SAYFA İÇERİĞİ
Akşam Pazarı, Handan Tan
Deli Zamanlar, Suzan Sümer
Terli Eller, Şahizer Senem Telli
Saf Kız, Nermin Aşıcı
Güneşin İlk ve Son Göründüğü Yer, Yaşar Özmen
Handan Tan
AKŞAM PAZARI
(…) elleri
bostan kiri kırık
eğri tırnakları parmakları patlıcan yol
kenarında bir kadın Seferihisar’ın köyünden Aydın Yurtsever/
Yolun Kenarında
Handan Tan
AKŞAM PAZARI
İzmir’den Seferihisar’a,
oradan da Kuşadası’na, denizi izleyerek giderdi yol. Bazen iner, dolanır,
yükselir; denizi yitirip yitirip yeniden kucaklardı. Yaz aylarında vızır vızır
işlerdi.
Mevsim kışa dönmeye
başlamıştı. Dükkânların önlerinde asılı toplar, mayolar, çantalar
kaldırılmıştı. Onların yerini, bahçelerde, seralarda kalan birkaç kökten
toplanan domates, biber, turşuluklar almıştı.
Gümüş Hanım, erkenden
kalktı. Yazdan kalma yorgunlukla son domatesleri topladı. Tam olgunlaşmamış
pembe yeşil olanları alt sıraya, olgunları üste dizdi. Hepsi hepsi bir kasa
domatesti. Biberleri, patlıcanlarla beraber bir torbaya doldurdu. Asmanın
gölgesine bıraktı.
Kurumaya yüz tutmuş hamur
mayasını, uyanır uyanmaz ılık suyla ıslatmış; biraz atalık buğday ununu mayaya
katmıştı. Kabaran ilk mayaya, unun kalanını karıştırıp bir el yoğurdu. Kabın
kapağını kapattı, üzerine yün atkısını sararak bahçe fırınının önüne getirip
koydu. Kocasının uzandığı tahta kerevetin önünde dikildi.
-Haydin mi Memedali? Benim
işimin bitmesini beklersek geç olur. Akşamacek bitmez bu bâçanın işi. Tutuverem
bir ucundan demez, yatar durursun. Gören de bütün gece beşik salladın sanır.
Mayayı da kardım. Domatları satıp gelince, ekmeği atarım fırına. Kalk gidem, ıssızlaşmadan varıverem yol
boyuna.
Kocasının motorunun arkasına
oturdu. Kasayı kucağına aldı. Torbanın sapını omuzundan dolaştırarak yanına
saldı. Bir elini kocasına doladı, diğerini domat kasasına.
Geldiler, yapraklarını
dökmeye başlamış cılız incir ağacının gölgesinde durdular.
-Ne yana otursam acaba?
Yazlıklara gidenler mi durur da biraz öteberi alır, yoksa İzmir’e dönenler mi?
Bilemedi. Burası iyi, gölge
ne de olsa, dedi. İncir ağacının altına oturdu. Domatesler sarsıntıdan biraz
ezilmişlerdi ama çürük değildiler ya. Kimi biberler kızarmaya yüz tutmuş,
patlıcanların moru solmuş da olsa, ilâçsızdı ya, alırdı yolcular.
Oturduğu tahta sebze
sandığında devindi. Yaklaştıkça yavaşlıyordu bir araç. Duracaktı belki önünde.
Durmadı, baktı, geçti gitti.
“Sabahtan gelseymişim iyi
olacakmış. Herkes varmış varacağı yere besbelli. Akşamınan dönenleri kollarım
artık. Yolun ötesine geçsem iyi olacak. Dönüş yolu o yanı ya” diye kararsız
sayıklarken bir araba duruverdi önünde. Kadın indi arabadan, adam kaldı içinde.
-Ne var teyze sandığında?
-Domat vaar, büber, badılcan
vaar.
Kadın, sandıktan domates
seçmek için eğildi.
-Daa zabanan akladım, gızım.
Neyini seççen? Ben dolduruveren torbaya.
Kadın domatesten eline
bulaşan ıslaklığa baktı. Yüzü buruştu.
-Teyze bunlar çürümüş.
Kalsın, almayalım. Biberler nasıl?
-Gızım o domatları ben ne
zamatınan baktım böyüttüm. Çorçoluk çalıştık bâçada. İlaç atmadık. Ondan böyle
sulu domatlarım. Çarşı gübresi komadım dibine. Kendi keçilerimin gübresini
topladım, onu kodum. Huncacık ezilmiş gelirkene. Yemeklik ediversen onları?
Sohralık olanlar bu yanda.
Kadının kocası inmedi
arabadan. Gümüş Hanım’ın toprakta kararmış kırık tırnaklarına, patlıcan moru,
kalın parmaklarına baktı uzaktan. Anası düştü usuna. Kucağında bir top kekik,
torbasında kuşburnu; pazarlık. Eteğinde kendisi, gölgeleri bitişik. Sonra,
meşeli ormanlar.
Dağlar buranın dağları
değildi. Yaylalar serin. Dikeni sert, rüzgârı kamçı. Yoksulu, beter yoksuldu.
Okul, uzak mı uzak.
Bir geçmiş zamanki andıkça,
hâlâ sızılar yüreği.
Anasına anlatamadığı kırk
yıllık anı, gelir saplanır usuna.
Fransızca öğretmeniydi.
Dilaver Tekçe’ydi adı, unutur mu hiç?
- Almadım bir şey Ahmet.
Çürük domatesleri koyacaktı kadın torbaya, kurnaz!
Motoru çalıştırdı adam.
Bastı gaza. Dilinde kelebek sessizliği. Aklında karınca sürüsü.
Cuma günüydü. Okulun son
ders günü. İlk ders Fransızcaydı. Önce kızları dizdi sıraya. Her zaman yapardı
bunu öğretmen hanım.
“Çıkarın bakayım yakanızdan
fanilanızın ucunu, göreyim. Ters çevir kızım. Temiz. Tırnaklarını göster.
Ayakkabını çıkar, çorabına bakayım. Temiz, geç.”
Böyle sürerdi sabah temizlik
denetimi. Sıra erkeklere gelirdi.
“Fanilanı göster. Ellerini
uzat, tırnakların uzamış. Çıkar ayakkabını Ahmet!”
Fanilası temizdi, tırnakları
biraz uzamış. Pazarları, gündüz keserdi anası tırnaklarını Ahmet’in.
Hamamlıktan çıkınca. Sabun kokardı anası. Elinde kör bir makas.
Ayakkabısını çıkardı
utanarak. Kara lastik çizme terletiyordu, kokuyordu belki ayağı. Utancı bundan.
Eğilip çekti çizmenin tekini. Boynunu, ağırlaşmış bir günebakan gibi büktü.
Gözleri, delik çorabından çıkmış başparmağında.
Sabah gün ağarmadan
koyuluyordu yola. Köyü, dağın ardında kalıyordu. Giydiğinde delik değildi
çorap. Onca yolu yürümeye dayanamamış, epridiği yerden delinmişti anlaşılan.
“Öğretmenim” diyecek oldu.
“İnanın delik değildi. Köyden okula yürüyorum ben.”
Diyemedi.
Anasına da diyemezdi. Bir
çift sağlam çorap giydirememişim oğluma, diye eksiklenmesindi anacığı.
Dönemeçlerde savrulmamak
için yavaşlıyordu adam. Karısı, eline bulaşan domatesin ıslaklığını silmek için
kâğıt mendil arıyordu hâlâ.
-Neden durduk ki? Pek meraklısındır
yol boylarından bir şeyler almaya. Terazisi bile yokmuş köylü kadının. Bir
torbası beş lira, diyor. İki kilo gelirmiş. Nereden belli? Göz kararı
doldururmuş. Köylü kurnazlığı.
“Kurnazlığı bırak Ahmet.
Çorabın delik!”
“Öğretmenim… Ben, Kapaklı’dan
buraya yürüyorum.”
“Kapaklı, şu yukarıdaki
Alevi köyü mü? Yalnız sen misin köyden okula yayan gelen? Bak, Cemil de aşağı
köyden geliyor. Konuşuyor bir de utanmaz! Uzat elini. Verin bana bir cetvel.”
Kimse cetvel vermedi.
Kendisi çekip aldı çocukların birinden tahta cetveli. Vurdu vurdu elinin
üstüne.
Sefer, diye bir çocuk vardı.
Dayanamadı. Atıldı öğretmenin önüne, alıp cetveli fırlattı camdan dışarı.
Ahmet’i arkasına aldı.
“Bugünden sonra kimse
fanilasını, çorabını göstermeyecek, anlaşıldı mı!”
Sefer, İstanbul’dan sürgün gelmiş, yaşça
hepsinden büyüktü.
“Bir sürgün de buradan yesem
ne olur” dedi, Dilaver Öğretmen’in gözünün içine bakıp. “Ya da bıraksam
okumayı?”
‘Teneffüs zili’ çalıyordu.
Ahmet’in kafasında
karıncalar kıpır kıpırdı.
Yavaşça frene bastı. Geri
vitese takıp, döndü. Karısı şaşkın. Akşamın alacası çökmek üzereydi. Çok değil,
on dakika gittiler İzmir yönüne. İncir ağacının gölgesi silinmiş, dibinde
oturan yoktu. Hava karardı kararacak. Yolun karşısına geçmiş Gümüş Hanım.
Sesleniyordu;
-Akşam pazarı bunlar… Hepsi birden on lira… Aralık 2019/ Urla
Suzan Sümer
DELİ ZAMANLAR
İşe dalmış çalışıyordu. Telefonu çaldı. Karşıdaki ses cıvıldayarak,
“İki biletim var bu akşama, gider miyiz tiyatroya?”
“Olur Ayşeciğim. Her zamanki gibi sen gel. İşten çıkınca hemen geçiveririz karşıya, olur mu?” Karşıdan gelen onayla, kapattı telefonu. Saatine baktı, işine daldı.
“Sevil Hanım, arkadaşınız bekliyor” diye bağırdı bekçi aşağıdan. Saatine baktı. “Ooo, mesai bitmiş” diye düşünüp kapıya doğru, “Geliyorum” diye bağırdı.
Oyun başlamak üzereydi. Yerleri balkondaydı. Işıklar söndü.
Sevil, koltuğuna mıhlanmış gibi oturuyor, gözleri kapalı aktörün tiradını dinliyordu. Ayşe eğilip, “Ne yapıyorsun, izliyor musun, dinliyor musun” diye sordu. Sevil,
“Şşş… Dinliyorum” diyerek susturdu Ayşe’yi.
Birinci perde bitince Ayşe’ye dönerek,
“Nasıl bir ses bu Ayşeciğim. Âşık olur insan bu sese! İzlenmez, dinlenir.”
“A, çok mu hoşuna gitti. Tanıştırayım mı seni” diye sordu.
“Arkadaşın mı?”
“Hayır. Dayımın oğlu; hem de halamın… Yani “çift dikiş akraba”, biletimiz de ondan. Aslında protokoldendi yerimiz ama huyunu bildiğim için balkondan istemiştim Sinan’dan. Oyun bittiğinde, tanıştırayım seni.”
Oyundan bir şey anlamamıştı Sevil. Konuya değil Sinan’ın sesine odaklanmıştı.
Oyun bitiminde, yarım saat kadar beklediler Sinan’ı. Yanında iki arkadaşıyla beraber geldi. Bahçede ayaküstü tanışmadan sonra Ayşe’ye dönüp,
“Yeşil Papağan’a gidiyoruz. Hadi siz de gelin. Sonra ben sizi eve bırakırım” dedi.
Başıyla onayladı Ayşe. Sevil, bir şey söyleme hakkının olmadığını anlayarak, suskun öylece kaldı. Oysa Ayşe’yle birbirlerine nasıl da parlayıp şarlarlardı Lisedeyken. Büyüdükçe, parladılar, gençlik parlaklığıyla ama şarıltıları kesildi gitgide. “Olgunlaşıyoruz” der gibi bakışıp gülümserlerdi birbirlerine.
Doluşup arabaya Yeşil Papağan’a gittiler. Yıkılacakmış gibi duran bina en az yüz- yüzeli yıllık vardı. İki katlıydı. Üst katın ön cephesinde, yeşil papağan neonu, bir yanıp bir sönüyordu. İçten merdivenle üst kata çıkarken “Kim bilir, kimler eskitti bu merdivenleri, hangi yaşamlar adımladı, neler yaşandı” diye düşündü Sevil. Işıklardan uzak köşede, pencere kıyısında büyük bir masaya yöneldiler. Sinan, “Herkes bira mı” diye sordu. Diğerleri başıyla onaylarken oturmaya başladılar. Sinan Sevil’i karşına alarak oturdu. Gözünün içini kollayıp duruyordu. Sevil sıkılmıştı. Ayağa kalktı, arkasını dönerek sağa sola bakmaya başladı. Sezgisel gözü Sinan’ın endamını tepeden tırnağa süzdüğünü tanıklıyordu. Sevil oturmak için dönünce, Sinan’la göz göze geldi. Sinan sandalyesinden hafif kalkarak, Sevil’in oturmasını bekledi. Boğazındaki takıntıyı, hafif birkaç öksürükle temizledikten sonra,
“Beğendiniz mi burayı” diye sordu. Sevil başıyla onayladı.
“Konuşkan biri değilsiniz sanırım.”
“Yo, konuşkanımdır ama ilk öğrendiğim ya da gördüğüm şeyi, sorgularım biraz.”
“Nedir o?”
“Burası… Derler ki meyhaneler, toplumsal sağaltım yerleridir. Öyle mi acaba diye dinliyor ve gözlüyorum. Şarkının da dediği gibi, ‘Kimi dertten, kimi neşeden…’ Bense tınılarını sevdim. Üfürülen mırıltıları sevdim. Örneğin sizin sesinize ne çok yakışır bir şiir okusanız”
Sevil, gülümsüyor sandı. Hayır, gülümsemiyordu. Gözlerine baktı. Utangaç bir ışık geldi geçti. Şiire başladığında, gözleri kıvılcımlar çakıyordu loş ışıkta, yüzünde de kızıl bir aydınlık… Pencereye çevirip başını, gecenin karanlığına sesleniyor gibiydi.
“Yakuttan giderek koyu maviye
Dönüyor akşam karanlığı
Fener soluk yeşil bir alevle
Dolduruyor sokakta ağaçları”
Sevil, gözlerini kapatarak, davudî sesin pes tondaki büyüsüne bıraktı kendini. Sinan uzanıp ellerini tutunca açtı gözlerini ama çekmedi onun avuçlarından. Gözleri de Sinan’ın gözlerinin içinde gezerek, aklına geliveren dizeleri fısıldadı.
Çiy gibi ürkek yüreğime
Sepeleyerek serinliğini
Dalgalandı gamzeleri gülümseyerek
Yürüdü gözleri
Yürüdü ruhumda gezerek
“Bu da mı Joyce” diye sordu Sinan. Başını iki yana sallayarak onaylamadı Sevil. Titrek sözcüklerle fısıldadı.
“Şimdi geliverdi aklıma. Öyle etkilendim ki… Tutamadım kendimi.”
Tüm masa donmuş gibi Sevil’e bakıp kalmıştı.
“Devam et” dedi Ayşe.
“Olmaz! O öyle geldi geçti. Benim şiirler sipariş kabul etmiyor. Geliyor ve gidiyor. Bir daha da anımsanmıyor işte” diye yanıtlarken, herkes, bir eliyle bira bardaklarını kaldırmış, diğer elleri “Sevil, Sevil” diye tempo tutuyordu masa üzerinde. Sevil çevresine bakınca kendine dönen başları gördü. Utancın kızılı yanaklarını dağlıyordu. Sinan yine elini tutup ona güç verdiğini duyumsattı. Utangaç bir gülümsemeyle, “Tuvalete gitmem gerek” diyerek masadan kalktı.
Dönerken, Yeşil Papağan’ın yanıp sönmeleriyle, adımlarının eşleşmesine gülümseyerek yerine oturdu. Gece boyunca oyun ve yazın konuşuldu. “Kalkalım artık” denilerek, kalktılar.
Sinan merdivenden inerken yine elini tuttu Sevil’in. Arabanın yanına kadar bırakmadı. Sevil, ilk esrikliğinin zevkini çıkarır gibi gülümsüyordu. Nedense kimse yadırgamadı ama kendisi hem yadırgıyor hem de mutluluktan uçtuğunu duyumsuyordu. Arabaya doluştular. Evine yakın bir yerde indi Sevil. Yürürken ayaklarının yalpalandığını duyumsuyordu.
Pazartesi, telefonu çaldı. Sinan’ın s esini duyunca, yüreği serçe gibi çırpınmaya başladı.
“Bugün boşum. Hadi, izin al gel. Seni olağanüstü bir yere götüreyim.”
“Ama nasıl olur, çalışıyorum.”
“İzin al, çık. On beş dakikaya kadar gelirim.”
İzin alabilir mi, alamaz mı düşünmeden, “Tamam” dedi. Apar topar, müdürün odasına gitti. “İvedi bir işim çıktı, bugün izinli sayabilir misiniz beni” dedi. Müdürün odasından çıkarken yüzü gülüyordu. “Müdürün eşref saatine denk geldim” diye düşünerek, çantasını aldı ve çıktı. Ana kapıdan çıkarken Sinan’ın arabasını gördü. Koşturarak indi caddeye uzanan merdivenleri. Arabanın içine biner binmez “Hangi cennete gidiyoruz” diye sordu.
“Benim cennetime”
“Nasıl? Cennetin mi var?”
“Evet, bir saat sonra oradayız. Seni tanıdıysam eğer, bayılacağını biliyorum.”
Belli bir süre gittikten sonra araba ana yoldan ayrılarak dağa doğru saptı. On-on beş dakika sonra bir tepeye tırmandı. Tepede tek bir ağaç vardı, ağacın altına park etti.
“Geldik. İnelim.”
“Buranın ne özelliği var ki?”
“Cennete gelmedik daha, biraz yürüyeceğiz, sonra göreceksin Cennetimi.”
İndiler, Sinan yanına gelip elini tuttu Sevil’in. Biraz yokuş çıktılar. Tepeye geldiklerinde, denizi gördüler. Küçücük bir koy, küçücük yarım daire bir kumsal…
“Çok güzel! Nasıl ineceğiz aşağıya?”
“Dar bir patikası var. Yalnızca köylüler bilir burayı. Bir de ben. Kendimi dinlemek istediğimde gelirim hep buraya. Seninle paylaşmak istedim.”
Sevil gülümseyerek yaklaştı, elini uzatırken “Ayakkabılarım hiç bu zemine uymadı. Ellerimin ellerine gereksinimi var yine” dedi.
Sahile inince, ikisi de sözleşmiş gibi ayakkabı ve çoraplarını çıkardı. Nisan ayının ılık havası ısıtmıştı kumsalı. “Ne güzel bir nisan günü” dedi Sevil, gökyüzüne bakarak. Sinan, mırıldandı.
“Nisan yağmuru kadar, kısa süren hayatımız.”
Kendine benzek (nazire) yaptığını düşünerek, çıplak ayaklarını ılık kumlara göme göme yürüdü Sevil.
“Seni, benim tüneğimle tanıştıracağım. Bir ben tünerim üstünde, bir de martılar” diyerek, koyun dirsek yaptığı yere doğru koşmaya başladı Sinan. Sevil de arkasından… Kahkahaları, martıların çığlığına karışıp, uyumlu bir armoni oluşturuyordu. Sarı renkli, büyükçe bir masayı andıran, yarım metresi suyun içinde, bir metresi kumsalda, dalgalar tarafından zımparalanmış bir kaya parçası.
“İşte nefes aldığım yer” derken, zıplayarak üstüne çıktı. İki kollarını yana açıp, “Seni seviyorum gökyüzü, seni seviyorum deniz, seni seviyorum Sevil” diye bağırdı. Dönüp, Sevil’e elini uzattı. Sevil elini uzatırken, “İşte güvendiğim el” diye düşündü. Sinan, Sevil’in ellerini bırakmadan, önünde bir dizini yere koyarak çöktü, “Evlenelim mi” diye sordu. Sevil hiç beklemediği sorunun şaşkınlığıyla sustu kaldı. Sinan’ın, umut ve sabırla beklediğini görünce, çevreye şöyle bir göz attı, diz çöküp, yavaş bir tonda, “Evet, evet, evet” dedi.
Sevil’in annesinden başka kimsesi yoktu. Önce ablasını, üç sene sonra da babasını yitirmişti. Annesi içine kapanmış, acılarıyla yaşar olmuştu. Annesiyle ne mutluluğunu ne mutsuzluğunu paylaşabilirdi. Her iki durumda da boş gözlerle bakar, kafasını “olacak şey değil” der gibi sağa sola sallar, ağzını bıçak açmazdı. O günkü mutluluğunu da paylaşamamıştı. Sinan’la beş ile altı arası görüşüyorlardı, tiyatronun bahçesinde. Pazartesi günleri de beraber olabilmek için hep Cumartesi nöbetine kalıyordu Sevil. Pazartesi günleri Sinan’ın evinde oluyordu; arkadaşlı ya da arkadaşsız. Ayşe’nin evi ile aynı bahçenin içinde, iki odalı bir evdi. Ayşe’nin evi daha büyüktü. Miras kalmış dededen ama paylaşılmamış. Bahçede toplanırlardı arkadaşlarla. Herkesin sağaltım yuvası olmuştu bahçe. Gitar çalardı Sinan, herkes de eşlik ederdi. Ayşe’nin dul annesi işten dönünce de çil yavrusu gibi dağılırlardı.
“Halam yine kulağımı çekti. ‘Sen hepsinin ağabeyisin. Çekidüzen versene gençlere’ diyerek” anlatırdı Sevil’e. Sevil, “Gelmeyelim o zaman” dediğinde de “O zaman da ben ölürüm” derdi.
Ayda bir Sinan “İstanbul’a gidiyorum” der, üç gün görünmezdi.
Sinan’la beraberliği beş ay olmuştu. Tiyatro yaz tatilindeydi. İstanbul’a gitmişti yine Sinan. Beş gün haber alamadı Sevil. Salı günü, iş çıkışında Tiyatro binasına uğrayıp, soracaktı Erdem’e. Erdem “İşleri bitmemiş İstanbul’da, daha bir ay orada kalacakmış. Seni sordu. ‘Görürsen selamımı söyle. Ben onu arayacağım daha sonra’ dedi bana” diyerek Sevil’i rahatlamaya çalıştı. Ayşe’nin evine uğradı, kapı duvar. “Delireceğim! Ne oldu bunlara” diye dört döndü. Ulaşabileceği telefonlar, çaldığı kapılar açılmıyordu. Annesi de günden güne kötü oluyor, ağzını bıçak açmıyordu. Sevil, ne yapacağını bilmeden, evden işe, işten Sinan’ın evine, duvar olmuş kapıdan, kendi ıssız evine… Kısır döngü halini almıştı yaşamı. Yalnızca odasının duvarları vardı sesini dinleyip, gözyaşlarını gören.
Sinan’dan habersiz geçen iki aydan sonra bir sabah annesi de melekler gibi uçup gitmişti. Ne yapacağını bilmez iki ay daha geçti. O sabah kalktı. Giyindi. Saatin kaç olduğu önemli değildi. Akşamdan istifa dilekçesini yazmıştı. Kapıdan çıktı. İşyerine gitti, dilekçesini verdi. Eve geldi, özel eşyalarını topladı. Bir taksi çağırdı. Bavulunu aldı, kapıyı kilitleyip çıktı.
Aradan on beş yıl geçmişti. “İzmirsiz, bir on beş yıl. Yeşil Papağan duruyor mu acaba? Yoksa bütün eski evler gibi orası da apartmanlara mı terk etti yerini” diye düşündü.
Annesinin evini yapsatçı istemişti. Onun anlaşmasını yapacaktı. Konak’ta Ankara Palas Pastanesi’nde buluşacaklardı. Yürüyerek gitmek istedi. Tiyatro, Ordu Evi, Kütüphane binaları duruyordu. Titrer gibi oldu. Ellerini cebine soktu. Başını mantosunun içine gömdü, “Ayşe ne yapıyor acaba” diye düşündü. Pastaneye girdiğinde, yapsatçı ayağa kalktı, kendini gösterdi. Al takke, ver külah anlaştılar. Annesinin Rum evini lüks bir yalı dairesiyle takasladı. Tapuya gidip işlemleri bitirdi. Artık kendi evine hemen taşınabilirdi. Elini cebine sokup anahtarı bir daha elledi. Otele dönerken aklı yine Ayşe’ye takıldı. “Ne olacak, bir yokuş çıkacaksın, o kadar” diye kendini ikna etmeye çalışıyordu. Yokuşun başına gelince, ağır ağır çıkmaya başladı. Bahçe kapısı açıktı. İttirdi, girdi. “Ayşe” diye seslendi. Ayşe Evin kapısından aşağıya doğru sarktı. Sevil, bahçedeki değişenlere bakıyordu. Ağaçlar büyümüş, çiçekler çoğalmış, duvarlar eskimiş, evlerin belleri biraz bükülmüş… “Zaman yenileri yükseltirken, eskilerin de belini büküyor” diye içinden geçirdi.
“Sen neredesin? Aramadığımız yer, sormadığımız insan kalmadı” diye bağırarak, ayağında terliklerle koşuyordu. Gelip, sarıldı sımsıkı Sevil’e.
“Dur! Dur biraz. İşte buradayım. Konuşuruz. Çok yoruldum. Hadi bir kahve yap. Yorgunluk giderip çene çalalım ama önce kahve…”
Birlikte, bahçedeki mutfağa doğru yürüdüler.
“Tamam. Gel şu kapının ağzına otur” derken kapının yamacına bir sandalye çekti. Hemen kahveyi hazırladı ocağa koydu.
“Seni çok aradık. Neredeydin?”
“Ben de sizi çok aradım. Siz neredeydiniz? İki ay kapı duvardı.”
“Ha, sen onu soruyorsun.”
“Sinan da yoktu” derken, Ayşe suskun, kahveyi fincanlara boşalttı.
“Gel! Bu soğukta burada oturup, bu konular konuşulmaz” derken kahvenin birini Sevil’e uzattı. Ellerinde fincanlarla üç basamak çıkıp eve girdiler. İçerdeki kuzinenin alevleri beyaz badananın üstünde oynaşıyordu. İkisi de ilk konuşan olmak istemiyordu. Kahvelerinden birer yudum aldılar. Ayşe “E, anlat bakalım neredeydin” diye sordu. Sevil ikinci yudumunu da aldı, ağzında döndürdü, yuttuktan sora başladı konuşmaya.
“Ayşeciğim, lafı hiç uzatmayacağım. Sinan nerede?”
“Bunca sene sonra mı Sevil?”
“Evet, bunca sene sonra… Deli danalar gibi iki ay sizi aradım. Kimseyi bulamadım. Şu bahçe kapısı bile durumuma ağladı.”
Ayşe şaşkınlıktan gözleri ve ağzı açık bakakaldı. Birkaç saniye sonra yerinden kalkarken, “Gerçekten sen bir şey bilmiyorsun” dedi. Sevil’in ayaklarının yanına, yere oturup, ellerini tuttu.
“Sinan, yedi yaşından beri hastaydı. Kalp romatizması… Dr. Ersek’in hastasıydı. Hep gözetim altındaydı. Yorulmak, heyecanlanmak yasaktı. Ayda bir giderdi İstanbul’a. Onu hiç kimse üzmez, her isteğini karşılardık. Yavrum, o da bunu bilir isteklerini hep kısıtlardı. O hesabını sorduğun iki ay var ya, bütün soy sop, akrabalar İstanbul’a taşınıp durduk. Ben iki senelik iznimi, Sinan’ın başında geçirdim. Işıklar içinde yatsın!”
Sevil’den belli belirsiz bir hıçkırık çıktı. Ne yapacağını bilmez durumda, “Olamaz” diyerek ayağa fırladı, küçücük odanın içinde dönmeye başladı. Ayşe de onunla fırlamış, “Dinle beni” diyerek Sevil’i durdurmaya çalışıyordu.
“Bak, çok büyük bir yanılma var burada. Bu yanılgı, senin bana, benim sana kızmama neden olmuş. Lütfen otur. Aradan on beş yıl geçmiş. Yitip giden ikimizin de canı. Ben senin çalıştığın yeri aradım. Sen o gün izinliymişsin. Nadide isminde birine not bıraktım. Sana kimse bir şey söylemedi mi?”
“Nadide… Nadide ha! Tam da insanını bulmuşsun. Birbirimizi hiç sevmemiştik biz, hoşlanmıyordu benden. Ah Tanrım bana verilen bir ceza mı bu? Bir saplantılı kadın yüzünden on beş sene… Yitik on beş sene…
“Sen nereye gittin?”
“Ben de İstanbul’a… Hiç bilmediğim, beni de kimsenin tanımayacağı bir kent olsun istedim.”
“Biliyor musun? Seninle evlenmeyi düşünüyordu. Hatta çocuğunu bile düşlüyordu; adı bile belliydi. Kerem...”
“Biliyorum” derken, gözyaşlarını siliyor ve kesik kesik anlatmaya çalışıyordu.
“Bana evlenme teklif etmişti, hem de onun en sevdiği yerde.”
“Teos…”
“Evet. Sonra bir anda yer yarılıp, herkes yok oldu sanki. Şu bahçe kapısı neler çekti benden. İki ay deli danalar gibi döndüm. Annemi de yitirince, İzmir’de yaşayamaz oldum, çektim gittim. Buraya temelli döndüm artık. Her şey küllendi, İstanbul’a da alışamadım. Burnumda tüttü memleketim. Eşyalarım yarın sabah burada olur. Şimdi gitmem gerek ama görüşeceğiz Ayşeciğim, ararım seni işim bitince. Şimdi gitmem gerek. Nerede paltom?”
Elleri cebinde, her zamanki gibi, başını gömüp paltonun içine otele doğru yürürken kendiyle hesaplaşıyordu.
“Herkesin yaraları nasıl kanar, bilinmez ki… Kendi acıyan yerlerini bilir insan. Bir aşk uğruna, bir ömür babasız olmak… Kim kime ceza verdi? Sevdiğime mi, kendime mi, oğluma mı? Hele onun yetim bakışlarını gördükçe, yüreğimi soluksuz bırakan suçluluk duygusu…”
Otelden içeri girerken Ayşe’yi düşündü. “Nasıl da zıplamışız, o deli çağımızdan, olgunluk çağımıza? Neyse! 'Aynı suda bir kez yıkanılır'" derken, oda kapısını açtı.
“Kim o?”
“Benim Kerem'ciğim, geldim!”
Oğlu karşısındaydı. Gözlerine baktı, kalıtlarını aradı Sinan’ın. Özlemin dağı, dağladı içini. 9.12.2020
Şahizer Senem Telli
TERLİ ELLER
Avucumun içindeki minicik el, terlemiş, çekingen dokunuşlarla bir sıkıp bir bırakıyor. Anlaşılan bir kararsızlık yaşıyor. “İstiyorsan elimi bırakabilirsin” dedim ona doğru eğilip bakarken. “Hayır” dedi bana bakmadan. Elini iyice kavradım, terlerimiz birbirine karıştı, onun yeni, benim hep var olan sınıfımıza girdik. Beşinci derste yeni birisiyle gelmem çocuklarımı şaşırttı. “Öğretmenim, oğlunuz mu” diye sordular. “Evet, hepiniz gibi o da benim çocuğum” deyince hep bir ağızdan “Heeeyyyyy!” diye sevinç nidaları attılar.
Dersimiz Resim-işti, renkli kartonlardan sıra üstü
için çöp kutusu yapacaktık. İşlem basamaklarını tahtaya yazdım. Öğrenciler
oradan bakıp uyguluyorlardı. Alper’e de malzemelerden verdim. Uzun süre
malzemelere bakarak oturdu. Bazen renkli kâğıdı, bazen kartonu, bazen de
yapıştırıcıyı tutuyor, aniden yerine bırakıyordu. İş zor gelmişti ona.
“Çocuklar zorlandığınızda benden ya da arkadaşlarınızdan yardım isteyin,”
diyerek rahatlatmak istedim yeni öğrencimi. Sıraların arasında dolaşırken göz
ucuyla Alper’i izliyordum. Alnı ter içinde kalmıştı, sık sık yakasına parmağını
geçirip genişletmek istiyordu.
Dersin yarısı geçmiş Alper’de bir hareket
gerçekleşmemişti. “Canım yavrum yeni ortamına alışmak, kabullenmek ne zor iştir
bilirim” diye düşünürken yıllar öncesine gittim.
“Kadın öğretmen isterim” diye diretiyordum. Bir erkek
öğretmenin, sınıfına ders ortasında götürdüler. Öğretmeni görünce yüzüm düştü,
gözlerim doldu, yutkundum fakat içime akıtamadım gözyaşlarımı. Kimin yanına
oturtulduğuma bile bakmadan bakışlarımı yere diktim ders sonuna kadar.
Teneffüse çıkmayarak kendimce protesto etmiştim. “Neden çıkmadın oynamaya” diyen babamın
sesini duyunca başladım ağlamaya. “Cumhuriyet İlkokulu’na gitmek istiyorum,
arkadaşlarımı, Gülçin öğretmenimi istiyorum” diyor, bir taraftan da çantamı
toparlıyordum. Tıpkı Alper’in çantasını sırtından çıkarmayışı gibi.
Alper’in sırasının yanından geçerken saçlarını
okşadım. “İyi misin?” dedim, o da başını salladı. Yardım isteyen öğrencilerimin
yanına uğruyor, destek olmaya çalışıyordum. Yan gözlerle de yeni öğrencimi
izliyordum. Yerinde kıpırdanmaya başlamış fakat bundan öteye gitmeye cesaret
edemiyordu. İlk hamleyi benden bekliyordu ama buna hiç niyetim yoktu.
Anlaşılıyordu ki aile ortamında leb demeden leblebi sunulmuş, çaresiz kalıp
mücadele etmeyi öğrenememişti. Oysa yaşam başarısı için önce kendi işini
yapabilmeyi öğrenmeliydi. Diğer öğrenciler birer ikişer bitirmeye başladılar
kutularını, isimlerini yazıp pencere kenarına sıraladılar. Alper bitirilmiş
işlere yan yan bakarak, makasını eline aldı. Tutuşundan onun el melekelerinin
çok gelişmemiş olduğunu anladım. “Sana yardım edeyim mi arkadaşım?” diye soran
Zehra’ya kaşlarını kaldırarak yanıt verdi.
Gülçin öğretmenin olamayacağını biliyordum ama yolu
yokuşa sürüyordum ki babam beni eve götürsün. Nuri öğretmen, kalın kaşları,
bıyıkları ile çok sert görünüyordu. Babamdan bile uzun boyluydu. Bana yabancı
çocuklarla ve öğretmenle konuşmamayı; eskimiş, yıpranmış bu sınıfta kalmamayı
aklıma koymuştum. Bir plan yaptım: “Sınıfımı beğenmez, arkadaşlarımla ve
öğretmenimle konuşmaz, derslerimi yapmazsam okula gitmekten kurtulurum.” diye
düşündüm. Çantamı açmadım, işlenen derslerle ilgilenmedim, direndim. Bu
cesareti nereden bulduğuma kendim bile şaşırıyordum. “İyi misin kızım” diye saçımı okşayan
öğretmenimin elini ittirdim. “Beni kandırmasın” bakışı atıp, bir cesaret ders
zili çalmadan sınıfı terk ettim.
“Çocuklar,
işini bitiremeyenler burada bıraksın, evlerinize götürmeyin!” diye duyurunca
olanlar oldu. “Ben yapamam bunu, evime götürmek zorundayım” diye isyan etti
Alper. “Yavrucuğum, işinizi sınıfta yapacaksınız, kuralımız böyle.” dedim. Alper sırtından çıkarmadığı çantasıyla
önündeki malzemeleri toparladığı gibi sınıftan çıktı. Kapıda annesinin
beklediğini bildiğimden peşinden çıkmadım. Öğrencilerime ödevlerini verirken
zil çaldı.
Kapının dışına çıktığımda babamla göz göze geldik. Sol
bacağına sarılmış ağlayan erkek kardeşimi görünce, aynı sorunları yaşadığımızı
anladım. Sağ elinin küçük parmağından da kız kardeşim tutmuştu, ağlamaklıydı.
Kapıda çakılı kaldım, babamın çatık kaşlarını görünce korkudan öleceğimi sandım
ve gerisin geriye sınıfa girdim. “Gel kızım” deyip tutmam için elini uzatan
öğretmenim bana, birdenbire çok sevimli geldi. Haksızlık ettiğimi düşünerek;
üzüldüm, utandım, pişmanlıktan doğan hüzün kapladı yüreğimi ve yüzümü.
Terbiyesizliğime karşın “Kızım” demişti. Tüm sınıf arkadaşlarımla tek tek el
sıkışıp tanışmamızı sağladı. Eli sıcacıktı, terlerimiz birbirine karışmıştı.
Öğrencilerim sınıfı boşaltınca annesinin elinden tutmuş Alper, süklüm püklüm içeri girdi. Onun ne hissettiğini çok iyi biliyordum. Düşük omuzlar, kızarmış yanaklar, yere bakan gözler, ayağını sürüyerek yürümesi bana yıllar önceki bir ilkokul öğrencisini anımsattı. “Gel oğlum” deyip ellerini sevgiyle tuttum.
Nermin Aşıcı
SAF KIZ
Annem işten
çok yorgun döndü. Yarın yiyeceğimiz yemeği ocağa koyup sedire uzandı. Uyursa
bir saat sonra uyandıracağım. Sokağa çıkıp oynamak istemedim. Kardeşim,
Cemal’le oynuyor kapı önünde. Bir gözüm kardeşimde, bir gözüm saatte pencere
kıyısına oturdum. Yalan değil, gözüm arada bir Hakkı’ların, Levent’lerin evine
kayıyor. İki ev yan yana zaten. Evimizin karşısında boş arsa var ya; satılmış.
Kim aldı bilmiyorum. Oraya ev yapılırsa karşımızdaki evler görünmez.
Levent’lerin
evi iki katlı, alt katı hiç görmedim. Hakkı’larınki tek kat ama çok geniş. Sadık Amca bir odayı kuşlar için yaptırmış. O
yokken odaya girmek herkese yasak. Bir kez girdim yasak odaya. Girer girmez
kulaklarımı, burnumu kapatmak istedim. Bütün kuşlar ciyaklıyor, durmadan
sıçıyorlar. Kimisi kafeslerin içinde, kimisi odada uçuyor. Kuşları izlemekten
ürktüm. Sadık Amca anlatırken çok övündü. Yemlerini, sularını, temizliğini
anlattı. Cinslerini, yumurtadan çıkışlarını, cücüklerin bakımını hep öğrendim.
Artık orada ne olduğunu biliyorum. Bir daha görmek ister miyim? Sanmıyorum. O
oda “Mavi Sakal’ın” kırkıncı odası benim için.
Kardeşimin
ağlamasıyla fırladım pencere önünden. Koşarken düşmüş, görmemişim. Ağlarken
burnundaki sümükler balon çıkarıyor. Burnunu temizleyip dizlerine baktım.
Azıcık kızarmaya bu yaygara çıkarılır mı? Annem sesine uyanıp bana kızdı,
söylendi. Kardeşimle ilgilenmiyormuşum, azıcık uyumasına izin vermiyormuşum. O
bizim için çalışırken canı çıkıyormuş. Kendisine hiç yardımcı olmuyormuşum. Evi
süpürüp kapı önünü yıkıyorum. Ayaklarımın altına kütük koyup bulaşık yıkıyorum.
Bütün gün kardeşimin peşindeyim, daha n’apayım? Birazdan perdeleri kapatıp
ışığı yakacağım, sofrayı hazırlayıp toplayacağım.
Hava
kararmadan Hakkı geldi, annemi çağırmamı istedi. Evlerinde bir kadın varmış,
saf bir kız bulmalarını istemiş. Akıllarına ben gelmişim. Bir saatliğine onlara
gidebilir miymişim? Saf değilim, aklım her şeye yeter, işlerine yaramam, diye
düşündüm. Annem “Hadi kızım, yemeğe kadar git de gel.” dedi. İçim burkuluverdi,
anneme. Hakkı’ya, annesine, evlerindeki konuğa kırılıverdim. Neden gittiğimi
bilmeden düştüm peşine. Dönünce sözlüğe bakacağım, “saf” ne demek.
Eve girince
sevinçle karşılayıp buyur ettiler. Sehpanın üstü börek, kurabiye tabaklarıyla
doluydu. Çay bardakları boşalmış. Kahve fincanlarındaki şekillere bakılmış.
Salonun kapısında dikildim, herkese kırgın baktım. Konuk olan tombul, kısa
saçlı, küçük gözlü kadına kızgındım. Yüzüne dik dik baktım. Ayakta dikilirken
ne yapacağımı anlattı. Konuşurken kıpkırmızı boyalı dudakları geniş geniş
oynadı. Gizlenmiş iki altın dişi göründü. Yüzüm duvara dönük oturacakmışım,
uzun uzun bakacakmışım. Duvarda gördüklerimi onlara söyleyecekmişim. Bir
komutan gibi emirler verdi. Sesinde buyurganlık vardı. Kaçamayacağımı anladım,
dediklerini yaptım. Onlar bekledi, ben duvara baktım. Ben duvara baktım, onlar
bekledi. Koyu yeşil boyalı duvarda ne görülür ki… Yağlıboyanın kokusu bile daha
duruyor. Kadın arada bir ne gördüğümü sordu. “Hiçbir şey” dedim. İyice
bakacakmışım, duvardan başka hiçbir şey düşünmeyecekmişim. Hani saftım, aklım
yetmezdi, ne bekliyorlar ki… Yok işte duvarda hiçbir şey. Koyu yeşil duvardan
burnuma gelen boya kokusu azaldı sanki. Sehpanın üstünde duran böreğin kokusu
bastı. Akşam vaktinde karnım açken, yemekten başka ne göreceğim. Sucuklu
yumurta, etli kereviz, sıcacık ekmek içinde tahin helva, yaprak sarma. Annem
uzun zamandır yaprak sarmıyor. Eve gittiğimde yemek yenmiş olacak. Bana
ayırırlar ama yalnız yiyeceğim. Kadın durup durup soruyor ne gördüğümü. Üstünde
sarımsaklı yoğurt olan yaprak sarma demek geçti içimden. İçimden geçenlere
gülmek istedim. Necla Abla’yı görünce tuttum kendimi. Kalın camlı gözlükleriyle
bana bakıyor. Camların ardında gözleri minicik. Gözlerinin güzel yeşili bile
belli olmuyor. Belli ki benden umut verici sözler bekliyor. İçim burkuldu,
görsem söyler miyim? “Saf kız” olmak
ağırıma gitti. Saf olsaydım ne görmeliydim bilmiyorum ki… Havanın karardığını
düşünüp ışığı yaktılar. Bol ışıkta duvar parlayıverdi. On tane ışık yaksalar
göreceğim yok. Necla Abla duvarın yanında daha beyaz göründü. Süt beyazı.
Kadın
sabırsızlanmaya başladı. Başka yerlere baktığımdan kuşkuya düştü. Yalnızca
duvara bak, hiçbir şey düşünme diye uyardı. Duvarda aynı noktaya bakmak kolaydı
sanki. Neden bir şey görmem gerekiyor? Duvarda göreceğim şeyden ne bekliyorlar?
Bilsem ne görmemi istediklerini, belki görürdüm. Okuduğum masalı düşündüm zaman
geçirmek için. Üst üste on tane yatak serdim duvara. Altına bir bezelye tanesi
koydum. Üstüne sarı saçlı, yoksul prenses yerine Necla Abla’yı yatırdım. Açık
sarı saçlarını yaydım yastığın üstüne. O kadar zayıf ki yorganın altında
kayboldu uzun bedeni. Uyuyamadı, sırtına battı bezelye tanesi. Döndü durdu
yatakta bütün gece. Bunları anlatırsam kurtulabilir miyim? Anlarlar, aynı
masalı Hakkı da okudu. Bahçe görüyorum desem bahçede ne dikili derler. Bizim
sokakta bir osuruk ağacı var, bir de erguvan. Yalan söylediğimi anlarlar. Yazık
Necla Abla’ya, ağzımdan çıkacak her şeye razı.
Kadın geç
olduğunu parasını alıp gitmek istediğini söyledi. Elini kolunu sallayarak
konuşurken altın bilezikleri şıkırdadı. Duvara ben bakacağım, kadın para
alacak. Haksızlık bu. Anneleri, kadına işini yapmadığını, para vermeyeceğini
söyledi. Oh olsun işte! Duvara bakma bitti sandım, sevindim. Karşılıklı birçok
konuşmadan sonra kadın yerine oturdu yine. Benim inat ettiğimden, gördüklerimi
söylemediğimden yakındı. Bu kez tepeden tepeden konuşmayı bıraktı. Yalvarır
gibi yapmam gerekenleri bir daha anlattı. İki eliyle omuzlarımı sıvazladı.
Konuşurken ağzından yemek kokuları geldi burnuma. Açlığımı anımsattı. Görmem
gerekenleri görüp evime gitmek istiyorum. Hâlâ burnuma kokan patates yemeğini
yemek, “Görünmez Adam”ı okumak istiyorum. Kitabı Melek’ten iki günlüğüne aldım.
Geç götürürsem bir daha vermez. Meleğin çok kitabı, Levent’in çok ansiklopedisi
var. İkisini de küstürmek istemiyorum. Sehpanın üstünde duran börek de burnuma
kokuyor.
Anladım ben,
bu kadın falcı, Necla Abla’ya kısmet falı bakıyor. Daha çok genç, kısmet
nasılsa gelir. Neden erkenci davranıyor ki… Üzülmesin o, ben duvarda kısmet
görürüm. Sevdiğim birini umutlandırayım, yalan da olsa. Kadınla anlaşmayı
kararlaştırdım içimden. Uydurduğum anlaşılmasın diye uzun baktım duvara.
Gözlerimi kaçırmadan aynı noktaya baktım. Ne isterse göreceğim duvarda. Deniz
kıyısı diyeceğim. Geçen yaz gittiğimiz denizi anlatacağım. Anlamazlar yalan
dediğimi sanırım. Çok dalga var, bir sandal, sandalda bir adam derim. Adamı
anlat derlerse… Kasabın askerden gelen oğlunu anlatırım. Çok mu genç olur?
Bakkal amca da yaşlı gelir. Tam deniz kıyısı diyecektim, Sadık Amca’nın kuşları
bağırmaya başladı. Kırkıncı odada kavga çıktı dedim kendime. Evin annesi gitti
kuş odasının kapısını yumrukladı. Kuşların susmasını fırsat bilen falcı, ağaç
sordu. Evet; isteneni gördüm… Kocaman ağaç, dalları kalın, gökyüzüne uzanmış.
Kırkıncı odadaki bütün kuşlar üzerine tünemiş. Önce duvara yaklaştım iyice,
biraz bekledim. Olsun deniz kıyısında keçiboynuzu ağacı vardı. Oradan
sürdürürüm uydurmayı. Altında ne gördüğümü sordular, neredeyse keçi diyecektim.
Tuttum dilimi, kısmet falında keçi olmaz. Kadın bir adam sordu. Kasabın
oğlundan daha yaşlı bir adam vardı deniz kıyısında. Başında şapka, elinde
kitapla oturuyordu. Ağzında da bir çiçek vardı. Saçları şapkadan fırlamıştı.
Nasılsa aklımda kalmış. Necla Abla için uygun bir kısmet gibi geldi. İşinde
gücünde, yüzüne bakılır bir adam, okur yazar. Hemen o adamı anlatmaya başladım.
Anlattıkça anlattım, dilimden ballar damladı. Anlattıkça içim açıldı. Kaçamak
baktım Necla Abla’ya, mutluydu. Yüzü gözü aydınlanmış, sevgiyle bakıyordu.
Adamın sihirli pelerinini anlatamadım. Dışı siyah içi kırmızı pelerinin adama
yakıştığını söyleyecektim. Karışışında uzun sarı saçlı kadın var. Kadın adama
bakıyor diyecektim. Adamın pelerinle kadını örttüğünü, görünmez olduklarını
anlatacaktım daha. Hepsi içimde kaldı. Falcı hızlıca kalktı, parasını alıp
gitti. Bütün aile beni öptü.
Hava karardığı
için Hakkı beni eve götürdü. “Evimiz karşıda, ben giderim, korkmam” dedim. İzin
vermediler yalnız gitmeme. Yolda yan yana konuşmadan yürürken kararımı verdim.
Artık o ev de, kuş dolu odası da benim için “Mavi Sakalın” kırkıncı odası. Bir
daha gitmek istemeyeceğim yerlerden biri. Hakkı kapıyı çaldı. Annem açınca
bana, anneme teşekkür etti. Annemin sorularına yanıt vermedim. Açlığımı
unuttum, günlüğümü aldım. Necla Abla’yla sihirli pelerini olan o adamın
masalını yazmaya başladım. Sözlükten “saf” sözcüğünün anlamına bakmayı da
unuttum. Ocak 2021
Yaşar Özmen
GÜNEŞİN İLK VE SON GÖRÜNDÜĞÜ YER
Mıstık torbasını boynuna çapraz astı. Su dolu naylon ibriği aldı. Ağıla doğru yola çıktı gün doğmadan. Uykuluydu, on bir yaşındaki çocuk uykuya kolay kanmazdı. Anası yarım ekmek, domates, yeşil biber ve biraz da zeytin koymuştu azık torbasına. Torbası bedenine göre hem uzun hem de ağırdı. Askısı tiftik ipindendi ve ipler birleştirilerek serçe parmak kalınlığında örülmüştü. Bu yüzden ip omuzunu acıtıyordu. Umurunda değildi omuzunun acıması. Zavrak Sülü’den önce ağıla varmaktı amacı. Zobar’ın yalını hazırlayacak ve doyuracaktı. Sonra da Benekli’yle özlem giderecekti. Akşam yatarken anasına “Ana beni erken kaldır, emmimden önce ağıla varayım” diye tembih etmişti.
Mıstık, dün ikindi
üzeri gelmişti yetiştirme yurdundan. İlkokul dört bitmiş, okullar tatil
olmuştu. Abisi gidip okuldan almıştı. Abisinin okula geldiğini görünce koşarak
yurt hizmetlisi Fatma Anne’nin yanına gitmiş, elini öpmüştü. Hizmetlilere anne
derlerdi okuldaki bütün çocuklar. Sonra okul girişinde bekleyen öğretmeninin elini
öpmüş arkasına bakmadan abisinin koluna yapışmıştı. Müdür bey, abisine “On dört
Eylül’de Mıstık’ı okula teslim edeceksin” diye tembih etmişti. Çok sevinçliydi,
içi içine sığmıyordu. Kazanın tek otobüsüyle yolculuk etmişti. Otobüsün bir
camı kırık olduğu için toz duman içinde kalmıştı. Yolların büyük bir kısmı
asfalt değildi. Takur tukur bir yolculuk, toz duman umurunda bile değildi. Anasını
görecekti, Benekli’ye kavuşacaktı, Zobar’ı görecekti ve kardeşleriyle
oynayacaktı. “Abi gamyonumu atmadınız di mi?” diye sormuştu otobüse binmeden. Lokum
sandığının incecik tahtalarına kamyon şekli çizmiş ve abisine bunları testereyle
kestirmişti. Çam odunundan da dört tane teker yaptırmıştı. Mıhla tahtaları
birleştirmiş, direksiyonlu küçücük bir tahta kamyon yapmıştı.
En sevdiği şey
sürüyle birlikte ormana gitmekti. Artık sürünün hızına yetişebilecek kadar
büyümüştü. Önde giden keçileri durduracak, sürüden bölünenleri çevirip
toparlayacaktı. Benekli’sini besleyecek,
onunla konuşacaktı. Anası geçen yıl, “Mıstık bu oğlak senin olsun, bak onun da
senin gibi alnında beneği var.” demişti. Sahiplenmişti ve çok sevmişti Benek’liyi.
Geçen bir yaz boyunca onunla oynamış, konuşmuş, kıvırcık tiftiğini eliyle
taramıştı. “Beni unutmamıştır.” diye düşündü yatarken. Sonra “Acaba keçiler hatırlalar
mı ki”, diye kendi kendine sordu. “Hatırlarlar elbet ya, geçen yaz boyunca ben onu
elimle besledim. Hele bi hatırlamasın ben ona gösteririm ha.” diye içinden
geçirdi. “Zobiş de unutmamıştır beni” diye sessizce söylendi.
Ağılın kapısı
önünde Zobar karşıladı. Zobar, iri cüsseli, iyi cins, zeki bir çoban köpeğiydi.
Sürüyü yabani hayvanlardan korumanın yanında bölünüp giden başıboş grupları da
sürüye katardı. Pençeleri iri, ağzı kocaman ve tüyleri kızıla yakın renkteydi. Zavrak
Sülü’ye pek yakın durmazdı ama Mıstık’ı çok severdi. Yanından hiç ayrılmazdı,
sürekli gözü üstündeydi. Birisi şöyle Mıstık’a dokunsa, zarar verecek, diye
hemen saldırırdı. Tamam demeden de durmazdı. Mıstık, onu daha iki günlükken beslemeye
başlamıştı ve sürekli onunla oynayarak iki yaz geçirmişti. Zobar adını emmisi yakıştırmıştı.
Köyde isimler ve lakaplar doğaçlama konur ve herkes verilen ismi benimserdi.
İsim bulmak zor değildi ki. Zobar’ın sözlük anlamı iri yarı olmasına karşın
aynı zamanda köyde “hovarda” anlamında da kullanılırdı. Zobar, kızan kokusu[1]nu duyduğunda
sürüyü terk edip gider, üç beş gün gelmezdi. Nerelerde sürter, ne yer ne içer
bilinmezdi.
“Ben geldim len
Zobiş” dedi. Zobar kuyruğunu sallayarak bacaklarına sürtündü. Mıstık’ın boyu bu
yıl onun sırtından bakacak kadar uzamıştı. Burnuyla Mıstık’ın her yerini
kokladı ve gözlerini dikip kıçının üzerine oturdu. “Açıktın mı len” dedi. Şöyle
sağa sola başını çevirdi. Ağzını yaladı, bir karıştı dili neredeyse. Boynuna
sarıldı, oynadılar birlikte. Torbasındaki arpa ununu çıkarıp tencereye döktü ve
ibrikten biraz su döküp karıştırdı. Yal haline dönüşünce “Hadi ye bakalım”
dedi.
Sündiken’den Eskişehir ovasına uzanan ve
doğuya dikey dağ silsilesinin üzerinden güneşin turuncu ışıklarını gördü. Çimenlerin
üzerine oturup bir süre güneşin doğuşunu seyretti. Güneş bugün Kemerli Kaya’nın
tam ortasından doğmuştu.
Zavrak Sülü
karşıdan göründü. Elinde meşeden, uzunca, ucu topuzlu bir sopası vardı. Yere
vura vura yürüyordu. Torbasını boynuna çapraz asmış, cigarası ağzında tüttüre
tüttüre geliyordu. Elleri çok titrerdi. Hiç doktor yüzü görmüşlüğü yoktu. Gömleğinin
düğmesini karşı iliğe değil, bir alt iliğe iliklemişti. Paspal ve özensiz bir
adamdı. Kalın bir kabanı vardı, yaz kış onu giyerdi. Kabanın omuzları yağ içinde
olurdu. “Len oğlum keçiler mi beğenecek beni” derdi.
Zavrak Sülü
Mıstık’ı severdi. Abisinin ölümünden sonra yeğenlerine yardımcı olamamıştı.
Kendine bile hayrı dokunmayan bir adamdı zaten. Cadaloz karısının sözü geçerdi.
Çocukluğundan beri sürünün peşindeydi, başka şey bilmezdi. Birazda safçaydı.
Okuma yazması yoktu. Sınırlı sayıda sözcükle konuşur, bol bol küfür ederdi. Her
sözünün içine usturuplu bir küfür yerleştirirdi nasılsa. “Len kekilli oğlan! Öğretmen
ol da bana da okumayı öğret emi gagasına ettiğim” diye ikide bir takılırdı.
Sonra “Okumam olmasa n’olur ki, keçiler okuma biliyon mu diye soracaklar mı”
derdi. “Oku kekilli oku, bizim gibi davar olma! Oku da bize de bak emi”, diye
eklerdi.
Mıstık, emmisinin
geldiğini görünce hemen ağıla daldı. “Benekli, Benekli!” diye seslendi. Geçen
yaz Benekli diye seslenince hemen yanı başında biterdi. Hiç ses çıkmadı. Sürüde
kıpırtı da yoktu. Tekrar seslendi, yine bir hareket olmadı. “Benim sesimi
unutmuş” diye geçirdi içinden. Sağa sola baktı ama o kadar çok keçinin arasında
görebilmesi olası değildi. Görmeyeli neredeyse aradan bir yıl geçmişti. Çok büyümüş
olmalıydı. Telaşlandı. Ağlamaklı oldu. Bir kez daha seslendi. Zavrak Sülü’nün arkasından
kendisine baktığını gördü. “Emmi Benekli yok mu, yanıma gelmiyor, yoksa canavar
mı yedi?” diye sordu.
“Hele hoş geldin
Kekilli” dedi Sülü. “Öp bakıyım elimi de öyle.” Mıstık, keçilerin arasından zar
zor geçerek emmisinin yanına geldi ve elini öptü. “Büyümüşsün sen len kekilli
davar güdecek kadar” dedi. Başını okşadı. “Bak” dedi “Seninki orada yatıyor.”
Mıstık görür görmez koştu. Benekli yanına geldiğini görünce yattığı yerden
kalktı. Tanıyormuş gibi bir tutumu yoktu. Korktuğu için yattığı yerden
kalkmıştı. Boynuna sarıldı. Korkup Mıstık’ı sürükledi keçilerin arasında.
Geçen yıl
oğlaktı. Şimdi bir yaşını geçmiş, seyis olmuştu. Benekli’nin boynuzları uzamış,
iri yarı bir teke adayıydı artık. Ancak sürüye teke olmak için bazı ölçütler
vardı. Tiftikli, sağlıklı, cinsi arı ve damızlığa uygun olmalıydı. Bu koşulları
sağlamıyorsa enenmek zorundaydı. Teke hem et tutmaz hem de kokudan dolayı
özellikle kızışma döneminde yenmezdi. “Bizim buralarda erkeç[2] eti başkadır.
Malıç erkeci diye namı yürür. Erkeç etini küllerken[3] kokusu beş
kilometre öteden duyulur. Hadi bi tanesini kesip küllüyelim len naptımın
dünyasında.” derdi Zavrak Sülü ikide bir. Öyle demesine karşın hiçbir zaman
kıyıp kesemezdi keçilerini. Biri hastalanırsa ancak o zaman kesip et küllerdi. ‘Hasan köse[4]’ye sırım[5]ları
zevkle takar, meşe közünün üzerine koyar ve küllerdi. Sonra sırımları eliyle
koparır ve ağzını şapırdata şapırdata yerdi.
“Emmi, Benekli
beni tanımadı. N’olmuş buna?” diye sordu. Zavrak Sülü, “Oğlum, bıldır oğlaktı şimdi
gocaman seyis oldu, sana müdanası kalmadı, tanımaz zahar” dedi. “Hem seni bir senedir
görmüyor, aklından çıkmıştır.” Mıstık ellerini ovuşturdu. Gözleri yaşardı.
Sırtını okşamaya çalıştı Benekli’nin, yine kaçtı. Omuzunu torbanın ağırlığı
acıtmıştı; eliyle ipin omzundaki yerini değiştirdi. Tekrar yanına gitti. Benekli
hiç oralı olmadı. Belli ki uzaklık ve zaman aralarındaki bağı çekip almıştı.
Zavrak Sülü, sen
davar gütmeye mi geldin? diye sordu. “He emmi ben de gelcem” dedi Mıstık.
Kekilli bugün taşak sökümü var. Onun için seyisleri ayıracağız, otlamaya
gitmeyecekler. Taşaklar söküldükten sonra sen onları aganla gezdirirsin” dedi. Benekli’nin
de mi sökülecek emmi? diye sordu. “He ya onun da sökülecek; tiftikli değil,
teke olmaz ondan, hem marazlı” dedi.
Mıstık’ın Abisi Memet
ağılın kapısında belirdi. “Mıstık özledin mi Benekli’yi? diye sordu. Mıstık
ağlayarak yanıt verdi. “Aga Benekli beni tanımadı!” “Olsun gardaşım alışır
tekrar sana bu yaz, ağlama gulüm[6]” dedi
abisi. Memet ne dersen hayır demeyen, uyumlu bir ergendi. İlkokulu bitirmiş,
köyde ortaokul olmadığı için okuyamamıştı. Emmisine yardım ediyordu. Kış
aylarında köyün imamından Kur’an dersi alıyordu. “Ağzı var dili yok bir oğlan”
derlerdi köyde. El becerisi çok iyiydi ve beğendiği bir şeyi malzemesini
bulabilirse benzerini yapardı.
Memet, Zavrak
Sülü’ye dönerek, “Hadi emmi ayıralım seyisleri, hangileri olduğunu sen biliyon”
dedi. Otuza yakın seyis, teker teker boynuzlarından tutulup sürüklenerek ağılın
başka bir bölmesine götürüldü. Zavrak Sülü, sürüyü otlatmak için ağıldan
çıkardı ve çan sesleriyle birlikte gözden kayboldu.
Çok geçmeden Koreli,
elinde iricene bir bıçak ve eye ile çıkageldi. Yamağı bücür Hasan elinde bir
siniyle yanındaydı. Koreli çekirdekten kasaptı. Bir keçiyi on beş dakikada
keser, yüzer ve sakatatlarını ayırırdı. Askerdeyken Kore’ye gitmişti. Kore
anılarını kahvede sık sık anlatırdı; herkes kâğıt oyununu bırakır, pür dikkat
dinlerdi. Hele İzzet Onbaşı ile pusuya düşüş anısı vardı ki anlatırken çoğu
zaman ağlardı. Asıl adı Ali’ydi. Kore’ye gidip geldikten sonra adı Koreli
kalmıştı. Sevilen bir adamdı, konu komşuya yardımını hiç esirgemezdi.
Koreli, “hadi
başlayalım söküme” dedi. Bücür Hasan elindeki siniyi Koreli’nin yanına koydu.
Yakınında duran bir seyisi yakaladığı gibi tutup yatırdı. Koreli elindeki
eyeyle bıçağını biledi. Seyisin önüne dizleri üzerine çöktü. Kollarını sıvadı. Bücür
Hasan seyisin üç bacağını birleştirip sıkıca tuttu. “Memet, sen de seyislerin
başını tut kıpırdayamasın hayvanlar” diye tarif etti.
“Ya bismillah,
hadi ölümsüz olsun!” dedi. Koreli seyisin iki billurunu avucuna aldı ve uç
kısmından deriyi kesti. Deriyi billur bağının en ince noktasına kadar geriye
doğru sıyırıp billuru tamamen dışarı çıkardı. Bağından sıkıca kavrayarak söktü aldı.
Seyis acıyla bağırdı. Kıpırdayamadı da. Billuru
siniye koydu. Belli ki çok açı duymuştu. Diğerini de aynı şekilde söküp aldı ve
siniye koydu. “Kaldırın seyisi” dedi. Mıstık’a seslendi. “Yatırma oğlum, habire[7] gezdir
ha! Yatırsa ölür seyis.” dedi.
Mıstık ellerini
ovuşturdu. Ağlamak istedi. Ağlayamadı. Her yıl yapılan bir şeydi ama ilk kez
yakından tanık oluyordu. Bir arkadaşı yetiştirme yurdunun yatakhanesinde hayalarına
tekme atmıştı. Öyle bir acı duymuştu ki bir gün ağrıdan zor durmuş, ders
dinleyememiş ve gece uyuyamamıştı. Hiç kimseye de söyleyememişti. Öğretmeni “Hasta
mısın Mustafa?” diye sormuştu. “Yok öğretmenim uykum var” demişti. Ayıp bir
yeriydi, bu öğretmene nasıl söylenirdi? Çok korkmuştu. Hiç unutamadığı bir
ağrıydı. İkinci gün yavaş yavaş geçmeye başlamıştı. “Seyislerinkini söküp
alıyorlar belki o kadar acımaz” diye içinden söylendi. Tekmenin acısını yeniden
duyar gibi oldu. Yutkundu. Seyisin yatmasını önlemek için “Hadi yürü, hadi yürü!”
diye seslendi.
Seyis, acıdan
olacak ki belini kamburlaştırmış, arka ayaklarını atmamak için öylece ayakta
durmak istiyordu. Memet, yürümesi için ısrar ediyordu. Zar zor birkaç adım
yürütebiliyordu.
Sonunda sıra Benekli’ye
gelmişti. Benekli karga tulumba yere yatırıldı. Mıstık, boynundan torbasını
çıkarıp yere bıraktı, ellerini sıktı, kara gözlerini belertti, arkasını döndü ve
koşarak uzaklaştı. Kaçmanın kurtulmak olmadığını bildiği halde amaçsızca koştu
ince bacaklarıyla. Beneklinin sesi kulaklarına kadar geliyordu. Duymamak için
kulaklarını tıkamaya çalıştı.
İleride büyükçe
bir kayanın üstüne oturdu. Gözlerini dağa dikti. Dağ silsilesi, köyün tam
karşısında kuzeyden güneye uzanan kocaman bir yükseltiydi. Güneş bu dağın
üstünden doğardı. Mıstık, sabah uyandığında sessizce kalkar, kardeşlerinin
üzerinden atlayarak pencereye gelir, güneşin ilk ışıklarını seyrederdi. Öyle
severdi ki seyretmeyi, çoğu zaman yatarken anasına tembih ederdi. “Güneş
doğmadan önce beni uyandır ana!” Güneşin doğduğu yeri her gün belleğine
yazardı. Avucunu açar, parmaklarını birleştirir ve güneşe doğru kolunu uzatıp ayna
gibi tuttuğu eline arkasından bakardı. Parmakları arasından sızan ve avucuna
dik gelen ışık küçük eline turuncu bir renk verirdi. Annesi babasının ölümüne ağladığında
yanakları aynı bu renge bürünürdü. Mıstık, hiç sormazdı “Ana neden ağladın”
diye. “Elimin rengi anamın yanaklarına benzedi mi”, diye her bakışında içinden
kendine sorardı ama bu soruyu hiçbir zaman sesli sormadı.
Oturduğu yerden ayağa
kalktı, kayanın en yüksek noktasına çıkıp dikildi. Doğuya göğsünü verdi. Koca
Çınar’a baktı. Tatil bitip yurda gittiği gün, güneş dağ üzerindeki ufka
görünümü düşen bu Çınar’ın arasından doğardı. Uzun uzun bir daha baktı. Güneşin
bu sabah göründüğü yer olan Kemerli Kaya’yı koluyla nişan alıp işaretledi. Güneşin
ilk ve son doğduğu yer arasındaki uzaklığa baktı. Birbirleri arasında çok
aralık vardı. “Güneşin doğuşu her gün kuzeye gıdım gıdım kayıyor, daha çok gün var
okulun açılmasına” diye içinden geçirdi. Sevindi.
Uzun sürmedi
sevinci. “Benekli acı çekerken ben kamyonumla oynamam; haksızlık olur. Geçen
yıl komşumuz Tavşancı Dayı öldüğünde anam bir hafta radyo dinlettirmediydi,
aynı şey değil mi” diye sordu kendi kendine. Alnındaki kahverengi lekeye işaret
parmağıyla dokundu. Kaşıdı. Arkasına dönüp baktı. Zobar oturmuş öyle kendisine bakıyordu.
Sürüyü bırakmak bir çoban köpeği için iyi bir tutum değildi; cins çoban
köpekleri özel durumlar dışında sürüden asla ayrılmazlardı. Bugün sürüyle
gitmemişti. Yaklaşarak boynuna sarıldı. Kulağına “Sen beni mi bekledin Zobiş? Sürünün
başına!” diye fısıldadı. Fırlayarak uzaklaştı Zobar.
Beneklinin sesi
kulaklarında yeniden çınlamaya başladı. Abisinden başka kimse kalmamıştı
ağılda. Elleri ceplerinde yavaş yavaş abisinin yanına geldi. Ağlamaklı sesiyle,
“Aga hadi bunları gezdirelim, ölmesinler”, dedi. 16
Nisan 2019 Narlıdere
[1] Kızan
kokusu: Kızışma döneminde dişi köpeklerin salgıladığı koku
[2] Erkeç: Enenmiş
erkek keçi.
[3] Küllemek:
meşe közü üzerinde eti pişirmek
[4] Hasan
köse: eti közün üzerinde çevirmek ve tutup almak için ucu sivriltilmiş ince
uzun ağaç çubuk
[5] Sırım:
közlenecek etin ince uzun kesilmiş biçimi
[6] Gulüm:
Küçük kardeş anlamında söylenen sevgi sözü
[7] Habire:
sürekli anlamında kullanılan bir sözcük
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder