30 Ekim 2019 Çarşamba

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Kasım 2019 Sayı:1


ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) SAYI:1






































   "Şiir Sarnıcı” isimli e- dergi, kültürel ve sanatsal değerler ile sanat bilgisi doğrultusunda; insanın yaşamsal ereğine hizmet eden etkenleri göz önünde tutarak; çağdaş sanat anlayışı çerçevesinde yazın dünyasına adım atmıştır.
Yazın dünyası, günümüz teknolojileri gereği çağa ayak uydurmalıdır. Okur için zaman değerlidir. Okumak için ayırabildiğimiz zaman kısıtlıdır.  Bunun yanında okunacak metin, kitap veya esere ulaşmak ayrı bir sorundur. Böyle olunca, iyi bilgiye ulaşmak, okunduğunda zaman kaybı duygusunu yaşatmayacak, ayaküstü de olsa okumaya olanak tanıyacak önlemlerin alınması gereği vardır.
     İşte bu e-dergiyle; özellikle bilgi sunar ortamını sık kullanan gençlere ve sanat severlere, ayaküstü, dinlenmelerde, yolculuk sırasında, geçirilmesi gereken boş zamanlarda telefonuna dokunmayla ulaşabileceği iyi bilgi ve sanatsal değer içeren metin/eserler sunmayı amaçlıyoruz. Ayrıca sanat severlerin görüş, yorum ve eserlerinin; yayınlanması, en kolay ve en kısa zamanda okura ulaştırılması diğer bir olanağımızdır. Ünlü-ünsüz ayrımı, kayırmacılık-kotarmacılık yapmaksızın ve parasal bir kaygı taşımaksızın sanat değeri olan eserlerin gün yüzüne çıkmasını sağlamaktır. Yazın dünyasına yeni açılımlar getirmek ve sanatın gelişimine katkı sunmaktır bir diğer amacımız.
    Dil sanatlarının bütünü ilgi alanı olmakla birlikte, derginin ağırlık noktası “şiir sanatı”dır. Bilindiği gibi şiir sanatı bütün sanatların temelinde yer alan ve diğer sanatların özelliklerini içeren bir varlık yapısına sahiptir. Başka bir söyleyişle, sanat biliminin içerdiği her konu bu derginin ilgi alanıdır. (Sanat felsefesi, Psikolojisi, Sosyolojisi ve Estetik bilimi)
Henüz dergi yayın kurulu oluşturulamadı. Bu kurul oluşturuluncaya kadar yayına girecek yazıların niteliği hakkında ben karar vereceğim. Gönüllük esasına göre yayın kurulunda görev almak isteyenler benimle iletişim kurabilirler. Bildiğiniz gibi Türkçe dünyanın pek çok yerinde konuşulan bir dildir. Şu anda okuduğunuz sayfalara, dünyanın her yerinden sayısal olarak ulaşılabilir. Bu nedenle diğer ülkelerden yazın bilgisi olan ve dergi sorumluluğu üstlenebilecek isteklileri beklemektedir. Şimdilik, blogların sağladığı olanaklarla bilgi sunar ortamındadır. İleride WEB sayfasına dönüştürebilir. 
Bloğun verileri, paket programların olanaklarıyla sağlıklı olmasa bile okunacak kadar her dile çevrilebilir. Ulaşım, dağıtım ve pazarlama kaygısı olmayan e-dergi, her dilde ulaşabileceğiniz şekilde elinizin altındadır.

Yayın ilkelerimiz:

Ayrıştırılmış, öğretilmiş ve sınıflandırılmış kalıpları yırtarak; sınırsız, çağdaş ve nitelikli şiir/sanat evrenine eşlik etmek amacıyla;

 Yazarın/şairin; kimliği, aidiyeti, deneyimi, anlayışı ve görüşü ne olursa olsun; terör, şiddet ve propaganda ile dinsel tebliğ içermeyen şiiri, yazısı ve yorumu e-dergide yer alabilir.
Sanat bilimi ölçütlerine göre sanatsal ve estetik değer taşıyan her eser; tutarlılık, bağdaşıklık ve bütünlük sağlayan her yazı dergide yer alabilir.
 Yazı ve şiirler; dergi, gazete veya bilgi sunar ortamında daha önce yayınlanmış olabilir; iyi, temiz ve geliştirici bilgi/yorum veya estetik değere sahipse e-dergide yeniden yayınlanabilir.
Dilsel şiddet, ideolojik ve dinsel dayatma-tebliğ içeren; misyonerlik, terör ve şiddet yönelimli; kişiyi hedef alarak yazınsal eleştiri mantığını aşan yazı-şiir-yorumlar,
Değinmece, değişmece, sapma, bağdaştırma… gibi şiir tekniğini içermeyen-şiir niteliği taşımayan betikler; bunlar yanında, imge içermeyen ve okurda imgelem yaratma yeteneği olmayan şiirler,
 Özgün ve gönderen yazara ait olmayan şiir, inceleme ve yazılar,
İmleme ve yazım yanlışları belli bir oranın üzerinde olan metinler YAYINLANMAZ.
                                   
 Yaşar ÖZMEN, Şiir Sarnıcı Yöneticisi
 https://siirsarnici-e-dergi.blogspot.com/                                                                                                   siirsarnici@gmail.com



SAYISAL KİTAP
                                                                            Yaşar Özmen
Zaman hızla akıyor ve büyük bir değişimi kucağımıza bırakıyor. Bilgi ve insanın kullandığı teknoloji sürekli güncelleniyor. Yaşadığımız ortam, değişime karşı önlem almak gerekliliğini söylüyor. Hatta değişime koşut değil, değişimin önünde olacak biçimde hızımızı düzenlememiz öncelik taşıyor. Bugün bilgi sunar (internet) ile gençliğin kullandığı elektronik aygıtlar, artık basılı kitap konusunu biraz daha geri plana itmektedir. Bir terabaytlık diskte binlerce kitabın saklanabildiğini ve istendiği zaman az çabayla ulaşılabildiğini hepimiz biliyoruz. E-kitap okuma aygıtları da dünyada ciddi anlamda artık elden ele dolaşmaktadır; daha rahat ve konforlu okuma ortamı sağlayabilmektedir.
Kullanım oranı çok yüksek olan cep telefonları, e-kitap, e-dergi gibi sayısal verileri işlemeye uygun üretilmektedir. Sayısal verilere her yerde ve her an ulaşabilme olanağı doğmaktadır. 
E-kitap okumanın önündeki ilk sorun; bugün için bilgisunar ve bilgisayar kullanım oranının düşük olmasıdır. Kırklı yaşların üstündekilerin bilgisunar kullanım oranı çok daha düşüktür. Ne var ki gelecekte teknolojinin kullanımı öylesine büyüyecek ki oran yüzde yüzleri bulacak ve ders kitapları gibi özellikli kitaplar dışında kalanlar, e-kitap haline dönüşecektir. Sürece ve gelişim hızına baktığımızda, bu duruma evrileceğini kuşkuya yer kalmaksızın söyleyebiliriz.
İkinci sorun ise yasal düzenlemelerin yetersizliği ve teknolojik altyapının hazır olmamasıdır.
Belirtmek gerekir ki basılı kitabın yerini e-kitap alamaz; hiçbir zaman da basılı kitaptan vazgeçilemez. Bir iletiyle milyonlarca adrese dağıtımı yapılabilen bir e-kitabın belge niteliği taşıyan nesnel bir basımının da olmasını bizim neslimiz unutamaz. Ancak gelecek nesiller bizim gibi düşünür mü, bunu kestirmek zordur. Gazete ve dergi gibi süreli yayınların e-yayına dönüşmesi, çok küçük tutarla bu işin üstesinden gelinmesi çağın bir olanağı olarak önümüzdedir.
Değişim ve her gelişimin kaçınılmaz olumsuz yönleri vardır. Örneğin, insanın alışkanlığından vazgeçmemesi önemli bir olumsuzluktur. Yapılması gereken, olumsuz olan şeylerin sıfıra yakın bir değere çekilmesidir. Bana göre bunlarla baş etmenin en geçerli yolu, gerekli altyapıyı kurmak ve tüm yönleriyle hazır olmaktır. Soru şudur: Değişimin önünde olmak için kurmamız gereken altyapı nedir?
Öncelikle terim ve sözcüklerle işe başlamak gerekir. Örneğin e-kitap okuma aygıtı “kindle”, bir marka adıdır ve bu ad ile gençlerin diline yerleşmiştir; jilet gibi… Kindle yerine bunun adına “okuncak” diyerek veya başka bir sözcük önerisiyle işe başlayabiliriz. E-Kitap yerine “sayısal kitap” diyebiliriz. Bilgisunar satış sitelerine de bu adla girerse bir başlangıç yapılmış olur, diye düşünüyorum.
Sistemler veya toplumlar, değişimin önünde olabilmek için kurulacak teknolojik altyapının ön çalışmasını yapmak zorundadır. Örneğin, yasal düzenlemeler bir an önce yapılmalıdır.  Telif hakları ile bilgisunar ortamındaki eser dağıtımına ilişkin yasal düzenlemeler öncelik taşımalıdır. Ne var ki bizim gibi toplumlar bu gerçeklikten biraz uzak yaşamaktadırlar. Bugün sayısal kitaba yönelik ne yazar, ne yayıncı, ne de kanun koyucuların hazırlıkları vardır. Gelişmeleri ve değişimi görüp ondan sonra önlem alma alışkanlığımızın olduğunu yaşadığımız sayısız örnekten biliyoruz. İş işten geçmeden hazırlık yapılmalıdır.
Çağ hız çağıdır. Teknoloji, toplumların değişim hızından daha yüksek yeteneklidir. İşte sorun burada başlar ve bunun çözümü de bireyi eğitmektir. Yanlış eğitim anlayışı ile metafizik dünyaya itilen gençlik, değişimin önünde olamaz. Bu maddenin yasasına ters bir durumdur. Maksadım; politize olmuş insanların algı ve yargılarını sorgulamak değildir; önümüze atılmış bir gerçeklik var ve bu gerçekliğin üstesinden gelmenin gerekliliğini söylemektir. Teknoloji transferinden bilginin işlenmesine kadar pek çok alanda gerilerde kaldığımızı hem de göz göre göre tepki gösteremediğimizi bir kez daha anımsatmakta yarar olduğunu düşünüyorum.
Yirmi dördüncü İzmir Kitap fuarında, “Ben bu kitabı sayısal kitap olarak okudum, çok hoşuma gitti ve kütüphanemde bulunması gerektiğini düşündüğüm için alıyorum.” diyen gençlere tanık oldum. Günümüzün gençliği, alışkanlık gereği basılı kitap konusunda tutucudur. Ne var ki birkaç yıl sonra bu alışkanlıklar kırılacak ve basılı yayınların çok büyük bir kısmı sayısal yayın biçiminde istenecektir.
Bugün dergiyi posta yoluyla sürdürümcülere gönderiyoruz; yarın ise bir tuş ile bunları binlerce adrese gönderebileceğiz, aynı işi daha hızlı ve az tutarla yapabileceğiz.
Sayısal kitapla bir konu daha gündeme gelmiştir. Okumak yerine bunlar okuma programlarıyla sesli olarak dinlenebilecektir. Şimdilik çok yaygın olmasa da teknik bir olanaktır ve kullanımı yaygınlaştırılmalıdır.
Aydınlığa duyarlı insanlar ve kültürel dernekler, değişik yerlerde kitap bağışı ve kütüphane kurma kampanyaları düzenliyorlar. Bunlar şimdilik gerekli ve önemli çalışmalardır. Çok sayıda kütüphane vardır ve buralarda binlerce insan çalışıyor. Ne var ki sayısal kitaba doğru gidişin olduğunu da göz ardı edemeyiz. On terabaytlık bir aygıtta bir milyon üzerinde kitap saklanabiliyor. İstendiğinde, raf derdi ve arama derdi olmaksızın bir tık ile önümüze açabileceğimiz kitaplar bunlar. Kaç kütüphanede bir milyonun üzerinde kitap vardır? Kütüphanelerde ve okuma salonlarında sayısal kitap için hazırlık yapma zamanı geldi ve geçiyor. Sadece bunlar mı? Okullar, üniversiteler, araştırma merkezleri ve ticari kuruluşlar aynı düzenlemeleri yapmak zorundalardır. 
Derginin yerini sayısal dergi tutar mı, diye soran olacaktır doğal olarak. Gelecekte basılı derginin yadırganır olacağını ve sayfa çevirmenin sıkıcı bir iş görüleceğini ayrıca söylemeye gerek var mıdır? 
Ciltler dolusu ansiklopediler ve tuğla kalınlığındaki sözlükler, bugün raflarda tozunu almak dışında başka bir işlem görmüyorsa kitapların da aynı sonu yaşamayacağını söyleyebilir miyiz? Bir an önce, bilgisunar, bilgisayar, elektronik kitap okuma aygıtı ve cep bilgisayarı gibi sayısal teknolojiyi kullanan araçlar ile sayısal yayınlara uyum sağlamaya bakalım; eğer dönüşümün dışında kalırsak düşeriz.   23 Nisan 2019


SÖYLEŞİ
SEÇKİN ZENGİN’İN YAŞAR ÖZMEN İLE SÖYLEŞİSİ

Seçkin Zengin; Kısaca özgeçmişinizi öğrenebilir miyiz?
Yaşar Özmen:1964 yılında Eskişehir’in Kızılbörüklü köyünde doğdum. Kuleli Askerî Lisesi ve Kara Harp Okulu'nu 1989 yılında bitirdim. Selçuk' Üniversitesinde Yönetim ve Organizasyon konusunda yüksek lisans yaptım. 1989’dan 2014 yılına kadar yöneticilik, bilgi yönetimi ve bilginin kullanımı konusunda farklı görev alanlarında çalıştım. Kendi isteğim ile 2014 yılında emekli oldum. Bilgi yönetimi, iş sağlığı ve güvenliği, gayrimenkul değerleme, WEB tasarımı gibi özel uzmanlık alanlarına sahibim. Sanat felsefesi, fotoğrafçılık, seramik, resim ve şiir gibi alanlara yönelik kurs ve çalışmalara devam ediyorum. 2011 yılından beri sanat bilimi, dil bilimi, yazın, resim ve özellikle şiir üzerine bireysel çalışmalar yapmaktayım.
“Bir Damla Suda Halkalar” isimli şiir kitabım Şubat 2018’de Temren Yayınlarından, “Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi” isimli kitabım ise Trend Yayınlarından Kasım 2018’de yayınlanmıştır. Ayrıca “Sardunya Zamanı” isimli Antolojide 20 şiirle yer aldım.  Sanat felsefesi, şiire ve sanata ilişkin deneme ve makalelerim değişik dergi ve medya ortamında yayınlanmaktadır.

Seçkin Zengin: Şair, çağının tanığı olmalı mı?
Yaşar Özmen: Şairin çağına tanık olmamak gibi bir ayrıcalığı yoktur bana göre. Şair, çağına tanıklığını duyumsatacak, sezdirecek hatta açık açık gösterecek değer ve estetik değer yaratamıyorsa şiirlerinde, bence o şair zaten şiir yazmıyordur. Bana göre şair kullandığı dil ve anlamda, çağın aynası olamıyorsa, yaşamı ve insanı kavrayamıyorsa o şair şiir yazmamalıdır. Şiir bir dil sanatıdır; dolayısıyla şiir bir anlam sanatıdır. Anlamın üzerine oturmayan şiirde nasıl bir anlatım ya da ses kullanırsanız kullanın o metinde, şiirsel değeri yaratamazsınız. Anlamın güçlü olması demek; yaşam, insan ve evren arasındaki ilişkiyi doğru kurmak ve onun yaşamsal değerlerinin en can alıcı yerlerine dokunmak demektir. Bunun anlamı şudur: Şiiri; şairin bilgi birikimi, çözümü, yorumu ve onun hareket motoru olan duygu yoğunluğu kurar. Bilgi birikimi, bilginin çözümü ve yorumu duyguyla tetiklenmeden hiçbir sanat eseri bir eser anlamında var edilemez. Her çağ, geçmiş çağların birikimi üzerine yeni şeyler koyarak yeni yeni kültür varlıklarını üretir; o varlıklar ile varlıkların çözümü ve yorumu ise bilgi birikimini sağlar. Bilgi birikiminin yoğurulmasıyla teknoloji ve sanat doğar. Şair işte bu döngü ve sistemin dışında kalamaz. Şairin çağına tanık olmasını bir kenara bırakın; şair, çağının en azılı sanığı olmak zorundadır. Şiir ve sanat eseri üretmek, bir savunmadır yaşama ve varoluşa karşı. Bu savunma “kendini gerçekleştirme çabası” üstüne oturan bir eylem biçimde yansır şaire ve okura; oysa bu eyleme hareket veren temel gerekçe, yaşam tutkusu ve varoluş sürekliliğini sağlama gerçeğidir. Şairin savunmasındaki gizli amaç, yaşamın yargısından veya terazisinden kurtulmak değildir; sanatı ve şiirleri ile öyle bir savunmadır ki şairin yaptığı, bunun temelinde insanlığın varoluş değerleri ve yaşam sevincini sürekli kılmak yatar.

Seçkin Zengin: Şiir esin işi mi, yoksa çalışma mı?
Yaşar Özmen: Bu yaşınıza gelmişsiniz, belirli bir kiloya, boya ve hacme ulaşmışsınız. Beni doğduğumdan beri sadece yediğim ekmek bu kilo, boy ve hacme ulaştırdı diyebilir misiniz? Diyemezsiniz, çünkü havadan suya, ekmekten ete kadar bir sürü etken insan bünyesini besler ve gelişimini sağlar. Şiir yazmak veya sanat eseri üretmek insan aklının toplam bir sonucudur ve başta verdiğim örnekle paralel bir biçimde gelişir. Esin ruhsal durumun sonucudur, ruhsal durum ise bilgi ve yaşamsal deneyimlerin sonucunda oluşan bir olgudur. Uzatmadan söylemek gerekirse; şiir yazmak ne esin işidir ne duygu işidir ne deneyim işidir ne sadece çalışma ne de bilgi işidir. Şiir yazmak, beynimizin çalışma sisteminin toplam eylemidir. Yani bir orkestra gibi insani özelliklerin toplamından doğan bir sonuçtur. Kısaca söylemek gerekirse şiir yazmak, esin, duygu, bilgi, bellek, bilginin yorumu ve çalışmanın toplam sonucudur. Bu nedenle şaire renkli bir kılıf giydirmeye hiç gerek yoktur; çünkü şairin duyma, görme ve sezgi yetileri kendiliğinden oluşmaz. Her sanatçıda olduğu gibi temelde şairde duyarlılık ve yetenek söz konusudur; ancak bunlar bilgi ve duyguyla iyi örgütlenmediği sürece hiçbir sonuç üretemezler. İmgelem gücü ve zenginliğimiz, bilgi ve onu yorumlayabilme çapımız kadar geniştir; esin de bununla doğru orantılıdır ve daha ötesinde olamaz ya da gerisinde olamaz.  

Seçkin Zengin: Şiir-Siyaset ilişkisi nasıl olmalı?
Yaşar Özmen: Buna siyaset diyerek konuyu sınırlamayalım isterseniz. İdeoloji ve inanç sistemleriyle şiirin ilişkisi nasıl olmalıdır, diye genişletelim bu sorunun kapsamını. İnançlar ve ideolojik yaklaşımlar insan düşüncesinin, daha doğrusu şair imgeleminin dışında tutulamaz. Bunlar, imgelem kaynaklarımızın, düşünce gücümüzün ve düş zenginliğimizin bileşenleridir. Ancak ideoloji ve inanç sistemleri, mutlak doğru gereklilikler olarak varsayılan ve olmaz ise olmaz şeyler gibi algılanan ön kabullerdir; ön kabul üzerine kurgulanmış yargı sahipleri ve kurulu sistemler, sağlıklı ve sanatsal bir sonuç üretmekte sığ kalırlar. İdeoloji ve inançları şairin imgelem dünyasından ayrı tutamayacağımızı söyledim; ancak işte burası bıçak sırtı gibidir, kaygan bir zemin ve sıkıntılı bir eşiktir. İdeoloji ve inançlar, şiirde veya sanat eserinde sloganlaşırsa propagandaya/irşada dönüşür, eğer bunların yansıması üst anlam biçiminde eserde görünüşe taşınırsa işte o zaman şiir sanatsal bir değer kazanır. Üst anlamdan kastım nedir? Şiirin size önerdiği dünya şairin kurguladığı dünyadır; bu dünya şairin imgelem kaynaklarından ve gücünden doğmuştur. İşte şairin şiirinde kurguladığı dünyanın genel görünümü, yaşamsal öneri ve estetik değer varlıkları üst anlam biçiminde şiirde görünüşe taşınmalıdır. Yani yansıtılmalıdır. Bizim yazınımızda ve çoğu yazar çizerlerin anlaklarında sürekli karıştırılan bir konudur bu ayrım ve ilişki. Bunları normal bir sonuç olarak görmek gerekir; çünkü sanata kurallarla, formlarla ve manifestolarla yön belirlemeye çalışan tutucu ve hâlâ eskitilememiş bir anlayışın içinden geliyoruz, geçiyoruz.        

Seçkin Zengin: Neden şiir yazıyorsunuz?
Yaşar Özmen: Bu soru söyleşinin en zor sorusu Seçkin Bey. Neden, diyeceksiniz. Pek çok kişi bu soruya, ben şiiri duygularımı anlatmak için, içimden geldiği için veya kendimi mutlu etmek için yazıyorum gibi muğlak yanıtlar verir. Yanıt kesinlikle bunlar değildir. Bir insan neden sanat üretir veya neden şiir yazar, sorusunun altında yatan gerçeği ayrıntılı olarak uzun bir araştırma neticesinde çözmeye çalıştım. Burada kısaca insan neden şiir yazar sorusunun yanıtını vermeye çalışayım. İnsanın şiir yazması veya bir sanat eseri üretmesi, onun nihai ereği ile doğrudan ilişkili bir konudur. İnsanın nihai ereği nedir? Her canlı gibi önce yaşamda en ideal biçimde var olmak ve genlerini bir sonraki yaşama aktararak yaşamsal sürekliliği sağlamaktır. İşte bu olayları gerçekleştirmenin altında yatan ilk basamak “kendini gerçekleştirmek” dediğimiz olgunun üzerinde kurgulanır. Ben iyiyim, güçlüyüm, güzelim vurgusunu yaparak, canlı hücrenin amacını gerçekleştirmek için daha kolay yollar elde etmektir. İşin cinsel boyutundan ruhsal boyutuna kadar süreci incelediğimizde, karşımıza karşı duramayacağımız bir zorunluluk çıkmaktadır. Kandinsky buna, “Sanat, içsel bir zorunluluktur.” der. Bir anlamda “içsel zorunluluk” kendini gerçekleştirme arzusundan doğan bir duyarlılığın sonucudur. “Ben de varım ve yaşamsal sürekliliğin bir adayıyım diyebilmek.” İşte bu zorunluluk bazılarında tespih sallayarak, bazılarında kırıtarak, bazılarında şiir yazarak, bazılarında resim yaparak, bazılarında dans ederek öne çıkmaktadır. Bu çözümlemeden sonra, ben neden şiir yazıyorum sorusuna verilecek yanıt ancak şu olabilir: “Ben de varım…”

Seçkin Zengin: Günümüz Şiiri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yaşar Özmen: Günümüzde yazılan şiirleri, şiir dergilerini, şiire yaklaşım tarzını, şiir ödülü ve eleştiri işleyiş biçimini hiç sağlıklı, geliştirici ve estetik değer üretecek tarzda bulmuyorum. Bakın bu söyleşide sorduğunuz tüm soruların yanıtları, “Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi” isimli 375 sayfalık kitabımda ayrıntılarıyla vardır. Adı geçen kitabı, günümüz şiirinin mevcut durumunun olması gerektiği gibi olmadığını ve şiir değerler dizgesinde bazı değişim-dönüşümlere yönelmemiz gerektiğini gördüğüm için oturup yazdım. Kısa bir örnek vermek istiyorum. Şiir üç temel ayak üzerine kurulur. Bunlar; “anlam, anlatım ve ses”tir. Pekiyi okur veya şair olarak bu üç ana esasa itiraz edebilecek var mıdır? Olmamalı, çünkü şiirin temelidir bunlar. Peki son yıllarda yazılan şiirlerde, ses şiirin neresindedir? Hadi sesi geçtim; anlam şiirin ne kadar temelidir? Bunlara karşın yine de şunu söyleyebilirim: Güzel şiirler yazılıyor günümüzde, başarılı şairler var; magazinsel ve yardakçı yaklaşımlarını bir kenarda tutarsak. Günümüz şiiri, yirminci yüzyıl başlarındaki söylemlere göre biçimleniyor ve kendini yinelemeye devam ediyor gibi geliyor bana; suyun başını ele geçirmiş kişiler ise henüz sanat değerler dizgesinde bir değişime gidemeyecek kadar “sığ ön kabullere” sahipler. Zaten şiir sanatının doğru dürüst örgün eğitimi yok; sazı eline geçiren de dünyanın en iyi şiirini yazıyorum diye dergi sayfalarında cirit atıyor. Hiçbir şey söylemeden sayfalarca yazılan şiir yazıları, estetik değer üretmeyen ve estetik kaygıya küçücük bir dokunuş sağlamayan dizeler dolusu şiirler övgülere boğuluyor. Ne var ki şiir sanatı hakkında yeni bir şey söyleyen, iyi şiir yazan ve şiirin gelişimine katkı sağlayacak bir şeyler ortaya koyan çok nadir… Karamsar olmamak gerek tabii ki. Zeki ve aklını doğru kullanan bir nesil geliyor; söylemlere kulak asmayan, bilimsel verilerle kanıtlanmadığı sürece bunlara aldırış etmeyen, geçmişin bilgileriyle ortaya konan sanat anlayışları ile akımlarını bugünün bilgisiyle sorgulayabilen önyargısız ve kendine güvenen bir nesil…

Seçkin Zengin: Neden kadın şair sayısı az?
Yaşar Özmen: Türk kadını her ne kadar dünya kadınlarından önce kişisel ve siyasal özgürlüğünü kazanmış görünüyor olsa da gerçekte bu sandığımız gibi değildir. Çünkü kadınlarımızın büyük bir kısmı gerek eğitimsizlikten gerek inanç baskısından dolayı henüz özgürlüğün ve birey olmanın farkında değillerdir. Kadınlarımızın büyük bir çoğunluğunun çalışma ve sosyal yaşamın içinde etkin bireyler olmadığını da biliyoruz. Ayrıca kadın ve erkek arasındaki eşitliğin ne anlama geldiğini içselleştirememiş bir kadından özgün şiir yazmasını ya da başka bir alanda başarılı olmasını bekleyemeyiz. Halide Edip’lerden Türkan Saylan’lara kadar çok başarılı kadınlar yetiştirmiştir elbette bu ülke. Buna karşın üzerine kuma getirilmesinin dinsel bir emir olduğunu kabul eden ve bunu normal gören kadınların varlığını da göz ardı edemeyiz. Baktığımızda sosyal yaşamın içinde etkin olarak var olan kadın oranıyla, yazın dünyasındaki kadın şair oranı çok uyumsuz şeyler değil gibi görüyorum. Ne kadar ekmek o kadar köfte diyeceğim ama gerçekten üzücü bir durumdur bu; çünkü dönüşüm tersine gelişiyor ve bir karanlığa    doğru yol alıyoruz. Keşke bütün kadınlarımız çağdaş değerler üzerinde yol alan bireyler olsalar. Ne yazık ki günümüzde model kadınlar bile bunun tam tersi bir biçim sergiliyorlar. Artık işin kadın şair ve şiir yönünü çok düşünmüyorum, çocuğu anneler yetiştirir; benim aslında tedirgin oluşum çocukların yaşamları boyunca uyku durumuna geçirilecek olmalarıdır. 


ÖYKÜ
         MURDAR BALIKLAR   
                                                                                                                       Nermin AKKAN

Zaman zaman kudururdu Yeşilırmak! Taa ötelerden ne bulduysa sırtlayarak bir baştan bir başa. Haraca keserdi Kadıköprü'yü.
Harmanlara şöyle bir el ense çeker, siler süpürürdü eteğini savurarak. Geride bıraktıkları çamura belenmiş tabak, çanak; kökünden kökünden araklayıp da taşıyamadığı gürgen, meşe, karaağaç; dağlar ne verdiyse yani.
Ha bir de çeşit çeşit börtü böcek kafası gözü kırık; yaralı bereli yılancıklar, kaplumbağalar; ağzında anasının memesi hâlâ sütlaç kuzucuklar getirirdi.
Bir keresinde Şahmeranı bile sürüklediği olmuş Almus'a doğru. Görmüşlüğüm yok elbet Zahret Nene’min yalancısıyım ben.
Zahret Nene deyince duracak soluklanacaksın önce bir. Abdestli olup olmadığını kontrol edeceksin önce, ne varsa üstünde ilikleyecek, şapkanın tereğini saygıyla eğeceksin. Sonra diyeceksin ne diyeceksen, her bir onbeşliden birinin nenesi olduğunun bilinciyle evelemeden gevelemeden.
Benim öz be öz nenem yani Zahret. Akkan konağının muhtarı, babam İhsan'ın babası Yakup'un dul eşi ki birçoğu dönmeyen Kurtuluş Savaşı şehitlerinin dul eşlerinden biri. Altı aylık gebe babama, dedem rahmetli gelinmez yerlere gittiğinde. İlk eşten beş, nenemden de dört bebe kalınca geriye Zahret nenem bildiği tüm savunma mekanizmalarını (dili, eli, aklı, yüreği vb.) saldırı silahı olarak kullanmayı da bildiği için sevgi saygı korku karışımı bir gücün sembolü haline gelmişti Kadıköprü' de.
Ata kalmayınca anaerkil bir köy gibiydi bizim köyümüz ve Zahret Nene eroğlu erdi vesselâm.
Konağın önünde bir süt eriği ağacı vardı ki dillere destan. Nisan Mayıs dedin mi çoluk çocuk tepesine binerdi eriğin ve de Zahret Nene’m yedi torununun rızkının bekçisi kesilirdi anında. Ne mümkün uzanmak dalına.
Muhtemelen mirasyedi oğlunun, ağa bebesinin hasat parasını azaplardan araklayıp yarıyılı geçireceği mutad seyahatlerden birine çıkmış olmalıydı ki kartak kesilmişti dünya güzeli gelininin ve torunlarının rızkına kırk akılla.
Elinde iki odun bir çanta okul yoluna düşen her çocuk o gün bir tuhaflık seziyordu köyde ki öbek öbek. Kahkaha çınlıyordu her köşeden. Biz ne olduğunu anlayamadan okula varmış sıralarımıza oturmuştuk. Birleştirilmiş sınıflar gereği tüm çocukların toplandığı sınıfa Ramazan Öğretmen’imiz girdi. O da gülmekten zor tutuyor kendisini.
Bana yönelip direk sordu "Çimen nenen erikleri koruma altına almış he!? "
Yanıt beklemeden sınıfa döndü ve çın çın kahkahayla katıla katıla anlatmaya başladı. Meğer nenem bulduğu çalıları her evin duvarına asılı duran tuvaletlerin dibine batırıp batırıp erik ağacının ilk dalları arasına yerleştirmiş ulaşabileceği tüm erikleri topladıktan sonra tabi.
Zahret uyumuştur diye eriğe her uzananın trajikomik durumunu anlatırken Ramazan Öğretmen tüm sınıf yerlerdeydik zaten. Yaklaşık bir ay bizim erikler moksu moksu koktu ve Zahret Nenem biraz daha efsaneleşti köyde.
Sodom ve Gomore diyorum ben hep Kadıköprü’ye. Yakup Kadri' nin ünlü romanında ki hani. O da işgâl yıllarındaki İstanbul’u benzetmişti Sodom ve Gomore'ye; bu iki şehir burjuvazinin sembolü niteliğindedir mitte de.
İstanbul o dönemde saraylı saltanatına alışıklığından halkla iyice arayı açmış İngiliz subaylarının Türk güzelleriyle çirkin söylentilerine zemin oluşturuyordu.
Öyleydi işte benim köyümde. Bir yandan camiler tekke görevi görürken, çeşitli tarikatların taassubuna doğru yol alırken bir yandan da genç tayfa eğlencenin dibine dibine vuruyordu.
Çocukluk yıllarım, göçe kadar bu köyde, bu konakta geçti. Annem ki dünya güzeli gittiği seyahatlerden dönüşünde kocasının getirdiği nadide ipeklileri, adı henüz duyulmamış kürkleri giymeyecek, altın kemerleri takmayacak kadar onurlu ve dik. Ve sorumsuz oğlunun bu dünya güzeli karısını korumak da nenemin başka bir yükü ki Yeşilırmak'ın bereketiyle iyiden iyiye tembelliğe vurmuş her avare için babaanneme göre kafese konulması gereken bir güldü. Annenin her kapıya çıkışında kara ipek bürüğü anneme nasıl özenle sardığını içim cız ederek hatırlarım.
Çevre köylerin ve ilçelerin atanmış memurları atandıkları yerde değil bizim köyümüzde hem de çoğunlukla bizim konak da kalırlardı. Tanrı misafiri olarak ve tüm köyün misafiri sayılarak. Doğal olarak köyün tüm eğlencelerinin de merkezinde yer alırlardı.
Kadıköprü yaz akşamlarında Yeşilırmağ’a akardı mahremiyet ilkeleri doğrultusunda. Mızıka eşliğinde imece eğlenceler kışın kayak sezonuna atlardı sek sek firesiz.
Topçam'ın eteğinde Yeşilırmak'ın da dizinin dibine yurt kurarsan gel oyna git oyna. Bu nedenle Sodom ve Gomore diyorum ya köyüme.
Kışın Varzıl tepesinden başlayan telis çuval üstü kayakçılar Yeşilmark'ta mola verirlerdi. Kayak güzergâhları (Thıszea) Sırt'tan derlenen çıralar sopaların ucuna sarılarak yapılmış fenerlerle aydınlatılırdı. Genç kız ve erkeklerin çeşme başı söyleşileri dillere destan ki giyim kuşam o biçim.
O zamanlar Farah Diba saç modeli modaydı kızlar arasında. Hani şu tepede yıldız gibi bir yer oluşturulur, saçlar diklenip kabartılır ve o yıldızın etrafında bir kuş yuvası oluştururdu.
Altı yedi alevi köyünün ortasında yer alan tek çerkez köyü olduğu için Kadıköprü, bizler her iki kültürün de tüm nimetlerinden faydalanarak büyüdük. Bu zenginlikledir ki ben keyifle semah dönerken bir deyiş eşliğinde kazaska uçarım mızıkanın tuşlarında.
Diğer taraftan okul gezilerinde alevi köylerinde yemek yemememiz konusunda tembihlendiğimizi de hatırlıyorum hayal meyal.
Bir seferinde Süderi de bir teyze, tavuk pilavdan oluşan sofrada hiç kaşık almadığımızı fark ederek "Han kızlar han kızlar, kedi bişdi yen kızlar" diye tekerleme uydurmuş ev halkını güldürmüştü ki hemen ezberlediğim tekerlemeyi söyleyince neneme bilge bilge yere bakmış "hep birlikte yanacağız" demişti.
Bugün bile ülke bütünlüğü üzerinde oynanan her oyunun harcıdır bu bağnaz, ayrımcı, yargılayıcı ve ötekileyici tutumlar.
Coğrafi konumu nedeniyle Kadıköprü inanılmaz fıkra, öykü, şarkı, trajedi aklınıza ne gelirse onu doğurmuştur ebesiz doktorsuz doğanın döşeğine. Ve birçok kalem erbabı çıkmıştır bu bitek topraklardan. Bir hacı ağabeyimiz vardı ki kalemi öpülesi, rahmet dolası. Necati Uyanık ağabeyim ressam yazar araştırmacı bunların bir kaçı sadece.
Sosyolojik yapısı itibariyle Kadıköprü, 1960-65 yılları arasındaki bağnaz akımlardan da etkilenerek iki dinli olmaya başlamasıyla birlikte Allah'ın adalet sıfatı gereği olsa gerek Nuh Tufanı misali suyun varabildiği her yere her yöne savruldu. Almus barajı adıyla Yeşilırmak'ın üzerine kurulan baraj ve göç sendromu tüm sekelleriyle birlikte yağdı köyümün üstüne.
Yeşilırmak’ı boğazladılar ve mavi yeşil boz bulanık döktüler kanını köyümün başından aşağı.
Sanki bir musibet bin nasihat gerçeğine varmış gibiydi her bir Kadıköprü’lü. Ankara, İstanbul, Samsun, Tokat il ve ilçelerine dağılanların yanında inatla tepelerin üstüne de kulübecikler inşa edip ilham oldular şairlere yazarlara.
Ve bir şey daha oldu bu arada. Yurt hasretini dindirecek güzel gelenekler yerleşti tepelere.
Mesela baraj doğurgan haliyle bir dolu balığa gebe kaldı. İrili ufaklı sallarla taşımacılık başladı çevre köy ve kasabalara. Biz Turhal’a tüneyen angutlardandık ki birlik olup yeni bir yurt olamayan her Kadıköprü'lüye angut sürüsü derdim az çok aklım ermeye başlayalıdan beri.
Tepelere tüneyen kandaşlarımızdan her pazar kasalarla balık gelirdi. Her aileye balık ziyafeti hem ağıt hem eğlence demekti hepimiz için.
Ve acı bir haber de yayıldı kulaktan kulağa o günlerde.
Süderi'den yola çıkan on kişilik bir grup satın aldıklarıyla birlikte sala ağır gelmişler ve sal alabora olmuştu.
Sağ kurtulan olmadığı gibi cesedine ulaşılan da olmamış.
Çocuk aklım sözsüz sazsız semah dönüp durmuştu günlerce kazaska eşliğinde.
Biz balık ziyafeti de yapamaz olmuştuk nedense o aralar.
Kuran kursundan gelmiş abdest yenilemek üzere musluğa abanmıştım ki Mahir Amca’mı fark ettim divanda. Zahret Nene’me dikte ettirircesine brifing veriyordu garibim fısır fısır Çerkezce.
Ömrüm boyunca unutamayacağım şu sözlerle.
“Helâl haram kavramının takipçisi olmakla kalmayıp sahte helâl haramcılarla mücadele ettim hep Kuran'ın bilim diliyle ve kusmak geliyor içimden Helal kesim tabelalarını her gördüğümde.”
"Naney pısır vfuaeyı ğhuğae woşkga? " (Su cenâbet olunca balıklar da murdar oldu biliyor musun?")


DENEME
         DOĞAYA YENİ BİE ŞEY KATMAK     
                                                                                                       Mehmet Büyükçelik

  Sanat üretmenin, Tanrıyı taklit etmek olduğunu düşünenlere şaşmamak gerek. Çevresinde görmediği ve aklından geçen yeni bir şeyi yapmayı düşünen bir insan bu dünyaya daha önce var olmayanı getirmiş oluyor. Getirdiğinin benzeri olsa da tıpa tıp aynısı değildir. Sözümüz alıntı ve taklidin dışındadır elbette…
     Güzel bir manzaranın fotoğrafını çekmenin yeni bir yaratı ortaya koymak olmadığını, var olanın kopya edildiğini biliyoruz. Ressam esinlendiği manzaradan kendi seçeneğini kullanarak bir tablo üretirken doğaya yeni bir şey katıyor demektir. Bu yaptığı işten dolayı biz ona ressam diyoruz.
     Görsel bir sanat olan resimden verdiğimiz örneğin çeşitli sanatlar için de geçerli olduğunu söylemeliyiz. Ortaya konulan yapıt eğer sanatsa, doğaya yeni bir şey katılmış demektir.
     Şair, doğası gereği her şeyin daha iyisini düşünmek, haksızlığa ve yanlışa muhalif olmak durumundadır. Yeni bir dünya önermeyi iş edinen şairin yazdıkları da yeni olacaktır bu durumda. Dünkü şiirini yeniden yazmak diye bir amacı olamaz. Her yeni gün yeni bir yapıta gebedir. Nasıl ki milyarlarca insan birbirinin kopyası değilse, yazılan milyonlarca şiir de birbirinin kopyası olamaz. Benzemesi kusur değildir, eğer çalıntı değilse…
  Yeni bir şey yaratma düşüncesinde olan sanatçı, eğer sanatıyla ilgili diğer yapıtlara uzak durur ve geçmişte üretilenlere ilgi duymaz, onları incelemez ve tanımaz ise ortaya değersiz yapıtlar koyma olasılığı vardır.  Bir şair “yeni” bir şiir için işin başına geçmiyorsa, zaten değersiz bir çabaya girişmiş demektir. İyi bir şiirin tesadüflere bırakılamayacağını da bilmelidir.
   Şiir yazıya dökülmemiş de olsa doğanın her yanında kendini gösteren bir estetik çağrışımdır.  Şair bu ortamdan yararlanır; alışılmamış bir söylemle şiirini oluşturur.  Ne dediği değil, nasıl dediği önemlidir.  Dünyanın tüm güzellikleri ve estetik değerleri yanında güzel sanatların varlığı insanın doğaya kattığı yapıtlardır. İnsanın dünya için yeni değerler üretmesi sanat olarak bir kazançtır.
    Şiir her zaman yeni olmayı yapısıyla duyumsatan bir sanattır. Öyle olmadığında insanlar ona yüz çevirir, şiir de yalnız kalır.  Çevremizde şiir yazmak için uğraşan binlerce şiir sever var. Şiir severlerin şairliğe heveslenmeleri doğal olsa da şiir bilgisini iyice edinmeden bu işe kalkışmaları pek bir şey ifade etmiyor. Etkilendikleri geleneksel veya çağdaş şiirlerin taklidinden öteye geçemiyor; etrafta bir şiir kirlenmesi sorununa yol açıyor. Her sanatta olduğu gibi şiirde de yüzyıllar içinde oluşmuş genel bilgilerin bilinmesi gerekiyor. Meraklıların en azından ilgili kitapları ve çevrelerindeki atölye çalışmalarını izlemeleri yararlı olacaktır. Doğaya yeni bir şey katabilmek için bilgisiz hiçbir şey olmuyor. İzmir’de Şair Veysel Çolak’ın 17 yıldır yönettiği ve herkesin ücretsiz katılabildiği önemli bir Şiir Atölyesi bulunuyor.

ÖYKÜ
         ÇÖL YORGUNU
                                                                                                                             Fatma Aras
Zeynep, sabah ezanı okunurken geceden kalma bir bekleyişle balkonda sabahlamıştı. İlk kez kanamadan dinlediği bu ezan sesi ona anıların perdesini aralatmıştı. Elindeki kahve fincanını içini döker gibi dudaklarında dondurdu. Bir zamanlar onun içini oyan bu ses, şimdi yeni bir sabaha uyan çağrısı yapıyordu.
Yüreğindeki çarpıntı, nabız sesini yükseltmişti. Aklı ile mantığı arasında bir gel git yaşıyordu. Ama hayalleri onu otuz yıl öncesine götürmüştü. Zeynep, dışarıdan ülkesine kesin dönüş yapıyordu. Yeşil Köy Hava Limanında onu sabah ezanlarının sesi karşılaşmıştı. “Bu kent ne kadar ıssız, bu kent ne kadar köhne, bu kent uzak kokuyor” diye kalbinde mezar açıp kendi ölüsünü gömmek istemişti. Hayal kırıklığı, acılar elinden sıkı sıkı tutmuştu...
Bir zamanlar o da her çocukta olduğu gibi bir kan oynama mevsimi yaşamıştı. Sevgi miydi, aşkmıydı, coşku muydu? Adını bilmediği bir dönemdi. Yakın bir görüşme olmasa da Zeynep’in duygularını işgal eden biri vardı. Onun mektuplarına kayıtsız kalamamıştı. Yol, özlemi artırırmış. Bir süre sonra, Zeynep’in önüne koyulan yolda, bu özlem sevdaya dönüşmüştü. Sürgün edildiği o yabancı ülkede yer gök adımlarına ve içindeki sadakatli duygulara tanıktı. Sevdiğinden gelen gazeteler, plaklar, kasetler hatta sakızlar günlerine neşe katardı. Her mektubun sonunda, sevdiğinin: “Gara böcüğüm, seni sana tavşırıram” (emanet ediyorum) diye yazdığı sözler, Zeynep’in etrafındaki kalın duvarına kat kat perde çekiyordu. Dışarıya gittiği o gün sevdiğinin hava limanında hediye ettiği bakır yüzüğü, etrafında dönenlere karşı “nişanlıyım” diye hep parmağında taşımıştı.
Ayrı ülkede yaşamalarına rağmen, aynı ceketin içinde bir ısınma tutkusuydu Zeynep’inki. Yılmaz Güney’e benzettiği aşkını da kendisi gibi sadakatli biliyordu. Bir gün arkadaşından gelen mektup dünyasını alt üst etmişti. Sevdiği gencin bir gece nikâhlandığını yazmıştı. O günün sancılı acısını hangi kalem yazabilirdi, hangi göz bu yaşa dayanabilirdi ki! Ertesi gün Zeynep, sevdiği gencin kaldığı Kadırga Öğrenci Yurdu &#39’ nu aradı; “Ayrıldı” dediler. Aynı gün içinde çalıştığı firmaya sevdiğinden telefon gelmişti. İlk kez adıyla hitap etti. “Zeynep, yalnızlığımı oyalıyordum, hata oldu. Yakında bu hatadan döneceğim.” dedi.  Titrek bir sele söylediği sözleri, Zeynep anlayamamıştı. Bir tufana tutulmuş gibiydi. Olduğu yere yığılmamak için sendeledi ama gururu ona omuz vermişti. Ağlamadı. Ama buz dağına çarpmış gibiydi. O gün ülkesine kesin dönmeyi aklına kodu. Kendisi için kurulan idam sehpasına inadına yürüyecekti. 
İşte Zeynep’i hava limanında karşılayan ezan sesi, ona Haliç’in sularında hüzünlere kulaç attırıyordu. Işıklara baktı. Karanlığı avazı yırtacak gibiydi. Gözünün iliştiği bütün nesnelerin ona acıyarak baktığını düşünüyordu. Hırsını ayaklarından aldı. Ayakkabılarını çıkardı, kendisini atar gibi bir karanlığa fırlattı. Yalın ayak perona taşıyan araca yöneldi. Arabaya bindiğinde ezan sesleri kesilmişti. “Selâm bitti” diye içinden geçirdi. İçinde binlerce el hiçliğini boğuyordu. O gece, o kentte kanatan bu tutkuyu gömmeye kara vermişti. Ama gömemedi. Uzak uzak iklimlerde hep sonbaharı yaşadı.
 Yıllar yılları kovaladı. Zeynep, ülkesinde bir kamu kurumunda çalışıyordu. Kaç kış, kaç bahar geçti. Kara iklimler yaşadı. Bir pembe iklime adım attığı ilk günlerdi. Bir gün çalıştığı kuruma gelen telefon, “Geçmişinle yüzleşme günün” der gibiydi. Ama Zeynep’in acıları izin vermedi. Aradan aylar geçti.  Yine sevdiğinden gelen telefon, onu coşkulara yeniden kaptırmıştı. Sevdiği, “Yarın seni Hasan Sağlam Öğretmen Evinde kahvaltıya bekliyorum” demişti. Zeynep’in yaşadığı kente gelmişti. Geceyi balkonda geçiren Zeynep, saatlerin geçmesini bekliyordu. Bu koca kentteki bütün ezanlar ona susuz çölde bir su sesi gibi geliyordu. Bu kabuğunu soyan ses duygularını, kararını önüne yatırmıştı. Zeynep’in gözü yeni uyanan bir kediye takıldı.  İçini onunla paylaşır gibi; “Bir yürek bir mantık cengin içinde/ birisi kal derken biri git diyor/duygular deseniz farklı biçimde / tükettin kendini yürü git diyor.” diye mırıldandı ve Zeynep, o kahvaltıya gitti. İki olgun vücut karşılıklı bir masada oturmuşlardı ama sohbetleri kaldıkları o gençlik yaşlarından devam ediyordu. Hayat işte, sabah güneşi ısıtmayınca akşam güneşi hiç ısıtmadı.  Sevdiği adamın yalnızlık oyalaması, bir süre sonra Zeynep’in duygularını nadasa çekti. Taaa ki telefonda sevdiği adamın ölüm salasını dinleyene kadar. Koca bir ömür içinde başlayan boranın hışmı hep Zeynep’e dokunmuştu. 
  Zaman işte, Zeynep’in yarası kabuk bağlamıştı. Ama korkuların da esiri olmaktan kurtulamamıştı. Bir gün ona bir dostu, “Ablam sen aşka eğik bakıyorsun dediğinde, Zeynep’in bakışında bir geminin batışı vardı.



KIRILMALAR         
                                            Uğur OLGAR
  
Bir kıyı kafe'sinde
deniz mavi mavi mi kırılır?

sonbahar cürmümeşhut yakalanır yaprakları düşürürken

Gülümsemesine paha biçilmez ıssız ağaçların

Susanoğlu susar, kış ertesine kadar

uyusun da büyüsün rüzgârlarım, fırtına olsun
süpürsün gecelerimin ay izmaritlerini

Hüzün takılırsa takılsın peşime
zaten dertlerim acı işlemeli bir lamba

Ceviz kırarken hep tabut gelir aklıma nedense
sevgilim fındık kırarken

Biz seninle Susanoğlu'nda bülbülleri kıskandırmıştık
herkes susmuştu her şey
çay var mıydı elimizde?

Bir çocuk ipe bağlayıp çeker
ne kadar ölü yarınımız varsa
düne durur görünmez yanlarımız

Çiçek çiçeğe değince bahar gelir
kelebek yirmi dört saatte soldurur rengini

Sesim göğe ne çizer
gül yıkığı mı, yüzsüz duvar mı?

Kısalan günlerin öğlelerinde bodur olur gölgeler, sığınmacısı olmaz ağaç altlarının

Haydi gel kafe'de papatya falı koparalım
iki kuşun gözleri önünde
yok seviyor yok sevmiyormuş...

Sonra kırılır deniz, çıt kırılır, deniz hüzün mevsiminde hep böyledir
bana üzüm gözlümü hatırlatır
yıllar geçse de

Garson çayımı geri götür, içine karanfil at öyle getir yeniden

Bu kıyı, bu sonyaz, bu masa
örtüsünü kaldıran yel de olmasa
boş bir kent gibi görünür
yağmurlardan kaçan...

Yarım kalmış nehirleri
denizlerle tamamlar, kuşların güzyaşları...

Hayat baştan yeniktir içimizdekilere.



ÖZLEDİĞİM SENSİN    
                                                                                                          Fahriye İPEKÇİOĞLU

Kimsesizim,
Yalnızım, garibim
Özlemlere yelken açmış,
Kör kütük gidiyorum.
Nereye gittiğimi bilmeden
Poyraza tutulmuş bir gemi gibi,
Gönlümün ardınca sürükleniyorum.
Sevgiler ardında yitik bir beldeye doğru
Avuçlarıma, saçlarıma kar yağıyor.
Geceler boyu seni düşlüyorum.
Yalnız, sensiz, bomboş geceler
Ellerini, gözlerini, saçlarını
Hep düşünürüm ölesiye.

Bu şehir, sevdalar şehri
Bu DİYAR, başka DİYAR
Sevdalarla,
Özlemlerle, yokluklarla dopdolu

Seni isterim yanımda
Bulamam
Bu yüzden,
Çorak rüzgarlar vurur yüzüme
Kamçı gibi, kor gibi
Kimsesiz kalmışım bu DİYAR’ da
Pazar günlerini bekler,
Ağustos aylarını hayal eder olmuşum
Sevgilim.
30 Kasım 1990, DİYARBAKIR




ÇİÇEKLİ SOKAKLAR   
                             Vildan Çalışkan
acele etmiyorum
hiçbir şey için
bu dar sokaklar
dar kafalar boğuyor
bu sebeple
çiçekli sokaklar biriktiriyorum zihnimde
adımladıkça arnavut kaldırımlarını

kırık şiirler yazmıyorum artık
içimde çocuksu bir lunapark
sevmezdim hiç dönme dolapları
çünkü
tıpkı dönüp duran insanlar gibiydiler
yükseklikten de korkardım
o burnu yüksektekilerden de

severdim rengarek ışıkları
en çokta maviyi
bir de çeşit çeşit balonları
elma şekerini
dışı kırmızı içi beyaz
çocuklar gibi tertemiz
annesinin eteğinde
yeşeren...
                                  


DİZE 
F.Kadri GÜL
Küle yatırılsa da dize
gelmez ki dize
Gül devingenliğinde
şairin duyarlığına ulanır
Seher yeliyle yalazlanır
kanatlanır şiirce.
        
             

GÖÇ
Mehmet Faruk Habiboğlu


Gidelim buralardan def'olup gidelim
Karanlık bir koridorda nef olup gidelim

Kimseye etmeden veda, sarılmadan kimseye
Ağlamadan, konuşmadan, darılmadan kimseye

Bir uzak iklime, tarifsiz ve adressiz
Gidelim usulca, bir gece yarısı sessiz

Giderken ne gören bir göz olsun bizi
Ne anan ne konuşan bir söz olsun bizi

Geldiğimiz gibi tek, yalın ve üryan
Gidelim uzaklara asasız ve yayan

Gidelim, gidelim artık mekanda bize yer yok
Gidelim def'olalım zamanda bize yer yok

Koynumuza sevdamızı saklayıp gidelim
Son defa bir çiçeği koklayıp gidelim

Kim bilir nereye meçhullere gidelim
Bizi kimsenin beklemediği o yere gidelim...
2019 Kartal



SONBAHAR NE DEMEKMİŞ
                   Mehmet Büyükçelik

Ah, avuçlarımda kaldı tüm sıcak sesler
o uzun günlerin tutulmazlığı
son defa katlandım yine bir ağustosböceğine
bahçenin en saygın ağacında
bir veda kemanıydı eylülün.

Sonbahar ne demekmiş iyice anladım
Poyrazı karşıladı kepenkler
boş saksılar, dokunsam ağlayacak
birileri gülüşünü balkonda unutmuş
dönüşüne bilet almış birileri.

Soğuk boşluk, bolca sarı ve hasret
serin bir rüzgarın anlattıkları
öğrendim kalakalmayı, cıvıltısız
daha dün yazın yüzüydü, hem de taptaze
bugün çok ölüm birikti haberlerde.

Sararıp dökülen uzun yazın
günlerini süpürüyorum bahçede.

YAĞMUR ÇAĞIRALIM
                                                                                                                 Yaşar Özmen   

Gündüze şemsiye önü burası, yağmur çağıralım
Doğu batı her yön yine yokluğunda oturanların yönü
Doğum hattı kırığı, beden bölüntüsü
Ayrıntıların özneden ayırdı dilsiz kuyu
Estetik burun dikliği, duyuda sığlık büyüsü
Kara kemikli çatalkara, çakal postu
Algıda ayırdın karma karıştığı yer, yağmur çağıralım.

Bugün, doğum, düğün ya da bir ölüm töreni
Gizliliği afişlerde yüksünen bomba günü
Kırım kırıma ekli bölmede kalansız uyumu
Dökülsün parça tesirli yağmur, ıslanalım.

Çağcıl kaba öngörü, yokluğa devasa örüntüsü
Kent estetiği, akıl dirikliği ya da öfke hafifliği
Çiçekçi dükkânı önü bugün de müşteri kuyruğu
Duvara asmış eleğini duyuların kalpazan ölümü
Zihnin kilitlendiği yer burası, yağmur çağıralım.
                                                                                             Ekim 2015 Narlıdere/İZMİR



POYRAZLA KAVGA
                         Mehmet Büyükçelik


Umarsız bir halk poyrazla dövüşür
yara bere anıları
hayatı kabuk bağlar eskidikçe.

Ölenler ölenler…yine ölenler
insanı iştahla yutuyor toprak
gece yarısı kaygı dürter yastık altından
umutlar sere serpe
hadi gel, ey! güzel şiir
yaşam çıkart bu çukurdan.

“Çocuklar olmasaydı
biz bu kadar eğilmezdik” der Necatigil
yara bere içinde ve yürekli
nice babalar gördüm sürgünde dimdik
çocukları da bilmez eğilmeyi.

Kundak yerine sarılırlar ağıtlara
dilsiz duvarlar üstüne yıkılır
o yüzden siyahtır artık, ak gülün gölgesi
analarının anası da ağlıyor hala.

Poyrazla dövüşürken umarsız halk
yükseklerde anasonlu, arsız kahkaha.



MEKTUP
         GENÇ ŞAİRE MEKTUP
                                                         Yaşar Özmen
Evren, yaşam ve insan arasındaki ilişkinin ruhunu çözmüş kişiler, yaşam ile kültürel değerlerden damıtılmış bilgileri genç kuşaklara aktarma çabasındadırlar. Bu, genetik ve yaşamsal olguların bir sonucudur. Bizler de benzer çabayı sürdüren, insanlığı ileriye götürmeye çalışan, ne var ki yavaş yavaş işlevlerini yitiren sıkıntılı bir kuşağız. Bizi; savaş, cehalet ve baskıların linç ettiği sorunlu bir kuşak yetiştirmiştir; rol modelimiz onlar olmuşlardır. Savaşı, şiddeti ve baskıyı gereklilik gören tutucu çoğunluk, bugün de varlığını sürdürmektedir toplumuzda. Birey olma bilincine erişmemiş ve şiddeti normal gören insanların yarattığı sorunlar, içimizi acıtmıştır ve acıtmayı da sürdürecektir. Kafanızı kaldırıp baktığınızda, yanı başınızda bunların kopyalarını çok sık göreceksiniz ve içiniz közlenecek. Bu yüzden, bizler isteriz ki sizlerin aydınlık dünyayı kurmanız için; bakışınız insancıl, donanımınız güçlü, bilinciniz saydam ve yüreğiniz sevgi dolu olsun. Çağdaş kazanımları geliştiren, sorunlara insan odaklı yaklaşan, sanat sanat gibi insanı insan gibi okuyan yeni bir aydın kuşağı oluşturunuz. İnsanca yaşamanın araçlarını yüreğinizle tutup, insanın insanı yemesine ödül verilen şu küreyi ters yüz ediniz.
Genç şairim! Siyasi, harp ve sanat tarihini incelediğimizde şöyle bir uygulamaya tanık oluruz: Dönemin başat güçleri; egemenliklerini sürdürebilmeleri, yaşam alanlarını genişletebilmeleri ve toplumu istedikleri gibi yönetebilmeleri için halkların temelde dört ana duygusu üzerinde oynamışlardır. Bugün bile elinde güç bulunduranlar, yine bu dört temel duygunun üzerinde çalışarak başarılarını sürdürmektedirler. Bu duygular; “korku, düşmanlık, aidiyet ve din” duygusudur. Bunlar kaşındığında, insan ve toplumlar üzerinde yarattığı etki ve sonuçlarının ayrıntısına girmeyeceğim. Örneğin sadece aidiyet duygusunun insanoğlundaki olumsuz etkisini ele alalım: Aidiyet duygusu; sağlıklı yapılandırılmaz ve diğer olumsuz duygularla desteklenirse; adaletsizliği, işkenceyi, terörü, ölümü, şiddeti ve savaşı doğal hak görebilecek kadar cani bir insan ruhu ortaya çıkartır. Ne yazık ki acı örneklerini geçmişte olduğu gibi bugün de yaşamaktayız; İkinci Dünya Savaşı ve Güneydoğu’daki terör gerçeğinde olduğu gibi… İnsanoğlu; artık korku, aidiyet, düşmanlık ve din duygularını sömürmeyi bırakıp “sevme duygusu” üzerinde çalışmalıdır. İnsanlığın insan gibi yaşamını sürdürebilmesi ve geleceğini daha güzel, daha güvenilir yapılandırması; sevginin toplum katmanlarında başat kılınmasıyla olasıdır.
Şiir gibi duygulara seslenen sanatlar, sevgi ve diğer olumlu duyguları daha yoğun yaşanır kılar, güzele yöneltir ve ona yaşam sevinci aşılar. Diğer bir deyişle sanat dediğimiz olgu, olumlu duygu ve sevgi duygusunun işlendiği, beslendiği, tımar edildiği en konforlu yataktır. Toplum, birey, şair ve sanatçı olarak her durumda, sevme duygusu üzerinde çalışılmalıdır… İnsanlık, yaşam alanlarını yok etmek ve her geçen gün birbirini ezmek için elindeki tüm olanakları kullanmaya eğilimlidir. İşte bu nedenle, olumlu duygunun toplum üzerinde etkin kılınması için, her koşul ve durumda şiirin/sanatın gücünden yararlanmalısınız. Duygu yönetimi ve sevgi eğitimi üzerinde özenle durmalısınız ki kendi geleceğiniz için insanı kavrayan, dönüştüren ve değiştiren somut adımlar atabilesiniz. Geçmişin sorunları, geleceğin bulgularıyla daha iyiye ve güzele dönüştürülebilir.
Şiir, tüm sanat alanlarında olduğu gibi, insanlığı güzele, iyiye, yüceye yönelten sinsi bir silahtır. Daha doğrusu “Şiir, bir gerçeğin gözler önüne serilmesi değil, gerçek ile insan arasındaki zihinsel ilişkinin notalara dökülmüş ezgisi olmalıdır.[1] Bu yüzden, eğitim kurumları dahil her yerde düşük yoğunluklu sanatsal ortamı oluşturmak ve bu ortamda bulunan çocukların umut ve düşlerini daha bilimsel, daha gerçekçi dünya ile bütünleştirmek olmalıdır çabanız. İnsanı insana egemen kılmaya çalışan veya insanı kul mantığına sürükleyen sistemler, çağ dışı verilerle donatılmış aklen sorunlu kişilerin eserleridir. Bunlar, bilim, mantık ve aydınlığın karşısında direnemezler; zamanla aydınlığın içinde eriyerek özelliklerini yitirmek durumunda kalırlar. Çocuklarımızı ve gençliğimizi sözünü ettiğim sorunlu zihniyetin elinden kurtarmak amacıyla atacağınız her adım değerlidir. Bunun en kolay ve kalıcı yolu, duygularını sanat ve sanatın yapıcı gücüne teslim etmektir. Ne kadar bilgili ve bilimsel gençliğe sahip olursanız olun, onların bilimsel aklına ivmeyi kazandıracak olan sevgi duygusudur; olumlu duygudur ve bu duyguları yaşanır kılan öz; şiir, resim, müzik gibi sanatların ruhunda gizlidir.
Yıkıcı yaklaşımları yok edip sevgi dolu insana ulaşmak için önlem geliştirmek zorunda olduğunuzu günlük yaşamda görüyor olmalısınız. İnsanın toplumsal ve kişisel istekleri bağlamında, özgün ve özgür yaşayabilmesi, kazanılmış insani değerler sisteminin güçlendirilmesiyle, yani sevginin geliştirilmesiyle sağlanabilir. İşte bu noktada, olumlu ve sevme duygusu gelişmiş dünya insanlığına ulaşmanın sırrı, sanatın gizilgücünde durmaktadır.
Sanat evrenseldir; yazın ve onun alt dalı olan şiir de. Dil varlıkları ve buna özdeş kültür varlıkları ile insan estetik duyarlılığını bütünleyen, özgün kuramsal bilgiler üretmeden, şiir kendi rotasında ilerleme sağlayamaz. Evrensel değer kazanamaz. Yani şiir, bilinci yapılandıran ve duyguyu örgütleyen bütün bilimlerin penceresinden bakmayı gerekli kılar. Kültürel değerler, dil ve düşünce, bunlara bağlı algı öyle bir şeydir ki yazınsal sanatlardan sadece haz duymaz, aynı zamanda kendini geliştirir, görme ve algılama biçimini değiştirir. Yaşam sevincini perçinler. Bu değişim, dönüşümlü olarak sanatı, onun bütün dallarını kuramsal bilgiler üzerinde hareket eden değerler dizgesi olarak çağın ilerisine taşır. Bütün bu değerler dizgesindeki çaba, örgütlenebilir duygudur, yani sevme duygusudur. İnsandır, insanın temel değeridir.
Duyguların yaşanma şeklinin üst sınırı yoktur. Düş, düşünce ve yaratıcılık; sınırsızlığı ve sonsuzluğu gösteren sevgiye koşut eylem biçimleridir. Düşlemin karşısında sınırlayıcı, belirleyici ve kuralcı bir tutum sergilemek sanatta boş bir uğraştır. Sanatın devinim alanı, yeniye, yeniliğe, inanılmaza, olanaksıza, farklıya ve farkındalığa açılan bir evrendir. Şiir gibi pek çok sanat alanı, kurallara, durağan ve kalıplaşmış biçim ve yaklaşımlara karşıdır, onları yıkmayı hedefler. Sanatın bu özelliğinden yararlanarak, insan duygularını olumluya dönüştürebilir ve yaşam sevincini daha yaşanır kılabilirsiniz. Sevginin başat kılınmasını sağlayabilirsiniz.
Genç şair dostlarım. Bizi aşan bir dünya görüşüne, gülmece anlayışına, birey olma ve özgürlük bilincine sahip olduğunuzu biliyorum. Daha çağdaş, akılcı, çağı insana ve gelişen koşullara göre tasarımlayan bir sisteme doğru yol alacağınızı şimdiden görebiliyorum. Bunun yanında “nasıl” ve “niçin” gibi soruların yanıtlarıyla sizleri oyalamak ve sizlere yol göstermek değildir amacım. Ruhunuza ulaşmak için sizlere bir şeyler söylemeliyim diye bu mektubu kaleme alıyorum. Yaşamın yüzümüze vura vura kazandırdığı deneyimi, birikimi; bilim ve gerçeklikten doğmuş olan gizli özneyi; bir kez daha sizlere anımsatmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Yaşam felsefemizin, varoluşumuzun ve sürekliliğimizin dayandığı gizli özne, sevgi kavramının kendisidir. Bu, sanatsal, siyasal ve bilimsel çalışmalarınızın temel değeri olmalıdır.
Sonuç olarak, barış ve sevgi içinde yaşanabilir yenidünyanın kurulması, insan bilincinin kendi yaşamsal ve varoluş değerleriyle yapılandırılmasına bağlıdır. Yaşamsal ve varoluş değerlerini en üst düzeyde açığa çıkaran şey, sevgi ve onun türevleridir. İnsanın asıl ereği, yaşam ve neslin sürekliliğini sağlamak için en yüksek seviyede kendisini gerçekleştirmektir. Buna bağlı olarak sanatın asıl ereği ise, “Sevme duygusunu var kılarak aklın evrim sürecini hızlandırmaktır.[2]Sevme duygusunun altında, haz duymaktan insanın yaşama bağlılığına, en iyi yaşamsal koşulları oluşturmaktan neslin sürekliliğinin sağlanmasına ve aklı evrimleştirerek en güç koşulların üstesinden gelme çabasına kadar sıkı bir kararlılık saklıdır. Varoluş güdülerimiz ve bilincimiz üzerinde konumlanan, beynimizin çalışma biçimi ile şekillenen karmaşık bir dünyanın arasında, sanatın gücü önemli yere sahiptir; bunlar, sizlerin beyinleri tarafından bugün olduğundan daha farklı çözümlenmeyi, keşfedilmeyi ve daha farkındalıklı bir yaklaşım sergilemeyi beklerler.
Dilerseniz yazımı Albert Einstein’ın kızına yazdığı mektubundan alıntı yaparak bitirelim: Kızına şöyle der; “Son derece güçlü bir kuvvet var ki şimdiye kadar bilim bunun için resmi bir açıklama bulamadı. Bu, tüm diğerlerini dâhil eden ve yöneten bir kuvvettir ve hatta evrende işleyen tüm fenomenlerin arkasındadır ve bizim tarafımızdan henüz tanımlanmamıştır. Bu evrensel kuvvet SEVGİ’dir. (…) Sevgiye görünürlük sağlamak için, en ünlü denklemimde basit bir düzeltme yaptım. Eğer E=mc2 yerine, dünyayı iyileştiren enerjinin ışık hızının karesi ile çarpılan sevgi vasıtasıyla elde edilebildiğini kabul edersek, sevginin var olan en güçlü kuvvet olduğu sonucuna ulaşırız, çünkü sevginin sınırları yoktur.[3](…)”
Sevilmek onurdur; sevense onura ait olandır. Dilerim sevgiyle büyür, seviyle yol alırsınız… 20 Temmuz 2019, Narlıdere/İzmi




KİLİM,  ÜZEYİR TAVUŞ yorumu

Aynı düzlemde oyuncaklarımız
Bir kurşunu tutuyoruz ikimizde
Sen kurşun döküyorsun
Bense, kurşun atıyorum düzensizliğe
Bu, ne yapsam da sanrısal gerçek, sarınıyoruz
Ayırdına vardık varıyoruz
Sonra meylimiz yürüyor öznesizliğe
Bir kurşun daha kıvrımlara
Değme gitsin, şiir oluyoruz.


Şu tezgâh bizim, kilim dokuyoruz.

Bir ismi kucaklıyoruz Türkçe sözlüklerde
Kavramsal tütün sarıyoruz tabakamda
Sonra da bir frezede yüzeyiz, oyuluyoruz.
Bir gerçek gerçekliğini süslüyor elimde
Dünkü söylemi çelişkili
Çelişkiden alışkıya oltamız uzuyor
Şu tezgâh bizim. Bir kilime daha başlıyoruz.

  
İşte sen, sonrasında ben
Bir kurşun daha elimizde
Sütyen bedenini saklıyoruz birbirimizden.
Vargılarımızda bir gergedan sürüsü
Oyuncaklarımız yürüyor üstümüze
Güzel oluyoruz hızla ikimizde
Güzelse duvara asılmalı biliyoruz.
İkimiz de bin oluyoruz un ufak
Asılmışlığımız aydan da güzel.
Oysa şiir senin güzelliğin, anlıyoruz.
Ne kirkit özgür ne desen olgun
Bu kilim, bizim kilim, albenili
İnce dilim, iri kıyım, noksan dokuyoruz.
                     Temmuz 2015 Narlıdere/İZMİR











[1] Y.Özmen, Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, Trend Yayınları, Kasım 2018, Sayfa-117
[2] Y.Özmen, Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, Trend Yayınları, Kasım 2018, Sayfa-126
[3]http://www.kosulsuz-sevgi.com/yeni-eklenen-mesajlar/albert-einstenin–kizina-mektubu/ Çeviren:Saffet Güler

İZMİR DETANI

GÜNEŞİN İLK VE SON GÖRÜNDÜĞÜ YER

Mıstık torbasını boynuna çapraz astı. Su dolu naylon ibriği aldı. Ağıla doğru yola çıktı gün doğmadan. Uykuluydu, on bir yaşındaki çocuk uykuya kolay kanmazdı. Anası yarım ekmek, domates, yeşil biber ve biraz da zeytin koymuştu azık torbasına. Torbası bedenine göre hem uzun hem de ağırdı. Askısı tiftik ipindendi ve ipler birleştirilerek serçe parmak kalınlığında örülmüştü. Bu yüzden ip omuzunu acıtıyordu. Umurunda değildi omuzunun acıması. Zavrak Sülü’den önce ağıla varmaktı amacı. Zobar’ın yalını hazırlayacak ve doyuracaktı. Sonra da Benekli’yle özlem giderecekti. Akşam yatarken anasına “Ana beni erken kaldır, emmimden önce ağıla varayım” diye tembih etmişti. 
Mıstık, dün ikindi üzeri gelmişti yetiştirme yurdundan. İlkokul dört bitmiş, okullar tatil olmuştu. Abisi gidip okuldan almıştı. Abisinin okula geldiğini görünce koşarak yurt hizmetlisi Fatma Anne’nin yanına gitmiş, elini öpmüştü. Hizmetlilere anne derlerdi okuldaki bütün çocuklar. Sonra okul girişinde bekleyen öğretmeninin elini öpmüş arkasına bakmadan abisinin koluna yapışmıştı. Müdür bey, abisine “On dört Eylül’de Mıstık’ı okula teslim edeceksin” diye tembih etmişti. Çok sevinçliydi, içi içine sığmıyordu. Kazanın tek otobüsüyle yolculuk etmişti. Otobüsün bir camı kırık olduğu için toz duman içinde kalmıştı. Yolların büyük bir kısmı asfalt değildi. Takur tukur bir yolculuk, toz duman umurunda bile değildi. Anasını görecekti, Benekli’ye kavuşacaktı, Zobar’ı görecekti ve kardeşleriyle oynayacaktı. “Abi gamyonumu atmadınız di mi?” diye sormuştu otobüse binmeden. Lokum sandığının incecik tahtalarına kamyon şekli çizmiş ve abisine bunları testereyle kestirmişti. Çam odunundan da dört tane teker yaptırmıştı. Mıhla tahtaları birleştirmiş, direksiyonlu küçücük bir tahta kamyon yapmıştı.   
En sevdiği şey sürüyle birlikte ormana gitmekti. Artık sürünün hızına yetişebilecek kadar büyümüştü. Önde giden keçileri durduracak, sürüden bölünenleri çevirip toparlayacaktı.  Benekli’sini besleyecek, onunla konuşacaktı. Anası geçen yıl, “Mıstık bu oğlak senin olsun, bak onun da senin gibi alnında beneği var.” demişti. Sahiplenmişti ve çok sevmişti Benek’liyi. Geçen bir yaz boyunca onunla oynamış, konuşmuş, kıvırcık tiftiğini eliyle taramıştı. “Beni unutmamıştır.” diye düşündü yatarken. Sonra “Acaba keçiler hatırlalar mı ki”, diye kendi kendine sordu. “Hatırlarlar elbet ya, geçen yaz boyunca ben onu elimle besledim. Hele bi hatırlamasın ben ona gösteririm ha.” diye içinden geçirdi. “Zobiş de unutmamıştır beni” diye sessizce söylendi.
Ağılın kapısı önünde Zobar karşıladı. Zobar, iri cüsseli, iyi cins, zeki bir çoban köpeğiydi. Sürüyü yabani hayvanlardan korumanın yanında bölünüp giden başıboş grupları da sürüye katardı. Pençeleri iri, ağzı kocaman ve tüyleri kızıla yakın renkteydi. Zavrak Sülü’ye pek yakın durmazdı ama Mıstık’ı çok severdi. Yanından hiç ayrılmazdı, sürekli gözü üstündeydi. Birisi şöyle Mıstık’a dokunsa, zarar verecek, diye hemen saldırırdı. Tamam demeden de durmazdı. Mıstık, onu daha iki günlükken beslemeye başlamıştı ve sürekli onunla oynayarak iki yaz geçirmişti. Zobar adını emmisi yakıştırmıştı. Köyde isimler ve lakaplar doğaçlama konur ve herkes verilen ismi benimserdi. İsim bulmak zor değildi ki. Zobar’ın sözlük anlamı iri yarı olmasına karşın aynı zamanda köyde “hovarda” anlamında da kullanılırdı. Zobar, kızan kokusu[1]nu duyduğunda sürüyü terk edip gider, üç beş gün gelmezdi. Nerelerde sürter, ne yer ne içer bilinmezdi.  
“Ben geldim len Zobiş” dedi. Zobar kuyruğunu sallayarak bacaklarına sürtündü. Mıstık’ın boyu bu yıl onun sırtından bakacak kadar uzamıştı. Burnuyla Mıstık’ın her yerini kokladı ve gözlerini dikip kıçının üzerine oturdu. “Açıktın mı len” dedi. Şöyle sağa sola başını çevirdi. Ağzını yaladı, bir karıştı dili neredeyse. Boynuna sarıldı, oynadılar birlikte. Torbasındaki arpa ununu çıkarıp tencereye döktü ve ibrikten biraz su döküp karıştırdı. Yal haline dönüşünce “Hadi ye bakalım” dedi.
 Sündiken’den Eskişehir ovasına uzanan ve doğuya dikey dağ silsilesinin üzerinden güneşin turuncu ışıklarını gördü. Çimenlerin üzerine oturup bir süre güneşin doğuşunu seyretti. Güneş bugün Kemerli Kaya’nın tam ortasından doğmuştu.
Zavrak Sülü karşıdan göründü. Elinde meşeden, uzunca, ucu topuzlu bir sopası vardı. Yere vura vura yürüyordu. Torbasını boynuna çapraz asmış, cigarası ağzında tüttüre tüttüre geliyordu. Elleri çok titrerdi. Hiç doktor yüzü görmüşlüğü yoktu. Gömleğinin düğmesini karşı iliğe değil, bir alt iliğe iliklemişti. Paspal ve özensiz bir adamdı. Kalın bir kabanı vardı, yaz kış onu giyerdi. Kabanın omuzları yağ içinde olurdu. “Len oğlum keçiler mi beğenecek beni” derdi.
Zavrak Sülü Mıstık’ı severdi. Abisinin ölümünden sonra yeğenlerine yardımcı olamamıştı. Kendine bile hayrı dokunmayan bir adamdı zaten. Cadaloz karısının sözü geçerdi. Çocukluğundan beri sürünün peşindeydi, başka şey bilmezdi. Birazda safçaydı. Okuma yazması yoktu. Sınırlı sayıda sözcükle konuşur, bol bol küfür ederdi. Her sözünün içine usturuplu bir küfür yerleştirirdi nasılsa. “Len kekilli oğlan! Öğretmen ol da bana da okumayı öğret emi gagasına ettiğim” diye ikide bir takılırdı. Sonra “Okumam olmasa n’olur ki, keçiler okuma biliyon mu diye soracaklar mı” derdi. “Oku kekilli oku, bizim gibi davar olma! Oku da bize de bak emi”, diye eklerdi.
Mıstık, emmisinin geldiğini görünce hemen ağıla daldı. “Benekli, Benekli!” diye seslendi. Geçen yaz Benekli diye seslenince hemen yanı başında biterdi. Hiç ses çıkmadı. Sürüde kıpırtı da yoktu. Tekrar seslendi, yine bir hareket olmadı. “Benim sesimi unutmuş” diye geçirdi içinden. Sağa sola baktı ama o kadar çok keçinin arasında görebilmesi olası değildi. Görmeyeli neredeyse aradan bir yıl geçmişti. Çok büyümüş olmalıydı. Telaşlandı. Ağlamaklı oldu. Bir kez daha seslendi. Zavrak Sülü’nün arkasından kendisine baktığını gördü. “Emmi Benekli yok mu, yanıma gelmiyor, yoksa canavar mı yedi?” diye sordu.
“Hele hoş geldin Kekilli” dedi Sülü. “Öp bakıyım elimi de öyle.” Mıstık, keçilerin arasından zar zor geçerek emmisinin yanına geldi ve elini öptü. “Büyümüşsün sen len kekilli davar güdecek kadar” dedi. Başını okşadı. “Bak” dedi “Seninki orada yatıyor.” Mıstık görür görmez koştu. Benekli yanına geldiğini görünce yattığı yerden kalktı. Tanıyormuş gibi bir tutumu yoktu. Korktuğu için yattığı yerden kalkmıştı. Boynuna sarıldı. Korkup Mıstık’ı sürükledi keçilerin arasında.
Geçen yıl oğlaktı. Şimdi bir yaşını geçmiş, seyis olmuştu. Benekli’nin boynuzları uzamış, iri yarı bir teke adayıydı artık. Ancak sürüye teke olmak için bazı ölçütler vardı. Tiftikli, sağlıklı, cinsi arı ve damızlığa uygun olmalıydı. Bu koşulları sağlamıyorsa enenmek zorundaydı. Teke hem et tutmaz hem de kokudan dolayı özellikle kızışma döneminde yenmezdi. “Bizim buralarda erkeç[2] eti başkadır. Malıç erkeci diye namı yürür. Erkeç etini küllerken[3] kokusu beş kilometre öteden duyulur. Hadi bi tanesini kesip küllüyelim len naptımın dünyasında.” derdi Zavrak Sülü ikide bir. Öyle demesine karşın hiçbir zaman kıyıp kesemezdi keçilerini. Biri hastalanırsa ancak o zaman kesip et küllerdi.  ‘Hasan köse[4]’ye sırım[5]ları zevkle takar, meşe közünün üzerine koyar ve küllerdi. Sonra sırımları eliyle koparır ve ağzını şapırdata şapırdata yerdi.
“Emmi, Benekli beni tanımadı. N’olmuş buna?” diye sordu. Zavrak Sülü, “Oğlum, bıldır oğlaktı şimdi gocaman seyis oldu, sana müdanası kalmadı, tanımaz zahar” dedi. “Hem seni bir senedir görmüyor, aklından çıkmıştır.” Mıstık ellerini ovuşturdu. Gözleri yaşardı. Sırtını okşamaya çalıştı Benekli’nin, yine kaçtı. Omuzunu torbanın ağırlığı acıtmıştı; eliyle ipin omzundaki yerini değiştirdi. Tekrar yanına gitti. Benekli hiç oralı olmadı. Belli ki uzaklık ve zaman aralarındaki bağı çekip almıştı.  
Zavrak Sülü, sen davar gütmeye mi geldin? diye sordu. “He emmi ben de gelcem” dedi Mıstık. Kekilli bugün taşak sökümü var. Onun için seyisleri ayıracağız, otlamaya gitmeyecekler. Taşaklar söküldükten sonra sen onları aganla gezdirirsin” dedi. Benekli’nin de mi sökülecek emmi? diye sordu. “He ya onun da sökülecek; tiftikli değil, teke olmaz ondan, hem marazlı” dedi.
Mıstık’ın Abisi Memet ağılın kapısında belirdi. “Mıstık özledin mi Benekli’yi? diye sordu. Mıstık ağlayarak yanıt verdi. “Aga Benekli beni tanımadı!” “Olsun gardaşım alışır tekrar sana bu yaz, ağlama gulüm[6]” dedi abisi. Memet ne dersen hayır demeyen, uyumlu bir ergendi. İlkokulu bitirmiş, köyde ortaokul olmadığı için okuyamamıştı. Emmisine yardım ediyordu. Kış aylarında köyün imamından Kur’an dersi alıyordu. “Ağzı var dili yok bir oğlan” derlerdi köyde. El becerisi çok iyiydi ve beğendiği bir şeyi malzemesini bulabilirse benzerini yapardı.
Memet, Zavrak Sülü’ye dönerek, “Hadi emmi ayıralım seyisleri, hangileri olduğunu sen biliyon” dedi. Otuza yakın seyis, teker teker boynuzlarından tutulup sürüklenerek ağılın başka bir bölmesine götürüldü. Zavrak Sülü, sürüyü otlatmak için ağıldan çıkardı ve çan sesleriyle birlikte gözden kayboldu.
Çok geçmeden Koreli, elinde iricene bir bıçak ve eye ile çıkageldi. Yamağı bücür Hasan elinde bir siniyle yanındaydı. Koreli çekirdekten kasaptı. Bir keçiyi on beş dakikada keser, yüzer ve sakatatlarını ayırırdı. Askerdeyken Kore’ye gitmişti. Kore anılarını kahvede sık sık anlatırdı; herkes kâğıt oyununu bırakır, pür dikkat dinlerdi. Hele İzzet Onbaşı ile pusuya düşüş anısı vardı ki anlatırken çoğu zaman ağlardı. Asıl adı Ali’ydi. Kore’ye gidip geldikten sonra adı Koreli kalmıştı. Sevilen bir adamdı, konu komşuya yardımını hiç esirgemezdi.  
Koreli, “hadi başlayalım söküme” dedi. Bücür Hasan elindeki siniyi Koreli’nin yanına koydu. Yakınında duran bir seyisi yakaladığı gibi tutup yatırdı. Koreli elindeki eyeyle bıçağını biledi. Seyisin önüne dizleri üzerine çöktü. Kollarını sıvadı. Bücür Hasan seyisin üç bacağını birleştirip sıkıca tuttu. “Memet, sen de seyislerin başını tut kıpırdayamasın hayvanlar” diye tarif etti.
“Ya bismillah, hadi ölümsüz olsun!” dedi. Koreli seyisin iki billurunu avucuna aldı ve uç kısmından deriyi kesti. Deriyi billur bağının en ince noktasına kadar geriye doğru sıyırıp billuru tamamen dışarı çıkardı. Bağından sıkıca kavrayarak söktü aldı. Seyis acıyla bağırdı. Kıpırdayamadı da.  Billuru siniye koydu. Belli ki çok açı duymuştu. Diğerini de aynı şekilde söküp aldı ve siniye koydu. “Kaldırın seyisi” dedi. Mıstık’a seslendi. “Yatırma oğlum, habire gezdir ha! Yatırsa ölür seyis.” dedi.
Mıstık ellerini ovuşturdu. Ağlamak istedi. Ağlayamadı. Her yıl yapılan bir şeydi ama ilk kez yakından tanık oluyordu. Bir arkadaşı yetiştirme yurdunun yatakhanesinde hayalarına tekme atmıştı. Öyle bir acı duymuştu ki bir gün ağrıdan zor durmuş, ders dinleyememiş ve gece uyuyamamıştı. Hiç kimseye de söyleyememişti. Öğretmeni “Hasta mısın Mustafa?” diye sormuştu. “Yok öğretmenim uykum var” demişti. Ayıp bir yeriydi, bu öğretmene nasıl söylenirdi? Çok korkmuştu. Hiç unutamadığı bir ağrıydı. İkinci gün yavaş yavaş geçmeye başlamıştı. “Seyislerinkini söküp alıyorlar belki o kadar acımaz” diye içinden söylendi. Tekmenin acısını yeniden duyar gibi oldu. Yutkundu. Seyisin yatmasını önlemek için “Hadi yürü, hadi yürü!” diye seslendi.
Seyis, acıdan olacak ki belini kamburlaştırmış, arka ayaklarını atmamak için öylece ayakta durmak istiyordu. Memet, yürümesi için ısrar ediyordu. Zar zor birkaç adım yürütebiliyordu.
Sonunda sıra Benekli’ye gelmişti. Benekli karga tulumba yere yatırıldı. Mıstık, boynundan torbasını çıkarıp yere bıraktı, ellerini sıktı, kara gözlerini belertti, arkasını döndü ve koşarak uzaklaştı. Kaçmanın kurtulmak olmadığını bildiği halde amaçsızca koştu ince bacaklarıyla. Beneklinin sesi kulaklarına kadar geliyordu. Duymamak için kulaklarını tıkamaya çalıştı.
İleride büyükçe bir kayanın üstüne oturdu. Gözlerini dağa dikti. Dağ silsilesi, köyün tam karşısında kuzeyden güneye uzanan kocaman bir yükseltiydi. Güneş bu dağın üstünden doğardı. Mıstık, sabah uyandığında sessizce kalkar, kardeşlerinin üzerinden atlayarak pencereye gelir, güneşin ilk ışıklarını seyrederdi. Öyle severdi ki seyretmeyi, çoğu zaman yatarken anasına tembih ederdi. “Güneş doğmadan önce beni uyandır ana!” Güneşin doğduğu yeri her gün belleğine yazardı. Avucunu açar, parmaklarını birleştirir ve güneşe doğru kolunu uzatıp ayna gibi tuttuğu eline arkasından bakardı. Parmakları arasından sızan ve avucuna dik gelen ışık küçük eline turuncu bir renk verirdi. Annesi babasının ölümüne ağladığında yanakları aynı bu renge bürünürdü. Mıstık, hiç sormazdı “Ana neden ağladın” diye. “Elimin rengi anamın yanaklarına benzedi mi”, diye her bakışında içinden kendine sorardı ama bu soruyu hiçbir zaman sesli sormadı.
Oturduğu yerden ayağa kalktı, kayanın en yüksek noktasına çıkıp dikildi. Doğuya göğsünü verdi. Koca Çınar’a baktı. Tatil bitip yurda gittiği gün, güneş dağ üzerindeki ufka görünümü düşen bu Çınar’ın arasından doğardı. Uzun uzun bir daha baktı. Güneşin bu sabah göründüğü yer olan Kemerli Kaya’yı koluyla nişan alıp işaretledi. Güneşin ilk ve son doğduğu yer arasındaki uzaklığa baktı. Birbirleri arasında çok aralık vardı. “Güneşin doğuşu her gün kuzeye gıdım gıdım kayıyor, daha çok gün var okulun açılmasına” diye içinden geçirdi. Sevindi.   
Uzun sürmedi sevinci. “Benekli acı çekerken ben kamyonumla oynamam; haksızlık olur. Geçen yıl komşumuz Tavşancı Dayı öldüğünde anam bir hafta radyo dinlettirmediydi, aynı şey değil mi” diye sordu kendi kendine. Alnındaki kahverengi lekeye işaret parmağıyla dokundu. Kaşıdı. Arkasına dönüp baktı. Zobar oturmuş öyle kendisine bakıyordu. Sürüyü bırakmak bir çoban köpeği için iyi bir tutum değildi; cins çoban köpekleri özel durumlar dışında sürüden asla ayrılmazlardı. Bugün sürüyle gitmemişti. Yaklaşarak boynuna sarıldı. Kulağına “Sen beni mi bekledin Zobiş? Sürünün başına!” diye fısıldadı. Fırlayarak uzaklaştı Zobar.
Beneklinin sesi kulaklarında yeniden çınlamaya başladı. Abisinden başka kimse kalmamıştı ağılda. Elleri ceplerinde yavaş yavaş abisinin yanına geldi. Ağlamaklı sesiyle, “Aga hadi bunları gezdirelim, ölmesinler”, dedi.         16 Nisan 2019 Narlıdere



[1] Kızan kokusu: Kızışma döneminde dişi köpeklerin salgıladığı koku
[2] Erkeç: Enenmiş erkek keçi.
[3] Küllemek: meşe közü üzerinde eti pişirmek
[4] Hasan köse: eti közün üzerinde çevirmek ve tutup almak için ucu sivriltilmiş ince uzun ağaç çubuk
[5] Sırım: közlenecek etin ince uzun kesilmiş biçimi
[6] Gulüm: Küçük kardeş anlamında söylenen sevgi sözü




ÖĞRENECEK ÇOK ŞEY VAR
                                                                                             Yaşar Özmen

Öğrenecek çok şey var be ustam
Öğrenecek çok şey var nasırlı ellerden
Kuralım ortaya dilden dile bir sofra
Dökelim artıları, eksileri
Var gitsin, üstümüze sarmayalım
Memleketime abanmış gamı kederi.
Derinden bir özlem kokusu
Sürelim gözlerimizin dolgun yerlerine
Bırakalım sözcük sürüsünü şairlere
Yaşamanın dibine panayır kursunlar
Biz bu akşamüstü
Karanfilli bir neşe kuralım
Bir yanda kavun, diğer yanda tarator
Sonra iki kadehlik aşk has komşumuz
Bir de aslan pazarı, üzerinde palmiyeler olsun

Öğrenecek çok şey var birbirimizden
Oturalım dize diz, sağlı solu
Değelim gökyüzüne parmak uçlarımızla
Kursun özgürlük saçaklı otağını
Biraz tebessüm çağıralım yeryüzüne
Yanında acısı olsun, hani tuzu biberi…
Düşleyelim özlediğimiz günleri
Gelmeyecekse ayağımıza kendiliğinden
Biz varalım çizmelerimizle

Öğrenecek çok şey var acılarımızdan
Her acıdan bir şehir kurar gibi
Şöyle bir masa kuralım
Adı memleketim, üstünde gökyüzü olsun
Yeryüzü bir yana çekilsin, acılar kabına
Büyüdükçe uyumayı öğrenir gibi
Şehvetimiz Şahmeran’a masal olsun.

Sal sürüleri, var pusuya ustam
Çekilecek çok acılar var, avcılarımızdan… 
                                 4 Temmuz 2019



UÇURTMA
                                                                  Yaşar Özmen 


Biz uçurtma yapacaktık daha güneşten
Tahta kamyonlara yükleyecektik ıslıklarımızı
Yeni dünyayı boyayacaktık yüz akıyla
Nuh’un gemisini arayacaktık umudumuz dâhil
Yarım elma, kızıl elma gibi düşlere doğacaktık
Ve dünyayı tartacaktık adalet gövdesinde…

Biz uçurtma yapacaktık daha güneşten
Gökyüzünü boyayacaktık tebessümle
Kuyruklu yıldızdan ipimiz olacaktı
Akordeon körüğünde yelimiz
Aydınlık dağıtacaktık dört bir yöne sevgi gibi
Büyükler gölgelerine hesap sorsun diye…

Biz uçurtma yapacaktık daha güneşten
Darağacı kurulmasaydı düşlerimize…
                                         Mayıs 2018 Narlıdere/İZMİR


2 yorum: