Şiir, serzeniş ya da yakınma sanatı değildir; ne var ki ortam ve koşullar, bunların ötesine aşacak bir anlayışa izin vermiyor. Çalışalım ve dileyelim ki bizim de tanık olabileceğimiz en kısa zamanda… Dünya şiir gününüz kutlu, mutlu, umutlu olsun.
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Sayı 12, Yaşar Özmen |
Şiir Sarnıcı Bilgi Sayfası |
YAYIMCIDAN
Bu sayının giriş yazısında Şiir Sarnıcı’nın dosya
konusuna, içeriğine ya da son durumuna değinmeyeceğim. Duyduğum, duyumsadığım,
gözlemlediğim birkaç konuyu okurlarımızla paylaşmak istiyorum.
Eşekle köy köy dolaşıp Anadolu insanının okuması için seferber olmuş bu ülkenin kahraman kütüphaneci ve eğitimcileri, hakkınız ödenmez. Okuma alışkanlığını kazanmak için seferber olmuş bir toplum, okuma yeteneğini yavaş yavaş yitiren bir topluma mı dönüşüyor? Günümüzde büyük bir kesim, bir şeyler okuyor ya da okumak zorunda kalıyor. Nitelikli bir okuma sayılır mı bunlar? Geçmiş yıllarda sorun kitaba ulaşmaktı, şimdi bu durum ortadan kısmen kalkmış olmasına karşın çağın daha büyük bir sorunuyla karşı karşıyadır okur. Bunca yayın kirliliğinin arasında doğru kitabı okumak, temiz bilgiye ulaşmak ve yaşamsal duyarlılığı kazanmak…
Teknoloji ve
bilgi varlıkları, çok hızlı değişiyor ve buna uyum sağlamakta zorlanıyoruz.
İletişim ve yayım olanakları o kadar çoğalmasına karşın iletişim sorunu yaşayan
bir toplum olduk. Yakında Metaverse (sanal evren) devreye giriyor. Üç boyutlu
olarak, yüz yüze görüşür gibi sanal gerçeklik ortamında görüşebileceğiz. Bunun
dışında düşleyemediğimiz pek çok gelişme gündemdedir; yakın zamanda kullanımda
olacak. Gelişmeler şunu gösteriyor: Güncel, artık aklımızı zorluyor. Kavramakta
zorlandığımız bir çağ, kendi edebiyatını üretecekse yazar ve şair değişimin
önünde olmak zorundadır. Edebiyat, çağın aynası olmakla birlikte çağa yön veren
itici güçtür. Bu önermenin gerçekleşmesi için, nitelikli yapıt üretecek
donanımlı yazar-şairler olmalıdır. Okumadan, araştırmadan, çağın gerçeklerine
egemen olmadan iyi yapıt üretme devri kapanmıştır. Modern sanat çağının
bilgilerini yinelemekle günümüzün aynası olacak yapıt üretmek zor görünüyor.
Başımızı kaldırıp ufka doğru bakmalı, ufukta bizi neler bekliyor okumaya
çalışmalı ve ona göre önlem almalıyız.
Sanat kaygısı
taşıyan yazar ve şairlerin iletişimde bulunmasını; çağdaş bir anlayışla
yazınsal tartışmalara katılmasını; kazanılmış bilgi, deneyim ve becerinin genç
kuşağa aktarılmasını; gençlerin yazın ortamına adım atması için
yüreklendirilmesini; ortaya konan yapıtların çağın sanat bilgisiyle
değerlendirilmesini amaçladığım için, Şiir Sarnıcı’nı kurdum ve herkesin
okuyabileceği birkaç sayısal ortamda ücretsiz yayımlıyorum. Onca çaba ve emeğe
karşın Şiir Sarnıcı’nı, bir dergide olması gereken nitelik ve niceliklere
ulaştıramadım, kanısındayım. Dergicilik, imece biçiminde işleyen bir
yayıncılıktır. Niyetim kimseyi sorgulamak değildir elbet. İçtenlikle yazıyorum
ki dergicilikte aradığım yazınsal niteliği ve ortamı bulamadım. İlgi, yaklaşım
ve anlayış, bir yayın ortamında olması gereken değerleri oluşturmaktan uzak
duruyor. Gözlenen durum; şiir adına, sanat adına kaygı duyduğunu söyleyenler,
ne yazık ki “Ben kaygısını gidermek için bunu bir kılıf olarak kullanıyorlar”,
düşüncesini uyandırıyor. Sanki amaç, yazınsal bir yapıt ortaya koymak değil,
herkesin parmakla göstereceği bir oyuncu olmak…
Köklü
kurumların ve edebiyat işçilerinin, kurum kültürü diye adlandırdığımız yerleşmiş
ve özlenen davranış biçimleri vardır. Buna etik anlayış ya da genel yazınsal
kültür de diyebiliriz. Edebiyat çevresinin, bu köklü kültüre sahip olduğunu
düşünüyorum. Çağımızın bir sorunu olsa gerek, yazınsal kültür, yeniyle eski
arasına sıkışmış, çıkmaz bir sokakta debeleniyor. Ne yaparsak yapalım,
ayrılmışlık, bölünmüşlük, taraftarlık ve gruplaşmanın yarattığı edebiyat
ortamını; daha hoşgörülü, demokratik, tartışmacı ve özgür bir ortama taşımak
bugün için zor görünüyor. Özgür, hoşgörülü, düşünceye saygılı, tartışma
kültürüne sahip, demokratik bir yazın ortamını oluşturmak için saydığım bu
özellikleri taşıyan şair ve yazarların çoğunluk olması gerekir. Bu niteliklere
sahip yazar şair çok var mıdır, yorumunu sizlere bırakıyorum. Örneğin,
deneyimli yazar ve şairlerin çoğu, ne deneyimini bizimle paylaşıyor ne de kendi
söylediklerinin dışına çıkılmasına katlanıyorlar. Saygın bir edebiyat ortamını,
içtenlikle elimizi taşın altına koyarsak oluşturabiliriz.
Dergiler bir
bir yayın yaşamını sonlandırıyor. Yapıtların görücüye çıktığı yerdir dergiler.
Yazın ilişkisinin ve kültürünün oluşturulduğu coğrafyadır. Ekonomik nedenlerden
dolayı kapandığını düşünsek bile daha büyük bir sorun vardır yazın ve sanat
dergilerinde: Nitelikli yazı ve yapıt bulup yayımlamakta zorlanıyor
yayımcılar. Edebiyat tarihçiliğinden ve hamlamış bilgiden kurtulup geleceğe
yüzümüzü dönmenin zamanıdır. Söyleyecek iyi sözünüz varsa biz yakınınızdayız…
Her ne olursa
olsun karamsarlığı bir yana bırakıp umutla bakalım geleceğe…
(…)
Korkma Dilhan zaman ilaçtır;
taş
gediğini bulur,
Felsefe
uygun, temel sağlam;
çağ
ışığını her türlü alır*… (…)
Mutlu ve esenlikli günlerde okumak dileğiyle…
* Yaşar Özmen, Dilhan, e-şiir kitabı, 29 Ekim 2021
Değerli Şiir Sarnıcı Okur/Yazarları
Şiir Sarnıcı (e-dergi), yazın ve sanat dergisidir.
Salt şiir ya da dil sanatlarıyla sınırlı değildir. Sanat değeri taşıdığı sürece
sanatın her dalına yer verebilme esnekliğine sahiptir. Fotoğraftan sinemaya,
grafitiden karikatüre kadar her tür yapıta yer verebiliriz. Dergimizin ekonomik
bir kaygısı olmadığından sanat değeri taşıyan yapıtları sayfalarımızda sizlerin
beğenisine sunmak bizi zenginleştirir. Bu yüzden her tür yazı, çizim, görsel,
inceleme ve araştırma gibi yapıtlarınızı gönderebilirsiniz. Yayın kurulumuzun
yayıma değer bulduğu her yapıt, dergimizde yer alabilir.
Şiir,
yaşamı ve değerlerini çağrışım gücüyle özümüzde duyumsatan bir sanattır.
Şiir
Sarnıcı (e-dergi)
demek geldin
çoktandır hiçbir yerdeydin
ne kadar değişmemişsin
ellerin ne kadar kalabalık
gözlerin ne kadar ansızın
seni böyle değişmemiş görmedim hiç
demek geldin
bu kent burada her zamanki ilkesizliğini yaşıyor
bir çarşı her gün ölüp ölüp diriliyor
radyoda iyi ayarlanmamış bir istasyon
gibi insanın sinirine dokunan sesiyle
bu kent burada her zamanki ilkesizliğini
demek geldin
çoktandır hiçbiryerdeydin
sen denize bakıyorsun ya
ben sana aşkları anlatmak istiyorum
unutulmuş masalları
unutulmuş masallardaki aşkları anlatmak istiyorum
sen denize yürüyorsun ya
ben sana herkesten önce özgür olmak için
mahkum ranzalarındaki çentiklerden çalıp
kendi çentiklerime kattıklarımı
anlatmak istiyorum
çarpıp duran bir pencere kanadı gibi
çarpan kalbimi
sen denize gömülüyorsun ya
bir karanfil kalıyor
girdabında
Salih BOLAT
Gazanfer ERYÜKSEL
ELEŞTİRİ Mİ TANITMA YAZISI MI?
Zıtların birliği esasıyla oluşan ve dönüşerek devam eden doğanın ve
kâinatın bir parçasıdır insan. Doğanın olmazsa olmaz yordamlarından biri de
iletişimdir. İnsan da bu bağlamda konuşup yazışarak, mimikleriyle ve beden
diliyle iletişimde bulunur.
İnsanlar arası iletişimde sözcük ve kavramlar, onun anlama ve anlatma
araçlarıdır. Her kavramın ise zaman içinde oluşan bir tanımı vardır. Dil
yaşayan bir yapı olduğundan gelişen hayat şartlarıyla yeni sözcükler üretilerek
iletişim kolaylaştırılır.
İşte bu noktada kavramların tanımlarının önem ve değerine değinmemiz
gerekir. “Tarif, efradına cami, ağyarına mâni olmalıdır” derdi eskiler. Öyleyse
eleştiri nedir veya ne değildir sorusu ile başlamak gerekir ki anlaşalım.
Eleştiri, bir kişi, eser ya da konuyu doğru ve yanlışlarını göstererek
anlatmak amacıyla yazılan metinlerdir. Sanat, edebiyat, düşünce eserlerini hem
öz hem yapı yönünde açıklayan, başarılı ve başarısız ya da değerli ve değersiz
yönlerini gösteren, bunları örneklerle somutlayıp belirten yazıdır. Bu
tanımdaki “doğru ve yanlış” kavramlarının kişiye, zamana, zemine göre
değiştiğini sinek pislemedik bir yere yazarak sürdürelim yazıyı.
Eleştirinin Özellikleri;
Eleştiri
objektif olmalıdır.
Eleştiride amaç
okura ve yazara yol göstermektir.
Eleştirmenin
kişisel duyguları kattığı eleştirilere öznel eleştiri, kişisel duyguları
katmadığı, objektif olduğu eleştirilere de nesnel eleştiri denir.
Eleştiri her
yönden yapılabilir.
Eleştiride yazar
okurla konuşma halindedir.
Biz de kendimizce söylersek eğer eleştiri; olanla, yapıt-metin, olması
gereken arasındaki örtüşen ve ayrışan yerlerin, şüphesiz eleştiriyi yapanın
bakış açısı ve ölçütleriyle irdelenmesidir. Bir diğer deyişle hem sübjektif hem
de objektif bir metindir. Eleştirinin objektifliği olguları (burada metin)
sebep-sonuç ilişkisi bağlamında okunabilmesiyle doğru orantılıdır.
Eleştirinin Türk toplumuyla tanışması Tanzimat dönemiyle başlar,
Cumhuriyet döneminde gelişerek devam eder.
Bizim edebiyat ve toplumsal hayatla ilgilenmeye başladığımız 1960 ve
1970’li yıllar göz önüne alındığında eğer günümüzle karşılaştırırsak ortaya
çıkan fotoğrafta 12 Eylül 1980 darbesinin hemen her konuda olduğu gibi kırılma
noktası olduğunu görürüz.
1980 sonrası eleştiri konusunda yetkin isimlerin önde gelenleri, 1960 ve
özellikle 1970’li yılların imzalarıdır. Fethi Naci, Asım Bezirci, Rauf Mutluay,
Berna Moran, Tahsin Yücel, Nermi Uygur, Atilla Özkırımlı, Konur Ertop, Mehmet
H. Doğan aklımda kalan isimlerdir.
Biz okurlar için eleştirmen imzaları o kitaplar için referans ve güvence
olmuştur o dönemde. 21. Yüzyılı yürüdüğümüz şu dönemde aynı derecede
güvendiğimiz kaç eleştirmen var sorusunun cevabını sizler katılımcı okur olarak
vereceksiniz.
1980’den bugüne geçen kırk yılda gördüğümüz net fotoğraf, ülke genelinde
eleştirinin kurumsallaşamamasıdır. Bir diğer deyişle eleştiri kültürünün hâlâ
oluşamamasıdır.
Bu durumun yanı sıra eleştiri ile kitap tanıtma yazısının ayırdına
varmada zorlanan bir algı zafiyeti de eklendiğinde eleştirinin sıkıntısı daha
da netleşmektedir.
Geçenlerde sosyal medyada bir arkadaş kitaplar için kaleme alınan
yazıların hep övgü olduğuna değinerek; “Hiç mi eleştirecek bir şey yok” diyerek
yakınmaktaydı.
Ticarette “hatır çeki” diye bir kavram vardır. Siz o kişiye bir mal ve
hizmet satışı yapmazsınız ama bir çek alarak işinizi görürsünüz. Bir süre sonra
da ona bir çek vererek ticarete devam edersiniz. Buna benzer durum KDV ödemeniz
çıktığında ödeyecek paranız yoksa, tanıdık bir şirketten sanki mal almış gibi
fatura istersiniz. Fatura hesaba girince sizin ödemeniz gereken KDV hesabınız
tersine döner ve ödemeden kurtulursunuz. Bir süre sonra “hatır faturası” için
iade faturası kesersiniz.
Bunları niye yazdım? Günümüzde de “hatır çeki” misali “hatır yazıları”
kaleme alınmaktadır. İşte bu tablo sosyal medyada ve dergilerde “Niye hiç
eleştiri yok” sorusunun da cevabını içermektedir. “Sen bana yaz, ben de sana
yazarım, ödeşiriz” şeklinde bir gündelik terazi kurulmuştur.
Sanatın ve eleştirinin er meydanı 1980 öncesi dergilerdi. 12 Eylül 1980
sonrası medyanın el değiştirerek gazeteci kökenli olmayanların gazete sahibi
olmalarına paralel olarak yayın dünyası da dönüştürülmüştür. Holding
dergilerinin yanında banka yayınevleri edebiyat kökenli yayıncılığı kısa sürede
tasfiye etmiştir.
Burada gazetelerin kitap eklerine de değinmemiz gerekir. Arşivler
duruyor, kitap eklerini karşılaştırırsanız net fotoğrafı görmemiz mümkündür.
Eleştiri bu eklerden ötelenmiştir. Sanat-edebiyat dergilerinin de el
değiştirdiğini buna eklerseniz bugünün resmi daha açık seçik görülecektir.
TRT Antalya Radyosu’nda Yayın Dünyamız adlı programı hazırlayıp sunarken
bütün kitap eklerini düzenli olarak izlemeye başlamıştım. Böylece büyük
fotoğrafı görme imkânım oldu.
Gazeteler için ek yük getiren kitap eklerinin maliyetini düşürmenin
hatta sıfırlamanın çaresi yayınevlerinden alınan reklâmlardır. Büyük
yayınevlerinden alınacak reklâmlarla kitap ekinin maliyetinin karşılanmasının
bedeli o yayınevinin kitaplarının ister istemez öne çıkarılması olacaktır.
Tamamen duygusal bir durum bu!
Romancı Elif Şafak’ın kitabının piyasaya yeni çıktığı günlerde her Perşembe
çıkan kitap ekinde tam sayfa Elif Şafak reklâmı yanında tanıtım yazısı vardı.
Cuma günü çıkan üç kitap ekinde de aynı manzara. Sermaye gücünün tartışılmaz
önem ve değeri burada işte.
Eleştiri, girişte de ifade etmeye çalıştığımız gibi başka bir şey. Ey
sevgili katılımcı okurlar, lütfen son yirmi yılda öne çıkan ve imzasına
güvendiğiniz kaç eleştirmen var, sorusuna cevap vererek bu yazıyı siz
bitireceksiniz.
-Yalnız değilim ki orda...
O çıplak
göğün altında,
sabahtı! ormana karışan
bir sabah
gibi indim
nice güzel duyguyla...
Çoğaltarak beni, yan yana
geçtiler, tuhaf bir tıpırtıyla
giden süre
uzakta, bir çizgi olunca,
yazdım erken
başlayan günü:
Mavidir
diye yazdım.
Sina Akyol
Uğur
Olgar
SU
YALNIZLIĞI
Şiir sandığım çile işlemeli
gözyaşlarımla göller oluşur
düşlerimdeki memleket nerede
doluşur umut nehir yataklarına
apansız uyandığımda saatlerin
tersine ilerler yelkovan gölgeleri
duvarsız hayat tiyatrolarında.
Tabutlar yorgun bu süreçte
tahtalarımız yangınların kaçkını
sularımız kurur âtiye göçerken
en sakin kalabalıklığımızla
en gürültülü ıssızlığımız arasında
Brazos nehrini geçerken yiten
kovboylar gibiyiz 1883’lerde.
Tut cevizleri, yeşil kabuklu
ellerin kına görsün düğünsüz
fazla yüz verme tabutlara
kâğıtlara dilinin isi sinsin
kalemlerin boyu devrilsin
uzakları bırakma çek kendine
şimdiki yakınlardan fayda yok.
Sokak müzisyenleri Bahariye’de
günahlarımı çalsınlar güpegündüz
gıkımı çıkarırsam martılar çarpsın
beni duvarından duvarına denizin
onlardan biri olmak için âh
dünyaya yeniden gelmeye razıyım
gebe uykuların içinden öyle mahmur.
Ucuz üzgülerim var, alır mısınız?
Yaşar Özmen
ELEŞTİRİYE
KATLANAMAMAZLIK
(Ç. Türk Dili
Dergisi, Şubat 2022, Sayı 408’de yayımlanmıştır.)
Şiiriniz eleştirildiğinde nasıl tepki verirsiniz, diye sorsak hemen
hemen herkes; “Eleştirilmek, göremediklerimi gösterir onun için eleştirene
saygı duyarım” der… Gerçekte böyle midir? Sağduyumuzu yanımıza alıp kendimize
soralım. Yapıtı veya sanat anlayışı eleştirildiğinde olumlu tepki gösteren
sanatçıyla çok seyrek karşılaştım. Asıl neden nedir, kısaca değinelim mi?
Yazınla ilişkisi ve
ilgisi olanlar, az çok bu ortamın işleyişini bilirler. Hemen hemen herkesin sık
sık tanık olduğu bir eleştiri tahammülsüzlüğü ile karşı karşıyayız. Sosyal
medya, şiir, metin ve görsel paylaşım ortamına dönüştü. Paylaşılan şiire,
beğeni dışında olumsuz bir yorumda bulunursanız başınıza akla gelmedik işler
açılabilir. Bunun yanında eleştireni; çok bilmekle, bilgiçlik taslamakla,
hadsizlikle ya da taraftarlıkla suçlayıp sıyrılıveririz eleştirinin
güzelliğinden… Paha biçilemez bilgileri, fırlatıp atarız önyargılarımızın kol
gücüyle; övgü kıvamında değilse…
Eleştiri, özellikle
dil sanatlarında vaz geçilemez ve paha biçilemez bir konudur. Neden? Dil
sanatları, o kadar çok değişkenle karşı karşıyadır ki en usta yazar bile çoğu
yerde çoğu değişkenin ayırdına varamaz. Kerelerce üzerinden geçmesine karşın
gözünün önündeki pek çok yanlışı göremez. Diğer taraftan yapıtta estetik değer
yaratacak örtük olgu ve olayı çoğunlukla yakalayamaz. Yazında böyle bir durum
vardır; normaldir ve insan beyninin çalışma süreciyle ilgilidir. Bu yüzden her
ne olursa olsun, metnin ikinci hatta üçüncü bir gözle eleştirilmesi sorunlu
yerlerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Yazarın/şairin eğitimi ve gelişimi
için de çok değerlidir. Keşke bilinçli ve yetkin eleştirmenler, ortaya
koyduğumuz her yapıtı eleştirebilseler. Yazara ve sanata rehber olabilseler.
Burada ayraç açıp küçük bir soru yöneltmeliyim: Bilinçli, yetkin ve sistemli
bir eleştiri Türk yazınında var mıdır? Ayrıca tartışılması ve yanıtlanması
gereken kapsamlı bir sorudur bu.
Bu yazımda,
sistemli ve bilinçli bir yazın eleştirisinden yola çıkmayacağım. Bir şiir
eleştirisi, ayak üstü bir yargı, sanat görüşüne yönelik bir söylem karşısında;
gösterdiğimiz yaklaşım ile takındığımız tavrın nedenleri üzerinde duracağım.
Tahammülsüzlüğün sınırları öylesine daralmış ki patlama noktasına gelinmiş gibi
bir ortam havası alıyorum. Ayrıca şunu da belirtmeliyim. Ben eleştirmen
değilim; birikimim ve deneyimim, eleştirmen sıfatını kullanmak için yeterli
değildir. Bu yazıyı kaleme almamın amacı, gözlemlerimden ortaya çıkardığım
önemli bir eksikliğin ve tavır bozukluğunun ayırdına varılmasıdır.
Sosyal medyada ya
da değişik ortamlarda şair ve yazarlarımızın sanat düşüncelerine karşı
yorumlarım olmuştur. Olumsuz görüş ileri sürdüğümde, olumsuzluğun altında yatan
gerekçeyi değil benim anlayışımın sorun olduğu bir ortam yaratılmıştır
çoğunlukla. Adı bilinen ve bu ortamın bilirkişisi görünümünde
şair/yazarlarımızın ileri sürdüğü veya savunduğu sanat düşüncesine, başka bir
açıdan ve başka bir gerekçeyle olumsuz bir yorum yaptığımda çok ağır sözlerle
saf dışı bırakılmaya çalışılmışımdır. Bazıları iletişimi kesmişlerdir.
Düşüncelerine, sanat bilimi verileriyle açıklık getirmeme karşın bu verileri
anlamamakta, bildiklerinden şaşmamakta ve işin doğrusunu öğrenmemekte ısrarcı
davranan bilirkişi tavırlı pek çok kişiyle karşılaştım. Doğru ya da yanlış;
haklı ya da haksız… Sonuçta eleştiri, söz ya da yapıtın var olan verilerle uyumlu olup olmadığı, sahip olduğumuz bilgiyle
çelişip çelişmediğiyle ilgili bir gereksinimdir. İleri sürülen düşüncenin
gelişimi ve geliştirilmesi için değişik açılardan, değişik verilerle
yorumlanmasında yarar vardır… Örneğin şiirin en duyarlı yanı, şiire yansımış
anlam ve söz duygu değerinin görünmezliğidir. Saçma bile olsa onun hakkında
yapılan sıradan yorumlar, görünmezi görünür kılabilir; yaratıcılığın önünü
açabilir.
Sanat adına kaygı taşıyan insanlarız. Ezbere işler gördüğümüzde düzeltme
gereği duyan kişileriz. Okur, yanlışları ve sıradanlığı göre göre her zaman
övmek zorunda değildir yazarı… Bunları göre göre yazarı övüyorsa zaten içten
değildir; ileride umduğu bir yarar için bu tavrı gösteriyordur. Bu tür tavır,
bizim kültürümüzün bir parçasıdır; yadırgamıyorum. Ekranların karşısında ya da
sokağa çıktığımızda sürekli karşılaştığımız bir alışılmışlık durumudur. Biz, bu
denemede doğru olanı, olması gerekeni ele alalım. Olumsuz eleştiriye
katlanamamanın nedenlerini düşünebildiğimiz kadarıyla sıralayalım:
Birincisi; olumsuz eleştiriye gösterilen tepkinin gerisinde
olgunlaşmamış bir bilinç vardır. Olumsuz eleştiri, onun kişiliğine yöneltilmiş
önemsizleştirme girişimi olarak algılanır. Böyle bireyler, varsaydığı bu tutum
karşısında kendisini savunmak zorunda kalırlar. Eleştiri, gelişkin bir yöntem
ve sanat ilkeleri temel alınarak yapılsa bile. Aslında bu tür durumlarda
önemsizleştirmeden söz edemeyiz; eksik ya da yanlış bir bilginin açıklanmasından,
daha farklı bir biçimde ele alınmasından oluşur eleştirinin içeriği…
İkinci neden, bilgi ve bilginin işlenmesi konusunda genellikle
sıkıntımız vardır. Özellikle sanata yönelik üretilmiş yeni bilgi, bizim
anlağımızda önemli bir yer tutmaz. Antik çağdan bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm
sanatçı ve düşünürleri referans veririz, güveniriz bilgisine. Hayranlıkla
anlatır da anlatırız. Ne var ki onlara göre daha fazla bilgi ve sezgiye sahip
günümüz insanının ürettiği bilgiye güvenimiz yoktur. Eleştiri sonucu, ortaya
koyduğumuz gerekçelerin altı ne kadar dolu olursa olsun, ne kadar bilimsel
dayanağı olursa olsun, eleştiri olumsuz olduğu sürece günümüz yazar ve şairi,
bir kılıf bulup bu bilgiyi yok sayabilme yeteneğine sahiptir. Çünkü kabul
edilmiş doğruları, izlediği modelleri vardır; yeni bilgi bunlarla
çelişmektedir. Bu, alışılmış/kalıplaşmış düşüncelerini geçersiz kılmaktadır.
İnsanoğlu, alışılmış ve kalıplaşmış düşüncesinin sarsılmasına karşı tepkilidir.
Altı dolu olumsuz eleştiri, bu durumda saldırı niteliğindedir onun için.
Saldırı olarak algılanan bir durum karşısında eleştiriye katlanması
beklenemez.
Üçüncüsü; çoğu sanat alanı, usta çırak yöntemiyle öğrenilmek zorundadır.
Akademik eğitimi ya da bir sistemi yoktur. Örneğin şiirin; resim, tiyatro ya da
sinema gibi akademik eğitimi yoktur. Edebiyat fakültelerinde verilen şiir
eğitimine içerik açısından baktığımızda, şiir tarihiyle ilgili olduğunu
görürüz. Diğer bir söyleyişle yazılmışın incelenmesi ve yapılmışa benzeme
yeteneğinin artırılması yönündedir. Şiirin yapısıyla ilgili değildir. Sağda
solda şiir atölyesi şeklinde verilen şiir eğitimlerinde de, şiiri dil açısından
inceleme biçiminde ve şiire dair ön kabullerden oluşan bir içerikle
sürdürüldüğünü düşünüyorum. Şiir yazıları bunu gösteriyor. Şiir sanatında isim
yapmış şairlerin sözü yasa gibi önlerine konup bunun üzerinden hareket
edilmektedir. Yanlış mı, değil elbet ama yeterli olamaz. Dil bilgisi, şiir
örnekleri ve tarihsel bilgiyle şiir gibi bir sanatın felsefesini öğrenciye
kavratmak bir yere kadar verimli olabilir. Çünkü şiirin duyusal ve nesnel
yapısını açan ve onun öz-içerik-biçimine yönelen bir eğitim sistemi yoktur.
Estetik bilimi, sanat sosyolojisi ve psikolojisi verilerine göre, daha kısa
anlatımla sanat felsefesi bağlamında şiir bilgi bütünlüğü yazınımızda sağlam
temeller üzerine oturmamıştır. Bu nedenle şiir konusunda kendini yetkin gören
şairlerin sözü üzerine söz söylediğinizde bunun bir hadsizlik gibi algılanması
olağan bir durumdur. Çünkü şiir sanatının doğruları çalakalem bulunmuş ve bu
doğruların üzerine doğru yoktur gibi bir ortam oluşmuştur. Salt sanat alanında
değil tüm alanlarda bu yaklaşım yanlıştır.
Bu durum ve yöntemle, yeniliğe açılan kapılar tıkanmaktadır. Yeni biçem
deneyen gençleri de görmezden ve duymazdan gelince şiir sanatı hepten
kısırlaşır. Doğruları bulduğunu ve bunları şiirin en büyük ustasından
edindiğini düşünen insanların kalıplarını kıramazsınız; bugün olduğu gibi… Bu
durumda olumsuz eleştiriye katlanamaz; çünkü doğular en yetkin kişilerden
teslim alınmış ve üstüne söz söylenemez kesin bilgiye dönüşmüştür.
Dördüncüsü; duygudaşlık eksikliği, her alanda olduğu gibi sanat
dünyasında da üst düzeydedir. Birey olma bilinci, sanatçı/şair olma bilincinden
daha temeldedir. Birey olma bilinci, kendi özgürlüğü ve yapabilirlikleri ile
diğer bireylerin özürlüğü ve yapabilirlikleri arasında kurulabilen dengede
kendini gösterir. Bireyin bireye saygısı; özgürlük anlayışı, insana sevgi ve
saygının sonucunda oluşan bir tavırdır. Bilgiye dayanan, hakarete varmayan ya
da dilsel şiddet içermeyen her eleştiri, tutarlı ve geçerli olmasa bile
saygındır. Çağdaş insanın tavrı bunu gerektirir. Birey bilinci oluşmamış,
özgürlük ve duygudaşlık bilinci oturmamış her kişi, bir başkasının kendisi
hakkında ya da yapıtı hakkında söylediği her olumsuz sözden alınır. Düzey
olarak kendisinden daha aşağıda birisinin eleştirisinden kendisinin
sorgulandığını, sorgulamanınsa hadsizlik olduğunu düşünür. Olumsuz eleştiriyi
dilsel şiddetmiş gibi algılar. Kısacası sanatçının diğer sanatçıya karşı
olumsuz algısından kaynaklanır. Bu durumda eleştiriye katlanmasından söz
edemeyiz. Çünkü sanatının eleştirilmesi değil, kendisinin sorgulanması
biçiminde bir tavır olduğu kanısındadır.
Şairin sözde haklı olduğu, beşinci sırada bir konu daha vardır:
Eleştirinin amacı, kapsamı ve yararı hakkında yeterince bilgi sahibi
olunmaması. Örneğin, eleştirinin yararı ve amacı konusunda özet birkaç tümce
kuramayan pek çok kitaplı şair olduğunu söyleyebiliriz. Sanata yönelik, sanat
bilgisiyle ilgisi olmayan yorum ve söylemlerle her an her yerde
karşılaşabiliriz. İster istemez bu durum karşısında şair, eleştireni/yorum
yapanı bilgisizlikle suçlar. İlişkiler, suçlama ya da aşağılama biçiminde
gelişir. Bugün yazınımızda olduğu gibi
bir şiiri eleştirmek ya da şiir hakkında görüşünü söylemek, sıradan bir beğeni
durumuna dönüşür. Kimse gerçek düşüncesini ortaya koymaz. Hatta okur veya şair,
yapıtı eleştirmekten ya da yapıt hakkında görüş bildirmekten kaçınır. Şair,
şiirini eleştiren okuru hiç eleştiri bilgisi olmasa bile özenle ele almalı,
sıradan bir yorum bile olsa o görüşü bir kenara atmamalıdır. Hele az çok şiir
bilgisi olan okur, bir şey söylüyorsa mutlaka altında görünmeyen bir gerçek var
demektir. Yaratıcılık, sıradan düşüncelerden yola çıkarak ulaşılan bir
durumdur.
Eleştiriye katlanamamazlığın diğer bir biçimi daha var ki bu, türümüzün
ayıbıdır: Şairin, şaire karşı gösterdiği hazımsızlık. Çağdaş insanın kabul
edemeyeceği tavırdır bu… Dergi ve kitap sayfalarından sosyal medya kanallarına
kadar taşmış durumdadır. Eleştiri adı altında hazımsızlıktan kaynaklanan
söylemler… Ortam bunu gerektiriyor gibi düşünülebilir ama ortamın işi değil;
insan mühendisliğinin bir oyunudur bu tür duygular. Beğenisizlikten hasat
beklentisidir. Kutuplaşmış iki dünya, sınırları keskin çizilmiş inançlar ve
yaşam gerçeği karşısında sıkışmış şair; birbirinin hem de yakınındaki birinin
omzuna basıp yükselmeyi ya da yamanarak görüntü vermeyi başarı olarak algılar
olmuştur. Herkesin şiiri kendisinedir. Kimse kimsenin şairliğini elinden
alamaz. Kimse iyi şiir yazmakla dünyayı değiştireceği yalanına kapılmamalıdır.
Gelecekte sözümüzün ağırlığını ve kalıcılığını istiyorsak, tutumumuz ve
şiirimiz insanın değerlerine yönelik olmalıdır. Ne öğreti ne inanç; evrensel
değerler…
Yedinci sırada ise eleştiriye katlanamadığı için siper gerisinde
saklanan kahramanları ele almalıyız. Sosyal medyanın olanaklarını kullanmak
çağımızın bir gereğidir. Alışılmışlıklarımızın gölgesine sığınıp bunu göz ardı
edemeyiz. Bu olanağı kullanmayan ve kullananı azarlayan pek çok yazar/şair olduğunu
da biliyorum. Eleştiriden kaçınmak için siper gerisinde saklanan ya da medya
ortamında olmasına karşın küçük bir yorum ve iletişimde bulunmayan… Bu, saygı
duyacağımız kişisel bir tutum olmakla birlikte altında başka bir neden
yatmaktadır. Kendisi hakkında yapılacak bir yorum ve eleştiriye
katlanamayacağını baştan kabul etmesidir. Anlamsız diye nitelendirdiği boş
söylemlerden kaçınmanın yolu olarak görmüştür. Daha doğrusu kendi gerçeğinden
kaçmanın en güzel gösterenidir. Eleştiriye saygı; sanata güvenmek, bilime
inanmak, gerçeği aramak için çıkış kapısı gibidir. En önemlisi yüceye ulaşmak
için can atmaktır. Yüceye ulaşmak için can atan sanatçı, ne eleştiriden korkar
ne yanılmaktan ne de sosyal medyanın yozlaşmışlığından. Diğer bir yönden
baktığımızda, övgü-yergi dışında bilimsel temelli bir eleştiri kültürünün
olmadığı, şairin okura ve eleştirmene güvenmediği bir ortamda, siper gerisinde
saklanmak, haklı bir gerekçe de sayılabilir.
Eleştiriye katlanamamazlığın ruh bilimsel bir nedenini daha açmalıyız. Herkesin
inancı ve siyasi bir görüşü vardır. Yadsınamaz. Ne var ki biz bunları hem derin
hem katı hem de duygusal yaşarız. Tutucu ve bağnaz yanımız bu konularda oldukça
güçlüdür. Sıkı sıkıya bağlıyız ve onun dışına çıkabilme yeteneğimizi
yitirmişizdir. Ayrışmış, bölünmüş, karşıt düşüncenin kendisine zarar verdiğini
düşünen, aynı şeyi düşünse bile ayrı şey söyleyen insanlarız çoğunlukla.
Biliyoruz ki toplumumuz, belleğinde derin izler bırakmış travmalar yaşamıştır.
Yaşamı algılayış biçimi; şiddete yatkındır. Üstünlük kurmak, el âlem gözünde
küçük düşmemek gibi fazlaca sıkıntılı kişisel çabalarımız vardır. Bu tür
sıkıntılarımız yüzünden şair; şiiri ya da şairliği olumsuz eleştirildiğinde,
bunu bir kişilik sorunu olarak algılamaktadır. Savunduğu davanın çökeceği
korkusuna kapılmaktadır. Bu algı sonucu, yapıtının niteliğine ya da kendisine
bakmaksızın, eleştirenin kimliğiyle uğraşmaya başlayacaktır. Acıtabileceği en
yumuşak noktayı hedef alacaktır. Eleştirel deneme diye ortaya konan metinlere
bakınız, büyük bir çoğunluğu bu ve buna benzer sataşmalarla süslenmiştir.
Eleştiriye katlanamamazlığın başka bir nedeni daha vardır: Sanatın oluş,
işleyiş, etki, tepki ve döngüsünü iyi bilmemek. Yani sanat felsefesine egemen
olmamaktan kaynaklanır. Eleştiri, yapıtla okur arasında kurulan ilişkinin
görünümüdür. Bu, aynı zamanda estetik biliminin konusudur. Sanat felsefesini
kavramış bir sanatçı, yapıtının okurda bulduğu karşılığı; ölçme gereği duyan,
bunları verilerle görmek isteyen kişidir. Salt kendi yaşadığı duyarlılığı yansıtan
değil; yaşanan duyarlılığı da görme amacı taşıyandır. Bilir ki estetik değer,
sanatın hangi dalı olursa olsun, sanatçı-yapıt-alıcı üçgeninde kurulan bir
sonuçtur. Şiirinde önerdiği dünyanın, okur değer yargılarıyla örtüşüp
örtüşmediğini, onu dönüştürecek ögeleri şiirine giydirip giydiremediğini
araştırandır. Özellikle bu konuda amaç saptırıcı yerleşik genellemeler
olduğundan şu tümceyi eklemeliyim: Bunlar, yazarın/şairin özgünlüğünden,
özgürlüğünden ödün vermek anlamına gelmez; gelişimi ve daha yetkin yapıt
üretmesi için önemli bir eğitim kaynağıdır. Şair, ben bilirim mantığıyla
hareket ediyorsa, işte o zaman şiiri hakkında yapılan eleştiriye katlanamaz.
Hele toplumdan biraz ilgi ve övgü gördüyse, yapıtı hakkındaki eleştiriyi
hakaret olarak algılar. Sanatın işleyişindeki en değerli süreci, buruşturup
bilinçsizce bir kenara atmış olur.
Sanatçı ne eleştiriye katlanamamazlık gösterir ne göz ardı eder ne de
eleştiriden korkar… Yapıtının eleştirilmesi, yorumlanması, okunması, olumsuz
yerlerin açıklıkla dile getirilmesi için çaba gösterir. Çok kişinin süzgecinden
geçen yapıt ve ondan sonra üretilenler, kısa sürede olgunlaşır. Bu arada şair,
göremediği, duyamadığı konulara karşı zihinsel beceri kazanır. Sezgisi
güçlenir. Eleştiri veya yorumu kimin ya da nasıl bir anlayışın yaptığına değil;
ileri sürülen düşüncenin niteliğine bakar… Göremediği, bilincinde ulaşamadığı
yanlarını eleştiri/yorum sonuçlarından alıp değerlendirir.
Her olumsuz eleştiri ya da yorum, dikkate alınırsa yapıta işlenmiş oya
niteliğindedir. Bunları saygın bir görüş olarak ele almak; bencilliği aşmanın,
insana saygının, sanata saygının, düşünceye saygının bir sonucudur. Kısacası
eleştiriye katlanmak, çağdaş ve aydın sanatçının tavrıdır. 30 Aralık 2021
Narlıdere/İzmir
Ben oraya koymuştum, almışlar,
Arasına sıkışık saatlerin.
Çıkarır bakardım kimseler yokken;
Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.
Kışken ilkyaz, sularımda açardı;
Buzlu dağlar gerisine kaçıracak ne vardı?
Eski defterlerde sararırmış yaprak.
Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar.
Bir ışıktı yanardı gecelerde;
Akşam, çiçekler uykuya yattı,
Sardı karşı kıyıları karanlık-
Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar.
Behçet Necatigil
Elif
Burcu Özkan
BULUŞALIM CESUR RÜZGÂRLARDA
Işık hızıyla kaçıp kendinden
Akladın sen kokmayan cesur yalımları
Gözyaşın kuruyunca döndün rahmine
Pişmanlık artık iki büklüm göz karası
Dağlarca özledin, sular boyu taştın
İçinde biriken dikitlerden gözledin
Komşunun dingin ovalarını
Meşaleler mevzilendi yaralı yasaklarına
İnsanlığına neferler düştü
Yalan omza, kıt’a dur
Yalnızlık okşadı başarının saçlarını,
Başarı, yalnızlığını sıvazlayan vekil
Sütler biriktirdin, unlar, zor zamanlara
İnsanlar kesilip ayrıldılar tedarik çemberinden
Elinde cansız, kara kuru zulalar
Kendini ölümün soğukluğuna vur
Endişeler dizilsin huzurunda tek ayak
Sana söven pişmanlıklarını al yanına
Buluşalım cesur rüzgârlarda
Bizde gelişmiş bir edebiyat eleştirisi yok. Çünkü eleştiri yüce gönüllü
olmayı, vicdanlı olmayı, adalet duygusunu, nesnelliği, öznelliği, tarih
bilincini, felsefeyi gerektirir.
Güncel politik gelişmeler nedeniyle hiçbir yazarı yok sayamaz, ideolojik
nedenlerle küçümseyemezsiniz. N. Hikmet-N. Fazıl, T. Fikret-M. Akif'i birlikte
değerlendirebilme esnekliği ister eleştiri.
2
Her derginin iyi bir okul olabilmesi için bir eleştirmeninin olması
gerekir. Bir dergi, kendisine gönderilen yazıları yayımlayabilmek için eleştiri
işlemini uygular: Yazarına bakar (kimdir), yazının içeriğine bakar (nitelik),
yazının üslubuna (etki gücü) bakar. Hangi ölçütler varsa, derginin eleştiri
anlayışı odur.
3
Eleştiri... elemek... Eleğin altı ve üstü... Eleğin altına ince, küçük
taneliler düşer (yalınlık, doluluk, işçilik). Anneler eleğin altındaki undan
ekmek yapar. Bu ekmeğe kültür ekmeği denilebilir.
Eleğin üstünde ise binlerce şiir-edebiyat gönüllüsü... Küçümsenemez. Adı
sanı bilinmez. Ama onlar sayesinde eleğin altı var olabilir. Onların çokluğu ve
sürekliliği eleğin altını besleyebilir. Onların arasından birileri
sıyrılabilir. Onlar olmadan olmaz.
4
Eleştiri kuramları: Marksist eleştiri, Feminist eleştiri, Yapısalcı
eleştiri, Psikanalitik eleştiri, Yeni eleştiri, Tarihi eleştiri, Okur merkezli
eleştiri, Öznel eleştiri...
Bazı eleştiri kuramları metin merkezli, bazıları okur, bazıları yazar,
bazıları eleştirmen merkezli... Bazıları öznel, bazıları nesnel...
Bir edebiyat ürününü hangi eleştiri kuramının ölçütleriyle değerlendirmeli?
Her eleştiri kuramının güçlü ve güçsüz yanları var. Her kuram her esere uygun
değil. Eserin potansiyeli hangi eleştiri kuramını gerektiriyorsa, o eleştiri
kuramının ölçütleriyle mi, yoksa dönemin ideolojik-politik ihtiyaçları
doğrultusunda mı değerlendirmek gerekir?
5
Şiir Sarnıcı'na yazı göndersem, muhtemelen şunlar olacak:
Kimdir Hüseyin Tahir? Yani yazan kişiyle ilgili
bilgi ihtiyacı ortaya çıkacak.
Hüseyin Tahir'in gönderdiği yazının konusu ne?
Yazının bir değeri (anlamı-etkisi) var mı?
Dil-üslup nasıl?
Olması gereken Şiir Sarnıcı'nın bu
aşamalara ad vermesi, her aşamayı açması, derinleştirmesidir.
Neden Hüseyin Tahir adıyla ilgili bilgiye ihtiyaç hissediyoruz? Bize
kolaylık/yardım sağlayacak mı? Yoksa önyargılarımızın rahatlığını mı
sağlayacak? Örneğin Hüseyin Tahir'in ilk yazısı ise farklı değerlendirilecek,
başka çalışmaları da varsa güven oluşturacaktır. Bu güven biraz da bizim
yetersizliğimizin, ölçütsüzlüğümüzün belirtisidir.
Yazının konusu hoşunuza gitmeyebilir. Tanıdık olmadığınız bir konu
olabilir. Dolayısıyla değerlendirmeye hiç alınmayabilir. Bunun örnekleri çok.
Birçok yazar ilk kitabını kendi gücüyle bastırmıştır.
Yazının değeri var mı? Benzeri yazılardan farkı ne? Hangi türdür? Hem
edebiyat kültürü hem felsefi hem eleştirel aklı gerektiren bir aşama.
Dil-üslup…
6
Marifet iltifata tabiidir, derdi eskiler...
Eleştiri, olumsuz yanlarıyla birlikte, bir şeyin olumlu özelliklerini
görünür hale getirme etkinliği. Yergi,
küfür, karalama, iftira etkinliği değil. Her alanda olduğu gibi edebiyat
alanında da eleştiri önemli bir etkinlik.
Eleştiri süreci eğitim/okul işlevli. Eleştirinin reklâm/tanıtım işlevi de
var.
Özeleştiri ise kendimize karşı yaptığımız bir eleştiri işlemi.
Her yazar kendi ürettiklerinin ilk eleştirmenidir. Bir
yazar iyi bir eleştirmen olmalıdır.
7
Beğendiğimiz bir dizenin/bir şiirin öncesi ve sonrası... Dizenin/şiirin
bütün içindeki yeri/evrimi. Şairin yaşı, mekânı (ülkesi), zamanı (çağı).
Bir romanı okurken nelere ihtiyaç duyuyorsak, eleştiri için gereken
ölçütler onlar. Asıl olan okurdaki etkisi/anlamı belki de. Yeniden üretim
sürecine katkısı... Her okur eserin eleştirisini de yapar.
8
Bir eleştiri, eleştiri kuramlarından birinin ölçütleriyle mi değerlendirme
yapmalı?
Yeni bir eleştiri kuramı, bir felsefi akımın (bütünün) ölçütleriyle mi
değerlendirme yapmalı? Yeni bir eleştiri kuramından söz edebilmek için bir
felsefi anlayış mı gerekli?
Eleştiri, estetiğin uygulama alanı... Estetik, felsefi bir etkinlik. Her
bir ölçüt felsefi bütünün birer parçası. Yazmak, felsefe yapmaktır. Şiir, öykü,
roman birer felsefe yapma aracıdır/yöntemidir.
Yazar dünyaya kendi gözleriyle bakar. Dünyaya kendi gözleriyle bakan
yazarın üretimlerini çok yönlü (birkaç eleştiri kuramının ölçütleriyle)
değerlendirmek gerekir. Hiçbir eleştiri kuramı yüceltilemez. Dünyaya kendi
gözleriyle bakan yazarın üretimleri değerlendirilirken ölçütlerden uzak olunmalı
belki de. Her eleştiri kuramı esere yaklaşabilme denemesi sayılabilir.
9
Ya da edebiyat-sanat öznelikler alanı olduğu için eleştiri çabası da öznel
mi olmalıdır? Size göre çok iyi olan bir eser, başkalarına göre iyi bir eser
olmayabilir. Öznellikler alanı, görecelikler alanıdır.
10
Eleştirmen değerlendirmelerinin sonucunda antoloji hazırlayarak her bir
şairin/yazarın bütün içindeki yerini mi verebilmeli?
11
Bir eseri eleştirebilmek, yazarın bütün eserlerini görmeyi gerektirir mi?
Örneğin Nazım Hikmet'i bildiğimiz için herhangi bir şiirini
değerlendirebiliriz. Bu bilme, bize kolaylık sağlar. Eleştiri etkinliğinde bu
konularda susmak var demektir. Yazarın hayatını, eserlerinin tümünü bilmemek
söz konusu değil burada. Eleştiri çalışması yapmak üzere şu değil bu yazarın
bir eserini seçmiş olmak bile yazar hakkında ön bilgimizin sonucunda olur.
12
Hangi metnin edebi metin, kimin yazar olup olmadığı kararını vermez
eleştiri. Edebi metinleri, yazarları derecelendirmez. Kimin ünlü, kimin
görmezden gelineceği kararını da... Ölçütler oluşturup nasıl yazılacağı
kararını da veremez. Yazar, eleştiri kuramlarının ölçütlerine göre yazmaz,
tersine eleştiri kuramları edebi metinlere yaklaşabilme yollarını bulabilmek
için ölçütler oluşturur.
Ya da edebi metinle eleştiri kuramları iç içe ve aralarında birbirini
oluşturma ilişkisi var.
13
Edebiyat nedir, sorusuna verilecek yanıtla bir eleştiri kuramının ölçütleri
oluşabilir belki de.
14
Eleştiriye tahammülsüzlük
varsa olasılıklar/nedenler şöyle sıralanabilir:
Eserin bütün içindeki yeri gözetilmemiş olabilir.
Politik-ideolojik ölçütlerle değerlendirilmiş olabilir.
Edebiyat dışı ölçütlerle değerlendirilmiş olabilir.
Eserin olumlu-olumsuz yanları birlikte görülmemiş olabilir.
Yaygınlaşma potansiyeli olan yazarın önü kesilmek istenebilir.
Gelişmemiş eleştirinin sonucu olabilir (Bizde eleştiri kültürü yok.)
Yetkin bir eleştirmenin eleştirisi olmayabilir.
Yöntemsiz-ölçütsüz bir şekilde değerlendirilmiş olabilir.
Okurun tepkileri eleştirmeni etkilemiş olabilir.
Yazarın güncel politik eğilimleri eleştirmeni etkilemiş olabilir.
Yazarın-yayıncının satış kaygısıyla tahammülsüzlük olabilir.
Yazar kendi eserini kendince çok değerli buluyor olabilir. (Çok yaygın)
Yazar kendi eserinin özeleştirisini yapamamış olabilir (İlk eleştirmen yazarın kendisidir.)
Rakip yayınevleri kendi eleştirmenleri aracılığıyla dövüşüyor olabilir.
15
Yakın çevreden
gözlemler/izlenimler:
Bütün içindeki yeri gözetmeden tek bir üründen sonuçlar
çıkarıcı eleştiri denemeleri sorunluydu.
Göz ucuyla bakılarak yapılan eleştiri denemeleri
sorunluydu.
Ürün sahibinin ayakları yere basmadığı durumlarda
eleştiri sorunluydu.
Ürün sahibi yazdığı metnin edebi bir metin olduğu
yanılgısı içinde olduğu durumlarda yapılan eleştiri girişimleri sorunluydu.
Edebi metinlerin ince bir işçiliğin sonucunda ortaya
çıktığının farkında olunmadığı durumlarda sorunluydu.
Ölçütsüz/öznel değerlendirmelerde sorunluydu.
Yazarın kendi ürününe karşı duygusal bağı güçlü olduğu
durumlarda her eleştiri girişimi sorunluydu.
16
Eleştiri denemesiyle öznellikler alanında duran eserin sanatsal değeri
ölçülmeye çalışılmış olur. Ölçme denemesidir yalnızca.
17
İlk eleştiri işlemini yazarın kendisi yapar. Yazmak, eleştiri süreciyle
birlikte süren bir etkinlik. Yazma etkinliğinin işleyişi yazarın eleştiri
anlayışının ölçütleriyle sürer. Yazar eleştirmendir de. Ölçütlerini eserleriyle
gösterir. Eser, yazarın ölçütlerini gösterir. Yazar dışında eleştirinin
ölçütlerini metnin potansiyeli belirler.
Yazarın dışındaki eleştiri okurun eleştirisi olabilir ancak. Okur ise
konumuyla, zaman ve mekanıyla, edebiyat/sanat kültürüyle değişik yerde durur.
Durağan olmayan bir okur için, durağan olmayan bir eleştiri (etkilenim-etkileşim)
söz konusu. Eleştirmen ise donanımlı bir okurdur.
Eserin eseri eleştirmesi... Her eser kendinden önceki eserlere
kendiliğinden bir eleştiridir/yanıttır. Övgü, hayranlık, taklit, esinlenme
bunun belirtisi sayılabilir.
Yaşamak güzel şey doğrusu
Üstelik hava da güzelse
Hele gücün kuvvetin yerindeyse
Elin ekmek tutmuşsa bir de
Hele tertemizse gönlün
Hele kar gibiyse alnın
Yani kendinden korkmuyorsan
Kimseden korkmuyorsan dünyada
Dostuna güveniyorsan
Iyi günler bekliyorsan hele
Iyi günlere inaniyorsan
Üstelik hava da güzelse
Yaşamak güzel şey
Çok güzel şey dogrusu.
Melih Cevdet Anday
Vildan
Çalışkan
HANGİ KİTAP
Birazdan korkacağım yine
Rüzgârdan ateşten ve uykudan
Uyuyunca geçecek gibi olacak
Geçeceği o kitapta yazıyor
İnanmıyorum!..
Söndürdüm gözlerimi
Sadece kirpiklerim kavuştu birbirine
Uykudan sadece uykudan...
Bahaneden kavuşan kirpiklerim
Sabaha yine uzak kalacak birbirine
Kalmasaydı hep sönseydi gözlerim
Şartmış sönecekmiş sönmeliymiş
Ama uykudan
Yine o kitapta yazıyor
Açtığımda gözlerimi
Neden diye sormasam
Korkmasam üzülmesem
İçime ata ata ağlamasam
Hıçkırmasam
Hıçkıracakmışım!..
Hem de avaz avaz
Zaten o kitapta yazıyor
İnanmıyorum!..
Gözlerimin canı acıyor
Görmekten
Sönmekten
Senden...
Bu da o kitapta yazmıyor!..
Seval Arslan
YAZAR OLMAK MI İSTİYORSUNUZ!*
Erken yaşlarda
başlamıştı okuma yazma merakım. Okul hayatımda kütüphaneler ikinci adresimdi.
Kitaplar dolusu raflar arasında tanışmıştım, edebiyat klasikleri ve gerçek
yazarlarla.
Kitap okumayı
çok seviyordum. Okumak içimdeki yazma fişeğini ateşlemişti. Yazmalıydım,
mutlaka yazmaya bir yerden başlamalıydım. Kendime sürekli sorduğum, içimi
kemiren soru şöyleydi: “Ben de yazar olabilir miyim?” Öğrenciliğimde
kompozisyonlarda oldukça başarılıydım ama iyi bir yazar olmak için yeterli
değildi. Yazmayı öğrenmenin tek yolunun iyi örnekleri okumak ve alıştırma
yapmak olduğuna inanıyordum. Okudukça hiçbir şey bilmediğimi öğrendim, döndüm
yeniden okudum. Biliyordum, zaman içinde bilimsel bir disiplin ile değişim,
dönüşüm, gelişim gerçekleşirdi.
Siz de yazar
olmak mı istiyorsunuz? Yazmak düşünmektir, sabırlı olmaktır, yalnızlıktır,
hayatı derinlemesine gözlemlemek ve irdelemektir, vazgeçmemektir. Zaman ve emek
ister, en önemlisi bilgi ve cesaret… Öncelikle, yazı yazma sanatını öğreten, gelişimin
aşamalarını gösteren, farklı bakış açıları sunan yazarların kitaplarını
okumanız, incelemeniz, özümsemeniz gerekir. İlk adımda ölmek gibidir yazmaya
başlamak. Çünkü yazmak ciddi bir iştir.
Cemil Meriç’in
dediği gibi “Anladım ki aklına geleni yazmak, yazı yazmak değildir.” [1]
Sicilyalı
yazar Giuseppe Culicchia’nın Demek yazar
olmak istiyorsun! [2] adlı kitabı, yazar olmak isteyenlere yol
gösterici kaynak niteliğinde… Arka kapak metninde özetle şöyle yazıyor:
“Editörden basın bürosuyla olan ilişkilere, kapak tasarımından imza günlerinin
gerçekleştirilmesine kadar bir yazarı ilgilendiren önemli noktaları tüm metne
yayılan bir ironiyle inceliyor.”
Siz de
yazdığınız kitabı yayımlatma hayalinden önce; ne hakkında yazdığınızı, öykü ya
da roman yazıyorsanız, ana karakterinizin ne istediğini çok iyi bilmeniz
gerekir. Ayrıca; “Ne anlatmaya çalışıyorum?”,
“Bu yazımın amacı ne?” gibi soruları önce kendinize sormalısınız.
Heyecanla
yazılanlar, yayımlanmadığı sürece masumiyetini korur, çünkü yayımlandığında her
şey değişecektir. İlk romanınızı ya da ilk öykünüzü ya da ilk şiir seçkinizi
gönderdiğiniz yayınevi yapıtınızın yayın ilkelerine uygun olmadığını
belirtebilir. Bu nedenle kitabınızı ‘dünyada yayımlanmayan hiçbir şey
kalmamasını amaçlayan’ bir yayınevine ya da evinize yakın bir matbaaya
‘cebinizden para vererek’ bastırmanız gerekecektir.
Sonrasında;
yapıtlarınız kadar siz de irdelenecek, değerlendirileceksiniz. Kitaba hızlıca
göz atmış birileri aklına geleni söyleme hakkını kendilerinde bulacaklardır. En
kötüsü (elli yaşını aşmış da olsanız) “Genç yazar” ya da “Genç şair” olarak
etiketleneceksiniz.
Aralarında
ünlü yazarların da olduğu birçok dergi ve gazetenin Amerika’yı yeniden yeniden
keşfetmekten sıkılmayan kültür sayfası yazarları, son dönemde yayımlanan
kurmaca türündeki yapıtlardan ‘Edebiyatta yeni akım’dan söz ederler. (Bu yeni
akım, elit kültür ve elit sanat kavramlarını da ortaya atmıştır.)
Yaşlı yazar
diye bilinenler bu şekilde hitap edilmesine çok kızarlar. Ne kadar başarılı
olursa olsun, Genç yazar dediklerini genelde görmezden gelirler. Lider medya
kuruluşlarınca gerektiği kadar ‘kasılmayan’ yazarları yok saymasalar da hafife
aldıkları bilinmektedir. Herhangi bir yapıtı yayımlanan bazı yazarlar kitap
satışı önemli olsa da ilgilenmiyormuş gibi tavır sergilerler. Polemik
yaratmanın satışları arttıracağı gayet iyi bilindiğinden oyunun kurallarına
göre oynandığı bir gerçekliktir.
Giuseppe
Culicchia; “Siz de gereği gibi kasılabilmeniz için bazı temel kuralları
aklınızdan çıkarmamanız çok önemli” diyor ve söz konusu temel kuralları şöyle
sıralıyor: “1- Kendinizi ve eserlerinizi kıyaslamanız durumunda kullanacağınız
isimleri özenle seçmelisiniz. 2- Eserinizin tanıtımını yaparken, aslında
herhangi bir kitabını okuma zahmetinde bulunmadığınız birçok yazardan
bahsetmelisiniz. 3- Konuşurken sözcükleri tartıyormuş gibi hava katarak çok
yavaş konuşmalısınız. 4- Saçlarınızı sık sık düzeltin ya da en büyük silahınız
bakışlarınız olsun. 5- Kitabınız hakkında olumlu görüş belirtmelerini
beklediğiniz yazarlar haricinde herkese selam vermeyi bırakın. 6- Size gelen
tüm röportaj tekliflerini kabul edin, yöneltilen sorulara çapraz ve
kanıtlanabilir yanıtlar verin. 7- Konuşma yapacağınız mekâna siyahlara bürünmüş
halde gitmeyi ihmal etmeyin. 8- Televizyona çıkabilmek için elinizden geleni
yapın. 9- Tüm festivallere, kitap fuarlarına, sanal dünyanın edebiyat söz
konusu olduğunda sınırsız bir narsisizm etrafında döndüğünü tartışan forumlara
katılmalısınız. 10- Kendi görüşlerinizi ifade etmekten kaçınmayacak diğer katılımcılar
arasında bir kavga çıkmasına neden olacaksınız. Arkadaşlarınızla sohbetinizde
ya da bir gazetedeki köşe yazınızda kavgaların ve fanatik taraftarların şiddet
gösterilerinin nasıl midenizi bulandırdığının altını çizerek işin içinden
ustalıkla sıyrılmayı bilmeniz gerek.”
Demek oluyor
ki ne kadar kasılırsanız kitabınızı kendi cebinizden değil de tanınmış yayınevi
tarafından ‘başkalarının cebinden’ yayımlatmayı başarabilirsiniz. Çünkü
yazarlar asla ödemez. (Bu uygulama bizde yalnızca popüler ya da büyük
yazarlar[!] içindir.)
Yayımlayacağınız
yapıt her ne olursa olsun bir yayınevi tarafından yayımlanacak ise bir sözleşme
imzalayacaksınız. Zafer hayalleri kurmaya başlamanız kaçınılmaz. Mutlu,
heyecanlı ve safsınızdır. Yayınevlerinin bir yardım vakfı değil, diğerlerinden
farksız bir ticari şirket olduğunu unutuverirsiniz, sözleşmede belirtilen
şartların değiştirilebileceğini de… Yayın sözleşmelerinin altına bir daha
silinmeyecek imzanızı atmadan önce dikkatle okumalı ve anlamadığınız noktalar
konusunda açıklama istemelisiniz. Örneğin, telif hakları için ödenecek tutarın
yüzde hesabının kitabın etiket fiyatı değil, satış fiyatı üzerinden (düşük
telif bedeli) yapılacağı ya da telif karşılığı verilecek kitap adedi maddesi…
Giuseppe
Culicchia, “Size en iyi öneri, herhangi bir yayınevinin sizden para talep
ettiği bir sözleşmeyi imzalamamanız. Kendisini para karşılığı kitap basmayan
bir yayınevi olarak tanıtan, ama kitap karşılığı cüzi bir miktar talep eden
yayınevlerinin tuzağına düşmeyin. Ulusal çapta adı duyulmuş bir dağıtıcı
firmayla anlaşmadıklarından kitabınız mutlaka çok az satmaya mahkûm olacaktır.”
sözleriyle uyarıyor yazar olmak isteyenleri.
Işıltılı
edebiyat dünyasının da yöneticileri vardır. “Pazar pazardır. Kitap satmak,
aynen süpermarketlerde deterjan satmaya benzer.” Günümüzde gerçekten de
kitapları süpermarketlerde bulabiliyoruz. Genel yayın yönetmenleri kendi ticari
mesleğini yaparlar, kitapların bir satış ürünü olduğunu düşünürler. Sizi ve
kitabınızı ne kadar umursadıklarına dikkat etmelisiniz.
Kitabın
kapağı, adı kadar önemlidir. Kapak tasarımı konusunda söz hakkınızın olduğunu
unutun. Yayıneviniz tarafından “Kapak tasarımından grafikerlerin sorumlu
olduğu” söylenecektir. Yazarlığın yanında grafiker de değilseniz düşüncenizi
dile getirmeniz boşunadır. “Böyle bir kapak, kitabevinde kimsenin dikkatini
çekmez.” sözleri yüzünüze çarpılır. Kitaba dikkat çekici başka bir ad bulmanız
da istenebilir.
Kitabınızın
yayımlanmasıyla birlikte hem olumlu hem olumsuz tepkilerle karşılaşacağınızı
bilmelisiniz. Elbette ki bunun için birilerinin kitabınızı yorumlama zahmetine
katlanmış olması gerekecektir. Eleştiri mekanizması ters yönde işleyebiliyor.
Kendisine karşı duyulan kıskançlık ve antipati, bir yazarın yerle bir
edilmesine neden olabiliyor. İşte tam da bu yüzden, basının okuyucu kitlesine
ulaşmayı başaramayan kültür sayfaları ve edebiyat ekleri, “körler sağırlar
birbirini ağırlar” deyişinde olduğu gibi, yayıncılık dünyası çalışanlarına
hitap etmekle yetinmek zorunda kalıyor. Birçok yazarın meslektaşlarının kitaplarını
eleştirmek suretiyle kendilerini eleştirmen kategorisine yerleştirmelerine
sıklıkla tanık oluyoruz.
Siz de ister
istemez kendinizi bu ve bunun gibi durumların tam ortasında bulacaksınız. Hiç
beklenmedik övgüler alırken hemen ardından yine beklenmedik saldırılara maruz
kalabileceksiniz. Bir yazarın başına gelen en tehlikeli şey, kendi kendine “Ne
kadar iyi yazıyorum be!” demeye başlamasıdır. Eleştirilerin belirli bir
mantıklı temele oturtulmadığı, hakarete vardığı durumlarda karşılık vermeniz
enerjinizi boşa harcamaktan başka bir şeye yaramaz. Enerjinizi yazmak için
kullanın.
ÇSLS olarak
bilinen Çok Satanlar Listesi Sendromu’na yakalanmayın. Önemli gazetelerin geniş
okuyucu kitlesiyle doğrudan buluştukları çok satanlar listesi bazı yazarların
bu hastalığa (öfke, tedirginlik, bunalımlı ruh hali, paranoya) yakalanmasına
neden olur.
Yayınevi,
‘Gelecek Vaat Eden Yetenek’ için bir dizi tanıtım tekniğine başvurur.
Gazetelere ve Twitter, Facebook, Youtube gibi sosyal paylaşım sitelerine reklam
vermek, kitabın bir kopyasını belirlenen çıkış tarihinden en az bir ay
öncesinden ilgili kültür sanat mecralarına ulaştırmak, üzerinde kitap
başlığının yazdığı dev bir posteri kitabevlerinin vitrinlerine asmak kitabın
gerçekten de önemli bir yapıt olduğu izlenimini yaratmak ister. Bu yayınevi ve
yazarın egosunu tatmin etmekten başka bir şey değildir. Sizi sömürmek isteyen
birilerinin karşınıza her zaman çıkacağını unutmayın! Yine de kitabınızı
tanıtmak üzere programlara davet edilmeniz size verilen değer ve önemdir.
Kitap tanıtım
günlerinin size daha fazla tanınırlık kazandıracak, birkaç kitap daha fazla
satmanızı sağlayacaktır. Henüz genç yazar sınıfında olduğunuzu; cebinizden para
vererek kitabınızı bastırdığınız yayınevi tarafından davet edildiğiniz, kitap
fuarlarına ya da etkinliğin yapılacağı farklı kentlere yaptığınız yolculuklar,
kalacağınız otel, yiyecek harcamalarınızı kendinizin yapacağınızı aklınızdan
çıkarmayın: Okurlarınızla yüz yüze tanışmanız en büyük armağan…
Akım-eğilimler
söz konusu olduğunda edebiyat ve moda dünyasının her iki dünyayı temsil eden
bireylerin aslında ne kadar benzer olduklarını fark etmenizle birlikte,
çabalarınızın sonunda, “En büyük başarı, kalıcı olabilmektir” diyen Ernest
Hemingway ile aynı noktaya varacaksınız. “Gerçekten de iyi yazılmış kitaplar,
kalıcı olmaktadır.” diyor, Giuseppe Culicchia.
İkinci, üçüncü
hatta onuncu kitabınız yayımlansa bile (yazın dünyasında tanınmış bir
yönetmeniniz yoksa), genç şair olarak anılmaya devam edersiniz. Kitabınızla bir
ya da birden fazla ödül kazanabilirsiniz. Ödül konusu gerçeküstü ya da
çelişkili olarak tanımlayabileceğimiz bir olaydır. Adil jüri olduğu kadar
“danışıklı dövüş” durumların yaşandığı, yadsınamaz bir gerçekliktir.
Giuseppe
Culicchia; “Megalomanlık söz konusu olduğunda, başka kimsenin egosunun
entelektüellerinkiyle uzaktan yakından kıyaslanmayacağını unutmayın! Bu
nedenle, er ya da geç acımasız eleştirilerle yüzleşmek zorunda kalacaksınız.”
diyor.
Her yerde, her
alanda olduğu gibi edebiyat dünyasında da hep çekişme, hep kutuplaşma, topluca
ve gizlice yürütülen planlar olduğu bilinir. Günümüzde yazılı basın ya da sanal
medyadan görüldüğü üzere tarikat-barikat-rekabet
sarmış yazın dünyasını. Kimi genç, kimi yaşlı, kimi mürit, kimi militan yazar…
Kimi modern, kimi postmodern sanat lideri… Yazın dünyasının kahramanları
yıllardır kalem savaşı sürdürürler. Günümüz internet demokrasisi, yazılı sert
tartışmaların yaşandığını da açıkça göstermektedir her gün.
Gerçekte
yazmak kötü düşünceleri zihninizden uzak tutar. Hayatınızda kendi düşünce
gücünüz, çabalarınız ve başarılarınızla güzel, kalıcı yapıtlar vermeyi
sürdürün. Büyük yazar kademesine erişebilir misiniz, bilemiyorum. Öyle olmasını
dilerim.
[1] Ümit Meriç, Babam Cemil Meriç, İnsan Yay. İstanbul,
2018. s.33.
[2] Giuseppe Culicchia,
(E cosi vorresti fare lo scrittore) Demek
Yazar Olmak İstiyorsun!, Çeviren: Nazlı Birgen, Aylak Adam Yay. İstanbul,
2014
* Üvercinka Dergisi, Nisan 2021, Sayı 221'de yayımlanmıştır.
Yaşar Özmen
ÖPSEN
Kar gibi örtüneceğim bir bulut
Okşayacağım yağmur gibisin…
Ne söylesem şiir olur gözlerine değince
Öpsem eriyeceksin…
Gel kuralım seninle
Ateşi barutu olmayan bir dünya
Yoksa incineceksin…
Bir umut benimkisi şahlanmayı bekleyen
Yüzünü okşayıp
Öpsen alnından
Göğünde göneneceksin…
Olmaz ki susmakla
Ardı gelmez saklanmanın
Sırılsıklam tutunsan bakışlarıma
Şiirleşeceksin…
10 Aralık 2021
Banu Elçi
MADAM SCHLİMAZEL
“Yıldızları süpürürsün farkında olmadan
Güneş kucağındadır, bilemezsin
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür.
Ciğerinde kuruludur orkestra duymazsın
Koca bir sevdadır yaşamın, anlamazsın.
Uçar gider, koşsan da tutamazsın.”
Shakespeare
-Öğreneceksiniz Madam Schlimazel öğreneceksiniz. Yanlış insanlara harcadığınız zaman yüzünden doğru insanlara gücünüz kalmadığında “pişmanlığı” öğreneceksiniz. Söndürün güneşi tüm umutlar öldü deyip düşlerden af dileyeceksiniz.
Sevmekten korkar mı hiç insan yavrucuğum derdiniz oysa. Görüyorum ki aşk
tanrısı sizi fazlasıyla sınamış. Bilgi ağacının kötülük meyvesine el uzatmış,
ihtiras ve tutku kurbanı olmuşsunuz.
Dua edelim Madam Schlimazel. Aklımızı, yüreğimizi, inancımızı korumak için
dua edelim.
-Fakat Amiral Egbert, görüyorum ki siz denizlere, okyanuslara açılıyor, bir
tek kalbinizin derinliklerine açılamıyorsunuz. Açık denizlerdeki onlarca
fırtınaları atlatıyor da yüreğinizin fırtınalarını dindirmek konusunda ne kadar
gayret gösterseniz de kalbinize yenik düşüyorsunuz.
-Ah Madam Schlimazel, benim şu naçizane insanlığım derin okyanusları
aşarken şeytanların gölgeleriyle boğuşur da bir damlacık aşkta boğulur... İşte
bunu yüreğim de, aklım da almıyor.
-Amiral Egbert, yaşam dediğiniz şeyin en anlamlı bölümünü sevgi
oluşturuyorsa bu anlamsızlık denizinde boğulmak niye? Sonuçta eğer güçlü bir
iraden yoksa, girdaba kapılmış bir saman çöpü gibi bir o tarafa bir bu tarafa
sürüklenirsin. Sevgi uğruna her rüzgâra kapılıp, o rüzgarla dört bir yana
savrulursun.
O halde Amiral Egbert bu durumda hiç sevmeyecek miyiz?
-Seveceğiz sevmesine de, dümeni sahipsiz bırakmayıp rotamızı kaybetmeden
seveceğiz. Eğer gemimizi kuzey denizine süreceksek o denizlerin koşullarını
öğreneceğiz, eğer açık denizlere ulaşmak için bir kanaldan geçeceksek ağır ağır
ilerleyeceğiz o kanaldan. Öyle okyanusların mavi büyüsüne kapılıp kendimizi
hoyratça gelen dalgalara bırakmayacağız. Gün ağardığında olanca sakinliğiyle
bizi içine çeken denizin aynı gün içinde şiddetli fırtınaları ile
batırabileceğini de bilerek ilerleyeceğiz.
-Düşünüyorum da bütün bu oyunlar Amiral Egbert, yaşama dair insan eliyle
yaratılmış olan bütün bu oyunlar, bana minyatür sanatını hatırlatıyor. Kendine
has boyama tekniği ve kendine ait anlatım dili ile işlenmiş küçük boyutlu
resimler gibi. İşlenen bir temayla olayları görselleştirmek, olayı resme işlenen
figürlerle anlatmak. Minyatür adı da Latince küçük anlamına gelen “minör”
kelimesinden geliyor. Zihin, tüm figürlerle ve olayları ince ince işlenmiş
örgülerle, bir tema çevresinde kurup, yaratıyor. İnsan duyguları bu olayları ya
ateşin altını harlayarak ya da tam tersi söndürerek işlemeye devam ediyor. Ancak görüyoruz ki Amiral Egbert, bunlar
insan zihninin küçük hatta bazen sevimsiz, pespaye, hain ve korkak benlik
oyunları da olabiliyor.
Oysa evren kendi düzeninde, işleyişinde öylesine mükemmel ki bir zaman
sonra taşlar yerine oturup ortam dinginleştiğinde elinde ne kalmış diye
baktığında, kalan şeyler olanca basitliğiyle sana hayata meydan okumanın ne
kadar aptalca olduğunu sorgulatıyor.
-Yani diyorsunuz ki Madam Schlimazel, açık denizlerin o korkunç
fırtınalarına meydan okuyamazsın. Sadece fırtınayla birlikte temkinli ve
dikkatlice yol alır fırtına dinginleşene kadar onunla uyum içinde denizde
seyrine devam edersin.
-Öyle demeliyiz Amiral Egbert. Her şey olacağına varır, biz gönlümüzü ferah
tutalım. İstesen de istemesen de hayat, sana ayakta durmayı öğretir. Sizin
deyiminizle geminin içine ne kadar yük alıp, fırtınada ne kadar suyla dolup
taşsan da batmayacağını elbet öğretecektir.
-Görüyorum ki sizden de bayağı iyi bir kaptan olur Madam Schlimazel.
Halbuki cancağazım ben de o gemi çoktan battı. Bile isteye bir enkaz
yarattım ben kendimden. Üstelik bu duruma da ne sitem ediyor ne de durumdan
kendime bir pay çıkarmak istercesine hayıflanıyorum. Şu insana dair, insansal
meseleler yorucu vesselam sevgili madam. Yoruyor artık beni tüm bu ciddiyet, bu
ağır insan dramları. Yüreğe ait olan her şey olanca derinliği ile insanın içini
kazıyor. Ta ki kazdıkça o derin dehlizlerden su çıkana kadar, bir parçacık
temiz suda arınmak için kazıyor.
-Neden öyle diyorsunuz Amiral Egbert?
Biliyorsunuz ki kader dediğimiz bir şey var. Temeli atılmış bir zeminin
üzerine kurduğumuz bir hayatın önümüze düşen yollarında, özgür irademizi
kullanmakta...
Her şey nasıl bir tek kadere bağlı değil ise bütünüyle her şey tek bir
iradeye de bağlı değil. Bütün mesele hayata hazır olmak, hazır hissedebilmekte.
Yoksa onca yükü nasıl kaldırabilir bir insan?
-Öyleyse seçimlerimiz bize mi ait Madam Schlimazel?
-Aslına bakarsanız dış koşulların şartlanmışlıklarından sıyrılabildiğimiz
ölçüde özgür, özgür olabildiğimiz kadar da hayallerimize bir o kadar yakınız.
Siz bir aşk istiyorsanız eğer, o aşkın tüm güzelliklerine olduğu kadar tüm
sefilliklerine de hazır olmalısınız. Ya da bir insanı olanca varsıllığı ile
sadece varoluşu nedeniyle seviyorsanız, arkasından gelebilecek her drama,
kaybedişe, tükenişe, ihanete ve hatta belki rezalete de hazır olmalısınız. Dram
dediğiniz şey; bir tiyatro sahnesinde sergilenen hüzünlü bir oyun gibidir. Onu
hatta belki de kendi hikayenizi uzaktan izlediğiniz vakit, o kadar da dramatik
gelmeyecektir size de. Yaşarken hissettiğiniz her acı sizi besleyip, ileriye
taşıyor ve olgunlaştırıyorsa bir sonraki sahnenin komedi olmayacağını kim
bilebilir?
İnsan eliyle şekil alan, insanın hayatını kolaylaştırmak için yapılan onca alet
ve makinalar gibi insana yine yardımcı olabilecek soyut yardımcı araçlar da var
aslında Amiral Egbert.
-Ne gibi Madam Schlimazel? Ağırlaşan ruhuma temas edecek, beni yüceltecek
ve dimağımı sakinleştirecek tanrının sözleri ya da bir dua gibi mi?
-Belki de Amiral Egbert. Belki de... Sorgulayınız bir. Düşüncelerinizin
ağırlığı ile yaşadıklarınızın ağırlığı aynı ölçüde mi?
Yargıladığınız her hüküm, her yanlış, her kötülük, evrensel doğrulardan
sapan her kendini bilmez sapkınlık, bilmezlik ya da bilinçsizlik size ait
değilse Tanrının suçu mudur bu?
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını okuduysanız bir nedeni olmaksızın ya da
içinde kötülük barındırdığı dahi düşünülmeden işlenen bir suçun cezasız
kalmayacağını anlamışsınızdır. Dışarda verilen bir ceza, içe dokunmuyor ya da
ruha bir ıstırap çektirmiyorsa o cezanın gerçek bir ceza olup olmadığını
nereden anlayabiliriz ki?
İş ki insan en büyük günahı ya da cezayı kendine kesmesin?
-Rica ederim, vicdan muhasebesine girmeyelim Madam Schlimazel. Çünkü bu
konuda insanoğlunun oldukça aciz olduğunu düşünüyorum. Burada Sokrat’ın
erdemini salık veririm herkese. Evrensel doğruluk ve bilgi barındırmayan,
sorgulamayan ve öğrenmeye açık olmayan her insan hayatı boyunca çokça hatalar
yapmaya mahkumdur. O hatalar insanın doğrusu olmaya devam ettiği sürece de
insanlığın kolektif hanesine yazılacak daha ulvi hikayeler asla olmayacaktır.
-Belki de hep bir kurtarıcı beklememiz de bu yüzdendir Amiral Egbert, ne
dersiniz?
İnsanoğlu kendi içindeki güce, tanrısal yanına ve o büyük evrensel, sonsuz
zekâya bir nebze olsun inanabilse... İnsanın, topluluğun ve dünyanın tüm
hikayeleri de değişecek kim bilir?
Yoksa tüm bilgeliğini kabul etmek yerine aslında hiçbir şey bilmediğini ve
sadece bilmeye cesaret ve niyet ettiğini ortaya koyan Sokrat’ı baldıran zehri
ile zehirleyen bu zihniyet iki bin yıl sonra bile hâlâ aynı baksanıza.
-Öyleyse bizi kendimizden başka kurtaracak bir güç yok diyorsunuz, öyle mi
Madam Schlimazel?
-Yeter ki insan önce kendine inansın Amiral Egbert.
Önce inandığı kavramları, öğretileri sorgulasın. Aksi taktirde egonun
yapamayacağı hiçbir yıkım yoktur ki insanlığı hedef almasın!
-Madam Schlimazel, görüyorum ki dünya tarihinde ziyadesiyle kör inançtan
kaynaklanan giyotinler, ölümler, yıkımlar, iftiralar ve suçlamalar bir hayli
fazla. İsa, insanlık adına tüm günahları üzerine alıp acıları teniyle ve
ruhuyla olanca ağırlığı ile çektiğinde tüm insanlık gerçekten kutsandı mı?
Yoksa o tarihten bu yana aynı suçları, aynı günahları tekrar tekrar yaratmıyor
mu insanoğlu?
Daha kaç kurtarıcı ya da Mesih gerek bu dünyaya?
-Üzülmeyin Amiral Egbert, her insan bu evrensel döngüde kendi kefaretini
ödüyor zaten. Bir suç varsa ortada, suçlanacak birileri her zaman bulunur. Adil
olan zaman içinde hakikatle zaten ortaya çıkacaktır. Aksi taktirde geçmişte tüm
o haksızca idam edilenler bugün en büyük aydınlık için rehberlerimiz ve yol
göstericilerimiz olamazlardı, değil mi?
-Sizin bu iyimser yanınıza hayranım Madam Schlimazel. Kadın ruhunun
doğurgan, üretken, yapıcı ve ruhani yanını o kadar güzel yansıtıyor ki ruhunuz,
içimi ferahlatıyor doğrususu.
-Amiral Egbert sizin de bir denizci olmanız işimi öylesine kolaylaştırıyor
ki sanki size değil, suya döküyormuşum gibi içimi. Geriye sadece fırtınalar,
dalgalar ve tabi yine denizin tüm dinginliği ile yol almak kalıyor.
-Öyleyse Madam Schlimazel ardımıza değil, önümüze bakalım bu durumda.
Aşka da, acıya da, sevince de, hüzne de rastgele! En çok da ihtiyacımız
olan mutlak bilgiyle rastlaşsın yolu insanoğlunun...
Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evvelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı
Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karakoy köprüsüne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik
Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik.
Cemal Süreya
Mevlüt Yavuz
MESAJ
İpi üstüne edilmiş şu derenin serinliğinde
Vernalize olur, şişer gözlerim
Falakaya yatarken tabanlarım
Tansiyonum çıkar kayalıklara
Bakışlarım bulanınca anlarım
Çakıl taşlarını, bir bir yıkarım
Adını gömerim, su kenarına
Kuru gül dallarından ateş yakarım
Bir kaplumbağa yüklenir sırtına yalnızlığımı
Ben sırtüstü dereye yatarım
Nişan alırım ellerimle
Gez-inen serçelere
Arpacık gözkapaklarımda
Göz-lerin nerde?
NNilüfer Uçar
“YAŞAMAK ŞAKAYA GELMEZ”
Hangi yönden bakılırsa bakılsın, tüm zorluklara, olumsuzluklara rağmen yaşam denilen sürecin her karesini doldurma gayreti içinde olmalıyız ki dönüşü olmayan bu süreci yaşanılır kılalım. Kırılma noktasını, kalabalık telaşın kollarında var olmaya çalışan yaşamın hangi anda kayıp gideceğini bilebilir miyiz? Yok… Sonsuz yaşama duygusunu herkes içinde barındırır. Bu genç için de yaşlı için de böyledir. Hiç yaşanmamışçasına bırakıp gitmek mi, yoksa geride varsıl bir birikim bırakmak mı yeğlenir? Daha nice soruyu peş peşe sıralıyabiliriz kuşkusuz. Uzun bir ömür dilenir her nedense; sağlık, dostluk, üretken ve kaliteli yaşanmışlık fazla önemsenmez. Yaşam maraton koşusuna benzetilse; bu sürecin kimi uzun, kimi kısa mesafeli koşucusudur. Hangisi olursa olsun adı yaşanmışlıktır.
Zaten dünyaya geliş nedenimiz bu değil midir?
Kanuni Sultan Süleyman hasta yatağında söylediği gibi “Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda,
bir nefes sıhhat gibi” Yaşam denilen süreçte sevinç ve mutluluk, acı ve
sıkıntılar iç içe yaşanır. Kimisi bu olumsuz sürecin çarkına takılmadan
yaşayabilme şansını yakalasa da sayıları o kadar az ki…
İşte tam da burada Sayın
Seçkin Zengin’in ödev verdiği “Son Yaz
Mektupları /ihtiyarlığınıza yazılmış mektup” yazının konusundayım. Ne
yazılmalı geleceğe dair. Elbette yazılacak çok şey olabilir, yaşama, hayallere
dair. Hayalin kapsadığı alana ulaşmak, onu elde etmek için harcanan çaba,
taşınan umut, verilen kavgalar nasıl da değerlidir. Bir de zaferle
sonuçlandıysa harcanan emek düşünülmez. Budur ki bizi yaşama bağlayan elzem
nedenler. Türbülansa girilip çıkılsa da zaman zaman umudun ipini bırakır gibi
olsak da genellikle mücadeleden vazgeçilmez. Zaten yaşamın olmazsa olmazıdır
direnmek, zora göğsü siper etmek. Kimin yoktur ki böyle evreleri. Yaşamın damak
tadı kimi zaman tuza, kimi zaman tatlıya tav olurken, acının o damakta
dolaşmadığını söyleyebilir miyiz? Kuşkusuz her damak, yaşamın birçok tadını
denemiştir, denemek zorunda kalmıştır.
“Geçmişi
değiştiremezsin ama gelecek daha elinin içindedir.” der H. White
Biz de geçmişle hesaplaşır, irdeler; hataları, günah ve sevabıyla
sahiplenirken isteyip de yapamadıklarımızı düşünür, belki de
düşünemediklerimize dokunmadan geçeriz. Kim bilir düşünme fırsatını
bulamadığımız daha nice güzel düşlerimizi sarıp sarmalayıp yaşam bohçamızda
zamanın akarına bırakmışızdır.
Gelecek nedir? Hayal mi, yoksa
varılacak hedef mi? Gelecek belki yalnızca bir an’dır, belki yarındır, belki de
uzun yıllara uzanan yaşam sürecidir. Ama belirsizliktir. Biz yalnız orayı
hayallerimizle hayal ederiz. Kaf Dağı’nın arkasını merak eden masal
kahramanları mıyız? Yoksa serabın arkasında koşan bir hayalperest miyiz? Nedir
gelecek? Sonsuzluk mudur yoksa? Hayır gerçekçi olmak gerek. Var olan, ama
ulaşmak için sürenin garantisi olmayan bir yer, bir zaman dilimi, ya da yaşamın
terası. Ne denir, nasıl varsayarsanız odur gelecek. Nadide bir çiçektir
gelecek. Narin, örselenmeye gelmeyen, hızla akarken kopup giden zamandır belki.
Gelecek herkesin algıladığı kapasitedir. Düşün arka, yaşamın ön bahçesi de
olabilir…
Yarın için garanti yok diye; günü, gün olarak yaşamak kadercilik olmaz
mı? Umudu, hayalleri bitirir bu düşünce.
Yaşama sevincini katletmiş olur. Gelecek hedefi belli olmayan bir koşu eylemi
olsa da yaşanılmaya değer ve olması dilenen hedeftir. Varsayalım ki bitiş
çizgisi belirsiz bir eylemdir yaşanılan. O zaman dünün kolunda geleceğe güvenle
yürümek, varoluşumuza olan saygıyı yitirmeden sarılmak ve yürüyüşe devam etmek
gerekir. Mesafeyi düşünmeden ışığa yürümek, koşmaktır gelecek. Geçmişi
değiştirme olanağı olmadığı gibi pişmanlıklar da hiçbir işe yaramaz. Olsa olsa
onlardan ders çıkarabiliriz. Ama hiçbir zaman geçmişi yoktan sayamayız. Olumsuzluklarına, acılarına takılıp kalmadan
yola devam denmeli. Elbette bugün kıymetli. Onun içini doldurarak
yaşayabilirsek geleceğe bırakacak değerlerimiz çok olur. Kalıt (miras); bugün
yapılanların geleceğe aktarılmasıysa, bırakılacak en değerli kalıt eser ya da
eserlerdir. Yokluğumuzda dahi varoluşun devamlılığını sağlar. Tıpkı; Atatürk,
Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Mevlâna, Rene Descardes, İbn-i Sina, Konfiçyüs,
Baruch Spinoza, Lev Tolstoy, William Shakespeare ve daha niceleri yüzyıllara
rağmen eserleriyle yaşıyorlar, yaşamaya devam edecekler. Resim, müzik, tiyatro,
sinema, bilim, tarih, edebiyat, spor hangi alanda olursa olsun bıraktıkları
eserlerle, ya da çağa damgasını vuran buluşlarıyla var olmaya devam ederler.
Böyle eserleriyle anılmayı kim istemez ki. Bir yerde yaşam noktalansa da
kalıtlar onları yüz yıllara taşıyıp yaşatıyorsa… Malı, mülkü, serveti bunun
dışında tutmak gerekir. Çünkü bu servet bitince iz bırakmaz.
“Geleceği satın
alabilecek tek şey bugündür” diyen Samuel
Johnson’ın bu sözü önemsenmeli.
Satın alalım ama neyi satın alalım? Kimi servet edinmeyi, kimi zevki için
yaşamayı, kimi de yaşamı bıraktığı yerde onu yaşatacak eserler bırakabilmeyi
yeğler. Kişiye göre değişir satın alınan değerler. Bugünden yarına yatırımın yolu da yordamı da
farklılık gösterir.
Ben mi? Gelecek için düşüncelerim zamanın değişik
evrelerinde değişime uğradı desem. Çünkü her yaş basamağında gelecek için
beklentiler değişiyor.
Gelecek için ne bırakabilirim düşüncesi birçok
kişi gibi beni de ilgilendiriyor. Neden mi? Çünkü yaşamın üst basamaklarına
doğru yol alırken nefesimi idareli kullandığımı anladım. Geç bir zaman
denebilir. Başlamaya karar verildiği andan artık geç diye bir şey söz konusu
olmaz, olmamalı. Tek dezavantaj alacağım yolun ne kadarını kullanabilirim
sorunsalıdır. O nedenle yazın yaşamımda yol almanın hazzını yaşıyorum. Az olur
çok olur, pek de önemli olmasın derim. Bugünü yaşanılır kılamazsak gelecek
yelkenini yürütecek rüzgâr gücünü bulamayabiliriz belki. Yaşamda en değerli an
içinde bulunduğumuz andır. Önemli olan bu anın içini nasıl dolduracağımızdır.
Günün koşuşturması, toplumsal yaşantı, günü kurtarma çabası, çoluk çocuk, iş
güç derken telaşın içinde hızla yol aldığımızın ayırdına varamıyoruz. Gün ne
zaman başladı da hemen bitti, baş döndürücü bu süreç şaşkınlık ve telaşla
izlenirken, yazmak için zaman yaratmak, sonra da emeğin dönüş sevincini yaşamak
kadar güzel ne olabilir?
“Sıkıntı var; boğuntu var, tedirginlik var,
çirkinlik, yalan, her şey var. Ama hep umut var her şeyin içinde…” diyen Edip
Cansever’ e hak vermemek olmaz ki!
Yol hep umut meydanına çıkıyor. Tutunduğumuz o
çınarın dalıdır. Direnciyle varoluşumuzun simgesidir.
Umudu yitirdiğimiz ya da yitirmeye an kaldığında,
benliğimiz sarsılır, soluğumuz kesilir sanki. Bireysel sorunlara, toplumsal
daralmalar eşlik ederse sonuç daha da ağır olur. Örseler, yoğurur, hırpalar,
yılgınlık denen uçurumun kıyısına doğru sürükler.
Dünya salgının yapay parmakları arasında debeleniyor. 2019’da Çin’in
Wuhan kentinde ortaya çıkan Covıd-19 salgını orada çok can aldı. Daha sonra
bize bir şey olmaz diyen ülkelerin kapısını tek tek çalınca, tehlike çanları da
çalmaya başladı. Mart 2020’de bizim kapıyı çalmadan hop diye içeri girdi. Tam
kapanmalar, kısmen kapanıp açılmalar derken bocalayıp durduk. Gelişmelerin iyi
yönetilmemesi sıkıntıların derinliğini artırdıkça artırdı. Başlangıçta maske
dağıtma işi tam bir komediydi, düşman başına dedirtti. Bilgilendirmedeki
samimiyetsizlik, bilgi kirliliği, sosyal yaşamı olumsuz etkilediği gibi güven
kaybına da neden oldu. Her bilgilendirmeden sonra acaba sorusu hemen ardı sıra
gelmeye başlar oldu. Doğal maskeli yüzlere zorunlu maskeli yüzler eklendi.
Birkaç cümleye sığdırılmayacak kadar zor bir dönem yaşıyor tüm dünya. Biz daha
zorunu yaşıyoruz. Birçok iş yerinin kapanması, çalışanların işsiz kalması,
işsizlik boyutu her geçen gün büyüyerek işsizler ordusunu oluşturdu. Temel
giderlere yapılan zamların yırttığı kemer beli tutamaz oldu. Ne yazık ki
sessizlik hâkim. Tasarruf önlemleri kime uygulanacağını söylemeye gerek
bırakmayacak bir komedi.
Geleceğimizin temel taşı olan eğitim-öğretim, bu
olumsuzluklardan fazlasıyla nasiplendi. Zaten kırılgan olan eğitim sistemimiz
vurgun yemiş gibi sendeledi. Öğrenciler, ilk kez bilgisayarla uzakta eğitimi yürütmeye
çalışsa da her öğrenci bu olanağa sahip olamadı. Birçok çocuk eğitimsiz kaldı.
Eğitimdeki eşitsizlik daha da arttı.
Aşıyı bulma çabalarının zaman alması, daha sonra
aşının getirilip yapılmaya başlanması ayrı bir sıkıntı yaşattı. Geldi gelmedi
derken uzunca bir süre geçti. Nihayet on sekiz yaşına kadar indi gibi... Bu
demek değildir ki normal yaşantımıza başladık ya da başlayacağız. Yeni çıkan
varyantlar kendi alanlarını genişletirken sıkıntı, kolay aşılacağa benzemiyor.
Gerçi turizm için tüm önlemler askıya alındı. Sonuç, sezon bitiminde görülecek.
İnsanlar uzun zaman uygulanan kısıtlamalardan sıkıldığı için sevinç yaşıyor.
Hani sevinçleri kursaklarında kalmasın
diyesi geliyor insanın. Bekle gör durumu yaşanıyor şu an. Üçüncü aşıya 1 Temmuz
2021 itibariyle başlandı.
1 Temmuz tarihine bir not daha düştü. Kadın
şiddetini önlenmesini de içeren “İstanbul
Sözleşmesi” bugün yürürlükte kaldırıldı. Birçok büyük kentte kadınlar olayı
protesto etmek için gösteri yaparken yine güvenlik güçleriyle göğüs göğüse
gelmesi ne acıdır ki yaşandı. 21.
Yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanıyor bu direnç. Kısır bir döngünün içinde
debelenip duruyoruz. En değerli varlıklarımız dediğimiz kadınlarımız,
çocuklarımız, doğamız ne yazık ki korunaksız ve bu önlenemiyor.
Salgının yarattığı sarsıntıyla yetinmedik
elbette. Ekonomideki dibe çöküş, gelir dağılımındaki uçurumun derinliği,
yoksulluk sınırındaki keskinlik, işsizliğin tavan yaptığı bir zamanın hırçın
kollarında daralmış durumda bir toplum. Siyasetteki kirlilik, dışa bağımlılık,
iç acıtan yolsuzluklar, adalete olan güvenin yağ gibi eriyor olması, kadına
uygulanan şiddetin artması, çocuk istismarının utanç verici boyutlara ulaşması,
saygı ve sevgi dilinin kabalaşması… Toplumun gelecek için duyduğu kaygı, umut
ışığının gittikçe azalmasına neden oluyor.
Umut; geleceğe randevu vermekti. Umutsuz yaşam
zifiri karanlıkta yol almak gibidir. Her şeyini yitirmiş, tutunacak dal
bulamayanlar için kolay mı sanıyoruz? Peki ne yapılmalı gelecek denilen Kaf
Dağı’nın ardını görebilmek için. Burada durup geçmişimize bakmalıyız. Birinci
Dünya Savaşı’ndan sonra yurdumuz işgal altında inim inim inlerken, hiç umut
yokken, karanlık günler yaşanıyorken; geceyi gündüze döndüren, dirençle,
azimle, inanarak Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde nasıl yeniden ayağa
kalktıysa, sönen ışık tekrar yakıldıysa; yine, yeniden o ışık yakılır ve ayağa
kalkılır. İnançla umutla kol kola yürünür aydınlık günler için.
“Şayet bir gün çaresiz kalırsanız, bir kurtarıcı beklemeyin. Kurtarıcı
kendiniz olun.” M.K. Atatürk
Demek
oluyor ki zaman zaman dibe battığının farkına varabilen bireyler, toplumlar,
ülkeler; kurtarıcının kendi dinamiklerinde aramanın gerekliliğini bize miras
bırakan Atatürk’ün bu sözünü ilke edinip umudun kendimizde olduğu bilincine
varmalı.
“Yerinde duran,
geriye gidiyor demektir… İleri, daima ileri!” M.K.Atatürk
Kazanımlarımızı ileriye taşıyabilmemiz için, iç
dinamiklerimize sahip çıkmalıyız. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında günümüze
değin hangi kazanımlarımızı kaybettik ya da üstüne neler ekledik, bunu
irdelememiz gerekir… Bir ülkeyi ileriye götüren yolun, eğitimden geçtiğini
söylemenin gereği var mı? Çağdaş bir eğitim sisteminden neler feda ettiğimizin
ayırdında değilsek, bilinsin ki ileri gidildiğini düşünmek pembe hayaller
ülkesinde masallarla uyutulan cücelerden farksız oluruz. Bir toplumun
gelişmişlik ölçütü, çağdaş bir eğitim, kaliteli okur-yazarlardır. Yoksa
sağlıklı bir değerlendirmeden yoksun olur.
Bireyin mutlu olması için, toplumun kararlı bir
yönetimle yönetiliyor olması gerekir. Aksi durumda bu gerçekleşmez. Yoksul,
gergin, gelecek kaygısı olan, üretim-tüketimde eşit yararlanmayan, eşit haklara
sahip olmayan, adil yargılama yoksunluğu ve güven ortamı olmayan toplumların
bireyleri kuşkusuz umutsuz ve mutsuzdur. Mutsuz bireyler, gelecek kuşaklara
hangi varsıllığını taşıyabilir!
İlginç durumla karşılaştığımızda ilk akla gelen
nüktedan, mizahçı değerli yazarımız Aziz Nesin’i anmamak olur mu? Her gün
karşılaştığımız, yaşadığımız akıl dışı olaylar, bozulan toplum değerlerini
anlatırken anarız onu.
“Biz mağlup
olduk efendim, çirkinliğe, kabalığa, bayağılığa mağlup olduk.” Aziz Nesin
Neden demeyi, düşünmüyorsunuz sanırım. Çünkü
haberleri dinlerken yüreğimize ters kelepçe vurulmuşa dönüyoruz. Kokuşmuşluk,
kayırmalar, adaletsiz uygulamalar, mantar gibi büyüyen yasadışı oluşumlar,
dilin ve saygının erozyona uğradığı, doğanın hoyratça kullanıldığını gördükçe,
“Ah Aziz Nesin ah!” dememek mümkün mü?
Geleceğe mektup yazılacaksa; bugün yaşananları
oraya taşımadan olmaz ki! Ne yaşarsan
onu yazarsın…
“Bütün yıldızlar
sönse ve her şey kararsa, insanın ruhunda tek bir yıldız parlamaya devam eder,
bu ümit yıldızıdır.” Eflatun
Yaşamın temel kaynağı içimizde yaşattığımız o
yıldız ki pek çok badireleri atlatma direncini bize verir. İşte bu direnci yeri
geldiğinde kullanmak, onun hep canlı tutmak kadar kıymetli ne olabilir? Madem
yaşıyoruz, umudumuzu, güvenimizi yanımızda taşıyarak; bizden sonraki kuşağa
miras bırakacak güzel eserlerimizle yol alalım.
Bu mektubu “Son Yaz”a
yazıyorum. Son Yaz, hangi mevsim ya
da kaçıncı yaşa denk gelen mevsim? Hangi
zaman dilimine son yaz diyebiliriz? Ben
yine de iç ısıtan, olgunluk seviyesine ulaşmış yaş olarak alayım. Tam da emek
hasılatının kaldırıldığı, yaşamda fazlalıkların ayıklandığı, kendinle hem
barışık hem de kendine yetindiğin bir zaman dilimi. Yaşanılanlar sergilenir,
değerli olanlar ayrılır, eksikler tamamlanır, sonra yaptıklarınla (varsa)
gururlanırsın. Neler bırakmayı düşünür insan gelecek adına. Zengin bir baba
servet bırakmak ister, yoksul bir baba borç bırakmak istemez, kimi varsılım
dediği çocuk ve torunlarını servet olarak görür, kimi de kendini merkeze koyarak
dünyayı kendi etrafında döndüğünü sanarak egosunu doyurmaya çalışır. Hangisi
olursa olsun kaliteli bir yaşamı geleceğe bırakmak en değerli kalıttır.
Yaşamak için geldiysek dünyaya, yaşamalıyız.
Umutla, dirençle, dişini etine geçirerek, hırsını taşa bırakarak, gece ayın
ışığında yıldızlar göz kırparak, bir derenin kıyısına oturup ayaklarını suya
sarkıtarak, gölde nilüfer çiçeklerin ihtişamını içine çekerek, saçakta yuva
yapan serçeye imrenerek, çiçeğe konan kelebeğin kanat zarına hayran hayran
bakarak, salyangozun arkasındaki simi izleyerek, suya attığın taşın halkalarını
sayarak, gün batımında bir kadeh şarabını burukluğunu damağına yaşatarak, soluk
soluğa çıktığın yamaçta aşağıya bakarak, bir çocuğun gülüşündeki saflığı
dudaklarına misafir ederek, ayağını sıkan ayakkabını attığında duyduğun
rahatlığı yaşayarak, uçakta bulutların içinde geçercesine yaşar gibi... Ve yaşadığını kendine
kanıtlarcasına yaşamak…
Her mevsim baharmışçasına. Genç yaşayacaksın.
Diri yaşayacaksın. İhtiyarlık vazgeçmişliktir. Vazgeçmek kaynaktaki suyun
kurumasıdır.
Yazımı umutla bitirecekken, yine umut kanadı.
Çünkü Antalya Elmalı’da yaşanan iki küçük kardeşin cinsel istismar sanıkları
ile ilgili görülen davanın sonucu açıklandı. Ve sanıkları serbest bırakıldı,
adalet yok oluş tokmağını masaya vurdu. Bu, binlerden biriydi…
Çocukların çocukça yaşayacağı, güzel günlerde
büyüyecekleri, umutla gülümseyecekleri bir dünya var olsun…
Nazım Usta’yla bitireyim ki umut yeşersin, tüm
olumsuzluklara inat…
Sus be yüreğim! Ben de
bilmiyorum özlediğimi. Sus da bilmesin özlendiğini.
Özdemir
Asaf
Nimet Taner
MAVİCEK
yeryüzüne devamsız
göklere devam eder usun çocukları
başka vakitler vardır hayli şapkasız
rengarenkten rengarenk
annelerin uykusudur kiraz dalında çiçek
eğilip doğrulur çocukların oyunlarında gereç
göz getirir gözümüze
yüzümüzdeki mayıs elleri
bir bekleyiş bahçesinden
parmaklarının eylülüyle toplar
tarçından bir güzü bakırdan gökyüzünü
günaydınlar edinir en yarın haliyle
eti çağında yaşasaydı
keten giysi giyerdi mavicek
gümüş sular içerdi anneler
sonbahar bir defter gibi dürülüp kaybolmasaydı
Bedriye Korkankorkmaz
HAYATI GİBİ
ÖLÜMÜNÜ DE DESTANSI KILAN, TRAJEDİNİN, TUTKUNUN, AŞIRILIKLARIN SANATÇISI:
KLEİST
Almanya'nın en büyük trajedi sanatçısı olan
Heinrich von Kleist'ın mezarındayım. Bugüne değin onunla ilgili yaptığım
araştırmaları aklımın süzgecinden geçiriyorum. Kişiliği hakkında aykırı
düşüncelere savrulmak istiyorum ve ona yaşadıklarından sesleniyorum. Sesimin
tınısına, yaşadıklarına ödediği bedellerin sesi karışıyor. “Zıt kutbunla akılcı
dünyaya ait olamazdın sen” diyerek sohbetime başlıyorum. Sevmek, sevilmek,
başkaları tarafından fark edilmek, şöhretli olmak ille de öç almak adına
didindin durdun. Yaşadıklarının heybeti ürkütüyordu insanları.
Yaşadıklarının/yazdıklarının senden sonraki yansımalarını sana anımsatmak
istiyorum. Merak ediyorum, parçalanmış ruhun mezarda bir bütün olabildi mi?
Doğarken mi yoksa ölürken mi daha adildir yazgı? İnsanın kendisine karşı
sorumluluklarının içinde kendini öldürmek de var mıdır? Ağzının içine tabancayı dayayıp ellerin
titremeden tetiğe basarken acının hangi boyutuyla yüzleşiyordun o an? Neden
insan, saygısına/saygınlığına değmeyecekler için kendini tüketiyor senin gibi.
Bir yandan hayattan kaçıyordun diğer yandan kendinden. Kendini kendine
unutturmak istiyordun. Sürekli yollardaydın. Huzursuz, ruhuna yenilmeyecektin
böylelikle. İnsanın kendisi karşısındaki umarsızlığını, ölüm karşısındaki
umarsızlığa benzetiyorum ben. Göçebe ruhun rehberin oldu senin. Ruhların
sustuğu tek dünyadan sana sesleniyorum: Mezarlıklar neden bu kadar sessizdir?
Taşkınlıkların, tutkuların, olağanüstü aşırılıkların adamı! Mezarda sessiz
sedasız uyumana inanamıyorum. Ayağa kalk! Yık ortalığı! Ölü ruhlara inat
ruhların dansına kaldır beni. İncitilmiş ruhumu sağaltacak bir iksir ver bana.
Ben de senin gibi kendini eserinden yaratan bir heykeltıraş olmak istiyorum.
Tepeden tırnağa incinmiş duygularımdan yaratayım kendimi. Güneşi getirdim sana,
gecenin karanlığını ver bana; aydınlatayım yaşadıklarımla. Bedellerine benzeyen
yüzüm yaşanmışlıkların izleriyle dolu. Korkma yüzüme dokunmaktan. Biz ki
insanları kırmamak adına kendimizi parçaladık.
Yüreklerine dokunduklarımızdı ruhumuzu parçalayanlar.Parçalanmış ruhumun sesi rüzgârın uğultusuna
karışıyor ve baştanbaşa yalnızlık kesiliyorum mezarında. Gerçeğin gücü
karşısında titriyorum. Üşüyorum. İnsanlığın botanik bahçesi mezarlıklar mıdır?
Bitkiler gibi mezarlıkların dünyasında da aykırılıklar farkındalık olarak
karşımıza çıkıyor. Sağken birbirlerine kurşun sıkanlar, ölürken koyun koyuna
birlikte uyuyorlar. Mezarlıkları insanlığın evrenselliğe ulaştığı tek mekân
olarak algılıyorum. Bu cennet bu cehennem mekânının tuvalini yüreğime
kazıyorum. Kendinden kaçış hastalığına sen de bu mekânda şifa buldun.
Hayallerinin hırslarınla el ele verip seni uçuracağına inanıyordun. Uçlarda
yaşamalıydın, benim gibi. Özünde kendi derinliklerine kök salmak istiyordun ama
isteklerinin kutbu birbirinin zıddıydı. Zıt kutbun burcunda doğanlar iflah
olmazlar, kendimden biliyorum. Uçuruma doğru koşarken kendini ölümün kollarına,
uçuruma yaklaştığın anda ise yaşamın kollarına atıyordun. İçinin
kilometrelerini koşarken hayallerinin derinliklerine dalmak istiyordun.
18 Kasım 1777’de Oder üzerindeki Frankfurt'ta
dünyaya geldin. Dâhi olduğunu çocuk yaşta öğrenme ve öğrendiklerini ayrıştırma
kabiliyetin belli ediyordu. On bir yaşında anne/babanı yitirdin ve Berlin'deki
göçmen bir vaizin koruması altına verildin. Baban gibi subay oldun. Bir yere
ait olmama duygusu yetimliğinin armağanıydı sana. Hayatın soluk soluğa bir
duygunun, bir düşüncenin peşinden koşmakla geçti. Kovalamaca hayatının mihenk
taşı oldu. Sıradan bir yüze sahiptin. Yetimlik sende kimsesiz olmakla
eşdeğerdi. Kimsesizlerin dış görünüşlerine özen göstermeleri gerekmiyordu.
Sevgisizlik kendini ezik bir insan olarak hissetmene neden oluyordu ve
duyguların içten içe ruhunu kanatıyordu. Sen de çağının diğer şair/yazarları
gibi toplumda gündemi belirleyen birisi olmak istiyordun. İç dünyanın
parlaklığını dış görünüşündeki sertlik, bir ağacı budar gibi buduyordu.
Duygularınla ilgilenen yoktu. Dilinin ruhunla kavgaları bitmiyordu. Sözlü
olarak kendini ifade edemiyordun. Konuşamadıklarını yazmaya başladın. Sen de
kahramanlarından kendini yarattın. Hem hayatına hem de ruhuna giren insanları
kendi ateşinle yakmayı seviyordun. Kız kardeşinin parasını aldın. Nişanlına
tutarsız ahlaki isteklerinden dolayı azap çektirdin. Can dostunu da yalnız
bıraktın. Sevdiğin herkese kendinle ölmeyi teklif edecek kadar deliydin.
Nihayet senin gibi ölmek isteyen, hayattan bıkmış Henriette Vogel ile tanıştın.
Kanser onun bedenini senin de ruhunu esir almıştı. Birlikte düğüne gider gibi
ölüme gittiniz. Gergin mizacın, tutkularının fazla olmasındandı. Tutkularını
dizginlemek yerine şaha kaldırıyordun. Şaha kaldırdığın tutkularını ne sözle ne
de eylemle tatmin ediyordun. Kanayan ruhunun acısına iraden meydan okuyordu.
Tutkularından biri de içini temiz tutmaktı. Doğru dürüst bir insan olmayı
başarmak istiyordun. Düşüncelerin doğruluğa, duyguların ise aşırılığa tutkundu.
Disiplinli çalışıyordun. Aşırı ahlaklı olman hırslarını hayata geçirmeni engelliyordu.
Kafandaki ideal dünyaya benzetiyordun akılcı dünyayı. Duygularını abartılı
yaşadığın için, içine ne kadınlar ne dostların ne de hayallerin sığıyordu.
Taşkın ruhun aşırı gururluydu. Gururun kendin gibi herkesi bir kalıba
sokamadığı için yaralanıyordu. Ahlaki azap duygunu izah edilmeyecek boyutlara
vardırıyordun. İlk yaşadığın cinsellik deneyiminde iradene yenildiğini
düşündüğün için ruhun azap içinde kıvrandı uzun bir süre. Cinsellik daha
sonraları oyunlarının baş konuğu oldu. Penthesilea’da
cinsellik tavan yapmıştı. Goethe, oyunlarında cinselliği gereğinden fazla öne
çıkardığın için rahatsız oldu. Herkesin yaşadığı günlük olaylara yüklediğin
anlamdan bir başyapıt değerinde, kütüphaneler dolusu eserler çıkar. Dedim ya
zıt kutupların gökyüzü gibiydi kişiliğin.
Takıntılarından biri de hayat planı yapmaktı.
Ölmek de hayat planlarının arasındaydı. İsteklerin kırpık ipler gibi dikiş
tutmuyordu. Parçalanmışlık ruhunda tiryakilik yaratmıştı. Sen ne ünlüydün ne de
diğer sanatçılar gibi üniversite eğitimi görmüştün. Geleceğin için kaygılanan
kimsen de olmamıştı senin. En büyük tutkun müzikti ve müzik alanında eğitim
alman yasaklanmıştı. En sevdiğin flütü bile gizli gizli çalıyordun. Sen de
kendi doktorun oldun ve yarana neşter vurdun.
Ruhuna ait olmayan askerlikten ayrılarak yetişkin insan olma yolunda ilk
adımı attın. Felsefe, matematik, doğa bilimleri özellikle de edebiyat tarihini
okuyarak kendi öğretmenin oldun. Hayatın
gerçeğini bilgiyle kavramak istiyordun. Kültürlü olduğun kadar erdemli de olacaktın.
Erdemlerinden kendini yaratacaktın. Kendi çabalarıyla Latince/Yunanca öğrendin.
Amacın kendine ulaşmaktı. Kant’la tanıştın. Kant, senin hayatını altüst etti.
Kant, felsefesiyle senin hakikat olduğuna inandığın bilgi birikimini yerle bir
etti. Amaçsızlık amacın oldu. Bilginin cefalı yolundan ayrıldın. Yerleşik
hayata/hareketliliğe karşı tiksinti duydun. Çiftçi oldun. Yalnız ve sade hayat
huzursuz ruhunu dinlendirmediği gibi teselli de etmedi. Çiftçiliği bırakıp
Paris’e döndün. Kendi derinliğinde boğulma duygusuyla edebiyata yöneldin.
Yazmak ruh cehenneminin tek cennet köşesiydi. Hırsın o tek cennet köşeyi de
cehenneme çevirdi. Aşırılık ile abartıya olan düşkünlüğün, ruhunu rahat
bırakmadı. İlk eserinle edebiyat dünyasının, önünde diz çökmesini bekledin.
Gerçeklerle yüzleştiğinde sık sık hayal kırıklığı yaşadın. Sevgisiz olduğun
kadar mutsuzdun da. Sözcüklerin ne munis ne mütevazı ne de olgundu.
Sözcüklerinin her biri cehennem ateşinde yanan kütüktü. Acılarının hak ettiği
tek ödül ölümsüzlüktü. Kendini tüketircesine tutkuyla bağlandın sözcüklere.
Asıl yurdun trajediydi. Eserlerinin anahtarıyla açacaktın trajedi yurdundaki
kilitli kasalarını. Seni ayakta tutan güç ünlü olacağına olan inancındı.
Hırsının kazanının altına atabildiği kadar odun atıyordun bunun için.
Oyunlarını, şiirlerini, mektuplarını… kanınla yazmaya başladın. Yazdığın her
sözcük senin ruhunda ayaklanan halkın sesiydi. Aklında ayaklanan sözcüklere
hırs kırbacıyla saldırıyordun sen. Kendini iyi hissetmenin tek yolu kan ağlayan
sözcüklerin eserini yazmaktı. Ne yazma hırsından ne aşırı gururundan ne
aşağılık duygundan ne de ünlü olma beklentinden vazgeçtin. Yazdığın eserleri ve birçok taslağını da bu
yüzden yaktın. Eserlerinin her biri kendine karşı verdiğin savaşın er
meydanıydı. Yaşadıklarından aldığın yaralar seni drama itti. Bir yandan sanatı
seni ayakta tutan bir güç gibi görüyor diğer yandan da sanatı sırtında
taşıyamayacağın ağır bir yük haline getiriyordun beklentilerinle. Beynindeki
depremin artçı sarsıntıları yansıyordu eserlerine.
Almanya'da Goethe ve Schiller'le tanışman
yararına olmadı senin. Goethe, samimiyetinde samimiydi ama senin garip yapını
benimsemedi. Onun ünü ve toplum yapısı üzerindeki büyülü gücünü kıskanıyordun.
Goethe, her sanatçının yaşanmışlıklarının eserine farklı yansıyacağını unuttuğu
için senden de kendi eserlerinin bir benzerini yazmanı istiyordu. Ünlüler
yazdıklarına dair görüşlerini önemseyen aday sanatçılara karşı yaklaşımlarında
daha duyarlı olmalılar. Goethe ünlü olmak için ne kimsenin karşısında ezildi ne
de sanat dehasını başkalarına onaylatmak ihtiyacı duyacak kadar kendine
güvenini yitirdi. Senin acılarından ve aşırılıklarından yarattığın her karakter
Goethe’ninkinden de daha saygındır; çünkü insanın yıkımları/dirilişleri tüm
çıplaklığıyla yansıyor eserine. Goethe, önce olay örgüsü üzerinde düşünüyor
sonra düşündüklerini felsefenin süzgecinden geçiriyordu. Düşünsel gelişimine
katkı sağlayan sağlam düşüncelerle eserlerini yazmaya özen gösteriyordu. Senin
gibi ruhunu bir anda kusmuyordu eserine. Goethe’nin sahip oldukları ile senin
sahip olamadıkların ancak eşit olabilirdi. Seni de rahatsız eden eşitliğin bu
türüydü. Yaşadığın her duygu sende bir yıkıma neden oluyordu. Düşündüklerini
eyleme geçirememe, ruhunu kalbura çevirmişti. Ruh sağlığını korumak da aklının
ucundan geçmiyordu, benim gibi. Hayatın doğal akışına kendini bırakmak ve
hayatta payına düşene razı olmak doğanda yoktu. Yaşadıklarını hafife almanın
bir insana kazandırdığı ruhsal avantajdan da yoksundun. Duygularını acılarınla
sivrileştirdikçe ruhunun nefes aldığını hissediyordun. Hayatın gibi eserlerin
de uzun soluklu hazırlık dönemine, akla hayale gelmeyen karmakarışıklığa ille
de dramın dolambaçlı dehlizlerine ihtiyaç duyuyordu. Eserlerinde duygularının
zirvesine çıkmak bile seni tatmin etmedi. Kendine işkence etmekten aldığın
zevkin tadına varmak için sürekli gerilimin dozunu yükseltiyordun bir eroinman
gibi. Sinirlerini benzer yöntemlerinle patlamak üzere olan bir volkan haline
getiriyordun. Eserlerinde ya bir kabadayı gibi böbürlenme ya okyanuslarla
yarışacak kadar derin olan yaşam sevinci ya ölüme kendini adamışlık ya ölüm
döşeğindeki bir hastanın bitkinliği ya da bildiklerini mezara götüren ketumluk
hâkimdi. Gücünü yalnız ve tek insan olmandan alıyordun. Sert sözcüklerini
nihayet Kohlhaas eserinde olduğu gibi
insancıl bir boyuta yükselterek yumuşatmıştın. Ahenk duygusu hayatında olmadığı
gibi sözcüklerinde de yoktu. Taşkınlığını tersinden akan bir okyanusa
benzetiyorum ben. Tersten akan bir ırmağın götürdüğü yeri yüreğinin seni
götürdüğü yer olarak algılıyordun. Tersten gitmeliydin yüreğinin götürdüğü
yere. Değerlerine saygı duyduğun ülkenin senin değerlerine de saygı duyacağını
düşünüyordun. Düşüncelerinde yaşadın sen; düşüncelerinde! Kendi karanlığına
gömülen duyguları görmekte mahirdin. İç dengeni dengesizlikler ayakta
tutuyordu. Kahramanların şöhretli değil; senin gibi uçlarda yaşayan insanlardı.
İnsan ruhunun derinliğini kıskıvrak kavrıyordun. Ruhundaki duygusal yoğunluğa
kahramanların bile dayanamıyordu. Vatansız olan ruhundu. Ruhunun vatanı da
duygularınla hayallerindi. Dramınla sarstığın okuru aynı anda olağanüstü
coşkunla başka dünyalara götürüyordun. Bir anda ölümden yaşama dönüşü
yaşatıyordun okuruna. Yazdıkların senin dramındı. Senin kadar gerçek olmaları
doğaldı. Seni üzenleri eserlerin aracılığıyla okuruna şikâyet ediyordun.
Okurunun gözünde dramlarını sıra dışı yapan da senin kendini
anlatmaya/anlaşılmaya duyumsadığın isteğinin paramparça ettiği ruhunun kanlı
fotoğraflarıydı. Prinz Friedrich von Homburg en iyi dramından birisidir. Dramında
yaratılışının özünü oluşturan trajediyi zirveye çıkarıyordun. Hayatının iniş ve
çıkış basamaklarında okuyucuyla birlikte çıkmayı/inmeyi seviyordun. Yalnız
olmadığını hissettiğin zamanlar kendini bu duygunun büyüsüne kaptırdığın
zamanlardı. İmkânsızı başarmak gibi bir anlamı vardı yaşadıklarının.
Aşırılıklarını bu yüzden törpülemek istemiyordun. Yazgının sana kurduğu tuzağa
düştün. Başta ilgisi ve sevgisi senin için önemli olan Goethe sırtını döndü
sana. İşinden ayrıldın. Yaşama nedeni saydığın dergin yasaklandı. Oyunların boş
sahnelerde sahneleniyordu. Halk seninle alay etmeye başladı. Kitaplarını
basmıyordu yayıncılar. Çalışacak iş bulamadığın gibi dostların ile kız kardeşin
de seni terk etti. Ustalık eserin olan Prinz Friedrich von Homburg’un, hayalini
kurduğun üne seni kavuşturacağını algılayacak durumda değildin. Hayat
standardın düştükçe düşüyordu. Pespaye giysilerinle bir ayyaş gibi ortalıkta
dolaşıyor, zaman zaman da izini kaybettiriyordun. Ne yaşadıklarının ne
hislerinin ne de isteklerinin bir değeri yoktu ülkende. Tanıdıkların
kendilerinden yardım istediğin için senden kaçıyorlardı. Dizginlemeye
kıyamadığın dik başlı ruhunu hayat dışlıyor, aşağılıyor, yerden yere vuruyordu
gözlerinin önünde. İçindeki Azrail karşına dikildi. Umarsızlığın kıskacında
seni kurtaran meleğindi. Kıskandıklarının hiçbirinin cesaret edemediği kendini
öldürme cesaretine sahiptin sen. Yerinde olmak istediğin insanlara bir meydan
okumaydı intiharın. Seni ve değerlerini dikkate almayan topluma yalnız
ölmeyerek bir nanik attın. Senin gibi ölmeye meraklı olan bu kadının varlığıyla
tanışacak, kıskanacaktı sana sırtını dönenler. İlk aşkına karşılık vermeyen
kadından da öcünü alacaktın. Ölüm ortaklığından öte, kadına yüklediğin anlamlar
çoğuldu. Bu kadın, hasret gideremediğin annene duyduğun özlemdi. Senin tam bir
erkek olduğunu ispatlayan duygu raporuydu. Hasretini duyumsadığın hayallerinin
sigortasıydı. Yazdıklarının seni şöhrete taşıyan mucizesiydi. Yazgının,
acımasızlığını sana unutturan kıyağıydı. Ölmeden önce kız kardeşine ve seni
sevmekten vazgeçmeyen gönül dostun Marie Von Kleist’e veda mektupları yazdın.
Otuz dört yaşında önce Henriette Vogel’i sonra da kendini vurarak ölüme de
imzanı attın. Ait olmadığın bir dünyadan ait olduğun dünyaya göçtün. Trajedinin
şairi, aşırılıkların kefenine sarıldı vücudun.
Goethe gibilerinden ölüme gidiş biçiminle, ölümünü destansı kılarak
öcünü aldın. Goethe, senin gibi halkın yaşama ve ölüme boyun eğişindeki
evrensel hayatı da aşan adanmışlığın çılgınlığını ne yaşamaya ne de yazmaya
cesaret edebilir. Yazık ki sen bu gerçekten bihaber ayrıldın dünyadan. Ölerek
kendini ölümsüzlük mertebesine yükselttin. Cesedini kendin gibi acının,
hasretin, sevgisizliğin, aşağılanmanın parçaladığı ruhlara ithaf ettin. Bu
yüzden oyun yazarı olmuştun. Hayatın sahnesinde
yaşadıklarını sahneleyecektin okurlarına. Schroffenstein Ailesi, Kırık Testi,
Robert Guiskardsu’yla oyunların birbirini takip etmişti.
Michael Kohlhaas’da iki yağız at olayından yola
çıkarak toplum mekanizmasının işleyişini irdeliyorsun. Bu işleyişte aksayan
yönlerin bireyin hayatı üzerindeki olumsuz etkilerini bir belgesel
gerçekçiliğiyle ele alıyorsun. Öyküde sevdiğin diğer bir filozof olan
Rousseau’nun etkisi hissettiriyor kendini. Rousseau Toplum Sözleşmesi adlı eserinde bireyin özgürlüğünü elinden almadan
bireyin kişiliği ile malını korumak sorumluluğu yüklenir topluma. Bireyler yasal haklarından eşit yararlanıp
her tür insani ilişki içerisine girsinler birbirleriyle; sadece kendi
kanunlarına boyun eğerek özgürlüklerini/özgünlüklerini korusunlar. Öykü, bu
görüşün manifestosu gibi. Senin manifeston da tutkuların değil; insanların
basit olduğudur. Senin en büyük yanılgın kendine âşık olduğunu anlamamandı. Bu
yüzden kendinde görüp sevdiğin yanlarını toplumun da görüp seni senin kadar
sevmesini/benimsemesini bekleyip durdun. Kibrinle kinini yarıştırdın. Ateşle
baruttansa ateşle ateşi yarıştırdığın gibi. Kibrin bir kalkandı içinde
ezildiklerinin karşısında ezilmemek için. Beyaz sayfalar senin poker
kağıtlarındı. Hayatının kumarını oynuyordun beyaz sayfalarda. Sözcüklerin
ruletinde ya kendini kazanıyor ya da kaybediyordun. Melekleri değil şeytanları
dansa kaldırıyordun. Eserlerindeki şeytana özgü zekâ kıvraklığı tesadüf değil.
Özverini edebiyata adadın. Sözcükleri özverinle kendine âşık ettin. Ve bir
erkek olarak ateşle yatan sözcükleri dölledin. Hissettiğin her duyguya kendini
koşulsuz adadığın için adın –Ada- olmalıydı senin. Kuduz köpekler gibi sen de
sözcükleri kudurtun. Karakterlerin ya tam bir varlık olarak kendilerini
benimsiyorlar ya da varlıklarını bir bütün olarak dışlıyorlardı Kohlhaas’ta
olduğu gibi. İki yağız at yüzünden; karısını, uşağını, malını kaybediyor. Katil
oluyor. İdama giderken mutludur; çünkü insanlığı terk eden hak ve adaleti
tekrar insanlığa armağan etmiştir.
Gerilim eserlerinin kalbiydi. Guiskard’da oyunun bir nevi çil çil
altınlar gibi bir anda dökülüyor sahneye. Bunun aksine Homburg, Penthesiles,
Hermannsschla adlı oyunlarının olay örgüsü değişiyor. İzleyici bir çırpıda
oyunun gizine eremiyor. Oyun, karakterlerin her biri birbirinin bire bir
eşitiymiş gibi başlıyor. Ortasında bir anda karakterlerin her biri kendilerini
tamamlayan tutkularına hırsla sarılıyorlar ve birbirlerinden kopuyorlar.
Oyunlarında iç içe geçen tutkular nasıl bir bütün halinde birbirini var
ediyorsa aynı tutkular bir bütün halinde birbirinden ayrılarak kendi
tutkularını yaratıyorlar.
Karakterlerini dengesiz insanlardan seçmeni
anlıyorum. Dengesiz insanlar ancak akılcı dünyanın dengesini bozabilirler.
Dengesizler içten pazarlıklı değildir senin gibi. Ve dengesizlerin ne dünyaları
ne de duyguları küçüktür. Sen bir insanın bir başka insan karşısında
küçülmesine tahammül edemiyordun, benim gibi. Akılcı dünyanın insanlarının
duyguları çıkarlarının boyutuna göre değişiyor oysa. Adiliğin kol kanat gerdiği dünyada kendi
kendini kırmızı bültenle arıyordun.
Sevgili Kleist, tüyler ürperten öykün aşırı
cömert davranarak yüreğini, beynini sağlığında tükettiğini kanıtlıyor. Tutkuya
dönüşen iç tepkilerin şöhretin ayrıcalıklarından yararlanmana izin vermezdi
yaşasaydın da. Yani kendini de fani dünyayı da tüketerek ayrıldın aramızdan.
Kısa ömrüne asırlar sığdırdın. Dönek şöhretin zehrinden içmediğin için
şanslısın. Başını mezarından kaldır da yirmi birinci yüzyılda eserlerinin seni
halkın sanatçısı yaptığını gör. Mezarının başında “Dünyadan bir de Kleist
geçti…” derken bak yıldızlar şapkalarını çıkarıyorlar göklerin zirvesinde. İşte
zirvedesin! Gururunun yücelttiği insanlar başları dik mezara uzanırlar ki ölüm
bile gururunu yerlerde sürümesin.
Evet, kimsenin eli sana kalkmayacak bundan böyle.
Hayat da zaaflarının üstüne giderek senden mükemmel bir savaşçı çıkarmıştı.
Küçülmeden, insanlığından ödün vermeden, kimseye benzemeden, acıyı, ihaneti,
sevgisizliği, aşağılanmayı yüreğinin derinliklerinde duya duya ayrıldın
cücelerin dünyasından. Cücelere değil ölüme boyun eğdin. Boyun eğerek ölümün
elindeki hayatının kontrolünü aldın. Ona da boyun eğmiş sayılmazsın böyle
düşündüğümde.
Mezarının başına bir buket kır çiçeği gibi
bırakıyorum duygularımı. Sevgimin seni terk etmeyeceği bildiğim gibi mezarında
da üşütmeyeceğini biliyorum.
Sevgilerimle.
çınar ağaçları ölüm orucunda
hasarat ayaklarımla geldim geceye
bu şehir şimdilik şurda unutulsun
uzun bir bıçak vardı ya avucumda
kendi kendini kanatırdı sessizce
sevdiğim adamın adı: sokak adları
sokak atları ve sokaksız yalnızlığım
içimde tuzlu bir mağma taşırmışcasına
yüzüme geldim yüzümde kuru çam yaprakları
çamlar dediysem inanmanız da gerekmez
pencerelerden sarkıtılan
kaçık erkek çorapları... aaah! ölüm!
zulmettikçe hicvedeceğim seni
içeceğim anasını satayım
kusacağım da! her yere bakan gözlerimle...
tut elimden istanbul!
tut elimden pis orospu!
tut ki elim sana bir mektup gibi kanasın
tut ki elim bir an olsun sıcak
bir an olsun bir sübyan ağlayışı gibi
imzasız kalsın!
Küçük İskender
Sanat;
gerçek, gerçeküstü ve sanal uzamı kullanabilmesine karşın sanat bilgisi, daha
mantıklı ve aklı esas alan bir yaklaşımda olmalıdır. Sanatçı, işin doğasını ve
aklın gösterdiği gerçek dünyayı tam anlamıyla içselleştirmeden gerçeküstü ve
sanal dünyayı kavrayamaz. Gerçeküstü ve sanal dünya, gerçek dünyanın üzerine
yaslanarak anlamlandırılabilir, duyumsanabilir, düşüncede somutlaştırılabilir.
Yapıta ancak ve ancak o zaman giydirilebilir.
Yalçın Ulukaya
DİZLERİ YARALI FARKLILIĞIN
sınavında "yerim olsaydı" dedi hoyratlığın
tenhalarda taşlığında olsam bile yaşamının
farklı bir duygunun sonu ayrı yansımasıydı
resimden şiire uzanan canlılığın eşli soyadı
zaman büyütüyordu farkı doğdukça yenisi
göze batıyordu değişene aynılığın sevgilisi
ateşin yansıması ilişirken desene ve dizeye
külleri uçuşurdu analığı su dökse ayrıntıya
renksiz olan balık kuş görüntüsü değildi ya
bakanın görenin solmuştu rengi iç soğuğa
tekdüzeliği yok saymıştı küflü menteşeleri
çağrısı güçlenmişti aşkları yetenekli ilgileri
farklı bir duygunun başı ayrı yansımasıydı
resimden şiire uzadı canlılığın eşsiz soyadı
Fahriye İPEKÇİOĞLU
TÜRKÇENİN DİRİLİŞ HAREKETİ
“Dili elinden alınmış bir ulus; usu elinden
alınmış bir ulus demektir.” Yoldaş
ise; ortak bir görüşü benimseyen yol arkadaşı demektir.
Yoldaş, paylaşmadır, sevgidir, cesarettir,
emektir.
Yoldaşlık, en onurlu devrimci yaşam tarzıdır.
İlmik ilmik örülen, sabır isteyen yaşam tarzıdır. İlmiklerden biri hatalı
örülürse ya da eksik olursa sağlamlığı bozulur… İşte o ilmiklerden biri ve en
önemlisi de dildir. Dil bozulur, yozlaşırsa ilmikler kopar, yoldaşlıktan eser
kalmaz. Zaten geriye kalanın da adı, yoldaşlık olmaz.
Türk Diline, dil tarihimiz boyunca çok saldırılar
olmuş, hor görülmeye, küçümsenmeye devam edilmiştir. Türk Dili; henüz Kur’an
yoluyla Arapçanın, sonraları sanat dili olarak kabul edilen Farsçanın
egemenliği altına girmeden, 13. Yüzyıla kadar arı ve saf Türkçe olarak
yaşamıştır. Ancak 13. yüzyıldan itibaren, Arapça-Farsça-Türkçe karışımından
oluşmuş, giderek ağdalaşıp arapsaçına dönmüştür. Türk Dilinin yapay (yapmacık)
bir lehçesi olan, medrese eğitimi alıp Arapça ve Farsça öğrenmiş olan
ulemaların yalnızca yazıda kullandıkları Osmanlıca gelişmeye başlamış. Bu
yüzyıldan sonra giderek yoğunlaşan Osmanlıca, yeni eklenen kelime ve
terkiplerle doldurulmuş. Özellikle “Yüksek Zümre Edebiyatı” diğer adıyla “Divan
Edebiyatı” şairleri, bir övgü şiiri olan kasidelerde; padişah, vezir-i azam
veya şeyh ül islamı övdükleri, “Methiye” düzdükleri abartılı ve anlaşılmaz bir
dil kullanmışlardır. Ne kadar anlaşılmazsa o kadar çok övüldüğünü zanneden
“Saray Erkanı” tarafından, daha çok altın kesesiyle ödüllendirilmiştir.
Osmanlıcayı hiç kimsenin, hatta Arapça ve Farsça bilenlerin dahi anlayamayacağı
şekilde yoğunlaştırmış, ağdalaştırmış, içinden çıkılmaz bir hale
getirmişlerdir. Ancak yüzyıllar boyunca halk ve halk ozanları Türkçe yazıp
Türkçe konuşmuşlar. Bu durum, Türkçenin yaşamasını sağlarken Güzel Türkçemizin
de yüz akı olmuştur. Kur’an dili olan Arapça sözcüklerden de bazıları halk
arasında kullanım alanı bulduğu için halka mal olmuş ve anlaşılır olanları halk
tarafından benimsenmiş, kullanılmıştır.
Osmanlı bile bu durumda Osmanlıcaya karşıydı;
çünkü medreselerde Arapça Farsça eğitimi almış olanların anlamadığı gibi saray
çevresindekiler de anlayıp yazamıyordu. Örneğin Şair Baki’nin Kanuni Sultan
Süleyman için yazdığı övgü dolu kasideleri ve Kanuni’nin ölümü ardından yazdığı
ünlü “Kanuni Mersiyesi”nde Türkçe sözcük bulabilmek için bir hayli uğraşmak
gerekir.
Sonunda yedi yüzyıl sürmüş olan Osmanlıcanın en
yoğun şekliyle yazılmış olan ve “Yüksek Zümre Edebiyatı”na ait olarak kalmış
olan bu şiirler, 19. Yüzyılda Tanzimat Dönemiyle “Batı Edebiyatı” örnek
alınmaya başlanınca büyük eleştirilere uğramış. Tanzimat sanatçıları batıya
yönelerek, Osmanlıca yazılmış “övgü” şiirlerine son verip halkın anlayacağı
tarzda toplumsal şiir yazarak; “Yüksek Zümre Edebiyatını” yıkmış, Batılı
anlamda Tanzimat Edebiyatını kurmuşlardır. Şinasi, Ziya Paşa ve Namık Kemal’in
atılımlarıyla başlayan bu edebiyat akımı, toplumsal olma özelliğini korumuş,
giderek Milli Edebiyat Akımını da oluşturmuştur. “Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı”
ve günümüz edebiyatına kadar da toplumsal niteliğini korumuş ve Türkçe olarak
devam etmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkçeye verdiği değer
sonucu Latin Alfabesine geçiş ve TDK. nun kurulmasıyla Türkçe için
yapılabilecek en büyük atılım ve devrim de gerçekleştirilmiş oldu. 1928 yılında
Atatürk’ün Sarayburnu’nda yaptığı bir konuşma sonrasında atılan “devrimci”
adımla bu sorunlar aşılabilmişti. Harf Devrimi; kültürün, eğitim ve öğretimin
gelişmesinde çok büyük bir adım oldu. Öyle ki Osmanlının onca çabasına karşın,
okuma-yazma oranı yüzde üçü geçmezken, Türkiye Cumhuriyeti yazı devriminin
beşinci yılında bu oran yüzde yirmi beşe çıkmıştı.
Bugün saray çevresinde çok tutulan, övülen Sultan
İkinci Abdülhamit bile, Latin harflerine geçilmesini, Osmanlıcanın artık
bırakılması gerektiğini söylemişti. Padişah bile Osmanlıcanın yalnızca yazı
dili oluşundan, konuşulamayışından, anlaşılamayışından yakınıyordu. Bu dönemde
çıkan “Terakki” gazetesi şöyle yazıyordu: “Kur’an, Arap harfleriyle yazıldığı
için, Türkler bu alfabeyi kutsal ve değiştirilemez sanıyorlar. Ancak bu harfler
değiştirilmedikçe, ilerleme mümkün değildir.” Aynı dönemde Azerbaycan ve
Arnavutluk gibi ülkelerde de Osmanlıcanın yetersizliği ve anlaşılamaması
üzerine yoğun tartışmalar yapılıyordu.
Böylece Türk aydınları, Osmanlı Devleti’nin son
evresini, Osmanlı lehçesini, yazısını ve alfabesini tartışarak geçirdiler. 1911
yılında İstanbul’da Harfleri Islah Komisyonu kuruldu. Bir de kongresi yapıldı.
Kongrede “Dil ve Alfabe” konulu araştırmalarıyla tanınan Ispartalı Hakkı Bey,
yaptığı konuşmada şunları söyler: “Hiç kimse yazdıklarımızın kolay okunabildiğini
iddia edemez. Çocuklarımıza bakınız! Okula gidenler, “okul” sözcüğünü bile
okuyamıyorlar. Batılı ülkeler, çocuklarına kolayca okuma yazma öğretirken, biz
bütün gücümüzü ve ömrümüzü bu yazıyı öğreteceğiz diye tüketiyoruz,
bilgilendiremiyoruz. Peki bizim çocuklarımız, batılı ülkelerin çocuklarıyla
nasıl yarışacak? Zavallı bizler! Zavallı bizim çocuklarımız!”
Askerimizin de okuma yazma bilmeyişi ve
öğretilemeyişi nedeniyle savaş sırasında yazılan emirleri okuyamamaları,
muhabere güçlüğü, Mustafa Kemal’in savaş yıllarında içinden çıkılması gereken
bir sorun olduğunu anlamasına neden olmuş, savaşta en önemli konu olan
“muhabere” adeta çökmüştü.
Üniversitelerde yıllarca, Türk Dili ve Edebiyatı
öğretmen adaylarına “Eski Türk Edebiyatı” ve Osmanlıca dersleri okutmama
karşın, ben de işin içinden çıkamadım, hangi dönem Osmanlıcasını okutacağımı da
bilemediğimden, öğretemeyişimin de üzüntüsü ve sorumluluk yükünü taşıdım. Şimdi
ilk ve orta öğretimde nasıl ve Osmanlı lehçesinin hangi dönemini okutacakları
ve kimlere okutacaklarını da ayrıca merak ediyorum. Sanırım İmam Hatip
mezunlarına iş bulmuş olmak için okutmaya çalışacaklar. 1911’deki dil
kongresinde Ispartalı Hakkı Bey’in dediği gibi “Zavallı bizler! Zavallı bizim
çocuklarımız!” Biz bu gidişle yerimizde saymak şöyle dursun, ne kadar gerilere
gideceğimizi de şimdiden hesaplasak iyi olur kanımca.
Türkçenin katledilme çabaları, Osmanlıca ve Arap
harflerini ortadan kaldırıldıktan sonra da devam etmiş, zaman zaman da büyük
bir hız kazanmıştır. Doğu dillerinin dilimizdeki hakimiyetinden kurtulurken,
Avrupa’ya yönelip, Avrupa etkisine girmemizle ggüzel Türkçemizi de bu kez
Avrupa dillerinin egemenliği altına sokmaktan hiç kaçınmamış, özellikle Avrupa
hayranlığıyla yetişen gençlerimizin elinde “Ses Bayrağımız” olan Türkçemiz,
yozlaştırılmaya doğru büyük bir hızla adeta yuvarlanmaya başlamıştır. Günümüzde
Atatürk’ün tüm devrimleri hiçe sayılmaya çalışılırken “Dil Devrimi” de hiçe
sayılmaya başlamıştır.
Artık; biletlerimizi-çek ettiriyor, opsiyon
alıyor ya da okeylettiriyoruz. Fönlüyor, şutluyor, duş alıyor, çay alıyor,
sahne alıyor, dring alırken fondip yapıyoruz. Babayyyy, okey okey ve wovvv
demeye bayılıyoruz. Resim çektirirken chesss diyor, fast foodlarda besleniyor,
Dürümtrak, Mantıhause, Aşroom, Dürümlandda yemek yiyoruz. Yine de prezantbıl
olmalı, ambiansı yakalamalı, konseysusu sağlamalıyız. Ayrıca spesifik konuları
konjüktür içinde öğreniyoruz. Okey okey, korkunç güzel bir olay, sizi feci
seviyorum, diyor, sunucu da beklemede kalınız, size döneceğiz diyor. Bekleme
nasıl bir yer? Orada nasıl kalınırsa? Buna benzer pek çok örneği sıralamış
Sayın Nadiye Sarıtosun
Şimdi de Yusuf Yanç’a ait şiirsel yazıyla yazıma
son noktayı koyacağım.
Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?
Hani bir ferman yayımlamıştı: Bugünden sonra; divanda, dergâhta, bergahta,
Mecliste, meydanda
Türkçeden başka dil konuşulmaya diye.
Hatırlayanınız var mı?
Dolanın yurdun dört bir yanını
Çarşıyı, pazarı, köyü, şehri
Fermana uyanınız var mı?
Nutkum tutuldu, şaşırdım, merak ettim
Dolandığımız yerlerdeki Türkçe olmayan isimlere
Gördüklerine, duyduklarına, okuduklarına üzüleniniz var mı?
Tanıtımın, demo, sunucunun spiker,
Gösteri adamının showmen, radyo sunucusunun disjokey
Olduğuna, şaşıranınız var mı?
Dükkânın store, bakkalın market, torbanın poşet,
Mağazanın süper, hiper, gros market,
Ucuzluğun damping olduğuna kananınız var mı?
İlan tahtasının billboard, sayı tabelasının skorboard,
Bilgi akışının brifing, bildirgenin deklarasyon,
Merakın, uğraşın hobby, olduğuna güleniniz var mı?
Bırakın eli, özün bile seyrek uğradığı,
Beldelerin girişinde, welcome,
Çıkışında good-bye okuyanınız var mı?
Korumanın, body-guard,
Sanat ve meslek ustalarının duayen,
İtibarın, saygınlığın prestij olduğunu bileniniz var mı?
Sekinin, alanın platform, merkezin center,
Büyüğün mega, küçüğün mikro, sonun final,
Özlemin, hasretin nostalji olduğunu öğrenebileniniz var mı?
İş hanımızı plaza, bedestenimizi galleria,
Sergi yerlerimizi center room, show room,
Büyük şehirlerimizi, mega-kent diye gezeniniz var mı?
Yol üstü lokantamızın fast-foot,
Yemek çeşitlerimizin mönü olduğu yerlerde,
Hesabını adisyon diye ödeyeniniz var mı?
İki katlı evinizi dubleks, üç katlı komşu evini tripleks,
Köşklerimizi villa, girişimizi antre,
Bahçe çiçeklerini flora diye koklayanınız var mı?
Sevimlinin, sempatik, sevimsizin antipatik,
Vurguncunun, spekülatör, eşkıyanın mafya,
Desteğe sponsor diyeniniz var mı?
Kır gezintisini piknik,
Bilgisayarı kompüter, hava yastığını air-bag,
Peki ve oluru, okey diye söyleyeniniz var mı?
Çarpıcı, önemli haberlere flash haber,
Yıldızları star diye seyredeniniz var mı?
Vırvırık dağının tepesindeki köyde,
Cafe-show levhasının altında, nes-cafe içeniniz var mı?
Toprağımızı, inancımızı, bayrağımızı çaldırmayalım derken,
Dilimizin çalındığını, talan edildiğini,
Özün, el diline özendiğine içi yananınız var mı?
Masallarımızı tekerlemelerimizi,
Şarkılarımızı, türkülerimizi, ninnilerimizi kaybettik.
Türkçemiz elden gidiyor, dizini döveniniz var mı?
Karamanoğlu Mehmet Bey’i arıyorum,
Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?
Bir ferman yayınlamıştı hani!
Hayal meyal hatırlayıp da sahip çıkanınız var mı?”
Yine de yazımı “Türkçem benim ses bayrağım!” ve “Ne mutlu Türküm diyene!” sözleriyle bitirmek istiyorum.
Ellerindi ellerimden tutan
Ellerimdi ellerinden tutan…
Bıraktığı anda ellerimiz ellerimizi
Gökyüzüne vuracaktı gölgeleri ellerimizin
Kimbilir kaç martılar halinde
Bir masada karşı karşıya
Seyrederken dudaklarını senin
Dile gelmiş ilk Türkçeydik
Henüz başlamış kül rengi bahar
Ne savaş, ne barıştık biz…
Bu dünyaya yeni gelmiş bir diyar
Manolyaya gece konmuş kumrular
Can Yücel
Servan Erdinç
DİDEM
Yasımı bir başıma tutuyorum
Ben, ayinim ve yalnızlığım, üçümüz çok tatlıyız
Gecenin dudaklarından öptüm, öpüyorum, öpeceğim
Bu bahtsızlık bir jilet yarası gibi gittikçe açılmakta
Ve ben seni vuslatın sesi gibi özlemekteyim
Tıpkı gözlerine bakarken ıslık çalmayı öğrendiğim gibi
Ayrılığın ellerini tutmamı istiyorsun ya
Didem ben seni seviyorum
Sen sevgilerin en çiçek büyüten damlası
Sen nisan yağmuru, sen eylül serinliği
Bir çay fincanı içmişliğimiz yoksa bile şiire karşı
Aynı sokakların üzerinden yürüdük yaşamaya
Kaldırımlara baharı getirdi gülüşün
Otogarlar bazen seni aldı, bazen seni verdi
Ben gözyaşları dinmeyen sensizlikler tanıdım
Unutmanın gözlerinden öpmemi istiyorsun ya
Didem ben seni seviyorum
Sevmek ki tutmak demektir nefesini nefesin için
Tuttum, sana vermek için
Sevdim, seninle ölmek için
Ölümün omzunda bir bıçak yarasıydı ismin
İsmine masmavi tebessümlerle koştum
Enginliğinde gözlerinin kayboldum
Masumiyetinde yüzünün tanıdım kendimi
Delirmenin şiirini yazmamı istiyorsun ya
Didem ben seni seviyorum
Teninin çukurunda yağmuru Tanrı bildim
Islanmalara ateşten kalbimle diz çöktüm
Gidişine sövmedim
Tek kadeh rakı kaldırmadım
Sen hiç gitmedin
Sevildin, denize Tanrı diyen martı gibi sevildin
Bu kenti gülümserken görmedim bir daha
Yaşamanın sesini duymadım bağrımda
Ölmenin koynunda uyumamı istiyorsun ya
Didem ben seni seviyorum
Şahizer Senem Telli
AİLENİZ YOKSA BİZ VARIZ
“Belma Yelkenci, Belma Yelkenci
ziyaretçiniz gelmiştir, lütfen ziyaretçi kulübesine gidiniz!” anonsu
aralıklarla üç kez yinelendi ama Belma da bir kıpırtı yoktu. Karşı yataktaki
kız, başını yastığından kaldırarak, “Belma… Belma… Belma!” diye seslendi.
Bayramlarda, yarıyıl ve yaz
tatillerinde tüm kızlar evlerine gider fakat o okulda kalırdı. Tek başına,
yapayalnız… Babasının olmadığını bilirlerdi arkadaşları ama annesine neden
gitmediğine akıl sır erdiremezlerdi. İçedönük, hüzünlü arkadaşlarını üzmek
istemedikleri için ailesiyle ilgili soru sormazlardı. Son sınıfa kadar bu böyle
sürdü.
Kendisi çağrılmışçasına yataktan
kalktı, lavabolara doğru naylon terliğini sürüye sürüye gitti. Döndüğünde hâlâ
yatıyordu Belma. Dudağını büktü, başını yana yatırdı ona baktı. “Neden acaba?”
diye düşündü, ısrar etmemeye karar verdi, giyinmeye başladı.
Bayramla birleşen yılbaşı tatiliydi,
uzundu. Hayriye’nin anne ve babası, ablasının doğumu için Almanya’ya
gitmişlerdi. “Ben okulda kalabilirim” dediği için güvende olacağını düşünerek
gönül rahatlığıyla gittiler, büyük kızlarının yanına.
Sevineceğini düşünerek Belma’ya
müjdelemek istedi. “Tatilde seninle birlikteyiz, ben de okulda kalacağım” dedi
coşkuyla ama ondan ses çıkmayınca, üzülmüştü.
Onu anımsayınca şimdiki davranışıyla birleştirerek, “Kimsenin bilmesini
istemediği bir sırrı var, kesin” diye geçirdi aklından.
Koca okulda iki öğrenci kaldılar, o
tatilde. Eğitim şefi, “Yatakhane çok büyük, ürkerseniz revirde kalabilirsiniz.
Hatta hemen eşyalarınızı alıp oraya yerleşin. Ben de yatakhaneleri
kilitlettireyim” demişti. Sevinmişler ve koşarak taşımışlardı kendilerine
gerekli olanları revire. Başlarında birer sevimli komedin bulunan üç yataklı,
perdeli, küçük odayı sevimli buldular. “Bir otelde olduğumuzu düşünüp tatil
yapalım biz de” dedi Hayriye, arkadaşının kolunu dürttü. Belma’nın yüzünde
belli belirsiz bir mutluluk belirtisi gelip geçti. Yılbaşı gecesi de müdürün
evine çağrılıydılar. “Aileniz yoksa biz varız” demişti müdürün eşi. Konuk
olacaklardı onların köşke benzeyen lojmanına...
Belma, iri memeleri, geniş kalçaları,
uzun boyuyla arkadaşlarından seçilirdi. Okul zamanı topladığı saçlarını,
tatilde omuzlarından aşağı salmıştı. Bu görünüşü, Hayriye’ye tedirginlik
veriyordu çünkü kadınsı bir görünüşün elden geldiğince saklanması gereğine
inandırılmıştı.
Hafta sonlarında evci çıkmayan kızları
tiyatro, konser ya da sinemaya götürürdü, okul yönetimi. Herkesten iri
görüntüsüyle dikkatleri hemen üzerine çeker; yol boyunca çevredeki gençlerden
uygunsuz sözler işitirdi Belma. Kızarır, bozarır ama bunu göstermek istemediği
için başını yerden kaldırmazdı. Konak Meydanı’nda yeme üşüşen güvercinlere
karışmış bir leylek gibi dururdu sırayla yürüyen kızların arasında ama hiç
sızlanmazdı.
Yatağının başucuna giderek, “Belma,
Belmacığım…” dedi ama yine ses vermeyince, dürttü.
“Ne var, ne var! İnsan bir rahat verir
değil mi? Anonsu işittim ama gitmeyeceğim” diyerek yorganı başından aşırdı.
Yüreği sıkıştı Hayriye’nin, eli ayağı
boşaldı, gözyaşlarını tutamadı. Arkadaşı görmesin diye ivecenlikle çıktı
dışarı. Merdiven basamaklarını seçemeden ayak yordamıyla indi bahçeye. Hemen
kapının yanındaki banka oturdu. “Sakin ol, sakin…” dedi kendi kendine. Olamadı.
Öyle ki gözyaşlarını elinin tersiyle silmek için başını kaldırdığında, kendine
doğru gelen bekçiyi bir suliet olarak görebildi.
“Hayriye, Belma nerede, yatıyor mu?”
“Hıhı”
“Ağlama kızım, ailen yoksa biz varız”
diye yöneticileri öykündü. İyi niyetle söylenmiş olduğunu düşünerek gülümsedi,
kız.
“Teşekkür ederim “
“Hadi haber ver de gelsin arkadaşın.
Ben yukarıya çıkamam” dedi ama duvarlardan ses geldi, kızdan gelmedi. Bekçi,
ısrarını sürdürünce; “Kahvaltı yapacağım ben” diye kantine doğru yöneldi, hızlı
adımlarla.
Kahvaltısını bitirmek üzereyken
omzunda yumuşak, sevecen, hafif bir dokunuş duyumsadı. Başını, ürkütmek istemediği kelebeğe bakıyormuşçasına
özenle çevirdi, Belma’yla bakışları karşılaştı. İkisinin de gözleri ıslaktı.
“ Benimle ziyaretçimi karşılamaya
gelir misin?”dedi ürkek, üzgün ve pişman…
“Elbette”
Eteğini silkeleyip kalktı. Bir süre
yan yana yürüdüler, ağaçlı yolda. Bekçi kulübesinin olduğu ana girişe doğru
konuşmadan ilerlediler. Bir ara Belma’nın eli onunkine uzandı, güvensizce. Eli
buz gibi terli ve titriyordu. Arkadaşının, kestiremediği duygu durumunu azaltma
isteğiyle uzattığı eli, sıkıca tuttu Hayriye. “Yanındayım, seninleyim”
iletisini alan Belma’nın yere bakan başı doğruldu, omuzları kalktı. Adımları
daha kararlıydı artık.
Ana girişte; kuzguni siyah renkte
upuzun saçlı, iri gövdeli, abartılmış makyajıyla açık saçık giysili bir kadın
ve oldukça zayıf, uzun boylu, kamburu çıkmış, siyah takım elbiseli bir erkek
vardı. Aralarında üç ya da dört adım kaldığında arkadaşının, kendi elini
çekiştirdiğini duyumsadı Hayriye. Durdular.
“Hoş geldin” dedi yarım ağız, kadına.
“Kızım, yavrum, çok özledim seni” diye
boynuna sarıldı ama Belma mesafeliydi. Fazla direnemedi arkadaşının elini
bırakıp sarıldı annesine. Hemen yanlarındaki banka oturdular. Kadın, ağlayarak
kızının saçlarını, yüzünü, ellerini okşuyordu. İkisi de birbirlerinin
gözyaşlarını silmeye çalışıyorlardı. Ana kızın bu durumu fena dokundu
Hayriye’ye. Usul usul yaklaştı ve ikisine birden sarılıp katıldı onlara.
Herkes sakinleşince tanıştırdı
arkadaşını, annesine. Kadın, bir şey anımsamışçasına hemen toparlandı.
“Kızım, bak bu da Rıza Amcan. Hoş
geldin desene” diye uzun süredir onlara bakan adamı gösterdi.
Adam, çökmüş avurtlarına hiç
yakışmayan, yüzünde iğreti duran gülümsemesiyle kıza doğru bir adım attı, elini
uzattı.
Belma, adamdan yana kafasını sertçe
çevirdi. “Gülme!” diye bağırdı.
Yüz kasları seğirmeye başlamıştı. Görülmemiş
ürkütücülükteki bakışlarını adamınkilere dikti. Kin dolu bir haykırışla, “Sana
gülmek yakışmıyor. Bu kadar kadının vebalini almışken sen, ömrün boyunca gülme
hiç!” diye azarladı. Elini, annesininkilerden kurtarıp koşarak uzaklaştı.
Hayriye, onu ilk defa bu kadar öfkeli
görüyordu. Karşısındaki bir başkasıydı sanki. Şaşkın ve istem dışı doğruldu
yerinden, arkadaşının arkasından seğirtmek istedi ama kadın koluna yapıştı.
“Bir dakika bekle kızım “ diye
durdurdu onu. Gözyaşları sel gibi akıyordu.
Çantasından bir tomar para çıkarıp
eline sıkıştırdı. “Belma’ya ver bunu” dedi.
Sonra yüzündeki ifade donmuş, eli hâlâ
tokalaşacak gibi ileriye doğru uzanan heykelleşmiş adama döndü.
“Gidelim” dedi.
Urla,
23 Mayıs 2021
Öyle durgun, sıcak saatler vardır ya,
Hani kararmış tahtalar, nikel, bakır
Işır karanlık odalarda, kanarya
Susar, kedi uyur, yazdır.
Hani yaprak kıpırdamaz, çakıl yanar,
Bir böcek sesi gelir bahçeden, fincan
Düşlere götürür sizi, kesik kanar,
Emersiniz, yazdır akan.
Öyle durgun, öyle sıcak saatlerde,
Sessiz bir bahçe görünür aynadan,
Nerde bu gök, dersiniz, bu ağaç nerde,
Ne Uzay kalmış ne Zaman!
Camdan duvarlara sıçrar da Yeşil
Parlar kararmış tahtalar, nikel, bakır,
Kanarya susar, kedi uyur, bir gül
Dalı pencerede, yazdır.
Oktay Rıfat
Gülsüm
Işıldar
HANİ
Hani, iyi gelecektiniz bana, hani
Silince, dudağımdan taşan anne rujunu
Çimdiklemeyecektiniz çocukluğumu
Hani, kolunuzun, koluma dokunduğu
O kırılgan çizgi, toplayıp sivri harflerini
Delik deşik etmeyecekti kalbimi…
Hani, parmaklarınız portakal kokmasa da
Mentol serpecekti kentlerin kalbine, hani
İçeriği imhâ edilmiş lokal güzelliklerle
Doluyken aşkların indirim reyonu
Kaybetmeyecektik yırtılan kalbimizin
Ürün değiştirme kodunu…
Ah, bu kayıtsız Tanrı, niçin bekliyor?
Zaten upuzun doğrular sığmıyor çuvala
Biraz inceltse, törpülese, kıvırsa…
Keşke hoh/lamasaydınız, üşüyen ellerime
Tam ince eleyip sık dokuduğum tezgâhlara
Alıştırmışken parmaklarımı…
Haroşa örüyordum, çile çile
Kesmeyecektiniz şarkıların gırtlağını
Seksek oynamayacaktınız ruhumda
Lehim mi kattım gümüşünüze
Avuçlarımda bir çift siyah göz ve
Mor bir ihanet büyütüyorum
U dönüşü yaptığınız yerde…
Heybet
Akdoğan
TOHUMUNDA
ÖLÜM SAKLIYOR GÜLLER
hüzünden tebessümler örerdim çehremize
mutluluk çocukların yüzünden kaçtı
gecenin en karanlık anını bekliyor intiharlar
yıldızların usanmışlığına
artık harcı değil ayın ışıyan varlığı
üstümüze abanıyor betondan gökdelenler
canavar ağızlı fabrikalarla
her canlıyı ürkütüyor ruhsuz şehirler
konacak dalları kalmadı kuşların
savrulan her kanat
ürperen serçe telaşı
dünya seferi çıbanlar göğsümüzde
tohumunda ölüm saklıyor güller
talanlar yurt edinmiş adem'in toprağını
sürgün sakini kardeşliktir şimdi
tuğrasız fermanlar hüküm veriyor yarınlara
atların toynaklarında cehennem sesleri
yekindi firavun
yakıldı insanlığın kadim atlası
modern çağ söylencelerinde
haindir dost
ihanetten ayrılıktır sevgili
söz bitti
yanık bir tambur inliyor
gözlerimde güz güneşi
gördüğüm her şey
buğulanan çağın huzmesi
Canan Gürtunca Sanlı
MELİH CEVDET ANDAY’IN ŞİİR YOLCULUĞU
“Dört kişi bir parkta çektirmişiz/Ben, Orhan, Oktay
bir de Şinasi/Anlaşılan sonbahar/Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli/Yapraksız
arkamızdaki ağaçlar/Babası daha ölmemiş Oktay’ın/Ben bıyıksızım/Orhan Süleyman
Efendi’yi tanımamış/Ama ben hiç böyle mahsun olmazdım/Ölümü hatırlatan ne var
bu resimde/Oysa hayattayız hepimiz.” birimiyle
bir fotoğrafın izdüşümlerini yansıtır Melih Cevdet Anday samimi, gerçek yalın
şiirsel tümcelerle… bir gün sonsuz yolculuğun kaçınılmazlığına gönderme yapar
sanki. Evet, bu fotoğraftan çıkıp gitmişlerdir artık geriye sadece Türk
edebiyatında Cumhuriyet Dönemi “Garip Şiir Akımı”nın unutulmaz isimleri olarak
kalmışlardır.
Melih Cevdet Anday, 5 Temmuz 1915’te
Çanakkale’de dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Muzaffer Melihtir. İstanbul, Fatih nüfusuna
doğumundan iki yıl sonra kaydı yapıldığından doğum yeri İstanbul olarak
kayıtlara geçmiştir. (3.10.1917) İlkokulu Kadıköy-Mühürdar’da, ortaokulu
Kadıköy Sultani’sinde devam eder. Edebiyatla beraberliği, ilk kalem denemeleri “Tepegöz Hayri” adıyla bu yıllarda
başlar. 1930’da babasının tayin durumuyla Ankara’ya yerleşirler. Liseyi Ankara
Erkek Lisesinde tamamlayan Melih Cevdet Anday, Orhan Veli ve Oktay Rifat ile
birbirlerinin kaderlerini etkileyecek bir arkadaşlığa, dostluğa imzalarını
atarlar. Edebiyat, şiir ortak konuları olur. Okulda “Sesimiz” Dergisinde ilk seslerini duyururlar edebiyat dünyasına.
Sesler, bir gün yankılanacak bambaşka bir sese dönüşecektir yürüdükleri
yollarda.
1934’te liseden mezun olan Muzaffer
Melih Anday Ankara Hukuk Fakülte’sinde daha sonra aynı fakültenin Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakülte’sinde yüksek öğrenime başlar ancak öğrenimini
tamamlayamaz. 1 Eylül 1936’da Devlet Demiryollarında memur olarak göreve
başlar. Bu arada şiir çalışmaları, uğraşıları devam eder Anday’ın. İlk şiir
çalışmaları Beş Hececilerin biçim ve tema özelliklerindedir. Okul yıllarında
Sesimiz dergisinden başka İnkılâp dergisinde de ‘Sarı-Siyah’, ‘Hatırlatma’ isimli
ilk şiirleri yayımlanır. Ancak bu şiirleri pek bilinmez. Kasım 1936’da Varlık
Dergisi’nde yayımlanan ilk şiiri “Ukde”
hece vezni, uyakla yazılmış şiirlerinden biri olarak kayıtlara geçer. “Bir gün ışığa döner yaprak/Üzümler kızarır
kütükte/Elbette diner bu sağanak/Üzümler kızarır kütükte.” (’Ukde’, 15 Kasım 1936, Varlık Dergisi)
şiirinin Varlık’ta yayımlanmasıyla Melih Cevdet Anday’ın şiir yolu açılır.
Beraberinde Melih Cevdet, Orhan Veli ve Oktay Rıfat üçlüsü olarak Varlık’ta
adları duyulmaya başlar. Garip şiirinin de kaderi belirlenir sanki ilerleyen
sürelerde. Anday’ın şiirleri Varlık Dergi’sinden başka Ses, Yaprak, Yeditepe,
Papirüs, Yeni Dergi, Yeni Ufuklar, Yön, Soyut, Ataç dergilerinde de yayımlanır.
Melih Cevdet Anday, bu şiir
yolculuğunda tek başına değildir; daha sonra Türk edebiyat tarihine geçecek
Garip üçlüsünden biridir. Arkadaşlarıyla Varlık Dergisi’nde yayımlanan ilk
şiirleri ile edebiyat çevrelerince tanınmaya başlayan Melih Cevdet ve
arkadaşları arayış içinde, kendilerince bambaşka bir şiir özlemi içindedirler.
Melih Cevdet Anday, bu dönem hakkında “Şiirden çok şey ummuştuk, istediğimizi
bulamamıştık. Rahatsızlığımızı yok etmek için hem saadet anlayışımızı hem şiir
anlayışımızı değiştirmemiz gerektiğini sık sık konuşurduk.” der bir
söyleşisinde. Garipçilerin geleneğin dışında bambaşka bir şiir anlayışı ile
yazılan şiirleri, Varlık’ta daha önce yayımlanmış şiirlerinden dokuz ay sonra
aynı derginin 15 Eylül 1937 tarihli sayısında Şiirler genel başlığı ile
yayımlanan on şiirin altında Orhan Veli, Oktay Rifat ve Mehmet Ali Sel imzaları
bulunmaktadır. Zira Melih Cevdet, Demir yolları olanaklarıyla sosyoloji
öğrenimi için gittiği Belçika’dadır. O nedenle yayımlanan şiirlerin sayfasına “Bu sayfayı Şair Melih Cevdet Anday’a ithaf
ediyoruz.” notuyla yayımlanarak bambaşka şiir tarzının temsilcileri
arasında Melih Cevdet’in de olduğu vurgulanmak istenir. Varlık Dergisi sahibi
Yaşar Nabi yeni bir şiir anlayışı getiren bu üçlü için derginin orta sayfasını
onların şiirlerine ayırır. Artık Garip Şairlerinin, Melih Cevdet’in yolu
belirlenmeye başlamıştır. Garip akımının yolu açılmıştır. Melih Cevdet üç ay
aradan sonra yurt dışından döner, üç şairin ismi Varlık Dergisinde sıklıkla
görülmeye başlar. Şiirleri edebiyat çevrelerince garip karşılanır, edebiyat
kamuoyunda eleştirilere söz açar. Ancak bu konuda Melih Cevdet ve arkadaşları
rahatsızlık duymazlar. Orhan Veli yayımladıkları bu şiirlerden bir seçki
hazırlamak niyetindedir. Hareketin şiir görüşünü bir bildiri haline
dönüştürerek edebiyat kamuoyuna sunmanın bu bambaşka şiirleri bir kitapta
toplamanın zamanının geldiğini arkadaşlarınla paylaşır ve karar verilir. Orhan
Veli’nin arkadaşı edebiyatçı Cavit Yalmaç bu kitabın adının edebiyat
çevrelerince garip karşılandığı için ‘Garip’ olması önerisini getirir. Türk
şiirine yeni içerik, yeni biçim ve deyiş özellikleri kazandıran ilk ortak kitap
olarak 1941 yılında Garip adıyla yayımlanır ve aynı adlı bir şiir akımının
başlangıcı olur. Üçlünün bu isimle anılmaları sağlanır. Garip Akımı; hece ve
aruz kalıplarının, uyak düzeninin dışına çıkar, doğal anlatım, konuşma dili
ayrıca ince bir yergi, mizah öğeleriyle, ironi, humor ağırlıklı halkın, sokağın
sesi olan bir şiir anlayışıdır. Bu akım türlü tartışmalara, eleştirilere, karşı
çıkmalara yol açsa da gerçekten sokağın dili olmuştur. Öyle ki bazı dizeler
halkın diline dolanmış bir deyim halinde günümüze kadar gelmiştir. Örneğin; “yazık oldu Süleyman Efendi”ye, “Bir elimde
cımbız/Bir elinde ayna/Umurunda mı dünya” böyle uzar gider.
“Bugünkü
dünyayı dolduran insanlar yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda
bulmaktadır. Her şey gibi şiir de onların hakkıdır ve onların zevkine hitap
edecektir.” Söylemi ile edebiyat kamuoyunun karşısına çıkan Melih
Cevdet Anday, değişimin her alanda olduğu gibi sanatta, şiirde de gerekli
olduğunun altını çizerek, geleneğin dışında şiire bir ivme kazandırmanın
önemini vurgular.
Edebiyatın bütün türleriyle; roman,
deneme, oyun yazarı, çevirmen olarak tanınmış olsa da, Melih Cevdet asıl uğraş
alanı olarak şiirin bilinmesini ister. Oysa şiirde olduğu gibi roman, oyun
türlerinde de ödül alan bir sanatçıdır. Şiire adanmış bir yürek, şiir üzerine
düşünen, düşünce üreten bir sanat adamı Melih Cevdet Anday. Şiiri bir araştırma
alanı görür, şiirin birçok alanında olduğu gibi anlam konusunda da araştırma
peşindedir. Süregelen şiir serüveninde bu defa da garip akımının konu, sanat,
içerik tarzından uzaklaşarak kendine has bir şiir anlayışı bulmaya çalışır. Bir
söyleşisinde; “Ben özgürlüğümü
diyebilirim ki ozan olmama borçluyumdur. Çünkü yaratma, mecaz, imge, simge
yoluyla özgür olarak düşündüklerimi söyleyebildim. Düşündükten sonra değil, şiir
olarak düşünebiliyorum ancak. Şiir benim aklımdır.”
Garipten beş yıl sonra 1946’da
çıkardığı “Rahatı Kaçan Ağaç” ta
değişim rüzgârlarının esintileri okurlara ulaşır. Şiirlerinde konu, tema, biçem
ile fark yaratmaya başlar Melih Cevdet. Toplumumuzdaki yoksulluk, haksızlık
gibi olgulara ince bir yergiyle karşı çıkar. Duygudan düşünceye yöneldiği
döneme geçerek dünya sorunlarını düşünür. 1947-49 döneminde Yaprak dergisinde yayımladığı şiirlerinden oluşan “Telgrafhane” adlı kitabı 1952’de çıkar.
“Uyuyamayacaksın/Memleketinin hali Seni
seslerle uyandıracak/Oturup yazacaksın/Çünkü sen artık o eski sen değilsin/Sen
şimdi eski bir telgrafhane gibisin/Durmadan sesler alacak/Sesler vereceksin/ Uyuyamayacaksın”
(Telgrafhane,1952) Şiirlerinde toplumsal sorunlara bağlı konuları işler. Garip
şiirlerinde görülen humor, ironi yer yer hâkimiyetini korur. Dilde yalınlık,
kent insanlarının deyimlerinden yararlanma, geleneksel şiirin izleri görülür.
Şaşırtıcı olan Garip şiirlerinde dışlanan gelenek, söz sanatları şiirine girmiştir.
Bu dönemin en başarılı şiirlerinden biri olan ‘’Tohum’’ adlı şiirinde ölçü,
uyak büyük bir başarıyla kullanılmış, bütün şiir gizli bir simgeyle işlenmiş
yaşama geçmiştir. Halk şiirinden beslenen bir anlayışla yazılmıştır. Bazı
kaynaklara göre bu değişim Orhan Veli ve Oktay Rifat ile tartışmalara, Garip
şiirinden iyice çözülmelere yol açmıştır. “Dörtnala
haberci ilkyazdan/Aşağıdan inceden beyazdan/Dumanı tüten sıcak tohum/Dolan kara
toprağı dolan.” (Tohum) Edebiyat kamuoyunda da şaşkınlık yaratan bu şiirler
1956 yılında yayımlanan ‘’Yanyana’’
adlı kitabında da devam eder. Not olarak ilave ediyorum: Yanyana adlı kitabının içeriği Türk Ceza Kanunu’nun 142. Maddesine
aykırı görülür, toplatılır. Anday için, Savcı 7,5 yıl hapsini ister. Mahkemede,
“Anı” şiirinin Rosenbergler için
yazıldığı tanıtlansaydı yatacaktım” der Anday. Ancak kovuşturma sonunda
aklanır. “Anı” şiirini Rosenbergler için yazmıştır. Tarih böyle akla ziyan
olaylarla dolu maalesef.
Melih Cevdet Anday, bu dönemden sonra
beş yıl şiir kitabı çıkarmaz, dergilere şiir göndermez. Yeni bir akım olan İkinci Yeni’nin
rüzgârlarını, coşkulu günlerini uzaktan izler. Sanat sürekli değişim içindedir.
Garip şiiri döneminden sonra köprünün altından çok sular akmıştır. Anday şiir
üzerine düşüncelerini sürdürür, şiir rotasını akılcı şiir, felsefi şiir
anlayışı ile yer yer soyuta yönelerek ‘’Yanyana’’
adlı şiir kitabından altı yıl sonra 1963 yılında ‘’Kolları Bağlı Odysseus”u yayımlar. Kitapta farklı bir anlayışla
yazılmış, mitolojiden esinlenerek kurgulanan, anlamını kolay ele vermeyen
şiirler içerir. İkinci Yeni akımına yakın bir duruş görülür. Kitabın içeriği
ile ilgili olarak Necati Cumalı 15 Aralık 1968’de Varlık Dergisi’nde kitabın
konusu ile ilgili görüşleri şöyledir: ‘’Yabancılaşan İnsanın Destanı’’ başlıklı
yazısında “Kolları Bağlı Odysseus”
kitabı üzerine; ‘’Kolları Bağlı Odysseus yirminci yüzyılın yorgun kişisinin
doğadan kopan, kendine yabancılaşan insanın destanıdır. Dört bölümlük kitap bu
tema üzerine gelişir, tamamlanır. Mutluluğunu arayan insanoğlunu, mutluluğunun
gene ancak kendi yapısında olduğuna inandıran, umutlandıran bir destan.’’
saptamasını yapar.
“O
yabansı, o büyülü türküleri ben/Söylüyordum sağır gemicilere/Yalnız ben
duyuyordum sirenleri/Kirke, bilge tanrıça, selam sana!/Sağ salim geçtim
kendimi.” (4.Bölüm.5.Şiir)
Melih Cevdet’in Kolları Bağlı
Odysseus’tan sonra 1970’te “Göçebe
Denizin Üstünde”, 1975’te “Teknenin
Ölümü” (1975-1976 Yeditepe Şiir Armağanı), şiirleri düşünceye yönelik,
mitolojik, tarihsel olguların yer aldığı, geçmiş zamanı günümüze uyarlayarak,
anlamı derin ancak anlaşılması zor bir dilin hâkim olduğu görülür. Öyle ki kimi
şiirlerini yazarken açıklayıcı ekler (yararlandığı kaynaklardan) eklemiştir
kitaplarına. 1978’de “Sözcükler”,
(1978-1979 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü), Sözcükler, Toplu Şiirleri,
1981’de ‘’Ölümsüzlük Ardında Gılgamış, (1981-1982 Türkiye İş Bankası Şiir
Ödülü), 1984’te “Tanıdık Dünya”, 1989’da “Güneşte”, 1995’te ise “Yağmurun
Altında” adlı şiir kitaplarıyla yer yer felsefi düşüncenin yanı sıra, bazı
metinlerin sade, lirik, hatta halk şiiri geleneğini günümüze uyarlayarak,
örneğin; Tanıdık Dünya kitabı yeni
biçim arayışlarına yönelik güçlü şiirlerini okuyucuyla buluşturur. Refik
Durbaş, Tanıdık Dünya şiir kitabıyla
ilgili görüşünü şöyle açıklar: “Melih Cevdet, Karacaoğlan’ın hemen tüm
sözcüklerini kullanıyor. Ama Karacaoğlan şiiri yazmıyor. Karacaoğlan’dan çok
halk şiiri geleneğini günümüz açısından yeniden özümseyip yorumluyor, yeni
biçim arayışlarına yöneliyor.” Refik
Durbaş’ın bu saptamasını Melih Cevdet de doğrular gibi Nurullah Ataç’ın “Benim
iki düşüncem var, değiştire değiştire kullanıyorum” sözünü benimseyerek
“deneyimi böyle anlamaktan yanayım. Şiirime gelince bütün yazdıklarımım ben.”
Melih Cevdet Anday’ın edebi
kişiliğinde; Garip akımına rağmen geleneksel halk bilimini özümseyen ancak
sürekli şiir üzerine düşünen, araştıran, değişimi, gelişimi benimseyen bir
sanat anlayışı olduğu görülür. “Değişmeyen ve tek olan gerçekliktir.” der. Ona
göre “Şiir bütün özelliği olan bir söz sanatıdır.”
Artık Orhan Veli’yle şiir yolları
ayrılmıştır ayrılmasına ama Garip şiirinin etkileri şiirlerinde yer yer
sürmüştür. Anday, garip dönemin yaşanması gerektiğini, geleneğin dışında bir
değişimin ilerleme, gelişme açısından önemli olduğunu vurgulamıştır bazı
yazılarında, söyleşilerinde. Ancak;
“Garip şiiri artık geçmişte kaldı, yapacağını yaptı o şiir. Ben yeni biçimler,
yeni konular denemeyi sevdim hep.” der.
Garip Akımı ve Orhan Veli için
7.10.1988’de Cumhuriyet’teki köşesindeki bir alıntıda şöyle bir açıklama
getirir okuyucuya:
“Son Garipçi”ydi.
“Ben de okurum Orhan Veli’yi sık sık,
bir antoloji, bir edebiyat tarihi, bir ansiklopedi çıkmaya görsün, ona ayrılan
sayfaları merakla okurum, şiirleri üzerinde durur, düşünürüm. Bir bakıma kendi
serüvenim sayarım onun serüvenini. Öyledir de. Sonradan Oktay Rifat’ın da,
benim de Garip Akım’ından ayrı bir şiire yönelmemiz, bu ortaklığı zedelemez.
Yaşasaydı, Orhan Veli de yeni yollar denemeye kalkacaktı.”
Melih Cevdet bu düşüncesinde bir bakıma
haklıdır. Zira Orhan Veli de 1946’da çıkardığı “Destan Gibi” (Yol Türküleri)
adlı kitabı Garip Şiirleri dışında halk bilimi içeren şiirlerdir.
Melih Cevdet Anday’ın kısaca romanları,
oyunları ve deneme kitaplarından bazılarını alıntılamak isterim:
Romanları: Aylaklar (1965), Gizli Emir (1970), İsa’nın Güncesi (1974), Raziye
(1975).
Oyunları: İçerdekiler (1965), Mikado’nun Çöpleri (1967), Dört Oyun (1972)
Deneme Kitapları: Doğu-Batı (1961), Konuşarak (1984), Yeni Tanrılar (1974), Sosyalist Bir
Dünya (1975), Dilimiz Üstüne Konuşmalar (1975), Maddecilik ve Ülkücülük (1977),
Paris Yazıları (1982). Çalışmalarıyla
bazı roman ve oyunlarında ödülleriyle edebiyata büyük katkıları olan değerli
bir edebiyat adamıdır Melih Cevdet Anday.
Roman ve şiir kitaplarını yanı sıra çok
sayıda çeviriye imza atmıştır. Anday yayımladığı yapıtlarında kendi adının
haricinde Tepegöz Hayri, Yaşar Tellidede,
Niyaz Niyazoğlu, A.Mecdi Velet, M.C. A.H. Mecdi Velet, Yaşar Tellidere, Gani Girgin
Zater, Yaşar Tellioğlu gibi adları kullanması şiirlerinde ironi, humor
olgularını akla getiriyor. Kullandığı adlar ilginç. Bu da esprili, renkli
kişiliğini yansıtıyor sanki.
Anday’ın çalışma hayatı da edebiyatla
örtüşür. Millî Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü’nde danışmanlık, Ankara
Kitaplığında memurluk ve gazetecilik yapar. 1951’de İstanbul’a döner. Sırasıyla
Akşam, Tercüman, Büyük Gazete, Tanin ve Cumhuriyet gazetelerinde makale
yazarlığı, sanat sayfası editörlüğü yapar. 1964-69 yılları arasına TRT yönetim
kurulunda çalışır. Sonrasında İstanbul Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümü
fonetik-diksiyon öğretmenliğinden 1977’de emekli olur. 1979’da UNESCO Genel
Merkezi Kültür Müşaviri olarak Paris’e gider. Ancak bir süre sonra ülkedeki
bazı değişimlerden dolayı Türkiye’ye geri döner.
İlk şiiri 1933, son şiiri 1997 yılında
yayımlanan; şiir, roman, deneme, öykü ve tiyatro türlerinde eser veren; çok
yönlü kişiliğe sahip olan Melih Cevdet Anday bu türlerde birçok yabancı dilden
(Rusça, İngilizce, Fransızca, Farsça, Yunanca) değişik türlerde eserler
çevirmiş, edebiyata büyük katkı sağlamıştır.
UNESCO’nun Courrier Dergisi 1971
yılında onu Cervantes, Dante, Tolstoy, Unamuno, Seferis, Kawabata düzeyinde bir
edebiyat adamı olarak gördüğünü açıklamıştır Dünya kamuoyuna.
Ölümsüzlük
Ardında Gılgamış/ Toplu Şiirleri 2’ nin arka kapağında bir
alıntıda büyük dünya şairi Pablo Neruda, Melih Cevdet Anday üzerine görüşlerini
şöyle söyler: ‘’Nazım Hikmet’ten sonra
büyük bir Türk şairi daha buldum. Bütün gece gözüme uyku girmedi.’’ Bir dünya şairinin Melih Cevdet Anday için bu
sözleri edebiyat dünyasına yansıtması çok değerli bir kayıttır.
“Bir
dünya daha olmalı, burada/Bir yerde o kadar yakın ki/Seslensem duyulacak
belki/Belki başladım onu yaşamaya” (Yeni Bir Dünya, Sözcükler, Yaşarken)
“Yeni Bir Dünya” şiirinde dile getirdiği dizelerde ‘Bir dünya daha olmalı,
burada’ diyordu. ‘Seslensem duyulacak belki’ dediği dizelerden sesi duyuldu. “Ozan her şeyden önce ölmemeye bakmalıdır,
yaş çünkü ona, dünyada yapılacak işlerin en yücesinin şiir olduğunu
gösterecektir.” diyen Melih Cevdet Anday 87 yaşında bu dünyadan yeni bir
dünyaya 28 Kasım 2002’de göç etti. Geride sözcükleri öksüz, Türk şiiri garip
ancak unutulmayacak dolu dolu bir yaşam ve değerli yapıtlar bırakarak... “Melih
Cevdet Anday edebiyatla, sanatla bütünleşen şiirin dışında, her türdeki bu çok
önemli; sanatın her dalında yetkin... Deneme, anı, gezi, roman, oyun, çeviri
gibi eserleri olan şair, yazar, düşünür, aydın, değerli bir sanat adamıdır.
Anısına saygıyla... 28.11.2020,
Karşıyaka
1.Melih Cevdet Anday, Yeni Edebiyat, 20.Yüzyıl, Anadolu-Osmanlı-Türkiye
2.Wikipedia.org/wiki/Melih Cevdet Anday
3.Kalıpları Aşan Şair ve Düşünür, Melih Cevdet Anday
Hüseyin Balık
USULCA GİTMEDİN
Usulca gitmedin.
Ardına dizildi sancılar…
Bütün dünyanın talşarı içime oturmuş gibi.
Usulca gitmedin.
Ardına dolandı titreyen dudaklardan ağıtlar…
Gözler, uzaklara… En uçlara…
Dağların kara sevdalandığı doruklarına…
Kulaklar üşüyor, donuyor; ısınıyor, donuyor...
Taşlar canlanıyor, kuruyor... Canlanıyor...
Usulca gidemedin.
Ardına dizildi gönlümün yetimleri
Güller...
Bin asırlık nasırlı yüzler...
Yayıldığın her hücremden
Gidemedin görünmeden.
Mehmet
Bardakçı
ZİNAİDA GİPPİUS
Küçük yaşta yazmaya başladı ve 1888'de
Dmitry Merezhkovsky ile tanıştığı zaman, zaten kitabı yayımlanmış bir şairdi.
İkisi 1889'da evlendi. Kitapları yayımlanmaya devam etti. 1905 Devriminden
sonra Merezhkovsky’ler Çarlık eleştirmeni oldu. Bu süre zarfında, sağlık
sorunlarının tedavisi için geziler de dahil olmak üzere birkaç yıl yurt dışında
kaldı. Kültürel bir felaket olarak gördükleri 1917 Ekim Devrimi'ni kınadılar ve
1919'da Polonya'ya göç ettiler.
Polonya'da yaşadıktan sonra Gippius'un
sert edebi eleştirisi düşman olmuş olsa da Fransa'ya, daha sonra İtalya'ya
taşındı ve Rus göçmen çevrelerinde yer almaya devam etti. Gippius'un sürgün
edilmesi, göç etmesinde önemli bir konuydu ancak aynı zamanda kısa öyküler,
oyunlar, romanlar, şiirler ve hatıralar yayınlayarak mistik ve gizli cinsel
temaları keşfetmeye devam etti. 1941'de Dmitry Merezhkovsky'nin ölümü şaire
ağır geldi ve çok geçmeden 1945'te kendisi de öldü.
Çeviri: Mehmet Bardakçı
Böyle İşte
Işıklar kesildiğinde – Hiçbir şeyi göremem,
Bir adam kaba ise – Ondan nefret eder ve küçümserim
Kabadan daha öteyse – Gülüşümle öldürürüm
Eğer ülkem Rusya biterse – Ölürüm ve yas tutarım.
Güzel Bir Şey Söyle
Kükrerim – ölen bir aslan…
Bunların hepsini görür müsün, Tanrım!
Makinenin dişleri arasındaki demiri
İnsani doğam bozuluyor.
Kendi acılarıma katlanırım…
Fakat – hepsini, hisseder miyim?
Her şey bir sistem içinde sürüyor
Öğütülüyoruz çarklar arasında.
Yasemin Yazgan
YERE YERE
uğurlandık asker çiçekleriyle
diller dönmedi hiç bir duaya
kanlarımız çekik
bekleyen ansızlık
alnımızda yılkı atları
kazazedeyiz yüzyıllık çınarda
o yüzdendir büyümemiz
yere yere
uyurgezeriyiz sisli bozkırın
avuçlarımızda Habil’le Kabil
kanırtıyoruz durmadan
kasap vitrininde asılı kansızlık
eskimiş bakışlar gibi
kurumuş ağaç kökleri
mosmor gecede
yeraltına mı inmeli
çakmak alevinde suskun toprak
ağaç kabukları vızır vızır sinek
hain yalancı gerçekler
ferman kimde
Nermin Akkan
HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL ŞİİRLERİNDE KADIN
Bizliyordu Hasan Hüseyin senli onlu benli her şeyi. Farkı da buydu
zaten benzerlerinden.saçları kar sepkeni
Kolunda kirman
Baktı Yemen Yemen
Baktı Kore Kore
Baktı uzak uzak
Baktı yalnız ve bırakılmış
Babamı yemen yedi
Kocamı Kore
Anamın dilinde ağıt
Kolunda kirman
Benim dilimde ağıt
Kolumda kirman
Oğlak-babalardan artakalmış yetimlerdir onda.
Altıncı evlilik yıldönümü armağanı da sıradan bir kadın algısının çok
ötesinde bir konuma yerleştirmiş olduğunun göstergesidir zaten.
Başım havalarda gezerim
En yıkık günlerimde bile
Atımsın
Ölümü çiğnetmedin düşmanıma
Karanlıkta kurşun yağarken üstüme
…
Kan etmişler ellerimizi düşlerimizi
Canım gülüm
Kan
Gayri ölüm bize yol
Kavgayı
Şiiri
Ve seni
Çok seviyorum." derken H. Hüseyin eş-sevgili-kadın varlığını özdeşliyor yaşamla ve yaşamın merkezinde.
Şiirlerinde kadın onun salt dişil öge olarak dile gelmez şiirin
kendisidir, kadın Anadolu'dur, acıdır, dirençtir, yoldur yoldaştır. Bu
nedenledir ki aşkı dile getirirken bile dizelerinde.
Sanatçı Anadolu kadınının aşkla bilinçle güzellikle donanmasını ister.
Batılı kadınla kıyaslar Anadolu’nun ince sıcak kadınlarını.
"Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe” dizeleri
onun çelişkilere, kuşak çatışmalarına yozlaşmaya da kadın kimliğiyle değinir ki
kadın varlığının sorumluluğuyla birlikte donanmasıdır istediği.
Ağlaşırken analar" Acılara Tutunmak kitabında "Ağlamalar" şiirine en somut şekliyle girer.
İnsanın Anası İki Kere Ölmez’ de
Nerde bir neler görsem anamı düşünürüm,
Basamam iklimlere anamın elleridir,
Sızlayan yaram değil
Anamdır anam”
Bahçede bir gül açsa
Kokusu anamdandı" diyor Analar şiirinde şair.
Kavel de Alaca Karanlıkta Kimlik Şiiri ise
“Yirmi uç baharımda
Kelepçe değil kollarımda
Yiğitler anası memleketim" dizeleri özetidir onun şiirlerindeki kadın algısının.
Kadınlar türkü türkü
Kadınlar ağıt ağıt
Kadınlar ki nakış nakış
Göz olmuş gözlemekten
Kadınlar
Çığrışırlar yaramızda
Çığrışırlar bıçak bıçak
Kurşun kurşun
Fitil fitil
Kadınlar
YURTTAN NAKIŞLARDA HÜSEYİNCE BAKIŞLAR
Ve kadını o
Anlayarak sevmek
Okuyarak tanımak
‘Birlikte düşünelim mi’li sever ve işte bu akıl ve yürek sentezinde
şiirler.
Selam H. Hüseyin
Biliyorum beni duyduğunu, anladığını gönlümün kederini yeterince
anlatamasam da. Sana öykünen kalem şairlerinin sığ solculuğunu gördükçe söküp
alasım geliyor yüreklerini yerinden.
Senden sonra gönlümün özge ozanı, aşkın tarifi değişti. Hiç kimse
"Seni tanıyarak seviyorum" demedi demiyor sevdiğine.
Tanımak emek ister, tanımak gönül gözü keskinliği ister. Oysa şimdiki
erkekler kaşa göze, dilde söze emekler.
İşte böyle Hasan'ım, tam da böyle Hüseyin'im bu günlerde şuaranın
sevdası. Ne Azime kaldı ne H. Hüseyin, "Çocukların çocuklarım, al da
gel ceylanım" diyen sevdalıların yerini, eski eşlerin maaşına tamahta
aç gözlü müteşairler aldı.
Ne çok isterdim seninle aynı zamanlara denk gelmesini doğuşumun. Ne
çok isterdim kaleminin ucundaki ışığı görmeyi yurdumun dört bir köşesine
saldığın.
Kim bilir Azime'yi sollardım o zaman, aynı bilişip sevmeler adına
koşarken sana.
Sence sevmeyi insanı, sence sarılmayı insana, sence inanmayı barışa
savlayan kalmadı be Hüseyin senden sonra.
Kızılırmak'ta "Sen ne cömert topraklarsın ey Ortadoğu
Sen ne çok soyulansın ve hiç
uyanmayansın" dediğin Ortadoğu'yu bir görsen şimdilerde çakalların dişlerindeki
yavru ceylana benzetir şiir kanardın oluk oluk.
Sevgili, Sevgilim Hüseyin
Şaşırmadığını biliyorum "Sevgilim"li başlığa, biliyorsun sen
her özgür yüreğin, her barış aşığının, her yoksul yoldaşının sevgilisi olduğunu
zaten. Kızılırmak'ın doğuşunun Temmuz’la bir olduğunu öğrendiğimde dedim ki
kendi kendime "Şiir şairin öz çocuğudur." Nasıl ki çocuğuna can verir
insan, şair de şiirine öylece can verir. Işıtsın ısıtsın diye dünyayı.
"Kuzum benim güvercinim alabulutum
niçin tuz dökülüyor kirpiklerinden
ellerin niçin öyle forsa gemisi
Biliyor musun, bana "Şairin kim?" diye soruyorlar zaman
zaman. Duraksamıyorum hiç. Yapıştırıyorum cevabımı hemen. Hasan Hüseyin
Korkmazgil, diyorum. Azime'nin Korkmazgil'i.
Selam ediyorum sana kıyısız, seviyorum çokça çocukça seni, hepimizin Korkmazgil'i.
Gün olur, alır başımı giderim
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.
Dünyalar vardır, düşünemezsiniz
Çiçekler gürültüyle açar
Gürültüyle çıkar duman topraktan.
Hele martılar, hele martılar
Her bir tüylerinde ayrı telaş!...
Gün olur, başıma kadar mavi
Gün olur başıma kadar güneş
Gün olur, deli gibi…
Orhan VELİ
Gökhan Gurbetoğlu
HAYALLER YEŞİLLENDİRİR DÜNYAYI
Her şey değişir... Ki buna en çok sanatçı inanmalıdır. Çünkü sanatçı her gün kendisini yenileyendir.
Her şey var olduğu gibi yok da
olacaktır. İşte bu iki nokta arasında da sürekli ve evrensel bir değişim söz
konusudur. Zaman ve mekânda hareketliliğin getirdiği devinimle birlikte her şey
değişime açıktır. Heraklitos’un, “Bir nehirde iki kere yıkanmaz” söyleminden bu
yana diyalektik hem felsefenin hem de sanatın önemli bir düşünce şekli olurken
belki de insanlığın metafizikten sıyrılmasının önünü açmıştır. Ancak bu
değişimin bile ne kadar uzun sürdüğü unutulmamalıdır.
Değişim yaşamın içinde her an vardır ancak bireyler ve toplum
değişime hep dirençle karşılık verir. Sanat için de geçerlidir. Değişim
çelişkilerden kaynaklanır. Çelişkinin olmadığı hiçbir yer ve zaman yoktur ki
aslında çelişki içsel bir olgudur. İnsanlık Hegel’den bu yana, çelişkinin yaşam
ve düşüncenin şekillenmesine kaynaklık ettiğini bilince çıkarmış ama kabul
edememiştir. O eksik kalan yanını da Marx tamamlar ve insanlık gerçek anlamıyla
diyalektik düşünce ile yüzleşir. Bu noktaya gelene kadar geçen değişime karşın
değişim, durmaz ve devam etmelidir. Çünkü diyalektik olarak değişim
durdurulamaz. Marks, "...Düşünce, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce
biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir." diyerek, her an değişen maddi dünyanın düşüncenin kaynağı
olduğunu insanlığa göstermektedir.
Toplumsal derin tahlillere daha fazla
kapılmadan toparlayacak olursak değişim, kelebek etkisi gibi her şeydir. Bu
yüzden de sanatçı değişime açık olmalıdır. Basit bir örnek verirsek, kim anne
babasıyla tamı tamına aynı düşünceleri taşımaktadır ki kim çocuklarıyla aynı
fikirdedir. Bizim kendimizden önceki kuşağa karşı başlattığımız içsel devinim,
çocuklarımızı da etkilemiştir ve toplumsal bir değişime dönüşmüştür ve
dönüşmeye de devam edecektir. Zaten böyle olmasaydı her şey sabit ve değişmez
kalmalıydı ki bu durumda insanlığın gelişiminden söz etmememiz mümkün olmazdı.
Sanat, insanın var oluşundan beri içsel bir
çaba olarak bizle birlikte gelişti ve değişti. Bir insanın yüzünü boyaması ya
da elini kınaya banıp mağara duvarına basması gibi. Hatta en basit anlamıyla
sanata, insanın yaşamı anlamlandırma ve güzelleştirme çabasıdır desek yanlış
olmaz. O yaptığı ister bir mızrak olsun isterse bir testi olsun, üzerlerine
kendisini anlatan izler bırakıp o nesneyi güzelleştirmek ister ve desenlerle,
motiflerle donatır. Yani sanat insani bir eylemdir.
Sanatın sunuluş şekli de insani bir
eylemdir. Çizerek, oyarak, işleyerek, yazarak hepsi de sanatçının düş ve
düşüncelerinin yaşamdaki birer yansımasıdır. Yaşı ilerlemiş dostlar
hatırlarlar, bir dergiye abone olmak ve onun her ay gelişini dört gözle
beklemek nasıl bir duygudur. Ancak kimi zaman ise bazı sayıların ulaşmadığı da
olurdu ki ona rağmen yeniden abone olurduk o dergilere. Elimize geçen her
dergiyi belki çoğumuz koklamışızdır içimize çekerek. Bu hareket, edebiyatı,
şiiri, öyküyü, eleştiriyi içimize çekmekti ve yazarlar, şairler, eleştirmenler
yanımıza gelip otururlardı adeta. Peki şimdi kaç genç o heyecanı içinde
duymakta ya da böyle bir anı yaşamaktadır. İşte değişim yaşanmıştır. Peki bunun
basılı ya da sanal ortamda yani e-dergi olması sanatı ve sanatçıyı etkiler mi?
Picasso'nun Guernica tablosunu elli altmış
yaşındaki kaç kişi gelişen iletişim teknolojileri sayesinde görmüştür;
birçoğumuz. Şu an gençler istedikleri sanat eserlerini anında görebilmekteler,
istedikleri kitabı okuma ya da dinleme imkanına sahipler. Birçok müze ve
kütüphane dijital ortamda kendine yer açmaktadır. Artık onların duvarları
yıkılmıştır. Ya bizim?
Günümüzde sanal bir dünya ile karşı
karşıyayız. O gecikmeler, o kaybolmalar, o postaneye gidip; 'Rıfat abi benim
dergi gelmedi mi hala?' diye soruşlarımızı sizce şimdiki nesle anlatabilir
miyiz? Onların zihni, düş dünyası artık bunları algılayamaz. Değişene ayak
uydurmak gerekir ki toplumlar ilerleyebilsin.
Bir derginin, günümüz koşullarında basılı
bir şekilde hayatta kalması gittikçe daha da zorlaşmaktadır. Sistem 90'lı
yıllardan beri bunu zorlaştırmak için elinden geleni ardına koymamaktadır.
Öncelikle basılı yayınların dağıtımı için dağıtım şirketleri kurulmuş ve bu
kuruluşlar bizim o zamanlar bahsettiğimiz gibi tekelleşmeye giderek, toplumsal
faydadan çok rekabete girmişlerdir. Birçok basılı yayının dağıtımını ya
yapmamışlar ya da çok yüklü ücretler öne sürmüşlerdir. PTT ile dağıtılan birçok
basılı yayın ise PTT özelleştikten sonra dağıtılamaz hale gelmiş ya da yüksek
dağıtım ücretleri ile karşılaşılmıştır. Ancak internet ortamının bir çığ gibi
büyümesiyle birçok gazete, dergi sanal ortamda çok rahat bir şekilde yaşamaya
devam etmekte ve üzerine yeni yayın kuruluşları da eklenmektedir.
Buradan edebiyat ve sanat dergilerine
gelecek olursak, çağımızda kalıcılıktan çok tüketilmenin ön planda olduğu bir
toplumsal yapı ile karşı karşıyayız. Ya ona karşı direnecek birliktelikler ve
yapılar kuracağız ki örnekleri vardır, YAZKO gibi, ya da ortama ayak
uyduracağız. Yakında tüm kitapların bile sanal ortamda sunulması planlanırken,
bunun önünde olmaktansa yeni gelene nasıl uyum sağlayacağız diye düşünmeliyiz.
Basılı bir dergi ile e-derginin, okura ulaşma hızı ve imkanını kıyaslamamız
mümkün mü?
Sanatı ya da düşünceyi yaymanın yolu ne
olursa olsun, o sanat veya düşüncenin değerini azaltmaz. Aksine daha çok insana
ulaşarak belki de daha çok tartışılıp konuşulmasına ve hatta değer görmesine
neden olabilir. Geçmiş ve gelecek hep çatışacaktır. Oğlum, bir düşüncesinin
olduğunu söylemişti günlük gazeteler için. “Minicik bir çip satın
alacaksın ve onu telefonuna takarak gazeteni günlük okuyacaksın. Böylelikle
kâğıttan da tasarruf edeceksin” diyordu. Gelecek bize neler sunacak hayal
etmek zor ancak; insanlık, sanat ve bilim buralara nasıl geldi unutmamalıyız.
Yaşar Özmen'in Saf Sanattan İnsana adlı kitabında belirttiği
gibi "Sanatçı, eleştirmen,
akademisyen, öğrenci, şair ve okur, hepsi birer insandır. İnsanın yargıları
çoğunlukla mevcut bilgi ve alışkanlıklarının yansımasından beslenir, ancak bunu
değiştirebilen insanlar geleceği şekillendirebilirler. Sanatı ve şiiri
de..." Elbette yaşamı da...
Şenol Zümrüt
Yaşam Öyküsü
1967 yılı Yalova doğumludur. İlk ve orta öğrenimini Yalova ve İzmir’de
tamamlamıştır. 1989 yılında Kara Harp Okulu’ndan teğmen rütbesiyle mezun olmuş,
2004 yılında İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi, 2007 yılında Ankara Atılım
Üniversitesi’nde Yüksek Lisans, 2017 yılında ise Anadolu Üniversitesi’nde
Fotoğrafçılık ve Kameramanlık dalında Ön Lisans eğitimini tamamlamıştır. 2019
yılında AFIAP (Artiste Fédération Internationale de l'Art Photographique)
ünvanı kazanmıştır.
Ulusal ve uluslararası alanda 2 altın, 2 birincilik, 1 bronz, 3 özel onur
ödülü ve mansiyonlar olmak üzere toplamda 113 ödülü bulunmaktadır. Uluslararası
Moskova merkezli ‘’35 Awards‘’ Fotoğraf oluşumunun düzenlediği “Gölgeler” temalı sokak fotoğrafçılığı
dalında 115 ülke, 1079 şehirden 11935 fotoğrafçının yer aldığı yarışmada, 2020
yılının en iyi 100 fotoğrafçısı arasında yer almıştır. Ankara Fotoğraf Sanatı
Kurumu (FSK) 2018-2019 yılında düzenlediği Ayın Fotoğraf Etkinliği (AFE) ve
Portfolyo Değerlendirme Etkinliği (PODE) dallarında her iki branşta da yılın en
iyi AFE ve PODE fotoğrafçısı seçilmiştir.
Sanatçı Ankara’da iki kişisel sergi açmıştır, ayrıca aralarında Yunanistan, Irak ve Bahreyn olmak üzere 7 uluslararası, 4 ulusal, toplamda 11 karma sergiye katılmıştır. Sanatçının birçok fotoğrafı, kitap kapağı ve çok sayıda yazı içeriğinde yayımlanmıştır. Bunlara ek olarak, Uluslararası dijital platformda yer alan ‘’Academia Edu‘’, uluslararası indeksli dergi Journal Of Awareness, ulusal periyodik türdeki ‘’Sanatım Dergisi’’ ve e-dergi zorbatv.com gibi değişik ulusal ve uluslararası dergilerde makaleleri bulunmaktadır.
YouTube kanalının yanı sıra www.senolzumrut.com adıyla bir internet sayfası
da olan sanatçının bu sitede çeşitli fotoğrafları ve fotoğraf sanatı konusunda
görüş ve değerlendirmeleri yer almaktadır.
SOMUTTAN SOYUTA**
ABSTRACTThe aim in this paper could be indicated as an
endeavor to dwell upon the least traits we need to possess rather than the
technique of photography to take a photograph with a particular outlook to be
able to see the artistry in a whole which the nature has granted us and to
unveil the hidden image in it which is meaningful and not totally different from the whole and
the allurement from which the parts have been reduced. It is to display the
concealed abstract in the concrete as per “photographic
extraction of the abstract embedded in the concrete” statement of Haluk
Naci Gülalp.
Key words: The
Decisive moment, the right time, abstract, outlook, photographic vision
ÖZET
Bu makalede amacımız, fotoğraf makinelerinin kullanım kılavuzlarında
açıklanan fotoğraf tekniğinden ziyade, fotoğraf çekmek için sahip olmamız
gereken nitelikler ile doğanın bize bahşettiği güzellikleri görebilmeyi;
güzelliklerin bütününden eksilttiğimiz parçaları anlamlandırmayı; eksiltildiği
bütünden tamamen farklı olmayan ancak farklı bir bakış açısı ile o bütünde
gizlenmiş görüntüyü yakalayabilmeyi; açıklamaktır. Haluk Naci Gülalp’in “Somutta içkin soyutu, fotoğrafla çıkarmak”
özgün tanımlamasında olduğu gibi somuttan gizli soyutu çıkarabilmektir.
Anahtar kelimeler: Karar Anı, Doğru An, Soyut, Bakış Açısı, Fotoğrafik
Görme
GİRİŞ
Görme, dünyayı algılama ve bilgi toplamadaki en önemli
duyularımızdan biridir. Anatomik açıdan veri toplama aracı olan göz, günlük
yaşamda milyonlarca fotoğraf çekerek beynimizde anlamlı bilgiler bütünü
oluşturmamızı sağlar.
Fotoğrafçı ise bu milyonlarca görüntünün içinden bir
tanesini yakalayarak tek karede en anlamlı olanı bir sanat eseri olarak topluma
sunar. Fotoğrafçının gözüyle ölümsüzleştirilen bu görüntü, her bir ferdin
farklı bir şekilde algılamasını sağlayabilir. Bu da insanlara ‘bakmak–görmek’ arasındaki ince çizgiyi
daha keskin bir biçimde anlatır. Herkesin görebileceğinin ötesindeki sıra dışı
bir algıyı açığa çıkarır.
FOTOĞRAFİK
GÖRME
Aristo’ya
göre başarılı bir sanat eseri, izleyeni konu hakkında düşünceye davet etmelidir.
(Barrett,2017: 49) Rudolf ARNHEİM, düşüncenin temel ortamının görme olduğunu;
akıl içinse, dişil bir yapıya sahip olduğunu, akla bir şey vermeden geri
alınamayacağını, aklın bilgi ile zenginleştirilmeden çalışamayacağını dile
getirir. Aristo, “Birinin bir şeye güzel demesi için o şeyin ne olduğunu
bilmesi gerekir” derken, güzelliğin önce bilgiye, sonra güzel denen o şeyin
görüntüsüne ve işlevine dayalı olduğunu iddia eder. (Barret, 2017,50)
Görme,
aslında tüm canlılar için ortak bir eylemdir. Görmenin gözlere gelen imgelerden
mi yoksa görüş nesnelerine gönderilen ışınlardan mı kaynaklandığı hâlâ
belirsizdir. Gelgelelim sıradan insanların
bu tür kuşkulardan haberi dahi olmadığını dile getiren Romalı Filozof Boethius
(M.Ö.500), görmenin seçici bir eylem olduğunu belirtir. (Arnheim,2015:35)
Görmeyi
şekillendiren, yönlendiren görsel algı; burada devreye girerek bize bir bakış
açısı sağlar. İnsan zihninin olayı nasıl yorumladığı, algılamada önemli bir
yere sahiptir. Algı, kazanımlarımızdan oluşan bir akışın son evresidir. Yani
geçmişin deneyimleri geleceği algılamak için önceden insanları koşullandırır. (Arnheim, 2015:35)
Bir
fotoğraf makinesi ile çekilen kare aslında izleyiciye bağışlanan bir bakış
açısıdır. (Bugin, 2002:157) Ayrıca fotoğraf makinesi mekanik bir alet olarak
düşünüldüğünde, arkasındaki bakanın, bireysel yararlılığı önemli bir hale
gelir. (Price, 2000:28) Yine Price’ın dile getirdiği gibi makine düşünmez, her
şey fotoğrafçıya aittir. Burada da fotoğrafçının kişisel özellikleri devreye
girerek geçmişteki kazanımları, birikimi, eğitimi, görsel zekâsı ve algıdaki farkındalıkları; belirleyici olmaktadır.
Herkesin
gördüğü ama sıradan bularak göz ardı ettiği şeylerdeki güzelliği keşfetme, bize
fotografik görmeyi kısaca tanımlamaktadır. Zaten fotoğrafçıdan beklenen de,
herkesçe alkışlanan ve insan eli değmiş harika yerler dahil olmak üzere, salt
dünyayı olduğu gibi görmekten daha fazlasını yapmaktır. Yoksa fotoğrafın ilk
yıllarında fotoğrafçıdan beklenen idealleşmiş görüntülerde olduğu gibi gün
batımı, manzara gibi güzel bir şeyin fotoğrafını çekmek olmamalıdır. Zaten
amatörlerin de amacı budur ve doğa harikalarına aşırı heveslidirler. (Sontag,
2005:108) Price’ın dediği gibi “Amatörler bol bol enstantane çekerken,
profesyoneller fotoğraf çeker.”
Bir
fotoğraf çekilirken teknik faktörler açısından yetenek ve beceri eksikliği
varsa, çekilen fotoğrafın, fotoğraf olarak değerlendirilmesi bir hayli güçtür.
Ancak, fotoğraf tekniği olarak tüm yapılması gerekenler yapılıp çekilen
fotoğraf yine de yalnızca ilgili nesnenin kopyalanmasından ibaret oluyorsa ona
fotoğraf demek pek güçtür. Kısacası bir fotoğraf çalışması her şeyden önce
neyin fotoğrafı ise onun basit bir kopyası asla olmamalıdır, aksi durumda
sanatsallık nitelemesi bir hayli zor olacaktır. Fotoğraf makinesinin ardından
bakan; bize neye, nasıl bakmamız ve ne görmemiz gerektiğini farklı bir bakış
açısı ile göstermelidir. (Gülalp, www.academia.edu, 2018)
Fotoğraf
gerçekliği keşfetmek için kullanılan bir araç değildir sadece; makineyle
görülen doğa, insan gözüyle görülen doğadan farklıdır. (Freund, 2006:176)
Fotoğrafı
çekmeden önce zihnimizde canlandırmamız ve çekilen şeyin daha önce görülmesi
gerektiğini, Sontag ünlü eserinde ısrarla belirtir. Ansal ADAMS’ın dile
getirdiği gibi “Bir fotoğraf, öylesine
çekilen bir şey değildir, bir anlayışın ürünüdür.’’ Ortaya çıkartılacak
çalışmanın zihni hazırlığının daha önceden yapılmış olması gerekir.
Michelangelo’nun “İnsan beyniyle çizer,
elleriyle değil’’ sözleri, durumu çok net bir biçimde açıklamaktadır. Minor
White’ın “Sırf pratik olsun diye, gördüğüm
her şeyin aklımdan fotoğrafını çekerim” (Sontag, 2005: 80) sözü, zihni
hazırlığa güzel bir örnek olarak verilebilir.
DOĞRU AN
Özellikle herkesin sürekli baktığı şeyler ve yerlerin, yepyeni bir bakışla
görülebileceği an’a “Doğru An”
tanımlamasını veren Sontag (2005), doğru anı yakalayabilmek için çetin kış
şartlarında saatlerce sabırla bekleyen Alfred Stieglitz’in hakkını vermeden
edemez.
KARAR ANI
“Karar
anı”
fotoğrafçılık dünyasında manifesto gibi yer etmiş, Henri Cartier Bresson’un bu
dünyaya hediye ettiği bir kavram olarak tarihe geçmiştir. Bresson’a göre ‘’Mutlak an saniyeden çok kısa bir süre
içeresindeki, en doğru çerçeve ve kompozisyon ile ulaşabileceğimiz, bize
fotoğraflanan olayın ya da insanın özünü anlatan zamandır.” (ealfokfotoclup.blogspot.
23.05.2018) Bu süreci Bresson, “Fotoğrafta,
en küçük bir şey bile büyük bir özne haline dönüşebilir” diyerek
özetlemiştir.
DOĞRU AN VE KARAR ANINI YAKALAMAK
Doğru
an ve karar anını yakalayabilmek için antik çağdan günümüze değin geçen süreçte
düşünür ve sanatçılar birçok değerlendirmede bulunmuş ve hemen hemen ortak bir
paydada buluşmuşlardır. Bunun için; bilgi, birikim, tecrübe yanında teknik
kazanımların olması yönünde ortak bir paydada buluştuklarını görüyoruz.Doğru
an ve karar anını oluşturabilmenin asgari şartlarını özetlemek için Haluk Naci
Gülalp’in makalesine başvurmamız gerekiyor.
“Gözün içine alabildiği en geniş
çerçevedeki doğaya, aynı mekânda-aynı zaman diliminde yan yana durmuş bakan iki
kişinin ellerindeki fotoğraf makinesiyle o görüntüden dondurup tutsak
alacakları anın bizim gözümüze taşınmasında birinin ruhsuz-anlamsız, en iyi
olasılıkla donuk bir ayna yansımasından öteye geçememesi, diğeri için ise ‘bir
sanat yapıtı’ denebilmesi, birinin sanatçı olmasına, diğerinin olmamasına
bağlıdır. Fotoğraf sanatçısı, makinesi yanındaysa bir avcı gibi her an
tetiktedir. Diğer sanat dallarındaki sanatçılar gibi, önce görüp sonra gördüğü
üstünde yeterli düşünme süresi, fotoğraf sanatçısında yoktur. Fotoğraf
sanatçısı, tüm birikimlerini, o birikimlerinden çıkması olası tüm yorumlarını
ve/veya bilgi-yorum bileşkesi oluşturma bilinç ve hazırlığını, her an en üst
düzeyde uyanık tutmak zorundadır. Çünkü doğada gördüğü ile bildikleri/genel
yorumları ya da o an oluşacak bileşkenin önce bilinç düzeyinde örtüştüğünü
kavraması anı ile makinesini doğrultup düğmesine basması, gördüğü karşısında
bilincinde uyanan sanat yapıtını gerçekleştirebilmesi için yalnızca saliseleri
vardır, yoksa tan geçmiş güneş tüm çıplaklığıyla ortaya serilmiş, kuş uçmuş,
süzülen yaprak yere konmuş, aşk duygusal ön-oynaştan fizyolojik eylem
nesnelliğine dönüşmüş olabilir. Bu yüzden, birikim ne denli çok, estetik yorum
yeteneği ne denli yüksek, beceri ne denli yetkin, bunların bileşkesi ne denli
başarılı ve tezse; fotoğrafçı o denli sanatçıdır.” (Gülalp, www.academia.edu, 2018)
Mimetik (Kopyalayıcı) gerçeklik, değer görmek için tek başına
yeterli olmadığı, sanat eğitimi olmayanların gerçekçi akıma hayran olduğu
(Barrett, 2017:93) düşünülecek olursa farklı akımların değerlendirilmesi
gerektiği ortaya çıkmaktadır.
Fotoğraf makinesinin düşünmediğini, fotoğrafa vizörün arkasından
bakanın anlam kattığını yukarıda söylemiştik. Mimetik anlayış, işin en kolay
yönü olduğu; nesneleri kopyalamanın, ayna gibi yansıtma ile oluşturulan
fotoğrafın; soğuk, ruhsuz olduğu açıktır. Cindi Sherman’ın bu konudaki
düşüncesi konunun anlaşılması açısından çok önemlidir. Sherman “Tipik güzellik ideasını takip etmek bana
sıkıcı geliyor, çünkü bu dünyayı görmenin en kolay ve garanti yolu”
(Barrett,20017:30) diyerek, genel estetik anlayışa uygun, beğeni garantisinin
yüksek olduğu fotoğraf çekmenin anlamsızlığını belirtiyor.
Sanat değeri olan fotoğraf oluşturabilmek için mutlaka vizörün
arkasından bakanın yetkin olması gerektiğini belirtmiştik. Doğadaki muhteşem
güzelliğin, sanat olarak değerlendirilemeyeceği, sanat olarak nitelendirilmesi
için insan eliyle oluşturulmuş olması birçok kereler düşünürler tarafından dile
getirilmiştir. Sanat üretebilmek için çeşitli araçlar kullanılabilir, fırça,
keski, müzik enstrümanı, çekiç ve daha teknolojik aygıtlar… Kısaca bir sanat
eseri oluşturabilmek çeşitli araçlar kullanmak zorunludur. Alet işler el
öğünür, atasözünde ise işi yapanın alet olduğu, öğünenin ise insan olduğu
belirtilir ve sanatı üretenin alet olduğu iddia edilir ve insanla araç arasında
bir çelişki ortaya çıkar.
Üretilmiş tüm sanat eserleri kullanışlı bir aracın ürünüdür.
Ancak bir kusuru vardır aracın; ona bir sanatçı gereklidir. (Gülalp, www.academia.edu,
2018 ) Ara Güler, “En iyi daktiloya sahip olan, en iyi romanı
yazardı” der. Ya da Bertolt Brecht, “En güçlü araçları kullanabilmek için
insana ihtiyaç duyulur” diyerek etkileyici bir şekilde aşağıdaki dizelerle dile
getirir.
Tankınız
ne güçlü generalim,
Siler
süpürür bir ormanı,
Yüz
insanı ezer geçer.
Ama
bir kusurcuğu var;
İster
bir sürücü.
Bombardıman
uçağınız ne güçlü generalim,
Fırtınadan
tez gider, filden zorlu.
Ama
bir kusurcuğu var;
Usta
ister yapacak.
İnsan
dediğin nice işler görür, generalim,
Bilir
uçurmasını, öldürmesini, insan dediğin.
Ama
bir kusurcuğu var;
Bilir
düşünmesini de.
Dünyamızı güzelleştiren, hayatı anlamamızı
sağlayan sanat eserleri, insan ve araçların mükemmel iş birliği sonucunda
ortaya çıkmaktadır.
Soyut
kavramı; Latince (Lat. Abstractum; çekip çıkarılmış, sıyrılmış) kökenli bir sözcük olup nesnelerin niteliği gibi gerçekte
kendi başına var olmayan, nesnelerin niteliği olarak var olan, ancak
nesnelerden çekilip çıkarılarak tasarımlanabilen kavramlar olduğunu Türk Dil
Kurumu açıklamaktadır.
Günlük dilde “somut kavram”, belli nesneleri,
duyumlarımıza konu olabilen maddi varlıkları dile getiren kavramlar olarak
tanımlanır. Sandalye, masa, bardak gibi, “Soyut kavram” ise, duyular
aracılığıyla algılanamayan şeyleri dile getiren kavramlar anlamına gelir:
Tanrı, adalet, özgürlük gibi.
Soyutlama kavramını ise TDK: “Bir nesnenin özelliklerinden veya
özellikleri arasındaki ilişkilerden herhangi birini tek başına ele alan
zihinsel işlem, gerçeklikte ayrılamaz olanı düşüncede ayırma, tecrit,
abstraksiyon.” olarak açıklamaktadır. Kısaca bir nesnenin herhangi bir
yanını diğerlerinden ayırarak, eksilterek tek başına ele almak olarak
özetlenebilir.
Fotoğrafta soyut çalışmalar daha çok biçim,
renk, doku, çizgi, gölge, yakın çekim gibi yollarla üretilebilir. Fotoğraf
çekmenin birçok yöntemi ve çeşidi vardır: Sokak fotoğrafçılığı, belgesel
fotoğrafçılık, toplumsal gerçekçi yaklaşım, doğa, makro, deneysel vb. gibi daha
sayabileceğimiz pek çok tarz. Soyut fotoğrafçılığı da bu tarzların içeresinde
en ilgi çekici olarak sayabiliriz. Soyut görüntülere aslında çok kolay
erişebiliriz. Bu tarzın kolay yanı vardır: Diğer tarzlar gibi gezmek, yeni
yerler keşfetmek, pahalı ekipmanlara sahip olmak gibi maddi ve zaman-mekân
zorlukları hemen hemen yok gibidir.
Eğer fotoğrafçı farklı bakış açısına sahip,
düşünce dünyasını zenginleştirmiş, bilgi ve birikim sahibi ise arzulanan soyut
görüntülere yer ve zaman kısıtlaması olmaksızın her yerde ulaşabilir. Örneğin
evde, çalışma ortamında, seyahatte, otobüste, trende v.b. gibi birçok yerde.
Fotoğraf, resim ve çizim gibi daha eski sanat biçimlerinden
yukarıda da açıkladığımız gibi; çizgi, şekil, renk, doku, kitle, mekân ve hacim
unsurlarını devralmıştır. Ayrıca, siyah beyaz ton skalası, kontrast, negatif
karşıtlığı, odak uzaklığı, lens çeşitliliği, bakış açısı vb. fotoğraf için
anılan diğer unsurlardır. (Barrett, 2017, 48)
Fotoğraf çekimlerinde, illaki soyut çalışma
yapılacak diye bir kaygı güdülmemesi gerekir. Doğada ve çevremizde, renk, ışık,
gölge, grafiksel görüntüler, çizgiler zaten oralarda yer almakta, durduğumuz
yerde o görüntüler kendisini feryat figan göstermekte. Bize kalan ise o
görüntüleri makine yardımıyla zaman diliminden ve bütünden eksilterek
kaydetmektir.
Soyut fotoğraflama ne kadar kolay olsa da bazı
zorlukları da içeriyor. Tabii ki bu zorluklar diğer fotoğraf tarzları için de
geçerli. Diğer sanat dallarında, sanatçının zaman ve mekân rahatlığı,
fotoğrafçıya göre daha özgürdür. Ressam ya da heykeltıraş zamansal bir gerilime
kolay kolay girmez, ancak bu serbesti fotoğrafçı için pek geçerli değildir.
Doğru anı yakalamak ve karar anını uygun yerde uyulamak için çok az zamanı
vardır. Otobüs durağında beklerken, merdivenden inerken ya da çıkarken,
koridordan geçerken, o anda bir görüntü oluşur ve onu belgelemek için bir
ressam kadar zamanımız yoktur. O kısıtlı zamanda orada mevcut olan görüntüyü
hissetmek ve belgelemek hiç de kolay değildir. Soyut fotoğrafta, fotoğrafçı
algılarını daha açık tutarak dikkatini çevresine daha çok vermelidir. Bununla
birlikte deneyim ve birikimini kullanarak bakış açısını daha da
genişletmelidir. Soyut fotoğraflama yapan sanatçının işini kolaylaştıran en
önemli ögeler; dikkat, algıda seçicilik ve bilgi birikimidir.
Soyut fotoğraf örnekleri:
Soyut çalışmaların kolaylığından bahsederken
her yerde karşımıza çıkabilir demiştik, bir akşam üstü ATM’den para çekerken
ATM’nin köşesinin bir ışık tayfı yaptığını ve siyahla bir karşıtlık
oluşturduğunu görünce bunun çekilmesi gerektiğini düşündüm ve fotoğrafı hayalimde
çektim. Ertesi gün makineyi de alıp hemen oraya koştum ve hayal ettiğim kareyi
sabitledim.
Ankara’da
bir AVM önündeki açık konser alanının koltukları, dikkatimi çekti ve o kareyi
hayalime yerleştirdim. Uygun bir zamanda o bölgeye gidip hayalimdeki görseli,
fotoğraf makinesi ile gerçeğe dönüştürdüm.
Diyarbakır Sur Mahallesinde ki tarihi Surp Grigos kilisesinin
bahçesinde ters ışıkta, çan kulesi ve çatıların oluşturduğu bir kompozisyon.
Çalışma odamın bahçe korkuluk demirlerinin arkasındaki saç levha ile oluşturduğu ışık gölge oyunu.
Kuzey Kıbrıs T.C Girne’de bir arabanın üzerine aydınlatma lambalarının yansıması ve çizgilerin oluşturduğu kompozisyon.
Gelibolu’da ters çevrilmiş plastik sandalyelerin, bütününden eksiltilerek oluşturulmuş bir kompozisyon.
İstanbul Modern Müzesinde çatlamış camın arkasındaki renkle oluşturduğu görüntü.
Erzurum Çifte Minare çevresindeki bir marketin kepenklerine gece aydınlatmanın oluşturduğu gölgenin, kepengin dikdörtgen alanını simetrik olarak iki üçgene bölmesi ve kepengin yatay çizgileriyle uyumlu kompozisyonu,
Ankara Ulucanlar’da bir gecekondunun duvarına, soba borusundan akan kurum ile yağmur suyunun elbirliği ile oluşturup bizleri sıra dışı yoruma zorlayan görüntü.
İstanbul Modern Müzesi’nin merdivenlerinin zincirlerle oluşturulmuş tasarımının ışıkla oluşturduğu kompozisyon
İstanbul Balat’ta yırtık afişlerin duvardaki renklerle uyumunu kadraja taşıyarak oluşturulan kompozisyon.
İş yerindeki çalışma odasmın penceresinden gelen ışığın jaluzilerle oluşturduğu ve duvara yansıttığı gölgeler.
KKTC Karpaz bölgesinde yalnızlığı, yaşamda ki kaostan uzaklaştıran, korunaklı, sığınabileceğimiz bir mekanı düşündüren bir çalışma.
Aksaray Ankara karayolunda kırsal bir bölgede seyahat ederken arabamı durdurmama ve tarlaya girmeme neden olan, insanda yalnızlık duygusunu etkin bir biçimde uyandıran, yalıtılmış, çevreden koparılmışlık duygusunu çağrıştıran, tek başına bir hayatı betimleyen kompozisyon. Fotoğraflamasaydım uzun yıllar aklımdan çıkmayacak olan bir görüntü.
SONUÇ
Yolda yürürken, bir yerde beklerken,
çalışma odasında, iş yaparken, araç ile seyahat halindeyken bir manzara için
durup o anı belgeliyor, çevremizdeki
nesnelerden, gölgelerden vb. gibi şeylerden bir görüntü oluşturuyorsak,
artık fotoğraf bizler için bir eğlence olmaktan çıkmış, yaşam tarzı olmuş
demektir.
Daha öncede belirttiğimiz ve bir çok
kuramcının da üstüne basa basa açıkladığı gibi fotoğraf çekmek için bir
makineye ve iyi bir göze ihtiyacımız var. Ancak bu gözün sahip olması gereken
bakış açısı, fotoğrafik görme, algıda seçicilik, farkındalık yaratma, olmayanı
çekebilmesi için dişil bir yapıya sahip olan, almadan bir şey veremeyen
zihnimizi kullanma, onu kullanırken de yapması gerekeni yapabilmesi için
beslenmesi bilinen bir gerçektir. Ansel Adams “Fotoğrafı, yalnızca fotoğraf makinesi ile gerçekleştiremezsiniz.
Fotoğraf etkinliğine, gördüğünüz tüm resimleri, okuduğunuz tüm kitapları,
duyduğunuz her müziği, sevdiğiniz tüm insanları taşırsınız” diyerek fotoğrafçının geçmiş birikim ve yeteneklerini
çektiği kareye yansıtabildiği oranda sanat üretebileceğini ifade eder. (İleten
Gülalp, 2015)
*Çanakkale Üniversitesi Rating Academy Uluslararası
İndeksli Dergide Mayıs 2019’da yayımlanmıstır.
**Journal of Awareness, 2018 Sayı 5’te yayımlanmıştır.
KAYNAKAÇA
ARNHEİM
Rudolf, 2015, Görsel Düşünme, Metis Y., İst.
BARRETT
Terry, 2015, Neden Bu Sanat, Hayal Perest Y., İst.,
BARRETT
Terry, 2017, Fotoğrafı Eleştirmek, Hayal Perest Y., İst.
BUGİN, Victor, 2013, Fotoğrafı Düşünmek, Espas
Y., İst.
FREUND, Gisele, 2006, Fotoğraf ve Toplum, Sel
Y., İst.
Karar
Anı, Henri Cartier Bresson, www.ealfokfotoclup.blogspot. (28. 05. 2018)
GÜLALP Haluk Naci, 2017, Somutta İçkin Soyutu Fotoğrafla Çıkarmak, www.academia.edu. (25.05.2018 )
GÜLALP Haluk Naci, 2014, Estetik Açıdan Fotoğraf, www.academia.edu (25.05.2018)
GÜLALP Haluk Naci, 2015, Fotoğraf Sanatı ve Sanat Fotoğrafı Üstüne Bir Tartışma, www.academia.edu , (‘9.05.2018)
SONTAG Susan, Fotoğraf Üzerine, Agora Kitap,
İst.
PRİCE Mary, Fotoğraf, Çerçevedeki Gizem, Sanat
ve Kavram Y. İst.
Efe Güzelgöz
SAFRANBOLU'YA NEFES VERENLER
Şair-yazar Döndü Açıkgöz'ün son derleme kitabı "Safranbolu'ya Nefes Verenler”in tanıtım ve imza günü, Safranbolu Turizm Vakfı'nda gerçekleşti. Eski ve yeni dostlarla buluşup konuşma fırsatım oldu kısa da olsa... Benim çocukluk ve gençliğimin geçtiği bir kentte bulunmak duygu yumağı oluşturur; her görülen insanla, dağıyla, ormanıyla ve dokusuyla... Karabük'te Safranbolu'da Şiir Sofraları artık kurulmasa da anılarıyla Şair İbrahim Yıldız, İlhan Karaman, Necdet Yaşar, Fatma Kılıç, Tahsin Şentürk, Hür Kalyoncu, İsmail Arslan, Mustafa Yanık, Döndü Açıkgöz ve Hüseyin Özmen'i saygıyla anıyorum...
Döndü
Açıkgöz'ün; Söylediğin Türkülere Ne Oldu, Susmanın İki Yakası, Haziran Büyüsü
şiir kitapları yanı sıra Hoşça Kal Annemin Cenneti deneme kitabı var. Daha
fazlası olurdu elbette ama hayatın gereksinimleri için çalışmak gerekiyor.
Bir kentin
kültürel dokusunu o kentte yaşayan sanatçılar oluşturur. Tek başına yapamaz
bunu, gücü yetmez. O, kentin yerel yöneticileri, sivil toplum kuruluşları, vakıflar
ve ileri gelenler... Yöneticiler hem siyasi hem de sanatsal etkinliklere
inanmadıkları için halkla kültür sanat insanlarının buluşmasını istemezler... Dinsel
değerleri bahane ederek destek olmazlar ve engel de olurlar. İnanç, insanın
sanatsal değerler üretmesine aykırı olur mu? Olmamalı, asla ve asla ama
oluyor... Bizim ürettiğimiz sanatsal değerlerin içeriği insanla, doğayla, sevgiyle
yoğrulmuş ürünlerdir. Artık bu inanç eşiğini geçememiş yöneticiler, bırakın
sanatı-kitabı-görsel eserleri, şairi-yazarı-tiyatrocuyu-karikatüristi-ressamı-balerini-jimnastikçiyi-heykeltraşı,
görmek bile istemiyorlar... Böyle olunca yerelde de olsa ulusalda da olsa kendi
olanakları ölçüsünde gelişiyor kültür sanat; sevenlerce ve uğraş edinenlerce...
Ancak fuarlar, yaz eğlenceleri, ses getiren konserler ve diğer tanıtımlar için
para buluyorlar. Çıkaracağın bir kitap için yardım istesen vermezler. Döndü
Açıkgöz’ün bin bir emekle bir araya getirdiği bu çalışması için tebrik ederim
öncellikle...
Öyle bir haziran öncesidir güneşin gerdekliği
Umut katarıyla geçer sarılıp rüzgarlarına
Safranbolu sokaklarında anıların gözleri
Üşümüş sevdam gibidir dörtnala gidip gelen hüzün...
Safranbolu'ya
Nefes Verenler kitabında Açıkgöz, bu işin kıyısından köşesinden sıkı tutmuş. Bizler
destek vermeli, eksiklerini yapıcı olarak söylemeliyiz...Satın almalıyız, okutmalıyız.
Yeni adımlar için bu da gereklidir. Her eser yüzde yüz doğru ve tam olmaz,
mümkün değildir. Bu eserin bence ciltler halinde yayınlanması daha uygun
olurdu. Örneği, birinci cildinde; şairler, öykücüler, romancılar, gazeteciler
yer alabilirdi... İkinci cildinde; ressamlar, karikatüristler, fotoğrafçılar, operetler,
yönetmenler yer alabilirdi... Üçüncü cildinde ise yerel el sanatları, yerel
müzik toplulukları, yerel eserler ve diğer sanatlarla uğraşanlar...
Kitapta yer
almayan ancak Karabük'ten ayrılmış olan değerlerimiz var. Aramızda olmayanları
saygıyla anıyorum, olanlar da kitapta yer almalıydı. En azından birer sayfa
ayrılarak yer verilebilirdi. Bu bir zincirin halkası gibi, birine ulaşılırsa, diğerleri
de başkalarına ulaşır. İstenen belgeler, bilgiler gönderilmez ise yer
verilmemeli. Bunda küsecek bir durum yok. İşin ciddiyetinde olmayanlar buna
katlanmalı. Kılı kırk yarmaya da gerek yok kanımca. Bu çalışmanın kolay
olmadığını herkes bilmeli. Derleme-toplama-tarafsız olma ve yazma, özveri ister.
Yer alan isimler soyadı sıralaması ya da ad sıralaması biçiminde olsaydı daha güzel
olurdu. Keşke kitapta yer alanların çoğu etkinliğe katılsaydı, ne güzel bir
birliktelik olurdu...
Her asma kapıda dürülmüş ayrılıklardan bir anahtar döner
Gülüşü çıplak dokur yıldızlar göğünde gurbeti olan
Çardaklarına serpilmiş yalnızlığın sağanağı kendiliğinden diner
Özlemler düşer yollarına zamanla yarışır gibi
Kitap tam bir kompozisyon olmuş, her daldan meyveler her ağaçtan yapraklar her buluttan birer damla yağmur her rüzgârdan bir parça yel var...
Zaman, emek
ve maliyet gerektiren zor bir uğraş, işin içindeyiz ve biliyoruz. Arkadaşım
Döndü'yü bu konuda tebrik ediyorum.
Birlikte
aynı havayı soluyan, kültür ve sanata gönül vermiş insanların, yürekten
çıkarsızca bir araya gelmesi en doğru davranış olur. Birlikte iyisiyle
kötüsüyle bu kentte neler yapabiliriz, neler başarabiliriz sorusunu herkes
kendine sormalı... Desteği olmayan bir yolda ancak bir araya gelinerek bir
şeyler yapılır. Geçmişte omuz omuza çalışma içinde olanlar şimdi neden uzaklar
bilmiyorum... Hastalık, ölüm dışında isteyen gelebilir, gelmeli de...
Yaralı ceylanlar inleyen mor serinliklerindeBir beyaz güvercin geçer ömrün her sayfasındanKınasız bir gelin ağıtlar yakar sazların telindenAlnında yolculukların izi öfkeli bir yiğidim vardır.Bağlara çıkın yolların ince kıvrımında konuşur tarihUt seslerine karışan şarkılar duyulur dudakların bozkırındanTanıdık güzelliklerdir her yol üstü uğrağı...Aralık 2021-Konya
Şiir Sarnıcı Okur/Yazarlarına
Kitap tanıtımlarıyla ilgili dergimize çok sayıda
istek gelmektedir. Bu sayımızdan sonra, şiir ve öykü kitabı tanıtımlarına yer
vereceğiz. Tanıtımı, yazarın-şairin kendisi yapabileceği gibi bir başka
yazar-şair de yapabilir. Dergimizde, sanat değeri taşıdığı kanısına vardığımız
kitabın tanıtımına yer vermek istiyoruz. Bu yüzden kitap tanıtımları,
bütünlüklü olmalı, metin değeri taşımalı ve görselle desteklenmelidir. Tanıtım
amacıyla gönderilen bazı şiir kitapları oldukça iyi olmasına karşın kitabın
tanıtım metni, dergide yer alacak bütünlükte ve içerikte olmadığı için yer
veremiyoruz. Tanıtım metinlerinde en az bulunması gereken başlıkları aşağıya
çıkardım. Her yazar-şairin, yaşamı tutuş ve onu açıklama biçimi vardır. Bu
nedenle, başlıklar bir format gibi düşünülmemeli; yazar-şair, tanıtımı daha
vurgulayıcı kılmak için gerek duyduğu başka başlıklar da ekleyebilir. Örnek
olması bakımından bir şiir kitabımın tanıtım metnini, dergide yer alacak
şekilde sizler için hazırladım. Kitabınızın dergide yer almasını istiyorsanız
ya da herkes okumalı diye düşündüğünüz kitap varsa, Şiir Sarnıcı (e-dergi) 13.
Sayı için tanıtım yazılarınızı hazırlayıp gönderebilirsiniz.
Kitabın ön arka kapak görseli
Tanıtılacak Kitabın Kısa Künyesi
Kitapla ilgili okurun bilmesini istediğiniz konular
Kitaptaki şiir-öykülerle ilgili tanımlayacağınız nitelikler
Kitaptan alıntı dizelerle, öykü özetiyle
Ya da kitaptan bir şiirle/öyküyle açıklama
Şiir/öykü sanatıyla ilgili düşünceler
Yazarın kısa özgeçmişi fotoğrafı ve yayımlanmış kitapları.
Yaşar Özmen
ŞİİR KİTABI TANITIMI
UMUT
BEKLER BİZİ (Görsel-Sayısal Şiir Kitabı)
Görsel-Sayısal şiir kitabım Umut Bekler Bizi, Elektronik Yayın Derleme Sistemi tarafından onaylamış, 15 Mayıs 2020 tarihinde birinci sayısal sürümü, 16 Mart 2021 tarihinde de ikinci sayısal sürümü yayımlanmıştır. Kitap, fotoğraf ya da resimle birleştirilmiş elli dört şiirden oluşur. Yayım tarihinden itibaren, blok ve sosyal medya kanallarında erişime açılmış, PDF dosya olarak sayısal ortamda yayımlanmıştır.
Neden
“Görsel-Sayısal Şiir?” Görsel ismi, resim sanatı ve fotoğrafın, şiir sanatıyla
bütünleştirilmesinden doğar, sayısal ise bilgisunar ortamında yayımlanmasından
kaynaklanır. Bir anlamda görsel imgenin, anlamsal imgeyi desteklemesi veya
tersi durumdur. Bunların görevdeşliğinden okurda daha zengin bir imgelem
dünyası yaratma çabasıdır.
Görsel-Sayısal
Şiir; görsel sanatla dil sanatını birleştirerek daha zengin, daha güçlü ve daha
somut imge elde edebilen; okuru daha zengin ve kapsamlı imgeleme taşıyan; daha
yüksek estetik değer elde ederek okur zihninde kalıcı ve sarsıcı bir tat bırakmaya
yönelen şiirdir.
Görsel-sayısal
şiir, Türk şiirinde bilinen görsel veya somut şiir anlayışından ayrılır.
Bildiğimiz görsel ve somut şiir, şiirin kendi kullandığı malzemeyle imge
açılımı yapmaya, biçim üzerinde oynamaya çalışan bir tekniktir. Harfler ve
dizelerin veya birimlerin biçimsel kullanımıyla oluşturulan bir yöntemdir. Türk
şiirindeki örnekleri, bu şekilde anlaşılıp uygulandığını göstermektedir.
Görsel-sayısal şiir ise iki sanat alanını birleştiren ve bunların imge gücünü
topluca kullanan, birlikten bütünlük doğurarak daha yüksek estetik değer
yaratan bir yöntemdir. Resim sanatı, şiir sanatı veya fotoğraf-şiir sanatının
ayrı ayrı ortaya koyduğu imge gücünü, imgelem yeteneğini birleştirir ve estetik
değeri yükseltir. Bileşke güçten yeni, sinerjik (görevdeş) bir estetik değer
yaratma mantığı üzerine kurulu bir yaklaşımdır. Burada önemli olan şudur:
Resim, şiir ve fotoğraf; hem anlamda hem imgede hem görüntüde bütünleşmeli,
aynı çağrışım yelpazesinde olmalı, aynı hedefe yönelmeli ki estetik değeri,
sarsıcılığı ve vurgusu daha güçlü olabilsin.
Yandaki fotoğraflar ve şiir, görsel-sayısal şiiri açıklayan iyi bir örnektir. Fotoğraf karesi birkaç fotoğrafın birleşimidir. Gar, Güvenpark, Bakanlıklar’daki bomba yüklü araç ve canlı bomba saldırılarını konu alan fotoğraflardır. Fotoğrafların imgesel değeri aşağı yukarı birbirine yakın tema üzerinde konumludur. Şiirse bu fotoğrafların imge değerini ve imgelem gücünü daha ayrıntıya götürmekte ve daha farklı çağrışım ortaya koymaktadır.
Kitaptaki
şiirlerim, zaman içerisinde yazılmıştır. Görsel-Sayısal şiir düşüncesi sonradan
oluştuğundan şiirlere göre tablo ya da fotoğraf seçmek zorunda kaldım. Aslında
fotoğraf, tablo ve şiirler, aynı düş ve duygularla yapılmalı/yazılmalı ki güçlü
imge görevdeşliğini ve benzer imge yelpazesini sağlayabilelim. Bu kitap ilk
görsel-sayısal şiir denemesidir. Umarım yazınımızda, bu tekniği deneyen ve daha
başarılı yapıtlar üreten şairlerimiz olur.
Sanatta sınır ve
kural tanımıyorum; temel ve teknik gereklilikler dışında. Sınırsızlık,
sonsuzluk ve yaratıcılık; sanatın temel ilkesi ve çıkış noktası görülmelidir.
Örneğin görsel-sayısal şiir, şiir türlerinden bildiğimiz somut şiir ve görsel
şiirle de birleştirilebilir. Fotoğraf-resim-somut şiir-şiir, şeklinde de ele
alınabilir. Yenilik ve farklılığın sınırı yoktur. Sanatta estetik değer
yaratacağı inanılan her şey yapılabilir. Bu durumda yapılacak bir tek şey
vardır: Öğretilmiş olanları, dayatılmış olanları, sınır ve kural getirilmiş
olanları buruşturup atmak. Bilgi, bilgiyi üretir; akıl, bilgiyi teknolojiye ve
sanata dönüştürür. Bu yüzden düşüncenizi ve düş gücünüzü özgür bırakmak,
sanatta yaratıcılığın olmazsa olmazıdır.
Kitabımda yer alan Uçurtma isimli bir görsel sayısal şiiri daha beğeninize sunmak isterim. Yorum size aittir.
Bir coğrafyanın felsefesini, şiirine ve
öyküsüne katıp geleceğe aktaran yazar ve şairlere selâm olsun…
Yaşam Öyküsü
Yaşar Özmen, 1964 yılında Eskişehir’in Mihalıççık ilçesi Kızılbörüklü köyünde doğdu. 1985’te Kuleli Askerî Lisesi’ni, 1989’da Kara Harp Okulu’nu bitirdi. 2007 yılında Selçuk Üniversitesi’nde Yönetim Organizasyon konusunda yüksek lisans yaptı.
Bir Damla Suda Halkalar, (Şiir kitabı)
Not: Aşağıdaki bağlantılardan
kitaba ulaşabilir, okuyabilir ya da indirilebilirsiniz.
https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/2020/05/umut-bekler-bizi-gorsel-sayisal-siir.html
https://www.facebook.com/groups/1599953170100351/permalink/4368359756592998