![]() |
![]() |
ŞİİR SARNICI’NDAN
Salgının
gölgesi altında yeni bir yıla daha ulaştık. Dileriz ki bu yıl, esenlik ve
güzellikler getirsin. Salgın, insanın birbiriyle ne kadar ilişkili olduğunu
gösterdi… Virüs, bütün insanlığı bir kefeye koydu ve yapılan her bireysel yanlışın
bir diğer insanın ölümüne yol açabileceğini öğretti. Bunu, virüs değil; bizler
kendimiz anlayabilseydik keşke…
Her
ne olursa olsun yaşam değerlidir. Her birey, mutlu ve insana yaraşır bir
şekilde yaşamayı hak ediyor. Özlenen
günler gelecektir mutlaka. Bilim, bunu da başaracaktır kuşkunuz olmasın. Biraz
sabır gerek diyelim ve okurlarımıza mutlu yıllar dileyerek başlayalım. Dileriz
ki 2021, insanlık için sağlık ve mutluluk içinde yaşanan bir yıl olur. Salgın
tehdidini en kısa zamanda yok ederek daha güzel günlere yelken açarız.
Şiir
Sarnıcı, 2021 yılının ilk ayında 7. Sayısıyla sizlerin sayfalarına düşecektir.
Yapıtlarıyla dergimizi onurlandıran tüm yazar-şair dostlarımıza teşekkür
ederiz. Çıkış bildirisinde de söylediğimiz gibi dergimiz, sanat ve edebiyat
kaygısı dışında hiçbir amaç gütmez. Emek dışında, geliri ya da gideri yoktur;
temsilcilerimiz dahil herkes gönüllülük esasına göre emek koyarlar. Sizler de
bir ucundan tutup, bu yürüyüşe katkı verebilirsiniz.
Tebliğ
dili, propaganda dili ve şiddet dili içermeyen her tür metin ve şiir,
dergimizde yer alabilir. Amacımız, daha nitelikli yapıtlara yer vermek ve daha
çok okura ulaşarak onların yaşam sevinçlerine katkıda bulunmaktır. Sanat ve
felsefesinin gerektirdiği şekilde bir yayın yaşamı oluşturmak ve insan için bir
şeyler yapmaktır. Dünya insanlığının buluşabileceği bir yayın düzlemi
oluşturmak istiyoruz. Öyle bir yazın ortamı olmalı ki yazar ve şairlerimiz, dergimizde
yer almayı onur saymalıdır. Türk yazınındaki kalıplaşmış edebiyat anlayışını
ve yayın kültürünü, kırmak istiyoruz artık. Körler sağırlar birbirini ağırlar
hesabı olmamalı. En uzakta kalmışlar yer almalı dergimizde. Sözü olan herkes
sözünü söyleyebilmeli. Bilgi çağını
yaşıyoruz. Ayrılmışlık, bölünmüşlük, öğreti, inanç gibi sınıflandırmaları bir
yana atıp şaire-şiire, yazara-kitaba değer yüklemeliyiz. Edebiyat bilimi
için bir şeyler yapmalıyız. Saygılarla…
TÜRK
ŞİİRİ Mİ, TÜRKÇE ŞİİR Mİ TARTIŞMASI
Yaşar
Özmen
“Türk Şiiri” mi, “Türkçe Şiir” mi olsun diye bir tartışmaya
girişmişler her nedense. Tartışma, sorunun kökenini incelemek yerine onun bunun
söylemleri üzerinden sürdürülmektedir; öyle olunca da anlamsız bir gürültü
kopmuş gidiyor. Çağdaş Türk Dili Dergisi’nde yayımlanmak üzere, konuya açıklık
getiren ayrıntılı bir yazı yazmıştım. Şiir Sarnıcı’nın 7. Sayısı için de
konuyla ilgili bir yazı kaleme alma gereği duydum.
Kim ne demişi bir
yana, kimin nasıl bir aidiyet duygusuna sahip olduğunu diğer yana koyalım;
bilimsel ve kavramsal bir çözümlemeye gidelim istedim bu konuda. Dilimizdeki
kavram, terim, sözcüklerin; anlamsal alanlarını, aralarındaki hiyerarşik yapıyı
ve kavramlar arası ilişkiyi; mantık ve ilgili bilimlerin ilkeleriyle çözümleme
yeteneği olmayanlar; yazdıklarımı anlamakta güçlük çekebilirler. Edebiyatın
önemli ilkelerinden biri; söz diziliminden doğan anlam alanını doğru
kullanmaktır. Biliyoruz ki dilin uygun ve doğru kullanımı, bilimlerin
ilkelerine egemen olmakla olasıdır.
Bilgi çağında
olmamıza karşın yazılanlara bakınca, bilgiyi sağlıklı kullanmadığımızı ve
bilgiye güvenmediğimizi anlıyorum. Bu yüzden, Türk Şiiri
mi, Türkçe Şiir mi sorusunu; ayrıntılarıyla çözümlemek için bilgiler arası
eşgüdümü dikkate almamız gerektiğini düşünüyorum.
Herhangi bir sorunu
ele aldığımızda, tanımlamakta ve net yanıt bulmakta sıkıntı yaşıyorsak, bu soruna
değişik açılardan da bakma gereği doğar. Bazı sorular, bir konuyu örtmek için
ortaya atılır; bazıları ise deşmek için. Öyle sorular vardır ki hassas olduğu
kadar yanıtları da sıkıntılıdır. Sorun,
sorunun içindeyse çözüm kolaydır; dışındaysa çözüm bilinmez gibi görünür; önce
tanı gerektirir. Süregelen tartışmalardan anlaşılıyor ki bu isimlendirme
konusu, paravandır; amaç başkadır ve çıkış kaynağı dışsaldır. Başka bir
sıkıntının dışavurumudur. Her ne olursa olsun öncelikle sorunun kapsamına
bakalım ve aşama aşama dışsal soruna değinelim.
Dilinize takıştırdığınız öğreti ve inanç terminolojisini unutun,
önceden edindiğiniz düşünce kalıplarını da atın gitsin. Çok olası olmamakla
birlikte önyargı ve saplantılarınızı da… Onun bunun söylemlerini de bilgi bazında
ele alın ve geçerli olmadığını varsayın. Çünkü bu konuda ele avuca alınır
şeyler söyleyen kişi, neredeyse bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır.
Biz, gelin bilimlerle ve felsefeyle konuşalım. Kendi bilgimize güvenelim ve
sağduyuyla hareket edelim.
İnsanların tutumunu
belirleyen değerleri; araç değerler ve yüksek değerler (moral değerler) diye
etik felsefesinde ikiye ayırarak tanımlarız. Toplumların inandığı, yaşadığı,
duyumsadığı, kültür varlıklarına karşı gösterdiği saygı ve sevgi; yüksek değerler
kapsamında düşünülür. Araç değerlerse beslenme ve barınma gibi konulara
karşılık gelen birincil ve ikincil gereksinimlerdir. Bir anlamda maddi
konulardır.
Yüksek değerler;
toplumun adı, bayrağı, kurucusu, kuruluş felsefesi, inancı, tarihsel ve folklorik
değerleri gibi tutkal niteliği taşıyan olgulardır. Bunlar; çoğunlukla
işlenmeye, kullanılmaya ve saptırılmaya açıklardır. Çünkü kesin hükme bağlanmış
kararlar değildir ve toplumlarca benimsenmiş yüce değerlerdir. Üzerine
tarihsel, ruhsal, sosyal ve kültürel anlam yüklenmiş kabullerdir.
Türk Sözcüğü; köklü
tarihe ve yaşam birlikteliğine sahip bir halkın kimlik tanımlamasıdır.
Folklorik, sosyal, felsefi, tarihsel, ruhsal, siyasal ve toplumsal değerleri
içinde taşıyan bir söz varlığımızdır. Herhangi bir ismin önüne sıfat olarak
getirildiğinde o isme, içinde taşıdığı tüm değerleri yükler; folklorundan
felsefesine kadar. İsmin; duygu değerini, anlam değerini ve sosyal derinliğini
güçlendirir. Belirli bir saygınlık yükler. Örneğin, Türk insanı dediğimizde, insan
öznesinin üzerine; tarihsel, folklorik, felsefi, fizyolojik, metinler arası
bilgi ve diğer tüm yüksek değerleri yüklemiş olur. Bu sözcüğün kavram alanı;
tarihsel, siyasal, metinler arası, ruhsal, sosyolojik, genetik ve toplumsaldır.
Türkçe sözcüğü ise
Türk sözcüğünün bir aracıdır. Kendini tanımlamak üzere kullandığı bir
gerecidir; dilidir. Yapısı ve varoluşu gereği aynı yüksek değerleri üzerinde
taşıması olası değildir; zaten böyle bir anlam yüklenemez. Türkçe sözcüğü
gösteren olarak; siyasal, sosyal, tarihsel ve ruhsal bir olgu değildir. Yüksek
ve araç değerlerin anlatımı için bir gereçtir. Sıfat olarak bir ismin önüne
getirildiğinde, Türk sözcüğündeki gibi toplam yüksek değerleri değil, kendi
kapsamındaki değerleri o isme yükleyebilir. Sonuç olarak aynı anlam uzayını ve
derinliğini oluşturamaz.
Basit bir
çözümlemeden sonra, Türk yerine Türkçe sözcüğü (kavramı), şiir veya edebiyat
sözcüğünün önünde eş anlamlı olarak kullanılamaz. Bu kullanım; gerçek durumu,
aynı duygu ve anlam değerini veremez. Öyleyse anlamsız tartışmanın altında
yatan gerçek nedir? Bu tartışmanın çıkış gerekçesi; tamlamanın anlam uzayı,
dilbilim kurallarına uygunluk kaygısı ya da yeni bir yorum değildir. Açıkça
anlaşılıyor ki; yetkin olmayan, güdülenen, bilinçsiz insanlar ile konunun
duyarlılığından nemalanma amacı taşıyan insanlar; Türk şiiri tamlamasından
sıkıntı duyduklarını anlatmaya çalışımışlardır. Toplumları niteleyen tanımlardan
rahatsız olmak, basit ve dayanaksız bir düşüncenin mengenesinde sıkıştırılmış
olmak, sağduyulu düşünememek anlamına gelir. Peki bunun altında ne yatar?
Bilindiği gibi bu
ve buna benzer tartışmaları, Ergenekon davaları sürecinde yaşadık, daha öncesi
de var; deneyimliyiz. Sonra açığa çıktı ki; yandan çarklı, güdülenmiş bilir
kişiler; birilerinin emirlerini uygulamak üzere birtakım senaryolar yazıp
topluma şırınga etmeye çalışıyorlarmış. Tepemize bomba yağdırıldığında anladık
bunları. Zor da olsa anlamış olduk. Türk Şiiri mi, Türkçe Şiir mi olsun
tartışması da buna benzer bir amaca yöneliktir; birileri tarafından yazdırılan
senaryoların replikleridir. Öylesine ortaya atılmış replikler değil; üzerinde
çalışılmış, denenmiş, bir amaca yönelik replikler.
“Öğreti ve inanç terminolojisini, önceden
edindiğiniz düşünce kalıplarını atın gitsin” dedim başlangıçta. İşte bunu
yapabildiyseniz ortada tartışılacak bir konu kalmamıştır. Her şey açıktır. Türk
şiiri isimlendirmesi, doğal bir süreçte oluşmuştur ve dilin oluşum sürecine
müdahale edilemez; etsek de bir anlam taşımaz. Tartıştığımız konu için de
geçerlidir; doğal oluşan bir tanıma karşı yapay bir girdi yapamazsınız dil
oluşum ilkelerine göre.
Yaparsanız ne olur? Yanlışı yanlışla
doğrulamak için takla atanlara tanık olursunuz; kuklaları tanımış olursunuz.
Bilinci oluşmamış, yorum yeteneği gelişmemiş, bilgiden bilimden bir haber;
şairim yazarım diye dolaşan piyonlar görürsünüz. Konuyu şovenizm, ırkçılık ve
faşizme kadar taşıyan faşist anlayışa sahip sepetler görürsünüz. Hatta bu
konuyu kullanarak, nemalanmak isteyen bir yığın piyasa çakalları
tanırsınız.
Aidiyet duygusu,
sömürülmeye açık bir duygudur. Her tür kötülüğü olağan gösterebildiği gibi her
tür güzelliği de nefret edilen bir olgu olarak duyumsatabilir. Bu duygu
durumundan dolayı, kendinizi Türk tanımının çatısı altında görmüyor
olabilirsiniz. Herkesin aidiyetine saygı duymak çağdaş insan olma gereğidir.
İnsan, evrensel değerlere ve evrensel haklara tabidir. Ne var ki toplumsal
bütünlüğün göstereni olan yüksek değer taşıyan bir ismi yadırgamak; bundan
kaçınmak için anlamsız çıkarımlarla boy göstermek; oturmuş kavramları
değersizleştirmeye çalışmak; amaçlı, yapmacık ve anlamsız bir tutumdur. Günümüz
insanı, bunlara değer vermez. Anlamsız bir isimlendirmeyi önümüze sürenleri de
“Bilinci bu kadar demek ki ne yapsa yeridir” diyerek gülümser geçer. Bu konuda
olduğu gibi aklıyla dalga geçmeye kalkılırsa, işte o zaman payına düşeni vermekte
geçikmez. Bilgi yükünüz, bilgiyi kullanma gücünüz, yorum ve analitik çözümleme
yeteneğiniz; yetkin değilse, onun bunun söylemleriyle toplumun önüne çıkmamak
gerekir. Çünkü yüksek değer kabul edilen bir sözcük üzerinde konuşuyorsunuz.
Ayrıca, kendisine dayatılmış düşünce
kalıplarından kurtulamayan yorum fukaraları için şunu da eklemeliyim: Türk
şiiri demenin, ırkçılık olacağını söyleyecek kadar bilinçsiz ve cahil sözde
şairlerimiz varmış. İngiliz, Ermeni, Türk, Kürt gibi tanımlamalar, ırkçılığın
söylemi değildir; toplumsal ve tarihsel bir kimliğin yıllar içinde oluşmuş bir
adıdır. O toplumun folklorik değerlerini taşır. Bu adların kullanılması,
ırkçılığı ve şovenizmi değil; bir toplumun folklorunu, anlayışını ve
değerlerinin anlatımını içerir. Irkçılık ve şovenizm başka bir şeydir.
Felsefesi gereği, sanatın içinde zaten kullanılamaz.
Bilim ve sanat,
insanlığın ortak dilidir; yalan söyleme yetenekleri yoktur. Bir konuyu
tartışacaksak bu iki alanın diline önem vermek zorundayız. Sanatı ve onun alt
dallarını, küçük hesapların bir gereci yapmak gelişmemiş insan işidir. Toplumsal kimlik ve sanat gibi moral değer
kabul edilen kavramlar; incelik, duyarlılık ve ruh gerektirir. Toplumların
tutkalıdır; tarihsel bilgisidir; folklorudur. Ruhu ve özünün aynasıdır.
Önemsizleştirilecek kavramlar değillerdir; zaten yapamazsınız.
İsimlendirmeler, hiçbir
sorunu çözmezler. İsme, biçime, tutuma; evrimsel gelişime ayak uyduramamış
kafalar takılırlar. Şiir sanatını, yazını ve toplumun duyarlı olduğu değerleri;
yormamak gerek isim-cisim görünümü altında. Örneğin, Türk şiiri, magazinsel
söylem ve dedikodular üzerinden kendine yol bulmaya çalışan bir sanat dalıdır.
Şiirle ilgili Türk yazınında elle tutulur kaynak, nerdeyse yok gibidir; varsa
da bir elin parmaklarını geçmez. Anlamsız işlerle uğraşmak yerine şiirin eksik
yanlarıyla uğraşmak daha akıllıca ve uygar bir tutum olur. 16.12 2020
UNUTURSAM AŞK BENİ UNUTSUN
Asım Gönen
unutursam aşk
beni unutsun
unutsun bütün
selâmlar bütün leylaklar unutsun
soluduğum hava
akşam güneşi uzaklığı ayın
elâ gözler
unutsun beni
yeşil beyaz dalı
baharda armut ağacının
gül dalında
bülbül
ay ışığı kar üzerinde
hasretini ruhumda
hamal gibi taşıdığım
kırşehir unutsun
beni çocukluğum unutsun
gözlerini
göğsümde mermi diye sevdiğim
ve yüzünün
serabında sabaha kadar uyuduğum
rüyalar unutsun
beni
gurbet yelinin
yeldirdiği çiğdemler unutsun
***
emanetini gönül
evimde taşıdığım
gülücüğün unutsun
beni
özgürlük
meydanı
halaylarda titreyen
mendiller
ve bedeli ayrılık
olan aşkların
gökleri tutan ahı unutsun
kaşlarının yayı
teli zülüflerinin
ve gözlerinde
ummanlar boğulan
son nefesi yollara bakmanın
unutursam
ayaklarının izi unutsun beni
hasreti asırlara
sığmayanın
asırlara sığmayan aşkı
unutsun
***
babasına
inat
el kapılarında
yalın ayak okuduğum
ve annesini
çarlar içinde yitirmiş
kendine acıyan çocukluğum
tahta sıralarda
dili tutulmuş
ilk aşkım
titrek yüreğim
yoksulluğum
unutursam unutsun
beni
unutsun
yoluna kırmızı
halılar gibi serildiğim
altın
çağı don kişot un
MUTLU AŞK ŞARKICISI: ŞEVKİ ÖZDEMİR
Dizdar
Karaduman
Şevki
Özdemir’in denemelerini toplamış olduğu Mutlu Aşk Şarkıcısı (2018) adlı kitabı,
yazarın bugüne dek hayata dair gözlemlerinden, yaşadıklarından,
tanıklıklarından, okuduklarından edinegeldiği kültür birikimiyle harmanladığı
kişisel düşünce ve yorumlarını yansıtan son derece içten bir dille yazıya
döktüğü metinlerden oluşuyor. Denemelerin çoğunda bilim, sanat, felsefe ve
uygarlık tarihinde insanlığa yararlı hizmetleri olmuş önemli öznelerden
alıntılar yaparak, onların tanıklıklarına başvurarak anlatımı daha inandırıcı
ve ilginç kılabiliyor.
Kitaptaki
denemeler hayatı, insanı, insan ilişkilerinin karmaşık yönlerini, aşkı,
dünyanın değişik görünümlerini, tarihi, coğrafyayı, sanat yapıtlarını,
ülkemizdeki tarihsel ve kültürel mirası, fanatizmi, tutuculuğu, töre ve kadına
yönelik şiddeti, linç kültürü, öldürme hakkı, yoksul ailelerin küçük yaşta
çalışmak zorunda bırakılan çocukları, yalan üzerine, 24 Ocak kararları ve 12
Eylül faşist darbesinin yarattığı kirli ortam, çıkarcılık ve duyarsızlık, doğa
sevgisiyle birlikte çevre duyarlılığı gibi konuları ele alıp işleyebilen bir
genişliğe sahiptir.
Bu
denemeler, yazarın bizzat yaşadıklarının, gözlem ve deneyimlerinin sonucunda
onun bilincinden ve yüreğinden süzülüp yazıya dökülen metinler. Bunların her
biri okuru düşündürmeye, soru sordurmaya ve yanıt aramaya yöneltebilecek
deneyimleri paylaşırken, aynı zamanda ondaki yerleşik kanıları sarsıp
değiştirmeye ve hayata farklı bir pencereden de bakılabileceğini gösteren
denemeler. Örneğin, Yollarda Kan Var (s.21) başlıklı denemede insanların hız
tutkusundan ve sürücülerin hatalarından kaynaklanan trafik kazalarında sakat
kalan, yaşamını yitiren insanların kanlarıyla beslendiği yollarla ilgili:
“Yolların üzerindeki kan yalnızca insan kanından ibaret değil ne yazık ki. Onca
ağacın ve ağaçlarla birlikte yaşayan onca canlının da kanından ibarettir. Yeni
bir havaalanı yapmak için milyonlarca ağaç katlediliyor, göçmen kuşların
yollarını kapatıyor, doğanın dengesini bozuyoruz.” diyerek bir avuç
çevreci insanın dışında çoğu insanın duyarsızlığına dikkat çekilen yazıda,
Falih Rıfkı Atay’ın tanıklığına başvurularak onun, İngilizlerin ev inşa ederken
ağaç diktiklerini, Türklerin ise ağaç kestiklerini söylediği gezi yazılarındaki
çarpıcı gerçeğe parmak bastıktan sonra: “İşte yaşatmak ile yok etmek arasındaki
çizginin orta yerinde başlıyor sızımız”
diyen Şevki Özdemir, insanla birlikte doğadaki bütün canlılara, ormanlara,
kuşlara, bitkilere, denizlere akarsulara kısaca her şeye karşı duyarlı bir
insani özü sergiliyor. Çünkü o, gündelik yaşamımızda görüp yaşadığımız ama
düşünemediğimiz, fark edemediğimiz, içimize atıp da söyleyemediğimiz şeyleri
yazıyor denemelerinde. Bu yönüyle de Şevki Özdemir, yaşadığı her türlü
olumsuzluktan incinen ve yüreği acıyan duyarlı bir yazar özne olarak çıkıyor
karşımıza.
Lise
yıllarında Montaigne’nin denemeleriyle tanışan Şevki Özdemir, ondan çok
etkilenir. Zaman geçtikçe Türk edebiyatındaki Nurullah Ataç, Nermi Uygur, Vedat
Günyol ve diğer deneme ustalarını tanıyıp onlardan beslenen yazar, artık kendi
denemelerini yazma ve onları edebiyat dünyasıyla paylaşma gereksinimine geldiğinde
yazma sürecine başlar. Bu süreçte yazdığı günlüklerden bol bol malzeme çıkaran
Şevki Özdemir, gezip gördüğü yerlerin sosyal, ekonomik, tarihsel, kültürel,
sanatsal özelliklerini ve önemli değerlerini sıkı bir gözlem ve araştırmacı
titizliğinde kimsenin fark edemediği değişik yönlerini anlatıyor denemelerinde.
Bunu yaparken başta bütün sanat disiplinleri olmak üzere tarih, coğrafya,
felsefe, sosyoloji, psikoloji bilim dallarından yararlanmayı bilen bir donanım
ve birikimle okuyucunun karşısına çıkıyor.
Hepimizin
bildiği üzere yazın hayatına şiirle başlayan Şevki Özdemir, şiir sanatının
gerektirdiği bilgi ve kültürü özümsemiş olmanın verdiği olanaklarla dili
estetik bir biçimde kullanabilme becerisini denemelerini yazarken de
gösterebiliyor. Bu anlamda anlatımı güçlü ve etkili kılmak için sözün içinde
sözcük yinelemelerine, benzetmelere, kişileştirmelere başvuruyor gerektiği
zaman. Yalın ve duru bir dil kullanmayı yeğleyen yazar, daha çok devrik
cümlelerle düşüncelerini anlatıyor. Bunda da çoğu denemeci gibi kendi içine
bakan ve ben’i konuşturan bir biçemi uyguluyor. Kurduğu cümlelerde benzetmeler
ağır basarken, benzetmelerde alabildiğine çok örnekler vererek okuyucunun
zihninde somut görüntü ve çağrışım oluşturmaya çalışıyor. Bunun için de daha
çok somut kavramlara yaslanıyor. Burada
dikkat edilmesi gereken bir önemli nokta benzetmelerde “…gibi tıpkı…” benzetme
ilgecini çoğu örnekte birlikte kullanıyor. Örneğin, “…Meriç nehri gibi tıpkı” (s.23),
“… Oidipus gibi tıpkı” (s.50)
Denemelerinde
kullandığı dile gelince denemenin o yumuşak, samimi, kesin yargılardan uzak,
söyleşi sıcaklığındaki kendine özgü dili yakalamış görünüyor. Genellikle
sözdizimini sağlam ve anlaşılır bir biçimde kuran Şevki Özdemir, farkına
varamadığı, gözden kaçmış tek tük anlatım yanlışlarına da düşebiliyor
kitabında. Örneğin, “Önyargılar Üzerine” (s.13) başlıklı denemesinde “…soluduğumuz
havaya, içtiğimiz suya, sabuna…. kadar bir paragrafı oluşturacak
örnekleri sıraladıktan sonra “…birçok şeye ilişkin önyargılarımızı
bitiremeyiz.” diyerek cümleyi sonlandırıyor. Cümlede geçen “içtiğimiz
suya, sabuna” tamlamasında mantıksal tutarsızlıktan kaynaklanan anlatım
yanlışı var. Yine Bodrum ’dan Ateş Almak (s.61) başlıklı denemesinde geçen
“…Zamanın insanları, yaşmak için savaşıyorlardı.” …Nermin
Uygur’a göre…”) ifadelerinde yer alan yazarın gözünden kaçan yazım yanlışlarını
kitabın editörünün fark edip düzeltmesi gerekir diye düşünüyorum.
Değerli
arkadaşlar, sanat sadece kendini anlatmayı değil, başkalarını da anlamayı
gerektiren insanlığın yarattığı en önemli etkinliklerden biridir. Şevki Özdemir
de denemelerinde salt kendi ben’ini anlatmıyor. O, hayatı ve onun
biçimlendirdiği bütün insan ilişkilerini kendi dünya görüşünün merceği altında
yeniden yorumlayıp yansıtıyor. Ben, Şevki Özdemir’in bu denemeci yanını daha da
geliştirebileceğine inanıyorum. Bu anlamda onda yeterli bilgi, birikim ve
donanım var. Yeter ki bunları işleyebilme ve geliştirebilme istencini
gösterebilsin. Kendisine bu yolda başarılar diliyor, nice denemelere diyorum.
Sevgi ve saygılarımla…
ASİL
MAVİ
Nimet Taner
boylu boyunca serilir şimdi ırmakların en yeşili
sabırsızlanmıştır limon çiçekleri nisan geleli
mor üveyikler getirir buralarda ürpermiş sabahları
nemli kesif bir çukurovadır gözlerin
süzülürüm her sabah pencerenden içeri
karanlığın nadasından fışkırsın aydınlık gün
olup olup ham kalan nedir iki insan arasında
bilirim renklerin en asilidir mor
yakınlaştır asil mavi ile neşeli pembeyi
mor renkli dizeler süzülsün aramızdan
ille de akşamüstleri...
DOĞA
VE İNSAN
Erhan
Tığlı
Denizce konuşuyor balık
Gökçe konuşuyor kuş
Çiçekçe konuşuyor
Arılar kelebekler...
Bir de biz konuşabilsek
İnsanca...
SEYİR
Ayhan Arıtürk
Gizli duyguları kelimelere dökerek,
Sevinçle seyre dalmışım,
Hayatın düğümlerini bir bir çözüyorum,
Omuzlarda ürperme yok,
Gözlerim dolunay gecede,
Kırlara dalan bakışım,
El uzatan dostun hayaline döndü.
Eylül 2020, Mersin
Cengiz Gündoğdu'nun Eleştiri Anlayışı
Üzerine Söyleşi.
Hazırlayan: Seçkin Zengin
Söyleş:
Seçkin Zengin; Mustafa Tabak, Mehmet Aslan, Hasan Çapik, Hayrettin Geçkin’le
söyleşiyor.
Soru: Cengiz Gündoğdu'nun eleştiri anlayışını, nasıl
tanımlarsınız?
Mustafa Tabak: İnsani gerçekçilik.
Seçkin Zengin: Gündoğdu'nun eleştiri alanına getirdiği yenilik nedir? Nurullah Ataç'dan etkilendiği açık bir şekilde görülmektedir. Bunun yanına Asım Bezirci'nin yöntemini eklemekle beraber, bu iki yönteminde yeterli olmadığı noktada devreye ''İnsani Gerçekçilik'' kavramını sokmuştur. İnsani birikimi bir bütün olarak görmektedir. Balzac'ın eserlerini değerlendirirken hangi yöntemi kullanılacaktı? ''İnsani Gerçekçilik'' kavramı ile değerlendirmek mümkündü. Gündoğdu'nun başka eleştirmenlerde görmediğimiz sosyolojik bir bakış açısı var. Bence her eleştirmende olması gereken şartlardan biridir.
Mehmet
Aslan: Merhaba dostlar.
Ne güzel, Cengiz Gündoğdu'nun eleştiri
anlayışını, eleştiriye katkısını yazacağız.
Seçkin'in sorusundan ilerlersek şunu
söyleyebilirim. Evet, Ataç'tan da, Bezirci'den de etkilenmiştir Gündoğdu. Ama,
bana kalırsa, onları aşmış, eleştiriye boyut kazandırmıştır.
Ataç, daha çok öznel eleştiriden
yanaydı... Gündoğdu'ya göre, öznel eleştiride kişi, bir yapıta temellendirmeye
gerek duymadan "güzel" veya "çirkin" diyebilir. Kişinin bu
yargısı eleştirilemez. Nesnel eleştiride ise, kişi bir yapıta "güzel"
veya "çirkin" derse, bu yargıyı temellendirmeli. Temellendirilen bu
yargı eleştirilebilir. Cengiz Gündoğdu, nesnel eleştiriden yana tavır alır
bundan ötürü.
Seçkin
Zengin: Nesnel eleştirinin kaynağı, sosyalist
gerçekçilik mi?
Mehmet
Aslan: Nesnel eleştiri, Marks'ın diyalektik
materyalizmine dayanır. Marks'ın Kapital'deki kapitalizm eleştirisi, nesnel
eleştirinin en güzel örneklerindendir.
Seçkin
Zengin: Marksist eleştirmen mi?
Mehmet
Aslan: Hayır, tabii ki. Ama nesnel eleştirinin olmazsa olmazı yapıta
diyalektik bir bakışla bakmaktır. Marks'ın diyalektik materyalizmi dememin
nedeni, örneğin Hegel'in diyalektik anlayışından veya diğer materyalist
bakışlardan farkını ortaya koymak içindir.
Seçkin
Zengin: Bir söyleşisinde, Marksist eleştiri yaptığını
söylemişti.
Mehmet
Aslan: Doğrudur. Cengiz Gündoğdu'nun eleştiri
anlayışında Marks ile Lenin bir kutup yıldızıdır.
Bezirci, yazınımızda nesnel
eleştirinin ilk savunucusudur. Bir yapıtı eleştirirken, o yapıt ile ilgili
yargılarını somut alıntılarla temellendirmiştir. Bezirci'yle Gündoğdu arasında
nesnel eleştiriye ilişkin ince bir ayırım var yine de. Bezirci'ye göre Ataç,
eleştiriyi sanatla, yani yazınla bir tutmaktadır. Oysa eleştirinin görevi
güzellik yaratmak değil, yaratılmış güzelliği yargılamak, okura tanıtmaktır.
Yazınla eleştiri arasında amaç ve nitelik ayrılığı vardır. Bu ayrılık,
eleştiriyi sanattan çok felsefeye ve bilime yaklaştırır.
Gündoğdu'ya göre ise eleştiri,
bilimsel ölçütlere göre değil, estetik ölçütlere göre yapılmalıdır. Eleştiride
bilimsellik iddiası, eleştirinin önünü tıkar ona göre. Eleştirmen çıkıp, ben
yapıtı bilimsel ölçütlere göre değerlendirdim derse, eleştirinin önünü
kapatır... Gündoğdu, eleştirinin her zaman önünün açık olmasından yana...
Cengiz Gündoğdu, bir sanat yapıtını estetik ölçütler ışığında inceler. Bu
anlamda, en başta Lukacs'tan yararlanır. Lukacs'ın açtığı yolda ilerler. Bunun
yanında, başta Aristoteles, Marks, Lenin vd. pek çok düşünürün yaşama, insana
bakışını kendi bakış açısının, eleştiri anlayışının oluşumunda bir temel olarak
görür. Bu durum, Cengiz Gündoğdu'nun eleştiri anlayışına, Ataç’da, Bezirci'de
olmayan felsefî bir derinlik kazandırmıştır.
Seçkin
Zengin: Siyaset ve eleştiri arasındaki ilişkiyi nasıl
kuruyor?
Mehmet
Aslan: Cengiz Gündoğdu'nun bütün çabası, insanın estetik
bilincini geliştirmektir. Estetik anlayışı bu temele dayanır. Çünkü ona göre,
esenlikli bir yaşamı, ancak estetik bilince erişmiş insanlar kuracaktır. Bu
nedenle, siyasetçinin, öncelikle kültürel bir mücadeleyle işe başlaması
gerektiğine inanır. Estetik bilinci dumura uğramış insanla esenlikli bir yaşam
kurulamaz, Gündoğdu'ya göre... Cengiz Gündoğdu'nun eleştiri anlayışı, egemen
burjuva uygarlığının estetik anlayışına taban tabana zıttır. Kapitalist burjuva
uygarlığında, yöntemli iş bölümü gereği estetikçilere sınırlı bir iş
yüklenmiştir. Bu işte onların görevi sanat yapıtında güzel olanı belirlemektir.
Cengiz Gündoğdu'ya göre, estetiğe
yüklenen bu tanım, estetiğin insandan koparılmasıdır. Estetik, hiç kuşku yok ki
sanat yapıtıyla ilgilenecektir ancak, iş bölümünün zincirine bağlı kalarak,
yalnızca sanat yapıtıyla ilgilenmeyecektir. Politikadan evimizin içine kadar,
insanın el attığı her işi kapsamına alacaktır, almalıdır. Çünkü estetik, insan
soyunun yaşadığı dünyayı güzel kılmanın yolunu yordamını gösterir.
Seçkin
Zengin: İş bölümü, yabancılaşmanın temel
kaynaklarından biridir. Bu yüzden mi karşı çıkmakta?
Mehmet
Aslan: Cengiz Gündoğdu'nun eleştiri dünyamıza
getirdiği en büyük katkı, yazınımızın ekonomi politiğini ortaya koyduğu
Sanatta Star Sistemidir.
Hasan
Çapik: Soru, kitabı bizim düşünce tarihinde bir
devrimdir aslında. Bu kitap bile Cengiz Gündoğdu'nun niteliğini ve ne yapmaya
çalıştığını gösterir. Cengiz Gündoğdu aslında düşüncenin milimetrik
mücadelesini veriyor. Bunu salt sanatla sınırlamıyor; bilim, felsefe, etik ve
sınıfsal analizler ekseninde bunu yürütüyor. Tek yönlü insanın güdük ve tırıl
olduğunu, en küçük sıkıntıda dağılacağını iyi biliyor. Bu bilgi onun ısrarla
sloganist ve dogmacı yapılarla mücadelesini de zorunlu kılıyor. İnsan türüne
duyulan güven ve insan merkezli bir mücadele ile insanın düştüğü karanlıktan
çıkarılması kavgası. Cengiz Gündoğdu bu yönüyle belki de çağdaş bir Sokrates!
Mehmet
Aslan: Sanatta Star Sistemi'nde sanat yapıtı meta
olarak görülür. Sanatçı ise, pazara göre yapıt üreten, patronuna, yayınevine
para kazandırmaya çalışan üretken emekçi konumundadır.
Seçkin
Zengin: Gündoğdu'yu sadece sanatsal eleştiri yapan bir
eleştirmen olarak kabul etmek eksiktir. Günlük yaşamdan, siyasete kadar her
alanda eleştiri yapmaktadır. Bu da insanın çok yönlü olması gerektiğini
düşünmesinden kaynaklanmaktadır.
Mehmet
Aslan: Kesinlikle. Eleştirmen, bu konu beni
ilgilendirmez diyemez, dememeli, Cengiz Gündoğdu'ya göre. Eleştirmene yüklediği
görevi, kendi yazılarıyla örnekliyor aslında.
Hayrettin
Geçkin: Sevgili Mehmet az önce sanırım bir iki kez
yorumlarını okudum Cengiz Gündoğdu'nun eleştiri yaklaşımı üstüne. Çok beğendim,
çok mutlu oldum. Ne sevinç. Gençlerimiz bir sürü bataklığa, karanlıklara
düşürüldü ama içinde diri kalanlar, yarını örecek olanlar gürül gürül ayakta.
Seçkin arkadaşa da teşekkür ediyorum. Bu arada senden çok şey beklemeye
başladım. Bu alanda yazacak ve düşünecek adamsın. Yolun açık olsun.
Mehmet
Aslan: Çok teşekkür ederim Hayrettin abi. Cengiz
Hocamızın açtığı yolu dallanıp budaklandırırsak ne mutlu bize.
Hasan
Çapik: Soru kitabından: "Yarını
tasarlamak..." Bu insanı merkeze alan düşünürlerin ütopyasıdır. İnsanlığın
mücadelesini kavramak bu filozofların, bilim insanlarının ve sanatçıların
anlaşılmasıyla alakalı. Cengiz Gündoğdu bunu ısrarla vurgular. Eğer geçmişi
anlamazsınız geleceği kuramazsınız. Nitekim insanların en güzel düşü olan
sosyalizm bile bu bilinçsizlik yüzünden Sovyetler'de harcanmadı mı?
Hayrettin
Geçkin: Muhteşem bir değerlendireme, sevgiyle, saygıyla
kucaklıyorum bu değerlendirmeyi.
Mehmet
Aslan: Zaten bu nedenle İnsancıl'daki seminerlerinde,
insana katkı sunan düşünürlerin, yazarların yapıtları inceleniyor. İnsanın
tarihsel geçmişi kavranmadan gelecek tasarımı yapılamaz Gündoğdu'ya
Hasan
Çapik: Hayrettin Geçkin üstadım, teşekkür ederim.
Hayrettin
Geçkin: Arkadaşlar, ben de bu açıklamalardan ve
sizlerin değerlendirmelerinden güç alarak, yazdıklarımı genişleterek, biraz
daha ayrıntıya gireceğim. Bununla birlikte Berrin Taş'a verdiğim bir sözü de yerine
getirmiş olacağım.
Mehmet
Aslan: Seçkin dostum bize görev verdi zaten. Cengiz
Hoca’nın eleştiri anlayışını yazacağız. Daha önceden Gerçekçiliğin Estetiği’ni
yazmıştım. Şimdi de, öncelikle eleştiri anlayışı. Sonrası da gelecek. Cengiz
Hoca, çok boyutlu bir insan... Onun bu farklı boyutlarını ayrı ayrı yazılarla
ortaya koymak istiyorum. Pek çok insanda Cengiz Gündoğdu'nun kitapları var.
Bende ise, kitaplarının yanında, on yıllık öğrencisi olma, ona yakın defterde
seminer notları bir de ve en önemlisi 1200 saate yakın seminer ses kaydı
avantajım var. Benim için bir hazine...
Hayrettin
Geçkin: Bir kez daha anlıyoruz ki tasarlanmayan bir
hayata sığmıyor aklımız. Cengiz Gündoğdu'nun bize öğrettiği bir şeyde budur.
Hasan
Çapik: Her ideoloji ya da ekonomik sistem kendisiyle
birlikte bir etik yaratır. Kaldı ki bir de sanat anlayışı. Bozuk bir sistemde
sanat ayağa düşmüş bir peygamberdir, gizil bir dindir. Neden? Çünkü sanata
yüklenilen mistisizm üzerinden kitleler daha rahat afyonlanır da ondan!
Eleştirisini salt eserin içindeki birtakım şeylerle sınırlayan bir eleştirmen
bunları görmez. Devasa dokunmuş bir halıya benzetirsek sanat eserini bu
eleştirmen halıyı değil burnunun dibindeki ilmeği görür. Kapitalizmin buradaki
kurgusu çok devasa ve şeytanidir. Cengiz Gündoğdu bunu deşifre eder.
Seçkin
Zengin: Gündoğdu, bir yapıtı nasıl eleştiriyor,
yöntemleri nelerdir?
Mehmet
Aslan: Bir yapıtı eleştirirken, o yapıtı var eden,
oluşturan estetik ölçütler ışığında inceliyor, eleştiriyor.
Mehmet
Aslan: Örneğin, öyküyü, romanı eleştirirken; diline,
anlatımına, nedenselliğe, nesnelerin birliğine, izleğe, örgeye, karakterlere,
karakterleri harekete geçiren itkiye, zamana, uzama, çatışmalara vb. bakıyor.
Hasan
Çapik: Diyalektik, aydınlanma, sınıfsal bilinç,
cesaret ve bilgiye doğru yaklaşma arzusuyla beslenen sürekli araştırma tutkusu
Cengiz Gündoğdu'nun eleştirmenliğinin damarları.
Mehmet
Aslan: Örneğin dil konusunu açarsak: Yazar dili nasıl
kullanmış? Yazarın dili gerçekliği gösteren bir dil mi, yoksa gerçekliği
gizleyen, örten bir dil mi? Yazarın dili hangi sınıftan, ideolojiden yana?
Yazarın dili, yalın anlaşılır, güzel bir dil mi, tersi mi? Yazar yazdıklarıyla
ana dilini geliştirmiş mi?
Hasan
Çapik: İlinekler... Çok önemser. Bir sanat eserini
yaratırken de anlamaya/eleştirmeye çalışırken de bütün bağlamları içinden
görmek.
Mehmet
Aslan: Cengiz Gündoğdu'ya göre, bir yapıtta, hiçbir
nesne, hiçbir olay, hiçbir söz boşu boşuna yazılmamalıdır. Her sözcüğün konunun
akışı içinde bir nedenselliği olmalı.
Seçkin
Zengin: Gündoğdu'nun eleştiri yönteminde aksayan
yönler yok mu?
Mehmet
Aslan: İnsan türü, kendi eksikliğini görüp, bu
eksikliği gidererek ilerler. Cengiz Gündoğdu'nun eleştiri anlayışının eksikliği
olamaz demek, insanlığın bu gelişimini yadsımak olur. Gün gelecek, Cengiz
Gündoğdu'yu aşan eleştirmenler ortaya çıktığında, bize onun aksayan, eksik
yönlerini gösterecektir.
Seçkin
Zengin: Zaman zaman öznel duygularını ön plana
çıkardığı olmaktadır. Belki yazısını güçlendirmek için yapıyor. Bunu eksiklik
olarak görüyorum.
Hasan
Çapik: Aksayan bir yön var ama o Cengiz Gündoğdu'dan
kaynaklanmıyor. Şöyle açıklayalım bu çelişkiyi: Cengiz Gündoğdu'nun önerdiği
yöntem çok güçlü ve çok zorlu. Bir eseri anlamak için çok yönlü, diyalektik,
uyanık, dogmalarını yıkmış, aydınlanmasını gerçekleştiren biri olmalısınız.
Peki, bu sıkıya kim gelir? Hele günümüzde! Ben Marx'ın Kapital kitabını okurken
256 kaynak kitap verdiğini gördüm. Bu yoğunlukta yazılan bir kitabı bir solukta
okuyamazsınız ya! Öyleyse ne yapılıyor; kitap anlaşılmıyor ya da hiç okunmuyor.
Bunu sosyalistler bile yaparken kimden ne beklenir? Bu durum, neden dünyada
sosyalist insanın az olduğunu da açıklar.
Mehmet
Aslan: Özellikle Taşkıran'daki eleştirileri bu
duruma örnek gösterilebilir. Ama bunu bir eksiklik olarak görmek bana doğru
gelmiyor.
Bir yapıtı eleştirirken, ne denli
nesnel yaklaşılsa da kendi damgasını vurur eleştirmen. O damgada, kendi
kişiliğinden, estetik anlayışından, yaşama, insana bakışından izler bırakır.
Gerçekçiliğin Estetiği'nde bu söz ettiğin öznellik azalır yine de. Yapıttan
dışarı pek taşmamaya çalışır.
Seçkin
Zengin: Çok güzel bir tartışma oldu. Hepinize
teşekkür ediyorum. Eklemek istedikleriniz varsa, ekleyebilirsiniz.
Hasan
Çapik: Teşekkür ederim Seçkin Zengin dostum ve
katılan dostlar. Nitelikli bir tartışma oldu. Devamını bekliyoruz.
Seçkin
Zengin: Olacak…
Mehmet
Aslan: Ben teşekkür ederim Seçkin. Tüm dostlara iyi
geceler diliyorum.
Hayrettin
Geçkin: Ben de teşekkür
ederim.
KIZIL
ŞAFAKLARDAN ÇEKELİM HASRETİN AĞINI
Filiz
Kalkışım Çolak
yüreğimde
çiylenen titreyişini özledim…
ebemkuşağına
fısıldardı yalıçapkını ötüşler
sırtında
kavrulan kum taneciklerinden denizleri içerdim
değgilerinde
sevişmelerin delindikçe
yıldızlarla
yamardık koynumuza akan o boşluğu
henüz
tüylenmiş cıvıltılarını saklardık kanatlarımızın birbirimizden
ayaklarımızın
altında sere serpe o koy
deniz
kabuklarına dolan anemonların sarhoşluğuyla Ege’ye salgılanırdık
yanardı
alacasında Cunda o vakitler
bakışlarından
damlardı süzgün yağmurlar toprak
kokardın
iyotlu
tadına karışırdı akşamlar
biz
seninle
sırılsıklam
temmuz sabahlarına sağılırdık
içselliğinden
nida bir kız çıkardı
deniz
kızı
dalardı
sırılsıklam derinliklerine ki ah gönlün
göğüslerinde
kıpırtısı göğün
saçlarında
tiril tiril nağmeleri rüzgarın
en
çok mavi kokardın
nefesimden kalkardı kar beyazı esintiler
kuşlar seğirirdi kirpiklerinden
oylumlarında
birikintisi lavanta neminin
dokunuşlarının
alt notları esnerdi epifitlenişlerine
bir
sevinç sarardı ki senliğimi
yine
bana uyanır
yüzüme
döner harelendikçe çığlık çığlığa
yanıklarımda
damlacıklanan silkenişlerine sinerdin
ucu
yırtık düşler sızardı fısıltılarından yakamozların
dudaklarımda
kesik kesik nehirleri gelinciklerin gurubu kadar
uçlarından
fışkırıncaya değin sancırdın
ah!
sanırdım ki dünya duracak
o
buğusu gözlerinin ruhumdan kopuşu köpüklendikçe ruhunun
aşkın
kozasına düştüğümüz seslere dinerdik çırpınarak
avuçlarımda
kavrulurdu tüm ada
kıyıyı
alırdı kollarıma uzanışlarından günseli
kamaşırdı
yalnız
nefesin kalırdı
koynaklarımda
ovalandıkça öylesi güneş
ıslanırdı
ah! sevdiğim
entarisinde çırılçıplak kaldığım
kavuştukça kaybettiğim
çıkıp
gelsen ya tüm bunların içinden
gelişin
olsam, ışığım olsan
şafağında
maviye çözülse tan!
2015
Ayvalık
KENDIMDEN
ÖTEYE GITMEK
Sabri
Erik
Önceleri
Varabilmek kendine
Derdin zirvesiydi bende
Hep eksiktim oysa
Ve sonrası eksilmelerimle
Varabildim mi kendime
Önceleri
Kâğıttan gemi oldum
Yağmur suyuna bıraktığımda
Kendimi ellerime
Sonraları
Yakaladığım serçe hayatım
Avucumdan uçup gittiğinde
Bir martı belki
Şehir çöplüklerini eşelediğimde
Sonunda anladım ki
Bütün dert
Kendinden öteye gidebilmekte
7.10.2020
BARIŞ
YÜREK İSTER
Hızır
İrfan Önder
gidişine üzüldü felek,
dönmeyişine
ağladı yollar!..
hiçbir şey
bıraktığın gibi değil
eşyaların
dili lâl, sokaklar kör
ne
gündüzsefası açıyor ne gecesefası
komplekse
girdi zaman!..
insanlar
mı masum kentler mi?
mükemmel
olan ne var ki hayatta?
niye bunca
kin, bunca öfke, bunca nefret?..
barış
yürek ister…
sağanak
yağmur mu mutluluk?
gelip
geçiyor?
haydi gel
artık!
gülistana
dönsün gönlüm…
CİHAN TURAN’LA SÖYLEŞİ
Nermin Akkan
Nermin Akkan: Şair değilim diyen ancak
aşağıdaki şiirde de imzası olan bir Cihan Turan var karşımda. Kimdir Cihan Turan?
Cihan Turan:
Köyüm eski adıyla Güreme, şimdiki adıyla Ortayazı. İlçe Senirkent İl Isparta.
Karışık bir doğum tarihi. 1943 yılının son ayları Ekim, Kasım, Aralık.
Bunlardan birisi. Babamın Köy Enstitüsü son sınıfında evlenmesi, dolayısıyla
nikâh işleminin çok sonra yapılması. Nüfus cüzdanın geç çıkarılması. Yıl, ay ve günün doğru yazılmaması.
Öğretmen Okulunu bitirdim, atanamıyorum. Nüfus
üzdanına göre 17 yaşındayım. Memur olmak için 18 olması gerekiyor. Rahmetli
babam birkaç ay için bir yaş büyük olup erken askere gitme diye mahkemede
1.1.1944 olarak onaylatıp nüfus cüzdanını düzenlettirdi. Yaşımı sorana
tevellüdüm karışık derim. Dedem ve baba annem o kadar çok sevmişler ki beni
kendileri büyütmüşler. 12 yaşına dek bana anne baba oldular. Çocukluğumu doya
doya yaşadım. İlkokulu köyde bitirdim. Sonrası öğretmen okulu sınavını
kazandım. Köy Enstitüsünün kalıntılarının olduğu okulda altı yıl yatılı okudum.
Gerek eğitim gerekse öğretim olarak çok iyi yetiştirildik. Atatürk gerçeği ile
yoğrulduk. Yolunu yolumuz bildik. Babamın öğretmeninde okuma gururunu yaşadım.
Okulda sosyal faaliyetlerde görev aldım. Öğrenci teşkilatı, okul gazetesi, spor
gibi. 1962 yılının temmuz ayında Milli Eğitim ordusuna katıldım. İki yıl sonra
askere gittim. 1965 yılında meslektaşım Fadime Uğur ile evlendim. Bir erkek,
bir kız evladımız onlardan da birer erkek torunumuz oldu. Isparta, Aydın, İzmir
illerinde 32 yıl çalıştıktan sonra 1994 yılında emekli oldum. Ne yazık ki kahve
alışkanlığını emekli olduktan sonra da on yıl kadar devam ettirdim. Orada geçen
zamanlarıma hala acırım. Bilgisayar ile tanıştıktan sonra kahveyi bıraktım.
Büyük şehirde yaşamanın artılarını zaman zaman kullandım. Sinema, tiyatro,
sergiler, konser vs.
NA: Cihan Turan ne zaman tutundu
şiirin ipine?
CT: 2013 yılında
şiir grupları ile tanıştım.
Bu tanışma beni sanatın şiir, müzik kısmında
tam içine aldı. Etkinliklerde yaşanan güzellikleri kaydederek paylaşmam geniş
çevrelerce tanınmamı sağladı. Zevkim için yaptıklarımın ne kadar doğru olduğunu
zamanla anlayacaktım. Öğretmen okulu ve öğretmen olarak çalıştığım yerlerde
sosyal çalışmalar hep üstüme kalırdı. Bunun faydasını şimdilerde görüyorum.
İzmir de çok sayıda şiir grubu olması bir bakıma iyi ama bir bakıma da sıkıntı
yaratıyordu. Her gün bir etkinliğe katılmak yorucu olduğu gibi çakışanlara
gidememek o grubu üzüyor başka anlamlar çıkarılıyor. Bunları azaltarak daha
planlı güzel etkinlikler yapma girişimlerimden sonuç alamadım. Şiir yazıp
kendilerini tanıtmak isteyen aynı kişiler birbirlerine okuyup, çıkardıkları
kitapları birbirlerine satması bana biraz garip geliyordu. Devamlı şiir
yorumlamak belli bir süre sonra sıkıcı oluyor ilgi dağılıyor.
NA: Sanırım benim de çok sevdiğim
aşağıdaki "Gözlerin" şiirini bu arada yazdınız.
GÖZLERİN
Esrarlı her
bakışta, başka alem gizlenir
Yüreğimi
yandırır, şimşek çakan gözlerin.
Her gönüle
akışta, ayrı mevsim izlenir
İlkbaharı
andırır, hasret kokan gözlerin.
Bazı umut
veriyor, beni bazı aldatır
Gülüşü cana şifa,
beni nazı ağlatır
Kara kışta
boranda, hep yazı hatırlatır
Güneşi
kıskandırır, senin yakan gözlerin.
Seni böyle
sevmesem, çeker miydim nazını
Hüzün sarar
gönlümü, göremezsem yüzünü
Şu ölümlü dünyanın,
baharını, yazını
Sonbahara
döndürür, mahzun bakan gözlerin.
Şirin aşkıyla
Ferhat, dağı delen el olur.
Leyla derdiyle
yanan, çöle düşer del'olur
Yazda kışı
yaşatır, yağmur olur, sel olur
Ne yangınlar
söndürür, coşkun akan gözlerin.
CT: Evet. Okunan ve
adına "Şiir" dedikleri şeyleri dinledikçe şair olmadığımı bilmeme
rağmen eşime hissettiğim yoğun duyguları kaleme aldım. Şiir denirse tabii.
NA: Yüreğinize sağlık Cihan Bey.
Bildiğim kadarıyla siz aynı zamanda çok saygın şiir ve müziği birlikte bir
programda sunuyor başarılı programlar yapıyorsunuz. Bize biraz bundan söz eder
misiniz?
CT: Katıldığım bir
şiir etkinliğinde bir dinleyicinin “Artık şiire kusacağız” sözüne çok alındım
ve sordum: Sen ne istiyorsun? “Hocam şiirler arasına bir şeyler konsa daha iyi
olmaz mı?” dedi. Çok haklıydı. Benim de aklımda olan bir şeyi dillendirmişti.
Öyle bir etkinlik yapmalıydık gelen mutlu olsun, akıllarda kalsın. Bu sayede de
kaliteli şiirler ve müzik dinlensin. Bu düşünceyle, düzenleyici olarak şiir
bölümünü Nermin Akkan, sanat bölümünü Şahin Ünal, müzik bölümü de bu işin
ustalarına bırakıp düşündüğüm 'Bizim Gece' adı altında ilk etkinliğimizi
yaptık. Beğenilirse devam edecek, ilgi görmezse vaz geçecektik. Öyle de yaptık.
Tüm amacım oraya gelenlere iyi şiirleri iyi yorumculardan dinletip sevdirmekti.
Umduğumuzdan fazla ilgi gördük. Etkinlik şiir ağırlıklı olmasının yanında
çeşitli müzik sanatçıları, sanat olayları ve fıkralarla süsleyerek iki bazen de
üç saat sürüyordu. Her etkinliğimizi baştan sona kaydedip sosyal medyada
paylaşıyorduk. Dolayısıyla İzmir dışında da takip edilir olduk.
NA: Bu çabalarınızın sonucu olarak
televizyon programlarına da çıktınız sanırım. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
CT: Evet. Yaptığımız
programlar oldukça ses getirmiş televizyon programlarına davet edilir olmuştuk.
Bu süreçte beş ayrı televizyonda "Bizim Gece" olarak canlı yayına
davet edildik. Güzel programlar yaptık. Daha sonraları bu işi biraz daha sanat
ağırlıklı olan "Biz Bize Kültür ve Sanat Grubu" olarak devam
ettirdik. İzmir dışından şairler davet ederek hem onları tanıttık, şiirlerini
dinlettik. Başarılı olduk mu evet. Aldığımız olumlu geri dönüşümlere güvenerek
söylüyorum. “Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır” Biz de böyle yedik.
NA:
"İzmir" deyince sanatın hayatın daha bir içinde olduğu bir ilimizden
sözediyoruz değil mi Cihan Bey. Hemen her semtte birkaç şiir grubu var? Ne
dersiniz bu konuda? Şiire katkısı nedir bu grupların?
CT: Başka yerleri
bilmem ama İzmir'de grub kurmanın şiire çok hizmet ettiğini düşünmüyorum.
Şiiri değil de kendini göstermek isteyen,
etkinliklerde ilgi görmeyence kızıp ben de bir grup kurdum diye ortaya çıkanlar
var. Şiirden bihaber olanlar üstatlıkla ünvanlandırılıyor. Etkinliğe
katılanların bazılarının sanat adına değil de özel amaç için oraya geldiklerini
gördük. Derneklerin yeterince halka inememesi kısır döngü içinde olmaları.
Gördüğüm aksaklıklardı. Bu işi doğru yapan grupları ayrı tutuyor onları takdir
ediyorum. Ne yazık ki bunlar azınlıkta.
NA: Anladığım kadarıyla siz öğretmenlik
formasyonunuz gereği şiirin ihmal edildiğini, şiir bilgisinin ötelendiğini
düşünüyorsunuz. Sizce şiir nedir hocam? Cihan Turan şiiri nasıl duyumsar, nasıl
tanımlar?
CT: Herkese
"Şair" denilmesini hoş karşılamıyor. Duygular elbette yazılmalı, paylaşılması
ancak bunlar kuralına göre yazılmışsa, herkes tarafından onaylanıyorsa ona şiir
denmeli bence. Şairlikse birkaç şiirle olunacak bir şey değildir. Sizin de
değindiğiniz örneklerini sunduğunuz gibi arada bir olsa da ben de yazıyorum.
Ama biliyorum ki ben şairliğin "Ş" esinin noktası bile değilim.
NA: "Arada bir" dediğiniz
aralardan birinde mi yazdınız "Rüya"yı.
RÜYA
Bir kendi yaşına bak
Bir de benim yaşıma.
Hadi git işine bak
Bela olma başıma.
Yay etmiş kaşlarını
Kirpiğin ok mu senin
Yakmışsın uçlarını
İnsafın yok mu senin.
Verip kandıracaksın,
Bir öpücük hediye,
Beni döndüreceksin,
Süt dökmüş bir kediye.
Hiç erinmez, üşenmez,
Bulduğunu yolarsın.
Her kuşun eti yenmez,
Avucunu yalarsın.
Şimdi değil de keşke,
Kırk yıl önce gelseydin.
Gönlümdeki şu köşke,
Kraliçe olsaydın.
Gözlerimi açınca,
Rüyaymış... Bir hoş oldum.
Mahmurluğum geçince,
Gelen kim imiş bildim.
Gülistanda gül olan,
Öteki yarım imiş,
Bu oyunda rol alan,
Sevgili karım imiş.
İki gönül bir olduk,
Baharında kışında,
Hep beraber yorulduk,
Bu hayat yokuşunda.
Hamdederim derim ki,
Canım sağ, cananımda,
Başka ne isterim ki,
En sevdiğim yanımda.
Daha ne isterim ki,
Sevdiklerim yanımda.
NA: Çok sevdim bu şiirinizi de Cihan
Turan hocam. Yüreğinize sağlık. Gelelim sizin İzmir korolarına verdiğiniz emek,
ilgi ve sevgiye. Sizi dinliyorum Cihan Hocam.
CT: Müziği sevdiğim
için korolara ilgi duydum. Birçok şef arkadaşım var. Onlara bir katkım olsun
diye koroları tanıtmaya başladım. Çekimler yapıp klipler şeklinde yayınladım.
İlgiyle karşılandı. Konserlerin aranan izleyicisi oldum. Şiir gruplarında
olduğu gibi korolarda da birçok yanlışlar var. Burada da gördüğüm aksaklıkları
dile getirdim. Amatör korolar üzerine TRT haber programında söyleşiye
çağrıldım. Son yedi yılımı dolu dolu sanat içinde geçirdiğim için gerçekten
mutluyum. Bu sayede birçok güzel insan tanıdım. Dostlar edindim. Övgüler
yanında yergiler de aldım. Haklı olanlardan ders çıkardım. Boş zamanında ne
yapacağını bilmeyenler, bilhassa emekliler kesinlikle bu etkinliklere katılın.
Neden daha önce bunlardan uzak kaldığınıza üzüleceksiniz. Birkaç saat
dertlerden uzaklaştığınızın farkına varacaksınız.
NA: Sevgili Cihan Turan, sevgili babam,
biyolojik olarak kızınız olmasam da sizi şiirin sayesinde tanıyıp baba olarak
kabul ettim. Siz de bu eksiğimi hakkıyla doldurdunuz. Birebir şahidi olduğum
şiir emekçiliğinizi istedim ki tüm şiir severler bilsin sizi tanısın ve
kıymetlendirsin. Tüm sorularıma sansürsüz cevap verdiğiniz için kıyısız
teşekkür ediyorum. Uzun yıllar daha birlikte ve şiirin içinde kalmak dileğiyle
saygı öncelikli kıyısız sevgiler sunuyorum. Bu anlamlı söyleşiyi bitirirken
bize söyleyeceğiniz son cümlelerinizi alabilir miyim?
CT: Evet. İşte size
kendimi tanıtmaya çalıştım. Yaptıklarımla asla övünmedim, "Ben"
demekten kaçındım. "Biz" demeyi sevdim. Zira başarıları ben ile değil
biz ile elde ettik. Daha ne kadar ömrüm vardır Allah bilir. Varsa kalanında da
yine sanat içinde olmaya devam edeceğim. Tüm sanat severlere, dostlara sevgi ve
saygılarımla güzel günler diliyorum.
Tan
Doğan
yaz yaz yaz öldüm
‘yâr kadar bahâr’ım yok
tanrı gökte yağmurdan çok
yer yaşamaya değmez
bana cılız bana ıssız bana ârsız yıldız şart
aşk boşlukta güzeldir diyesim var
âh her sabâh yalnızlık
‘gece’ doğacak diye yaşıyorum
sonra yaz yaz yaz
avaz ağzımda dil ham
tam can diyecektim dilleyemedim
el yazmaya değmez
bana
adsız bana gamsız bana ay’sız yıldız farz
ömrüm kâğıt
gönlüm kalem ––hâle bak
dehlizimde delleniyor şi’rim
âh her ân/ı’m acı: sâfacı
‘acı’m bitsin diye yaşlanıyorum
dünya denen cehennem de yalan ve yalan
ve yine yalandır cennet diyesim yok
ennihâyet ‘kış’: kuş uçuyor görüyorum
ve ‘gece’ bitiyor ne hoş
sonra yok
sonra hiç sonra boş
yaz yaz yaz öldüm
boşluğa vursun kanadım ‘toz’a dek
26 Mayıs ’20 Bostanlı / İzmir
TÜRLÜCE
Hatice Altunay
Dünyamız
güzelleşsin diye
Çırpındık
durduk.
Kimi
çizdi kimi yazdı
Kimi
gezdi keyfince
Bir
tutam tuz kattı
Güzelliklere...
Kimi
de
Çil
çil altınlara
Ömrünü
harcadı.
Moliere
gelse
Benden
cimrisi var
deyip
alkışlardı.
İnsan
var.
İnsanımsı
var.
Kimi
iyilik için yar.
Kimi
de...
6 Aralık 2020
KARŞIYAKA BELEDİYESİ HOMEROS EDEBİYAT ÖDÜLLERİ 2020
BİR ŞİİRİ İNCELEME YARIŞMASI DEĞERLENDİRMESİ
Yaşar Özmen
Sarmal Çevrim Dergisi, 15. sayısında Homeros Edebiyat Ödülleri
2020 Bir Şiiri İnceleme Yarışmasında dereceye giren şiir incelemelerini
yayımladı. Bu sayede dereceye giren incelemeleri topluca okuyabildim. Bilindiği
gibi Türk yazınında, edebiyat yarışmalarının açıklamalı sonuçlarına ulaşmak
olası değildir. Seçici Kurul, ödüle layık gördüğü şiir incelemelerinin neden
ödüle layık olduğuna ilişkin gerekçeli kararını açıkladı mı, bilmiyorum. Türk
yazınında böyle bir gelenek, uygulama veya yöntem var mıdır? Böyle bir uygulama
yoksa, en azından etik olması, emeğe saygı duyulması, şeffaf ve adil bir tutum
açısından hemen başlatılmalı. Ödül alan yapıtlara ilişkin seçici kurul
gerekçeli kararını, net olarak ortaya koymalı ve basın yoluyla açıklamalı.
Sadece bu yarışma için değil; tüm yazın yarışmaları ve diğer etkinlikler için
geçerli bir tümce kurmalıyız burada: ‘Bu tür işlerde ne kadar bilinmezlik varsa
o kadar sorun var demektir.’ Şiir sanatı sorun kaldırmaz…
Karşıyaka Belediyesinin düzenlediği şiiri inceleme yarışmasına ben de katıldım ve sonuçlarına göre üçüncülüğü Dizdar Karaduman’la paylaştık. Yarışmanın tarafı olmam yüzünden adil bir yorum yapamayabilirim diye düşünenler olabilir. Bu yazımda, kimlerin incelemesi ödüllendirilmişten ziyade; neyin, nasıl ödüllendirildiği üzerinde duracağım. Bu yüzden, yarışmanın içinde olup olmamam çok şey değiştirmeyecektir, umarım.
Bir şiiri
inceleme yarışmasında dereceye giren incelemeleri okuyunca bu yazıyı kaleme
alma gereği duydum. Yeni ve bilimsel esaslara dayalı, şiirin ontik (varlıksal)
bütünlüğü ve integral yapısı gereği şiir çözümleme tekniği ileri sürmüş birisi
olarak bu yazıyı yazma hakkını kendimde görüyorum. Ayrıca bu ve buna benzer
yazınsal yarışmalarda sonuçlar, enine boyuna tartışılmalıdır; etik yanından
adilliğine, tarafsızlığından şeffaflığına, dil yapısından değerlendirme
ölçütlerine kadar… Tartışmaya esas olmak üzere her yarışmanın sonucu, seçici
kurul gerekçeli kararı olarak açıklanmalıdır. Etik değerler, mantıken bunun
böyle olmasını söyler. Ortada bir emek vardır, seçici kurulun bir çabası
vardır; bunlar görünür kılınmalıdır. Yapılan işe, harcanan emeğe hakkı
verilmelidir.
Şiir incelemesi
yarışmalarında seçici kurul tarafından nelerin ele alınması, nasıl olması,
neden böyle bir yöntemin uygulanması ve nelerin dikkate alınarak
ödüllendirilmeye gidilmesi konusunda, bilinenlerden farklı şeyler söylemek
istiyorum. Yarışmaların, kapsam ve yöntem olarak bir çerçevesi, belirli sınır
ve kuralları olmalıdır. Bu yarışmada belirli bir kapsam ve yöntem olmadığı gibi
nasıl bir inceleme istendiği açık ifade edilmemişti. Buna karşın yarışmaya
başvurdum ve yarışma sonucuna ilişkin bazı tahminlerim vardı. Ne var ki bu
kadar düş kırıklığı yaratacak bir durumun olabileceğini hiç düşünmemiştim;
peşinen söylemeliyim.
Türk şiirindeki
ödül ve eleştiri sisteminde; ne nerede aksıyor, ne neden eksik; ortaya koymak,
eksisini artısını konuşmak gerekir. Aksi durumda gelenekten edinilen
uygulamalarla çağdaş sanat döneminde evde göce dövmeye devam ederiz. Homeros
Edebiyat Ödülleri 2020 için söylemiyorum; genel anlamda yazınımızdaki ödül ve
eleştiri sistemi, belirli bir ölçüt, yöntem veya tekniğe sahip değil; hiç
saygın değil, yazara, şaire, okura güven vermiyor. Bu yüzden; genelleme,
doğrulama ve yinelemelerle şiir bilgisi öğrendiğimiz, şiir incelemesi
yaptığımız bir edebiyat dünyasından bazı ayrıntılara dokunup uyandırmalıyız
uyuyan yerlerimizi. Özellikle şiir, bütün disiplin ve kültürleri kapsayan bir
düşün sanatıdır. Kavramların hiyerarşisi ve anlamsal konumlarını, birbirleriyle
ilişkilerini çözmeden yapılacak ve hakkında metin yazılacak bir sanat alanı
değildir. Hele hele inceleme metni…
Bugüne kadar
yapılan şiir inceleme yarışmaları ve ödül sisteminde sorgulanması gereken çok
şey olduğunu bazı metinlerden anlıyorum. Öncekileri ayrıntılı incelemedim; net
bir şey söyleyemem, zaten dereceye giren yapıtlara ulaşmak sıkı bir çaba
gerektiriyor. Ayrıca gerekçeli karar açıklaması yok… Bugüne kadar bir şiir
kitabı için gerekçeli karar açıklaması gördüm: Her tür metin için geçerli
olabilecek, sanat bilimini yerle bir eden üç beş genelleme tümceydi… Yalnız şiir incelemesi değil; şiir alanındaki
tüm ödül ve yarışma yöntemleri, sorgulanmalı, en uygun, adil ve uygulanabilir
olanı ortaya konmalıdır.
Yarışma, ödül ve
eleştiri sistemindeki sorunlara kısa sürede çözüm üretilebilir mi? Tabii ki
üretilemez; bu, anlayış ve kavrayış sorunudur. Tespit edilip değerler
dizgesinde değişikliğe gidilmesi gereken bir durumdur. Zaman ve bilinç
olgunluğu gerektirir. Çağdaş sanat anlayışının kavranması ve bilimlerin
eşgüdümüyle ele alınması gereken bir durumdur.
Uzatmadan kısa,
açık ve olumsuz bir soru sormak istiyorum:
Şiir
incelemesi ne demek değildir?
Çoğunluğunu Karşıyaka
Belediyesi Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiiri İnceleme Yarışması’nda dereceye
giren incelemelerden çıkardığım maddelerle, şiir incelemesinin ne olmadığı
konusunu burada açmak istiyorum.
Öncelikle;
-Şiir
incelemesi demek, süslü kompozisyon yazma tekniği demek değildir.
-Şiir
incelemesi demek, şiirdeki kahraman ya da konuların ruhsal
çözümlemesinden şairin öyküsüne ulaşmak demek değildir.
-Şiir
incelemesi demek, şairin öyküsüne dayanarak bunun üzerinden şiir
anlayışını kanıtlamak demek değildir.
-Şiir
incelemesi demek, şairin dünya ve yaşam algısından yola çıkılarak şiirinde ne
dediğini kanıtlamak demek değildir; tam tersidir.
-Şiir
incelemesi demek, sanat felsefesi ve estetik kavramlarının kuru sıkı
sallanmasıyla oluşturulan, süslü ve bilinenleri yineleyen bir metin yazmak
demek değildir.
-Şiir
incelemesi demek, şiir ve şairi konu mankeni yapıp öyküsü üzerine edebiyat
parçalamak demek değildir.
-Şiir
incelemesi demek, şairin şiir anlayışını yüceltmek için referanslara yaslanıp
yalan yanlış çıkarımları sıralamak demek değildir.
-Şiir
incelemesi demek, şiirin okurla olan ilişkisini, okurdaki etkisini bir kenara
koyup övücü genellemelerle şairin şiirini nasıl yazdığını saptamak demek
değildir.
-Şiir
incelemesi demek, şairin herhangi bir izleği üzerinden genelleyici deneme
yazmak demek değildir.
Şiir
incelemesi demek, dizelerin anlam açılımını sıralamak demek değildir.
Şiir
incelemesi demek, şairin ne dediğini kanıtlamak demek değildir; dediğinden
doğan sonucu ortaya çıkarmaktır. Şiirin etkinliğini, yetkinliğini ve etkisini
ortaya koymaktır.
Öyleyse şiir
incelemesi ne demektir? İşte asıl yanıtlanması gereken soru budur.
Şiir
incelemesini kısa ve net tanımlamak gerekirse: Şiirin; “sanatsal, şiirsel ve
estetik” değerini ortaya koymaktır.
Kısa ve basit bir
tümcedir. Nasıl yapılır? İşte bunun için bütünlüklü bir sistem gerekir. Şiir
incelemesi dediğimizde şiir, ameliyat masasında tanısı konmamış bir hasta
gibidir. Bütün organlarını tek tek ele almamız gerekir. Bunu yaparken de şiirin
arka planındaki yaşamsal tüm fonksiyonlarını incelemek ve organlarla ilişkisini
belirlemek gerekir. Bütün bilimlere, özellikle sanat bilimine başvurmadan
içinden çıkamayacağımız bir karmaşa durumudur bu. Kaotik olmakla birlikte
çözümlenemez şeyler olmadığını peşinen söylemeliyiz. Maksadımız bağcı dövmek
değil de üzüm yemekse, soruları ve hedefi net ortaya koyarak yola çıkmalıyız.
Şiir incelemesi demek; şiiri her yönüyle, olabilecek her tür soruya yanıt
verebilecek şekilde incelemektir. İnceleme sözcüğünün kavram kapsamı,
sözlüklerde bu şekilde açıklanır ve zihnimizde anlamsal karşılığı budur. Çünkü
her şiir; varlıksal (ontik) bir bütünlüğe sahiptir, ön ve derin yapıdan (nesnel
ve duyusal alan) oluşur. Bu iki alanın ayrıntılarına el atmadan şiir incelemesi
yapamazsınız; tanı koyamazsınız. Şiiri anlam yönünden inceleyin veya anlatım
yönünden inceleyin derseniz o zaman durum farklılaşır, kapsam daha daralır ve
hedef netleşir. Bir şiiri inceleme dediğinizde, şiiri; sanat felsefesi
açısından, dil açısından, anlam, anlatım, çağrışım, ses gibi tüm yönleriyle
incelemeli ve ödül de böyle bir incelemeye verilmelidir. Burası işin yöntem
sorunudur. Bu tür etkinliklerde, yerleşik bir alışkanlık durumuyla yola
çıktığımızdan, sonucun da alışkanlıklarla paralel işlediğini her zaman her
yerde görebiliriz.
Şiir incelemesi, şiir incelemesi ne demek
değildir, başlığı altında saydıklarımın hiçbiriyle yapılamaz. Bunlardan
bazıları incelemede ele alınmalıdır ama bu metinlerde olduğu gibi değil. Şiir
bir sanat yapıtıdır; asıl ele alınması gereken yanı, şiirin düşünce sanatı
olması ve şiirin ekinliği ile okurda bulduğu karşılığıdır. Yani sanat
değeridir. Bir şiirin; biçimsel, anlamsal, anlatımsal, sessel, çağrışımsal,
coşumsal değerlerini incelemeden; şiir değerini, sanat değerini ve estetik
değerini, ortaya koyamazsınız. İnceleme yapmak için, incelemeye yönelik sistem
bütünlüğü gereklidir. Bunları yapmadan yaptığınız her inceleme; biraz üfürme,
biraz şişirme, biraz kıyısından köşesinden dolaşma, biraz da şiir ve şair
üzerinden edebiyat parçalama anlamına gelir. Şiir, bir dil sanatıdır ve
tutarlılık, bağlaşıklık, metinler arası ilişiklik gibi metin dilbilimi
gerekleri yanında bir de sanatsal ifadenin estetik bilimi bağlamında
görünürlüğü söz konusudur. Her şeyden öte estetik değerin inceleme metninde
duyumsanır kılınması gerekir.
Yarışmada istenen
ile beklenen ve isimlendirme uyumlu olmalı; bunun yanında istenen ile sonuç,
örtüşmelidir. Bu durumda, yöntem ve ele alınacak konuların seçimi; hem seçici
kurul hem de yazarlar için kolaylaşacaktır. Biz atalarımızdan böyle gördük,
bizde bu kadarı var diyorsanız, bu ödül sistemini ve seçici kurulları öpüp
başınıza koyabilirsiniz. Hayır biz bilgi çağının insanıyız; sanatsal ifadenin
gerekleri, şiirsel görünüme esas ayrıntılar ve bilimsel olgular ne diyorsa
oradayız diyorsanız, oturup sanatın döngüsüyle ilgili bilgilerimizi
sorgulamalıyız.
Diğer bir konu da
şudur: Eldeki metinler ne ise seçici kurul da o metinler arasından en iyisini
seçmek durumundadır. Öyle olsa bile sanat felsefesi açısından ciddi hatalar
taşıyan metinler, bir kenara konmalıdır; öyle olmuştur ümit ederim!? Alışılmış
ve kanıksanmış bilgiyle verilen yargı, sanatın da sanattaki ödül sisteminin de
en güçlü düşmanıdır. Bunun adı, yeniliğe duyarsız olmaktır ve şairin; beyin
ölümünün başladığını, sanatın kış uykusuna yattığını gösterir. Sanatta sınır ve
sonsuzluğun yanında özneler arasılık gibi kuram ve savların etkisini de dikkate
almalıyız bunları sorgularken. Kişidir; düşünmesi, anlaması, görmesi göreceli
ve özneler arasılık söz konusudur. Öyle olsa bile istenen biçim ile varılan
sonuç, uyumlu olmalı, amaçla çelişmemelidir. Yeniliğin, farkındalığın,
farklılığın ne olduğunu anlamadan şiir gibi bir sanat alanında metin yazmak,
karar vermek, ben yaptım oldu şeklinde bir tutum takınmak sağlıklı bir sonuç
doğurmaz.
Şiir
incelemesinde maksat, en azında incelenen şiirin, şiirsel değerini ortaya
koymak olmalıdır; genellemelerle şairini övmek ya da şiirin bir özelliğini
çözümlemek değil. Bu maksatla, şiir inceleme yarışması düzenlenecekse
yarışmanın; kapsamı, hedefi veya şiirin incelenecek alanı belirlenmelidir.
Örneğin, anlam açısından inceleyin diyebilirsiniz. Bir şiiri incelemek
dediğiniz zaman bütünlüklü bir incelemeden söz ediyorsunuz demektir. Bu durumda
sadece ruhsal çözümleme yapan bir metne şiir inceleme ismiyle ödül vermek,
yarışmanın ciddiyetini ve bilinçli yapılıp yapılmadığını gündeme taşır.
Yarışma; ismi, konusu ve sonucuyla çelişmemelidir. Yarışmada ödül alan
yapıtlardan yola çıkarsak bu yarışmanın adı şöyle olmalıydı: “Homeros Edebiyat
Ödülleri 2020 Bir Şiir Üzerine Deneme Yazma Yarışması” denmeliydi. Yarışmanın
ismi böyle olsaydı, tüm olumsuz yorumların yolunu kapamış olacaktı. Çünkü
denemenin biçimi ve kapsamı belirsizdir; istediğiniz şekilde yazabilirsiniz.
İnceleme dediğinizde bunun; sistemi, belirli yöntemi ve tekniği olmalıdır;
dayanakları olmalıdır, söylemlerle işleyen bir tür değildir. Bu durumda ele
alınan şiir, tüm yönleriyle bütünlüklü bir biçimde incelenmelidir ki adı
inceleme olsun.
Sonuç olarak,
şiir gibi düşünce sanatları, ayrıntılı düşünmeyi gerektirir. Gerek eleştiri
gerek şiir ödülü gerek diğer etkinliklerde, şiir kendine şiir gibi
davranılmasını bekler.
Özet: Yarışmalarda ödül verilen yapıt, seçici
kurul gerekçeli kararının alt maddelerini kuşkuya yer bırakmayacak biçimde
ayırıcı nitelikleriyle doldurmalıdır. Doldurmuyorsa ya istenende ya yapılanda
ya da sonuçta sorun var demektir.
19 Eylül 2020, Narlıdere/İzmir
ARAMIZDA
Elif Burcu
Özkan
Sancılı uykularım vazgeçişlere
sarılı
Irmaklara öykünen
başlangıçlarım
Duru bir kız çocuğunun
ellerinde
Avutuyor yalnızlıkla bilenmiş
şarkımı
Sana bakıyorum
Gözlerinde toplanıyor yarım
kalan ne varsa
Tamamlanıyor sen yaralarıma
dokundukça
Gönlünün çarşafına seriliyor
yıllanmış yalnızlığım
Siliyorum ürkek ayaklarımdan
Çıkmaz sokakların ateşten
taşlarını
Parçalarımı çıkarıp can
kırıklarımdan
Birleştiriyorum sana yazgılı
ruhumla
Elinden tutuyor çocukluğum
Sırılsıklam oluyor eksik
dünlerimiz
Göğe yolladığımız mektupların
yağmurunda
Göğsümüzde yetişen bahar
Eritiyor geçmişin kışlarını
Sınırları yeniden çiziliyor
kentlerimizin
Yeryüzümün kuytusunda
Sesinle yeniden yazılıyor adım
Deniz aşırı bir yer ayırdım
varlığına
Kimse bilmiyor, aramızda
Işın Ergüney
Hatırla
Ayın
dördüydü eylül
Kırmızı
bir mont üstünde
Bir
de atkı dolanmış ak gerdanına
Merhaba
deyişin
İç
titreyişlerinle ilk dokunuşun
Ve
habire kaçışan gözlerinle
Girmiştin
gönül koyaklarıma...
Hatırla
Ayın
dördüydü eylül
Yıllardan
hazan mıydı
Hatıralarım
mı siliyor yoksa zamanı
Dudaklarımda
bir şarkı
Sarıyordum
omuzlarını
"Düşen
bir yaprak görürsen beni hatırla demiştin
Biliyorsun
seni ben sonbaharda sevmiştim"
Ayaklarımızın
altında
Kızıla
çalan yapraklar
Ellerimizde
Ağustos
Hiç
bitmesin istediğim o patika yol
Tırmandıkça
sana sokuluşlarım
Ve
iliklerime yayılan titreyişlerin
Kız
kulesi manzaralı bankta
Sessiz
söylemlerimizde
Karşılaşınca
acele kaçırılan gözler
Alev
alev yanmakta olan dudaklarımız
Konuşurdu
sevdamız adına
Hatırla
Ayın
dördüydü eylül
Demiştik
ki hiç unutmayacaktık
O
ağacın altını ve her ne olursa olsun
Elbet
bir gün buluşacaktık...
Eserdi
üsküdar içimize
Ellerimizde
ince belli bardak
Yapışırdı
buz tutmuş parmaklara
Mavi
gözlerin delerdi denizi
Öfke
sarar ağlardı Marmara
Koyardın
başını omzuma
Tokuştururken
yüreklerimizi
Nasıl
da artardı vuruşları
Nefes
nefese öpüşmelerimizde
Hatırla
Ayın
dördüydü eylül
Bir
yemin etmiştik ki dönülmezlerden
Hiçbir
şey için vakit çok geç olamazdı
Ne
nisan yağmurları kızdı bize
Ne
kar taneleri öfke yağdırdı
İçimizde
solmayan kırmızı gülle
Papatyalar
gibi beyazdı düşler
Ne
çok sevdalı geçerdi
Ne
çok aşk yayılırdı havaya
Hiçbiri
olamazdı biz gibi
Saçların
uçuşurdu yüzüme doğru
Bir
an dolardı kokun içime
Gecemi
sabaha götüren kokun
Rüyanı
tenime dokuyan kokun
Hatırla
Ayın
dördüydü eylül
Artık
her eylül o bankta ve bir başıma
İzlemekteyim
Kız Kulesini mavi gözlerinle
Dökülürken
hisardan binlerce yaş
Vurur
boğaz sularını gelin kayıklarına
Uzatsam
düşlerimi alır mısın yanına
Göndersem
buseni salar mısın rüzgâra
Haykırsam
sevdamı çağırır mısın katına
Çıkar
mıyız senle o sıratın yoluna
Ve
yine ayın dördü eylül
Son
yolculuğumda
Sevdalar
uğurladı ruhumu
Saldılar
aşk gibi sevdaistanına
Bir
melek karşıladı düşlerimi
*Dur
!!!
Parola?
-Ayın
dördü
-Şifre?
*Eylül
*Hoş
geldin aşkım...
HİÇ
Ömer Bekmezci
Hiç, yoktan iyidir.
Varsa hiçliğin, yokluk bilmezsin.
Hiçlik güzeldir.
Ben kocaman bir hiçliğin içinde
Seslensem sana,
Sen kocaman bir varlığın içinde
Bakmazsın bana.
2008
AKŞAM PAZARI
Handan Tan
(…)
elleri
bostan kiri
kırık
eğri tırnakları
parmakları patlıcan
sırtı
domates tombulu
yol
kenarında bir kadın
Seferihisar’ın köyünden
Aydın Yurtsever/
Yolun Kenarında
İzmir’den
Seferihisar’a, oradan da Kuşadası’na, denizi izleyerek giderdi yol. Bazen iner,
dolanır, yükselir; denizi yitirip yitirip yeniden kucaklardı. Yaz aylarında
vızır vızır işlerdi.
Mevsim kışa
dönmeye başlamıştı. Dükkânların önlerinde asılı toplar, mayolar, çantalar
kaldırılmıştı. Onların yerini, bahçelerde, seralarda kalan birkaç kökten
toplanan domates, biber, turşuluklar almıştı.
Gümüş Hanım,
erkenden kalktı. Yazdan kalma yorgunlukla son domatesleri topladı. Tam
olgunlaşmamış pembe yeşil olanları alt sıraya, olgunları üste dizdi. Hepsi
hepsi bir kasa domatesti. Biberleri, patlıcanlarla beraber bir torbaya
doldurdu. Asmanın gölgesine bıraktı.
Kurumaya yüz tutmuş hamur mayasını, uyanır uyanmaz ılık
suyla ıslatmış; biraz atalık buğday ununu mayaya katmıştı. Kabaran ilk mayaya,
unun kalanını karıştırıp bir el yoğurdu. Kabın kapağını kapattı, üzerine yün
atkısını sararak bahçe fırınının önüne getirip koydu. Kocasının uzandığı tahta
kerevetin önünde dikildi.
-Haydin mi Memedali? Benim işimin bitmesini
beklersek geç olur. Akşamacek bitmez bu bâçanın işi. Tutuverem bir ucundan
demez, yatar durursun. Gören de bütün gece beşik salladın sanır. Mayayı da
kardım. Domatları satıp gelince, ekmeği atarım fırına. Kalk gidem, ıssızlaşmadan varıverem yol
boyuna.
Kocasının
motorunun arkasına oturdu. Kasayı kucağına aldı. Torbanın sapını omuzundan
dolaştırarak yanına saldı. Bir
elini kocasına doladı, diğerini domat kasasına.
Geldiler,
yapraklarını dökmeye başlamış cılız incir ağacının gölgesinde durdular.
-Ne yana otursam
acaba? Yazlıklara gidenler mi durur da biraz öteberi alır, yoksa İzmir’e
dönenler mi?
Bilemedi. Burası
iyi, gölge ne de olsa, dedi. İncir ağacının altına oturdu. Domatesler
sarsıntıdan biraz ezilmişlerdi ama çürük değildiler ya. Kimi biberler kızarmaya
yüz tutmuş, patlıcanların moru solmuş da olsa, ilâçsızdı ya, alırdı yolcular.
Oturduğu tahta
sebze sandığında devindi. Yaklaştıkça yavaşlıyordu bir araç. Duracaktı belki
önünde. Durmadı, baktı, geçti gitti.
“Sabahtan
gelseymişim iyi olacakmış. Herkes varmış varacağı yere besbelli. Akşamınan
dönenleri kollarım artık. Yolun ötesine geçsem iyi olacak. Dönüş yolu o yanı
ya” diye kararsız sayıklarken bir araba duruverdi önünde. Kadın indi arabadan,
adam kaldı içinde.
-Ne var teyze
sandığında?
-Domat vaar,
büber, badılcan vaar.
Kadın, sandıktan
domates seçmek için eğildi.
-Daa zabanan
akladım, gızım. Neyini seççen? Ben dolduruveren torbaya.
Kadın domatesten
eline bulaşan ıslaklığa baktı. Yüzü buruştu.
-Teyze bunlar
çürümüş. Kalsın, almayalım. Biberler nasıl?
-Gızım o
domatları ben ne zamatınan baktım böyüttüm. Çorçoluk çalıştık bâçada. İlaç
atmadık. Ondan böyle sulu domatlarım. Çarşı gübresi komadım dibine. Kendi
keçilerimin gübresini topladım, onu kodum. Huncacık ezilmiş gelirkene. Yemeklik
ediversen onları? Sohralık olanlar bu yanda.
Kadının kocası
inmedi arabadan. Gümüş Hanım’ın toprakta kararmış kırık tırnaklarına, patlıcan
moru, kalın parmaklarına baktı uzaktan. Anası düştü usuna. Kucağında bir top
kekik, torbasında kuşburnu; pazarlık. Eteğinde kendisi, gölgeleri bitişik.
Sonra, meşeli ormanlar.
Dağlar buranın
dağları değildi. Yaylalar serin. Dikeni sert, rüzgârı kamçı. Yoksulu, beter
yoksuldu. Okul, uzak mı uzak.
Bir geçmiş
zamanki andıkça, hâlâ sızılar yüreği.
Anasına anlatamadığı kırk yıllık anı, gelir saplanır
usuna.
Fransızca
öğretmeniydi. Dilaver Tekçe’ydi adı, unutur mu hiç?
- Almadım bir
şey Ahmet. Çürük domatesleri koyacaktı kadın torbaya, kurnaz!
Motoru
çalıştırdı adam. Bastı gaza. Dilinde kelebek sessizliği. Aklında karınca
sürüsü.
Cuma günüydü.
Okulun son ders günü. İlk ders Fransızcaydı. Önce kızları dizdi sıraya. Her
zaman yapardı bunu öğretmen hanım.
“Çıkarın bakayım
yakanızdan fanilanızın ucunu, göreyim. Ters çevir kızım. Temiz. Tırnaklarını
göster. Ayakkabını çıkar, çorabına bakayım. Temiz, geç.”
Böyle sürerdi
sabah temizlik denetimi. Sıra erkeklere gelirdi.
“Fanilanı
göster. Ellerini uzat, tırnakların uzamış. Çıkar ayakkabını Ahmet!”
Fanilası
temizdi, tırnakları biraz uzamış. Pazarları, gündüz keserdi anası tırnaklarını
Ahmet’in. Hamamlıktan çıkınca. Sabun kokardı anası. Elinde kör bir makas.
Ayakkabısını
çıkardı utanarak. Kara lastik çizme terletiyordu, kokuyordu belki ayağı. Utancı
bundan. Eğilip çekti çizmenin tekini. Boynunu, ağırlaşmış bir günebakan gibi
büktü. Gözleri, delik çorabından çıkmış başparmağında.
Sabah gün
ağarmadan koyuluyordu yola. Köyü, dağın ardında kalıyordu. Giydiğinde delik
değildi çorap. Onca yolu yürümeye dayanamamış, epridiği yerden delinmişti
anlaşılan.
“Öğretmenim”
diyecek oldu. “İnanın delik değildi. Köyden okula yürüyorum ben.”
Diyemedi.
Anasına da diyemezdi. Bir çift sağlam çorap
giydirememişim oğluma, diye eksiklenmesindi anacığı.
Dönemeçlerde
savrulmamak için yavaşlıyordu adam. Karısı, eline bulaşan domatesin ıslaklığını
silmek için kâğıt mendil arıyordu hâlâ.
-Neden durduk
ki? Pek meraklısındır yol boylarından bir şeyler almaya. Terazisi bile yokmuş
köylü kadının. Bir torbası beş lira, diyor. İki kilo gelirmiş. Nereden belli?
Göz kararı doldururmuş. Köylü kurnazlığı.
“Kurnazlığı
bırak Ahmet. Çorabın delik!”
“Öğretmenim…
Ben, Kapaklı’dan buraya yürüyorum.”
“Kapaklı, şu
yukarıdaki Alevi köyü mü? Yalnız sen misin köyden okula yayan gelen? Bak, Cemil
de aşağı köyden geliyor. Konuşuyor bir de utanmaz! Uzat elini. Verin bana bir
cetvel.”
Kimse cetvel
vermedi. Kendisi çekip aldı çocukların birinden tahta cetveli. Vurdu vurdu
elinin üstüne.
Sefer, diye bir
çocuk vardı. Dayanamadı. Atıldı öğretmenin önüne, alıp cetveli fırlattı camdan
dışarı. Ahmet’i arkasına aldı.
“Bugünden sonra
kimse fanilasını, çorabını göstermeyecek, anlaşıldı mı!”
Sefer, İstanbul’dan sürgün gelmiş, yaşça
hepsinden büyüktü.
“Bir sürgün de
buradan yesem ne olur” dedi, Dilaver Öğretmen’in gözünün içine bakıp. “Ya da
bıraksam okumayı?”
‘Teneffüs zili’
çalıyordu.
Ahmet’in
kafasında karıncalar kıpır kıpırdı.
Yavaşça frene
bastı. Geri vitese takıp, döndü. Karısı şaşkın. Akşamın alacası çökmek
üzereydi. Çok değil, on dakika gittiler İzmir yönüne. İncir ağacının gölgesi
silinmiş, dibinde oturan yoktu. Hava karardı kararacak. Yolun karşısına geçmiş
Gümüş Hanım. Sesleniyordu;
-Akşam pazarı bunlar… Hepsi birden on lira… Aralık 2019/ Urla
Faik
Güçlü
sesim bir çocuk sesine çarptı sokakta
ağaçlardan oyuncaklar damlıyordu
yaprakların ucundan
kesik kesik
bilyeler gibi gözler
birazdan çok değil birazdan
gümbürtü kopacak
kökünden sökmek için sokakları
demirden tekerlerle
girecekler
çocukların sesi kesilecek
ağaçlardan çocuklar damlayacak
harabe olmuş evlerden
elleri fırlayacak
ölüm
bir yıldırım gibi
çarpacak tüm yüzlere
televizyonu kapat
BEN
KİMİM? \ KİMLİĞİN TONLARI
Abdurrahman
Danış
Aynanın
içinden sûretin yansıması
Kat
be kat açılır aynadaki sesler
Varlığın
ininden geçer
Açılır
kırmızıya ve siyaha
Varlığıma
hiçleşirim kızılca
Gök
gibi gürler kimliğim
Varlık
ötesine yansımalar
Soyunur
aynalara, zamana
Hangi
mevsimin habercisisin
Hadi
aç yüzünü soyul perde perde
Aynanın
içinden yüzler silinir
Bir
ben devinir, canlanır aynam
Konuşur
rengarenk doğaçlayarak
Her
sese, yüze aşkınlaşır
İnsan
örtüleri kalkar yurdumdan
Sığınağım
kendimeymiş meğer
HAİKU
Ayhan Akdeniz
Sıçradı
balık
olta nehre
düşünce -
ateş
canlandı.
Dereyi
geçti
eteği dize
çekip,
Bebek
kucakta.
Dağ
bembeyaz kar -
Ağustos
böceğiyim
bana yaz
gerek
SENDEN SONRA
Gülşen Ersan
“Hiçbir mülküm yok"
Şiirden başka...
On yıl olmuş
sesini alıpta bu gürültülerden gittin gideli
Görünmeyeli beri buralarda
duyulmayan dualarınla
parlattığın o aynalarda
otuz ikili gencecik gülüşünü.
Hani şiirler okurdum ya sana
Telefonun öbür ucunda
Artık okumuyorum sadece
sarılıyorum da yokluğunda
Yastık altı kalemimle yatıştırdığım ıslak anılar hep
usumda.
Yazdıkça yaşadım, yaşadıkça yazacağım seni, beni,
bizi.
Kaytarmak yok!.. demiştim sana, oysa...
On yıl olmuş
Sen buralardan gideli
Kaybettik sanma izini
Yıllar yılı sürüklese de
onlar, bunlar, şunlar bizi
ne erozyona uğradık
ne göçükler gördükse de
şiir edip altından kalktık
iki adam bir kadın
gitgide ırayan yakın(ma)ların.
Neden sonra boy verdi
şiirin koynunda umudun cücüğü baktık; bi dünya söz
çürüğü!..
yalanı, yılanı, dolan(an)ı attık
güne güneşe kara çalanı.
Tanrı küskün
yüzümüze baktı da
sonunda bir güzel
Masalımıza sarıldık.
*Süreyya Berfe (Hiçbir mülküm yok, zamandan başka)
UÇLARDA GEZİNEN DUYGULARIN BÜYÜLÜ
DIŞAVURUMU
Beste Bekir
Melankoli
nedir? Halk arasında yalnızlığı tercih ve süreğen hüzün hâli ya da duygu
dalgalanmaları şeklinde tanımlanabilecek olan melankoli, edebiyat için olumlu
manada yaratıcılığı körükleyen önemli bir etkendir. Ne de olsa bir edebiyat
eseri duyguların dışa vurumudur. O hâlde melankoliyi daha fazla irdelemek
yerinde bir davranış olacaktır.
Romantik
akımın Fransız temsilcisi Victor Hugo melankoliyi "hüzünlü olma
mutluluğu" biçiminde tanımlar. Ona göre melankolizm karalar bağlamaktadır.
Kafada karamsarca bir şeyler kurup bu kuruntularla beslenmektir.
ABD'li
psikanalist Irvin D. Yalom "Nietzsche Ağladığında" adlı
kitabında melankoliyi şu konuşma üzerinden açıklar:
"- Ya melankoli?
- Benim de kötü dönemlerim vardır. Kimin
yoktur ki? Ama beni ele geçirmiş değil. Onlar hastalığımın değil, benim
varlığımın bir parçası. İsterseniz şöyle diyelim; onlarla yaşama cesaretini
gösterebiliyorum."
Ünlü
felsefeci Arthur Schopenhauer "Seçkinlik ve Sıradanlık
Üzerine" isimli eserinde Goethe'nin melankoliye dair şu
dizelerine yer verir:
"Şiir
ateşim çok sönüktü
İyi ile karşılaştığım sürece;
Halbuki bütün bir alev kesildi
Tehditkâr dumandan kaçıp
kurtulduğumda.
Nefis şiir gökkuşağına benzer
Ki ancak karanlık bir zemin üzerine çizilir,
Onun içindir ki şairin dehası
Zevk duyar melankoli unsurundan."
İngiliz
şair William Shakespeare ise "Bir Yaz Gecesi Rüyası" adlı
eserinde melakolinin sevenlerin kaderi olduğunu şu dizeleriyle ifade etmiştir:
“Melankoli
nöbetleri, hayaller ve iç çekmeler,
Arzular ve gözyaşları zavallı aşıkların kaderi.”
Melankoli,
bazı ünlü edebiyatçıları ölüme kadar sürüklemiştir. Hayatlarının ne kadar
ızdıraplı olduğuna dair notları dikkat çekicidir:
Virginia Wolf: "Yaşamak neden
böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanıbaşından geçen daracık bir yol
gibi?"
Nilgün Marmara:
"Hayatın neresinden dönülse kârdır."
Melankolikler dünya hayatının, samimiyetsiz insanların
gösterişli yaşamların varlığından rahatsızdırlar. Onlara göre bu sürekli tekrar
eden sahtelikler silsilesi, yaşamı dayanılmaz hâle getirmektedir. Bu nedenle de
kendi kabuklarına çekilmek, ıssız ve derin dünyalarında yalnızlıklarıyla mutlu
yaşamak onlara daha anlamlı gözükür. Gerçek yüzlerini görebildikleri sahte
insanlarla bir araya gelmek istememeleri çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Kendini
bu dünyada hapsedilmiş gibi hisseden, duygularını dışa vuramayarak içinde
tutan, hayata dair beklentilerini kaybetmiş, karamsar ve etrafındaki hayat
tarzıyla çelişen şair ve yazarlar önce yalnızlığa kapılıp ardından ızdıraplar
içinde melankoliye sürüklenmişlerdir.
Melankolik kişilikler, tarih boyunca dehanın, yeteneğin
ve derinliğin bir göstergesi olarak kabul edilmişlerdir. Aristo, "Neden,
ister felsefede ya da politikada, ister şiir ya da sanatta olsun olağanüstü
kişiliklerin hepsi melankoliktir?" diyerek dehalarla melankolikler
arasındaki bağı sorgulamıştır.
Sabahattin Ali,
sonradan Ali Kocatepe tarafından bestelenmiş "Melankoli"
isimli şiirinde melankoliden şöyle söz eder:
Beni en güzel günümde
Sebepsiz bir keder alır.
Bütün ömrümün beynimde
Acı bir tortusu kalır.
Anlayamam kederimi,
Bir ateş yakar derimi,
İçim dar bulur yerimi,
Gönlüm dağlarda bunalır.
Ne kış, ne yazı isterim,
Ne bir dost yüzü isterim,
Hafif bir sızı isterim,
Ağrılar, sancılar gelir.
Yanıma düşer kollarım,
Görünmez olur yollarım,
En sevgili emellerim
Önüme ölü serilir...
Ne bir dost ne bir sevgili,
Dünyadan uzak bir deli...
Beni sarar melankoli:
Kafamın içersi ölür.
Bu anlattıklarımın ışığında anlaşılan odur ki; toplum
hayatını sorgulayan, derin duyarlılık sahibi, sahte yüzlerden rahatsız, ince
fikirli insanların ortak sıkıntısı ve aynı zamanda edebiyat ve sanat için bir
katalizör görevi üstlenen melankoli ne yazık ki varlığını dünya döndükçe
kaçınılmaz olarak sürdürecektir.
YANARDAĞ SENFONİSİ
Beste Bekir
Akşamın
saklı bahçesinde
soluğumu öpüyor
bir yalıçapkını
Ilık çiy esintisi
iç odalarıma doluyor
titreterek gülistanımı
Düşlerimin kristal kapısı
destansı bir aşka aralanıyor
Girdabına çekiyor beni özlemle
kokusu burnumda ten sığınağım
Sıcak lav gölünde
ikinin bire eridiği
yanardağ senfonisi bu
İnleyen ezgilerle geliyor
huzurun rehaveti
bulutsu yatağına sarmaşıkların
Mehmet Rayman
dağların arasına
düşer
göğsümün üstünden
akan dere
cam kırıkları
moloz yığınları
birbirine bakınca
kötüleşir
ahşap
pencerelerin mavi boyası
içine kıvrılmış
fotoğrafların yarası
çakmak taşı
keskin uçurumlar
senin için
attığım çığlıkların
hepsi bu çöplükte
dağlar yakınlaşır
önce
sonra nehirlere
düşer kaygılarım
ekin ektiğim
zaman mutluyum
çöllerin kızıl
fırtınası çamurlu kum
hiç karışmıyor bu
yapıların harcına
çakıl taşı
döküyorum yollara
dağlara çukur
açanları yerdim
bizi kaynaştıran
bulutlara
bağlıyım hayatta
KESTANE GÖZLÜ KADIN
Cemal Karsavran
dert
yumağıydın
sesinde
seni bulduğumda
yüreğinden
açılan kapıydı
gizlerin
ve düşlerinde taşıdığın
dura
dura konuşurken
kelimeler
asılırdı boğazına
kestane
gözlü kadın
sevdaların
düğümlenirken
saçın
dalgalanırdı buram buram esenle
yardım
meleği olup koştuğunda
dostluklarını
gizlerdin
okyanus
olur taşardın
kendinden
sonra
kestane
gözlü kadın
aciz
olmadın hiç bir zaman
kendini
bulmaya çalıştığında
yitik
limanlardı aranılan
varlığını
bildiğin
gözlerinde
ışık olan
koca
bir nehir gibi çağlayan
kestane
gözlü kadın
seninle
kabaran dalgalar
köpük
köpük yürekleri yaralar
dişlerim
dudaklarımı sıkıştırır
ruhun
bedenimi zorlar
gidersen
yokluğun dilimde adın
inci
inci kelimelerle sohbetin
kestane
gözlü kadın
KİTAP OKUMAK
Esat Yavuztürk
Kitap okumak öğrenmek
demektir. Öğrenmek, bebeklikten başlayıp ölene kadar devam eder. Aklı ermeye
başlayan bir çocuk her gördüğüne heveslenir, saldırır ve annesine sorar: “Anne
bu ne?” der. Eğer anne bu soruyu yanıtlamayıp da: “Aman sen ne yapacaksın onu?”
derse, çocuk bir kayaya çarpmış gibi geriler, dolayısıyla annesine küsmüş gibi
olur ve bir daha da sormaz! Bu, çocuğun öğrenme özleminin önünü kesme olur.
Eğer anne kültürlü ve anlayışlı bir hanımsa, çocuğunun her sorusuna yanıt
vererek bilinçlenmesine yardımcı olur ve çocuk da bu yanıtlardan cesaret alarak
sormaya, dolayısıyla da öğrenmeye devam eder.
Şimdi belki diyen olur
ki; “Çocuk bu soracak da ne olacak?” Herkes ancak kendi çevresini görür, görüp
duyduğu ile ilgilenir. Genellikle sorular da buradan çıkar. Aslında dünya o
kadar büyük ve sorunludur ki bizim bunların çoğundan haberimiz olmuyor.
Yeryüzünde yürüyen, koşan; uçan, yüzen; küçüklü-büyüklü milyarlarca canlı
vardır. Denizlerde hiç görmediğimiz türlü yaratıklar yaşıyorlar. Elimizde
kullandığımız aletlerin, yediğimiz yemeklerin nasıl yapıldığını hep merak
ederiz. Basit görünse de bunlar bizdeki bilgi eksikliğidir. Elbette her şeyi
öğrenmek mümkün değil ama etrafımızdaki olayları, görüp duyduklarımızı ne kadar
öğrenmek istersek o kadar bilinçlenir ve kendimizi tanımaya başlarız. İyi ama
bunları nasıl öğreneceğiz?
Asıl sorun buradadır!
Öğrenmenin üç temel kaynağı vardır. Bunlar; dinleyerek, görerek ve okuyarak
öğrenmedir. Dinleyerek öğrenmenin ilki, anne ve babadandır. İnsanların çoğu bu
temel öğretiler üzerinden yürür. Etrafındaki insanları dinler, ama pek çoğu
yaşadığı bölgenin dışına çıkamadığı için bununla yetinir. Gezip görmek ise
öncelikle maddi imkâna dayanır. Bu imkâna sahip olup da geziye gidenlerin
birçoğu macera olsun diye çıkarlar. Fotoğraflar çekip yakınlarına gösterip
mutluluk duyarla. Az da olsa bir şeyler öğrenmiştir, ama bunlar da sanki resim
seyretmiş gibi geçicidir. Bir şeyler öğrenmek maksadı ile geziye çıkanlar ise
gittiği yerler hakkında, gördüğü güzellikler ve tarihi olaylardan bilgi
edinirler. Çok meraklılar ise notlar alarak yazılı bir belge oluşturur.
Gezilerek öğrenmek de böyle oluşur, ama her yere gidip her şeyi görüp öğrenmek
mümkün olamıyor.
Üçüncü şık ise
okumaktır. Yazımızın asıl konusu da “Kitap Okumak.” Evet, bilenleri dinlemek,
gezip görmek de bir tür okumaktır; ama hiçbiri kitap kadar bilgi yüklü
değildir. Çünkü tüm bilgiler, kitaplar aracılığıyla herkesin ortak malı olur.
Kitap mı? Kütüphaneler, kitapçılar ve okullar kitaplarla doludur. Milyonlarca
kitap çeşitleri içinde her türlü bilgiler vardır. Meslekle ilgili kitaplara bir
sözüm yoktur, ama diğer kitaplar hakkında seçim yaparak okumayı öneririm. Neden
mi? Her yazar kendinde olduğu kadar bilgiyi kitabına aktarır. Bazı yazarlar da
kendini kanıtlamak için kalemi eline alıyor. Böyle bir yazarın bilgisi veya
yazdığı yazı acaba ne kadar gerçekçi olabilir? Zamanımızdaki ‘post modern’
yazarlar ise bir moda yaratarak, içinden çıkılmaz bir bulamaç yapıyorlar. Çok
öğrenmek, zamanı boşa harcamamak için kitap seçerek okumayı öneririm.
Herkes için
bilinçlenmenin en geçerli yolu ise okumak, okumak ve okumaktır!.. Ama hangi
kitapları okumalı? Macera ve yaşam öykülerini anlatan romanlar, öyküler,
şiirler de okunmalı. Evet, yukarılara bu merdivenlerle çıkılır, ama bunlar
sayfa çevirmiş olmak için okunuyorsa, buna kitap okumak denebilir mi? Elbette
klasik denilen yapıtların bir özelliği ve öğretisi var. Bana göre esas okunması
gereken, yani kişiyi olgunlaştıran düşünsel ve fikirsel kitaplardır. Bu
kitaplar asla diğer kitaplar gibi okunmamalıdır. Düşünsel kitaplardaki bir konu
ilk okunuşta tam anlaşılmamış olabilir. Kitaptaki bir konuyu iyi anlayabilmek
için sayfayı, hatta paragrafı bile tekrar tekrar okunduğu zaman daha iyi
anlarsınız. Tekrarda fayda vardır. Kitap okumak, anlamak demektir. Okuduğun
kitabı anladığın zaman kitap okumuş ve bilinçlenmiş olursun. Yani kitabı okumuş
olmak için okudunsa, evvela kendini aldatmış olursun. Anlayıp ve yorumlayan
okuyan kitap okumuş olur. Kitaplar, tüm dünya bilgilerini senin masana getiren
en güzel kaynaklardır!
BİLİNÇ
Feyyaz Kadri Gül
Güvercinler
havalanır yüreğimizden
iç
huzurumuz varsa eğer
Şafağın
coşkulu sesine
ulanır
alın terimizin ışıltısı
Bilinçle
katılırsak dirime
meydan
okuruz ölüme.
ÇOCUKLARIN
Ahmet Yılmaz TUNCER
Koşuyor çocuklar
Mevsim mevsim
Karışmışlar
Bir rüzgârın içine koşuyorlar
Bir bomba düşüyor
Bir kurşun geçiyor
Gözlerinden
Acıyı pay ediyorlar
Lokma lokma
Geride kalan gözleri bakıyor
Yaşama doğru
Ve bakıyor bize doğru
Hiçbir dilde karşılığı yoktur
Bu acının her acı yiğittir
Çocukların acıları hariç
ADINI ARAYAN ŞİİRLER
Savaş Karaduman
Mavi mavi…/ dalga dalga…/ derin derin…
Ellerimde atıyor kalbi denizin
Martılar uçuşuyor başımda -aklımda sen-
Yüzümde serinliği esen rüzgârın
Seni seviyorum
Birazdan yükselir bir insan boyu
Köpürür, kudurur
Oltaya yakalanan balık
Ve terli, yorgun bir hayvan gibi soluk soluğa
Kendini kıyılara vurur dalgalar
Islaklığı kumlarda…/ kokusu saçlarında…
Seni seviyorum
Kasıp savuruyor rüzgâr
Yapraklarını kavak ağaçlarının
Canı kırık penceremden içeri dalıyor kış
Dam akıyor… Kar damlıyor…
Isıtmaya yetmiyor hiçbir şeyi nefesim
Son anda –tam da aşka buz kestiğim anda-
Sıcak iki göz oda gibi gözlerin yetişiyor
imdadıma
Donan su gibi afallayıp kalıyorum karşısında güzelliğinin
Saçlarına ne de güzel yakışıyor kar
-beyaz bir duvak gibi-
Seni seviyorum
Her yerde bahar
Her yerde çiçek;
Sarı, Kırmızı, Yeşil, Beyaz ve Mavi, Mor ve Ebruli
Dalında gelincik…/dalında narçiçeği
-Kırmızı sana
çok yakışıyor-
Seni seviyorum
“Al satarım bal satarım…/ yakan top” oynuyor
Tıpkı çocukluğumuz da ki gibi gökte yıldızlar
Seni seviyorum
Birazdan kararır… Karışır birbirine bulutlar
Gri ve siyah
Bir yıldırım aşk çarpar
Bir yağmur başlar
-Bir yıldız…/ bir yıldız…/bir yıldız daha kayar
gibi-
Damlasını döküp gider saçlarına
Saçlarında damla damla yıldız…
Saçlarında yağmur kokusu
Seni seviyorum
Birazdan başını uzatır güneş
Bulutların arasından sarı ve sıcak
Gürül gürül yanan sobaya elini uzatan çocuklar gibi
güleriz hep birlikte
Seni seviyorum…
Ağustos
2020
GENEL
Sanat dönemleri, birbirinden kesin çizgilerle
ayrılmayan ve ayrı ayrı düşünülemeyen bir süreçtir. Klasik, modern, postmodern
ve çağdaş sanat dönemleri, aynı düzlem üzerindedir ve birbiri içindedir; aynı
zamanda sırasıyla birbirinin devamı ve birikimidir. Bunları anlamak ve hak
ettiği biçimde değerlendirmek istiyorsak her birinin ayrıntısını ve
birbirlerine olan etkilerini; tarihsel bilgi, metinler arası ilişki, sanat
bilimi ve bilimler arası eşgüdüm altında incelemeliyiz. Sanatın öyküsü,
sanıldığı gibi basit bir öykü değildir; yaşam, nesne, evren, kültür, zaman,
düşünce, bilim, akıl ve teknoloji gibi her biri kendi başına ayrı görüngü olan
kocaman bir dünyanın bileşkesidir; birbirleriyle korelatif ve çoğunlukla
doğrudan ilişkilidir. Belirgin boyutlarının yanında belirgin olmayan boyutu,
fazla değişkeni ve karmaşık bileşenleri olan bir etkinlik alanıdır.
Sanatın hangi dalına neresinden ve hangi
zamandan bakarsak bakalım, imgelem-imge-imgelem formülüne göre çalışan
bir sistem buluruz karşımızda. Amaç, kapsam, biçim ve biçem olarak zamanla
değişiklik gösterse de özde, belirli bir yolu ve hedefi esas alır.
İmgelem-imge-imgelem süreci; şiir, resim, müzik… gibi tüm sanat eserlerinin
doğuma hazırlık safhasından doğumuna, imge ve iletilerini kurmaktan okurda
yeniden bir imgelem dünyası yaratmasına kadar izlenen yol olarak düşünmeliyiz.
Daha anlaşılır biçimde söylersek, sanatçının imgelem gücü ve zenginliği,
yapıttaki imge ve iletiler bütününü kurar; imge ve iletiler bütünü de okurla
karşı karşıya geldiğinde okur imgelem dünyasını oluşturur. Yapıtın yaratımından
izleyicide oluşturduğu estetik tavra kadar olan süreci anlatır. Yapıt,
izleyicide imgelem yaratma yetisine sahip olduğu sürece, varoluşunu ve estetik
değerini korur.
Bir sanat dönemi, bazı metinlerde geçmiş sanat
dönemini reddediyor gibi okunsa da genetik olarak geçmiş dönemin kodlarını
üzerinde taşır. Barthes, bunu
“metinlerarasılık” diye tanımlıyor[2].
Sanatın hangi alanı olursa olsun, geçmişten üzerine bir takım renk ve parçalar
giyinmiş olarak varlık bulur. Bunun anlamı; en ileri sanat ile en ilkel sanat
arasında mutlak bir bağıntı var demektir. Bu nedenle hiçbir sanat dönemi,
diğerlerinden bağımsız değerlendirilemez. Geçmişteki sanatın; devrine göre
imgelem yaratma yeteneği şu anki en ileri sanatın imgelem yeteneğinden daha az
olduğunu söyleyemeyiz. Tamamıyla insanın; bilgi, kültür, algı, düşün ve onu
yorum yeteneğiyle doğrudan ilişkilidir; yineliyorum, korelatif değil, doğrudan…
Başka bir deyişle ne kadar bilimsel, ne kadar düşsel ve ne kadar evrensel düş kurabiliyorsanız
sanatınız, o kadar çağın içinde ya da önündedir. Zamanın kültür birikimiyle ve
düşünce gücünüzle doğru orantılıdır. İşte biraz da sanat dönemlerine bu açıdan
bakmak gerekir. Çünkü kültür varlıkları bilimlerin öncülüğünde üretilir ve
bilimler de düşünce gücünün sonucudur; sanat da düşünce ve bilimin tasarımıdır.
Döneme ait biçim ve biçem; nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin, insanın
birikimi, yaşamı okuma biçimi ve kültür varlıklarıyla olan düşünsel ilişkisine
bağlıdır. Kandinsky, “Her sanat yapıtı, devrinin çocuğudur ve her devir,
kendine özgü olan ve bir daha tekrarlanamayacak olan sanat yaratır.[3]”
der.
Konumuz, sanatın zaman doğrusu üzerinde aldığı
değişimi/dönüşüm ve sanatsal bağlamda postmodern kavramını açmaktır. Buna bağlı
olarak gelecek dönemlerin açılımını yapabilmektir. Bu yüzden klasik sanat
döneminden başlayıp bir bütün olarak sanatın gelişim sürecine göz atmak,
anlaşılması bakımından daha sağlıklı olur kanısındayım. Sanatta postmodern
kavramı çok farklı biçimlerde tanımlanmış olması nedeniyle metinde, ağırlığı bu
döneme vereceğim. Postmodern sanat anlaşıldığında, çağdaş sanat ve evrimsel
sanat kavramları daha kolay düşüncemizde nesnelleşebilecektir. Modern,
postmodern, çağdaş ve evrimsel sanat yaklaşımı, birbirini bütünler bir süreç
izlediği görülecektir. Postmodern sözcüğü, çağın kültürü, insanının tutumu ve
düşünce sisteminin karşılığıdır bana göre. Bu da yirminci yüz yılın ikinci
yarısına denk gelir.
Sanat biçim ve biçemini belirleyen en önemli
etken; çağın kültürü, bilgi birikimi, skolastik, teokratik veya modern
düşüncesidir. İnsanlık tarihi de kültür ve düşünce tarihiyle anlaşılır hale
getirilebilir. Gerçeğe inanç yoluyla varacağını sanan insan ile gerçeğe bilgi
yoluyla varacağına inanan insan, haliyle biçem olarak farklı sanat üretecektir.
Sanat tarihine baktığımızda bu durum, kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık
görülmektedir. Öyleyse Klasik Sanat,
Modern Sanat, Postmodern Sanat, Çağdaş Sanat ve Evrimsel Sanat dönemlerinden
sırasıyla söz edelim. Aralarındaki süreklilik, ilişki ve korelasyona göz
atalım.
KLASİK SANAT
Klasik sanat, imgeleriyle dış dünyaya
benzemeye ve yaşam koşullarına uyum amacı taşıyan bir sanat biçimidir;
mimetiktir; gerçeği birebir yansıtmadır. Nesnenin ve imgenin ötesine açılmak
gibi bir ufku yoktur. Din ve öğretilerin direktifine göre yön alan; bunları
kanıtlama, güçlendirme çabası taşıyan; konusu genellikle yaşamın üst
tabakasından alınan bir sanattır. Bugünkü bilgi ve görgümüzle klasik sanat
anlayışı, basit bir durum gibi gelebilir. Ne var ki bu durum, bugünün sanatına
temel oluşturan bir dönem ve çabaların tümüdür. Hakkını vermeliyiz. Uzun yıllar
almıştır yolculuğu. Yılların birikimidir ve bütün değerlerini en ileri sanat
dönemi içinde var kılmıştır. Bu yüzden klasik sanat, temeldir. Temel ilkeler taşır
ve mutlaka her sanatçının yolu düşmelidir. Belki de klasik diye
isimlendirmesinin altında yatan gerekçe budur. Sanat dediğimiz görüngünün temel
taşıdır; diğer dönem ve akımlar buradan ışık alırlar… Yeni klasizm, romantizm
gibi içindeki akımlar modern sanata evrilmeyi hızlandıran yaklaşımlardır.
MODERN SANAT
Modern
sanata karşı uygun tavır alamayan, reddeden, anlamsız gören, kendince bir yere
koyamayan; aydın ve sanatçılar olmuştur; hâlâ da vardır. Skolastik, teokratik
veya ideolojik düşünce kalıplarını kıramayan büyük bir çoğunluktan; perspektif
anlayışı ve kuralların biçim değiştirmesini; gerçeküstü ve soyut sanat
dünyasını; lojik olmayan nesnelerin sanatta yer bulmasını; metafizik tavrını,
estetik değer yargısının bilim, sanat, bilgi ve kültüre koşut değişimini; kısa
bir zamanda anlamasını bekleyemeyiz. Klasik sanat dönemi, binlerce yıl sürmüş
bir dönemdir. Modern sanat döneminin bir çağa sığması büyük bir gelişme ve hız
olarak görülmelidir. Kendisinden tatmin olmayan modern sanat anlayışı, bir asır
sonra postmodern kavramını öne sürmüştür; daha doğrusu evrilmiştir. Normal bir
gelişmedir. Sanat, düşünce ve düş gücünün ürünüdür. Bunca bilimsel ve
teknolojik gelişmeden, insanda yarattığı travma veya yarardan sonra, varlığın
ve nesnenin insandaki anlamı ve ona vereceği görünüm, değişime uğrayacaktır. Bu
da yetmeyecek, başka biçim ve biçeme yönelecektir. Sanatta keşifler dönemi,
henüz yolun başında dersek yanılmış olmayız; insanın bilinciyle daha doğrusu
toplam aklıyla koşut bir durumdur.
Modern sanat döneminin ayrıntısına
girmeyeceğim. Ancak, modern sanatın bileşenlerinden en önemlisi; tanrısal dünya
görüşünün daha teknik ve bilimsel bir dünya algısına dönüşmesidir. Bununla
birlikte gündelik yaşamın, sanatın ilgi alanına girmesidir. Bu bakıştan yola
çıkarak; dışavurumculuk, izlenimcilik, kübizm ve sürrealizm… gibi akımlar,
sanata çok ama çok geniş uzam kazandırmışlardır. Bu akımlar, bugün bile her tür
sanat dalında yer bulmuş ve onlara önemli alan kazandırmayı sürdürmektedir.
Bunları, modern sanatı var eden akımlar olarak veya postmodern döneme bir
hazırlık olarak ele almak yetmez; aynı zamanda çağdaş ve evrimsel sanat[4]
dönemlerinde de etkisini sürdürecek ve değerlerini yaşar kılacaklardır. Her ne
kadar biz sanat dönem ve akımlarını, tanımlamak için birbirinden ayrıymış gibi
düşünüyor olsak da onlar, bir bütündür ve bütüncül bir etkileşimle bulunduğumuz
çağın sanatını ortaya koyarlar.
Modern sanat dönemi; keşiflerin, icatların, sanayinin, aydınlanmanın, bilimin ve bilginin hızlı yükselişe geçtiği teknolojik bir zaman tünelidir. Her şey kısa bir zamanda değişti ve bu değişim; savaşlardan sanata, insandan yaşam biçimine kadar büyük bir devinimi ortaya çıkardı. Bu değişimin ortaya koyduğu sanat da haliyle bu duruma uyum sağlamak zorundaydı ve öyle oldu… En temel kural, değişimin değişmezliğidir. Bilgi, bilgiyi üreterek daha yaşanabilir bir dünyaya yönelir ve sürekliliği sağlamaya çalışır. Modern sanat da bu kervanda yerini almış ve kendini postmodern bir isimlendirmeyle sıra dışı gereç, dijital teknoloji ve yapay zekâya uyum için hazırlığa başlamıştır.
POSTMODERN SANAT
Postmodern kavramı; pek çok şeyi parçaladığı,
yıktığı, reddettiği, bazı öğreti ve düşünce kalıplarına karşı durduğu, bilim ve
aklı reddettiği gibi konular üzerinden yoğun eleştiriye gebe kalmıştır. İlk
bakışta enine boyuna sorgulanması gereken bir olumsuzluk gibi geliyor. Karşı
durmak ve onu olumsuzlukla suçlamanın atında yatan gerçek başka bir şey
olabilir mi? Geçmişe bağlılığın, öğretilerin statikliğine sığınmanın,
inançların kesin doğrularına bürünmenin, bilimin hızına ayak uyduramamanın,
sanatsal ve kültürel kabullerin sabitliğine dayanan kolaycılığın; olağan bir
görünümü olabilir mi? Bu kavram, var olan cari kültür, düşünce biçimi ve dünya
görüşünü tanımlayan bir sanat dünyasının isimlendirmesi değil mi? İçinde
yaşadığımız kültüre, düşünce sistemine, toplumsal dünya görüşüne hayır deme
şansımız var mıdır? Postmodern sanat diye adlandırıyorsak bunun bir gerçekliği
kesinlikle var demektir. Nesini anlamıyoruz, nesini olumsuz görüyoruz ve nesine
karşı duruyoruz ki postmodern kavramının?
Kim hangi biçimde ele alırsa alsın, sanatın en
önemli özelliği; özgürlük ortamında, özgün ve imgelem gücü oranında
yaratılmasıdır. Bu ortamı önümüze koymaya çalışan; daha güçlü ve zengin bir
imgelem yetisine uzanan; sanatta sınırsızlığa, sonsuzluğa, kuralsızlığa daha yakın
duran; adına da postmodernizm denen olgu; kaos çağının hayranlık verici
düşünsel bir cüretkarlığıdır. Anlamsız sınır ve kalıplardan, düşünceyi
kırılmazlığından kurtarmaya çalışmak; postmodern hareketin yörüngesidir ve
olumsuzluk olarak görülmemelidir. Postmodernizm gibi açık uçlu ve değişkenleri
çok karmaşık kavramları, görmek istediğiniz biçim ve anlamda
yorumlayabilirsiniz. Ancak şunu unutmamak gerekir: Postmodern sanat; bilim ve
sanattaki kalıplaşmışlığı kırmaya, gerçekte olmayan ilişkilerden üretilmiş iki
kutuplu dünyanın tehdidini bertaraf etmeye, aklın sınırlarını zorlamaya ve
insanı daha özgür bir sanat ortamı aramaya yönelten bir çabanın öyküsüdür.
Bilim ve bilgiden köklü bir kopuşu değil; günün bireyinin kabul edebileceği
ussal işlevi ve yaşam gerçeğini bulmak için farklı seçeneklerin de ele alınması
gereğini öne sürme girişimidir. Bunun yanında, pozitivizmim tıkandığı noktadan
hareketle; insanlığı, doğayı ve yaşamın niteliğini yok eden çözümsüzlüğe karşı
çıkış yolu arayan bir düşün biçimidir. Gencay Şaylan, Postmodernizm[5]
kitabında Suzan Sontag’dan bir alıntıda; “Postmodern kavramı, kültür ve
sanat alanında yeni bir duyarlılığı anlatmak için kullanılmıştır” der.
Rasyonalizm artık rasyonel değildir. Türkçeye çevirelim; gerçekçilik artık
gerçek değildir! Aklımızın kurabildiği kurguya göre biçim alan bir gerçekliğe
doğru evriliyoruz.
Gerçeği, bilgi ve onun gücünde bulacağını
gören kuşaklar, yıllar önce ortaya atılmış inanç sistemlerini, öğreti
kalıplarını; sanat anlayış ve kavrayışını; isteseniz de istemeseniz de
sorgulayacaktır. Günümüzün zeki bireyleri, epistemolojik olarak üstünlük
sağlamış düşünce, inanç ve öğreti kalıplarını, çağın bilgisiyle sorguladığında
pek çoğunun anlamsızlığını görecek kadar zihinsel evrim geçirmiş durumdalardır.
Bu; gelişim, dönüşüm ve değişimin normal bir sonucudur. Onları, kalıplara
sığdırmanız ve kurallar bütününe hapsetmeniz olası değildir. Postmodern
anlayış, yirminci yüz yıl ikinci yarısının ürettiği kültür, bilim, sanat ve
düşünce dünyasının birebir görünümüdür. Kurallı aklın önündeki engelleri silip
süpürüp, sanatsal bağlamda insana özgürlüğünü vermekten başka çabası yoktur
aslında…
Çok yerde yazılıp çizildiği için şu konuya
değineceğim: Genç kuşaklar, postmodern sanata uyumu nedeniyle sürekli suçlanmış
ve bu suçlama bugün de sürmektedir. İçinde yaşadığımız kültürü ve o kültürü var
eden çocukları, anlamsız görmek ya da suçlu bulmak, kuşakların kötülüğünden,
yanlışlığından değil; o kuşağı anlayamama sıkıntısından kaynaklanıyor. Tıpkı
bugün olduğu gibi her olumsuzluğu yaratan, inanç adına yaşamları yok eden,
davam diye sözde savunduğu öğreti için diğerine kurşun sıkan, kötülüğe kucak
açan, insanlığı açlığa sürükleyen, savaşlara, teröre ve şiddete başvuranlar;
günümüzün karar vericileri yani büyükleri değil midir? Öyleyse genç kuşakları; aklını kullanıyor,
birey olduğunu göstermek için diretiyor, istediğine inanıp istediğini reddetme
özgürlüğünü arıyor, savaşlara hayır diyor, ekolojiye sahip çıkıyor, inanca ve
düşünceye saygı duyuyor, yaşama hakkına dayatılan sınırları reddediyor ve
özgürlüğüne sahip çıkıyor, sanatta yeni biçim ve biçem deniyor diye, olumsuz ve
suçlu mu görmeliyiz? “Gerçek, kurgudan
ibarettir” diyen bir hiperrealite duruyor karşımızda. Arkamızdan gelen kuşak,
bu hipergerçekliği yakalayabilen bir beyne sahiptir. Haliyle sanatsal
etkinlikleri farklı olacaktır. Sanatla, yaşamla ve bilimle olan ilişkilerine
dönüp bakmayacak mıyız? Dönüp arkanıza bir bakın sağduyuyla. Çoğu mutlak
doğrularımız, yalan olmanın ötesini aşmış ve gülünçlük düzeyine yükselmiştir.
İşte Postmodern kavramı, olumsuzluklara zekice
karşı duran, aklın sınırlarını zorlayarak çıkış yolu arayan ve insanın
özgürleşmesinin önündeki engelleri kaldırmaya çalışan bir anlayışın ortak
söylemidir. Öküzün altında buzağı aramanın bir gereği yoktur; biyolojinin
evrimsel olduğu kadar kültür ve sanat da evrimseldir. İnsanlık; belirsizlik,
görecelilik, rastlantısallık veya öznelerarasılık gibi kuramların anlaşılabilir
duruma evrildiği bir zamanda daha farklı bir açıdan düşünmek zorundadır. Bu
yüzden sanat, çağı yakalamaktan öte çağın önünde olmazsa anlamsızlığa itilir,
estetik değer üretemez ve asıl amacına hizmet edemez. Aydınlanma tasarısının
bir sonucu olmakla birlikte bu tasarıya omuz veren önemli bir bileşendir. Ne
bilimin içine sığdırabilirsiniz ne de bilimin dışında düşünebilirsiniz; ne
doğrusal mantığa sığdırabilirsiniz ne de mantıksızlıktan arındırabilirsiniz.
Artık aklın ve düşün tasarımlayabildiği alan, sanatın döl yatağıdır.
Modern sanat anlayışına göre biraz daha
kuraldan arındırılmış, sert kalıplardan sıyırılmış, sanatın olması gereken
sınırsızlığa ve sonsuzluğa yönelmiş olması, gerek sanat bağlamında gerek
toplumsal olgu ve olaylar bağlamında toplumsal kültüre nasıl bir zararı
olabilir? İleride ele alacağım ancak
yeri gelmişken belirteyim; çağdaş sanat bunların pek çoğunu silip atan bir
yaklaşım içindedir. Ona ne diyeceğiz? Bana kalırsa postmodernizm; aklın, daha
kapsamlı bir düşün evrenine evrilmesi için ele avuca sığmaz gibi görülen; gerçekte
aklın ve bilimin kendi yarattığı gerçeklikten yola çıkan; olağan bir
süreçtir. Çağdaş sanat anlayışının satır aralarını ayrıntılı okuduğumuzda, bizi
bu yoruma götürmektedir. Akıl evrildikçe yeni yeni gerçeklikleri
keşfetmektedir.
Örneğin, postmodernizmi kucağımıza bırakan
dizgeye şöyle bir göz atalım: İletişim ve bilgi işleme teknolojilerinin hızla
güçlenmesi; sanatın görüntüden ışığa, dilden harekete kadar yeni boyutlar
kazanması; küreselleşme ve onun getirdiği ekonomik ve politik sistem; öğreti ve
din gibi düşünce kalıplarının tutuculuğu ile bağlayıcılığının kırılması; kültür
varlıklarının çeşitliliği, mal hizmet ve diğer objelerin üretimi yüksek ve
ulaşımının kolay olması; soyut anlatımın baskın hale gelmesi, metafizik
perspektife yönelmesi, tüketim kültürünün yükselişi ve metaaya dayalı sosyal
yapının güçlenmesi; aklın ve bilimin daha evrimsel bir tutum takınması;
toplumların düş ve düşün dünyasını kısıtlayan ancak gerçekte “olmayan
ilişkilerin” artık sorgulanabilir olup yok sayılıyor olması gibi; daha pek çok
etken gösterebiliriz. Özet olarak söylersek bunların hepsi, akıl ve bilimin
ortaya attığı yeni bir gerçekliktir; ileri gerçekliktir. İleri gerçekliğe karşı
alınacak önlem, asıl bizim mücadele edeceğimiz alandır. Aslında postmodern
girişim, yaşadığımız çağı daha iyiye götürme ve ona estetik değer giydirme
çabasından başka bir şey değildir. Önümüze dikilmiş bir görüngünün suçlanması
değil; ona, sanatsal ve düşünsel anlamda çözüm üretilmesidir doğru olan. Peki,
var mı çözüme yönelik bir girişim?
Çağdaş insan; öğreti ve inançların kurguladığı
sistemi, toplumlara iyi bir yaşam yerine yaşama hakkı bile tanımayan
uygulamaları, özgürlüğüne izin vermeyen sistemleri, kalıplaşmış sanat
anlayışını; ayrıntılı bir şekilde sorgulamak zorundadır. Gerçekliklerin daha
farklı gerçeklikleri doğurması ve bunların farklı ilişkilere evrilmesi için,
düşün ve tasarı gücünü kullanıp çıkış yolu arayacaktır. Sanat alanında da bu
arayış sürecek; aklın, bilimin ve kültürün gücü kadar farklı ve farkındalıklı
sanat üretme yoluna gidecektir. Onu, akla uygun olmayanın içine koyamazsınız,
isteklerini bastıramazsınız ve istencini sınırlayamazsınız. Örneğin, Türk
şiirinin bugün bile tutucu tavra maruz bırakıldığını, devrimci görünmesine
karşın baskı ve şiddet üreten dilini veya tam tersi tebliğ mantığı taşıyan
irşat dilini, elbette sorgulayıp zamanla sanatın gereğine uygun olarak
düzenleyecektir. Aslı olmayan ilişkilerden payını almış bu bileşenler, zekânın
sorgulama alanına girecek, hastalığı ve işe yaramazlığı er geç görülecektir.
İşte postmodern anlayışın yelpazesi sanat yoluyla bunları süpürüp atmaya
yönelir. Her ne kadar direnirseniz direnin, donanımınız bu süreci engellemeye
yetmez. Toplam akıl ve toplam algıyı kullanan bir süreçtir.
Tutuculuk, şiddet ve bağnazlıktan
kurtulamayanların; postmodernizmin mantığını okuyabilmeleri olası değildir.
Postmodernizmi kavrayamamak ve doğurduğu sanatı anlamamak; zamandan, uzamdan,
bilimsel ve sanatsal gelişmelerden uzak kalmış olmak demektir. Nasıl bakarsanız
bakın bu, yeni bir gerçekliktir; kavranması zor bir gerçekliktir. Daha açık
söyleyelim; gerçek ötesi de denilen yeni bir gerçekliktir. Sınırı, kapsamı ve
uzamı; aklı zorlayacak kadar geniştir. İnanç ya da öğreti kalıplarının
belirlediği düşünsel alan; artık çok dardır ve insan içine sığamıyor. Lojik
sistemlerle lojik olmayan sistemler birleşerek, yeni bir gerçekliğe evriliyor
ve kaotik bir yapıyı önümüze koyuyorlar. Asıl soru şudur: Post-truth diye ifade
edilen “yeni gerçeklik” karşısında; sanatın, daha özelde söylersek şiirin,
resmin, öykünün; nasıl bir biçim ve biçeme ulaşacağıdır. Ülkemizde elliye yakın
güzel sanatlar fakültesi olan bir üniversite sisteminden, elle tutulur kuram,
düşünce, evrensel anlamda sanatsal bir yenilik ortaya çıkmıyorsa nasıl
düşünmeliyiz? Bunun gibi sorgulanması gereken bir yığın sorun vardır.
Yadsımanın, suçlamanın, o öyleydi bu böyleydi diye hor görmenin hiçbir anlamı
yoktur. Gözümüzün önünde yeni bir gerçeklik, kılıcını çekmiş üstümüze yürüyor.
Ya siz ne yapıyorsunuz?
Postmodern sanat, kendini tartışılır kılıp
yerini, çağdaş veya güncel sanat dediğimiz yeni bir görüngüye bıraktı.
Postmodern sanatı anlamadıysak çağdaş sanata nasıl bir tepki üretmeliyiz?
Anladıysak nasıl bir sanata doğru yönelmeliyiz? Kritik soru budur. Biraz
eleştirel konuşalım bu aşamada. Okuma oranı düşük bir toplumuz; şiiri ve sanatı
genellemelerle tanımlamaya çalışan bir geleneğimiz ve bilgi noksanlığımız var.
Bilim, bilgi, kuram, estetik dediğimizde herkesin kaçıştığı bir sanatçı
kalabalığında varlık bulmaya çalışıyoruz. Gelenek ve tanınırlık odaklı
etkinlikler silsilesi süregidiyor. Ne yazık ki sanatçılar; genellemeler,
yinelemeler ve geçmişe öykünmelerle kendine yer bulmaya çalışıyor; en azından
şiir sanatı için durumun böyle olduğunu net olarak söyleyebilirim. Usta çırak
yöntemi öğrenmeye çalıştığımız bir şiir dünyasında, postmodern sanat ya da
çağdaş sanat kavramlarını kullandığımızda kuantum fiziğinden söz ediyoruz gibi
bakılmaktadır. Lisans eğitiminden en ileri aşamasına kadar akademik eğitimi
olan sanat alanları vardır; resim gibi, edebiyat gibi… Bu alanlardaki
akademisyenler, postmodern sanat anlayışında şiirin takınacağı tavra ya da
çağdaş sanat dünyasında öykünün takınacağı tavra, ilkeler bazında nasıl bir
katkı sağlamışlardır? Bugüne kadar okuduğum inceleme, makale, tez ya da
bildiriden; ciddi anlamda yararlandım, sanat algıma çok katkısı oldu, beni
çağdaş sanata uyumun konusunda ikna etti dediğim doyurucu bir çalışma
görmedim. Baudrillard, Faucault, Lyotard
gibi düşünürler bir şeyler söylemiş, bizim akademik kadrolar ve öykünmeci
edebiyatçılar; söylenenleri doğrulama görevi üstlenmişler; yığma ve tercüme
bilgiyi genelleyerek koca bir sanat alanını tanımlamış görünüyorlar. Acı ve
gerçek; yineleme, doğrulama ve genelleme.
Postmodern anlayış; kanonun kırılmasını,
bağlamın koparılabilmesini, kural ve ilkelerin kabulden ibaret olduğunu ve
bunların dışında daha özgür sanat yapılabileceğini anımsatan bir girişimdir.
Sosyo-politik, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel sistemin mengenesinden insanı
kurtarmaya yönelen bir çabadır. Öğretilmişliklere, dayatılmışlıklara kafa tutma
girişimidir. Tanımsız, bilime bile karşı, benim davama hizmet etmiyor gibi Orta
Çağ söylemleriyle; küçümsenecek ve göz ardı edilecek bir gerçek karşısında
olmadığımızı görmeliyiz. Kalıcı, tutarlı ve çağın sanatını üretmek istiyorsak
donanımlı olmak ve her açıdan bakmak zorundayız. Yetmez; gelecekte sanatın
alacağı biçim ve biçemi okumanın yollarını aramalıyız.
ÇAĞDAŞ SANAT (GÜNCEL SANAT)
Çağdaş sanatın endüstriyel ve ticari yönünü
ölçüt olarak değil; eleştirel bir konu olarak ele alacağım. Bunları, ölçüt
olarak ele aldığımızda sağlıklı değerlendirme yapamayız. İkincisi, çağdaş sanat
hakkında hangi düşünürün ne dediği veya kimin nasıl baktığını, bilgi bazında
dikkate alacağım. Bağımsız ve sağduyuyla yorumlayabilmek için, geçmişte
üretilen bilgi, deneyim, metinler arası ilişki ve bilginin tarihselliğine
yaslansak da sanat bilimi ve diğer bilimlerin eşgüdümüyle konuyu farklı bir
açıdan ve yeni bir gözle yeniden değerlendirmeliyiz. Ego, endüstri ve ticarete
dönüşmüş bir sanat olgusu; algı ve kültür yapılandırmalarıyla birlikte bütün
kozlarını kullanarak karşımızdadır. Açıkçası çağdaş sanat kavramı, meta
değeri aşırı şişirilmiş ancak sanat değeri olmayan objeleri izleyiciye yüksek
sanat diye yutturma zanaatı haline dönüşmüş bir kabuller dünyasıdır. Bu
yüzden, konuya sanat bilimi gözünden bakmalıyız, olabildiğince nesnel ve
bilimsel davranmalıyız. Bilginin, şaşırtıcılığın, sınırsızlığın, yaratıcılığın;
üst teknolojiyle sıkı ilişkisidir çağdaş sanat. Bu yüzden, sanatla sanat
olmayanı birbirinden ayırmak zorlaşıyor. Sanatın geleceği için, sanatla sanat
olmayanı zor olsa bile birbirinden ayırmanın gerektiğini düşünenlerdenim. En
azından estetik değere sahip, insan emeği, özgün ve biriciklik ilkelerine sahip
sanatı öne çıkarmalıyız. Yapay zekâ ve üst teknoloji aygıtları, bizim sanat
dediğimiz her şeyi üretebilme yeteneğine sahiptir ve daha iyisini yapabilecek
donanıma ulaşacaklar. Gelecekte ne olacak peki?
Gelecek, bunların seri üretimiyle endüstriyel bir sektöre dönüşeceğini
gösteriyor.
![]() |
Yaşar Özmen, Aşık 80X60 |
Sanat, içinde bulunduğu çağın; algı, anlama,
düşünme, açıklama edimlerine göre biçim ve biçem kazanır. Günümüze kadar gelen
süreçte, kendine özgü ölçüt, ilke, disiplin, bilgi ve kuramsal dayanakları
olagelmiştir. Bundan sonra da olacaktır; ancak akla ve estetik beğeniye koşut
değişim ve dönüşüm göstereceğini söyleyebilir miyiz, tartışmalıdır. Sanat;
postmodernist görüşle birlikte, biçim, biçem, yöntem, yordam, teknik ve malzeme
açısından oldukça değişti ve bu değişim sürüyor, sürecek. Özellikle teknoloji,
yapay görüntü ve yapay zekâ, sanatın tanımını zorlayan aşırılığa yol açtı ve
doğrusal mantığı altüst etti. Malzeme, biçim, biçem, teknik ve diğer etkenler
bir yana, aynı zamanda izleyicinin sanata bakış biçimi de değişti, diğer
taraftan yozlaştırıldı. “Sanat, sanatçının belirlediği şeydir” gibi garip bir
söylemle her tür objeye sahte yapıt süsü verildi ve verilmeye devam ediyor. Bu
yolla, çağdaş sanat diye adlandırılan yapıtlar, algı yapılandırma teknikleriyle
devasa bir pazarın malzemesi haline dönüştürüldü. Avelina Lesper, “Her tür
objeyi sanat eseri olarak sunarsanız, sahte değer biçilmiş olan, estetik ve
kuramsal dayanağı olmayan her eşyayı ticaretin aracı durumuna sokarsınız”
diyor. Sanatsal değere sahip olmamasına karşın bu tür objelerin değer kazanç
oranı, astronomik rakamlarla ifade edilir duruma geldi… Sanatın gerçek amacı
dışına taşan, estetik beğeni ve estetik yaşantıya hizmet etmeyen, kazanç
hırsıyla ticarete yönelen bir sektör konumuna dönüştü.
Burada şunu söylemeliyiz: Sanat bilimine uzak
sanatçıları, özellikle izleyici ve yapıt alıcılarını; objenin göz doldurucu
yanlarını kullanarak veya sanatsal kavramların ardından dolaşarak ikna etmek
için sayısız gerekçe, teknik ve yöntem üretilmiştir. Oyuna gelmemenin bir tek
yolu vardır: Sanat bilimine egemen olmak. Özellikle sanat bilimi içindeki
estetik bilimi, parametresi ne kadar çok ve karmaşık olursa olsun az çok
estetik değer taşıyıp taşımadığını size söyler. Sanat bilimi, sanatla sanat
olmayanı ayırt etmenin en tarafsız bilgisidir günümüzde.
Çağdaş sanat, bana göre bir dönemi değil; bir
tarzı, yöntemi temsil ediyor. Dalına göre anlık duruma odaklı, bir kanona bağlı
olmayan, aklın kullanabildiği her tür malzemeyi yapıta giydiren, sanat
dallarını iç içe kullanan, sınır, koşul ve kural tanımayan, bunlarla birlikte
çağın estetik algısını karşılayan estetik değere sahip yapıt üretme yöntemidir.
Ekonomik kaygıyı ve yararcılık yaklaşımını ayrı tutarsak, çağdaş sanat
anlayışı, bir anlamda bilgi, akıl, teknoloji ve yaratıcılığı en üst düzeyde
kullanabilen, sınırları sonuna kadar zorlayıp yeni bir şey üretme çabasıdır.
Postmodern anlayış; kural, biçim, biçem, yöntem ve tekniğe yeni bir bakış
getirmiş ve düşünce bazında çağdaş sanatın altyapısını hazırlamıştı zaten.
Fotoğraftan videoya, resimden görüntüye, performanstan enstalasyona kadar
değişim ve tekniğin hazırlığıydı bu.
Bugün anladığımız şekliyle söylersek çağdaş
sanat; insan, nesne, teknoloji, akıl, dijital dünya, sanal dünya, metafizik
dünya, gerçek ve gerçeküstü dünya gibi her tür olanak, boyut, teknik ve varlığı
kullanan; kural, kanon ve bağlamın sınırlarını reddeden; sanatçının bilgisi,
kültürü, aklı, teknoloji kullanma ve yaratı yeteneğinden doğan sistemin adıdır.
Durum böyle olduğuna göre, şimdi ne olacak? Sanatın işi insandır; buradan yola
çıktığımızda sanatın diğer işi gelecektir. Çağdaş sanat anlayışı, bugünü kapsamına
alan bir tanımdır; ya sonrası?
EVRİMSEL
SANAT
Kabul edilmelidir ki sanat dönemleri ve
...izm’li sanat akımları, deneyimsel bilgi zenginliği, görme ve sezi yetisi ile
sanatsal gelişmelere evrimsel bir devinim kazandırmışlardır. Sanatçı bu
akımların ürettiği bilgiye dayanarak görme ve sezi yetisini güçlendirmiş,
beklenenden daha hızlı gelişen bir sanat evrenine girmiştir. Artık çağımızda
parça bölük bilgilerle tanımlanması olası olmayan, çok boyutlu ve açık uçlu,
aklın sınırlarını reddeden bir sanat yaklaşımını kucağımıza bırakmıştır.
Bugünün sanatı ve sanat anlayışını, ancak ve ancak “evrimsel sanat” gibi
küresel ve evrensel değerler dizgesini içeren yaklaşımlarla anlaşılır duruma
dönüştürebiliriz.
Artık aklın yolu bir değildir; aklın yolu
birden çoktur. Doğrunun doğruluk değeri açık uçludur. Görecelilik, belirsizlik,
rastlantısallık ve öznelerarasılık gibi kuramlar, bilime ve kültüre bakış
biçimini değiştirmiştir. Yıllardan beri doğru kabul edilen ama bugünün
bilgisiyle yanlışlanabilen kuramlar ve fizik yasaları bunun en açık delilidir.
Biz biliyoruz ki henüz bizim gerisinde olduğumuz, düşünce gücümüzün dışında
kalan bir mantık ve düşün dünyası (nesnel ve gerçeküstü) vardır; biz bunları
günümüzde ne işleyebilecek ne de anlayabilecek bilgiye sahibiz. Bilinç ve
zekânın bunları tanımlayabilecek seviyeye ulaşmasını, yani evrim sürecini
beklemek durumundayız. İşte “evrimsel sanat” dediğim yaklaşım bu soru ve
sorunlara şimdilik yanıt oluşturabilecek bir değerler dizisi olarak
durmaktadır.
Günümüz insanının sınırsız yaratıcılığı,
bilimsel verilere dayalı beyninin çalışma gizilgücü, çalışma ve iş görme
yeteneğinin sınırsızlığı, sanatı çok daha farklı boyuta, gelecekte ön
göremeyeceğimiz bir biçim ve düzeye çekeceğinin habercisidir. Dijital ve
bilgisayar teknolojisinin olanakları, yapay zekâ, sanal dünya tasarımı, ses ve
görüntü teknikleri gibi çağın kazanımları, sanatı artık benzer biçim ve
biçemlerden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle, bugün el birliği ile benimsenen
“çağdaş sanat” tanımının, sanattaki bu hızlı dönüşümü ve gelişimi, daha doğrusu
evirilişi; karşılamakta yetersiz kalacağı kesindir.
Sanattaki baş döndürücü gelişmeler; aklın
gelişimi, bilimin evrilişi ve teknolojinin büyümesi ile eşgüdümlüdür. Sanatın
üç boyutta genişlemesi; bilgi ve yayımın yüksek devinime sahip olması; sanatsal
bilgi, teknoloji ve bilimsel olgularla açık uçlu bir evrenin tasarlanması;
sanatsal süreci yeni bir tanıma zorlamaktadır. Sanatta gözlenen bu sonuçlara
göre, tüm sanatın edimlerini, dönüşümünü, gelişimini anlatan sanatsal kuram ya
da yeni bir tanım getirmekte yarar olduğunu değerlendiriyorum. Böyle bir
devinim, değişim, dönüşüm ve gelişimi karşılayabilecek, onu açıklayabilecek,
açık uçlu olmakla birlikte her şeye yanıt verebilme olanağına sahip olacak
tanım, ancak ve ancak “Evrimsel Sanat Yaklaşımı” olabilir.
Klasik, modern ya da çağdaş gibi kavramlar
geçmişe göre bulunduğumuz zamanın devinimini anlatırlar; oysa evrimsel kavramı,
bugünden öncesini, bugünü ve bugünden sonrasının sonsuzluğunu, olay ve
olguların var olan doğal ve yapay devinimle koşutluğunu anlatır. Evrim sözcüğü,
sadece canlılardaki fizyolojik değişim ve koşullara uyumunu anlatmaz; aynı
zamanda bilincin; değişim, gelişim, dönüşüm gibi eylemlerini anlatır. Bu
düşünceden yola çıkarak: Evrimsel sanat yaklaşımı, her sanatsal edim
çoğulluğuna, bilim, teknoloji, yer ve zaman boyutu ile bunları başka bir açıdan
görme gibi her tür sanatsal gelişime ve yaklaşıma yanıt verebilme olanağına
sahiptir. Bir anlamda evrimsel sanat yaklaşımının; sanatta limitin olmadığını,
düşün ve zihinsel etkinlik ile bilincin sonsuzluğunu ve sınırsızlığını anlatan
bir bütünlük olduğunu düşünüyorum.
Şimdi asıl soruyu soralım: Sanat, çağdaş
sanatın da ilerisine evrildiyse biz bunun neresindeyiz? Yirminci yüzyılın
dikte ettiği formlarla durağanlaşmış ve modern sanatı bile anlamamış yazın
temsilcileri, doğruyu söylemek gerekiyorsa bugün baş köşelerde oturuyor.
Sanatla değil; birbiriyle uğraşıyor, üretilmiş bilgiyi yineliyor; farklı bir
şey söyleyenleri de anlamamak için direniyor. Bir kısmı da “böyle sanatın
içine…” mantığıyla lanet okuyarak geziniyor. İnsan ne kadar
bilinçliyse, sanat da o kadar çağdaştır. İnsan ne kadar aklını kullanıyorsa,
sanat da o kadar evrimseldir. İnsan ne kadar insansa, yaşam da o kadar
yaşanasıdır… Tersinden diyelim; sanatın çapı, insanın aklı ve sevgisi kadardır.
Kısacası sanatçının okuduğu dünya, tartışması, eleştirisi, yapıtı, yorumu ve
birbirine karşı tavrı; toplam niteliği kadardır…
2 Eylül 2020 Narlıdere/İzmir
BENLE BİZE GİDELİM
Yaşar Özmen
Nasılsa
öyle olsun işte biz benle evdeyiz
Akça
kadınlar kendilerini gizlesinler ayıplarında
Yangınlar
ortasında sıska birer çalı çırpıyız
Yansak da
sizlerin umurunda değil, bilenlerdeniz
Ne zaman
ki başınız sıkışırsa anımsanacağız
Biz bize
yeteriz de “bizde” ben de var mıyım, bilemeyiz
Can alıcı
öyküler geçelim, yaşanadursun dehlizlerde
Kelleler
semiredursun kulpundan tuttuğu teknelerde
Akıl almaz
bulgu bunlar, sığdırılır yasalara ne güzel
Bilirsin,
kibir sığmaz egemenlik dersinde kefelere
Topuzundan
alır her kantar oynaklığın gücünü
Ayırgılar,
kayırgılar, yanılgılar yanılmazlar
Gün gelir
mahzende kabuklarını soyarlar tertemiz
Her
tarağın oynak bir açısı vardır saçlarını tararken
Tara
saçlarını aklım; benle bize gidelim, umut bekler bizi… Nis-May 2020
KÖR SABAH
Bahri Loş
Toprağı
incinmiş şehirlerden geçerken
Uykusu
kaçmış günlere konuk
Yüzü dünya
ağrılarıyla tütsülenmiş analar
Meğer
uçurum saklıymış bana
Yarının
merdiveninde bir nokta
Bu gölgede
büyüyenler ne çok
Ne yana
dönseler
Tedirgin
bir yok oluş başlar özlerinde
Büyür
incinmiş yankıları
Sevmek
rezil bir sokaktır
Ve
gölgesine sığınıp da
Düze çıkan
her şey
İnsanların
elleriyle kirletilmiş
Kör
sabahlara kapı
Kendime
yol
Şehri bir
uçtan bir uca adımlarken
Durma
alameti göstermiyor hiçbir şey
Alabildiğine
yorgun evren bile
BİR ALEVİN KIVILCIMLARINDA KÖRELDİM
Rıdvan Yıldız
Gitmek
bir kış gecesi kadar soğuk
Gitme,
üşümek istemiyorum dar geçitlerde
Ve
ayrılık ölümden kahırlıdır
Binlerce
uçurum geçer içinden
Taze
menziller biriktirdim
Tanrısı
olmayan kapılarda
Aklımda
savaş, yüzümde teslimiyet korkusu
Ben
akşamdan geçerken suya düşmemişti yüzün
Unutulmuş
oyun kuşları, masalar bomboş
Taş
bir plak üst üste koydu çiğnenen ışıklarımı
Çağın
mahzeninde gömüldü avuçlarım
Bul
yağmurların renginde saklanan yanımı
Bir
alevin kıvılcımlarında köreldim
Kimseye
anlatamıyorum yokluğunu
Sen
benim rüya dilimsin
Eylül 2020
AĞLA MAVİ GÖZLÜ ŞEHİR AĞLA
Yusuf Özdemir
I.
Elveda
mavi gözlü şehir elveda
İki gözün
iki çeşme akacaksın
Ben olsam
da olmasam da
Bir
gözünden Munzur
Bir
gözünden Pülümür
Akacak ben
olsam da olmasam da.
Sana parça
parça, bir çoçukluk
Düşlerinde
avare, bir gençlik
Orta yaşta
yaralı bir
hayvanın nefesini bırakıyorum.
II.
Ağla,
iki gözünü
iki çeşme
ağla.
Ben sürgün
bir yanlızlığı,
seninle
tanıdım.
Unuturuluşmuş
bir dille sevmeyi,
Seninle öğrendim
Hüzünler
toplamayıp damıtıp içmeyi
Seninle
öğrendim
Ağla mavi
gözlerinden
Yurtsuzluğumun,
gözyaşlarını dök
Bağrımın
uçurumların da sesi yankılansın
Ben
gidiyorum gözlerine hasret...
Sen ağla
gece gündüz.
Düzeltme: Şiir Sarnıcı (e-dergi) 7. Sayımızda (Bu sayfada) yer alan Kemal Taştemur’a ait “Nazın Türküsü” şiirinde, alıntı dizelerin olduğunu ve yanlışlıkla tırnak içine alınıp açıklama yapılmadığını yayımdan sonra fark ettik. Editör dikkatsizliği ve şairimizin bu yanlışı için okurlarımızdan ve yapıt sahibinden özür dileriz. Şiir, bloğumuzdan kaldırılmıştır. Paylaşıma açık olan PDF dosyalar değiştirilmiştir. Ancak internet ortamında indirilmiş ve maille gönderilmiş Pdf dosyalardan kaldırma olanağımız olmadığı için bu yanlışımız okur dikkatine sunulmuştur. Dikkatli okurlarımıza teşekkür ederiz.
![]() |
Foto: Yaşar Özmen |
BEZELYE ÜSTÜ PİLAV VE TAZE YOĞURT
Hüseyin Çağırgan
Her sabah
gibi o sabah da erkenden uyandı. Yatağını topladı. Banyoda elini yüzünü yıkadı.
Mutfağa gidip çayı koydu. Ekmekleri dilimledi. Tost makinesine bir bir
yerleştirdi. Buzdolabından peyniri, tereyağını, kendi elleriyle yaptığı ayva
reçelini çıkardı. Yumurtayı bu sabah yağda yapacaktı. Kocası Murat yumurtayı en
çok omlet şeklinde severdi.
Masayı
donatıp çayı demledikten sonra yatak odasına gitti. Murat’ın yanağına kocaman
bir öpücük kondurarak kahvaltının hazır olduğunu, az daha uyursa işe geç
kalacağını söyledi. Beraber mutfağa geçtiler. Murat iştahlı iştahlı omletini
yerken kocasına hayran hayran bakıyordu. Ne kadar iyi bir insan olduğunu
içinden geçirdi. Kendisi gibi bir kadınla kaç erkek yuva kurmayı isterdi ki…
Üstelik iki aylık hamileydi. Çocuk sahibi olmayı da Murat istemişti. Böyle
birisiyle yollarının kesişmesi ne büyük bir şanstı.
Kocasını
işe uğurladıktan sonra mutfağı topladı. Odaları süpürgeye tuttu. Akşam yemeği
için bezelye ayıkladı. Yanına bir de pirinç pilavı yapardı. Murat’ın yoğurtsuz akşam
yemeğine oturmadığı aklına geldi. Bir koşu buzdolabına baktı. Yoğurt
kalmamıştı. Pirinç kasesine bir göz attı. Daha üç pilavlık daha pirinç vardı.
Çarşıya inip yoğurt almalıydı. Çabucak üzerini değiştirdi. Çekmeceden cüzdanını
alıp evden çıktı.
Durakta
çok insan yoktu. İyi ki durağa bu oturakları yapmışlardı. İki canlı haliyle
uzun süre ayakta duramazdı. Beklediği dolmuş on dakika içinde gelmişti. Acele
etmeden kapısı açılan dolmuşun basamaklarını birer birer çıktı. Önden üçüncü
sıranın pencere kenarındaki koltuk boştu. Yavaşça yürüyerek bedenini boş
koltuğa bırakıverdi. Kafasını cama dayayıp duraktakilerin dolmuşa binişlerini
izledi. Genç bir kadın elinden tuttuğu çocuğuyla telaşlı telaşlı basamakları
çıkıyordu. Yirmili yaşlarında bir genç
kız ardından bindi. Kitaplarını kollarıyla göğsüne bastırmıştı. Üniversite
öğrencisi olduğu her halinden belliydi.
Genç kızın
arkasından binen adamı görünce gözleri fal taşı gibi açıldı. Bacakları,
kasıkları, sırtı ter içinde kalmıştı. Adam boyu, bıyıkları ve hafif öne çıkmış
göbeğiyle aynı ona benziyordu. Unutmak için ömrünü verdiği gençliği gözlerinin
önüne geliverdi. On beş yaşının saflığı, temizliği, yaşama coşkusuyla atan
yüreği… Sonra yarım akıllı annesi düştü aklına… Zekâ geriliği bilim tarafından
da onaylanan annesi. Babasının ani ve kuşkulu ölümü… Şimdi dolmuşa binen adama
tıpa tıp benzeyen amcasının sahip çıkma bahanesiyle annesiyle evlenişi.
Geceleri sık sık baba yarısının annesi uyuduktan sonra odasına girip yatağına
süzülüşü. Sonrası ekşimiş nefes, et, ter kokusu. Yaşamdan ölesiye bir tiksinme
hissi. “Annene söyle haydi sıkıyorsa. Seni kıskandığını söylerim. Yarım aklıyla
sana mı inanır, bana mı? Üstelik baban hayattayken bile annenle olan
ilişkimizin ortaya çıkmasını sen de sanırım istemezsin” diye yıllarca süren
tehditlerini… Zavallı babam, diye düşündü. Annem üçüncü kardeşime hamile
kalınca nasıl da sevinmişti… Karısının karnındaki bebeğin babasının abisi
olduğunu iyi ki öğrenemeden ölmüştü. Bilseydi belki de cinnet geçirip ikisini
de vuracaktı.
Can havliyle
şoföre bağırdı. “Durun, ben ineceğim!” Minibüs durur durmaz üstü kalsın,
diyerek parayı uzattı. Sanki bir gökdelenin tepesinden atlarcasına dolmuştan
indi. Derin derin soluk aldı. Temiz havayı içine çektikçe o karanlık sahneler,
o tere bulanmış ekşi kokular yavaş yavaş yitip gitti. Ağır ağır uzaklaşan
aracın ardından baktı, baktı, baktı… Sonra birden Murat aklına geldi. Yoğurdu
alıp hemen eve dönmeliydi. Daha pirinçleri ayıklayarak suda haşlayıp
tereyağıyla kavuracaktı. Çarşıya giden uzun yolu hızlı yürümeye başladı.
YELKOVANIN UCU
Canan Gürtunca Sanlı
Yorgun
akşamın gözlerinde kavga
yarım
kalan sözler tükenmiş urganın ucunda
dağılmış
saçların her teli sivri uçlu hançer
adam
sırtlamış kapıyı kamburuna
savrulur
rüzgarı ormanın kuytusunda.
Kilitlenmiş
duygular aynı rüyayı görür
yalpalanır
arzular gelgitlerle oyalanır
kadın
havanın kurşuni yalnızlığında,
beton
kafesinden savurur dumanını
’Göğe
Bakma Durağına.’
Yaşamın
her yanı güldür güldür şelale
havanın
seyri takıntılı.Yazları kış, kışları bahar.
Yelkovanın
ucu karmaşık bir ileri, bir geri.
Aşklar
uzun sürmez diyor birileri
bunu
annem de söylemişti, beni arkasına alarak.
Yeller
esti duruldu sular
sevgiler
baki yalan oldu aşklar.
Maskelerin
ardındaki gülüşü ateşin közüne savur
tünelin
ucundaki ışığı gör, kamaşsa da gözlerin
aldırma.
Temmuz 2019, Karşıyaka
KIRMIZI
RUJ
Engin
Turgut
İyiliğin bahçesinde yürü, dünyanın
kalbini yut, ruh bahçesinde buluşalım, heves ve kavuşmak zamanları, vuslat mı
demeliydim yoksa? Yoksa incinmek kavuşmak mıdır her defasında, yürümenin
felsefesi olur da aşkın olmaz mı, yolda yürürken gönül dansı, ses zamanları,
hasret zamanları, nar sadece bir meyve değil, şuramda hep bir gökyüzü ağrısı.
Şarkı kardeşim dünyanın mavi gömleğine
sığmaz, eski rüzgârlara müptela, bazen ‘hayat kerim’ der, hatıralar mevsimi,
ney sesinden nice yağmur taneleri bahar gibi kalbime akar, sonunda ahşap bir
sızı kalır, bir de kırmızı ruj, komşu yazlar
konuşkandı, ada zamanlarına sarkardı şiir bağları.
Resimci kız güneşin gecesine doğar,
sarışın bir fırtına kopar bundan ve hasret bir dağ gibi ikiye yarılır
bulutların arasından bakar, begonvil kokardı çakıl taşların yalnızlığı…
Yaşar Özmen
Kim istemez yaşamak yük değil zevk olsun
Umut gökyüzü, özlem keyfe keder olsun
Tuttuğum el sıcak, çaldığım kapı boş çevrilmez
olsun.
İsterim ki yaşamak kavgadan uzak
Korkudan bağımsız, şiddete dimdik
Yalnızlığa küs olsun
Sevgi cüzdanımız
Günışığı gülüşlerimiz
Yüzümüz kırışıktan habersiz olsun
Umut bütün, büsbütün yarınlara güvercin
Kavga unutulmuş, övünç sarılmadan doğsun
Bildiriler, öyküler, masallar bir yana
Kalemler kilitsiz
Sarılmalar deliksiz
Saygı kefil, güven sevgiden olsun
Örtüden değil kadın olmaktan
Kucağında gökkuşağı
Memelerinde insanlık pınarı
Cinsiyetten değil insan olmaktan doğsun
Olsun ki güzel, güzellikle olsun
İsterim ki anlayış engin, sevgi kızışmış
kısrak olsun
Ne kadın önde ne erkek
Ne gözümüzde perde ne örtü serde
Ne de korku duvarda asılı dursun
Kızlar, kızanlar oyununda
Çocukluk şiir, gençlik şehir
Aşk çoşkun nehir
Yaşamak oyun içinde oyun olsun
Olsun ki
Yaşamın ince yerlerine sataşmak
Kuralsız, sınırsız, tutuksuz
Sevgiden yana hırsızlık olsun…
Kasım 2020
YAĞMUR
Adil
Başoğul
Yağmur başlamıştı bile
Yapraklarından
lhlamurların
Ve çiçeklerinden
Yaseminlerden
Neşe seli akmıştı bile
Yağmur başlamıştı bile
Özgürlüğün hevesi bütün şehirlerden
Sokakların yoksul ressamlarından
Çocuk sevgilerinden
Do majör fa diyez solo gitar sesinden
Savaştan dönen asker kavuşmalarından
Umudun savruk haylazlığı uçmuştu bile
Yağmur başlamıştı bile
Yârin buğulu bakışlarından
Kırlangıç kanatlarından
Katırtırnağı ağaçlarından
Koca bir yazın ardından
Fuşya ağızlı bir kadının dudaklarından öpmüştü
bile
Yağmur başlamıştı bile
Umudu yeşertiyordu uzak tarlalardan
Can veriyordu ceylanlar gibi anaların
karnından
İnsan umudu ilmek ilmek örmüştü bile...
BİRİKEN ÖYKÜLER
Mehmet
Kuvvet
içindeki yara çocuk gelinlerin
tanıklığı
susuz çeşme çatlağı dudakların
aklımdan geçiyorsun, yalnızlığımdan
kimsesiz sokakları öpüyor adımlarımız
kaldırıma çekiliyor çocuklar
bilyeleriyle
ürkek gözlerinde sıcak anne kucağı
kayboluyor sarmaş dolaş gölgemiz
bir çok kapıdan geçiyoruz rüyalarımıza
doğru bildiğimiz yanlışları yok
sayarak
sınır taşlarına basıyoruz tam üç kez
ve bir daha büyümüyor ayaklarımız
varoşların değil başka semtlerin
tanıklığı kırık kalbimiz
türküler eşliğinde yırtarak saklıyorum
mektuplarını
aklımdan çıkıyorsun, rüyalarımdan
babaların nasırlı elleri siliyor
camların buğusunu
dalgın anneler görüyoruz öyküleri
birikmiş
dalga kırığı bir yaşam uzanıyor sahile
tuzlu bir pişmanlık çakıl taşlarında
dalgaların serinleten dudak izleri
kuruyor mintanımızla
sığmıyoruz içine radyolu günlerin
ve bir daha büyümüyor çocukluğumuz
Nüket
Hürmeriç
Stresin yorduğu ev içi
Simsiyah yalnızlığım
İyi niyeti gitmiş arkadaşlar
Biraz kin bıraktım geriye
Dünyaya uzaktayım
Arkadaş olsun meltemler
Huzur katkılı bir sofra
Doğsun içten kahkahalar
Nerede kuş uçuşlu sular
Sevinçli gökyüzü mavi
Tatile yakışan günler
Arya soluyacak türküler
Bir aşk şiirine bedel yaşam
Ekim 2020
Cemal Mıhçı
Şairler de cebinde kar saklarmış
Kar
Göğsümde açan taze papatya
Sabahın bir vakti
Gar yanlızlığına süet adımlarımı ekledim
Yağmur yağıyor
Üçkapılar’dan geçip oturduk
Ağır ve durgun
Maharetli ellerin sol yanını örttüğü ufalmış bedenini seyre
daldım
Yüzyıl geriden gelen rüzgar
Limana çakıl taşlarından özlemi bıraktı
Hiç böyle özlemle başım dönmemişti
İki kaş arası
Bir ömre sığan o hareli gözlerin
kayboldum içinde
Yürüdük
Cebimde bozukluk
Cebimde yılların notları
Canevinden vurulmuşum
Sıcaklığı ile buzullar eriten
Ey Bahçeli şehir
Ne zaman denizinde yelken açsam
Pupa yelken ölüyorum
Hiç bu kadar yorgunluğum olmamıştı
Vurdular beni Sirkeci önünde
Hiç vurulmamıştım
Kan tuta tuta ağlamıştım
Hiç bu kadar ağlamamıştım
Yıldız aşırıyoruz gün boyu
Heybemiz kabarık
Cüzdanım kırmızı
Kırmızıyı hiç bu kadar sevmemiştim
Ki o narin eller teğelledi her nakışta yüreğin astarını
Sol yandan ezanı işittim
Pazar ayinine denk geldi
Kahve kokusu
Usta ellerin döşediği parke taşlarına
Yitip gittik ökçe sessizliği ile
Yağmur yağıyor
Sırılsıklam üşüdüm
Islandım yağmurda
Hiç bu kadar üşümemiştim
Hiç bu kadar ıslanmamıştım
Ah be güneşin en sevimli hali şehir
Sıcaklığınla sar beni
Annem gelsin aklıma
Yansın külün en asi tonu
Hiç böyle yanmamıştım
Acıkmışız
Yoğruldum piyazın tadında
Çocuktum
Çocuktuk
Suyu çocuklar içsin
Suyu çocuklar içsin
Suyu çocuklar içsin
Küçüğüm
Daha çok küçüksün
Kurusun
Kurusun boğazım
Hiç böyle susamamıştım
Muradım yapıştırsın alnına
İnci mercan gözyaşlarımı
Küçük kardeşim
Türkcan’nın çorabını ören kadınlar
Orman ışıltısında
Türkü söylüyor
Türkü
Yörük
Türkü
Hasta
Türkü
Dizboyu
Oğul
Oğul derdinde
Türkülerde ağlamak vardı
Hiç böyle türkü dinlememiştim
Nilüfer hastaymış
Sigaradan gün devirmiş
Cumhur yanıp tutuşmuş
Kereviz pişirmiş
Yakıp sigaradan
Nefes nefese telaşına düştüm
Ömrün
Liman sakince
Liman gün artığı
Mermerli birasına
Eski bir yaranın izini bıraktım
Hiç böyle yaralardan kabuk koparmamıştım
Üç adet gül yolladım
Gül yüzlü güzele
Sarıdan aşırdım
Şiireme sırdaş kelimeleri
Özetidir
Yaşamın
Sarıdan
Yaprak
Yaprak
Sevmenin kokusu
Hiç bu kadar gülü koklamamıştım
Kolkola
En heybetli halimizle
Üçkapılar’dan geçtik
Ateşin sarısı
Nazlıydı
Vefalıydı
Tutuşurken Paris
Esmeralde
Sarıldı Quasimodo’ya
Ben hiç böyle sarılmamıştım
Sarıldım
Öptüm alnından
Hiç böyle öpmemiştim
Düşün içinde kaldım
Hiç böyle düşlerde kalmamıştım
Bir ben kaldı düşten geriye
Bir de
Sevdadan
Üçkapılar sarısı
![]() |
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Sayı:7, Seval Arslan |
![]() |
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Sayı:7, Durmuş Taşdemir |
![]() |
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Sayı:7, Elif Reyya Naz |
![]() |
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Sayı:7, Yunus Kara |
![]() |
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Sayı:7, Beste Bekir |
![]() |
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Sayı:7, Alpaslan Durma |