31 Aralık 2024 Salı

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ocak 2025, Sayı 23

 

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ocak 2025, Sayı 23, Yaşar Özmen

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ocak 2025, Sayı 23, Yaşar Özmen
















































  

YAYINCIDAN (EVRİMSEL SANAT YAKLAŞIMI)

 

Kabul edilmelidir ki sanat dönemleri ve ...izm’li sanat akımları, deneyimsel bilgi zenginliği, görme ve sezi yetisi ile sanatsal gelişmelere evrimsel bir devinim kazandırmışlardır. Sanatçı bu akımların ürettiği bilgiye dayanarak görme ve sezi yetisini güçlendirmiş, beklenenden daha hızlı gelişen bir sanat evrenine girmiştir. Artık çağımızda parça bölük bilgilerle tanımlanması olası olmayan, çok boyutlu ve açık uçlu, aklın sınırlarını reddeden bir sanat yaklaşımını kucağımıza bırakmıştır. Bugünün sanatı ve sanat anlayışını, ancak ve ancak “evrimsel sanat” gibi küresel ve evrensel değerler dizgesini içeren yaklaşımlarla anlaşılır duruma dönüştürebiliriz.

Artık aklın yolu bir değildir; aklın yolu birden çoktur. Doğrunun doğruluk değeri açık uçludur. Görecelilik, belirsizlik, rastlantısallık ve öznelerarasılık gibi kavramlar, bilime ve kültüre bakış biçimini değiştirmiştir. Yıllardan beri doğru kabul edilen ama bugünün bilgisiyle yanlışlanabilen kuramlar ve fizik yasaları bunun en açık delilidir. Biz biliyoruz ki henüz bizim gerisinde olduğumuz, düşünce gücümüzün dışında kalan bir mantık ve düşün dünyası (nesnel ve gerçeküstü) vardır; biz bunları günümüzde ne işleyebilecek ne de anlayabilecek bilgiye sahibiz. Bilinç ve zekânın bunları tanımlayabilecek seviyeye ulaşmasını, yani evrim sürecini beklemek durumundayız. İşte “evrimsel sanat” dediğim yaklaşım bu soru ve sorunlara şimdilik yanıt oluşturabilecek bir değerler dizisi olarak durmaktadır. 

Günümüz insanının sınırsız yaratıcılığı, bilimsel verilere dayalı beyninin çalışma gizilgücü, çalışma ve iş görme yeteneğinin sınırsızlığı, sanatı çok daha farklı boyuta, gelecekte ön göremeyeceğimiz bir biçim ve düzeye çekeceğinin habercisidir. Dijital ve bilgisayar teknolojisinin olanakları, yapay zekâ, sanal dünya tasarımı, ses ve görüntü teknikleri gibi çağın kazanımları, sanatı artık benzer biçim ve biçemlerden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle, bugün el birliği ile benimsenen “çağdaş sanat” tanımının, sanattaki bu hızlı dönüşümü ve gelişimi, daha doğrusu evirilişi; karşılamakta yetersiz kalacağı kesindir.

Sanattaki baş döndürücü gelişmeler; aklın gelişimi, bilimin evrilişi ve teknolojinin büyümesi ile eşgüdümlüdür. Sanatın üç boyutta genişlemesi; bilgi ve yayımın yüksek devinime sahip olması; sanatsal bilgi, teknoloji ve bilimsel olgularla açık uçlu bir evrenin tasarlanması; sanatsal süreci yeni bir tanıma zorlamaktadır. Sanatta gözlenen bu sonuçlara göre, tüm sanatın edimlerini, dönüşümünü, gelişimini anlatan sanatsal kavram ya da yeni bir tanım getirmekte yarar olduğunu değerlendiriyorum. Böyle bir devinim, değişim, dönüşüm ve gelişimi karşılayabilecek, onu açıklayabilecek, açık uçlu olmakla birlikte; her şeye yanıt verebilme olanağına sahip olacak tanım, ancak ve ancak “Evrimsel Sanat Yaklaşımı” olabilir.

Klasik, modern ya da çağdaş gibi kavramlar geçmişe göre bulunduğumuz zamanın devinimini anlatırlar; oysa evrimsel kavramı, bugünden öncesini, bugünü ve bugünden sonrasının sonsuzluğunu, olay ve olguların var olan doğal ve yapay devinimle koşutluğunu anlatır. Evrim sözcüğü, sadece canlılardaki fizyolojik değişim ve koşullara uyumunu anlatmaz; aynı zamanda bilincin; değişim, gelişim, dönüşüm gibi eylemlerini anlatır. Bu düşünceden yola çıkarak: Evrimsel sanat yaklaşımı, her sanatsal edim çoğulluğuna, bilim, teknoloji, yer ve zaman boyutu ile bunları başka bir açıdan görme gibi her tür sanatsal gelişime ve yaklaşıma yanıt verebilme olanağına sahiptir. Bir anlamda evrimsel sanat yaklaşımının; sanatta limitin olmadığını, düşün ve zihinsel etkinlik ile bilincin sonsuzluğunu ve sınırsızlığını anlatan bir bütünlük olduğunu düşünüyorum.

Şimdi asıl soruyu soralım: Sanat, çağdaş sanatın da ilerisine evrildiyse biz bunun neresindeyiz? Yirminci yüzyılın dikte ettiği formlarla durağanlaşmış ve modern sanatı bile anlamamış yazın temsilcileri, doğruyu söylemek gerekiyorsa bugün baş köşelerde oturtuluyor. Sanatla değil; birbiriyle uğraşıyor, üretilmiş bilgiyi yineliyor; farklı bir şey söyleyenleri de anlamamak için direniyor. Bir kısmı da “Böyle sanatın içine…” mantığıyla lanet okuyarak geziniyor. İnsan ne kadar bilinçliyse, sanat da o kadar çağdaştır. İnsan ne kadar aklını kullanıyorsa, sanat da o kadar evrimseldir. İnsan ne kadar insansa, yaşam da o kadar yaşanasıdır… Tersinden diyelim; sanatın çapı, insanın aklı ve sevgisi kadardır. Kısacası sanatçının okuduğu dünya, tartışması, eleştirisi, yapıtı, yorumu ve birbirine karşı tavrı; toplam niteliği kadardır…

Mutlu ve esenlikli günlerde okumak, okunmak dileğiyle…

 

Vildan Çalışkan
RÜYA

 
İlk kez görmüş gibiydim
aynada yüzümü
gülüyor muydum
yoksa çorak bir toprağa mı
yatmıştım yüzükoyun
çabaya dair ne varsa
uzun çizgilerde provadaydı
yaşamın kendisi zaten
tek perdelik trajik bir oyun.
 
Çık dışarı dolunay diye seslendi peri kızı
oyunun orta yerinde
aynadaki yansımayı gördüğünde yeniden
çık!..
seslendikçe saklanan yalancı hedef
yaşamın kendisi zaten
tek perdelik trajik bir oyun.
 
Ne kadar sızlasa da
sakla dedi ayna
görmesin kimse ağladığını
yanaklarında güle dönsün gözyaşların
çünkü yaşamın kendisi zaten
tek perdelik trajik bir oyun.
 
Uçuk pembeydi aynadaki yanakları
dönüp baktığında tüm ışıklar kapanmıştı
gökyüzünün tavanı dört renkti
siyah mavi gri ve beyaz
dönüşüp dururdu zaman
ve gri bulut yağmura dayamıştı sırtını
çünkü yaşamın kendisiydi zaten
tek perdelik trajik bir oyun.
 
yağdıkça yağdı yağmur
küçücük öpücükler kondurdu
uğur böceğinin beneklerine
umuda dair esti yine rüzgâr
nahifçe okşadı hüznün yanaklarını
suspus oldu sararan yaprak
usulca fısıldadı suyun rengine
ne de olsa yaşamın kendisi trajik bir oyun.
 
Hiçbir bahar son değildi aslında
tüm turunculara rağmen
söz dinlemeyen rüzgârlar da vardı aslında
ya da tüm sıcaklığıyla güneş sözünü tutardı
yıldızlar saçlarımız içindi dokunabilen
yağmur usulca fısıldadı denizin kulağına
ne de olsa yaşamın kendisi trajik bir oyun. 
 

Bahri Loş                       
ÇÖL

 
Kimse yüreğinde güzel bir akşam taşımıyor
Vakit hastalıklı düşüncelere aralıyor kapısını
Çiçeklerin rengi insan yalanında
Süngüler ucunda titriyor yaşam.
 
Arzular kapısından bakılan dünya
Sabah yüzünü gözünü boyamış köre
Ter değil alnımızdan damlayan kan
Saniyelere sığdırılmış ölgün hayaller.
 
Çöl dilden dökülen sözcüklerde
İçimize sokulmuş meydan muharebeleri
Bilgiler silah kalpler cephanelik
Arsız zaferler zengini olmuş insan.
 
Altında kaldım içimde yıkılan şehrin
Işık yaraya zehir diye sızıyor.

  

Şahizer Senem Telli
BAZILARI NE SANDI

 

Kendisi görünmeden ıslığının sesi duyulurdu karşı köşeden. Kimisi için bıçkın, kimisi için kabadayı, yağız delikanlı gibi birçok ismi vardı Nezih’in. Ablası da "Koca Kafalı” derdi çocukluktan gelme alışkanlıkla ama içinden. Ayla için “Sevgili”ydi adı…

Bu ıslığın bir şifre olduğu düşünülmezdi mahalleli tarafından. Evdekilere bir kalk borusu görevi yapılıyor sanılırdı. Öyle sayılabilirdi ama gerçekte penceredeki yerini alması için Ayla için işaret verilmiştir… Sesi duyunca annesi komşudan terliklerini yarı yolda giyerek koşturur, başının örtüsünü bağlayamadan evine varırdı. Ablası, koşarak açık perdeleri örter, çaydanlığın altını yakardı. Bütün bu telaşe babası gelene kadardı. Bunu bildiğinden mutlaka erken gelirdi eve. Kısa da olsa beylik beylikti…

Annesinin verdiği bu yetkiler onun gururunu okşuyor, kubarmasına* neden oluyordu.

“Kız koş, oğlanın terliğini getir, atıştırmalıkları hazır mı…” gibi emirler yağmur gibi gelirdi peş peşe.

“Kızın adı yok mu anne” diye çıkışan ablasının at kuyruğunu çeker, ta yere kadar.

“Kız, anneme karşı çıkarsan yolarım saçlarını,” diye gözdağı verir ve uygulardı. Ondan daha büyük olup da itilip kakılmak çok onuruna dokunuyordu Nesime’nin.

Tek kozunu kullanıp "Babama söyleyeceğim,” dediğinde eli gevşer bırakırdı saçlarını. O zaman anne hemen devreye girer; "Gebertirim seni!” diye tehdit ederdi kızını. Oğluyla ne kadar gurur duyuyorsa, kızına da o kadar öfkeliydi. Kendi akranları arasında ilk çocuğu kız olan tek kadındı. Onun mahcubiyetini kızından çıkarıyor, onu acıtmaktan garip bir haz alıyordu. Konu her açıldığında her fırsatta bilmeyenlere duyururdu. "Allahtan iki yıl sonra oğlum oldu da başım yerden kalktı,” der, oğlunu sevmelere doyamazdı.

Oysa babası küçük yaşta kaybettiği annesinin adını verme fırsatını diğer beş kardeşinden önce yakaladığı için mutluydu. Bundan dolayı seviyordu kızını. Yumuşak huyluydu, adının özelliklerini taşıyordu annesi gibi… Bu ayrıcalık, anne sevgisizliğini dengeler gibiydi ilk zamanlar. Türkçe Öğretmeninin isimlerin anlamları üzerine konuştuğu yedinci sınıftan sonra durum değişti. Ne demişti? “Aileler, doğan çocuklarına ölmüş anne babalarının isimlerini vererek onları ölümsüzleştirmek ister. Oysa bu yeni geleni yönlendirmek, yaşamına ambargo koymaktır.”

 O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Nesime, kabul görülmenin aile büyüklerinin üzerinden olmasını içine sindiremedi. Kafasında dönen nedenli, niçinli bin bir soru vardı. Soruları kendince yanıtladıkça içine çekiliyor, çaresizce üzülüyordu. Birkaç kez bu konuyu babasıyla konuşmak istedi ama cesaret edemedi. ‘Ya gerçekten ben olduğum için değil de babaanneme benzediğimden seviyorsa!’ Sezgileri, duyacağı şeyden sonra mutsuz olabileceğini söylüyordu. Annesi ve kardeşinin bunu kendi aleyhine kullanarak yaşamını imkânsız hale getireceklerini düşünüyordu. Konuşmamaya karar verdi, ta ki üniversiteyi bitirip ayakları üzerinde durana kadar. Evdeki yerinin sarsılmaması için susmalıydı. Okulda başarılı, öğretmenleri ve arkadaşları arasında sevilen birisiydi, güzeldi de; bunlara tutundu.

****

O akşam yemekten sonra babası kasabaya gelen tiyatrodan söz açtı. “Gider miyiz” diye kızına yöneltti sorusunu. Okulda arkadaşları da söz ediyordu, hep birlikte gitmek için program yapıyorlardı. Umutsuz olduğu için yorum bile yapmamıştı. Babasının fikrini alması, herkesten önce kendine sorması heyecanlandırdı. Yanıt veremedi, kekeledi.

Sessizliği annesi bozdu. “Ne işi var onun tiyatroda. Oğlanı alır gideriz biz. Kız kısmının ne işi olur?” diye söylendi.

Babası, “Benim gittiğim her yere kızım da gidebilir. Biletleri aldım bile, dört kişilik,” diye kestirip attı. ‘Doğru mu duyuyorum, babam ne dedi? Kızım' dedi…’Kalbi hızlandı hızlandı sonra yumuşadı babasına karşı.

“Yok, derslerinden geri kalmasın diye söylediydim,” diye duyulur duyulmaz bir yanıt verdi annesi.

Karısının söylediklerini duymazdan geldi, oğluna dönüp; “Sen ister misin tiyatroya gelmeyi,” diye sorunca; "Yok” dedi Nezih.

Nesime atılarak, "O zaman onun yerine Ayla gelebilir mi bizimle,” diye sordu.

Babası severdi komşu kızını. “Olur” dedi.

Nezih, teklifi reddettiği için bin pişman olmuş, oflayıp pufluyordu. Babasının görmez tarafından kaş göz işaretleriyle tehdit ediyordu ablasını ki babasına yakalandı. “Ne o kararından pişman mısın” diye sordu oğluna.

‘Şimdi kıyamet kopacak’ diye korktu, kalbi tekrar çırpınmaya başladı Nesime’nin…

“Ablam gelmesin onun yerine ben gideyim” dedi Nezih bir çırpıda. Babası, şaşkınlıkla bakıyordu yüzüne, “Neden?” der gibi…

Nesime, “O zaman Ayla’yı bırakmazlar ki,” demiş bulundu. Annesi ve kardeşi dudaklarını kemirerek bakışlarıyla dövdüler onu adeta…

Babanın yüzü düştü, sigara paketini alıp çıktı. İçeride olacakları da kaçırmak istemiyordu anlaşılan, karanlık bir köşesine çekildi balkonun. Perdenin arasından görebiliyordu odayı. Ana- oğul iki taraftan kıza hararetle bir şeyler söylüyor, bağırıyorlardı. Kötü konuştukları besbelliydi. Onların arasında büzülüp küçüldüğünü gördü kızının. İçi cız etti, gözleri doldu, bir sigara daha yaktı. “Siz, beni ne sandınız ana-oğul! Nesime’ye eziyet ederken benim susacağımı mı? Böyle sürerse onu da alıp giderim. Kız, kendi evinde özür diler gibi yaşıyor!” diye içten içe konuştukça üzüntüsü yüreğine çöreklenip oturdu…

Nesime’nin, omuzları düşmüş, gözlerinin feri gitmişti. Ayaklarını sürüyerek çay servisi için mutfağa yöneldi. O da o sırada odaya girdi. Yüzü düşük, bakışları sert, rengi sarıydı.  Koltuğuna iyice yerleşti, sırtını dikleştirdi ve davudi sesiyle; “Hanım!” diye dikkatleri üzerine çekti önce. Öyle ki mutfaktan Nesime bile duydu bu seslenişi. “Size söyleyeceklerim var!” dedi. Karısı telaşlanmıştı, oğlunun olmaz bir işini mi duydu, diye. “Bugün beni gururlandıran bir mektup aldım,” diye sürdürdü konuşmasını. Karısı, anlamaz bakışlarını kocasına çevirdi. “Millî Eğitim Bakanlığı’ndan” dedi, başını mutfaktan yana çevirerek. “Nesime, yazdığı bir kompozisyonla Türkiye birincisi olmuş. Okul Müdürü lokalde verdi. Herkes kutladı beni ve kızımı, alkışladı…” dedi. Bunu duyunca Nesime koşarcasına geldi salona. Babasının gözlerinin içi gülüyordu, sarıldı ona. Nesime’nin kalbi yerinden çıkacak gibiydi, babasının sevgisini ilk defa duyumsadı. Ona, "Seninle gurur duyuyorum kızım!” dedi.

10 Mart 2024, Urla

*Kubarmak: Böbürlenmek

 

Zaur Ustac (Azerbaycan)
DOLANDIM

 
Adım adım dolandım güzel Vatanı
Her dağda, tepede izim var benim...
Hâlâ varmadığım ulu dağların
Kartal zirvesinde gözüm var benim...
 
Gezdim usanmadan düzleri, dağı
Seyrettim en yüksek çayırı, bağı
Asla kınamadım zamanı, çağı
Çok pınar başında gölgem var benim...
 
Gezdim, bu toprağı, ben karış-karış
En küçük taşa da misafir oldum...
Her çimin, çiçeğin halini sordum
Gönlümde biriken sözüm var benim...

 

Uğur Olgar
KUYU

 
Yarınları çıkardım kovayla: Kuyudan
dünler mel mel bakıyordu: Kanları çekilmiş
ıslak saçlarıyla ayın üstünde oturuyordu: Bugünler
İstanbul’da yağmur yağıyordu: Boşalan denizlere
doluşuyordu vapurları yeniden yüzdürme beklentileri
aynalara hohlamaya korkuyordum: Buğum yaşlıydı
ellerim kırışmıştı hayattan kalanları: İsyânkar ayaklarımla
ezdiğim şehirlerin arka sokakları: Zurâfa sokağı mesela
bana hündür boylu bir savana canlısını anıştırıyordu
mesela uzanıp alabiliyordum en yüksek daldaki kelimeyi
altın dişli ağızlardan çıkan ilk kahkahalı kelimeyi
kırmızı onluk sıkıştırılırken bilezikle bilek arasına
 
Yalnızlığın altı rengini yaşadım durdum: Biri kaldı
içimde ukde: Bir ukulele bile çalamadım: Hırsızlar
hep kurşuna dizdi beni: Boş kovanlar biriktirdim
silahlar geri tepti: Barut fıçısı gibiydi g-3’ler
yalanım yok: Askerlik günlerime götürdüler beni
rakısına iddiaya girdiğim nişancılık günlerimin anıları
yüzbaşı hep kaybederdi, ben hep sırılsıklam sarhoş
Siyah: yedinci renkmiş öyle diyorlar: Görmedim henüz
göz kapakların lehimlensin de: Yalnızlık ne ki
sen o zaman gör Anya’yı, Konya’yı diyorlar.
 
Huni: Deliler çarşısında aradığım en gerekli malzeme
engerek yılanından zehrini istesem verir mi acaba?
ya da kuyruğuna bassam, kızdırsam: Kedim yanımda olmasa
zehir yeter mi acaba bütün kötü insanlara: Arasam mı?
baldıran otlarını Sokrates’in yaşadığı yerlerde: Bulsam mı?
Sur diplerini kendime mesken tutsam mı? Örtsem üstümü
Gökyüzü parçasıyla, altıma yeryüzü parçası sersem mi?
 
Para atsam kuyuya kaç akıllı çıkarabilir acaba? Amma
Hiç atar mıyım paramı kuyuya: Ben akıllıyım…

  

Murat Halıcı
MÖSYÖ ZAMAN

 
Tanıyorum sizi Mösyö zaman
Kırk haramilerin başısısınız
Terk edilenleri törpüleyen eğe
Bazı göz bebeklerinde
Ölüm telaşısınız
Aşk, ölüm ve güven
Diğer elebaşları haramilerden
 
Tanıyorum sizi Mösyö zaman
Tanrının sadık uşağısınız
Ona çalışırsınız an an
Bazen indirseniz de giyotini
Bazen şefkatli bir anne eli
Fısıltılarınız.
Masum bir defterdarsanız
Neden her taşın altından siz çıkarsınız?
 
Tanıyorum sizi Mösyö zaman
Pek bir acemi ressamsınız
Silerken durmadan boyadığınız yerleri
Nasıl bulmalıyım tablodaki yerimi?
Hem bilmiyorum ki
Boya mıyım tuval mi?
Herkes gibi dileğim
Baştan başlamanız 

 

Yaşar Özmen
İMGELEM-İMGE-İMGELEM

 

“İmgelem-İmge-İmgelem” dediğimizde, bu üç ardışık sözcükle ne anlatıyor olabiliriz? Sanat eserinin doğuşundan insanla eserin gelecekteki ilişkisine kadar bütün sanat sürecini açıklayabilir mi bu üç sözcük? Açıklayabileceğini düşünüyorum. Nasıl? İmgelem-imge-imgelem süreci; şiir, resim, müzik gibi tüm sanat eserlerinin doğuma hazırlık safhasından doğumuna, imge ve iletilerini kurmaktan okurda yeniden bir imgelem dünyası yaratmasına kadar izlenen zorlu bir yoldur. Daha anlaşılır biçimde söylersek, şairin düş ve imgelem gücü zenginliği, şiirdeki imge ve iletiler bütününü kurar; şiirdeki imge ve iletiler bütünü de okurla karşı karşıya geldiğinde okur imgelem dünyasını oluşturur. Eserin imgelem yaratma gücü etkin olduğu sürece de eser varoluşunu korur. Bir eserin yaratılışından okurda etki yaratmasına kadar geçen süreç, imgelem-imge-imgelem süreci değil midir? Önce burada kullandığımız ve bizim yazınımızda pek ele alınmayan imgelem terimini biraz olsun anlaşılır kılalım.

İmgelem; sanata ilişkin toplam bilgi birikimimiz, belleğimiz ve bilincimizin zihinsel ve duygusal olarak ortaya koyduğu tüm tasarılar, ilişkiler, düşler, sezişler, anlamsal görünüş ve görüntülerdir. Ancak burada düş ile imgelem arasında küçük bir fark vardır: Düş, zihnimizin toplam etkinliğidir; imgelemse, üretilmiş tüm sanat etkinliklerinden elde edilen zihnimizde tanımlanmış tasarımlardır. Bilgilerin yoğurularak anlamın derinliklerinde gezinilmesidir; düşlemin daha geniş alanıdır. Düş ve düşünme gücünün zihinde ortaya çıkardığı örüntüler evreni olarak da tanımlayabiliriz. Buradan şunu anlamalıyız. Sanatçının imgelem zenginliği, çeşitliliği, yaratıcılığı ve gücü; evren, yaşam ve insan ile aralarındaki ilişkiyi görme, duyma, sezme ve anlamlandırma yetisine bağlıdır.

İmgelem, sanatçının/şairin donanımı, sanatsal tasarılara yatkınlığıyla ilgilidir. Başka bir söylemle imgelemin kaynağı, sanatçının duyusal ve düşünsel dünyasında kullanılabilir duruma dönüştürdüğü sanata ilişkin tüm kültür varlıkları ve bilgi varlıklarıdır. Kullanılabilir bilgiden kastım, içselleştirilmiş ve anlamsal bütünlüğü zihinde hiyerarşik olarak tasarımlanmış bilgidir. Bir anlamda okunabilir, anlamlandırılabilir, görüntülenebilir bilgi toplamıdır. Şairin sezme, görme, duyma ve yaratma yetisi; yaşamsal deneyimleri, bilgi birikimi, evreni ve ilişkileri okuma biçimi ile doğru orantılıdır. Sahip olduğu bilgi kaynağı ne kadar güçlü ve tasarımlanabilir ise imgelemin gücü de o oranda fazladır, sıra dışıdır, yaratıcıdır. Bu yeteneğin niteliği; şairin fen, sosyal, insan bilimleri ilkelerine hâkimiyeti ve yaşamsal deneyimleri ile koşuttur.

Kısaca söylemek gerekirse sanatı ve şiiri, sanatçının imgelem gücü ve zenginliği yaratır; onun imgelem gücü ve zenginliği, duyusal ve düşünsel sürecin bilgi bütünlüğü ile olasıdır. Yani imgelemi doğuran kaynak, duyusal, duygusal, sosyal ve bilimsel işlenebilir sanatsal bilgidir. Bilgi olmadan, bilinç yerli yerine oturmadan, sezme ve güçlü görme olasılığı hemen hemen yoktur; düşlem sınırları zayıftır; bununla birlikte sanatta yaratıcılık ve sıra dışılık olası değildir.  

Buraya kadar olan bölümcelerde imgelemi açmaya çalıştım. Şimdi imgelemin doğurduğu imge kavramını biraz olsun açalım.

İmgelemi dil aracılığıyla anlama ve görüntüye taşımak, diğer bir söyleyişle imge kurmak daha belirgin bir süreçtir. Bu süreç; dil, hareket, ışık, renk, şekil gibi sanatın asıl diline aktarılma aşaması ve anlamsal yoğunluğun ortaya konmasıdır. Artık şair zihninde tasarladığı anlamsal görüntüleri, sanat dili ile nesnel duruma dönüştürmektedir. Şair, imgelemiyle bir anlam alanına, görüntüye ve bunlarla bütünlüklü bir imge sistemine ulaşacaktır. Kafasında tasarladığı anlam ve imgeyi dil ile nesnel duruma getirmek, şiir yazmanın dilsel, yazınsal ve teknik boyutudur. Bu boyut üzerinde durmayacağım; çünkü bizim yazınımızda üzerinde durulan, sürekli dile getirilen, yazılan, çizilen boyuttur. Buna karşın konuyu açıklayabilmek için imgenin ne olduğu konusunda ayrıntılı bilgi vermek gerekir diye düşünüyorum. Şöyle ki:

Şiirde imge; ses, anlatım, anlam ve çağrışımın toplam sonucudur. Okur birikimiyle görünürlük, anlaşılırlık kazanır. Özellikle şiir gibi örtük ve anlam bağlamı geniş dil kullanan sanatlarda çok anlamlılık, çağrışımda rastlantısallık dolayısıyla anlamda rastlantısallık mutlaktır. Rastlantısallık terimini kullanmak zorunda kaldım; Gerçeküstücülükte dile getirilen rastlantısallık terimi ile karıştırılmaması için konuyu hemen açıklamalıyım:     Okurun; algı, anlama, bellek, bilgi birikimi, düşünme biçimi ve yaşamsal değerlerine göre şiirden ulaşacağı anlam ile zamanla bilgi gelişimine bağımlı olarak şiirin uğrayacağı anlamsal genişlemeye “rastlantısal anlam” diyorum.

İmge sadece iki uzak söz tamlamasıyla (bağdaştırma) değil; sözcük, söz kaynaşması, deyim, dize, mısra, kıta, bölümce veya şiir bütünlüğünden doğurulabilen sonuçlardır.

İmge; hareket, biçim, renk veya sözle görünüşe taşınan değerlerdir ve aynı zamanda yeni imgelem alanları yaratma gücüne sahiptir. Örneğin, //Usun tekbirle kelepçeye vurulduğu yerde // dizesinde tekbirle kelepçe, İslam kültürünün yoğun olduğu ülkelerin geri kalmışlığını, vahşetini, pozitif bilimleri göz ardı etmesini düşünebiliriz. Bu dizede dikkatli bir imgelem çözümlemesine gidersek, tek başına “kelepçe” sözcüğü bile imge ve arkasından bir imgelem süreci doğurma gizilgücüne sahip olduğunu görürüz. (Örneğin, durun ve “kelepçe” sözcüğünün zihninizde nereleri kurcaladığını bir düşünün.)

Ayrıca şiirin temel ögesi olan şiirsel ezginin, imgesel bir değeri ve imgelemi yöneltme gücü vardır; ayrıntılı ve teknik bir konu olduğu için şiirsel ezgi konusuna burada girmiyorum.

İmgelem-imge sürecini ele aldıktan sonra, üçüncü sırada olan ‘imgelem’den söz edelim. Sanat eserinin izleyicisi ile ilişkisinin nasılını açıklayan bir basamaktır bu. Örneğin, okurun şiirden anladığı ve şiirden ulaştığı toplam sonuca okur imgelemi diyebiliriz. 

Şairin imgelem gücüyle bir anlam bütünlüğüne ulaşılmış, anlam imgeye dönüştürülmüş ve şiir yazılmıştır. Eser veya şiir okur ile karşı karşıya gelmiştir. Şiir anlam, anlatım, ses ve çağrışım gibi kendine özgü dil varlığıyla okurla bir başınadır artık. Şiirdeki anlam, anlatım ve ses gibi özellikler, çağrışım-coşum ve estetik değer etkisiyle okurda anlam, görüntü ve duygu durumunu oluşturmaya hazırdır.

Çağdaş sanat anlayışı eseri açık, organik ve hareketli bir bütün olarak ele alır. Bu kavrayış sonucu; sanatçı, eser ve bunların içinde en önemlisi sanat alıcısının (izleyici) etkin bir konuma yükseldiğini görürüz. Daha açık söylersek bir sanat eseri izleyicinin zihinsel gücü oranında kavranır. Şairin imgelem kaynaklarının genişliği ve şiirin imge uzamı, okurun bilgi birikimi ve anlamlandırma yetisiyle doğru orantılı olarak değer kazanır. İnsanda estetik beğeni dediğimiz duygu durumu bu aşamadan sonra oluşur.      

Sanat eserinin duyusal ve gerçek varlık alanları, izleyicinin evren algısı ve bilgi birikimine göre yeni anlam evrenine açılır. Bununla birlikte şiirin anlam ve çağrışımı ister istemez insan zihninde yeni imgelem ve görüntülere evrilir. Şiir, dil varlıklarını gerçek, soyut ve gerçeküstü bağlamda sıra dışı kullanan ve çokanlamlılığa yönelten bir sanat dalıdır. Okur da bu anlam çeşitliliğinden çok farklı anlam ve görüntü üretebilir. Yani okurun geçmişten gelen temel verilerine, bilgi düzeyine, görme, işitme ve duyma gelişmişliğine bağlı olarak çok çeşitli imge ve anlam gurubuna ulaşabilir. İşte ulaşılan bu imge, anlam ve görüntüler; okurun bellek ve bilgi birikimine bağlı olarak yeni bir imgelem süreci başlatır. Yani şiir, okuru yeni dünyaya alıp savurur ki bu savruluş çağrışımsallık taşır, rastlantısallık taşır. Okurun kurduğu imgelem, şiirin iletileriyle her zaman örtüşmek zorunda değildir. 

Şair, şiirdeki ileti, imge ve anlam açılımını doğal olarak kendi tekniği ile yönlendirir. Ancak; okur şiirle iletişime girdiğinde şiiri anlamlandırması sınır ve kural tanımaz. Anlamlandırma; okura, zamana ve yere bağlı olarak daha öteye yönelebilir, kapsamı daha geniş olabilir veya zamana bağımlı olarak tam tersi bir değişime uğrayabilir. Diğer dil sanatlarında sözcük veya tamlamalar çoğunlukla belirli bir şeyi göstermek ve anlatmak için kullanılır; şiirde ise sözcük ve tamlamalar, çoğunlukla gerçek anlamın dışında duygulandırma, sezdirme, farklı görüntüleri çağrıştırma veya daha derin anlamlandırmaya yöneltir. Şair, okuru istediği anlam tabakasına taşırken aynı zamanda okurun imgelem dünyasını uyandırmak ister. Yani şiirdeki sözler gerçekte söyledikleri şeyin ötesine uzanır, okurun belleği ve bilinci anlamın daha öteye uzanmasına ya da dönüşüme uğramasına katkı sağlar.

Özet olarak, imgelemden imgeye, imgeden imgeleme dönüşümlü bir zihinsel akış süreci vardır ve bu süreç okurda rastlantısal anlam ve çağrışımsal imgelem alanlarını doğurmaya açıktır.

İmge, şair tarafından şiirindeki söz ve duygu değerleri ile oluşturulur; ancak okurun bilgi birikimi, yaşamsal değerleri, belleği ve zamansal dönüşümler nedeniyle imgelerin uzamları ve yönelimi ile okur imgelem sınırı kontrolsüzdür. Okurun sezgi yetisi, bilgi birikimi, yaşamsal deneyimi, dünyayı okuma biçimi ve anlamlandırması ile koşuttur. Bu da çağdaş sanat anlayışının en temel yaklaşımıdır.

İmgelem-imge-imgelem; sırasıyla bir eserin doğuşundan varoluşuna, gelecekte alacağı anlamsal ve estetik değere kadar toplam süreci ifade eden bir tanımlamadır. İşte bizler sanatçıya, esere ve eserin ilgili olduğu okura döndüğümüzde ulaşacağımız görüntü budur. Eğer sanat çözümleme ya da eleştiri gibi işlere soyunacaksak bu süreci temel almalıyız. Süreç; sanatçının imgelem kaynaklarından okurun/alıcının imgelem yetisine, bilginin zamanda gelişiminden yaşam koşullarının dönüşümüne kadar çok geniş bir alanı kapsamaktadır. Şiirde ve sanatta hedef, okurun imgelem dünyasıdır; onun estetik yargısı için açık ve kapalı deliller sunmaktır. Öne süreceğimiz delillerin altı dolu olmak zorundadır. Anlatımı sıra dışı olmalıdır, felsefi bağlamı güçlü olmalıdır, özellikle sevgi ve türevlerini barındırmalıdır. 

21 Ocak 2019, Narlıdere

 

Sophia Jamali Soufi (İran)
SÜRGÜN

 
Pencereler her zaman karanlığa açıktır
Nefeslerini sayıyorsun
On yıl
Yirmi yıl
Birkaç bölüm daha
Bitime kaç ay kaldı?
Görüyorsun, yalnız acılara sürgün ediliyorsun
Bireysel acılara
Gülüşüne aynalar bile gülmez
Rüzgarlar bile saçlarını dağıtmaktan korkmuyor
Bilmiyorsun
Ya korkmalısın ya da umutlu olmalısın
Pencereler her zaman karanlığa açıktır…
 

 

Muhammet Baran Aslan
ÖYLE BÖYLE ŞEYLER İŞTE

 

Seni görmekler konar zihnimin pencerelerine.
Sana yağmaklar düşer payına gözyaşlarımın.
Maniler dizdim mazinin telgraflarına senden habersiz.
Yerden yüksek, körebe, saklambaç oynayan çocuklar arasında
Ve ıraklarda aradım ıtırından yontulmuş oyuncakları.
Elimde bir fincan kocakarı çayı, şifaymış, belli…
Tenimin boşluklarını dolduruyor gibi bir şeyler
Ahlar, vahlar; çekip gitme istekleri ve daha nicesi…
Baktım olmuyor, aldım elime kalemi, yazdım bir mektup ve dedim ki:
 
Hemdaşımsın, sırdaşımsın, canımsın.
Güneşimsin, yıldızımsın, ayımsın…
 
Görmeyeli daha bir uzamış sanki minareleri çarşıdaki caminin.
Sokaklar hercümerç, sokaklar cam kırıkları…
Hiç mi temizlemiyorlar yahu şu kaldırımları!
Esnaf lokantasının kokuları ve korna sesleriyle doldurup kendimi
Tutuyorum ele ele yürüdüğümüz evin yolunu.
Konu konuyu açıyor yolda, tutturuyorum bir yalnızlık sohbeti.
Baya kafa dengi adamın be, iyi anlaşıyoruz kendimle.
Elim paltomun cebinde, avcumda ufalanmış kuru bir çiçek.
Renk renk lambaların altından ve yavru kuşların sesinden geçip
Varıyorum eve, parmaklarım deli deli.
Baktım olmuyor, mırıldandım bir türkü ve dedim ki:
 
Sen sensizlik deryasında kıyımsın.
Güneşimsin, yıldızımsın, ayımsın…
 
İçimde hiçliğe koşan teker izleri.
Gizliyorum anamdan kalma nakışları.
Süt renkli, tozlu bir kitaba uzanıyor elim.
Şiir okumalıyım ve yenmeliyim seni, belli…
Ne çabuk gelmiş hafta sonu ama neyse
Şimdi oturup enikonu bunu mu tartışayım “ben”imle.
G/ezerek aşındırmaya çalışıyorum zamanın bastonunu ya
Bakma!
Ama ben baktım olmuyor, koydum teybe bir kaset ve dedi ki:
 
Ey dilruba sen mısram ve sazımsın.
Güneşimsin, yıldızımsın, ayımsın…
 
Uyuyup uyanmalar ve gümüş rengi gözlüğüm…
Sanki evvelden beri ne sağ ne ölüyüm.
Kapının altından itilmiş fişler ve faturalar.
Aman ha devir fahiş işler devri.
Ne zaman yağacak acaba karlar?
Nasıl ısınacağım bir nebze olsun, sarılmalık sen olmadan?
Başım kel de fikirlerim hep böyle işte; kördüğüm!
Canıma yetti şu sızlanışlar
Ben rahat rahat iki lokma ekmek yiyemeyecek miyim?
Ben mi yıkayacağım ölsem dahi ölümü!..
Gittin ya farkında değilsindir şimdi.
Sen bağrımda eskisinden de güzel
Ben bu yolda eskisinden de hüzünlü…
Baktım olacak gibi değil, okudum bildiğim tüm duaları
Ve en son sinip de köşeme dedim ki;
Belli ki hem cinnet hem dermanımsın.
Güneşimsin, yıldızımsın, ayımsın… 

 

Fazilet Özkan Por
AMERİKA’YA YOLCULUK

 

Bir yolculuğun sabahındaydılar yine!..

Çocuklarına, canlarına kavuşmak için çıktıkları sayısız yolculuklardan biri başlıyordu erkenden.

Gün ağarmadan. Kent uyanmadan... Düştüler yola, özlediklerine doğru.

Mevsimlerden kış. Günlerden bir gün!..

Siyah balıkçı yaka kazağın üstüne giymişti sevdiği deri ceketini; sabahın ayazında üşümekten çekinik. Kahverengi ceketine uyduruverdiği, taba, siyah, bej, sarı renkli geometrik desenli ipek fuları yakışmış mıydı? O telaşla bile kapının yanındaki boy aynasına bakmadan edemedi. Giydiklerini son kez ivedilikle gözden geçirdi. Oğulları şık görmeliydi, “Her halinle güzelsin” dedikleri annelerini. Bilmez miydi? Bilirdi tüm annelerin dünya güzeli olduğunu. Sevinirdi yine de sözlerine. Görünüşünden hoşnut; ‘beğenmesem değiştirebilecek miydim ki?’ dedi; gülümseyerek çıkışa doğru yürürken.

Apartman kapısından çıkar çıkmaz yüze çarpan hava yağmur kokulu. Yerler hafif nemli. Aralık ayını yadsıyan, var yok arası incecik bir serinlik sarmalıyor tenini; ürperiyor. Baharın başı mı yoksa sonu mu belirsiz? Eskilerin kışında bir mevsimdeydiler ama değil. Hiç değil!  Duygular misali yaşanıyor mevsimler de. Yazı kışı baharı iç içe!..

 Kitap dolu el çantasının ağırlığından ateş bastı taksiye doğru yürürken. Çocuklar söylenecekti yine: “Anne, kolların uzayacak bir gün bu kitapları taşımaktan. Neden E-kitap okumuyorsun ki?” Takside bekleyen eşinin yanına, arka koltuğa attı kendini ter içinde.

Yıllardır aynı transfer şirketi ile gider gelirlerdi. Sürücüsü bile değişmezdi çoğu kez. Apartmanın kapısında görür görmez arabanın kapısını açar, güler yüzüyle; “Günaydın” diyerek karşılardı Hakan. Yol boyu da sohbet ederlerdi.

 Bu kez gelen, Hakan’a da diğerlerine de benzemiyordu. Yarım ağız bir: “Günaydın!” dedi. Ardından “Bavullarınız da çokmuş!” diye ekledi.  Taşıyabilecekleri yük sınırını aşmayan üç bavul otomobil için çok görünmüştü gözüne. Oysa kolayca yerleştirildi bagaja. Yola çıktılar; karanlıkta.

Yarım saatten uzun süren yol boyu, hiç konuşmadan geldiler havaalanına gün ağarırken.

***

Baş döndüren bir hareketlilik yaşanıyordu bugün havaalanında. Yolcular mı, yolcu uğurlamaya gelenler mi olduğunu bilemedikleri bir başka ivecen kalabalık vardı?..

Biletleme, bagaj teslimi, binilecek uçağın kapılarına geçebilmenin telaşıyla gidip gelen yolcular arasına karışıverdi onlar da. Ardı sıra sürükledikleri bavullarıyla, kadın erkek, yaşlı genç koşuşturan yolcu kalabalığının hızına uyuverdiler.

İlk işleri, biniş kartı alıp bavulları teslim etmekti.

Check-in yaptırmış, koltuklarını belirlemişlerdi bir gün önceden. Biniş kartı almak, bavullarını teslim etmek için girdiler sıraya.

Önceki uçuşlarda açık olanlar yetersiz kalıp kuyruklar uzayınca yeni kontuarlar açılıyordu. Sabahın mahmurluğu yüzünden okunan özel giyimli görevliler oturuyordu boş duran kontuarlara.

Gri etek, kırmızı ceket giymişler, başlarında da kırmızı şapkaları vardı görevli kadınların. Kimileri de görev kıyafeti olan şapkasının altında türbanlıydı.

Üniformalara uydurulmuş türbanları görünce dayanamadı: “Yaşadığımız çağın tüm olanaklarından yararlanırken; ‘dinimin gereği’ diyerek yüzlerce yılın gerisinde giyinmek de ne demek oluyor? Evinde, çarşı pazarda kendi halinde bir örtünme değil ki burada gördüğümüz. Sosyal yaşamda, çalışma ortamında örtünme!.. İş yaşamının gerektirdiği kıyafet zorunluluğunu, koşulları zorlayarak üstelik. Anlaşılır gibi değil? Kimi din adamlarının bile “dinimizde yeri yoktur, örtünme bir gelenektir tartışması yaparlarken… Türkiye’nin dünyaya açılan en önemli pencerelerinden biri olan havaalanlarında... Atatürk’ün çağdaş Türkiye’sinde… Bir yandan ‘Avrupalıyız!’ derken, öte yandan dinsel simge ile toplumdan ayrışmak!.. İnanç için mi çıkar için mi? Hangi nedenle olursa olsun kabullenemiyorum. Alışamıyorum. Hele de küçücük kız çocuklarının örtünmeye zorlanmalarını!” Biraz da sesini yükselterek, eşine söylenip duruyordu; sıradakilere de duyurarak!.. Söylenirken geldi sıraları.

Check-in işlemlerini yapacak genç kız da türbanlıydı. Önceden koltuk seçimi yaptıklarını belirttiler; pasaportlarını uzatırken. İşlemlerini yaptı, biniş kartlarını verip, bagajlarını teslim aldı asık suratıyla.

Eveeeet! Biniş kartları hazır, bavulları da teslim edildi. El bagajı dışında yükleri kalmamıştı. Bavulun birisinde kilo eksiği olunca el çantasındaki kitapların çoğunu ona yerleştirdiler. Elindeki yükü azaltmak iyi olmuştu. Çantası hafifleyince rahatladı!.. Artık iç hatlara geçip uçağın kalkış yapacağı kapıda, uçuşa dek dinlenebilirlerdi. Gecikme olmamasını umarak elbette!.. Gecikme bir sonraki dış uçuşlarını tehlikeye sokardı ki!.. Eyvah eyvah!..

Güvenlikten geçmek için bekledikleri sırada gördükleri gözü yaşlı kucaklaşanlar yürekleri sızlatıyordu. “Ne zor şey ayrılık! Nasıl da hüzün verir sevdiklerinizden kısa süreliğine bile olsa ayrı düşmeniz, uzağa gitmeniz?” dedi eşine, içi burkulurken… 

Biliyordu her yolculuğun bir özlem, bir kavuşma olduğunu. Biliyordu sevdiklerinizden her ayrılığın sonsuz hüzün, kavuşmanın mutluluk yaşattığını. Duygulardaki çelişkilerin kaçınılmazlığını... Şarkılar bile “Her bir dertten olur yaman ayrılık” demiyor muydu? Esenleşenlere bakıp, bu yolculukla kim hangi sevdiğinden ayrı düşüyor bilemiyorlardı elbette. Ama hemen önlerindeki sımsıkı sarılmış gözü yaşlı sarışın kızla, uzun saçlı, esmer, üzgün erkeğin sevgili olduklarını anlamak için falcı olmaya gerek yoktu. “Gözden ırak olunca gönülden de ırak oluyorum!” diye mi düşünüyordu şu tatlı kız acaba? “Neden o güzel bakışların hüzünlü, gözlerin yaşlı? Eğer umurundaysa varlığın, yüreğindeyse sevgin, kalsan da bir gitsen de! diyebilsem anlayabilir miydi beni, duyabilir miydi sesimi? Sanmıyorum! Ne duyabilir ne anlayabilir! Öyle üzgün görünüyor ki!..” diye geçirdi içinden. Ve derindeeen bir “ooof!” çekti.

***

Güzel bir uçuş oldu. Geçmişte çok ağırını yaşadıkları, herkesin korkudan çığlıklar attığı, türbülansa da girmedi uçak; korktukları da olmadı. Ankara’dan, İstanbul Havalimanına bir saatlik uçuş ile tam zamanında, 11.00 de iniş yaptı uçakları. Devasa kanatlarıyla minicik kuş kadar hafif bir inişti. Koskoca uçağın teker koymasından kimsenin rahatsız olmadığı inişi başarmıştı kaptan pilot. Ve alkışı hak etmişti.

Uçağın hızla boşalmasıyla iç hat yolcuları çıkış kapısına yöneldi. Onlar da dış hat kapısına…

Dış hat yolcularının, uçuş öncesi yapılacak daha başka işleri de vardı bu havalimanında; diğer uçuşa dek. Önce gümrükte pasaport kontrolünden, ardından da güvenlikten geçilecekti. Hele Amerika yolcularının güvenlik geçişlerini düşünmek bile istemiyorlardı. Elinizdeki çantalarınızın içi dışına çıkarılıyor, didik didik didikleniyordu. O nasıl aramaydı öyle? Yolcu değil suçlu gibiydiniz; gülümsemeyi unutmuş suratlı görevlilerin gözünde. Böyle sıkı aramalardan geçirilen yolcuların, yasal olmayan şeyleri yurtdışına götürülebilmeleri anlaşılır gibi değildi!..

Pasaport ve güvenlik geçişleri için de koşar adım yürünerek, uzuuun bir yol katedilecekti.

İstanbul Havalimanında transit yolcularla birlikte, dış hatlara doğru yürürlerken hızla:

“Eeeeee yavrularınızın, torununuzun özlemiyle, sızlıyorsa direği burnunuzun… Göze mi görünür çekilenler?” dediler.

Yürüdüler…

 

Suat Gürbüz
AKLI BAŞINDA BİR PSİKİYATR

 
aklı başında bir psikiyatr yatıştırmaya çalışıyor
görüyorum ruhumu çalan hırsızın dükkânındaki ucuz işleri
o, kendimle olan hesaplaşmalarımda indirim yapıyor
kendini sev derken şımartıyor içimdeki narsisti
 
aklı başında bir psikiyatr manzaramı değiştiriyor
gidip gelmelerimin içinde inşa ediyorum ülkemi
o, ormanımdaki saklanan ağaçları gösteriyor
yapraklarımı dökerken açığa çıkarıyor çıplak gerçekleri
 
aklı başında bir psikiyatr duvarlarımı yıkıyor
battaniyemin öğütlerinde sarılıyorum içimdeki ayaza
o, arkamda bıraktığım tipiyi kesip önüme güneşi koyuyor
güzellikler açıyor insanların soğuk davranışlarında
 
aklı başında bir psikiyatr bana aşkı anlatıyor
öğreniyorum hisler kayığında başka canları taşımayı
o, yaşanmışlıklar nehrindeki balıkları besliyor
bir parça sevdalı sözcükle anlıyorum hayatın detaylarını 

 

Yaşar Özmen                         
DÖRT AYAKLI BULUTLAR

 
Şirret şimşekleri besler nasırlı avuçlarda
Baş üstünde süzülen şu çılgın bulutlar
Yağmursa bahane çiler geçer, toz bulanır
Her yer sarı, kuru otlar, dört mevsim, dört iklim
Yaşamları uyutmuş boz bulanık inançlarda.
 
Kıvılcım özler şimşekler, elinde mızrak
Çocuklar, kadınlar, acı barut kokuları
Gözlerinde afyon ateşi, sevgiyse kofdil
Boyar hırsla gökyüzünü, fırçası ehil
Bir yarıya daha karanlık, boya, buhur, peçe
Cenge cepkeni hazır kadınlık saflarında.
 
Dört toynağı atının, dört vuruşu toprağa
Tırıs her basışta, boşalır, çözülür, ezilir
Eksiği suçundan süslü kafa taslarında
Dört paraya kırk haydut besler usu
Ceberut bir geçmişe yaltaklık erlik görevi
Gün yüzü görmemiş, dört görkemli yaşamlarda.
 
Nalbant nallama yerine, dörtnal dört toynağa
Gerilla zekâsı, doğaya kanun koyar kasıklarında
Dört kültür dört fırtına, ölüme yenilikçi devrim
Böyle mi okunmalıydı, bilime ne gerek dört kitabında.
 
Düzgüler üstünde güneş var ey dört ayaklı bulutlar
Kur devrim giyotinini, aklın evrimine özlem var.
                                                 Mart 2014 

 

Şehnaz İşeri
CEHENNEM ÇİÇEKLERİ

 

Sitede aşağı doğru inerken yanından geçtiği yeşil yaprak öbeklerinden oluşan bitkinin üzerindekine baktı kadın görmedi önce döndü sonra gördü. Ne kadar da güzeldi. Öyle çiçek delisi değildi yirmi iki yıl öncesi gibi ama pek beğenmişti bahçesine isterdi onu doğrusu. “Yoksa pembe yasemin mi?” diye mırıldandı sevinçle. Önünde yürüyen yeğeni döndü sordu: “Ne dedin anlamadım?” “Ama zakkummuş” dedi kadın şaşkınlıkla kendi kendine. Yeğeni duydu ama duymazdan geldi. Zaten duyacak hali de yoktu. Bisiklet süren küçük oğlundaydı tüm dikkati. Afacanın pedalsız bisikletin üzerindeki hali pek matraktı doğrusu. Taş Devrindeki Fred Çakmaktaş’ın araba kullanmasını akla getiriyordu: Yürüyerek zaman zaman da koşarak. Yaşasın bacak kasları!

Yaşasın en nihayet gördüler beni diye çığlık çığlığa sevinecektim ki kadın pembe yasemin demesin mi bana. Toz pembe rengi dört çanak yapraktan oluşuyorum. Yaseminlerin altı ya da yedi çanak yaprağı olur. Hem yasemin dediğin beyazdır, sarıdır ya da mavi. Pembe yasemin olmaz ki. Üç gün önce rüzgâr beni dalımdan koparıp bu yeşillerin üzerine fırlattı. İnsanoğlunun dediği gibi hakikaten üç günlükmüş şu dünya. Gençliğimin baharında göçüp gideceğim. Dalımda ihtiyarlamayacağım. İnsanoğlunun sandığının aksine çanak yapraklarım kırış kırış olduğunda ölmüyorum. Dalımdan düşene kadar bumburuşuk bir ihtiyar olarak yaşamaya devam ediyorum. İnsanların yaşlandıklarında hareketlerinin yavaşlaması, güçten düşmeleri buna rağmen bir süre daha hayatta kalıp öte tarafa geçmemeleri gibi.

Öte taraf çok korkutuyor beni. Zakkumlar cehennem çiçeği olarak “O çılgınca yanan ateşin dibinde bitip çıkacaklar”mış (Saffet Suresi 64.ayet) “Günahkarlar karınlarını zakkumların acı meyveleriyle tıka basa dolduracaklar”mış (Saffet Suresi 66.ayet) “Meyveler eritilmiş maden gibi karınlarında fokurdayacak”mış (Duhan Suresi 45.ayet) “Üzerine de susuz devenin su içişi gibi kaynar sular içecekler”miş (Vakıa Suresi 56.ayet) Kuran’da böyle yazıyormuş. Ağaç Baba on sene önce artık bugün hayatta olmayan önünde konuşan iki yaşlı kadından duymuş bunları. Yaşlı kadınlar veryansın ediyorlarmış Site Yönetiminin zakkum ağacı diktirmesine.

Ağaç Baba daha sonra bizlerle ilgili başka şeyler de öğrenmiş. Rüzgâr insanlardan duyduklarını esintileriyle taşımış ona. Hiroşima’ya 1945 yılında atılan atom bombasının ardından artık burada hiçbir bitki yetişemeyeceği düşünülüyormuş. Ama ertesi sene zakkum çiçekleri açtığında herkes çok şaşırmış. Burada yaşayanlar umutlanmış. Bugün zakkumlar şehrin resmi çiçeği olarak itibar görüyormuş. Ağaç Baba bize başka şeyler de anlattı: “İçeriğinizde bol miktarda bulunan oleandrin eczacılık ve ilaç yapımında kullanılıyor. Yapraklarınızla insanlar şifa buluyor. Yapraklarınız idrar söktürücü ve kalp kuvvetlendirici olarak kullanılıyor. Zeytinyağı ile yoğrulmuş yapraklarınız uyuz olan insanları tedavi eder. Ayrıca vücut bit ve parazitlerini de yok eder.”

Bizim o güzel dik duran on sekiz santimetre boyunda kırmızımsı kahverengi kapsül şeklinde meyvelerimiz ve tomurcuklarımız yine Kur’anda şeytanların başlarına benzetiliyormuş: “Onun meyveleri şeytanların başları gibi korkunç ve tiksindiricidir” (Saffet Suresi 65.ayet) Güzel kokumuzu rüzgâr insanlara götürdüğünde onlar “Bu ne güzel koku. Hangi çiçeğin?” diye soruyorlar. Bizden geldiğinin farkında bile değiller. Ölüm yaklaştı galiba. İnsanların dediği gibi tüm hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor.

Kadın dört yaşındayken DSİ Kampında yüzme yarışmasına katıldığı o günü hatırladı. Anıları gözlerinin önünde canlandı: Yarışma için adını yazan abiler adıyla beraber soyadını da söylemesini çok beğenmişler, diğer çocuklara onu örnek göstermişlerdi. Kollukla katılmıştı yarışmaya. Kolluk, simit serbestti. Kendi yaşında, kendinden büyük, ilkokula giden çocuklar da katılmıştı yarışa. Ve yarış başladı. Kolluklarının imkân verdiği ölçüde yüzmeye çalışıyordu. Kabarık kolluklarla kulaç atmak çok zordu. Yaptıkları yüzmeye benzemiyordu. Denizin içinde kolluk ve simitlerle çırpınan bir yığın küçük çocuk. Önce on bir on iki yaşlarında bir oğlan yanından geçti. Peş peşe geçiyorlardı onu. Hızını arttırmaya çalıştı. Ha gayret! Arkadaşı başka bir küçük kız geride kaldı. Yüzebildiği kadar yüzdü. Ve yarış bitti. Birinci on bir on iki yaşlarındaki o oğlandı. Yüksekçe bir yerde duruyordu. Birinciliği ilan edildi. Alkışlandı. Pembe zakkumlardan yapılmış kolyeyle ödüllendirildi. Sonra ikinci gelen, üçüncü gelen duyuruldu. Alkışlandı, zakkum kolyeleri takıldı. Bu seremoni çok hoşuna gitmişti. O kadar insanın seni alkışlaması çok gurur vericiydi. Hele kolyelere bayılmıştı. Heyecanla sıranın ona gelmesini bekliyordu. Sonra dördüncü olan yarışmacı ilan edildi, alkışını aldı, pembe zakkum kolyesi takıldı. O beşinci olmuştu. Alkışlanıp ödüllendirilmedi. Çiçek kolye takılmadığı için hayal kırıklığına uğramıştı. Abisinin yanına gitti. Sadece “beşinci oldum” dedi üzgün üzgün. “olsun” dedi abisi. Abisinin kız arkadaşı sevdi onu, kendi havlusuyla sarıp sarmaladı.   

 

Erçağ Akarca
SOYUT

 
Sessizliğin ortasından haykıran bir fırtına gibi caddedeki gözler
Kulağımızı tırmalıyor sinsi bir yalnızlığın örttüğü sözler
Bir adam kendi bakışsızlığını soluyor kadranların gövdesinde
Bir garibin şekline bürünüyor kimsesizliğin yıprattığı kaldırımlar
Renksiz bir tablonun hür çığlıkları siliyor duvardaki zıtlıkları
Zıtlıklar; bir insanın gövdesini akan zamanın içinde yakan odalardı
Her insan kendi odasının gölgesinde bakışlarını arardı
Bakışlarını bulduğunda insan bakışsızlığı nerede saklardı?
Açılırdı gökyüzündeki bungunluk, yelkovanlar akrepleri kırardı
Renkli bir masanın etrafında sadece yalnızlığın eskizi kaldı
Seslerin ortasından hızlı trenler kalkıyor bir akşamüstü
Ayaklarım balkonları arıyor bir şehrin yönsüz hüznünde
Bakışlarımı gölgesinde bıraktığım tablolar soyut
Şekline büründüğüm kimsesiz kaldırımlar soyut
Titrediğim odalarda beliren tozlu aynalar soyut...

  

Cengiz Köse

GÜL APARTMANI

 

Ben bir apartmanım. Daha doğrusu apartmandım. Artık bir moloz yığınından başka bir şey değilim. Taşı, parkesi, doğramaları, camları, demirleri, umutları, sevinç ve derin acılarıyla tam bir moloz yığını…

‘Apartman da konuşur muymuş, duyguları olur muymuş’ diye bunu saçma bularak hemen itiraz edenlerin şunu düşünmesini isterim: ‘Taşların dili olsa neler anlatırdı’ derler ya. İşte o an geldi. Biz insanoğlundan önce bu dünyada vardık. Belli ki insanoğlundan sonra da var olacağız. Var olduğumuzdan beri çevremizde olan bitenin farkındayız. Ama içimize atıyor olmamız duygusuz, düşüncesiz olduğumuz anlamına gelmez. Öyle şeylere tanık olduk ki artık dile gelmenin zamanı geldi.

Benim de bir adım vardı, adresim vardı.

Adım Gül Apartmanı’ydı. Ne ironik değil mi? Adresime gerek kalmadı artık. Çünkü ne bir mektup gelecek ne sucu ne tüpçü. Kimse beni aramayacak, Çocuklar neşe içinde merdivenlerimden koşturmayacak, kimse onları ‘Dikkatli olun!’ diye uyarmayacak. Bütün o sesler moloz yığını altında sıkıştı, kaldı...

Her neyse; 5 katlı, geniş pencereleri olan, her bir dairesinde 3 odası bulunan, 10 daireli bir apartmandım. Her sabah kimi telaşlı, kimi heyecanlı ne bileyim çok çeşitli duygular içinde uyanan, kahvaltı yapan, dairelerinden çıkıp okula, işe, alışverişe giden 56 insanoğlu ile onların can dostları 2 köpek 2 kediye yuvaydım. Onlarla uyur onlarla uyanırdım. Uyurdum dediysem lafın gelişi. Günün hangi saati olursa olsun 5 dakika geçmez mutlaka bir hareket olurdu.

Herkesin bir sırrı vardır. Onların tüm sırlarını bilirdim. Birbirlerinden saklarlardı ama benden saklayamazlardı. Kendi kendilerine kaldıklarında konuşmalarını duyar, yaptıklarını görürdüm. Düşüncelerini, hedeflerini ve niyetlerini bilirdim. İzledikleri dizileri izler, dinledikleri müzikleri dinlerdim. Kavgalarının, sevişmelerinin tanığı bendim. Kimin sofrası zengin, kim aç yatıyor bilirdim. Kim zeki, kim tembel, kim namuslu, kim hırsız görürdüm.

Bütün bunlara tanık olan birinin hala duygusuz kalacağına inananlara düşüncelerini iade ediyorum.

Örneğin 9 numarada Mehmet Bey 5 çocuğu, eşi ve yatalak annesiyle yaşardı. En üstteki 2 daireden biri olduğu için kışın yağan yağmurdan odalar etkilenir, nem alır, ısıtmak zor olurdu. Mehmet kiracıydı. Okula giden 3 evladı vardı. Bir fastfoodda çift mesai çalışırdı. Yatalak annesi ve en küçükleri henüz bebek olan çocuğuna bakmak için karısı işten ayrılmak zorunda kalmıştı.

Mehmet çalıştığı yerin çöpüne atılmış yiyecekleri toplar eve getirirdi:

Mehmet bir gün işyerinin kapanış saatinde müdürünün satılmamış yiyeceklerin listesini yaptığını ve çöp poşetine attığını gördü.  Müdür ertesi gün, daha da ertesi gün aynısını yaptı. Kimi zaman üç kişilik kimi zaman neredeyse on kişilik menü kaydı tutularak çöpe atılıyordu. Mehmet’in aklına bir düşünce geldi ve müdürün yanına gitti: ‘’Müdür Bey benim evde iki köpeğim var. Acaba bu çöpe atılan yiyecekleri onlar için alsam olur mu?’’ Müdür karşısında utana sıkıla duran Mehmet’e baktı. Köpeğinin olmadığını biliyordu. Mehmet çalışkan bir personeldi. Fastfoodların ağır iş koşullarında personeller bir yıldan fazla dayanamaz ayrılırlardı. Mehmet neredeyse dördüncü yılını dolduracaktı. Mehmet’in gözlerinin içine sıkıntıyla bakan Müdür; ‘’Olmaz Mehmet. Yasak. Şirket politikası. Satışı yapılmayan ürünlerin kaydını tutup çöpe bırakmak zorundayız. Yoksa senin de benim de başımız belaya girer.’’

Mehmet başka bir şey demedi ancak her akşam kaydı tutularak poşetle çöp konteynerine atılan yiyecekleri takip etmeye ve oradan almaya başladı. Çöp konteynerinden almak yasak değildi. Şirket politikasına uygundu. Ama insan ruhuna?

On numaralı dairemdeki kiracılar; yurdumuzun değişik kentlerinden okumak için gelmiş beş üniversite öğrencisiydi. Oda sayısı yeterli olmadığından çözümü kira katkı oranına göre bulmuşlardı. Salon ortak alan olduğu için kirayı oda sayısına göre böldüler. Birinci odada üç öğrenci kalırdı diğer iki odanın her birinde bir kişi.

Ama ortak alan kullanımında çıkan çok ciddi sorunlar vardı. Özellikle buzdolabındaki yiyecekler konusunda. Genelde odanın birinde tek başına kalan öğrenci aldığı sucukların eksildiğinden şikayetçi olurdu. Bir gün ‘’Hepinizin ağzını koklayacağım ‘’ diye bas bas bağırmıştı. Üçü bir arada kalan öğrencilerden kuşkulanırdı. Öncelikle Ahmet’ten… Ahmet yoksul bir köylü çocuğu. Hukuk Fakültesi’nde okuyordu. Hukuku seçme nedeni derse giriş zorunluluğu olmaması. Ahmet okula gitmekten ziyade çalışırdı. Baba yok. Annesininse okutacak parası yok. Ama sucukları yiyen Ahmet değildi. Sucukları yiyip, bulaşığı apar topar yıkayarak birkaç saat evden uzaklaşan… (nerdeyse ağzımdan kaçırıyordum sırrı…)

Ahmet onurlu bir çocuktu. O görmüştü sucuğu yiyeni ama her şeye rağmen arkadaşını ispiyonlamadı. Sucuğu yiyeni değil alanı eleştirir, ‘’Bir gün olsun gelin arkadaşlar birlikte yiyelim demedi. Hepimizin gözü önünde kokuta kokuta yiyip duruyor. ’’ diye düşünürdü.

Eee ‘Biri yer, biri bakar, kıyamet oradan kopar’ diyen insanoğlu değil mi?

Bir numaralı dairemdeki kiracı kadının sıkıntısı hepsinden büyüktü. Koca şiddetinden evini barkını dört çocuğuyla terk edip ilçemize yerleşmiş, evlere temizliğe giden zavallı bir genç kadındı. Çocuklar derseniz ikişer yıl arayla en küçüğü yedi en büyüğü on üç yaşındaydı. Çocuklar annelerine düşkündü. Babalarının şiddetinden onlar da nasibini almış. Üçü sağlıklı değildi. ‘Seninle sokakta dahi yaşarız’ diyerek annelerini cesaretlendirmişler. Bu söz anneye yetmiş. Bir gün yediği dayaktan sonra pılısına pırtısına bırakıp, çocuklarını toplayarak evi terk etmiş. Kadın çocuklarına kol kanat germiş, hani derler ya ‘gece gündüz çalışıyor’ diye. Bu deyim genelde laf olsun diye söylenir. Ama bu zavallı kadın için söylenmiş olmalı. Geç saatte eve yorgun argın gelirdi. Çocukların ertesi gün için yiyecekleri, çamaşırları, ev işleri. Çocuklarıyla öyle bir sarmaş dolaş oluşları vardı ki görenler tek vücut sanırdı. Beş kafalı, elli el ve elli ayaklı farklı bir canlı. Kimsenin gücü yetmez. Annelik içgüdüsü doğadaki en güçlü içgüdülerden birisi olmalı. Her kadında, her annede böylesi bulunur mu? Eskiden belki. Ama şimdi?

Altı numaralı dairemin ışıkları hiç sönmezdi. Gece gündüz… Elektrik faturası en kabarık olan bu dairede beş çocuğu, ayağa kalktığında bir insan boyuna ulaşan azman köpeği ve iki kedisiyle eski bir madenci otururdu. Madenci Cafer yıllar önce yerin 500 metre derininde 104 bin 400 saniye göçük altında kalmış. Kirpiğini dahi kımıldatamayacak kadar kuşatmış kapkaranlık bir kömür cenderesi her bir hücresini 104 bin 400 saniye sıkmış da sıkmış. Çoğumuza yazıyla da yazılsa rakamla da yazılsa anlamsız ve kolay gelen bir sayı: yüz dört bin dört yüz… Saymaya başlasanız kaç gününüzü alır ya da kaç saatinizi hiç düşündünüz mü? Hadi kafadan hesaplamadan, hesap makinası kullanmadan sayın bakalım. Sadece sayın! Gezmek serbest, yemek, içmek, ihtiyaç gidermek serbest. Sadece bütün bunları yaparken ama ara vermeden sayın sayabilecekseniz! Arama kurtarma köpeği yarı canlı bulup da ona kurtarma ekibi ulaştığında; ‘104 bin 400, 104 bin 401, 104 bin 402…’diye hala sayıyormuş!

Beni moloz yığınına çeviren deprem 10 saniye bile sürmedi!

Madenci Cafer’in bir de bayılma hastalığı vardı: Ara sıra durduk yere sebepsiz düşer bayılırdı. Kimi doktor çeşitli sağlık problemlerine yordu kimisi de psikolojik buldu. Ama Madenci Cafer’in bayılma sorununa çözüm bulunamadı.

İki numara en hareketli, en gürültülü dairelerimden biriydi. Suriye’deki iç savaştan can derdine düşerek kaçıp gelmiş birbirine akraba 3 aile, yarısından fazlası çocuk 19 kişi otururlardı. Önce bir aile geldi sonra ikincisi sonra üçüncüsü… Can derdi ekmek derdine dönüştü. İlk aylarda çoğu gece aç yattılar. Sonra yetişkininden çocuğuna hepsi ücretine bakmadan birer ‘işe benzemez iş’ buldular. Devletten yardım almayı öğrendiler, karınları doydu.

İlk gelen aile eğitimliydi. Arapça dışında Türkçe ve İngilizce biliyorlardı. İkinci aile Arapça ve Türkçe, Üçüncü aile ise sadece ana dillerini konuşabiliyordu.

Milli Bayramlarına düşkündüler. Rengarenk giysileri ve gürültülü neşeleriyle sokakları önce şaşırtıp sonra susturdular. 17 Nisan 1946 tarihi son yabancı askerin Suriye’yi terk ettikleri ‘Milli Kurtuluş Gün’leriydi. Yabancı bir ülkede Kurtuluş Bayramlarını kutladıkları bugünlerde Suriye’de 28 ülkenin askerleri vardı.

İnsan başına ne geleceğini, yaptığı tercihin sonucunun ne getireceğini bilebilir mi? Gerçekleşen olasılıklarda insanın kendi rolü nedir? Azrail birkaç saat arayla karar değiştirir mi? Kurtulan şanslı ise kurtulamayanın şanssızlığı nereden geliyor?

Yedi numaralı dairemde ikisi de öğretmen olan çift üç çocuğuyla yaşıyordu. Erkeğin tayini başka bir ilçeye çıktı. Aylarca düşünüp tartıştılar. Erkek ataması yapılan ilçeye yalnız mı gitmeliydi yoksa ailecek mi taşınmalıydılar? Özellikle okuyan çocuklar için çevre değişikliği, yeni yere uyum sağlama nasıl sorunlar çıkaracaktı? Pek de emin olmayarak ailecek taşınmaya karar verdiler. Eş durumunu gerekçe göstererek kadın da yeni ilçeye atamasını istedi; onaylandı.

Depremden bir hafta önce boşalan 7 numaraya deprem günü yeni evli bir çift taşındı. Bir yıllık evliydiler. Kadın 3 aylık hamileydi. Bütün gün evi temizleyip düzenlediler. Yorgunluktan erken yattılar ve bir daha uyanamadılar…

Sekiz numaralı dairem o an için boştu. O an diyorum çünkü yeni gelin gelecekti. Dairenin içi yeniden boyanmış, kırığı döküğü onarılarak derlenip toparlanmıştı. Borçlanarak alınmış yeni beyaz eşyalar, mobilyalar ve çeyizler; saatlerce ön kapımda çalan davul ve zurna eşliğinde halaylar çekilerek getirilip yerleştirilmişti. Ev yaşanmaya hazırdı…

Ölüm her biyolojik canlının son durağıdır. Ne var ki son durak kimisine erken kimisine de geç gelir. İnsanoğlunun ölüme itirazı ister erken ister geç olsun bu son durağa gönülsüz kesilmiş bilettir.

Dört numaralı dairemin duvarları her gün acı feryatlarla çatlardı. Akciğer kanseri olan Yakup Bey’in karısı Neriman kocasının çektiği acılar karşısında; kocasını teselli etmeye çalışır, terini siler, yüzünü okşar, mutfağa geçip sessiz sessiz ağlardı. Özellikle kemoterapiden döndükleri gün Yakup Bey’in odayı dolduran haykırışları duvarlardan sızar, komşu dairelere ulaşırdı. Komşular bu haykırışlar karşısında bazen endişeli, bazen rahatsız, çoğu zaman da huzursuz susarlardı. Yakup Bey ‘Allah’ım canımı al, bir an önce canımı al!’ diye yakarırdı. Sonra isyan eder; ‘Öldürün beni!’ diye bağırırdı. Kimi zaman yanlarına uğrayan çocukları, torunları da teselli getiremez, çaresizliği büyütürlerdi. Yakup Bey son durak biletini umutsuzluk ve ısrarla isterdi…

Yakup Bey’in karşısındaki 5 numaralı dairemi bir banka lojman olarak kiralamıştı. Lojmanı teknolojik adaptasyonu uygulamak üzere yurt dışından gelmiş 2 si İngiliz, 6 bekar bankacı paylaşıyordu. Lojman dairelere kıyasla daha sessiz olurdu. Ancak bankacılar Yakup Bey’in bazı geceler sabaha kadar bağrışmalarından kendi aralarında şikayetçi olur, banka müdüründen başka lojman talep ederlerdi. Müdür ‘Akciğer kanseri çabuk öldürür’ diyerek sabırlı olmalarını söylüyordu. Beklenen ölüm geciktikçe bankacılar; “Performansımız olumsuz etkileniyor. Bankamıza para kazandırmakta zorlanıyoruz. Uyuyamıyoruz. Biz ondan önce öleceğiz’’ diyerek şikayetlerini sürdürürlerdi.

Ölüm Yakup Bey ve bankacı gençlere aynı anda geldi…

Üç numaralı dairem kasaba belediyesi başdanışmanına aitti. Daireyi küçük bir imza karşılığında müteahhit hediye etti. Bu hediyenin karşılığında inşaat izni alan müteahhit inşaat malzememden çalarak zararını çıkardı. Başdanışman Salih aç gözlünün biriydi. Kısa zamanda zengin oldu. Karısını boşadı, kendinden on beş yaş genç, güzel bir kadınla ikinci evliliğini yaptı. Dairemde kaniş cinsi köpeği ile metresi yaşardı. Başdanışman Salih haftada iki gece burada kalır, arada bir metresinin kıskançlık yüzünden çıkardığı tartışmaları duvarlarıma yansırdı. Neyse ki küçük bir hediye, bir sürü yalan ve ateşli bir sevişme kadını yatıştırırdı. Başdanışman, metresi ve kaniş köpeği şimdi molozların altında cansız yatıyor. ‘Oh olsun’ demiyorum ‘ah insan’ diyorum.

On daireli bir apartmandım ama kendi çapımda bir dünya idim: Kozmopolit bir yapım vardı. Türk, Kürt, Arap, Hristiyan, Müslüman velhasıl farklı etnik köken ve dine bağlıydılar. Farklı ama insanca kaygıları, çabaları, neşeleri, umutları olan insanlardı. Ölüm onları birleştirdi.

‘’Hiç kurtulan olmadı mı?’’