir süre. Polislerin mavi ışıklarının yanar söner şekilde uzaklaştığını izledim camın yansısından. “Aaaa… Neden saklanıyorum, benim özgür zamanım değil miydi?” diye kendimi kınayarak, sokağa çıktım. Karşı komşu balkon demirlerine dirseklerini dayamış sigara içiyordu. Ona bir şeyler açıklama zorunluluğu hissettim. “İlaç almaya gidiyorum” dedim o sormadan.

“Aman dikkat et. 900 TL ceza kesiyorlarmış” dedi sigarasının dumanını tüm gücüyle dışarı püskürtürken.

“Valla büyük bir istekle çıkmak istedim bugün, nedense” diye yanıtladım.

“Sen yine de tedbirini al, e mi?” dedi

“Alayım, haklısın” dedim. “Ya görecek günüm ya da çekecek çilem var. Göreceğiz bu diretmenin sonunu” diye düşünerek yürüdüm.

Yeraltı treni durağı, evime yakındı ve sakindi. Bindim, hemen açtım kitabımı. Kimsenin yüzüne bakmadan, başımı dik tutmadan yolculuğumu tamamladım. Kemaraltı’na Çankaya tarafından girmeyi alışkanlık yapmıştım. Yine öyle yaptım, Hisarönü’nde oturup bir şeyler içecektim. “Bayciğit’in kıvamlı, bol tarçınlı salebini düşününce ağzım sulandı. Ayaklarımı çabuklaştırarak hızlandım.  Cadde eskisi gibi kalabalık değildi.

Her zaman oturduğum şadırvan çeşmesinin solundaki minik masaya yerleştim. Bir taraftan garsonu çağırırken, bir taraftan da bakışlarımı çevremde gezdiriyordum.  İçeceğimi ısmarladım, kitabımı açtım içimdeki özgürlük sevinciyle.

“Merhaba” dedi bir ses ama üstüme alınmadım.

“Merhaba Şule” diye adımı söyleyince, başımı kaldırdım. Bakıştık bir süre. Tanıyordum bir yerlerden ama çıkaramıyordum. Bakışları o kadar tanıdıktı ki…

“Tanımadın mı? Ben Nadire, Melek’in teyzekızı” dedi. Kitabım elimden sıyrıldı çeşme yalağına düştü. Yüreğim, “Bırak da çıkayım buradan” der gibiydi. Boğazımdaki düğümleri çözemiyordum ki konuşayım. Ayaklarımın yerinde duramayışına ne dersin? Ya gözyaşlarıma…

Sarıldık, öylece kaldık birkaç dakika. Ellerimiz ellerimizde bakışlarımızı konuşturduk bir süre de…

Oturduğumuzda ikimiz de mendillerimize sarıldık hemen. Salya, sümük, gözyaşı birbirine karışmıştı. Ne zaman kim başladı, anımsamıyorum ama çok konuştuk. Kendimizden, çocuklarımızdan, her şeyden… Benim yaşam bohçamdaki çengelli iğneler teker teker açıldı kendiliğinden.

“Seni gördüğüme çok sevindim Şule Abla. Melek Ablamı görmüş gibi sevindim. Bir gün teyzeme gidelim, seni çok özlediğini söylüyor sürekli. İyice yaşlandı artık memlekete de gidemiyor geçen yıldan bu yana” dedi.

“Memlekete daha önce gidiyor muydu?” diye sordum.

“Evet” dedi. “Demek ki memlekete ve bana küsmemişler” diye düşünüp kendimi iyi duyumsadım. Oysa ben o olaydan sonra hiç gidemedim. Kasabalıyla ve eski arkadaşlarımla karşılaşmaktan korkuyordum. Ya bana o günle ilgili sorular yöneltirlerse diye.

Zaman nasıl da çabuk geçmişti anlayamadık. Nadire benden küçüktü, yasaklı zamanı yoktu. Ama ben…

“Eyvah! Yasaklı zamanım gelmiş geçiyor bile…” dedim saatime bakarak. Gülüştük. Birlikte durağa kadar yürüdük. HES kodu sorgulama, seyahat yasağı gerekçesiyle yeraltı treni gişelerinden geçemedim. Herkes bana, “Seni seni!” diye bakışlarıyla parmak sallıyordu. Utandım. Başım önümde merdivenlerden caddeye çıktım. Polisler vızır vızır geçiyor tekrar geliyorlardı. Durağın yanındaki elektrik direğinin arkasına saklandım. Deve kuşu misali…

Görünmeden bir ticari taksi çevirebildim. Sevinerek bindim, adresimi söyledim şoföre. Arka koltukta küçülerek oturdum. Geçmişi ve bugünü düşünmeye başladım. “Yaşamımın en kötü anısı için beni suçlu bulmuyorlarmış. Bunca yıl, suçluluk duygusuyla kendimi sınırladım. Bu duygu çok sinirimi bozuyordu. Sürekli sakinleştirici kullanıyordum iç sızımı hafifletmek için” diye kendimle hesaplaşırken eve kadar gelmiştim.

Kapıyı açarken birkaç kez anahtarımı düşürdüm. Ayakkabı bağcıklarımı çözemedim. Aklanmanın rahatlığı ile hüzün arasında bir şeyler duyumsuyordum. Duygularım, bıçak sırtındaydı sanki. Elimdekileri bırakıp doğruca banyoya gittim. Camlı bölmeyi açtım, suyu sıcağa ayarladım. Altına girdim, bağırarak ağladım, gözyaşlarım suyla birlikte aktı aktı…

Ne kadar süre geçti bilmiyorum. Su damlaları, birbiri ardına hızla kayıyordu fayansın yüzeyinde. Bir süre onların akışını gözlemledim. Kendime gelince musluğu kapattım. Buharın tavana doğru seyrini ve tamamen yok oluşunu izledim. İçimdeki koyu, yoğun sisin de azaldığını duyumsayarak çıktım kabinden. Beni sımsıkı, yumuşacık saran bornozumun sevecenliğine sığındım. Uyumuşum.

********

Melek, en iyi arkadaşım, sırdaşımdı. Nasıl olmasın? Aynı mahallede, bitişik evlerde doğup büyümüştük. Hem sınıf hem de sıra arkadaşlığı yaptık, sekiz yıl. Birlikte kasabadan şehre dershaneye gidip geldik. Çok güzel anılar biriktirdik. Yine birlikte çok sır saklayıp, çok güldük derslerde, minibüslerde. Üniversiteyi bile aynı şehirde; İzmir’de okuduk. O, benden daha başarılı olduğu için mimarlık bölümünü kazanmıştı. Aynı gün yapacağımız düğünle evlenecektik ama olmadı. Ailelerimiz ikimize ortak bir ev tuttular önceleri. Sonra onlar da taşındı Ege’nin bu güzel şehrine. Önce ayrı semtlerde oturmaya başladık. Sonrası hepten ayrılık…

 Gözümün önünden, kafamın içinden silinmeyen yaşadıklarım; çok acımasızdı. Oysa yılların özlemini gidermek için uzun zaman sonra buluşup, anılarımızı canlandırmak istemiştik çocukluğumuzdaki saflıkla. Şakalaşarak girdiğimiz Göksu’nun serin sularının yapacağı kötülüğü göremeyecek kadar güvendik ona, birbirimize güvenir gibi…

Akıntıya karşı yüzemeyeceğimizi anladığımızda yönümüzü değiştirdik, ona kafa tutmadık. Göksu’da yüzmeyeli çok zaman geçince, özlenen ortamın tadını çıkarıyorduk. Okulumuzun hademesinin balık tuttuğu yere geldiğimizde “Dönelim” diye ısrar eden arkadaşımı dinlemeden “Her zamanki yerimize kadar gidelim, lütfen!” diye direttim. Hiçbir zaman beni kırmadı Melek’im.

Uzaktan kaba erkek sesleri geliyordu. “Bu koca adamlar bizim sınıfın haylaz oğlanları olmasın sakın” diyerek şakalaştım, gülüştük, yüzmeye devam ettik.  Çocukluğumuzdaki gibi benden daha hızlıydı. “İleriye taşlarla set yapılmış, eskiden yoktu.” diye konuşarak yüzüyordu. Adeta suyun yüzeyinde kayıyordu, “Kuğu gibi yüzüyordu, suyu okşayarak” diye imrenerek onu izlerken; kulakları sağır eden gümbürtüyle savrulduğumu anımsıyorum, sonrası yoktu belleğimde.

Duyduğumuz seslerin sınıfımızın haylazlarına ait olduğunu, hâlâ uslanmadıklarını, alabalık yakalamak için dinamiti kullandıklarını bilemedim. Bilmeliydim, kendimi affedemedim. Bu, bizim ilk ve son kötü anımızdı.

Keşkelerimle uzun yıllar yaşadım.  “Keşke o istediğinde dönseydik geri, keşke, keşke…”  Bir kaçak olarak utanarak yaşadım bunca yıl. Kaçtım ama içimde yaşattım kapatamadığım acılarımı. Melek’imin ailesine ve kendime hesap verememekten kaçtım. Yüreğim parçalanarak…

 Ta ki Nadire’yle karşılaşıncaya kadar… Bu, yüreğimin özgürlüğünün ilanıydı. Aklımın da… Artık keşkelerim yerine iyi ki’ lerimle yaşamayı seçtim. İyi ki yaşamımda oldun Melek’im.

Urla, 24 Mart 2021

 


Zeki Kırhan
YARIN VARDIR SEVGİLİM

 

sinsice çöker yoksulluğa zifiri karanlık
uzanır kirli elinden çift başlı hançer
parçalanır gövde, serer gölgesini toprak
yarın vardır sevgilim yarın bizimdir
 
çözülür mü düğüm aylak sabahlarda
yansa da suyu ısınmayan ocaklar kül içinde
ölüm koynunda, düğüm eşikte bekler
yarın vardır sevgilim yarın emektir
 
elleri göğe, umudu toprağa dönük insanlar
onlar için ölüm geniş, yaşam dar bir yokuştur
sözle canhıraş olurlar, değince ağır silahtır söz
yarın vardır sevgilim yarın onurdur
 
seslerin anlamı var, yüreği yırtan seslerin
çocukların yatağı uyanmadan, gün aralar kapısını
sabahlar güzeldir, insanı boynundan öpen sabahlar
yarın vardır sevgilim yarın çocuktur
 
yamalar üst üste, ruhlar yan yana atalar
kan görmüş bir pusudan sızmışlar toprağa
insan yaşadığı yer kadardır ustam, hani der ya şair
“toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır”
 
yarın vardır sevgilim yarın yaşamdır.

 

Seval Arslan
EDEBİYAT KÜLTÜR SANAT DERGİLERİ

Zaman sürecinde, çeşitli il ve ilçelerde yayımlanan dergileri okuyup incelediğimde her birinin; sanat, bilim ve edebiyatı, “kültür” odağında birleştirdiğini; usta yazar ve şairlerimizin yanında genç kalemlerin eserleriyle zenginleştirdiğini; okuru bilgiyle çoğalttığını gördüm. Bazısı yüz elli, bazısı on altı, bazısı da ikinci sayısıydı. Edebiyat dünyasına açılan ışıklı pencereydi. Her biri edebiyatın mutfağı… Bilinmeyeni öğreten, görünmeyeni gösteren…

Dünyada ekonomik, toplumsal, siyasi ve kültürel değişimin yaşandığı bir gerçektir. Kültürden toplum yaşamına her şeyin tüketildiği, uygar kayıtsızlığın olduğu günümüzde, pek çok edebi eser de yayımlanmaktadır. Teknolojinin hayatımıza kattığı bilgisayarlar, akıllı telefonlar, elektronik cihazlar, birçok konuda kolaylık sağlamıştır. Basılı eserlerin maliyetinin yüksek olması ve daha başka nedenlerle; bilgi erişimi hızlı, kullanımı kolay, güvenli web sitelerinde elektronik yayınlar artış göstermiştir. Klasik kitap okuyucusu için basılı kitaplar öncelikli tercih olsa da e-yayınlar da yararlı seçeneklerdir.

Duyguyu, duyarlılığa dönüştürebilme yetkinliğine sahip, toplumsal, yaşamsal, edebi değeri yüksek bir eserin içeriğinin belli bir düzeyde tutulması, geçmişle bugün arasındaki uzaklığın silinmesi, titiz çalışmalarla sergilenmesi, evrensel boyutta bir çizgiyi yansıtması çok önemlidir.

Değişik görüşlere yer vermek; dil, kültür, edebiyat ve sanata gönül veren bireylerle büyük bir aile olmak demektir. İşbirliği içinde çağdaş bir eser yaratmak, hedeflenen amaç ile işlevsel bir kuruluşun bütünleştirilmesine bağlıdır. Her eserin kendi içinde ürettiği değerler, biriktirilip sistemleştirilmesi ve okuyucu kitlesine ulaştırılması; bilinçli, azimli bir yönetim stratejisine dayanır. Doğru kararlarla olgunlaştırılan bilgi iletileri, esere nitelik kazandırır, sürekliliği sağlar, başarıyı da beraberinde getirir.

Edebiyat dergileri, çağımızın hastalığı olan yalnızlık ve iletişimsizliklere meydan okurcasına fırtınasız bir limanın deniz feneri olmaktadır; bizi kendimize, birbirimize tanıtan. Kent insanının açmazlarına karşılık sanatsal anlayışla sessiz ve iddiasız bilgeliğini okurlarının önüne sermektedir. Şiir ve edebiyat dünyasında, iletisiyle, içtenliği ve sahiciliğiyle tüm zamanların hiç sönmeyen ateşidir.

Cumhuriyet döneminin zenginliği olan; Kültür Haftası, Ağaç, Çınaraltı, Büyük Doğu, Markopaşa, Hisar, Yaprak, Pazar Postası, Türk Dili, Mavi, Papirüs, Şiiratı en önemli edebiyat dergileriydi. Bunların arasında Türk edebiyatının en uzun soluklu dergisi olan Varlık, halen yayımlanmaktadır.

Edebiyat dergileri kalın duvarların bilgiçliğini ve sağırlığını bir kenara atıp, belleklerin çağrışım alanlarına sessiz bir çığlık olmaktadır. Işık gibi aydınlık ve dosdoğru... Gelecek nesillere değerli bir kalıt…

Gerçek sanatçılar, yaşama yeni bir bakış açısı getirmekle kalmazlar. Onu değiştirirler. Usta sanatçılar var oldukça, yontulan kalemler çoğaldıkça inanıyorum ki edebi eserler, daha bir derin soluklanacaktır.

Şiir başta olmak üzere, edebi türlere ait yazılara ve incelemelere yer veren dergilerin zorluklara direnerek ayakta kalmaya çalıştığını görmekteyiz. Üzücü olan okurunu arayan bazı dergilerin yayın hayatına son vermesidir.

Edebiyat ve sanatın değişik alanlarında kültürel mirası paylaşan, birikimiyle iletişim ve etkileşimin oluşumuna katkı sağlayan dergilerin yaşaması için hepimiz bir şeyler yapmalıyız.

Karamsar dünyayı aydınlatan, insanı önceleyen dergilerin kesintisiz yayın hayatını sürdürmesi dileğimizdir.

 

Nagehan, Yaşar Özmen



Banu Elçi
YOLUNUZ AÇIK OLSUN

 Olur da bir gün tutuk kalırsan geleceğe, geçmişle hesaplaşma vaktidir. Geçmişin tüm döngülerini kırmak üzere denize açılmış bir yelkenli misali rüzgârda bir sağa bir sola savrulurken hep bir yol alma hâlidir hayat. Hani derler ya yaşam vardığın yer değil, gittiğin yoldur diye. Nedense zaman ve yol özdeşleşmiştir. Yol almak zaman işidir, sabır işidir. Olabildiğince kolay ve çabasız olsun istenilen ancak bir o kadar da engebeli, taşlı topraklı, tozlu olan bir yol.

Bir sözcüğün kıyamete, bir iyi niyetin teselliye, bir ölümün bin parçaya bölünmüş acılarına, ayrılığın o başıboş nihai ve manasız boşluğuna, bir sevginin bitimsiz inceliğine ve her haliyle hayatta olmanın külfetine, ağırlığına değen ...

Yorulur mu doğa hiç binlerce kez yeniden doğmaktan? Peki ya doğadan kopmuş insan bilir mi ki yeniden doğumları acımadan, yüreği sızlamadan. Sahi bir ağaç kururken içten içe canı yanar mı?  Kuruyan yaprakların rüzgarla savrulan hışırtısından mı anlaşılır ağladığı yoksa sessizce sevinir mi yapraklarını dökerken yüklerinden özgürleşiyor diye? Hiç içi üşür mü bir ağacın?

Ya da bir çiçek tomurcuğa dururken doğum sancısı çeker mi? İnsana vaat edilen cennet bahçeleri günahsız geçilemez ya hani. Kim kefaretini öder her günahın? Günah ki iyi kötü diye sınıflandırılan, damgalanan yüzlerce sıfatın. Toplumsal koşullanmalar ve ezberler içinde yaşarken bildik rotanın dışına çıkan seyyah, olur da yolunu kaybederse eğer güneş yol gösterir mi ona ayaz bir gecenin sıkışıp kalınmış bilinmez karanlık seferinde.

Hani derler ya “Yaşamın bilinmezliğidir hayatı güzel kılan” diye.

“Her şey değişir ve hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Doğa her şeyi değiştirir ve her şeyin şeklini değiştirmeye zorlar.” der Romalı şair ve filozof Lukretius

Dünya kendi etrafında dönerken bir yarı karanlık bir yarı aydınlık görünse de güneşin varlığı zamanı oluşturarak bu döngünün bitimsiz günlerini yaratır.

Gün yirmi dört saatlik bir zaman dilimi. İçine koyduğun sözlerle, yüklediğin anlamlarla, tekdüze eylemlerle, güvenli alışkanlıklarla bazen de yönünü, yolunu değiştirme ihtiyacı duyduğun anlarla şekillenen bir gün. Zamanın varlığı ve varlığın yokluğuyla kendi içinde bir dualite yaratan yaşam. Hayatın iki zıt yönlü varsıllığı. Ölüm olmadan hayatın, acı olmadan mutluluğun, hüzün olmadan neşenin bilinmezliği ve anlamsızlığı. İki kutuplu bir kavramsallaştırma ve uslamlama ile yol alan bir hayatın içinde kaybolmuş, düşe kalka yaşayan bir insan türü.

Varlığa yüklenen her amaçsa hayatın bir tasarımı olarak tezahür ediyor.  Her şey nasıl görmek istersen öyle, nasıl bakmak, nasıl tanımlamak istersen o kadar. Yine de çoğunlukla senin için yaratılmış, sana sunulmuş, seçenekleri daraltılmış bir yaşam var karşında. Ancak ne zaman her şey sorgulanabilir, analiz edilebilir, olasılıklar çoğaltılabilir, anlamlar ve tasarımlar farklılaşabilirse insanın da ancak o kadar zengin olabileceği bir yaşam bu.

Bizler aklımızla kavrayabildiğimiz kadarını yaşarken dışarıda tüm olup bitenler ne kadar temas ederse yüreğimize yaşam yükümüzde o kadar ağırlaşır. Neyse ki insanı hafifletecek, insan ruhuna iyi gelecek araçlar var. Bir yazı, bir şiir, bir dost, bir şarkı, bir resim, bir ağaç, bir nehir...

İnsan zihninden çıktıkça hayatın basitleştiği bir döngü aslında bu. Ne onu bulandıracak bir toprak ne onu ağırlaştıracak bir kuş ne de yoluna engel koyacak bir deniz var insanın hayatında.

Her insanın bir hikayesi vardır elbet.  İçinde kocaman sevgiler ve acılar barındıran, insanın kayboluşlarına neden olan ayrılıklar ve ölümler yaşatan. Eksilir mi insan hiç bunlardan peki? Kayıp olarak gördüklerimiz, bizi bırakan ya da bırakmak zorunda kalan ya da bizim terk ettiklerimizle...Yoksa çoğalır mı insan yaşadıkları, deneyimleri, öğrendikleri ile. Yokluk zamanlarında anıların varlığı acıtır mı insanın içini yoksa tam tersi o günlere bakarak özlemle ve sevinçle anar mı o günleri?

 Bence her ne şekilde ve nasıl olursa olsun yaşanılan her an, o an için uğruna savaşılmaya değen her şey, vazgeçilen ya da daha sıkı bir tutku ile bağlanılan her insan ya da olay o anın koşulları içinde kendi akışını yaratır. Bu, ister kılıçla ister kalemle ister küfürle isterse de olabilecek en erdemli ya da insani yolla da olsa fark ederiz ki hayat tek kişilik bir oyun değil. İyisiyle, kötüsüyle, arsızıyla, edeplisiyle, sevgisiyle, öfkesiyle bitmeyen ve dinmeyen bir bilmece var insan zihninin derinliklerinde. Bilinmezlere açılan bir kapı ancak kendi hakikatine doğru yol alan bir döngü de var.

 Sokrates’in dediği gibi “En iyi bildiğim şey hiçbir şey bilmediğimdir.” Dünyanın en bilge insanlarından biri olarak o bile, kendi kişisel işlerinde, doğru kararlar verebilecek, hiç değilse hayatta yanlış adımlar atmasını engelleyecek bir akıl perisine ihtiyaç duyduğunu söyler. Ki bu da insan aklının bazı şeylerde ne kadar yetersiz kalabildiğini gösterir. İnsanoğlu iyilikle, adaletle, hakkaniyetle, sadakatle, dürüstlükle, sevgiyle yol alabilse zaten karmaşanın büyük bir kısmı ortadan kalkar. Ancak buna ne insanın benlik rekabeti ne hırsı ne ele geçirme arzusu ne de zarar verme dürtüsü izin vermez. Kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi olmayan, kendi gibi hareket etmeyen her bir başkası az biraz tehdittir bir diğerine.

Halbuki birey olabilmenin, kendi kendine yetebilmenin, kendinde olduğu kadarıyla özverili olabilmenin getireceği barışçıl ortam insanı bir nebze daha esnetecek ve ılımlaştıracaktır her şeye.

Bizler ait olma duygusunu yaşarken bile dışladığımız her ulus, her ırk, her mezhep ya da her bir insan diğerinin değerlendirmesine, kavramasına maruz kalıyorsa, bu durumda her bir zerreyi ya da her bir hücreyi toprakla, suyla, doğayla yeniden yeniden arındırmak gerekir. Ta ki doğanın özündeki, insanın o en özündeki saf cevheri bulana dek...



Yusuf Özdemir
ÇEMBER 

Yıllar sonra Nemrut'un doğu sunağında
Doğumunu beklediğim güneş
Yükseliyor Siverek Ovası’nda
Bir Karmati ayininde söylenen en eski ilâhiyi
Fısıldıyor rüzgâr
İçimde yılkı atları koşuyor
Uzun bir yolun güncesini tutuyorum
Her sayfa sessizliğimin ezidi çemberi
Her sayfası kuyuda çağıran Yusuf'un sesi

 

Nermin Akkan
ECE AYHAN TABİRİYLE




En çok canım yanınca arıyorum seni
Çocuklar hastalanınca
Gurbet abanınca
Alacaklı dayanınca -sen gideli bitti gerçi- öylesi
Isırgan misli dalayınca kimsesizlik
Dirhemleniyor yüreğim
Yumranıyor sol küreğim
Başım boşa çıkıyor her türlü

Herkes masa meraklısı son günlerde
Develi Cıvıklısı
Beyoğlu İşkembecisi
Bilmem ne balıkçısına adres
Diz omuz sırt karaborsa gayrında

Cam camayım oğlunla şu an
Karantina yaşam
Dezenfekte giyim kuşam
Ah be gönlümün kara yası
karakucak dostluğuna nasıl da açım bu akşam

Gri mavi gök deniz
ad uyduramadım henüz bu rengine ufkun
Güneşin sarısıyla gönlümün karası yutuşmuş
Derya tutuşmuş sanırsın kara is pisine pis
Bacadan düşmüştü ya hani akkız
tıpkı onun korkak gözleri
közlük rengi

Toprak suyu unutmuş
Pıtrak büyütmüş ha bire
kaynaklarını kurutmuş
bütün çiçekler kuruncu
kelebekler kavi benekli zır beri
çayır çimen dersen geçimsiz feleğin çemberi

Dedim ya
.... toprağına giresiyim an be an
Gurbete meydan okuyor
gamze dokuyorum numaradan

Ne zamandan lokmasız
Ne günden uykusuzum unuttum
Bir ara elin omzumdaydı sanki
Başım düşeyazdı
Gözüm akınca ağzıma ancak aydı

Yurt kurdum hastanenin görümcek yüzüne
Gözlerimiz cam cama muallim
İncir ağaçları ön bahçede ellaam
Arkası tümden piç erik
Daldan dala karadul ağları gerik
"Keşke" diyorum "Ordan bura bir teleferik
dibine vurunca bu geberik
in çık yapsan göreselik"

Az önce
..... nefesin öptü kirpiğimi incilerimin menzili değişti
ondan bildim geldiğini
Dibime dökülürdü evvelde
Komşu banktakiler uzandı bu körez
Birazını da refakatçiler kürüdü
Ansızın duman bürüdü Rize'yi öylesine işte
Hısım akraba buralarda herkes birbirine

Siren sesleri sinir bozucu
Ölüm orucu sonlanmış da soluğa varmış
sanki eylemi anlamsız bulunan anasının bebeği
Ardı çığlık öbeği

Anlıyorum
… "Beterin beteri" diyorsun
Öyle değil işte
yokluğunda gadanın olmuyor ki biteri
Kör şeytan da musallat iyiden iyiye
"Şurdan şurası zaten bütün mesafe
.... yekin" diyor
Dibini denizin salık veriyor
Aklıma da yatmıyor değil hani
"İnceldiği yerden... " demeye kalmıyor
koruk koruk Ceren beleriyor
Bütün sistemlerim devre dışı
Yemeksemiyor içmeksemiyorum
Susamak çaysamak dersen hak getire
Sensiyorum sadece burnumda tütüyor omzun
Uzun uzandıya kuzun
Karışınca ateşten aklı seni soruyor

Çok kızıyorum o zaman sana
Ne şiirler yazıyorum bir bilsen puştluğuna
Sinkafın bini bir para başı göğe neredeyse
Yer altı vuruyorum ha bire
Kapatıyorum gözlerimi kazıyorum tırnak tırnak
Yetmedi tepikliyorum
Alamıyorum hırsımı
yenemiyor öfkemi
"Oh olsun"a çepikliyorum taşını

"Başını yesin yazgının böylesi" demiyorum elbet
Kalıcı değilim ya ilelebed
Hesaplaşağız nasılsa günün birinde
"Helal olsun"u umma boşuna
"Beyim bilir"imim yok benim biliyorsun
Keven basacağım poşuna

Bitirmek istiyorum ömrü
Kalan günün ardını
Görmek bazen
Bel veriyor hizen
Üstüme üstüme evren
Çivilerim sökülüyor

Öyle bir akşam üzereyim an itibariyle
Farkım yok hıbarıyla el duvarında
Hiç alakam kalmadı o bildiğin
O çok sevdiğin
.......çıtkırıldım kibariyle

Morum mokum anlayacağın Ece Ayhan tabiriyle…

 

Hüseyin Opruklu
SOLGUN GÖLGELER

Tam bir saattir koltukta oturmuş, uyanmasını bekliyorum. Gözlerimi kırpmadan bakıyorum güneşte unutulmuş bir tuval gibi solgun yüzüne, uyansın artık diye. Neden sonra uyanıyor. Yeni yıkanmış kumaş gibi içine çekmiş gözünü ovuşturuyor durmadan. Solgun gölgeler halinde bekleyen ihtiyarların arasında iniltiler içinde kendine bir hayat kurmuş belli ki. Ait olmadığı bir dünyaya ne de çabuk alıştığına şaşırıyorum. Kafasını kaldırıp yüzüme bakıyor, sonra rengi uçmuş dudaklarını kıpırdatıp “Hoş geldin.” diyor.

Çoğu yağmur uykusuna yatmış gibi öylece bekleyen tüm bu yaşlı insanlar emir almışçasına dönüp bana bakıyor şimdi. “Hoş buldum anne,” diyorum onlarla göz göze gelmeden. Tanımamış gibi bakıyor. Zamanın gittikçe yavaşladığı, yetişme derdinin olmadığı bir boşlukla bakıyor. “Sen kimlerdensin?” diyor sonra. Cümlelerinin çoğu bozuk, anlaşılmıyor sözleri. Susmasını fırsat bilip “Anne, benim, tanımadın mı?” deyince, zamanı geri sararak, bu kez “bildim.” diyor. Bildiği bir şey yok aslında. Ne zaman ihtiyacım olsa iki kanat gibi açılan şefkatli kollarının ucunda sarkan artık suyu çekilmiş sağ elini güçlükle kıpırdatıp, elimin üstüne koyuyor. Bakıyorum; gülümsüyor mu emin olamıyorum. Anne” diyorum sonra “Ne çok arkadaş biriktirmişsin ne güzel’”

Annemin kendisiyle ilgili söylediğim hiçbir şeyi önemsemediğini biliyorum. Değişen bir şey yok yine. Neden şimdiye kadar gelmediğimi, gelmek istemediğimi düşünüyorum. Kandırılmaya hazır bir çocuk saflığıyla “Ne iyi ettin gelmekle.” diye mırıldanıyor. Bakınca öyle anlıyorum beklemenin hiç de kolay olmadığını.

Kalın gövdeli süs bitkileri gibi bir köşede oturmuş onlarca yaşlı annem gibi bekliyor. Unuttukları için konuşmayı belki, kimseden ses çıkmıyor. Sanki herkes suskunluğu çoğaltan kıpırtılar içinde başka bir dünyanın kapısında geçmişi unutmuş, olmayan bir geleceği bekliyor. Belki hepsi unutmak istiyor her şeyi; şimdinin ve geleceğinde bir önemi kalmıyor o zaman. Buraya ne zaman, neden geldi? Bilmiyor kimse.

“Anne,” diyorum “benim, ben Necla.” Gülüyor. “Bildim bilmesine de,” diyor, “heyecanlandım birden!” Bildiği bir şey yok aslında. Başka bir dünyanın kapısını aralamış çoktan ama kendini hala burada zannediyor. Geçmişe bakmıyor dönüp. Yok sayıp geçiyor, ne güzel.

Şapkasını başına özenle yerleştirmiş ihtiyar adam, salonun bir köşesine tezgâhı açmış, elindeki fırçayı rastgele önündeki tuvale sürüyor. Ara ara dönüp, çekingen gözlerle anneme bakıyor. O da fark ediyor. Elini saçına götürüp düzeltiyor. “Biliyor musun,” diyor annem, “benim resmimi yapıyor, neredeyse bitmek üzere.” Feri kaçmış gözlerine ışık yürüyor bunu söylerken. Tuvale yaklaşıp bakıyorum, eğri büğrü bir ağaçtan başka bir şey görünmüyor.

“Babamın ne zaman geleceğini, hiç böyle geç kalmadığını soruyor.” Sesini kısarak, birazda kulağıma fısıldayarak diyor bunu. “Neredeyse gelir,” diyorum, “o gelmeden gideyim ben.” Mahzun bir sessizlik içinde “Daha erken, nereye gidiyorsun?” der gibi bakıyor yüzüme. Sesi ağlamaklı. Karşımda oturan kadın annem olmaktan çıkıyor baktıkça. Hafızasının geri gelmesini, beni tanımasını diliyorum. Kim olduğumu. Kim olduğunu.

Biz bunları konuşurken, huzurevinin tombul kadın bakıcısı salona gelip elindeki tepsiden sırayla ilaçlarını veriyor bir bir. Gündelik rutinlere alışmış, yüzünü ekşiterek bekliyor hepsi. Sıra ona gelince mızmızlanıp içmek istemiyor, kaşık ağzına ulaşıncaya kadar dökülüyor bir kısmı. “Anne,” diyorum “hafta sonu gelsen, yemek yapsak beraber.”  Şüpheyle bakan gözlerini dikip “Olmaz,” diyor “babana söz verdim, gelemem!” Neden böyle bir şey söylediğimi ben de bilmiyorum. Belki biraz daha gevelesem içimdeki sözcükler isyan edip çıkacak; onu neden unuttuğumu, şimdiye kadar neden gelemediğimi böylece söyleyiverecektim sonunda. Gönlünü almak için “Tamam,” diyorum, “sonra gideriz o zaman.”

Hiçbir umut vadetmeyen bu sığınakta onu bekleyen yapacak bir sürü iş varmış da ben meşgul ediyormuşum gibi “Gitmeyecek misin daha?” diye soruyor. Evet anlamında kafamı sallıyorum. Hava yavaş yavaş kararmaya yüz tutarken bakıcının kolundan çekip kulağına bir şeyler söylüyor. Ne dediğini duyamıyorum. Kapıdan çıkarken bakıcıya yaklaşıp soruyorum ne dediğini. Yüzündeki alaycı gülümsemesiyle “kimdi bu gelen” diye soruyor diyor. “Kimse!” dersin diyorum, “hiç kimse.”

 


Filiz Kalkışım Çolak
KASIMPATI DÜŞESİ


ayva çiçeği iklimini mi şaşmış ne
titriyor soğuğun jilet kesen ıslığında
dudaklarının kiraz ısırığı bir tattan kalma
düşlerimin ılık şarabını kesiyor
elma kabuğunda dağılan kokusu vaveylalarının
kimsesiz kaldırımlarda
kalbimin tekleyen yalnızlığı
yırtık cin giymiş aklımın düşesi
kasımpatı şımarıklığında
geçip giderken son yorgunluğundan
üşüyen bedenimin siyah kürklü geceleri
kıymığı batıyor kumsallarımın
tan hasreti beklentilerine
bakışlarının gönlüme kapanan
siyah yelpazeli dokunuşlarından
ah! Mihrinaz
kar zınaklıyor ayaza sızan ayın
mor sinmiş nefesinden
şehrin kurt uluması sessizliğine
sen yoksun!
sokak lambalarının isli gözlerine
sürme çekiliyor
esaretinden gölge boylarına akan duruşlarından
uyuşmuş kirpik uçlarımdan
usulca bir damla yaş yuvarlanıyor
avuçlarımın parçalanan kır kavisli sabahlarına
ah! Senin köşe başı kortejlerin Mihrinaz
İsveçli anneden doğma Mihrinaz
ballanan rujunda fütursuzdu gelincikler
ah! Yanaklarında olgunlaşan epifitleri
kıyılarıma çekilen şeftalilerin
pembe uçlarından sinelerinin
menevişlerime uçuşan ak güvercinler
gülücüklerinde nazlanan ağzı yavrucuklu kamelyaların
biliyorum birazdan ışıyacak
içimi ısıtan gamzelerinden ahududu şerbeti
bizim sokağa
çıkacaksın biliyorum
dalacaksın kasımpatı buhranlarından
denizi seyre daldığımız derinliklerine
eski rıhtımın
on dört numarada duraklayacak önce adımların
sivrilecek burnu çizmelerinin
kalbin çarpacak deli deli
bükeceksin boynunu penceremdeki lâlelere
harelenen mecalimin
göletinde ki kuğularda yüzecek küskünlüğün

karda kalacak yüreğimde korlaşan izleri
ruhumdan geçişlerinin
saçlarında tutunan taneciklerden
çözüleceksin zemheri sancılarıma
saydam ırmakların dürtüsünden
bir ispinoz düşecek
boşluklarımın yakut ağartılarına
konçertosu başlayacak yine sevdanın
buğusu tüten dallarımdan
o beyaz yüzünden inerken
göğüslerinin üzerine
zülüflerinin hayallenen siyahları
kıpırtılarımda kalan tadın boşalacak Mihrinaz
buz tutan düetlerine dudu çıkmazlarının

kızılcıklar lâl olacak
turkuazlara ısınacak koynunda
mercan kanatlar
vuslatın terleyen sıcağında
yanlara yatacak cıvıltılar
yakamozlar kucağını açacak
yıkanacak körfez öpüşlerinde ay ışığının
ilkbahar inecek kucağımıza
saracağım belinden Mihrinaz
ebemkuşağı sıyrılırken mor kuşağından üzerimize

karanfilli çıkışlarına haykıran
kasımpatı suskunluğundan
öleceğim sana
çiseciklerimizden tütecek maviye ten…

 

Necdet Arslan
BİR ŞİİR/BİR ŞAİR ÜZERİNE DEĞİNMELER
 

 OLUŞ MƏNİ
(Nermin Akkan)

Ey sən,
Mən olan,
Məndən olan hər şey!
Tafran kimə torpağım?
Kimesin efil efil
Niyesin bu qədər alçaq, bu qədər səfil
Göyə tikdim halbuki başını!
Sən,
Ey sən!
Yaşıl, sarı, qırmızı, qəhvə
Uzun, qısa, tombul sivri, zəngin xəsis yarpağım!
Bu qədər ehtiras niyə budağa, çiçəyə
Bu qədər həsrət günəşə suya
Kök köləliyini bilə-bilə!
Ah bre min qollu gürgen, qovaq, qoz gül, selvi
Bu qədər torpağa eşq,
Bu qədər sevişmə niyə biteviye
Canlar tərsiylə!
Xidmətin kimə,
Hörmətin kimə ki
Tax taxışdır, sür sürüşdür aşüfteliyindesən
Sarıdan yaşıla qırx dövrlə!
Şabalıd at at,
Gül qatmar qatmar qırx qat
Al yaşıl kiren
Alma, armud, tut, albalı portağal
Al al,
İstədiyin nə varsa
Bax bu dirhəmliyindəki kələkbaz ehtirasa
Mən
Mən hey mən!
Nə oldu birdən!
Tərləmiş su kəsmisən,
Bulud bulud yüksəlmisən
Gözəlləşmisən Aişə Aişə
Səpilmiş boy vermisən çinar çinar,
Bir iki dirhəm də ət tutmusan anlaşılan ki
Qucaqlaya bilmirəm belini rəçinə qoxulum!
Pinar!
Hava be!
Havasını sevdiyim kəkliyim,
Göyərçinim, kəpənəyim,
Qaytan bığlarıma bax hələ
Ozan belə dölümə
Diz çök heykəlimə
Şəhadət şəhadət iliş pəncələrimə
Mənsən
Sənəm
O
Bu
Bu
Öz be öz
Tözüm
İki gözüm.
Danış mənlə
Seviş sənlə
Öl
Diril
Oluş məni habire
"Allah Allah!"
Də birə!

OLUŞ BENİ

Hey sen,
Ben olan,
Benden olan her şey!
Tafran kime toprağım?
Kimesin efil efil
Niyesin bunca rezil, bunca sefil
Göğe diktim oysa başını!
Sen,
Hey sen!
Yeşil, sarı, kızıl, kahve
Uzun, kısa, tombul sivri, zengin cimri yaprağım!
Bunca tutku niye dala, çiçeğe
Bunca özlem Güneşe suya
Kök köleliğini bile bile!
Ah bre bin kollu gürgen, kavak, ceviz gül, selvi
Bunca toprağa aşk,
Bunca sevişme niye biteviye
Canlar tersiyle!
Hizmetin kime,
Hürmetin kime ki
Tak takıştır, sür sürüştür aşüfteliğindesin
Sarıdan yeşile kırk döngüyle!
Kestane at at,
Gül katmer katmer kırk kat
Al yeşil kiren
Elma, armut, dut, kiraz portakal
Al al,
İstediğin ne varsa
Bak şu dirhemliğindeki düzenbaz hırsa
Ben
Ben hey ben!
Ne oldu birden!
Terlemiş su kesmişsin,
Bulut bulut yükselmişsin
Güzelleşmişsin Ayşe Ayşe
Serpilmiş boy vermişsin çınar çınar,
Bir iki dirhem de et tutmuşsun anlaşılan ki
Saramıyorum belini reçine kokulum!
Pınar!
Hava be!
Havasını sevdiğim kekliğim,
Güvercinim, kelebeğim,
Kaytan bıyıklarıma bak hele
Ozan bele dölüme
Diz çök heykelime
Şahadet şahadet takıl pençelerime
Bensin
Senim
O
Bu
Şu
Öz be öz
Tözüm
İki gözüm.
Konuş benle
Seviş senle
Öl
Diril
Oluş beni habire
"Allah Allah! "
De bire !


Merhaba

Yukarıda Nermin Akkan'ın Azerbaycan Türkçesine OLUŞ MƏNİ’ adıyla çevrilen bir şiirin paylaşıyorum sizlerle.

Şiiri uzun uzadıya irdeleyecek değilim. Nermin Akkan hakkında sizlere iki yetkin yapıtı; Ayrıksı Çiçekler ve Ceren’siz Olmaz isimli kitaplardan daha önce de söz etmiştim. 1955 yılında Tokat’ın Almus ilçesine bağlı Kadıköprü köyünde dünyaya gelen Nermin Akkan bir emekli öğretmen. Şiir, öykü ve denemeler yazarak yayın yaşamında yıllardır var olan bir şair ve yazarımız.

Çoğu yapıtını okuduğum Kardeşim Nermin Akkan hakkında söyleyeceklerim bu okumalarımın yansımasıdır.

Bir istif işçisidir; daha başka bir deyişle ‘duyguların istifçisidir’, Nermin Akkan. Çok varsıl bir sözcük, söz ve söylem dağarcığına sahiptir. Bunların her biri, bir başka şiir tümcesinde yer bulmak için gönüllü koşar. Böylelikle her yazdığı metinde yeni bir lirizm doğar.

Günümüz şiirinde yarınlara yönelik bir ‘hamle şairi’ diyebilirim Nermin Akkan için. Her şiirinde kendini olgunlaştırma, pişme uğraşı içindedir çünkü. Böylelikle kendi sesinin peşinden koşar, her şiirinde kendisine benzeyenleri arar. Bu heyecanla içten bir yüreklenmeyi sahiplenmekle kalmaz, edindiklerini kıskançlıkla korur.

O’nda yeniliğe açık bir yetenek varlaştırması, şiiri başka bir evrene sokma sabrı vardır. Sözcüğün tam anlamıyla incelikli dokunuşların insanı; bir atılım şairidir. Uçsuz bucaksız bir cevherden sağar söyleyip yazdıklarını.

Ne’yin yanında olmayı kararlılıkla bir istenç, usuna aykırı gelen ne varsa hepsini elinin tersiyle yitip kendi olma varsıllığını sahiplenen bir tutumun Nermin Akkan’la özdeşleştiğini söylemek bu nedenle olasıdır.

Onun şiirlerindeki evren sanıldığından da büyüktür. Onun şiirlerindeki düş, gerçeğe sanıldığından daha yakındır.

Sözcüklerle, objelerle, duygularıyla çocukça oynayan bir ergenlik; yaşam ve insan odaklı şiirlerindeyse en sıradan olgulara bağımlılık derecesinde kilitlenen bir bilgelik vardır. Sıradanlığı, en öncelikli bir sorunsal olarak dikkate alır. Onları, yoğun metaforlarla gergefine motif motif teyeller.

İlkin usunda yaşatır şiirlerine giren her odağı. Sonra, yoğun bir dil kıvraklığıyla şiirini pişirip indirir ocaktan. Deneyimleriyle hayallerini biçimlendirir. En keskin söylenmesi gereken durumlarda daha acıtıcı bir dokundurmaya yönelir. Ünlü harflerin hepsi bir ünsüz harfle nasıl gülünebildiğini ağızları açık tanık olurlar.

Bazı şiirlerinde okurlarını bir beyin fırtınasına çağırırken belki biraz hiddetlenir; ama kimileyin de onları bir sandal barınağında korumayı gözetir. Bu insancalık Nermin Akkan’ı büyüten en büyük özelliklerden biridir.

Hiçbir şiirinde falsoya, yapaylığa olanak tanıyan bir kurguyla karşılaşmazsınız. Bu nedenle o, bizden biridir. Yazdıkları her şey yaşamdan devşirilmiş mozaiktir.

İçimizi acıtacak derecede güldüren, kahkahalar atarak hüzünlendiren bir hipnoz gücü vardır bu ‘kalemin’.

 Nermin Akkan hakkında söyleyeceklerim bu kadar dersem kendime de haksızlık etmiş olurum. En iyisi mi ‘şimdilik’ ayrıntısını bu son tümceme eklediğimi düşünün.

“Konuş benle” diyen Can Topraamm Nermin Akkan’ı selamlayarak…

 

Kemal Kantar
ANNEM
 
senin yüreğin martılarla bir
her halimize telaşlısın anne
gözlerin kirpiklerinden beter
ne ağlamaların bitiyor ne aydınlığın...
dur, öyle usulca...
karanlıkta yıldızlar bile görmedi
seni gözkapaklarımda sakladım
bakarsın ufacık bir cinayet olur
dur, öyle usulca...
sokak lambaları parmak uçlarımı sızıyor
karanlık birazdan bilinir
bir çığlıktır kopar Acı Kahve’den
İzmir`de olduğumu bilirler
gidersek beraber gideriz
sokaklara bırakmışım avuçlarımı
kimseler almıyor annem
kimseler almıyor...


Kerim Birlik
BAZEN


Gözlerin düşüyor aklıma bazen
Yüreğimde sıcaklığı güneşin
Ruhumda bir yerler alev alıyor
Kuru yaprak gibi tutuşuyorum


Bazen de hasretin dolar odama
Buz kaplar kalbimin dört duvarını
Sıtma nöbetinden beter yokluğun
Aylardan Ağustos, ben üşüyorum

Hayalin süslüyor gecemi bazen
Duvarlarda gülümseyen cemalin
Pek de hayra değil benim bu halim
Sensizken seninle konuşuyorum

Bezen de başımdan gidiyor aklım
Kendimi hep sende unutuyorum
Geriye dönmeye yok ki takatim
Ne olur tut beni, tut düşüyorum
26.08.2020 Ankara

Adnan Sungur
PUDRA ŞEKERLİ HAYAT

 Adam hareketsiz bir şekilde duvarda asılı tabloya bakıyordu. Kim yapmış diye düşündü. Sağ alt köşede S harfi, yanında da soyadı yazılı.  Pek okunaklı değil, sadece yılı net okunuyor. Resimde küçük bir kız çocuğu var. Uzun sarı saçlı, gözleri yeşil, kucağında da uyuyan kedi yavrusu. Kızın hemen yan tarafında bir kadın ve bir erkek, kıza gülümseyen yüzle bakıyorlar. Ortada masa, üzerinde cam sürahi ve kitaplar. Erkek siyah saçlı, buğday tenli, bıyıklı, zayıf yüzlü.  Elmacık kemikleri hemen fark ediliyor. Kadın sarı saçlı, yeşil gözlü. Yüzü yuvarlakça ve minyon tipli.

Güzel bir tablo diye geçiriyor aklından. Dudaklarının arasındaki sigaranın külünün yere döküldüğünün farkında değil. Bu resmi kim yaptı diye hatırlamaya çalışıyor ama nafile. Derin bir nefes alıp odanın içinde bir iki adım attı. Burada benim ne işim var diye düşündü. Beyaz duvarlara baktı. Beyaz anılar vardı hiç kirlenmemiş. Beyaz anılara parmağının ucuyla dokundu. İçi acıdı, kederlendi. Kim bıraktı anıları duvarların üzerine? İçim neden böyle burkuldu diye hayıflandı.

Odanın içindeki sesleri, yüzleri düşünüp hatırlamaya çalıştı ama hatırlayamadı. Kendini aramaya başladı. Masanın, karyolanın altına, dolabın içine, her yere bakıp kendini bulmaya çalıştı. Bükülmekten yorulan belini doğrultup dineldi. Tam o anda kanepede oturan bir çocuk gördü. Şaşırdı…

Dikkatli gözlerle çocuğu süzdü. Hatırlamaya çalıştı. Önünde bir iki adım volta atıp yeniden yüzüne baktı. Şeffaftı çocuk. İçini gördü. İçinde kâğıttan gemiler ve uçan kuşlar vardı.  İçindekiler kıpırdadıkça, çocuğun gözlerinin içi gülüyordu. Sanki suyun şırıltısını duysalar içindeki kâğıttan gemiler birden yolculuğa çıkardı; adı bilinmeyen denizlere doğru.

Duvardaki anılara bir daha baktı. Bir yeri hatırlar gibi oldu. Bir kızla bir erkek, boğaza karşı çay bahçesinde oturmuşlardı. Kanlıca mıydı orası diye bir an düşünüp durdu. Kanlıca’nın pudra şekerli yoğurdu meşhurdu. Kızla erkeğin pudra şekerli yoğurdu yerken günbatımını seyretmeleri geldi gözlerinin önüne. Bıyıklarının ucuna bulaşan pudra şekerli yoğurdu kızın mendilini çıkarıp silmesini nereden hatırlıyorum diye düşündü. Rengi solmuş berjer koltuğa oturup, gözlerini tekrar duvardaki resme dikti. Aniden aklına bir şiir geldi.

Yıldızları topla da gel

Sabahın perdesini açmaya gidiyorum

Hangimiz hamalı değiliz ki bu koca dünyanın

Dışımızda bir dert, iki dert, üç dert ve dertler

İçimizdeyse bin dert

Üstüne üstlük

Bunca yalnızlık yetmiyormuş gibi

Şiiri kimin yazdığını düşündü. Bir yaz gecesi belirdi beyaz duvarda. Masanın üzerinde bir adam bir şeyler yazıyordu.

Derken balkon kapısı rüzgârın etkisiyle güm diye kapandı. İrkildi birden, içi titredi, eli ayağı buz kesti. Balkon kapısının sesi ona demir kapının sesini hatırlattı. Şimdi yarı karanlık bir yerde gözleri bağlı, çırılçıplak bir adam vardı.  Başında da birkaç kişi.  Gözleri siyah bir bezle bağlanmıştı. Elleri de arkadan bağlıydı. Öyle çok sıkmışlardı ki urganı, bileklerinin derisi sıyrılmıştı.  İçlerinden birisi:

“Verin ulan bunun şeyine elektriği, o zaman nasıl konuşuyormuş görsünler o…. çocuğu” diye söylendi.

 Adamlar bazı isimleri ve oturdukları ev adreslerini istiyorlardı. Ah! O işkence gören adam. Onun kim olduğunu hatırlayabilse her şey çözülecekti.  Demir kapının arkasındaki çığlıklar kendi çığlığına benziyordu. İstenilen isimleri ve adresleri vermemişti. Acıya dayanmak için bağırıyordu. Yarı karanlık yerdeki adam aynı şeyleri her gün yaşıyordu fakat gün geçtikçe acıları hissetmemeye başladı. Dayak yedikçe ölü gibi yatıyordu yerde.

“Bırakın ölsün o… çocuğu…” diye bağırıyordu başındaki kalabalıktan yükselen aynı ses.

İşittiği sesle irkildi yerinde. Hafızasının kendine oynadığı oyun aniden duruverdi. Yeniden aynı odanın içinde, aynı beyaz duvarların önündeydi.  Bir sigara daha yaktı. Dayakçıların kapıdan çıkışlarını hayal meyal hatırlar gibi oldu. Kimdi ölü gibi yatan adam ben miydim diye düşündü. Bütün gücüyle beynine yüklendi. Şakaklarındaki damarlar, basınçtan dışarı fırlayacak gibi oldu. Yüzü gerginleşti. Zorladı kendini. Tablodaki insanlar evin içi, işkence günleri, çığlıklar, pudra şekerli yoğurt, Kanlıca’daki çay bahçesi, şiir, evet ya şiiri kim yazdı? Resmi kim yaptı. Ya şurada oturan çocuk? İçinde kâğıttan gemiler yüzdüren?

Kulaklarındaki uğultular çoğalmaya başladı. Ellerini kulaklarının üzerine koyup uğultuları durdurmak için olanca gücüyle bastırdı. Başını şuursuzca sağa sola sallayıp kendini dışarı attı. Merdivenlerden hızla inerken, mutfaktaki kadın:

“Hayatım yemek hazır hadi gel” diye seslendi.

 Bir iki dakika geçtikten sonra kadın bu kez başını mutfak kapısından uzatarak yine:

“Hayatım yemek hazır” diye tekrarladı.

 Odada kimse yoktu. Telaşa kapılan kadın, bitişik odadaki oğluna bağırdı:

  “Baban gitmiş! Çabuk ol kaybolacak yine. Kaybolmadan bul gel hemen.”

 Oğlu yalınayak ve koşarak merdivenlerden inerken, sokağın bakkalı üzerinde eşofman ayağında terlik olan adamın önüne geçip sordu:

 “Abi nereye böyle?”

“Kanlıcaya… Pudra şekerli yoğurt yemeye gidiyorum.”

“İyi de orası uzak değil mi Selim abi?”

 

Sevgi Erol Öçal
DAĞLARIN SESİ

Dağların sesi idik
Kar ile boran
Çevriliydi nefesler
Taş avlusu
Büyük hayatları olan
Toprak damlı kerpiç evlerin
Yokluğa gülüşleri çınlayan çocuklarıyla
Taş avlu sesimizle yankı bulurken
Yüreğimizi saran cümle dertlere inat
Düş kuran
Etrafı karlı ulu dağların
Yüksekte uçan kartalları
Şahinleri imrenirdi bize
İnmek isterlerdi düz ovalara yere
Erken inen akşamla
Karanlığa çalarken ortalık
Yıldızı bol göklere çizerdik düşlerimizi
Kırağı tutan küçük pervazlı buzlu camlardan...
Beyazın esareti uzun sürse de
Tomurcuğa dururdu baharın aşkına
Tüm körpe dallarımız
Gelincik tarlalarında çiçeklenip
Envayi çeşit kır çiçekleri ile
Karışırken direnmeye
Yeniden doğuşa yemin etmiş
Gözlerimizin derinliğindeki yarındık
Bir kurşun kalem yeterdi
Çizmek için ahvalimizi
Anlatırdı bizi
Yüreğimizin alevlerini 
 
Küle dönen çocuk gülüşlerimizi...
Tipiye tutulan masum düşlerin
Hüzünlü yüzleri idik
Dört yanımız duman
Erken tanışmışlığın izleri olacaktı
En kuytuda
Keskin bir bıçak yarası gibi
Bir ömür hasretin koyu deltaları içimizde ...
Taş avluda çınlarken çocuk gülüşlerimiz
Dağların sesi olacaktık
Ayaz yemiş yalnızlığa
Bir ömür hükümlü ...                                                                

 

Mehmet Faruk Habiboğlu
İÇİMİN AFRİKA'SI

 Ben Afrika’ya hiç gitmedim. İçimin zencilerine pranga vurdular oysa. Ne diye insanları seviyoruz diye bize hınç biriktiriyorlar? İnsan, ana ve babasını seçemediği gibi deri rengini de seçemiyor. Ama insan olmanın rengi yoktur. Ya apaydınlık yüreğinizin ışıltısı yansır yüzünüze ya da kapkara vicdanınızın karanlığı! O yüzden ben insan olmaktan hiç vazgeçmedim.

Eski siyah beyaz Türk filmleri ne güzel; şimdilerde yitirmiş olduğumuz ne çok şeyi izleriz gözlerimiz yaşarırken. Fakir kız, zengin oğlan da olsalar onlar da prangalı zencilerdir. Nice şatafatlı, soylu soplu görünümde kararmış yüzler var bugün. İnsanlığa düşman insan kopyaları!

Biz yine de şiir okumaya devam edelim. Ne zaman umudumuzu yitirirsek o gün öldüğümüzün resmidir zira. Şiir insanlığın mukaddes çığlığıdır. Ne demişti birisi: “Ya şair ol ya şiir, olmazsa şiir okuyan ol. Dördüncüsü olma sakın!”

Bir gün gideceğim ama Afrika’ya. Oradaki parlak siyah derili aydınlık insanlarla buluşacağız. Beraber bir insanlık şiiri okuyup üstüne de bir kardeşlik türküsü söyleyeceğiz. Biz karanlıklara asla boyun eğmeyeceğiz, biz prangaları kabul etmeyeceğiz.

İçimin Afrika’sına selâm olsun!   14 Ağustos 2021

 

Adnan Sungur
KADİM DOST

Yüreğim Mezopotamya kadim dost

Taş evler esmer gülüş ezilenler
İyiliğin mayası sevgi
Çocukların gözlerinin çapağında açacak
 
Yüreğim bakırcılar çarşısında çırak
Örs’ün üzerinde vurula, vurula ustalaşacak
Sabırla öğrenecek yaşamın kor halini
 
Yüreğim Süryani kapısı
İçinde nar, tavus kuşu, güneş, hayat ağacı
İçimde yıllardır bitmeyen göç yolları
 
Yüreğimde yara, mavzer soğukluğu
Kapı değil içimden sökülen
Dikenli tellerde boğulan kanlı ağıt
 
Yüreğim kızgın topraklarda kör kuyu
Kuraklığını suluyor gözyaşlarıyla
Bağırsam yanık, yanık
Kabuk bağlar sesim kör kuyular dolmaz
 
Yüreğim Babil’in asma bahçeleri
Süryani şarabının sarhoşluğu
Dilimde sürgün yaşamın türküsü
Yüreğime dokunur usta eller
İçinde hasreti örerler gümüş telkari
 
Yüreğim kekeme unutulan dil
Göç dalgası esmer insan biçaredir
Yüreğim Mezopotamya kadim dost
Penceresini çoktan kırdılar
Yeter artık taşlanacak can kalmadı
İçimin çekirdeğini de söküp aldılar

 

Yaşar Özmen
YAPITIN SANAT DEĞERİ ÖLÇÜLEBİLİR Mİ?

(Ç.Türk Dili Dergisi, Eylül 2021 Sayı 403’te yayımlanmıştır.)

 Prof.Dr. İsmail Tunalı, Estetik Beğeni[1] kitabında şöyle bir tümce kurar: “Sanat eserini ontik bir bütün ve integral bir varlık olarak kavramak.” Ontik (varlıksal) bütünlüğü, ontolojik estetik araştırmaları da söyler. Ontolojik estetik konusu içinde bir yapıtı “İntegral bir varlık olarak kavramak” sözüyle ne anlatılır? Bu konuyu açıklığa kavuşturamadığım için beni uzun süre düşündürdü ve araştırmaya itti. Araştırmama karşın “İntegral bir varlık olarak kavramak” sözüyle neyi kastettiğini hiçbir kaynakta bulamadım. (Belki vardır.) 

İntegral, Türkçeye aynı kitapta ‘bütünsel’ anlamında çevrilmiştir. İntegrali, bütünsel anlamında ele aldığımızda tümcede bir yineleme oluyor. Bu yineleme olamayacağına göre altında başka bir şey olmalı” kuşkusu doğurdu. Çeviri yanlışı olabilir mi, diye düşündüm.

İntegral, matematiksel bir terimdir. Karmaşık işlemlerin, diferansiyel denklemlerin çözümünde kullanılan bir yöntemdir. Başka bir söylemle, “Bir ya da birden fazla fonksiyonu ve bunların türevlerini ilişkilendiren işlemlerde kullanılan karmaşık bir çözüm yoludur.[2]” Herkesin anlayabileceği şekilde açarsak integrali, mevcut ölçü birimleriyle ölçemeyeceğimiz bir alanın hesaplanmasında kullanılan bir yoldur, diyebiliriz. Estetik değer veya sanat değeri, oldukça karmaşık ve çok değişkenli bir fonksiyondur. Bu, ancak integral gibi bir yöntemle çözülebilir.

Ontolojik ve psikolojik estetik araştırmaları, sanat yapıtının varlık tabakalarından oluştuğunu; bunların, nesnel ve duyusal alanları olduğunu söyler. Duyusal alanı, reel ve irreal alan olarak ikiye ayırır. Bunda bir sıkıntı yok, tanımlanabilir şeyler. Kolaylıkla anlaşılabilir kavramlar. Ancak integral sözcüğü, neyi veya neleri kapsamaktadır? Sanatla, estetikle ilişkisi nedir?

İntegralin en önemli özelliği, yukarıda da açıkladığım gibi, mevcut ölçü birim ve aletleriyle ölçülemeyen hesaplamalarda kullanılan bir yöntem olmasıdır. İşte ayrıntı buradadır. Sanatla ve estetikle ilişkisini buradan yola çıkarak kurmalıyız. Yapıtı integral varlık olarak kavramak derken, matematik bilgime dayanarak, yapıtın estetik değeri buna bağlı olarak da sanat değeri ölçülebilir, demek istediği sonucuna götürür. Veya ben öyle bir sonuç çıkardım. Aşağıda açıklayacağım sonuca göre haklı olduğumu gördüm. Bu tümce, en azından dünyada denenmemiş bulgulara ulaşmamı sağladı.

Şimdi, çoğumuzun uzak olduğu bilimsel terimleri bir yana bırakalım. Bu tümce, neyin önünü açar, neler getirdi, sorusuna bakalım. 

Araştırma ve okumalarım; sanat yapıtındaki varlık katmanlarının tanımlanabileceğini; bunların sanat bilimiyle çözümlenebileceğini; aralarındaki ilişki ve görevdeşliğin tespit edilebileceğini; daha nesnel bir estetik değer tespiti yapılabileceğini; sanat değerinin daha nesnel hesaplanabileceğini; bunlar için farklı yöntem ve tekniğin geliştirilebileceğini; gösterdi. Buradan, “Biz bir sanat yapıtını, öznelliği en aza indirerek daha nesnel bir biçimde nasıl çözümleyebiliriz, eleştirebiliriz” sorusu, karşımıza çıkmış oldu.  

‘Dünyada ölçülemeyecek hiçbir şey yoktur; yeter ki ölçü aleti ve ölçü biriminiz uygun olsun. Yapılamayacak hiçbir şey yoktur; yeter ki bilginiz yetkin olsun.’ Olay ve olgulara bu tümcelerdeki mantık üzerinden hareket etmek gerektiğine inanırım.

İşte, ‘Şiir Çözümleme Tekniği[3]’, diğer adıyla “Sanat Çözümleme Tekniği” bu düşüncenin sonucunda ortaya çıkan bir çözümleme sürecidir. Süreci kısaca tanımlamak dışında ayrıntıya girmiyorum. Bu teknik, bütün sanat dallarının eğitiminde, çözümünde ve eleştirisinde kullanılabilecek bir sisteme sahiptir. Bu yüzden, Şiir/Sanat Çözümleme Tekniği olarak da isimlendirilebilir.

Şiir, çoğu sanat dalının varlık yapısını üstünde taşır. Biçim, anlam, anlatım, ses gibi... İkincisi, gereci dildir ve dili birinci elden kullanan bir sanat dalıdır. Örneğin resmin gereci, ışık ve buna bağlı olarak renktir. Dolayısıyla resmin sanat dili, ikinci bir dildir. Bu yüzden, bu çalışmayı şiir sanatı üzerinde yapmanın, daha ayrıntılı ve kapsayıcı olacağını düşündüm.

Sanat Çözümleme Tekniği, katman yöntemiyle şiirin nesnel ve duyusal varlık alanlarının incelenmesi esasına dayanır. Şiirde olmazsa olmaz en az yedi katmanın varlığı üzerinden hareket eder. Bunlar; biçim, anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum ve estetik katmanlarıdır. Örneğin anlam katmanını incelerken bunu alt birimlere ayırmak gerekir. Anlam bilimde, gerçek anlam ve yan anlam açılımı gibi…  Ben de bu incelemede tabaka veya eksenlere ayırdım. Örneğin, anlam katmanında ‘üst anlam tabakası’, gerçek anlam tabakası veya ses katmanında ‘tonlama ekseni’, ‘ezgi ekseni’ gibi. 

Yedi katmanın incelenmesi ve açılımlarını yaparken sanat literatüründe tanımlanmamış iki kurama ulaştım. Bu kuramlar; insan beyninin çalışma sistemi, sosyal bilimler ve estetik biliminin ilişkisinden ortaya konmuş sonuçlardır. İnsanla yapıt arasındaki ilişki esnasında mutlak yaşanan, ancak sanat literatüründe tanımlanmamış oluş/işleyiş/olgulardır. 

Birinci kuram; ‘Rastlantısal Anlam Kuramı’dır. Anlam katmanında, rastlantısal anlam tabakasını incelerken rastlantısal anlamın bir kuram olduğu; denenebilir, izlenebilir, genellenebilir bir süreç olduğu sonucuna vardım. Bu tabakada iki durum vardır:

İlki, yapıtın okurda nasıl bir anlam oluşturduğunun tanımlanmasıdır. Yapıta verilmek istenen anlam ile okurun anladığı şey, her zaman birebir değildir. Okurun ulaştığı anlam alanı; daha geniş olabilir, daha çoğul bir olay olguya yönelebilir, daha dar olabilir veya yakınlık taşımasına karşın ilgisiz olabilir.  İşte burada okurun ulaştığı anlam alanı, rastlantısal bir özellik taşır. 

İkincisi; yapıtın bugünkü anlamsal değerinin gelecekte gelişen bilgiye göre farklı değer alabilecek olmasıdır. Anlam genişlemesine uğrayacak olmasıdır. Rastlantısal anlam kuramı, bu iki olguyu yanıtlayan bir süreçtir.

Diğer kuram ise Çağrışımsal İmgelem Kuramı’dır. Çağrışım katmanını alt tabakalara ayırdığımda, sanat yapıtıyla insan ilişkisinden doğan daha geniş boyutlu bir sürecin olduğu sonucuna ulaştım. Çağrışımın okurda yaratmış olduğu imgelem yelpazesi, yapıtın varlık katmanlarının gücü ve duygu değerinin yüksekliğine bağlı olduğunu gördüm.

Kuramlar ne işimize yarar? Aslında bu kuramlar, bütünlüklü bir sistemin alt parçalarıdır.  Bunları anlamanın yolu, sanatta var olan katman ve tabakaların incelenmesinden geçer. Bana göre bu kuramlar, sanatın öğrenilmesi, üretilmesi, eleştirilmesi ve sanat değerinin ölçülmesinde kullanılacak temel yollardan bir kaçıdır.

Özetlersek; Rastlantısal anlam kuramı, yapıtın okurda yarattığı etkiyi belirlemeye yöneliktir.  Çağrışımsal İmgelem Kuramı, sanatçının yapıtta yarattığı sanat değerini belirlemeye yöneliktir. Denemenin kapsamı bakımında bunları burada açıklamayacağım.

Yukarıda özet olarak açıkladığım çözümleme tekniği, kuramlar ve inceleme sonuçları; dil sanatlarında yeni bir sistemin daha önünü açmıştır. Bu da Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi’dir. İzlenebilir, denenebilir, genellenebilir bir yapıya sahip olduğu için, ben buna, Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı diyorum. Eleştiri kuramı, eleştirmenin öznel alanda hareket etmesini sınırlıyor ve olabildiğince delilli estetik yargıya varmasını sağlıyor. Teknik ve kuramlar, eleştirmenin şiirin sanat değeri hakkında yargıya varabilmesi için bütün soruları sanat bilimine göre yanıtlamasını istiyor. Şöyle de diyebiliriz: Eleştirmeni, sanat bilimi ve diğer bilimlere başvurmak zorunda bırakıyor. Sonuç olarak, sanatı; salt sanatın içinde değil, diğer bilim alanlarıyla eşgüdümlü ve eşzamanlı incelenmesini gerekli kılıyor. Bu durumda hem sanatı öğrenirken hem üretirken hem eleştirirken hem de estetik değerini belirlerken, ayağı yere basar verilere yöneltiyor. Örneğin şiirin estetik değeri hakkındaki yargı, incelemede ortaya çıkan kanıtlara bağlıdır. Öznel yargı gereken durumlarda ise, yine şiirin varlık katmanlarındaki bulgular ile kuramların sağladığı veriler, eleştirmenin şiir hakkındaki toplam kanısını oluşturuyor. 

Sonuç olarak bunlar, dipnotta verdiğim kitapta ayrıntılı açıklanmıştır. Bu konuyla ilgili kitaplarım, herkesin ulaşabileceği şekilde bilgisunarda yüklüdür.  Blok[4] adresimden okuyabilir veya sosyal medya hesaplarımdan PDF dosyasını indirebilirler.

Bunlar, şiirle/sanatla ilgili yeni bir sistem, yeni bir yaklaşım ve yeni bir bilgi kütlesidir. Sanatta denenmemiş bir teknik, bilinmeyen kuramsal süreçlerdir. Yanlışı da olsa, noksanı da olsa, bugüne kadar ortaya konmuş en yeni bilgilerdir. İncelenmesi, araştırılması, denenmesi ve diğer bilimlerle ele alınması gerekiyor. Benim gözümden olan kısmı, tamam olabilir ama göremediğim veya bilgi noksanım olan değişkenler gözünden de incelenmelidir. Bir kişinin üstesinden gelemeyeceği kadar çok değişkene sahip bir konudur. İrdelenmesi, geliştirilmesi, farklı disiplinlerin gözünden yaklaşılması; hem kuramsal hem de uygulamada Türk Sanatına önemli katkı sağlayacağını düşünüyorum.  Bunlar; öğrenme, inceleme ve yeni bilgilerin altında yatan gerekçeyi anlama çabası taşıyan; araştırmacı, eğitimci, şair ve yazarları beklemektedir.   Yaşar Özmen, 22 Temmuz 2021

 [1] İsmail Tunalı, Estetik Beğeni, Remzi Kitabevi, 2. Basım, Sayfa:26

[2] Wikipedia…

[3] Yaşar Özmen, Saf Sanattan İnsana Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, Trend Yay., 2018

[4] Blok Bağlantısı: https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/

Ali Tacar
Ş İ İ R B O Z B O Z H A R C A


Ne dille söyledik ki mahal vermedik
Neye karşı durdukta bahşişiyle kaldı
Kaldığıyla kaldı bahşişiyle, rüşvet akla dahi gelmezdi
Velev ki kımıldadı uluyan seslerinde vasat buduru
Sesi çabuk çıkan modern bayramlığın
Yaşamak kavisli bir keşkeyken, dillerinde şeker
Çocukların e m e m b i t m e d i, bulunuyor ama her barda
     Kapitalizm ve melankoli, sancı varoşun camus biliniyor
     Heidegger yoklamaya dahil değil
     Niye ama yalnızca buyursun gelsin
     Niye ama tek uyruklu ifritlerin tutan büyüsü
     Moda olunca yırtık kot işçilerin hakkından
     Mahrum kaldı sıfatları tanrıların
          Ateistler yolu Beyoğlu‘ndan aşağıya
              Nasıl ki yeşilçam gibi, ş i i r d e b i t t i
                  Ağzında geviş getiren neyse a t
                     Silkele doludizgin kendini, a r ı n k i
                        Çık ki bul ki kendine bir yer
                            Numara mı çekiyorsun, bir merhem misin
                                Sahici yanlarınla çal kapımı
                                  Ş i i r b o z b o z h a r c a bir şey değildir
                                       İçerik belirsizdir.

 



Semih Başar
ŞİİR SARNICI’NA MEKTUP

 Merhaba Şiir Sarnıcı Ailesi

Ben Semih Başar. 1991 yılında Sakarya'nın bir kasabasında doğdum. Çocukluğumdan beri şiire hep özel bir ilgim olmuştur. Lise son sınıfta sponsorların desteğiyle ''Mavi Düşler'' adlı bir şiir kitabı çıkardım. Tabii o yaşlarda böyle bir çalışmayla ortaya çıkınca, -deneyimsiz bir delikanlıda olması normal karşılanacağı üzere- bütün dünya benim etrafımda dönüyordu. Büyük şairdim ve kendi çapımda ünlü biriydim. Zamanla böyle olmadığını anladım. Yazmaktan ziyade daha çok okumaya yöneldim. Bu edim, ruhumu yazmaktan daha mutlu ve dingin kıldı. Anakronik bir bakışla incelediğimde, Mavi Düşler'in; estetik, sanatsal zevk ve edebi kaygılardan ne kadar uzak ve çalakalem olduğunu şimdi görebiliyorum. İnsan o zamanlar bunun böyle olduğunu -özellikle ilk olmanın verdiği değişik bir hisle- ister istemez fark edemiyor. Yine de 'iyi ki yapmışım' demiyor değilim. Şiirle olmak her zaman güzeldi ve gençlik insana neler yaptırmıyordu ki… Şimdi bir hayli geç kalmış olmakla birlikte Uludağ Üniversitesi'nde Tarih Bölümü son sınıf öğrencisi olarak Bursa'da yaşıyorum. Senede beş altı şiir yazabiliyorum. Boşa geçen zamanları tutabilmek için temel felsefe metinleri ve şiirler okuyup doğanın sesini dinleyerek kendimce gün dolduruyorum. Ekteki şiirlerimi dikkatinize sunuyorum. Umarım beğenirsiniz. Şiirle kalınız. Saygılarımla.

 Sevgili Semih

Her geçen gün bir önceki güne göre daha doludur. Her deneyim, yeni ve farkındalıklı bilgiler taşır anlağımıza… Ne kadar yanlış yaparsak o kadar farkındalık kazanırız. Çalakalem dediğiniz şeyler, o günlerde ne kadar güzel geliyordu size, değil mi? Bu, son derece normal bir şeydir. Bizler bu yaşa geldik, bir hafta önce yaptığımız şeyleri beğenmediğimiz ve kendi kendimize kızdığımız oluyor.

Çalışmalarınızın eksik yüzünü görebilmeniz önemli bir gelişmedir. Bundan sonrası, bardağın dolu ve mücadele ruhunuzun güçlü olmasıdır. Eksiklerin üzerine kararlılıkla giderseniz çok kısa zamandan belli bir çizgiyi yakalarsınız. Biliyorsunuz, tümce kurmasını bilen herkes, dize kurabilir; şiir yazabilir. Şiir okunduğunda; bir şeyleri açan, dokunan, zamanı önceleyen, çağı kavrayan, insanın anlağını sendeleten, tat bırakan özelliklere sahip olmalıdır. Bu tür bir dize kurulumu da bilgiyi ve bilgiler arası işlemi gerektirir. Daha kısa söylersek, sıkı donanım gerektirir.

Donanım, iyi şiir yazmak için yeterli değildir. Daha başka niteliklere sahip olmalısınız. Örneğin, Türkçeyi çok iyi kullanmalısınız. Çok iyi bir gözlemci olmalısınız. Şiirle yatıp şiirle kalkmalısınız. “Duygulandım ve esinlendim, şiir yazıyorum” gibi söylemlere bakmayın. Ne ilk dize tanrı vergisidir ne de son dize esinle yazılır. Donanımınız ve imgelem yeteneğiniz ne kadar güçlüyse, o kadar vurucu, kalıcı ve güzel şiir yazarsınız.

Şiir, dört ayaklı bir olgudur; İmgelem (sizin), imge, imgelem (okurun) ve ortam. Dört ayak dengede olmak zorundadır. Biri ağır bastığında şiir, şiirliğinden ödün vermeye başlar…

Şiire neden ilgi duyuyorsunuz ve şiirden beklentiniz nedir? Bu soruları kendinize sormalısınız ve dürüstçe yanıtlamalısınız. Yanıtı bulup kendinizi ikna ettiğinizde şiir kendiliğinden gelir… Gördüğünüz çoğu şey bir dize olarak dilinize yapışıp kalır.

Şiir, şairden öğrenilmez. Yazılmış şiirler ve şiir tarihi, kazanılmış ve denenmiş bilgidir. Şiiri şairden ve yazılmış şiirlerden öğrenmeye kalkarsanız, varacağınız yer öykünme çöplüğüdür. Şiirin ne olduğunu, etkisinin ne olacağını, kalıcılığının ne kadar olacağını; sanat felsefesinden ve türev bilimlerden edineceksiniz. Kısaca söylersek; sanatın ne olduğunu çözmeniz, felsefesini kavramanız ondan sonra şiire doğru gitmeniz gerek. Tek koşul, şiir sevgisidir. 

Umarım şiire yönelik çabanız sürekli olur. Şiirle kalın… 

                                                        Şiir Sarnıcı (e-dergi) adına  Yaşar Özmen

 


DÖNÜŞ


Bir gün döneceksin bana-
dönmelisin.
Boğaz nasıl aşıksa İstanbul'a
ve nasıl olamıyorsa Mısır Çarşısı kahve kokusuz
sen de öyle olmalısın işte.
Bensiz olamamalısın.

/sevgilim, sensiz hayat boğazımda kalır.



ZAMANLA DANS

Ah, kendimizi
ne kadar da hoyrat kullandık!
Sıktıkça dişlerimizi,
kırağı çaldı saçlarımızı
ve insanların saçlarını değirmende ağartmadığını
böylelikle anladık.

Eyvah,
hep bu yaşta kalacağız sandık!
Tini tatlı sözlerle kandırıp
hep kendimizi aldattık.
Daha iç karışıklıklarımızla halleşmeden
dış kırışıklıklara savaş açtık.
Yüzleri toprağa çalan insanlara,
her yaştan imrenerek baktık.

Kâh
yağmur sonrası toprak,
Kâh
fırından yeni çıkmış ekmek kokusu,
duymanın yaşı yok!
Yaşamak yine de;
‘’bastım da kırıldı iğdenin dalı’’ çalacaktı
ve biz oynamayacaktık?

/oynayacaktık,
oynamanın yaşı yok.

 

Kitap Tanıtımı
KOZA

Elif Burcu Özkan ve Esra Dökmen’in birlikte hazırladıkları ve Öteki Yayınevi (Ankara) etiketiyle yayımlanan şiir kitabı ‘KOZA’nın basımı Mayıs 2021 sonunda tamamlandı. Kitap, iki kadın şairin ortak kitabı olması bakımından Türkiye’de bir ilktir.

Özkan ve Dökmen, kendi şiir kitapları sonrasında yazdıkları yeni şiirlerini, bir buçuk yıl gibi bir sürede hazırladılar ve KOZA adını verdikleri ortak bir kitapta topladılar. Ağırlıklı olarak felsefî şiirlerden ve aşk şiirlerinden oluşan kitapta; nedensellik, değişim, farkındalık, ruhsal güç, bilinç ve olgunlaşma kavramları üzerinde yoğunlaşan toplam 92 şiir yer alıyor. Kendi içinde üçe bölünmüş olan şiirler yazarlara ait bölümlerde sırasıyla yer alıyor.

KOZA; insana, yaşama, ilişkilere ve ruhun gelişimine yönelik izlenimleri, deneyimleri, gözlemleri ve sezgileri bilinç odaklı ele alan bir şiir kitabı. Duyguların, düşüncelerin ve tecrübelerin; ruhsal ve zihinsel farkındalıkla, nedensellik ilkesinin ışığında kaleme alındığı şiirlerden oluşan; “idrak”, “değişim” ve “olgunlaşma” unsurlarına vurgu yapan bir kitap. Edebiyat, felsefe, psikoloji, sosyoloji ve mitoloji gibi alanlara ait ilke ve unsurlarla örülmüş dizeler, Koza’nın göze çarpan özelliğidir. Türk yazınına okunmaya değer bir kitap kazandırmıştır şairlerimiz. İyi okumalar dileriz.

Elif Burcu Özkan
İKİ YİTİK ÜLKE

“İki Yitik Ülke” yazıyor tabelamızda

Lodoslardan eğilmiş boynumuz
Paslanmış demir lekesi
Çıkmıyor iki yüzümüzden hâlâ

Bağırıyor korna sesleri
Tahammülsüz bekleyişler
Bir sen durgun
Bir ben yorgun
Asfaltın kalabalık koynunda

Ezberlenmiş öyküleri unut
Kaç insana yaramış altı çizili sonlar?
Akşam oldu günün yorgun ışıklarında
Yelkovanı dinlememek en büyük hata

Haritayı baştan çizmektir, unutmak
Tüm adaları hiçe saymalı
Anakaranın heybeti karşısında

Unutma
Yitik birer ülkeyiz biz
Kırık bir deniz kabuğunun koynunda
Çarmıha gerili sınırların
Kayıp bir adanın derin sularında

 

Esra Dökmen
SESSİZLİĞİN SESİ


Kadın
Uzun elbisesinin
Kaidesinde sessiz
 
Doğurduğu dokuz çocuk
Kırsalın devrimcisi
Büyümeye kalkışıyorlar
Olan bitenden habersiz
 
Tavan arasına sıkışan hayali
Azimle yaşama ümidi
Sona erdi tek kurşunla
Alnından göğsüne yayılan
Kan sesi sustuğunda
 
Duvarda kan lekesi
Derin bir acıdan kalma
Sac yufka kokuları
Asılı hâlâ avluda!



















































































































































































































Hidayet Karakuş, Dizdar Karaduman, Seval Arslan, Selami Karabulut, Nilüfer Açılan Yıldız, Özge Sönmez, Elif Burcu Özkan


ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) YAYIN KURULU

Genel;

Amacımız; “Sanat evrensel bir olgudur” düşüncesiyle, gençleri ve dünya insanlığını sanatsal değerlerle buluşturmak, onlara nitelikli sanatsal bilgi sunmak ve estetik kaygılarını güçlendirmektir.

Hedefimiz; sanatçılarımızın yapıtlarını dünyanın her yerinde görünür kılmak, yazar ve şairlerin tartışabileceği bir yazın ortamı oluşturmak, uluslararası düzeyde saygın bir yazın dergisi olmaktır.

Sanat anlayışımız; çağdaş sanat veya evrimsel sanat kavramlarıyla tanımladığımız; akla, bilgiye, bilime, sınırsızlığa, sonsuzluğa ve yaratıcılığa dayalı evrimsel sanattır.

Dergimizin emek dışında gideri veya geliri yoktur. Tüm işlemler, sanat için gönüllülük ve tarafsızlık esasına göre yürütülür.

Temel ölçütümüz; yayımlanacak yapıtlarda Türkçenin doğru ve duru kullanılması, sanat dilinin uygun olması, betiklerin sanat değeri ve estetik değer taşımasıdır. Dilsel şiddet içeren, ideolojik ve dinsel dayatmaya yol açan; kişiyi hedef alarak yazınsal eleştiri mantığını aşan; propaganda, dinsel tebliğ ve misyonerlik kaygısı taşıyan betikler; dergimizde yer alamaz.

Yayın Kuruluna Özgü Konular;

Yayın Kurulu, Ağustos 2021’de oluşturulmuştur. Şiir Sarnıcı Ekim 2021, 10. Sayı; yayın kurulunun gözetiminde yayımlanacaktır.

Yayın kurulu; dil bilimi, dil sanatları ve sanat felsefesi konusunda yetkin dört ila on kişiden oluşur.

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Yayın Kurulu’nun amacı; dergide nitelikli yapıtların yayımlanmasını sağlayarak güvenilir, saygın ve estetik değeri önceleyen uluslararası düzeyde yazın ortamı oluşturmaktır. Bu bağlamda Şiir Sarnıcı’nın; tanınırlığını, güvenirliğini, saygınlığını, tarafsızlığını ve yazın ilkelerine bağlılığını sağlamaktır.

Yayımcı, dergiye gönderilen metin ve yapıtların ilk kontrolünü yapar. Yapıtı, öz-içerik-biçim açısından değerlendirir. Varlık katmanlarının uygunluğunu ve birbirleriyle görevdeşliğini inceler. Sanat değeri, bilgi değeri ve estetik değer taşıdığını düşündüğü yapıtları; yayın kuruluna topluca gönderir.

Yayın Kurulu; yüksek sanat değeri taşıyan, amatör ve geliştirilebilir yapıt/metinleri sınıflandırır, giderilebilecek düzeyde olan dil ve yazım yanlışlarını düzeltir veya düzeltilmesini sağlar.  Bilimsellik, yüksek ve etik değerlerle çelişen metinleri yayım dışı bırakır.

Yapıtların değerlendirmesinde uygulanacak sınıflandırma; (A-B-C-D-E olmak üzere beş sınıftır.)

A.   Yüksek sanat değeri taşıyan yapıt (Dergide yer alır; yayımda önceliklidir.)

B.    Orta estetik değere sahip yapıt (amatör) (Dergide yer alır)

C.    Yazarı/Şairi geliştirilebilir yapıt (Dergide yer alır; genç şair/yazarlar için uygulanır.)

D.   Düzeltilmesi ve üzerinde çalışılması gereken yapıt (Dergide yer almaz)

E.    Yayım ölçütlerini karşılamayan betik (Dergide yer almaz)

Yayın kurulu, bu sınıflandırmayı göz önünde bulundurarak yapıtları değerlendirir. Bir üye, incelenen metne olumsuz karar vermesi durumunda (D ve E) o metin veya şiir, dergide yayımlanmaz. Her üye, değerlendirme sonuçlarını dergi yayımcısına yayım tarihinden önce bildirmelidir. Değerlendirme sonuçları dergide yer almaz; sadece kurul üyeleri bilir. İkilemli veya çelişkili durumlarda, en deneyimli üyenin bilgisine başvurulur.

Hidayet Karakuş (Türkçenin kullanımı ve dil sanatları danışmanı)

Dizdar Karaduman (Şiirsel metinlerin incelenmesi ve uygunluğu)

Selami Karabulut (Düzyazı metinlerin incelenmesi ve uygunluğu)

Nilüfer Açılan Yıldız (Düzyazı metinlerin incelenmesi ve uygunluğu)

Özge Sönmez (Şiirsel metinlerin incelenmesi ve uygunluğu)

Elif Burcu Özkan (Şiirsel metinlerin incelenmesi ve uygunluğu)

Seval Arslan (Görsel sanatlar ve dergi tasarım danışmanı)

Türkçeyi yanlış kullanım, bilimsellikle çelişki gibi durumlarda, her üye görüşünü bildirebilir. Bildirilen konu, ortak değerler ve bilimsel veriler bağlamında sonuçlandırılır. Amaç; derginin noksansız, yanlışsız, etik, sanatsal ve estetik değere sahip temiz Türkçeyle çıkarılmasını sağlamaktır. Sanatsal ve bilimsel bilgi üreterek yazın kültürünü ileriye taşımaktır. Ayrıntı, incelik, bilgi, özen ve sezgi isteyen bir durumdur.

Her üye kendi alanındaki metin/şiirleri, A-B-C-D-E kodlarıyla sınıflandırır. Yayım kararı, bu sınıflandırmaya göre verilir.

Gerçek hedefimiz, hakemli yazın dergisi düzeyine ulaşmaktır. Dergimiz uluslararası platformda tanınıp belli bir okur düzeyine ulaştıktan sonra hakemli dergiye dönüşmesi planlanmaktadır. Yayın kurulu, uzmanlık alanlarına ve deneyimine göre ilgili sanat dalının bilirkişisi/hakemi olarak yeniden düzenlenir. Sanat bilimi ve türevlerine egemen şair-yazarlarla kurul daha da güçlendirilebilir. 

Hidayet Karakuş


 
Dizdar Karaduman


Seval Arslan


Nilüfer Açılan Yıldız

 

Selami Karabulut

Özge Sönmez

 

Elif Burcu Özkan