ŞİİR SARNICI (e-dergi), SAYI:3 siirsarnici-e-dergi.blogspot.com |
İÇİNDEKİLER
|
|
Şiir Sarnıcı
(e-dergi) Kimliği
|
|
Şiir
Sarnıcı’ndan
|
|
Dosya
Konusu: Şiddet ve Yazın
|
|
Yaşar Özmen
|
Şiddet ve Yazın
|
HaticeAltunay
|
Oldurulmuş Ad Erkek Öldürülmüş
Adsız Kadın
|
Cevat Çeştepe
|
Şiddet Adında İçgüdü Terörü
|
Ayşe Yetişen
|
Cinsellik ve Kadın Cinayetleri
|
Yaşar Özmen
|
Dilsel Şiddet
|
Asuman Karaduman
|
Mor Şemsiye (Öykü)
|
Emine Çakır
|
Analarla Yunuslar Karanfiller (Öykü)
|
Handan Tan
|
Ayar Arif (Öykü)
|
Selma Güzeltepe Sağlamtaş
|
Kırmızı gül öyküsü
|
Fahriye İpekçioğlu
|
Muzaffer Kale ile Söyleşi
|
Canan Gürtunca Sanlı
|
Şairin Günlüğü (Öykü)
|
Mustafa Turay
|
Defolu Bir Yaşam
|
Şiirler
|
|
Can Yücel
|
Akdeniz Yaraşıyor Sana
|
Bertolt Brecht
|
Bizden Sonra Doğanlara
|
Ece Ayhan
|
Meçhul Öğrenci Anıtı
|
Sennur Sezer
|
Akşam Türküsü
|
Arthur Rimbaud
|
Ofelya
|
Ali Çapan
|
Susturun Şarkılarda Ağlayan
Kemanları
|
Ayşe Yetişen
|
Hiçbir Şeyim
|
Feyyaz Kadri
|
Gül Sürem
|
Filiz Kalkışım Çolak
|
Senin Aydınlığında
|
Gülşen Ersan
|
Parodi Yaşamak
|
Hasan Çapik
|
Şiir Barikattır, Kumandan!
|
Hızır İrfan Önder
|
Bir Eylül Hüznü Yaşıyorum Bir
Leyla
|
Kerim Birlik
|
Yüreğini Güneşe Çıkar
|
Nermin Akkan
|
Vardı Hiçti
|
Nesrin Aydın
|
Yalancı
|
Nurullah Altun
|
Tohum
|
Oğuz Batın
|
İnsan
|
M. Faruk Habiboğlu
|
Yok
|
Metin İmer
|
Teferruat
|
Özge Sönmez
|
Kimsesiz Bir Eflatun
|
Savaş Karaduman
|
Yalnızlık
|
Tan Doğan
|
Kuru Kuyu, Üç Dert
|
Yalçın Ulukaya
|
Değerli mi Hoş
|
Yaşar Özmen
|
Öğrenecek Çok Şey Var
|
Ümran Erol
|
Ağustos Böceği (Çocuk Şiiri)
|
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ) KİMLİĞİ
ŞİİR SARNICI (E-DERGİ)
ÜÇ AYLIK SANAT VE
YAZIN DERGİSİ
İletişim Adresi:
Bilgisunar Adresi:
Ayrıca
Dergi PDF olarak saklanır ve
isteyenlere e-postayla gönderilir.
isteyenlere e-postayla gönderilir.
Yayımlananlar:
01 Kasım 2019, Sayı:1
01 Aralık 2019, Sayı:2
PLANLANAN SAYILAR:
01Nisan 2020, Sayı: 4 Dosya Konusu: Şair ve Şiir Sorunlarına İlişkin Şiir Sarnıcı’na Hitaben
Mektuplar (Genç Şairlerden)
01 Temmuz 2020, Sayı:5, Dosya Konusu; Şiir/Sanat Çözümlemesi ve Eleştiri Sorunları.
1 Ekim 2020, Sayı:6 Dosya Konusu; Önerilere Göre Belirlenecek
01 Ocak 2021 Sayı:7 Dosya Konusu; Önerilere Göre Belirlenecek
ŞİİR
SARNICI (E-DERGİ)’NİN TEMSİLCİLERİNİ TANIYALIM
ŞİİR
SARNICI (E-DERGİ) İSTANBUL TEMSİLCİSİ
1963 Şanlıurfa doğumlu. Uludağ Ünv.
Mezunu.
Türkiye Yazarlar Birliği (TYB), Anadolu Yazarlar Birliği (ANAYB) ve Dergizan Uluslararası Sanatçılar Derneği (DUSADER) üyesi.
Mali müşavir olarak çalışıyor. Yayınlanmış şiir kitapları:
Türkiye Yazarlar Birliği (TYB), Anadolu Yazarlar Birliği (ANAYB) ve Dergizan Uluslararası Sanatçılar Derneği (DUSADER) üyesi.
Mali müşavir olarak çalışıyor. Yayınlanmış şiir kitapları:
Bencileyin
Zuhur
Hoşça Kal Aşk
Çeşitli haber sitelerinde köşe
yazıları yazmaktadır. Evli ve 4 çocuk babasıdır.
SARNICI (E-DERGI) ANKARA TEMSİLCİSİ
NERMİN AKKAN
1955
Tokat/Almus/Kadıköprü Köyünde doğdu.
Lise
öğrenimini Tokat ve Amasya Öğretmen Okullarında sürdüren yazar, AÖF Eğitim Ön
Lisans programını tamamladı. Dört çocuk annesidir. Çocuklarından Ceren adını
taşıyanı Down sendromlu olarak doğunca yurt içi ve yurt dışında çeşitli eğitim
programlarına katılarak özel eğitim formasyonu aldı.
Milli
Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak yirmi yıl öğretmen, yazman ve araştırmacı
olarak görev yaptıktan sonra emekli oldu. Çeşitli özel eğitim merkezlerinde
öğretmen, yönetici ve refleksolog olarak görev yaptı.
Kitapları:
Hece
Mavisi (şiir)
Ayrıksı
Çiçekler (şiir)
Ceren’siz
Olmaz (özyaşam öyküsü)
Halen Ankara’da yaşıyor.
ŞİİR
SARNICI (E-DERGİ) MOĞOLİSTAN TEMSİLCİSİ
Fırat Üniversitesi, Yayın ve Sinematografi
Fakültesi
-Almanya Hochulder Medien Üniversitesi
-Anadolu Üniversitesi, Turizm ve İşletme Fakültesi
ve
-İstanbul Medeniyet Üniversitesi,
Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans Mezunu
Bildiği Diller: İngilizce, Almanca,
Türkçe, Moğolca, Rusça
ŞİİR SARNICI
(E-DERGİ) IRAK TEMSİLCİSİ
TÜRKEŞ MEHMET TUZLU
TÜRKEŞ MEHMET TUZLU
1968 yılı Kerkük-Tuzhurmatu’da doğmuştur.
Türkmen TV'sinde program sunucusudur.
Aksu Gazetesi baş yazarı, Türkmen edebiyatçılar
birliğinin Tuzhurmatu kolu başkanı,
Irak Edebiyatçılar ve Yazarlar Birliği üyesi
Dünya Genç Türk Yazarlar Birliği üyesi, Irak Medyacılar
Sendikası üyesi. Halen Irak iletişim dairesinde çalışmaktadır. Evli ve üç çocuk
babasıdır.
YAYIN İLKELERİMİZ:
Ayrıştırılmış, öğretilmiş ve sınıflandırılmış kalıpları
yırtarak; sınırsız, çağdaş ve nitelikli şiir/sanat evrenine eşlik etmek
amacıyla;
Yazarın/şairin;
kimliği, aidiyeti, deneyimi, anlayışı ve görüşü ne olursa olsun; terör, şiddet
ve propaganda ile dinsel tebliğ içermeyen şiiri, yazısı ve yorumu e-dergide yer
alabilir.
Sanat bilimi
ölçütlerine göre sanatsal ve estetik değer taşıyan her eser; tutarlılık,
bağdaşıklık ve bütünlük sağlayan her yazı dergide yer alabilir.
Yazı ve şiirler;
dergi, gazete veya bilgi sunar ortamında daha önce yayınlanmış olabilir; iyi,
temiz ve geliştirici bilgi/yorum veya estetik değere sahipse e-dergide yeniden
yayınlanabilir. Ancak;
-Dilsel şiddet,
ideolojik ve dinsel dayatma-tebliğ içeren; misyonerlik, terör ve şiddet
yönelimli; kişiyi hedef alarak yazınsal eleştiri mantığını aşan
yazı-şiir-yorumlar,
-Değinmece,
değişmece, sapma, bağdaştırma… gibi şiir tekniğini içermeyen-şiir niteliği
taşımayan betikler; bunlar yanında, imge içermeyen ve okurda imgelem yaratma
yeteneği olmayan sığ şiirler,
-Estetik değer, dolayısıyla sanat
değeri taşıdığına kanaat getiremediğimiz betikler. Şiir ve yazın dilinin
gerektirdiği ayrıntıları karşılamayan betikler,
-Özgün ve gönderen
yazara ait olmayan şiir, inceleme ve yazılar,
-Sanatsal görünüşü
dışında bilimsel gerçeklikle uyuşmayan düşünce yazıları
YAYINLANMAZ.
İyi
eser ve yazılar diğerlerine göre yayın önceliğine sahiptir.
Metinler
konuya göre, şiirler “ad abece” sırasına göre yer alır.
Anlatım
ve noktalama yanlışlıkları editör tarafından düzeltilebilir.
Dergi
İl Temsilcilikleri;
Maksadımız,
derginin daha fazla okura ulaşması ve yetkin, güvenilir sanatsal bir yazın
ortamının oluşturulmasıdır. Bu maksatla il temsilciliklerimiz aşağıdaki
konuları göz önünde bulundurarak çalışmalarını yürütürler.
İl bazında
sanatçılara (yazar ve şairler) ulaşarak derginin tanıtımı,
İlde bulunan yazar
ve şairlere özel iletişim kanallarından derginin gönderilmesi,
İldeki yazar ve
şairlerin eserlerinin dergide yer alması için teşvik ve iş birliği yaparak
yönlendirilmesi,
Değer olduğu ancak
eserlerini kamuoyuna ulaştıramayan genç yazar ve şairlerin tanıtımı için
dergide yer almasının koordinesi,
Daha fazla okura ulaşması
ve nitelikli bir dergi olması için çalışma ve teklifte bulunmaları
beklentimizdir. Saygılarımla…
Dergi
Yurt Dışı Temsilcilikleri;
“Sanat; barış ve
kardeşliğe giden yolda en etkin rehberdir.” düşüncesinden hareketle, ülke
sanatçılarının eserlerini uluslararası dolaşıma sokmak, birbirleriyle
tanıştırmak ve insanlık bazında ilişkileri geliştirmek maksadıyla, ülke dergi
temsilciliklerinden;
-Derginin internet ortamında tanıtımını ve dağıtımını
-Ülkesine ait yayınlanacak eserler hakkında yetkinlik
ve uygunluk kontrolünü
-Dergi ve sanatçılar arasında iletişim, iş birliği ve
koordineyi sağlamasını
-Diller arası çevirilerde danışmanlık yapmasını
-Daha fazla okura ulaşma çalışmalarına katılmasını
-Ülkesinin yazar ve şairlerini dünya yazar ve şairleri
ile tanıştırmak için çalışmasını
-Ülkesinin yazar ve şairlerinin eserlerinin
yayınlanması için teşvik ve kolaylık sağlamasını bekliyoruz.
-Bu konularda katkı sağlamak isteyen sanatseverlerin
başvurusunu bekliyoruz. Saygılarla…
Yaşar ÖZMEN, Şiir Sarnıcı Yöneticisi
Yaşar ÖZMEN, Şiir Sarnıcı Yöneticisi
ŞİİR SARNICI’NDAN
Mutlu,
sağlıklı ve sanat dolu bir 2020 yılı geçirmeniz dileğiyle… İki bin yirminin ilk
günlerinde Şiir Sarnıcı’ (e-dergi) nın üçüncü sayısını okuyorsunuz. Dergi çıkış
bildirisinde de söylediğimiz gibi hedefimiz, yazın ve sanat alanında
uluslararası nitelikli bir dil sanatları dergisi olmaktır. Dergimiz yüz dört
dilde okunabilmektedir; bunu biz yapmadık, var olan teknolojiyi kullanıyoruz.
Henüz nitelikli bir yazın dergisi ölçütlerine ulaşamadık; bu zaman ve ilgi gerektiren
bir durumdur. Ne olursa olsun bu hedefi gerçekleştirmek için kararlılığımızı
sürdüreceğiz. Ne var ki bu sayfalar, duyarlı ve gündelik algı biçimlerini aşmış
sanat severlerin çabasına gereksinim duymaktadır. Derginin dağıtım, pazarlama
ve parasal bir kaygısı yoktur; emek dışında maliyeti de… Bir kişiyle de
yönetilebilir; istiyoruz ki duyarlı sanatçılar çabamızın bir ucundan tutsunlar.
İmece yöntemiyle, parmakla gösterilecek, tarafsız, özgür bir yazın düzlemi
oluşturalım. Yazın dünyasında aranan, nitelikli yazılarla sayfalarını dolduran,
“yazım/şiirim Şiir Sarnıcı’nda yayımlandı diye gençler için gurur kaynağı olan,
sanata heveslendiren bir dergi durumuna getirelim. Benimdi-senindi, oydu-buydu,
küçüktü-büyüktü, ünlüydü-ünsüzdü yoktur algı dünyamızda. Kötü şair-ortalama şair-iyi
şair, taşralı, kentsoylu gibi yer, makam, mevki yakıştırmaları da olmamalıdır.
Yetkin, sanatsal ve estetik değer taşıyan yazı, öykü, şiir, deneme yazan
yazarlar doldurmalıdır sayfalarımızı.
Sanat
görüşümüz; ortalarda dolaşan, ayrıştırılmış, onun bunun öğretisinin tutuklusu
olmuş ve sanat biliminden soyutlanmış bir anlayış değildir. Çağdaş sanat veya
evrimsel sanat kavramlarıyla tanımladığımız; akla, bilgiye, bilime,
sınırsızlığa, sonsuzluğa ve yaratıcılığa dayalı bir sanat anlayışıdır; ögesi
insan olan, sevgiyi temel alan, insanda yaşam sevinci yaratarak aklın evrimini
hızlandıran nitelikli sanattır.
Bu
yüzden, çağın gerisinde sürünmeyen, dilsel şiddet, propaganda dili ve irşat
dili taşımayan ancak sanatsal değer taşıyan elit yapıtlar olmalıdır sayfalarımızda
yer alanlar. Bunu sağlamanın ilk koşulu, bilimden ve bilgiden alması gerekeni
alanların yazacağı yazı ve yapıtlar gönderilmesidir. Çağa ışık, insana aydınlık
ve yaşam sevincine kıvılcım çakan yapıtlarla beslemeliyiz sanatseverleri.
Genellikle
çok konuşan, kendimiz dışındakileri umarsızca suçlayan, beğeni eşiğimiz düşük,
başkalarının bilmesinden rahatsız olan ve sanatı birilerinin/öğretilerin
kontrolündeymiş gibi varsayan bir algıya sahibiz toplum olarak. Bu saptama için
istatistiki veriler yeterlidir; basılı dergilerdeki eleştirel denemelere ve
yazılara baktığımızda kolaylıkla anlayabiliriz. Eleştirel bir tümcedir; ne var
ki bir saptamadır. Gerçekle yüz yüze gelmek zorunda olduğumuzu da anımsatmakta
yarar olduğunu düşünüyoruz. Algılarımız; hiçbir amacın, düşüncenin ya da sözde
görüşlerin etkisinde değildir. İnsana ve sanata dönüktür; yapacağımız her şey
insanda yaşam sevincini yüceltmek içindir.
Hedefimiz,
gençlerimizi nitelikli sanatsal bilgiyle donatmak ve onları sanat dünyasında
görünür kılmaktır. Bu konuda başarılı olabilmenin koşulu, yetkin ve sanat
bilgisi güçlü akademisyen, yazar ve şairlerimizin deneyimlerini bizimle
paylaşmalarıdır. Taşın altına elimizi koyup hep birlikte bir şeyler yapma
çabası içinde olmalıyız. Şuna inanırız; “Altının değeri bulunduğu rafla
belirlenmez; üzerinde taşıdığı saflık derecesiyle belirlenir.” Dergimizin henüz
yayınlanmış olması ve bilgisunar ortamında yayınlanıyor olması, toplumda beğeni
kazanmış sanatçılarımızın bizden uzak durmaları için bir gerekçe olmamalı...
Sanat dünyasının en önemli noksanlıklarından birisi, birçok güzel sanatlar
fakültesi olmasına karşın sanat eğitiminde yetersizlik ve deneyim aktarımında
kopukluk olmasıdır. Sanatçılar, şairler, yazarlar duyarlı insanlardır; gelecek
kuşakların ve yaşadığımız dünyanın sorunlarından daha fazla yara alırlar.
Gerçekliğin gerisinde bir ortamda yaşadığımızı ve bunun nedenin biçimlendirilmiş
bilinçlerden kaynaklandığını çıplak gözle bile görebilirler. Gerçekliğin
gerisinde tutsak edilen bilinçlerin bir şekilde oradan kurtulmalarını sağlamaya
yönelik çaba, en onurlu tutum olmalıdır. Çünkü; insanı, tam insan yapmanın en
kolay yolu sanattır; sanatın işlevini uygun yönetmek; onları, çocukluk
yıllarından başlayarak düşük yoğunluklu sanat ortamından yüksek yoğunluklu
sanat ortamına taşımaktır. Savaşım için
nerede ve kimin yanında bulunduğumuzun bir öneminin olmadığını, her düşüncenin
saygın ama geçerli olması gerekmediğini biliyoruz. Bu yüzden her kim olursa
olsun herkesi, yapıtlarıyla sayfalarımızda görmek istiyoruz.
Çabamız
içinde olmak isterseniz, dünyanın neresinde olursanız olun bir tuş sesi kadar
yakınınızdayız. Mahalle ya da yerel dergicilik, hız çağına yakışmaz artık.
Ulaşım ve iletişimin hızı anlıktır. Sayısal teknoloji uygulamaları sayesinde
dünya insanlığı arasında dil sorunu da kısmen ortadan kalkmıştır. Her ne kadar
sayısal uygulamaları yok sayarsanız sayın, geleceğin teknolojisidir ve er geç
bu yönteme geçilecektir; bir an önce katılmalısınız bu katara…
Dünyadaki
tüm yazar ve şairler ile bizi kuşkuyla izlemekte olan sanatsal yetkinliğe sahip ülkemin güzel şair/yazarlarına sesleniyorum: Çevreye, insana,
insanca yaşama ve sanatın itici gücüne karşı duyarlılığınız varsa ve insanlığın
içini acıtan olaylara karşı bir şeyler yapmak istiyorsanız, işte bütün dünya
yazar/şairlerinin buluşabileceği; uçsuz bucaksız, özgür ve sensiz-bensiz bir
ortam. Hiçbir kaygı ve çıkar çatışmasına aldırmadan sizlerle büyümek için
oluşturulmuş özgür ve özgün bir yazın evreni. Hep birlikte ele alıp elden ele
büyütelim. Saygılarımla…
DOSYA KONUSU: ŞİDDET VE YAZIN
YAŞAR ÖZMEN
ŞİDDET VE YAZIN
Altının ayarı, durduğu rafın ya da yanında
bulunduğu diğer nesnenin/kişinin niteliğine göre belirlenmez; kendi saflık
derecesiyle belirlenir.
Şiir Sarnıcı (e-dergi) |
Yazın dünyamızda, şair veya yazarlar hakkında yazmak
pek yaygın ve geçerli bir tutumdur. Neredeyse bir yazın türüne dönüşmüştür;
biyografi olmayanlardan söz ediyorum. Ritüeli şuymuş, alışkanlıkları buymuş,
böyle yazar şöyle çizermiş, kahvaltısını böyle yapar, paltosunu şöyle giyer,
votkasına şarap karıştırırmış gibi dedikodudan öte bir anlam içermeyen
yazılar... Yapıtları hakkında söyleyeceğiniz bir şey varsa, eleştiri gibi
eleştiri yapıp etkinliğini ve yetkinliğini yazacaksanız diyeceğim yoktur. Şair
ve yazarları öteki tarafa koyup kendi tarafına geçerek, inceleyip eleştirmek
yerine övgü ya da yergiyle metin yazmak sığ bir konu gibi geliyor bana. Çünkü
yetkin bir eleştiri sistemi olmadan haklarında ortaya koyacağımız yargı, bir
temele dayanmayacak, onları sadece övecek ya da yerecektir.
Konumuz şiddet ve
edebiyatsa, saygınlık, makam, mevki algısından, yani kişisel dürtülerin en
ilkel olanıyla hareket eden bir kitleden söz etmeliyiz öncelikle. Sadece
sanatçılar arasında değil; hemen hemen her ortamda olan bu kaygı ve tutumdan.
Ayrıştırılmış, akışkan, birbirine saldıran, birbirinin üstüne basan “bir ben”
kaygısının görünürlüğü vardır buralarda. Ne var ki bu kaygıdan doğan tutum,
dilsel şiddetin (edebî şiddet) altında yatan temel ögedir. Görünür olmak, bir
başkasının omzuna çıkmakla veya yakınında olmakla özdeş tutulmaktadır. Sanata
gönül vermiş insanları bu tür davranışlara zorlayan, ele geçirilmiş ve
dayatılmış sistem ile alışılagelmiş algı biçimidir, düşüncesindeyim.
Toplum tarafından saygınlık
görüyor olmak, kişiye rütbe ve makam verilmiş anlamına gelmez. Diğer taraftan
iyi şiir yazmak ve çok güzel tablolar yapmak, ne rütbe verir ne de makam sahibi
olmanızı sağlar. Sosyal medyada bir paylaşım, çok hoşuma gitmişti. Aklımda
kaldığı kadarıyla şöyle yazıyordu: “Galaksinin içinde binlerce gezegenden
birinde, taş çatlasa altmış-yetmiş yıl yaşayan küçük bir canlı formusun, senden
önce milyarlarca insan yok oldu, sen de çevrendeki yirmi-otuz kişi dışında
kimsenin umurunda değilsin. Ne diye kasıyorsun kendini?”
İnsan; sıkıntılarını,
isteklerini ve eksikliklerini gidermeye çalışır. Bunlar, çoğu zaman yerleşik
kurallara aykırı davranışlar olarak ortaya çıkar. Ancak başka bir konu vardır
ve işin temeli burasıdır diye düşünüyorum. Üstün olma ve saygınlık sorunu… Bu
sorun; insanda sonradan oluşan bir durumdur. Üstün olma güdüsüyle ilgilidir;
ancak bu metinde, toplumsal olgu ve olaylardan öğrenilen sözde saygınlık
sorunundan söz ediyorum. Toplumsal olgu ve tutumlar, kişiler üzerinde
etkilidir. Bu tutumlar, bir anlamda toplum içerisinde öğrenilip taklit edilen,
sonra da davranış biçimine dönüşen şeylerdir. Ayırdına varamayanlar veya
davranış değişikliğine gidemeyenler, başkalarının ona dikte ettiği makam,
mevki, iyi şair, ortalama şair gibi yakıştırmaları gerçekliğe taşıyarak bunlara
boyun eğmek durumunda kalırlar. Buna göre tutum geliştirirler ve herkesin saygı
duymasını isterler. Deyim yerindeyse, “Dünyayı kurtardığını” düşünerek herkesin
onu omuzlar üstünde taşımasını bir hak olarak görürler. Ne yazık ki okuduğumuz
çoğu metinde bu tür yaklaşımlar sıklıkla görülür. Buna, insan oğlunun kendisini
savunma mekanizmasıdır, deyip geçelim.
Sosyal medyaya, dergilere,
kitaplara, sanat veya şiire ilişkin yazılara şöyle bir bakalım. Bu yazıların
çoğunda, yazar veya şair, kendini ışıklı bir vitrinin en üst noktasına
yerleştirmiş, diğerlerini; kötü, bilinçsiz, bilgisiz, şiirden, yazından
habersiz bir kalabalık olarak görmektedir. Sanatsal ve bilimsel yazılar konu
dışı olmak üzere, eleştiri adı altında yazılan metinlerin büyük bir kısmı
böyledir. Yukarıdaki tümceler, birer saptama olduğu için satırlara girdi.
Yazınımızda sık sık karşılaştığımız eleştiri amaçlı metinler, çoğunlukla dilsel
şiddet içeren metinlerdir. Yazı ve şiirlerimizde kullandığımız dil, başkasının
üzerinden pay çıkarmaya, yarar sağlamaya, görmezden gelmeye, öç almaya,
tanınırlık devşirmeye, saygınlığına zarar vermeye, küçük düşürmeye ve gülünç
duruma düşürmeye yönelikse bunlar, dilsel şiddet içeren metinler olarak
görülmelidir.
Başkalarını aşağılamak,
kendine makam mevki vererek bir yerleri işgal etmeye yeltenmek, bir diğerini
değersiz görmek, güzel değeri olmasına karşın sırf saplantılarınızdan dolayı
bilerek görmezden gelmek, sanatta ve edebiyatta bir şiddet türüdür. Şiddeti
sekiz kategoriye ayırıyor Franz Kiener. (İleten İmran Karabağ, Dil ve Şiddet,
İkaros Yayınları) Maytap geçmeden başlayıp küçük düşürme ve sözlü
saldırıya, hakaretten küfre kadar varan konuşma dilidir. Bir başkasını
incitmeye, onun duygularını ve saygınlığını ezmeye yönelik sözlü eylemler
bütünüdür.
Bunu biraz açalım isterseniz.
Ruhsal şiddetin en etkili aracı dildir. Diğer bir deyişle sözle yapılan
saldırılardır. Şiddet açısından düşünecek olursak çoğu metinde var olan, ancak
çok üzerinde durmadığımız ayrıntılardır bunlar. Elbette dilsel şiddet konusu,
eğitim ve yaşam anlayışıyla doğrudan ilgilidir. Ayrıntılı düşünmeyi gerektirir.
Bu tür söylemlere başvuran kişi,
kendisine bir yarar sağlamak amacıyla yapar. Ne kadar özen gösterilip gösterilmeyeceğini, toplumdaki ortak davranışlar
belirler.
Dilsel Şiddet (Sözlü
saldırılar) Kategorilerini şu şekilde belirliyor Franz Kiener:
1. Şüpheye dayalı olanlar; yalan söylemek, bir
başkası hakkında çarpıtıcı bilgi vermek…
2. Yerleşik kurallara aykırı olanlar; azarlama,
uyarma, ön yargıya dayalı eleştiri, yargılayıcı sözler, alay etmek, görmezden gelme,
3. Kötü niyetli olanlar; suçlama, iftira ve ihanet
türü sözler, öç alma, dolaylı yoldan zarar verme, haysiyet ve onurunu kırma…
4. Teşhir ediciler; küçük düşürücü, suçlayıcı,
tahrik edici, saygınlığını yok edici söylemler
5. Taciz ediciler; tartışmaya yönlendirenler,
saygısız konuşmalar,
6. Tehdit edici-meydan okuyucular; okura bağırma,
saygı sınırlarını aşan söz kullanımı
7. Sert tartışmaya neden olanlar; hakaret, küfür,
hor görme, aşağılama…
8. Gülünç duruma düşürenler; alaycı, taklit edici,
iğneleyici ve makaraya alıcı, maytap geçme.
Aslında “şiddet, övgü, eleştiri ve dilsel şiddet”
ayrımı önemlidir. Sınırları çok dikkatli çizilmelidir. Eleştiri olmadan gelişim
olmaz. Dilsel şiddet içeren ancak göz ardı edilebilir gibi düşünülenler vardır
ki bunlar, ruhsal çöküntüyü için için körükleyen şeylerdir. Görmezden gelme,
hor görme, küçümseme söylemleri gibi…
Neden özellikle bunu belirtiyorum? Okuduğumuz pek çok metin, eleştiri
gibi görünmesine karşın çoğunlukla dilsel şiddet içermektedir. Biz bunları eleştiri
yazısı ya da deneme diye okuyor, üstelik “Ne güzel yazmış, ağzına sağlık
diyoruz.” Çünkü bizden başka birini aşağılıyor veya toplum gözünde onun
saygınlığını zedeliyor. Çoğunlukla bunlar, bizim de şiddet duygumuzu kaşıyan
metinlerdir. Büyük çoğunluğumuz da bunların dilinden hoşnut oluyor.
Sanat adına ve eleştiri
düşüncesiyle yazılan çoğu metin; kişi, grup, sınıf gibi hedef aldığı kitlenin
toplum gözünde saygınlığının zedelenmesine neden oluyor. Bunları çok kötü iş
yapıyor olmakla suçlayarak veya yaptıklarını kötüleyerek, okurların uzak durmasına
yardımcı oluyorlar. Birey olarak bizler, birbirine bakarak karar vermeye
eğilimli kişileriz. Olumsuz bildirilerden etkilenerek, etkinlikte, dergi
sayfalarında veya bir grubun yanında bulunmaktan kaçınıyoruz. Hem de çok açık bir
şekilde yapıyoruz bunu. Sanat dünyasında bilerek ya da bilmeden yapılan bu tür
girişimler etkili birer şiddet türüdür, diye düşünüyorum. “Altının ayarı;
durduğu rafın ya da yanında/ilişkide bulunduğu diğer nesnenin/kişinin
niteliğine göre belirlenmez; kendi saflık derecesiyle belirlenir.” Sanatçı da
altın gibidir. Bulunduğu, durduğu yere göre saygınlığı belirlenmez. Bu,
dayatılmış ve sonradan öğretilmiş bir anlayış kalıbıdır. Diğer yazarın iyi ya
da kötü olması kimsenin iyi yazar olmasıyla ilgili değildir. Düzeyleri hakkında
karşılaştırma yapabilmek için somut bir kanıt da yoktur elimizde. Sınırsızlık,
sonsuzluk ve özgürlük ortamında üretilmelidir her yapıt. Kimin ne yaptığını ve
kimin nerede durduğunu küçümsemek bağnaz bir yaklaşımdır. Birinin yanında durduğu
için şişinmek, kendi yetkinliğini kanıtlayamamış kişi tutumudur; başkalarına
karşı dilsel şiddet kullanmak ise eğitimsizliktir.
Sonuç olarak; edebiyatı şiddetten uzak
tutacaksak, daha doğrusu toplumda şiddeti önlemeye yönelik edebiyatın işlevini
etkin kullanacaksak; önce yazar ve şair olarak, şiddetin kaynaklarından
kendimizi arındırmalıyız. Dilimizden, kalemimizden uzaklaştırmalıyız. Dilsel
şiddet, tek başına bir eylem/olgu değildir; içimizde yatan asıl şiddetin
dışavurumudur. İster istemez kalemimize yansır. Okura aynı şekilde geçer.
Okuru estetik yaşantıya yöneltmek yerine, şiddet eğilimli bir varlığa
dönüştürür. Kadın, çocuk veya toplumun her kesimine karşı şiddet, içsel bir
sıkıntının sonucunda ortaya çıkar. Bu sıkıntılar, sanat ve yazın gibi alanların
gücüyle azaltılabilir. Yeter ki yazar ve şairler, son zamanlarda olduğu gibi
içlerindeki şiddeti sağa sola cömertçe saçmasınlar. Ön almak için öncelikle
yazar ve şairler dikkatli olmalılardır. Özet olarak, şiire silah, eleştiriye
mezarcı, öyküye gardiyan ve denemeye bildirge süsü vermemek gerekir. Şiiri veya
yazınsal metni, öteki üzerinde üstünlük kurma gereci olarak görmemeliyiz.
Şiirin/sanatın hedefi, okuru ezmek ya da ötekini dövmek değildir; estetik
yaşantıya sokmaktır. 14 Aralık 2019 Narlıdere/İzmir
Deneyim ve düşünceleriyle metne katkı vereler:
Hidayet Karakuş, Handan Tan, Ayşe Karadağ
HATİCE ALTUNAY
OLDURULMUŞ
AD ERKEK/ÖLDÜRÜLMÜŞ ADSIZ KADIN
Kadına
edilen sözler olumlayıcı değil; hep alçaltıcı olmuştur. Atasözlerimiz öylesine
keskin sirkedir ki kadının tembelliğini asla kabul görmez. Kadın keyfince dem
süremez. Erken davranır, günlük planını uygulamaya koyulur. Bakınız
atalarımızın söylediği uzunçaya: “Erken kalkmayan avrat, söz dinlemeyen evlat,
mahmuzla gitmeyen at; kapında varsa kaldır at.” Yetmemiş bu uzunca deyiş yine
aynı anlamı içeren bir sözü kısaca: “Arpadan sonra ekilen darıdan, kocadan
sonra kalkan karıdan hayır gelmez” deyivermiş ve kadının rahatına düşkünlüğünü,
yapacağı küçük tembellikleri de engelleyivermiş.
Çocukluğumun
kırsalında günü üstüne doğuran kadının evinden bereket uçar diyerek kız
çocuklarının uykusu uçuruluyor; hamur leğeninin başına anasıyla birlikte
oturtuluyordu. Çın sabahta evlerden kadınlar, kız çocukları uyanında bereket
kaçmıyordu hiçbir evden. Eğer ekmek pişirme işi yoksa odun ateşinde pişirilmiş
buğusu üstünde tüten tarhana çorbasının başına oturtulurduk. Uykulu gözlerle ne
yediğimizin farkına varmadan, iştah açıcı o kokuyla doyardık. Tarlaya, otlağa
giden gider; kalansa evdeki sıralı işleri görürdü.
Her zaman kadının beceriklisi,
çalışkanı el üstünde tutulur. Atalarımız alkış tutar erkeğini var eden kadına.
“Kadın var kara toprak eder, kadın var yeşil yaprak eder” diyerek bir parmak
bal çalar ağzına. Şimdilerde kadının çabası güzellik, güzelleşme. Kent, kasaba
kadını güzelleşme uğruna zamanını ve parasını baş döndürücü bir şekilde
harcarken, köyler de nasibini alır. “Karısı güzel olan adam mutlu olur. Güzel
olmayan ise filozof.” diyen Sokrates’i anımsamamak mümkün değildir. Nasrettin
Hocamızın da hanımının çirkin olduğu söylenir. “Bana görünme de kime görünürsen
görün.” Sözü dillerden düşmez. Azıcık güzelleşmeye çalışan kadınlara eşleri
biraz Nasrettin Hoca tavrıyla davranır. Kadınların da kocaları için bir dirhem
bir çekirdek olması erkeğin gözünü dışarıdan kesmek olan düz mantığında
bütünleşir.
Her ulusun kadına bakışı çeşitlilik
içerir. Japonlar erkeğin boşanmasını, ikinci, üçüncü evlilikleri sevimsiz
bulur. Lafını yapıştırır. “İlk karını sana Allah, İkinci karını insanlar,
üçüncüsünü ise şeytan gönderir.” Bizde ise makbul olan öğreti: “Kocasının aldatmasına
tahammül eden kadın cennete gider. “Sözü ile din süzgecinden geçer, olumlanır.
Bizdeki evlilikler erkeklerce pamuk ipliğine bağlıdır. Kadın erkeğin elinin
kiridir sonuçta. Eksik etek, saçı uzun aklı kısa sıfatlarıyla sıfırlanır.
Böylesi zihniyetin özgür ve çalışan kadına tahammülü yoktur. Kadın kıracak dizi
kocasının biricik kölesi, hizmetçisi olacaktır. Eril kişiyi sorgulayamazsın,
sorgularsan başına çorap örersin. O para getirir, güç getirir, kadın olarak asla
sorgulamadan yaşayıp gidersin, haram ve helali erin bilir zaten.
Ülkemizde kız evlat kaşık düşmanı
tınısıyla büyür; doğuştan ikinci varlığa itilir. Kadın doğuracağı cinse göre
varlığı onurlanır ya da yuhalanır. Atalarımın sözü gelir yine “Oğlanı doğuran
övünsün, kızı doğuran dövünsün. “Erkek çocuklarına yapılan ‘sünnet’ ve ardından
muhteşem ‘sünnet töreni’ ile allanır pullanırken kız çocuğunun ergenliğe ilk
adımı, ilk kanaması (kirlenme) gizlenir, ayıplanır. İkincil cinsel duruş
sergilenir. Kız çocuklarının zihinlerine erkek çocuğuna yapılan törenin
kutsallığı aktarılır, o erkek olmuştur artık. Babadan sonra evde erkek çocuğun
varlığı sayılır. Önce erkekler oturur sofraya, önce erkekler doyar. Evin
erilleri doyduktan sonra sıra kendilerine gelir; Allah ne verdiyse yenilir.
Gelenek böyledir kimsenin itirazı olmaz. Dört kadının şahitliği bir erkeğin
şahitliğini karşılar.
Bir erkeği eşine, kızına şiddete iten
güç ne yazık ki onu yetiştiren ananın ve babanın öğretisinden geçer. Erkek
evladına karşı Anadolu kadınının dayanılmaz zaafı vardır. Kocasından, koca
ocağından gördüğü işkencenin intikamını oğlu eşinden alacaktır nasılsa. Ana,
baba “aslanım”, “koçum”, “paşam” sözcükleriyle bütünleştirirken sevgilerini,
aslında, yükledikleri erkek çocuğun zihninde biricik ve vazgeçilmez oluşudur.
İleride karısına kükresin, sözünü geçirsin diyedir. Kılıbık erkek, kadınsı
erkek sonradan zamansız filiz çıkaran bitki gibidir, kabul görmez. Erkeğin
bakımlı olması istenirken; maço olması da açıktan istenir. Maço adam da kadının
sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etmemek mantığında donatılmıştır.
Sözün kadına ettiği ile kalsak iyi de
nerede? Ötesine dolu dizgin geçtik kadına şiddet bizim birincil görevimiz.
Kadını ezen, aşağılayan şiddeti meşrulaştıran zihniyetin muhteşem aralığında maratona çıkmaktayız. Siyasi bakışın erkek
egemen yasaları, kadını öldürmek için, her eylemi haklı çıkarmak da birincil
ödevidir, tüm faturalar yine kadına kesilecektir. “Dişi köpek kuyruk sallamazsa
erkek köpek arkasından gitmez” “Sıpanın oynayışı, eşeği yoldan çıkarır.”
Sözleri o kadar ilerler ki hamile kadının sokağa çıkması tahrik unsuru olur.
Güzel olmasın, süslenmesin, kırmızı giymesin, topuklu ayakkabı tahrik unsuru,
bakımlı ve zayıf kadınlar bizzat ölüme davetiye çıkarır. Bir yığın alçaltıcı
tutum uzayıp gider.
Din
bezirgânları insan hak ve hürriyetlerini –bilakis genç kızları, kadınları-hiçe
saymıştır. Teokrasinin dallarında oldurulmuşların kahramanları, biz kadınlara
dünyada cehennemi yaşatır olmuştur. Kadının varlığı şeytandır, şeytansıdır.
Bütün şeytanlıkların anası kadının katli vaciptir.
Cezaevinden firari birçok cani
sokaklarımızı, çocuklarımızı, gençlerimizi ve özellikle genç kızlarımızı
acımasızca öldürürken adaletin olmadığını en yetkin ağızlardan duyarken,
sağlıklı yönetildiğimiz, içimizde hasta ruhlu caniler özgürce dolaşıp, aklına
estiği kişileri gözünü bile kırpmadan öldürürken can ve mal güvenliğimiz
ortadan kalkmıştır.
Genç kızlar, kadın öğretmenler intihar
ederken, hatta ailecek siyanürle hayatlarına son verirlerken, hasta ruhlu
sürüngen ruhluların aramızda yaşayıp gitmesi normal midir?
Birkaç güzel sözün hatırına yaşayıp
gitsek, çiçek sevsek, hayvan sevsek, doğayı kucaklasak diyoruz mümkünü yoktur
ya… Umarsızca doktor bekleyen hastalar gibi köşemizde.
Şimdi yalnızca “Cennet anaların
ayaklarının altındadır.” Sözüyle öldürülmüş adsız kadınlar olarak o muhteşem
günü bekliyoruz! Ötesi dünyada cenneti düşleyerek.
Ülkemiz yoklukta, açlıkta, cinsel
açlıkta, ölümlerde, intiharlarda, kadına şiddet ve çocuklara şiddet dizileriyle
ayakta. Ahlâk çürüdü din sapasağlam ayakta!
Yaşamak ağrısı ile nefes almak, ahlar
ve acılar büyütmek yüreklerde…
Ağır geldi sürüngenler içimizde
yayılmakta. Üzgünüm güzel günlerden söz edemedim
Umudum hep diri kalsın isterim oysa. Çın
sabahların huzuru dolsun içimize.
Güzellikler mumla aranmakta duyuyor
musun?
SÖNMÜŞ YILDIZLAR
İçimizde büyüyen çıngı
Hangi canı yakacak
Yaşamak ağrısı sardı
Yoksunluk sınırında
Açlar
Eril baskılar.
Çanak tutan askılar.
Dört bir yanımız
Ucube kılıklı adamlar
Kadının köleliği alkışlansın.
Kadın seçmesin
Kadın seçilmesin
Eril dünya parlasın
İçimizde büyüttük çıngıyı
Din maskesinde ahlak çürüdü
İnsanlık gömütlüğünde
Sönmüş yıldızlar... 6 Aralık 2019
CEVAT
ÇEŞTEPE
ŞİDDET ADINDA İÇGÜDÜ TERÖRÜ
Amerika kıtasının orta bölgesinde,
gelenekleri ile yaşayan toplumlarda bekar bir erkek öldüğünde, yakınları
tarafından yeni ölmüş bir kadının cesedi mezarından çalınıp, gelinlik
giydiriliyor ve süslenip-püslendikten sonra ölen bekâr erkeğin yanına
gömülüyormuş. Amaç, erkeğin hiç olmazsa mezarında yalnız yatmamasıymış…
Bu da bir “ölü gelinler” öyküsü. Sıkça
tanıklık ettiğimiz “çocuk gelinler” gerçeğinin bir başka biçimi. Her ikisinin
de özeti: Kadına yaşarken de rahat yok öldükten sonra da…
Çağdaş insan beyninin asla kabul
edemeyeceği bu iğrenç öykü ve acı gerçekler, kuşkusuz cehalet ile cinsel açlık
evliliğinden doğar. Adı, göbek adı ve soyadı “şiddet” olan ve genellikle erkek
kimliği taşıyan doğuştan çıldırmış içgüdünün bir anlamda yaptığı ve yaşattığı
terör uygulamasıdır.
Bu konuda kurbanlar elbette ki yalnızca
kadınlar değil. Bireysel şiddetin kurban aldığı erkek sayısı, aynı sona
yakalanmış kadın sayısından onlarca misli daha fazladır.
Baskı-şiddet-cinayet sebepleri ortaya döküldüğünde
görüyoruz ki kadınlar, yalnızca özgürlük, eşitlik, insanca yaşamak, kul-köle
değil birey olmak talepleri nedeniyle bu sona yakalanıyorlar. Talepleri erkek
üstün sınıfının(!) ve otoritesinin sarsıntı geçirme olasılığını güçlendirdiği
için şiddet terörü uygulama alanının içine düşmüş oluyorlar.
Devletin bile kendisine sığınanları
korumaktan aciz kaldığı, kimi özel günlerde yapılan yürüyüşlere polisin
şiddetle müdahale ettiği günümüzde., kadınlarımızı bu şiddet terörü belâsından
nasıl koruyabiliriz? Cehalet ve tabu yasaklar ile iktidar gücünü kaybetme
korkusu, ortadan kalkmadıkça bu mümkün mü? Peki bunlar, bugünkü karanlık
koşullarda nasıl ortadan kalkacak dersiniz?
Bu soruya verilecek yanıt elbette var
ama ne yazık ki o yanıt, bugün için sadece ambalajı açılmamış bir umut ve dilek
paketinin içinde saklı kalacak, şimdilik oradan çıkacak durumda değildir.
Gün doğmadan neler doğar, değil mi?
AYŞE YETİŞEN
CİNSELLİK VE KADIN CİNAYETLERİ
Yazılı ve görsel basındaki haberlerde de görüldüğü üzere yurdum insanında
kadına karşı duyulan şiddettin, kadın cinayetlerinin artması, 21 yüzyıl da bile
ülkemizde kadının adının olmadığını kanıtlıyor. Günümüz toplumunda kadınlarımız
kendini koruyamadığı gibi, her an şiddet ve ölüm tehlikesiyle burun buruna
yaşıyor.
Polis akademisi başkanı Prof. Dr. Yılmaz Çolak koordinesinde Doç. Dr. Coşkun Taştan ve Araştırma görevlisi Aslıhan Küçüker Yıldız tarafından
hazırlanan 46 sayfadan oluşan raporda, ‘Türkiye'de son üç yılda 932 kadın
cinayete kurban gitmiştir’ deniliyor. Bu ölümlerin büyük çoğunluğu
kadınlarımızın cinsel obje olarak görülmesi ve toplumsal ahlaki değerlerinin
çiğnenmesi bahane edilerek işleniyor.
Oysa cinsel ilişki iki insanın bedenlerini kullanarak birbirlerine haz
vermek amacıyla yaptıkları ortak etkinlik olarak tanımlanıyor. Cinsellik her
insanın kişiliğinin ayrılmaz bir parçası olduğu gibi insanlığın var olduğundan
beri cinselliğin de var olduğu kabul ediliyor.
Çok eski zamanlarda bile insanların zevk için birbiriyle cinsel
beraberlikte bulundukları görülmüştür. Bunun en büyük sebeplerden biri ise
tanrı veya tanrıların yarattıkları en değerli güzelliğin kadınlar olarak
görülmesiydi ve rahim olarak bilinen bölgenin, bebeğin anne karnında bulunduğu
bölge olarak bilinen yerin tanrıya açılan kutsal kapı olarak düşünülmesi idi.
Bu kapıdan geçmek doğal olarak tanrıya ulaşmaktı yani büyük bir ibadet ve
zevkti.
Antik Mısır seks ritüellerinin görüldüğü toplumlardan bir tanesiydi. Nil
nehrinde yaşanan gelgitlerin sonuçlarını tanrıların boşalması olarak kabul eden
Antik Mısır halkı bu durumlardan yola çıkarak firavunlar da iktidarlarını
kullanarak çeşitli seks ritüelleri keşfetmişlerdi
Cinsel ilişkilerimiz doğuştan ve insanlığın oluşmasından itibaren
görülmekle birlikte, cinselliğe ilişkin düşüncelerimiz, yargılarımız, davranışlarımız
ve tutumumuz yaşadığımız değer yargıları ve kişisel tercihlerimize göre
değişmektedir
Cinsel özgürlüğümüz ise bireylerin tüm cinsel potansiyellerini ifade
etmeleri, ilişkilerin diğer alanlarında olduğu gibi, cinsellik alanında da
eşlerin karşılıklı onayı, eşit söz hakkı, etkin katılımı ve ortak doyumu söz
konusu olmasıdır. Her çeşit zorlama, istismar ve taciz cinsel özgürlüğümüzün
dışındadır. Eşlerin cinsel etkinliklerin zamanı, yeri ve biçimi konusunda
farklı arzuları da olabilir. Her iki cinsel eş de bunları açıklıkla ifade
edebilmeli, rahatlıkla cinsel etkinliği başlatabilmeli, eşinin talebini
kırmadan reddedebilmeli, burada reddedilenin tümden kendisi değil, o anda ve
orada cinsellik olduğunu anlayıp kabul edebilmelidir.
Son yıllarda artan kadına şiddet ve kadın cinayetlerini göz önünde
bulundurursak, toplumumuzda kadınlarımızın cinsel özgürlüğünün hiçe sayıldığını
görürüz.
Eşinden ayrılan bir kadınımız boşanmış olduğu eşine geri dönmediği için
kızının gözü önünde hunharca boğazı kesilerek katledilebiliyorsa, yine bir
hemşire boşanmış olduğu eski eşi tarafından takip edilerek, bir toplantı sonucu
iş yerindeki doktor arkadaşının arabasına bindiği için hem kendisi, hem de
doktor arkadaşı hunharca öldürülüyorsa bu biz kadınların cinsel özgürlüğümüzün
yok olması sebebiyledir.
Bu cinayetler göstermiştir ki bir kadın eşinden boşansa bile bağımsız ve
özgür bir şekilde hayatını şekillendirememekte, bırak cinsel özgürlüğünü, yaşam
özgürlüğünü bile kullanamamaktadır.
YAŞAR ÖZMEN
DİLSEL
ŞİDDET
Dilsel şiddet. Bu da nedir
demeyin! Estetik bilimi penceresinden bakarsak şairin kullandığı dilde
dikkat etmesi gereken en önemli konu, şiirlerinin “dilsel şiddet” içerip
içermediğidir. Bu kavramdan ne anlamalıyız? Bunu sekiz kategoriye ayırır Franz
Kiener. (İleten İmran Karabağ, Dil ve
Şiddet, İkaros Yayınları) Maytap geçmeden başlayıp küçük düşürme ve sözlü
saldırıya, hakaretten küfre kadar varan konuşma dilidir. Bir başkasını
incitmeye, onun duygularını ve saygınlığını ezmeye yönelik sözlü eylemler
bütünüdür.
Salt düşüncede kalan
eleştiri yöntemi, kızgınlık göstergesi veya anlatım özgürlüğü içerisinde bir
konuşma dili olarak düşünülmemelidir. Fiziksel şiddetin gerisinde tamamlayıcı
rol oynayan bir olgudur dilsel şiddet. Tersinden söylersek, düşüncede yerleşmiş
şiddet anlayışının birebir çıktısıdır. Şiddet eğiliminin gerisindeki
gösterendir, dışavurumdur. Fiziksel şiddeti olağan karşılayan, hakareti,
baskıyı, saldırıyı, korkuyu, terörü ve ölümü onaylayan bir anlayışın dil
kullanım biçimidir.
Baskı, korku, şiddet ve güvensizliğin egemen olduğu bir
ortamda yetişen bizlerin; bugün hâlâ aynı mantıkla eğitilmekte olan bir kısım
çocukların; dilsel şiddetin altında yatan gerçeği tam anlamıyla
kavrayabileceğini beklememek gerekir. Dilsel şiddet içeren her metin, bu şiir olsa
bile, sırasıyla baskı, korku ve egemenlik kaygısı üzerinde konumlanır. O metni
okuyan kişi ise doğduğu ortamın onda yarattığı kaygılara dayanarak, metni
olumlu karşılar ve anlamlandırma yoluna gider. Şiddet havasını olumlar ve yeni
bir yandaş olarak istenmeyen ortamda sürekliliğini korur. Hangi sanat alanı
olursa olsun, esere giydirilen şiddet havası, “ben” kavgasının en etkili ve
uzun menzilli silahıdır. Bu anlayış ve ortamdan beslenen okur ise bu silahı
edinme çabası içine girer.
Konuya daha sağlıklı
baktığımız zaman şunu görürüz: Şiddet içeren söylem ve davranışlar, sağlıksız
ve bozuk duygu durumunun dışavurumudur. Sanat ruhunun karşıtı bir durumdur.
Şiddeti normal davranış biçimi olarak gören bir anlayışın çıktısından başka bir
şey değildir bunlar. Bütün dinlerde
olduğu gibi tanrı korkusuyla ya da ideolojilerin egemenlik baskılarıyla
şekillenmiş günümüz insanları, elbette dilsel şiddet kavramını anlamakta güçlük
çekecektir. Hatta bu tip söylemlerin
sanatı geliştireceğini, insanı dönüştüreceğini, terbiye edeceğini savunacak
kadar ahmaktırlar. Bu söylemlerle kendini gerçekleştirme yolunu benimsemiş
zavallılar, elbette şiddetin gerisinde yatan ereği ve yıkıcı etkilerini
anlayamazlar. (Son üç tümce için
okurlarımdan özür dilerim; bold yazılan üç tümce, dilsel şiddete yerinde örnek
olması için kurulmuştur. Okurlara yönelik değildir; bu tümceler konuyu görünür
kılabilmek içindir.)
Şiir; duyarlılığı, duygulanımı ve estetik kaygıyı uyarıcı
bir anlatımı öngörür. Daha doğrusu bütün sanatların asıl ereği, estetik değer
yaratmaktır. Bununla birlikte şiirin maksadı, sevgi duygusunu var ederek
insanda yaşam sevincini doğurmaktır. Bu nedenle; baskı, korku ve şiddet içeren
söylem biçimi, şiirin duygusal ve sanatsal değerini, dolayısıyla estetik
değerini yok eder. Dilsel şiddetin şiirde yaratacağı iticilik, sanata ve şiire
gönül vermiş şairlerce iyi okunmalı, şiddet ile şiire giydirilen söyleyiş
biçiminin sınırı doğru yerden çizilmelidir.
Şiirin kullandığı gereçler,
ideoloji ve inançlarla birlikte tüm bilgi kaynaklarıdır; bunu göz ardı
edemeyiz. Şair, ideoloji ve inançları sanat ve şiirin gereci değil de onların
emrine girmiş bir yaklaşım tarzı sergilediğinde durum sanat ve şiir dışında
başka bir düzleme evrilir. Bunun en bilinen tanımı; propaganda, irşat (dinsel
tebliğ) ya da misyonerliktir. Daha hafifleterek ve açıklayıcı biçimde
söylersek, egemenlik ve üstünlük kaygısı taşıyan her tür sanat dili, ister
istemez dilsel şiddetin türevlerine başvurmak zorunda kalır.
Okurlar, sanatçılar veya sanat
eleştirmenleri; egolarına yenilerek, ideoloji, inanç, öğrenilmişlik ve önyargı
zinciri altındaysa, diğer bir deyişle zihinleri bazı edinilmiş kalıplardan
dolayı baskı altındaysa, estetik kaygı diye tanımladığımız durum farklılık
gösterir. Bu durum, estetik kaygıdan dayatmacılık ve yararcılık kaygısına
evrilir; sanat dünyasında yaşanagelen ve bugün yaşadığımız en geçerli davranış
gibi görünen temel sorunla karşı karşıya olduğumuzu gösterir.
Ayrıca sanat, özgürlük kavramından anladığımız
kadar özgür; sanatçı ise, önyargı ve bilinçaltı güdülerini ehlileştirebildiği
kadar tarafsızdır. İnsan zekâsı; önyargı, inanmışlık, şartlı öğrenilmişlik gibi
durumlarda, sanatsal anlamda yeni görme ve duyma biçimlerine yönelemez. Ona
giydirilen kalıpları kıramayacağı için, yaratıcı ve farkındalıklı düşünme
sürecine giremez. Artalan bilgisi dediğimiz, bilinç ve bilinçaltına saplanmış
mutlak kabulleri kırmak pek kolay değildir. Sanatın en büyük düşmanı bu tür ön
kabullerdir, keskin köşeli çizgilerdir. Bir anlamda yaratıcılığın önündeki en
güçlü engellerdir. Aslında bu, estetik algı dediğimiz olgunun önünde duran en
çetin hastalık durumudur.
İnsanlığa yaraşır barışçı ve yaşanabilir bir dünyanın halen
kurulamamasının altında yatan gerçek, insan olarak insanı, evreni ve
aralarındaki ilişkiyi okuma ve görme yetilerimizin çoğunlukla şiddetten
besleniyor olmasıdır. Sanat, özellikle dil sanatları ve şiir, dilsel şiddete
pirim vermemelidir. Şiirin ereği, baskı kurmak, korku üretmek, öğretmek,
egemenlik taslamak ve insanı dönüştürmek değildir; sevme duygusunu duyumsanabilir
hale dönüştürmektir, sevgiyi var etmektir, yaşam sevincini doğurmaktır. Sevgi
duygusunu güçlü yaşayan insan, estetik değer üretebilir, güzellik yaratabilir,
yeni ve yaşanabilir dünyaya doğru yönelebilir. Yaşanabilir dünyayı bu
niteliklere sahip insan kurabilir.
Bir ülkenin okuru, sanatçısı ve ön çıkanları; şiddet ve dilsel şiddet
nereden gelirse gelsin, hedefi ne olursa olsun, çağdaş insan ile uyuşmayan bu
tür konulara karşı duyarlı olmalılardır. Şiir; şairin duygu gücü öncelikli
etken olmak üzere, algı-düşünme-anlama-yargı sisteminin dış gerçeklik ve
gerçeküstülüğü yorumu ile şekillenir. İşte bu yüzden şairin dünyayı okuma,
anlamlandırma ve görme biçimi çok önemlidir. Şiirden önce kendisi şiir kadar
şiir olmalıdır. Her ne kadar konusu şiir de olsa, önemli olan insandır. Şiir
sanatında asıl amaç, estetik kaygıyı güçlendirecek estetik değer
yaratabilmektir.
Estetiğin doğuma hazırlandığı rahim,
kişisel algı ve yargının özgünlüğü ile ortamın özgürlüğüdür. Şiddetin bulunduğu
yerde özgünlük ve özgürlük olamaz.
Estetik ya da güzelduyu dediğimiz kavram, insanın
tam insan olabilmesine katkı sağlayacak verilerin yaşam alanıdır ve güzelliğin
yaşanma biçimidir. Her ne kadar güzelliği gereksinimlerimiz arasında ele
almıyor olsak da güzelliğin her insanın temel gereksinimleri arasında olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle aydın insanın iş görme, sanat üretme
yetisi, güdülenmesi, iç huzuru, doyumu, mutluluğu ve yaşam sevincinin
sürekliliği, güzellik olgusunun içinde gizlidir.
Bu bağlamda üzerinde tartışılması
gereken önemli bir dönemden geçiyoruz. Yirminci yüz yıl sanat bildirilerine
baktığımızda, çoğunluğunun yıkmak, kırmak, dökmek, devirmek üzerine
kurgulandığını görürüz. Örneğin, sürrealizm, Dadaizm vs. gibi akımların
yaklaşım ve uygulama tarzlarına bakalım. Modern sanat diye tanımladığımız zaman
diliminde; Birinci ve İkinci Dünya Savaşı travması; on dokuzuncu yüz yıldaki
diğer kargaşalar; totaliter rejimlerin baskısı gibi sıra dışı koşullar;
sanatsal eğilimleri çatışma mantığına yöneltmiştir. Zamanın koşullarını
anlayabiliyoruz; normal karşılayabiliriz. Ancak, sanatta veya şiirde çatışma
kültürünün günümüzde hâlâ sürüyor olması anlaşılır bir durum ötesi gibi
geliyor.
Sanatın
beslendiği kaynaklar çatışma, karşıtlık, uyumsuzluk, yenilik, aşırılık gibi
durumlardır. İnsanı insana, kuramları kuramlara, sistemleri sistemlere, devleti
devletlere egemen kılma adına çatışmalardan söz etmiyorum burada. Bugün çatışma
kültürü, toplumlarda saplantılı, önyargılı ve ayrıştırılmış akışkan kitleler
yaratmıştır. Hem düşünsel hem ekonomik anlamda. Bu doğrudur. Ancak günümüzde,
sanata ilişkin istenen özgün ve özgürlük ortamının kurulamıyor olması, aydın
insana yakışmıyor. Şiir, bilgi ve kültür birikiminin yarattığı imgelem
çıktısıdır; kendi gelişimine ve yenileşmesine engel olan yaklaşımlardan
kurtulmalıdır.
Toplumumuz açısından bu konuya değinmek
gerekirse, bireyin kul olma sürecine doğru bir dönüşüme tanık olduğumuzu
yadsıyamayız. İşte biz böyle bir ortamda sanat eseri ve
izleyici üzerindeki dilsel şiddet, estetik değer ve algısından bahsediyoruz.
Toplumsal katmanlar hangi hamurdan yoğrulmuş olursa olsun, sanatın işlevi ve
yolu, aydınlık ve yeni bir dünya algısının başat olduğu evrendir. Sanatçı da bu
bağlamda, zihin ve duygu gücü ile geleceği öngörüp, yaşadığı dünyanın
döngüsünden daha hızlı davranmak zorundadır. Bakınız dünya tarihine, tiranlar,
baskılar, korkular, şiddetler, savaşlar tarihidir. Hangisi ayakta
kalabilmiştir? Savaş, terör, şiddet ne zaman insan için iyi bir sonuç
üretmiştir? Kaldı ki dilsel şiddet şiire estetik değer kazandırmaz; tam tersi
itici, ayrıştırıcı bir oluşuma yöneltir ve şiddet algısını güçlendirir.
Dolayısıyla bu tür şiirler, şiir tavrıyla çelişirler.
Sonuç olarak, çağdaş şair ve çağdaş şiir; şiddeti
olumlayan ya da olağan karşılayan algı ve duyuları naif koşullara yaslayarak
harekete geçirmeli, olumlu duygu durumuna dönüştürmelidir. Şiddeti kaşıyan bir
dil değil; sevinci güçlendiren bir dildir sanatta asıl olan. Şiir deyince
bizlerde oluşan imge ve imgelem, güzellik dediğimiz değerler üzerinde anlam bulmuyor
mu? Ağustos 2018, Narlıdere
ASUMAN KARADUMAN
MOR ŞEMSİYE (ÖYKÜ)
Hava bir açıyor, bir kapanıyordu. Biraz
sonra güneş gülen yüzünü tekrar gösteriyor, sanki bulutlarla saklambaç
oynuyordu. Yağmur yağdı yağacaktı.
Kahvaltı sonrası yine sabırsızlanıyordu
torun. “Parka gidelim anneanneciğim sıkıldım” diye tutturdu mu bir kere, artık
susturmak olanaksızdı Ada’yı. Yürümek, koşturmak istiyordu. Elini tutturmuyor,
arabasına binmek istemiyordu. Oysa arabasına binse, bir yağmurlukla örtüp
kolayca koruyacaktı onu. Arada bir Arnavut damarı tutuyordu sarı papatyanın.
Çabucak hazırlanıp ne olur ne olmaz diye yanlarına sevgili mor şemsiyelerini de
alarak kendilerini sokağa atmışlardı.
Sıradan bir şemsiye değildi anneanne ve
torunu için. İlk kez bir 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde ilçelerinin
nikah salonunda düzenlenen panel sonrasında açmışlardı rengarenk şemsiyelerini
kadınlar. Onlara da mor renkli bu şemsiye düşmüştü. Kadınlara yönelik her türlü
şiddete ve ayrımcılığa karşı düzenlenen tüm eylemlerde onların yol arkadaşıydı
bu mor şemsiye.
Kısa bir yürüyüşten sonra parka
ulaşmışlardı. Burası ağaçlarında papağan, serçe ve daha birçok değişik türdeki
kuş cıvıltılarının çocuk çığlıklarına karıştığı küçük, şirin bir parktı. Her
zaman oturdukları bankın kenarına asmıştı mor şemsiyeyi Ada. Sonra çok sevdiği
atlıkarıncadaki denizatına binmek istedi. Daha sonra tahterevalliye ve
salıncağa bindi. Parktaki diğer
çocuklarla birlikte oynayan Ada’nın keyfine diyecek yoktu. Gülücükleri giderek
kahkahaya dönüşüyordu.
Zamanın nasıl geçtiğini
anlayamadılar. Ada uzun uzun esnemeğe
başlayınca eve dönme vakti gelmişti artık. Hemen yola koyulmazlarsa kucak
isteyecekti yavrucak, belki de uyuyakalacaktı.
Bu yüzden acele ediyordu anneannesi.
Kucağında uyuyakalan torununu yatağına
yatırırken bir anda bankın üzerine astığı mor şemsiyeyi almayı unuttuğunu
anımsadı. İçi cız etti o anda. Nasıl unuturdu? Kendisine kızdı. Çünkü sıradan
bir şemsiye değildi o. Birlikte ne çok şey yaşamış, nice anılar paylaşmışlardı.
Uyuyan torununu yalnız bırakıp mor şemsiyeyi unuttuğu yerden almaya gidememek
canını iyice sıkmıştı. Hava ile birlikte anneannenin de içi kararıyor; ancak
umudunu yitirmek istemiyordu.
Ertesi sabah erkenden uyandığında
aklına ilk gelen parkta unuttuğu mor şemsiyeydi. Çabucak giyinip acele acele
parkın yolunu tuttu. Halen orada bulabileceğine olan inancını korumaya
çalışıyordu. En kötü olasılıkla ihtiyacı olan biri almış olabilir diye
düşünüyordu. Parka yaklaştığında ilerde yerde duran bir şey gözüne ilişti. Ona
doğru adımlarını sıklaştırdı. Ne olduğunu ilk anda anlayamadı. Telleri tek tek
söküldüğünden kloş bir kadın eteği gibi açılan mor şemsiyenin kumaşı
parçalanmış halde duruyordu. Yavaşça eğilerek yerdeki şemsiyeyi aldı. Pırıl
pırıl mor kumaşı bıçak darbeleriyle delik deşik edilmişti.
Başının döndüğünü, gözlerinin kararmaya
başladığını hissedince güçlükle yandaki banka çöktü. Şemsiyenin aldığı
darbeler, ruhunu ve bedenini derinden yaralamıştı. Bu bıçak darbeleri sanki
kendi bedenine vurulmuştu. Kim, neden böyle bir davranışta bulunabilir diye
düşünmekten kendini alamıyordu. Bir şemsiyeye bunları yapan kişi, savunmasız
çocuklara, kadınlara ve diğer canlılara neler neler yapmazdı!..
Sabahın serinliği yanaklarına doğru
süzülen damlalara karıştı. Eve dönmeden
önce yeni bir şemsiye almak üzere hızlı hızlı yürürken birden içinde yüzlerce
mor şemsiye açılmıştı. 27.02.2017, İzmir
HANDAN
TAN
AYAR
ARİF (ÖYKÜ)
Nurten, Tarabya’da bindiği otobüsten
Kuruçeşme’de indi. Evdekilere nasıl bir açıklama yapacağını düşünüyor, bir
türlü kendine de inandırıcı gelen bir çözüm üretemiyordu. Evden çıkarken takıp
takıştırdığı bilezikleri, yüzükleri, teyzesinin görmemiş olmasını dilerdi.
Görmüştü ne yazık ki. Öyle olmasa, sessizce eve süzülürdü. Böylece, her
davranışını casus gibi izleyen teyzesi, altınların yerlerinde olmadığının
ayırdına varana dek günler, haftalar geçerdi. O vakte kadar da daha parlak bir
fikir gelebilirdi aklına.
Ev yolunda da düşünmek için birkaç
durak önce inip yürümek istemişti. Ortaköy Dereboyu'na girecekken vazgeçti. Etz
Ahayim Sinagogu'ndan çıkıp evlerine gitmekte olan birkaç mahalle arkadaşına
görünmemek için Muvakkit Sokak'a saptı.
Dün gece aldığı alkolden dolayı beyni
oldukça yavaştı. Adımları da. Aydınlık sokak köşesinde durdu. Yapımı süren
Boğaziçi Köprüsü'nün ayakları geçeceği için yıkılan bir apartmanın, ortalık yerde
sağlam kalmış merdivenlerine çöktü. Bir sigara yaktı. Sonra küçük el aynasında
kendine baktı. Göz altlarında birikmiş rimel kalıntılarını dilinde ıslattığı
parmak ucuyla sildi. ‘’Tüh, sana! Bunca yılın Nurten’i. Bu kadar salakmışsın
işte! '' dedi. Küçük aynada gördüğü tek gözüne küçümser bir bakış attı.
Evdekilere yakalanırsa diye bula bula
bulduğu açıklamayı kendisi de beğenmiyorken, teyzesine nasıl yutturabilirdi?
Kaçın kur’asıydı teyzesi. Çaresiz, kalktı. Paket taşlı dik yokuşa vurdu.
Teyzeler, dayılarla beraber yaşadıkları köşk yavrusu ahşap evlerinin kapısını,
kendi anahtarıyla açtı. Kimseye görünmeden, pıtır pıtır sekerek odasına girdi.
Duygularıyla oynandığına mı, aile yâdigârı takılarına mı yansın? Bilmiyordu.
''Otobüs bekliyordum. Başka kimse yoktu
durakta. Bir araba durdu. İçinden inen adam bir hamlede kolumdaki bilezikleri
sıyırıp aldı. Öyle korkmuştum ki elmas küpelerimi de, yüzüğümü de kendim
çıkarıp verdim. Bastı gaza gitti. Durakta tek başımaydım. Korkudan
ölüverecektim oracıkta. Sen olsan ne yapardın?''
Olmuyordu. Daha güzel bir yalan
uyduramıyordu.
Her şey, komşusunun önerisiyle, tekrar
en kısa zamanda hayırlı, kazancı yerinde bir koca bulabilmek için, Telli
Baba’ya tel adamaya gitmesiyle başlamıştı. Adağını adamış, eve dönmek üzere
durakta bekliyordu. Saçları briyantinli, Clark Gable bıyıklı bir yakışıklı
yanına gelip kendisiyle tanışmak istemişti. Adak adayalı yarım saat olmamışken,
Telli Baba'nın, dileğine bu kadar kısa zamanda cevap vermiş olmasına şaşırmıştı
Nurten. Yatırın kerametine inanarak ve etekleri zil çalarak adamın teklifini
kabul etmişti.
Gelen ilk otobüse atlayıp Sarıyer'de
indiler. Bahar olmasına karşın hava oldukça sıcaktı. Sahilde bir çayhanede oturup
birer gazoz içtiler. Tanışalı yarım saat, belki de kırk beş dakika olmuş
olmamıştı. Nurten, Telli Baba'ya duyduğu minnetle, Arif'in kolunu omuzuna
atmasına, elini eline alıp okşamasına ses çıkarmıyordu. Dileğini yerine getiren
Telli Baba'ya hürmetinden ve Arif'i çok yakışıklı bulduğundan.
Haftaya aynı gün saat ikide, Sarıyer'de
buluşmak üzere ayrıldıklarında henüz ikindi vaktiydi. Nurten, otobüsün
kalkmasını beklerken tatlı düşlere dalmış, Arif ise Telli Baba yönüne giden bir
dolmuşa binmişti yeniden.
Akşam üstü Tophane semtinin bitirim
kahvehanelerinden birine daldı Ayar Arif.
-Ne o Ayar? Bugün erkencisin!
-Tezgâhı erken topladım abi. Yüz
vermedi evde kalmış, turşusu kurulası kızlar bana. Haftaya kadar başka işlere
bakarız artık. Ya da otlanırız sağdan soldan. İyice kokoroz pilâkisi olduk bu
günlerde.
-Gel bir tavla atalım öyleyse.
-Kemik de gülmez ki yüzümüze be abim.
Dur, şu altılıyı oynayıp geleyim. İki çay getir ufaklık bu tarafa!
Abi dediği, Çatalca'lı, Göçmen
Rıdvan'dı.
-Kısmet çıkmadı mı ülen bugün? Maakeme
duvarı gibi suratın?
-Abi çıktı bir kısmet ama benim gönlüm
kaymadı hiç. Biraz geçkince hani. Bir keklik düşmedi ki yoluma.
-Oğlum, nikâhına almayacaksın ya,
beyaaa.
-Öyle deme be abim. Biz de insanız
yâni.
-Senin manita nasıl, ailesine
açılamadın mı daa?
-Nasıl açılayım be abim. Cep delik,
cepken delik, kalmadı bir metelik.
Kahvehanenin ortacısı genç, iki tavşankanı
çay bıraktı masaya. Eli yanağındaydı. Ağrıya ne yararı olacaksa.
-Ne o ufaklık, diş mi, çene mi?
-Dişim ağrıyor Arif Abi.
-Oğlum, ağrıyan dişi ne tutuyorsun
ağzında, git çektir len. Benim gözüm ağrıyordu geçen yıl, gittim çektirdim,
kurtuldum. Takmadır gözümün biri.
Çaycı çocuk, ağzı bir karış açık,
yuvarlak tepsinin halkasını parmağına takmış havada savura savura ocağa doğru
gitti.
Üçüncü bardak çayları da içtiler.
Tavlada ikisi de ikişer oyun almıştı. Bir mars, bir oyuna kalmıştı işleri.
Ocaktan masalara çayları taşırken Arifleri kolluyordu genç. Çatalcalı, bir marsla işi bitirince geldi,
dikildi başlarına.
-Arif Abi, yazık etmişsin gözüne be.
Sırf ağrıyor diye gözünü çektirir mi insan? Yok muydu tedavisi, ameliyatı
falan?
Arif, şaşkın şaşkın baktı gence.
-Lan oğlum, makaraya mı sarıyorsun
beni? Nâmı almış yürümüş Ayar Arif Abi’ni?
-Âdi oğlum sen uza biraz, dedi
Çatalcalı Macır Rıdvan. ''Epten delirtecen erifi.''
-Ülen Arif, tam da adamına çattın. Te
be görmezdi bu kızancağzın gözü çocukluktan berim. Göz nakli yapılınca görmeye
başladı ülen, garibim.
-Abi, yapma ya... Tüh! Üzdüm çocuğu.
Hay kafama......
-On yedi yaşında gördü dünyasını ilk kez.
Saftır o yüzden, inanır kızancık. Dolap, dümen bilmez. Senin gibi anadan gözü
açık, üç kâğıtçı değil ağnayacağın.
-Abi tamam, üç kâğıtçıyım da garibana
üç kâğıt açtığımı gördün mü? Görmedin, göremezsin de.
Çocukluğuna gitti. Rıdvan'la aynı köyde doğmuştu. Çiftçiydi babası.
Küçüktü, çoraktı toprağı. Bir tanecik de inekleri vardı damda. Ortaokula
başladığı yıl, babası ölüvermişti. Anası kansere yakalanmış, ameliyat için
İstanbul'a, kardeşlerinin yanına gitmişti. Arif, evin erkeği oluvermişti bir
anda. Kızkardeşiyle bir başlarınaydılar. Küçük kız, ne kadar çekelerse
çekelesin ineğin memelerini, dört buçuk litreden fazla süt alamıyorlardı
hayvandan. Oysa günlük yiyecekleri için beş litre sütün parası gerekiyordu. Arif, her sabah bakraçtaki sütü beş litreye
tamamlıyordu. Hiçbir zaman daha fazlaya değil.
Sattığı bakkal da anlıyor olmalıydı
yetim Arif'in süte su kattığını. Yüzlemiyordu. Güğüme dökmüyor, ayrı kaba
boşaltıyordu onun getirdiğini.
-Bizim üç kâğıtçılığımız, zorunluluktan
be Rıdvan Abi. Vermeyince Mâbut, neylesin Mahmut?
Kalktı Arif, Tophane'deki kahveden
çıkıp Kabataş'a doğru yürüdü. Set Üstü
denilen, denizi kucaklamış varsıl apartmanlarına giden merdivenli sokaktan
yukarı çıktı. Semih Bey'in arabası kaldırım kenarına park edilmişti. Otoparka
bırakmak Arif'in işiydi. Kapılarının zilini çaldı. Anahtarı aldı. Sabah patronun işe gideceği
saatte geri getirmek üzere ‘mercedes’ marka siyah, pırıl pırıl arabayı
çalıştırdı. Cihangir Otoparkı'na gelmeden dar bir sokak buldu. Orada arka sağ
jant kapağını söktü. Döndü. Semih Bey'in zilini tekrar çaldı. Konuşma düğmesine
basan Semih Bey'e haberi, üzgün bir ses tonuyla verdi.
-Efendim, aracınızın sağ jant kapağı
düşmüş.
-Yaa? Sokaklar köstebek yuvası gibi.
Olacağı buydu. Ben böyle belediyenin...!
-Beyefendi, lüks otomobillerin
parçaları da zor bulunur bu devirde. Nişantaşı Topağacı'nda bir tamirci arkadaş
var, onda buluruz belki. İsterseniz bir bakıp geleyim.
-Al aracı da git bakıver o zaman.
-Emriniz olur.
Kız, Firuzağa'da oturuyordu. Hemen
şuracıkta. Gitti, bastı kornaya. Japone kol, çiçekli empirme, üstten iki düğme
açık, sevgilisi Sebahat indi aşağıya. Çapkın çapkın baktı Arif’e, geçti yanına
oturdu. Ver elini Beşiktaş. Akaretlerden sağa saptılar. Biraz ileride
dükkânının demir kepenklerini indirmeye hazırlanan arkadaşını gördü Arif.
-Bak sana ne getirdim. Pırıl pırıl hem
de. Var mı sende uygun bir jant kapağı, takas edelim. Kıza çaktırmadan
haaa...Yoksa, Gültepe tarafına gazlayayım mı?
-Olmaz mı oğlum? Daha geçen hafta
uğruladığın duruyor. Biraz çiziği var ama o kadar kusur kadı kızında da olur.
Al bakalım. ''Kaça aldın?'' dediğinde yüz elli papel çekersin. Pahalı derse,
bulduğuna şükretsin. Al geri getir.
Memlekette döviz mi var da jant kapağı getirtecekler?
Bagajda gizlediği kapağı çıkarıp verdi
Arif. Yenisini taktılar.
Ertesi gün, kırkını arkadaşına toka
ettiğinden elinde kalan yüz on papel kapak parası, yanında da bahşişiyle yüz
altmış papeli vardı Arif'in.
Gitti, Beyoğlu'ndan jilet gibi giyindi.
Bir ay kadar sürdü sürmedi. Nurten her
pazar giyindi süslendi, çıktı evden. Parklarda, deniz boylarında el ele
gezdiler. Liseli gençler gibi. Arif her hafta değişik giyim kuşam, başka başka takılar gördükçe Nurten'de, ‘’Lan
oğlum Yetim Arif…’’ dedi. ‘’Çek bir ayar bu işe.’’
-Hayatım, haftaya bugün buluştuğumuzda
sana çok güzel bir şaşırtma yaşatacağım. Ömür boyu unutamayacağız o günü. Ben
birkaç günlüğüne memlekete, ana babama gidip döneceğim. Onların da öğrenmesi
gerek artık, gelinlerini. Sen, o akşam için çok güzel hazırlan bir tanem. Çok
şık ol. Tarabya Oteli'nde yer ayırttım. Ben biraz geç kalırsam, çık odada
dinlen. Senin adına ayrıldı oda.
Üç gün sonra Nurten otelin restoranında
bekliyordu. Oturdular. Geç saate kadar konuştular. Arif, aldığı arsa üzerine
yapmayı planladığı evin proje taslağı diye bir kâğıt serdi ortaya.
-Canım benim, beraber yaşayacağız bu evde.
Sen de fikrini söyle. Mutfak bu köşede mi olsun? Yoksa…
Nurten mutluluktan sarhoştu. Telli Baba
dileklerini kabul etmişti çok şükür.
Odaya çıktıklarında bir şişe de
şampanya getirttiler. Devrildiler yatağa.
-Sevgilim, küpelerin, yüzüklerin bir
yerlerime batıp duruyor, bileklerindekiler de şıngır şıngır. Çıkarıp koy
çekmeceye, sabah takarsın.
Nurten dut gibi sarhoş, küpesini
çıkaramayacak durumdaydı. Arif'in yardımıyla bütün takılar çekmeceye konuldu.
Sabah uyandığında boş çekmecede Arif'in
notunu buldu.
''Odanın parasını ödedim. Telli Baba'ya
duacıyım.''
Hemen o akşam, Arif'in elinde kocaman
bir buket çiçek, en pahalısından bir kutu çikolata, yanında Rıdvan Ağabey,
Firuzağa'daki kızın kapısındaydılar.
''Abi,
kızı bana verirse babası, adağım var. Vallahi Telli Baba'ya tel bağlayacağım!''
Bastılar kahkahayı. Urla, Mayıs 2017
Not: Öykü, Patika Dergisi Aralık 2018/ 103. Sayıda yayımlanmıştır.
Not: Öykü, Patika Dergisi Aralık 2018/ 103. Sayıda yayımlanmıştır.
SELMA GÜZELTEPE SAĞLAMTAŞ
KIRMIZI GÜL ÖYKÜSÜ
Küçük
bahçemizde ki kırmızı gül ağacının yanındayım, Umutsuz, kırık, pişman, özlem
doluyum. Kırmızı güllere bakarken tomurcukları görüyorum.
Bir ses
duyuyorum, derinlerden, gelen…
-Anne, bak bu gül
fidanlarını buraya dikelim.
-Olmaz kızım,
güneş gelmiyor oraya gölgede kalıyor. Evin duvarı rutubet içinde.
-Olsun güneş
gelir, bir tutsunlar, kırmızı kırmızı gülümserler güneşe, sonra neşeyle
gülüyor.
Öyle bakma!
Anne doğru söylüyorum.
-Canım kızım
bak! Ellerinle diktiğin güllerin açtı, kırmızı kırmızı.
Başım dönüyor.
Anılara tutunuyorum, gözyaşları içinde acı anılarıma…
Babasından
ayrılmıştım, dayağından, kumarından yokluğundan, annemin evine sığınmıştım. Dul
maaşına ortak olmuştum annemin. İki kadın on yaşın da bir kız çocuğu ile, onu
okutmak istiyordum, benim gibi olmasın, böyle düşünüyordum. Zorluklarla lise
ikinci sınıfa kadar getirdim. Örgü örmekle okul giderlerini karşılıyordum.
Annemin karşı
çıkmasına rağmen, “Benim durumum göz önünde, bana karışma!” diye karşı
çıkıyordum.
Uzaktaki akrabalar
bir kızımın olduğunu babasından ayrıldığımı biliyorlardı. Büyümüş
güzelleşmişti, Ayşegül. Israr ettiler. Rahat edecekti. Gül gibi geçinip
gidecekti kızım. Güllerin fidanlarını diktiği sene, lise üçe geçmişti.
Annenesiyle hep evlilikten, konuşuyorlardı. “Üniversiteyi nasıl okursun, azıcık
maaş bize yetmiyor. Ev desen üstümüze yıkılacak, rahat edersin varlıklı aile
sadece senden on iki yaş büyük, dedenle aramızda on beş yaş vardı.
Yıllarca geçindik,
işte böyle konuşa konuşa kızımı kandırdı.
Genç kız, giyim,
takı derken mutlu, neşeyle gelin oldu. Bizden uzaklara sekiz saatlik yere
gitti. İyi haberleri geldi, önceleri evde telefonu vardı. Pastaneye gidip
onunla görüşebiliyorum. Her defasında kayınvalidesi telefona çıkıyor, onun
gözetiminde görüşüyorduk. Ayşegül’ü çok özlüyordum. Sesini duymak az da olsa
beni mutlu ediyordu.
Gelmiyorlardı,
bende gidemiyordum, annem yatalak olmuştu. Ona bakıyordum. Dışarıya örgü
örüyordum
Telefonla bile
görüşemez olduk, her defasında bir neden uyduruyorlardı.
Canımı çok
sıkıyordu bu olay, orada neler olduğunu az çok tahmin ediyordum. Elim kolum
bağlı gidemiyordum. Bir gün Ayşegül’ün mektubu geldi. Mektupta, “hamileyim”
Haberini veriyordu. Gözyaşı yuvarlandı, soğuk yanaklarından.
Sevindim. En
güzel örgülerimi torunum için ördüm. Doğumunun haberini beklerken ölüm haberi
geldi. Bebeğini düşürmüş bu nedenle canından olmuş. Dizlerimi döve döve
gözyaşları içinde annemi komşuya emanet edip, gece otobüse binip gittim, sabah
oradaydım. Yüzünü bile göremedim acılarla kızımın mezarına gittim. Zaman durdu.
Hiçbir şeyin önemi yok artık! Dünya başıma yıkılmıştı.
Bir gece zor
kaldım. Baş sağlığına gelen komşular kendi aralarında konuşurlarken duydum,
Ayşegül’ü dövüyorlarmış, bebeğini düşürmüş, hastaneye bile götürmemişler. İsyan
ettim, bağırdım çağırdım. Şiddet gördüm. Beddualar ettim, ama onlar apar topar
beni otobüse bindirdiler. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Ağlaya ağlaya döndüm.
Kader mi? Yoksa insanoğlu mu? Kötü bilemedim.
Annemi
kaybettim. Yalnızım artık, günler geceler akıp geçiyor, ben sevdiklerimi çok
özlüyorum. Ayşegülüm bu gülleri dikmişti, güneş ışığını güllere veriyor,
kırmızı kırmızı açıyorlar. Güllere sarılıyorum, kızım diye.
Ellerim kan
içinde, yüreğimde yastan kanıyor ben sağ oldukça kanayacak.
EMİNE ÇAKIR (ÖYKÜ)
ANALARLA YUNUSLAR KARANFİLLER
ANALARLA YUNUSLAR KARANFİLLER
Bursa İl Emniyet Müdürü Kemal Bayrak,
boyu posu yerinde, konuşması düzgün, insani iletişimleri güçlü olan sempatik
genç polis memurlarından, motorize yeni bir ekip oluşturulmuştu. Oluşturmuş
olduğu bu ekibin adına o zaman "Yunuslar" ismi verildi. Yunuslar'ın
kullandığı yazlık, kışlık özel giysilerin, kar maskelerinin, bellerine
astıkları askılı çantalarının ve kullanmış olduğu kırmızı aksesuarların renk
seçimi ve tasarımları, ekibin içindeki Suphi ve yakın arkadaşlarının emeğiyle
yapılmıştı. Tasarımı yapılan giysi ve aksesuarlar her birine çok mu çok
yakışmıştı.
Yunuslar, süsledikleri motorları ve
içten davranışlarıyla göreve başladıkları ilk günden büyük ilgi
toplamışlardı. Diğer polis arkadaşlarına
göre daha özgün bulundukları için halk tarafından çok benimsenip sevilmişlerdi.
O gördükler ilgiyle Bursa sokaklarının solmayacak karanfili gibiydiler.
O ekibin çalıştığı o yaz günleri, tatlı
bir akış içinde geçiyordu. O gün yine devriye görevi sonrasında, merkezdeki
parkın girişinde yenice dinlenmeye durmuşlardı. Suphi de devriye ekibinin
içindeydi. Masmavi gözleri, beyaz teni, ince, genç ve sempatik haliyle ekibin
en dikkat çeken memuruydu. Karşıdan kendilerine doğru gelen; anası yaşındaki
kadının bakışlarıyla göz göze gelince gözleri kamaştı. Kadının bakışlarından
ipek gibi süzülen bir sevgi vardı. İyice yaklaştı, elini incelikle kaldırıp
Suphi'nin omzuna koydu, uzunca bir süre böyle bakıştılar. Kadın;
"Benim... benim güzel oğlum, çok
güzelsin çok, çok yakışıklısın, ayrıca çok tatlısın, çok yakışmışsın işine
de..." derken; yumuşak sıcak eliyle önce Suphi'nin yüzünü, sonra sırtını
sıvazlayıp sarılarak, kulağına yavaşça fısıldadı. "Ama oğlum, sana
yakışmayan tek bir şey var sende. O da elindeki tespih. Onu kimlerin
kullandığını ben söylemeyeyim, sen anla" derken yanağını öptü. "Allah
sizi kötülükten korusun, Yunuslar temiz ve güzel olmalı yavrum" dedikten
sonra dönüp arkasını gitti.
Suphi sessizce kalakaldı. Özlemi içinde
gittikçe büyüdüğü halde, gidip göremediği annesine benzeyen o kadının ardı
sıra, kaybolasıya dek uzun uzun baktı. Sonra sol elinin iki parmak arasında
gizleyerek oynadığı gümüşten tespihine baktı.
O anda; "Halkımızın gözünü,
gönlünü hem görüntünüzle hem vicdanınızla doyurmanızı ve onlara yüreğinizin en
sıcak yeriyle dokunmanızı istiyorum" diyen Müdürleri Kemal Bayrak'ın
sözleri beyninin içinde bir kasırga gibi döndü. Birdenbire içinde bir ilmek
çözüldü. "Evet haklılar" dedi. Gizleyerek oynadığı tespihine son kez
hüzünle baktı ve içinin duyacağı şekilde fısıldadı; "Sen oldun, başkası
olmayacak, yolumuz buraya kadarmış, bir daha yoluma çıkma." O gözü gibi
koruya geldiği gümüş tespihi, uzattı arkadaşı Sedat'a; "Senin olsun. Bana
gösterme." Bir anda şaşkına uğrayan
Sedat:
"Ne oldu? Neden? Çok sever, ona
dokunmama bile izin vermezdin. Sana ne oldu?" diye merakla sorduysa da hiç
açıklama yapmadan "Senin olsun" dedi.
Sonra uzaklara bakıp uzun ve derin bir
soluk aldı. Etrafındakilerin kendini duyup duyumsamadığını anımsamadan “Sevgi
dediğin hiç durmadan büyümeli, Yunuslar da bir ananın temizliği ve güzelliği
gibi yaşamalı... Evet... Evet..." dedi ve motoruna hızlı adımlarla yürüdü,
şimdi karanfillerin anlamı Bursa sokaklarında daha büyülüydü...
FAHRİYE
İPEKÇİOĞLU (SÖYLEŞİ)
MUZAFFER
KALE İLE SÖYLEŞİSİ
Diyarbakır
Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden başarılı öğrencim olan
Muzaffer Kale, günümüzde tanınan değerli bir şairimiz. Oldukça da tevazu
sahibidir. Bu nedenle de kuşağı içinde, gerçekte olduğundan az değerlendirilmiş
bir şair. Hiçbir gruba girmemiş olmasından da kaynaklanıyor bu. Yıllardır kendi
köşesinde, hiçbir oyuna kaçmadan bildiği tek dille söylüyor söyleyeceklerini ve
şiir oluyor yazdıkları. Sözcükleri gündelik anlamları içinde öyle bir ustalıkla
yan yana getiriyor ki şaşırtıcı imgeler oluşuyor kendiliğinden. Renklere
tutkun, insanların da küçük hallerini seviyor. Yaşantısını da şehirlerde değil,
ara sıra inzivaya çekildiği memleketi Milas’ın köyünde sürdürür. Bir
konuşmasında “Milas, çıraklık demekti arastada, Özen Kundura’da Beşiktaşlı
Yılmaz Usta’nın, Serinkanlı Cemal Usta’nın, çırağı olduğum için, lise sona
kadar, kendi ayakkabımı kendim yaptığımdan, yağmurda kışta ayakkabım su
almadığı için şanslı çocuklardan sayılırdım…” der çocukluğunu anımsarken.
Muzaffer Kale “Çiçekli Şiir Bildirisi”nde, İnsanlar
önemsedikleri neyse, onu öne çıkararak yaşarlar. Niçin şiir? Gibi kocaman
kocaman sormak da ondan ileri geliyor. Kimin için önemlidir şiir? Elbette
şiirce düşünenler için. Kimileri şiirle kendini temize çeker. İnsanın kendi
içinde bu işlemi yapması çok zor bir iş olarak görünse de çözüm bulunmuştur
buna: Mutlak itaat! Mutlak itaatin olduğu yerde çiçek açamaz. “Yaşasın
Efendimiz Çiçekleri” açabilir yalnızca. “Bu da hapiste açan çiçeklere benzer,
insanın ayaklarını yerden keser yalnızca. Şiirde kurulan oranda dil de
özgürleşir, şairde, soyut algılayış eğitildikçe, buna paralel olarak somutlama
gücü de artar. Böylesi bir şiirce düşünme, insanı kendine yabancılaştırmadan
önceki saf haliyle buluşturur. Şiir, yere göğe sığan bir gerçekliktir” diyor.
İzmir’de
yaşadığını biliyoruz. Edip Cansever, “İnsan yaşadığı yere benzer” diyor. Son
zamanlarda İzmir, yaşam ve Muzaffer Kale’nin arası nasıl peki, diye soruyorum,
yanıtlıyor:
“Bence her insanın kendine göre bir müziği
varsa, her kentin de kendine özgü bir müziği var. İnsanın müziği ile kentin
müziği dost olabilirler. Ben bunu yirmili yaşlarda gittiğim sokaklarında başka
bir dilin konuşulduğu, büyüleyici kent Diyarbakır’da da bulmuştum.
Meydanlarında, pazar yerlerinde, binlerce yıllık şehrin arka yüzünde dolaşırken
de daha önceleri orada yaşamışım gibi bir duyguya kapılmıştım. Bu başka bir
duygu, bir tür yabancı olmama hali. Bu fotoğrafta şiir, yüzünü gösterip çekiyor
işte. Bu duygu beni yirmi yıl yaşattı Diyarbakır’da. Kentin müziği ile benim
müziğim arkadaşlığını çok ilerletti. Bu arada güneyde, kuzeyde, doğu ve batıda
başka kentlerin müziğini de dinledim. Hepsinden farklı tatlar aldım. Aynı
derecede, müziğimle çocukluğumdan beri yakından ilgilenen İzmir’de yaşamaya
karar verdim. Öyle gerekti. Yaslı karanın içinden geldim. Bu iki kentin dışında
bir yerde uzun süre yaşayabileceğimi sanmıyorum.
Niçin
şiir yazıyorsun? sorumu şöyle yanıtlıyor:
Niye
şiir yazıyorum? Veysel Çolak’ın yönettiği bir edebiyat etkinliğinde, niye
şiirle uğraştığımı şöyle açıklamıştım: Şiirin bir tamamlanma isteğinden doğduğu
belli; fakat şiir gibi çok katmanlı bir yoğunlaşmayı nedensellik olarak tek bir
seçeneğe bağlamak, ortaya çıkan sonucun yalınkat kalmasını da beraberinde
getirecektir. İnsan kendini değişen şartlar altında psikolojik, toplumsal
örüntülerle seçikleşmiş bir değişik gerçeklik şeklinde algılayabildiğinde bu
yapısal birikintinin eksikliğiyle karşılaşır. Eksik olunan yerde bilinmeyenin
olmasından doğal ne olabilir. Şiir de tümüyle bilinen, açıklanabilen bağlamlar
üzerinde işleyen bir yapı olmaktan oldukça uzaktır. İnsanın “öteki”sini
görmesi, önce bu eksikliği görebilmesine bağlıdır. İnsan kendini öteki olanla
tamamlar. Ayrıca şiir, dilin özgüvenidir. Özgüven önemlidir. Şiir denen çok
eylemliliğin birey olma serüvenini tamamladığını, insana dayanıklılık
kazandırdığını düşündüğüm için şiir yazıyor ve okuyorum. En azından nedenlerin
başında gelenler bunlar.
Muzaffer
Kale şiiri, toplumsal sorumluluğuna rağmen, kuşağı birçok şairin düştüğü”
toplumcu gerçekçiliğin” şiirinden uzaklaşan; slogancı, toplumsal mesaja şiirin
kurban edildiği hataya düşmeyip şiirsel ağırlığını ve toplumculuğunu hep
korudu. O, Nazım’ın “Çocuklar güneşe koşun-Güneşin zaptı yakın” anlayışının
şairleri şiirden uzaklaştırdığı dönemde, şiiri amaç edinerek “Çocuklar güneşten
ölüyorlar” demiştir. Kale de “Şiir biçim ve öz itibariyle yeni bir hayat
projesini, yeni bir dille yapmadıkça devrimci olamaz. Şiir, eşitlik, özgürlük
gibi kavramları, bağırarak, acı edebiyatı yaparak devrimci görevini yerine
getiremez. Şiir, ancak şiir olarak ilerici görevini yerine getirebilir.” diyor.
Sevgili
Kale, seni hep O.Rıfat, S.K.Aksal (kısmen İkinci Yeninin anlamı daha çok
gözeten şairleri) gibi şairlere yakın görüyor edebiyatçılar. Soylu, ince,
bağırmayan; ama toplumsal duyarlık taşıyan bir şair olarak tanınıyorsunuz. Türk
şiiri içindeki yerinizi tanımlar mısınız?
Sayın
Hocam, Sevdiğim şairlerle ve duyarlılıkla beni ilişkilendirerek beni
onurlandırdınız, teşekkür ederim. Aslında Türkiye’deki günümüz şairlerinin bir
İkinci Yenisi vardır. Benimki Şeyh Galip’e kadar gider. Bu bir yöntem meselesi.
Toplumsal bir duyarlık taşımayan şiirden de bir şey anlamam mümkün değil. Bugün
şiir çalışan herkes, yalnızca, şiir geleneğiyle ilişkilendirilerek ilgi
sınırları daraltılamaz kanısındayım.
Başka
söylemek istedikleriniz varsa, eklemenizi isterim.
Şiir
konusunda çok şey söylenebilir. Kendileri için şiir yazdığımı sandığım,
tanıdığım, tanımadığım bütün şiir dostlarına buradan sevgi ve selamlarımı
yolluyorum. Söyleşi için de teşekkür ederim sayın hocam.
Ben
teşekkür ederim sevgili öğrencim. Sevgi ve barış dolu bir ortamda başarılarının
devamını dilerim.
MUZAFFER
KALE
RÜZGARIN
TAPINAĞINDA
Acının
saati tıkır tıkır işlemekte bu topraklarda
Ayağa
kalkmış ateş, kum
Ve
ince sızıları kemiklerin
Ayışığı
yağıyor ağıtların üstüne
Papatya!
Gözyaşı mıydı senin asıl adın
Beyaz
bir hüzünle
Ülkenin
gözpınarlarında.
Süt
sağıcı kadın! Senin asıl adın neydi
Üstüne
gökyüzü düşmüş yaralı papatya
Rüzgârın
Tapınağı’na geldim.
Bu
aslında uzun bir geçmiş. Dicle’nin
kenarında
Unutulmuş
bir sazı kumlarından temizledim
Akdeniz’in
mavi masalıyla büyüdüm ben.
Tersanelerde
gemi büyütüp, denizlere uçururdum eskiden
Böyle
bir hüzünle
Baş
başa kalmamıştım hiç!
CANAN GÜRTUNCA
SANLI
ŞAİRİN GÜNLÜĞÜ (ÖYKÜ)
Ayvalık
şiir kokuyor; evleri, sokakları, insanları, kedileri, köpekleri… Hepsi ayrı bir
dünya. Öyle anlar oluyor ki her şey iç içe yaşanıyor acı, tatlı, hüzün bir
arada…
Mahalle
kültürü insanlar ve hayvanlarla birlikte yaşanır kasabalarda. Ayvalık bu bakımdan
özeldir. Tarih öncesinden kalma sokakları, evleriyle, açık hava müzesi
niteliğindedir adeta. Ayvalık sokaklarını gezerken tarihi ve o eski dokuları
yaşarsınız büyük bir hazla. Ayvalıklıyım şanslıyım bu bakımdan. Ayvalık
sokaklarında, evlerinde öyküler bitmez. Çok renklidir. Hele eski anılara bir
uzanırsak, mübadele günlerine örneğin; ne şiirler çıkar o güzel insanlardan,
mahallelerden her biri ayrı beste olur şarkılarla günümüze kadar…
‘Ayvalık
anlatılmaz, yaşanır.’ Bu deyiş Ayvalık’ la özdeşleşmiştir artık. Slogana
dönüşmüştür. İkinci kuşak Midilli
mübadil çocuğu olarak Ayvalık’ta doğdum. Çocukluğumdan, gençliğimden bu yaşıma
kadar acı, tatlı anılarla yaşadığım evim, mahallem çok özeldir, güzeldir benim
için. Mahallenin en eskilerinden biriyim. Anılarla sarmaş dolaş yaşıyorum.
Benden başka iki aile daha var mahallenin eskilerinden. Diğerleri mahallenin
yenileri. Yaşam devir devir yinelenir...
Evlendikten
sonra, Ayvalık’ta sürekli yaşamamakla beraber ara sıra İzmir- Karşıyaka’dan
Ayvalık’a geliyoruz eşimle birlikte. Eşim de Ayvalıklı. O da Ayvalık mahalle
kültürü ile büyüyenlerden. O gün yine Ayvalık’a gelmiştik. Akşam üzeriydi.
Mayıs havasının ilk günleri. Hava mis. Denizin kokuları evimizde. Karşıdaki
ağaçlarda toplanan kargaların seslerinin uğultusu balkonda. Ressamın
çizgilerinde, renklerinde yaşanıyor akşamın kızıllığı an ve an doğanın
içselliğinde…
Eve
gelmenin mutluluğunun yanında uğraşlar, düzenlemelerle zaman geçerken, yan
bahçelerden kedi miyavlama sesleri de aralıksız sürüp gidiyordu. Alışıla gelen
sesler olduğu için o akşam fazla önemsemedim, önemsemedik. Sabahleyin
bitişiğimizdeki bahçeden gelen kedinin sesi dikkatimizi çekti. Pencereden
aşağıdaki evin bahçesine baktığımızda küçücük yavru bir kedinin bahçe
betonlarında miyavladığını gördük. Canımız çok sıkıldı, çok üzüldük. Kimsesiz
yavru bir kedi. Sürekli miyavlamaktaydı. Bahçeli evde kimse oturmuyor. Sahibi
başka yerlerde. Çare sahibini bulmaktı bir an önce.
Uğraşlarımızın
sonunda sahibini bulmakta gecikmedik. Bahçenin anahtarını alarak o küçücük
yavru kediyi evimize aldık. Ona süt verip okşayarak bütün gün ve bir gece
boyunca onu beslemeye uyutmaya çalıştık. İki gün misafirimiz oldu. Sonra o da
ne! Yine bir ses yan bahçeden kedi miyavlama sesi. Pencereden baktık bir yavru
daha ve yanında annesi. Vay canına! Çok şaşırdık ve sevindik. İsmini Şair
koyduğumuz yavru kimsesiz değil. Annesi ve kardeşi yan bahçede. O onlardan
nasıl ayrılmış bilemedik, çok ilginç! Oysa biz Şair’i veterinere götürmeyi
planlıyorduk. Zira henüz gözleri açılmamıştı yavrunun. Nasıl bakacağımızı
bilemiyorduk. Bir yardım almamız gerekiyordu. Neyse sorun halloldu diye
düşündük. Şair’i alıp annesi ve kardeşinin yanına getirdik. Onlara güzelce
yumuşak bir zemin hazırladık. Anneye sütü bereketli olsun diye beslenmesine özen
göstermeye çalıştık, çaba sarf ettik. Ancak neler olduğu anlaşılmaz bir biçimde
anne yavrularını emzirmekten kaçıyordu resmen. O olgun bir anne değildi, çok
gençti ama anneydi. Doğanın gereğini yapması gerekiyordu. Ancak anne aklı
havalarda, devamlı başka mekanlarda. Bütün bir gece yavrular yalnız. Anne
kokusundan mahrum, açlıkları caba sürekli miyavlıyorlar. Anneleri yanlarına
gelince açlıklarını bile fark etmiyor huzur içinde uyuyorlardı anne kokusuyla.
Biz ne yapacağımızı bilemez halde elimizden geleni yapıyor devamlı ilgileniyor,
annenin enerjisini yavrularına vermesini sağlamaya çalışıyorduk. Bu uğraşlar
beş gün sürdü annenin bir görünüp, bir kaybolmasıyla... Beşinci gün yine
bahçeye yiyecek getirdiğimizde, anne yine yavrularının yanında değildi, maalesef
bizim Şair’in gücü tükenmiş sesi çıkmıyordu. Kardeşi de kesik kesik miyavlayıp
duruyor, yumuşak zeminin üzerinden sıyrılmış, betonların üzerinde dolaşmaya
çalışıyordu. Usulca onları tekrar yumuşak zeminin üzerine koyduk.
Hazırladığımız sütü ağızlarına vermeye çalıştık. Bir süre yanlarında durarak
onlara güç verdik. Bahçe onlar için emin bir yerdi. Dışarıdan gelen bir tehlike
yoktu. Ancak annelerinin yokluğu onlar için bir felaketti. Bir süre sonra
yanlarından ayrıldık. Bir saat sonra pencereden onlara baktığımızda annenin
gelmiş olduğunu ve yumuşak zeminde kurulduğunu gördük. Yavrularınla
ilgilenmiyor hatta yumuşak zeminde kendisi oturuyor yavrular betonun üzerinde
miyavlıyorlardı. Canım çok sıkıldı hemen bahçeye indim. ‘’Sen burada ne
yaptığının farkında mısın’’ dedim. Bana boş gözlerle bakıyordu. Hemen iki
yavruyu onun yanına koydum. İlgilenmesini sağlamaya çalıştım. Şair’in gücü
tükenmiş, yine de anne kokusunu almaya çalışıyordu. Kardeşinin miyavlaması
kesilmişti anne kokusuyla rahatlamıştı. Anne kayıtsız öylece kıpırdamadan
duruyor, yavrularına yabancı gözlerle bakıyordu. Sanki dinlenmeye çekilmiş bir
hali vardı...
Gece
olduğunda kesik kesik miyavlamalar duyduk sadece. Ertesi günü bahçeye
indiğimizde yine anne kedi yoktu yavrularının yanında. Şair’in gücü bitmiş,
maalesef yaşama veda etmişti. Oysa onun güçlü olduğunu düşünmüştük. Bu kadar
çabuk pes etmesine çok üzüldük. Şair’i defnettik. Kardeşi yalnız kaldı. O da
yaşamak için gayretliydi. Ona da aynı özeni gösterdik ama anne bizim
gösterdiğimiz özeni yine gösteremedi.
Şair’in
kardeşi de iki gece boyunca sesini duyuramadı annesine. Onlar çok küçüktü, çok
güçsüzdü henüz gözleri bile açılmamıştı. Kendilerinin ne olduğunu, nerede
olduklarının bilememenin acizliğiyle, sadece anne kokusuna, anne sütüne, sevgiye
ihtiyaç duyuyorlardı. Ve sekizinci günün sabahı Şair’in kardeşi de yaşama veda
etti. Anne yavrularını heba etti. Böyle olmasını istemezdi sanırım. Hangi anne
bile bile yavrularını ölüme terk eder. O çok genç yavru bir kediydi.
Yavrularını
bakacak yaşta olmadığı için miydi, annelik duygusunu mu bilmiyordu. Bunu
çözemedik bilemedik. Şaşılacak olan durum, doğası gereğini yapmamış,
yapamamıştı. Böyle bir rastlantıyla karşılaşmak bizi hem çok üzdü hem de çok
şaşırttı. Uğraşlarımızın sonunda yavruları yaşatamamak, mutlu sona ulaşamamak
çok üzücüydü.
Aradan
iki gün geçti. Bizim anne kedi ağlayarak miyavlıyordu, yavrularını arıyordu.
Pencereden göz göze geldik. Soran gözlerle bakıyordu ‘yavrularım nerede’ der
gibiydi! 20.05.2018
MUSTAFA TURAY
DEFOLU BİR YAŞAM
Kalabalık tüm şehre akıyor, trafik ve sonu
gelmeyen binalar. O sesler, o yüzler, çiçekçiler, polisler, simitçiler,
bunalımlı liseli kızlar; dudaklarında mutlaka kırmızı ruju olan, perçemli,
mavi-siyah düz saçlar. Sokağa dökülüp, bazen ağlaşan ama genelde hırçın hırçın
etrafa bakan kızlar. Sonra saçlarının etrafını kazıtan oğlanlar. Konuşma
şekilleri, ses tonları nereye gitmiş? Neyin aynılığı bu? Bir de kel kafalı ve
uzun sakallı adamlar. Ağızlarını yayarak çıkardıkları o garip seslerle iletişim
kuran kızlı erkekli diğer türler. Suratsız, topuzlu, sarı saçlı, topuklu
ayakkabılı ve gözlüklü kadınlar, memur adamların siyah çantaları, parlak siyah
ayakkabılar ve jöleli saçlar. Ve şehre benzeyen seyyar satıcılar. Sıkılıyorum;
üniversite öğrencilerine af için açılan imza stantlarından birinde.
İmzalıyorum, mesleği; işsiz. Bazen kendimi bir şey sanmak istediğimde ki bu
zamanla bir savunma mekanizması haline geldi. İşsiz imzasını atarken, bir biat
kuşağı yazarının edasıyla davranıyorum. Önemliyim, işsizim ve önemliymişim gibi
davranıyorum. Öyle olmadığımı biliyorum ama öyle davranmak hoşuma gidiyor.
Belki de bir memur olsaydım Orhan Veli ve Kafka ile bağ kuracaktım, sigarayı
tutuşum başkalaşacak, sesim değişecekti, ‘’memurum’’ derken.
İşsizliğin verdiği eziklikten kurtulmak
niyetiyle gazetelerin ilan sayfalarının sağladığı bir algıda seçicilikle, o
çirkin binalardan birinin bilmem kaç no'lu dairesinde buluveriyorum kendimi.
Herkes iş bulmak istiyor. Kendimi geçindirme zorunluluğum var. Hak veriyorlar
ve hemen piyasayı, işverenlerin acımasızlığını anlatıyorlar. Bir anda tüm
patronlar Marksist oluyor ve "Yemek parası ve yol parası, ne dersin?"
diyorlar. Bense gözümün içine bakılarak söylenen bu sözlerin netliğinden ve
kendine has güveninden etkilenerek öylece bakakalıyorum. Dondurduğum bir
filmde, dikkat etme zorunluluğumun olduğunu düşündüğüm aktörün tek bakışı ya da
gülüşü gibi donduruyorum bakışlarımı. O ses yinelenerek beynimde yankılanıyor.
Süre uzarsa kendi kendime "iyiyim" diyorum. Birden kendimi dışarı
atıveriyorum. Nefes almak istiyorum ama yürüme devamlılığım ilanlara bağlı.
Bundan nefret ediyorum. Umut etmek ve inancımı kaybetmemek istiyorum. Kabul ama
belirsizliklerden de korkuyorum, hem de çok korkuyorum.
Bilmediğim bir şehirde, bilmediğim bir
dilde ve bilmediğim insanların ortasında duruyor gibiyim. Etrafa bakınıyorum;
hangi yöne gitmeliyim der gibi. Önüm o kadar açık ki o sınırsızlıktan
korkuyorum. Korkularım artık beni ürkütüyor. Hiçbir şeyin kolay olmayacağını
biliyorum. İş görüşmeleri için gidilen her odanın girişinde "Bu kez
olacak" diyorum hislerime güvenerek. Her çıkışta kendime yenildiğimi
görüyorum. Hayatta o kadar hayret verici şeylerle karşılaşıyor ki insan, bir an
filmlerin, romanların en fantastik karakterlerin bile ne kadar olağan olduğunu
görüyor. Hayattaki bu olağanlık hayallerimizi de tüketir hale getiriyor. Bu
hayatta ne kadar özne, ne kadar nesneydik? Özne olmayı geçtim de nesne bile
olamadığım bu hayatta kafamın içinde hep türlü sorular yankılanır oldu.
Hayata seyirci olmakla katılmak nerede
başlayıp nerede bitiyordu? Bir gün defosuz bir insan olup kalabalığa akacak
mıydım?
Günün sonuna vardığında ne kadar uğraşırsan
uğraş, herkes ve her şey tarafından nasıl da sıkı sıkıya kuşatılmış olduğunu
anlıyorsun. Bir yolu yok gibi hissediyorsun. Biliyorsun hiçbiri sana ait değil.
Hiçbir şeyin senin olmadığını gördüğünde çareler aramaya başlıyorsun; kendi
küçük barınağını yaratmak için. Bazen kısa bir çiş molasında, sigaran ve
klozetle baş başa kaldığında, o tuvalet senin sıcak, gizli yerin olabiliyor.
Kalabalığın içinde bir süper market işte orası da barınağın oluyor, gözler fark
etmiyor. Yatağında her yerini kapadığın örtün de güvenli yerin olabiliyor.
Bazen de kendinin güvende olduğunu hissetmek kendini anlamaktan geçiyor.
Anlamak için de kâğıdı kalemi eline alıp yazmak gerekiyor. Sadece kendini
anlamak değil yazmak; dışarısında kaldığın yaşamın insanlarını da anlamana
yardımcı oluyor.
İnsanları ve daha çok kendimi anlamak için
yazmaya başladığım o anda, hayatı inişli-çıkışlı bir borsaya benzettiğim günleri
anımsıyorum. Şimdi iki dudak arasındaki harflerin bir araya gelmesinden ibaret
olmayan bir gerçekliğin sarmalındayım. Alyuvarlarımın hayatın kan dolaşımında
attığını hissettiğim an başlayan bir gerçeklikte. Ve ben o gerçeklikten nefret
ediyorum. "Bir yer yok mu?" diye için için ağlayıp yakaranlar
kervanında ağızdan öylece atılmış bir sövgü gibiyim. Benim susuşumsa o kadar
temelli değil. Bazen aptallık gibi geliyor. Peki, hangi akla karşılık? Sabrın
gücüne ve erdemine inanmak istiyorum. Bana yeniden zeytin dalı uzat cesaret!
ŞİİRLER
CAN YÜCEL
AKDENİZ YARAŞIYOR
SANA
Akdeniz yaraşıyor
sana
Yıldızlar terler ya
sen de terliyorsun
Aynı ıslak pırıltı
burun kanatlarında
Hiç dinmiyor
motorların gürültüsü
Köpekler havlıyor
uzaktan
Demin bir çocuk
ağladı
Fatmanım cumbadan
çarşaf silkiyor yine
Ali dumdum anasına
sövüyor saatlerdir
Denizi tokmaklıyor
balıkçılar
Bu sesler işte
sessizliğini büyüten toprak
O sesinin
sardunyalar gibi konuşkan sessizliği
Hayatta yattık dün
gece
Üstümüzde meltem
Kekik kokuyor
ellerim hala
Senle yatmadım
sanki
Dağları dolaştım
Ben senden öğrendim
deniz yazmayı
Elimden düşmüyor
mavi kalem
Bir tirandil çıkar
gibi sefere
Okula gidiyor
öğretmenim
Ben de ardından
açılıyorum
Bir poyraz çizip
deftere
Bir ada var sırf
ebabil
Dönüyor dönüyor başımda
Senle yaşadığım
günler
Gümüş bir çevre
oldu ömrüm
Değince güneşine
Neden sonra buldum
o kaçakçı mağarasını
Gözlerim kamaşınca
senden
Ölüm belki
sularından kaçırdığım
O loş suda
yıkanmaktır
Durdukça yosundan
yeşil
Kulaç attıkça mavi
Ben düzde sanırdım
yıkıntım
Örenim alkolik
asarım
Mutun
doruğundaymışım meğer
Senle çıkınca
anladım
Eski Yunan atları
var hani
Yeleleri bükümlü
Gün inerken de öyle
Ağaçtan
izdüşümleriyle
Yürüyor Balan
tepeleri
Yürüyor bölük bölük
can
Toplu bir güzelliğe
doğru
BERTOLT BRECHT
BİZDEN SONRA
DOĞANLARA
I
Gerçekten, karanlık
günlerde yaşıyorum!
Doğru söz delilik.
Düz alın
Kanıtı vurdumduymazın.
Gülen ki
Korkunç haberi
Henüz almamış.
Ne günlere kaldık,
ki
Neredeyse suçtur
ağaç üzerine bir konuşma
İçerir çünkü
susmayı bunca kötülük üstüne!
Orda ağırdan
caddeyi geçen
Erişilmez mi dara
düşen
Arkadaşları için?
Doğrudur: geçimimi
sağlıyorum daha
Ama inanın: bu bir
rastlantı yalnız. Yaptığım
Hiçbir iş doyma
hakkını vermiyor bana.
Rasgele korunmuşum.
(Talihim dönüverse. Yokum.)
Bana diyorlar: ye
iç! Bak keyfine!
Nasıl yer içerim,
kaparsam
Yiyeceğimi bir açın
elinden ve
Bardaktaki suyum
bir susuzda yoksa?
Ve yiyip içiyorum
gene de.
İsterdim bilge
olmak.
Eski kitaplarda
yazılı nedir bilge
Kavga dışı kalmak
dünyada ve kısa yaşamını
Korkusuz geçirmek
Zora başvurmadan
edebilmek
Kötülüğe iyilikle
karşılık vermek
İsteklerine
ermeyip, unutmak
İşi bilgenin.
Yapamam bütün
bunları:
Gerçekten, karanlık
günlerde yaşıyorum!
II
Şehre geldim bozuk
düzen günlerde
Açıklık sürerken.
İnsan arasına
karıştım ayaklanmada
Ve onlarla birlikte
öfkelendim.
Böyle geçti zamanım
Yeryüzünde.
Yemeğimi yedim iki
savaş arası
Katillerin arasında
yattım
Sevgiye saygısız
Ve doğaya sabırsız
baktım.
Böyle geçti zamanım
Yeryüzünde
Her yol batağa
çıkardı benim zamanımda.
Dilim durmaz ele
verirdi beni.
Elimden gelen azdı.
Ama hükmedenler
Daha rahat olurdu
bensiz, buydu umudum.
Böyle geçti zamanım
Yeryüzünde.
Gücüm azdı. Hedef
Uzak mı uzak.
Apaçık belliydi,
benim ulaşmam
Mümkün değildiyse
de.
Böyle geçti zamanım
Yeryüzünde.
III
Siz, siz ki
çıkacaksınız
Battığımız tufandan
Düşünün
Eksiklerimizden söz
ederken
Karanlık çağı da
Sizin
kurtulduğunuz.
Gittiydik,
ayakkabıdan çok ülke değiştirip
Sınıf savaşları
arasından, umarsız
Yalnız haksızlık
var da baş kaldırma yoktuysa.
Biliyoruz oysa:
Alçaklıktan nefret
bile
Çarpıtır çizgileri
Haksızlığa öfke
bile
Kısar sesi. Ah, biz
Hazırlamak isterken
dostluk yolunu
Dost olamadık
kendimiz.
Siz ama, o gün
gelince
İnsanın insana el
uzattığı
Anın bizi
Hoşgörüyle.
...
O gün mavi eylül
ayında
Sessiz körpe bir
erik ağacı altında
Tuttum onu, sessiz
beyaz aşkı
Kolumda kutsal bir
düş gibi.
Ve üstümüzde güzel
yaz göğünde
Bir bulut vardı,
çoktan gördüğüm
Çok beyazdı ve çok
yukarılarda
Ve başımı kaldırıp
baktığımda, değildi orda.
O günden beri
birçok, birçok aylar
Geçti sessiz aşağı
kaydılar
Yok oldu o bütün
erik ağaçları
Ve bana sorarsan
aşk n'oldu diye
Sana derim ki:
hatırlayamıyorum
Ama gene de, inan
ki, biliyorum ne demek
istediğini.
Ama gene de
gerçekten hatırlamıyorum onun
yüzünü.
Yalnız: o zamanlar
öpmüştüm onu, biliyorum.
Ve bu öpücüğü de
çoktan unutmuş olurdum
O bulut olmasaydı
orada
Onu bugün de
hatırlıyorum ve hep hatırlayacağım
Çok beyazdı ve
yukarılardan geliyordu
Erik ağaçları belki
çiçek açıyordur gene de
Ve o kadının belki
de şimdi yedi çocuğu olmuştur
Ama o bulut yalnız
birkaç dakika için açtı
Ve yukarı
baktığımda, rüzgârda kayboluyordu
bile.
ECE AYHAN
MEÇHUL ÖĞRENCİ
ANITI
Buraya bakın,
burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha
yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya
kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde
öldürülmüştür.
Devletin ve
tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir
nereye dökülür?
En arka sırada bir
parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk
çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.
Bu ölümü de
bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan
eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları
olduğuna inandırmıştım
O günden böyle
asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren
gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun
emeğini eline verdiler
Arkadaşları
zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128!
İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun
kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana
çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek
SENNUR SEZER
AKŞAM TÜRKÜSÜ
Kimse öldüremez bu
boşunalık duygusunu
Soğan doğra kıyma
koy ateşi kıs
Ateşi kıs pirinçler
diri kalsın
Salçalı pilavlar
votkalar kahkahalar
Ödemez
arkadaşsızlığımı
Zor günler yaşadım
Utanmam anmaktan
Çirkindim yoksuldum
arkadaşsızdım
Kocaman sözler iri
göğüsler hantallıktı simgem
Utanmam
Ama akşamları
Bu boşunalık
duygusu kapıyı çalmadan
Usulca ilişiverir
yanıma
Çocuğu giydir
parklara çık
İşten dönenleri
gözle
Köfte güzel olmuş
saçın yakışmış
Orhan ağbi ölmüş...
Artık yazmıyor musun?
Kirazlar aldandı
Ben aldanmadım
Ayşeyi büyüttüm
Büyüttüm öfkemi... arkadaşsızlığı
Çirkinliği
Hadi saçlarını kes
ninniler söyle:
Kızımın da adı Ayşe
Yiğit atılır ateşe
Bu ışık böyle
büyüsün
İş düşmez bir gün
güneşe
Hadi çamaşırları
yıka ölülere ağla
Ninni söyle:
Kızımın da adı
Bengi
Dünyaya saldığım
türkü
Sular aktıkça durulur
Bozuk yapılar
yıkılır
Çürür sarı yaprak
gibi
Hadi kendini yen
hadi kendini
OFELYA
Yıldızların uyuduğu, sessiz, kara
Dalgalarda Ofelya iri bir zambak,
Yüzüyor duvaklı, uzanmış sulara...
-Avcı borularının ezgisinde bak.
Bin yıl geçti, Ofelya yine üzgün,
Uzun sularda kefen gibi akıyor.
Bin yıldır, gündüz gece, deli gönlünün
Hüznünü meltem yellerine döküyor.
Açıp sularda salınan tüllerini
Beyaz göğüslerini öpüyor rüzgar,
Söğütler eğmiş omzuna dallarını
Ağlıyor. Uykulu alnında kamışlar.
Yöresinde üzgün nilüferler bazan
Dağıtıyor Ofelya kızılağacın uykusunu,
Bir kanat vuruşuyla dallar yuvadan
-Salıyor yıldızların altın şarkısını.
Sen ey solgun Ofelya, kar gibi güzel!
Sulara gelin oldun ergen çağlarda!
-Çünkü Norveç doruklarında esen yel
Acı özgürlüğün tadını öğretti sana:
Savuran bir soluk gür perçemlerini
Büyüyordu düşlerinin akışında;
Dinliyordun doğanın ezgilerini
Ağacın, gecelerin yakınışında;
Çünkü boğuk sesi çılgın denizlerin
O tatlı, çocuk göğsüne vuruyordu;
Bir nisan sabahı, yorgun bir atlı senin
Dizlerinde sessizce oturuyordu!
Gök! Aşk! Özgürlük! Bu nasıl düş Deli Kız!
Güneş vuran kar gibi eriyip gittin;
Konuşma, sus! Seviyi bizlere dilsiz
O mavi gözlerinle çoktan öğrettin!
-Ve diyor ki Ozan: Aydın gecelerde
Ofelyam çiçekler devşiriyorsun;
Hep böyle yüz, ak gelinliğinle suda
Dalgalar beşiğini sallayıp dursun.
15 Mayıs 1870 Çeviren:Erdoğan Alkan
SUSTURUN ŞARKILARDA
AĞLAYAN KEMANLARI
1.
Dönüp arkama baktım
ki
o çocuk
hala söğüt dalından
atına binmiş
Karpuz atanın
tozlu yollarında
şarkılar söyleyip
koşturmaktan
yorulmuş
gibi.
Mevsimlerden
ilk bahar aylardan
nisan
mendilinde bir avuç
kar
Deliklitepe’ den
yokuş aşağı
nefes nefese
koşarken
ceplerinden
Çiğdemler dökülmüş
gibi.
Kurtuluş
mahallesindeki
Merkez ilkokulunda
beyaz yakalı siyah
önlükle
yıl sonu karnesinde
bütün dersleri
pekiyi
sevinçten ağlamış
gibi.
2.
Ey sevgili
otuz dokuz derece
aşk ateşinde
kavrulan yüreğim
zangır zangır
titreyen bedenim
adını sayıklıyor
gibiyim.
Ey sevgili
içimi ısıtan
o gülüşün sanki
senin için
aşka dair yazdığım
şiirim
aylık edebiyat
dergisinde
yayınlanmış
gibiyim.
Ey sevgili
mevsimlerden
sonbahar
aylardan kasım
seninle el ele
kavaklıkta gazel
tepelerken
mutlu günlerin
hayalini
kurmuş
gibiyim.
20 Kasım.2019
AYŞE YETİŞEN
HİÇBİR ŞEYİM
Gel hiçbir şeyim ol benim
Bakışlarımızda hissedelim
Ellerimizin sıcaklığını
Dokunmadan sevelim
Gel hiçbir şeyim ol benim
Bir deniz kenarında
Çayımızı yudumlarken
Seyredelim güneşin batışını
Biz olmaktan bahsetmeyelim
Gel hiçbir şeyim ol benim
Sevgi sözcükleri söylemeden
Kalp atışlarımızı hissedelim
Sen bana sahip olma
Ben sana mahkûm olmayayım
Gel hiçbir şeyim ol benim
Hiç anlatmayalım geçmişi
Hiç bahsetmeyelim gelecekten
Anı yaşayalım
Sen yeter ki gel
Hiçbir şeyim ol benim
Ayrılık olmasın lügatımızda
Bir ayrılığı daha kaldıramaz yüreğim
Şiirim ol sen benim
FEYYAZ KADRİ GÜL
SÜREM
Var olmaya
çabalarken
bu ne kadar zulüm
böyle
Günü bulguladığımızı
sanarak
ölüme yakın olmak
Görünmez olduğum
yerde
güneşin saygınlığı
sürse bari
FİLİZ KALKIŞIM ÇOLAK
SENİN
AYDINLIĞINDA
salında
gel
halhalından gelin püskülü saçaklanan yarim
bakışlarının ıslak
bana deli bana mavi vuslatından…
halhalından gelin püskülü saçaklanan yarim
bakışlarının ıslak
bana deli bana mavi vuslatından…
kirpiklerinin
aya dokunuşlarından
damlasın ahlarıma çiyi yıldızların
damlasın ahlarıma çiyi yıldızların
allansın
uçuğunda sızıma banan kanatları
günbatımının
günbatımının
titresin
eşiğinde denizin şafak
yansın
hareler
eteği düşsün kıvrımlarından
eteği düşsün kıvrımlarından
mürverlere
yıkansın baldırlar
ah!
Dudağı kirazlım
kozasında sevişmelere ipek salgılayanım
kozasında sevişmelere ipek salgılayanım
polenciklerinde
çapkın arıcıkların
mayıslara
aşılananım
esmeden çayırlara ayvacıklar gel
tutuşsun areolasında çisecikleri öpüşlerin
tutuşsun areolasında çisecikleri öpüşlerin
zarından tene yırtılsın rüzgarlar
yansın çillerinde kızıla kaçışlar
yansın çillerinde kızıla kaçışlar
kehribar
taneler üflensin kaşlara
tüttürsün
budaklarında tanyeli
başaklansın
koyunda tepeciklerine lavantalar
ırmaklar
aksın gel
çatlasın
gizlerinde gıdıklanışı kestaneciklerin
sulansın
derinliklerine böğürtlenler
ah! Şekerlerinde karamelleştiğim
cam kuşaklı sabahlığına yakamozların
düşlere
iliştirdiğim
mayalansın iyot içen mahzende
şaraba
yakutlar gel!
günaha dursun kabuğunda
ışığından
boşalan vakitler...
GÜLŞEN ERSAN
PARODİ YAŞAMAK
Sizi tanımadan
önceydi
okul sevincine saklı
aşklardan şiir
devrimlerimizden ders
çıkarır
kızlı erkekli gün
ışığına kardeş
karışırdık denizlere
bulutlardan pamuk
düşler
türkülerle şarkılarla
aydan aydınlık
gecelerdik gün be gün
Öğrendik ki
ölmek için gelmişiz
bu dünyaya
sevişmeden yok yere
çalışmaya
aykırı bilsek de işittiklerimizden
her gün bitimine
yanmak yerine
bir yeni şarkıyla
başlamalı yeniden
"Her şey çok
güzel olacak!.."
Umut dediğin bir kuyu
ağzı gök
çocuk başına kır
çiçeği sevinçler
düşle gerçek arasında
Parodi yaşamak!
HASAN
ÇAPİK
ŞİİR
BARİKATTIR, KUMANDAN!
panoramik tavanlı dünya
kumandası, kumanda edende!
açılıyor arada
sanmayın oksijen veya gökyüzü için
bombalar atılsın diye
işaretli yerlere
herkes şansına bu guernica tablosunda
içerdekiler de ilginç suçlarken
birbirlerini
eşitlenir herşey yukardan
inen kavramlarla
sayın kumandan, yüzünüz pek kızarmış
karın neşesinden, uyanmazlığından
ezilenlerin
haklısınız elbette, tarih
ilerliyor tekerrürle
ama diyalektik de var sayın kumandan
tavana desen düşündüğünüz zamanda
çatırdatırım tanrısallığınızı
bir şiirle!
BİR EYLÜL HÜZNÜ YAŞIYORUM BİR
LEYLA
yağmur yağmayı unuttu
yüzü gülmez anılarımın…
güneş alabora oldu
bir çocuk ölse ölüyorum
Nuh’un gemisi gibi gönlüm…
öksüz kaldı hayallerim
yarınlarım saralı
g/itme
k/al!
saçlarımı okşayan rüzgâr durdu
karardı güllerim!
bir Eylül hüznü yaşıyorum
bir Leyla…
insanlık öldü
geceler yasta
ben kayıp şehir
g/itme
k/al!
hayat damarlarım tıkalı
başucumda endişeli yıldızlar!
ölmek kaçış
yaşamak azap
g/itme
k/al!
KERİM BİRLİK
YÜREĞİNİ GÜNEŞE ÇIKAR
Dinsin öfke
yağmurların
Kibir ırmakların
kurusun
Erisin içindeki tüm
buzlar
Yüreğini güneşe çıkar
biraz
Bitsin bu kasırga
bitsin bu ayaz
Nefret rüzgarları
esmesin artık
Gök kuşağı doğsun
gözlerinde
Lale karanfille
küsmesin artık
Yüreğini güneşe çıkar
biraz
Seninde vicdanın
ısınsın bu yaz
Umut çiçekleri kırağı
çalmasın
Düşmesin toprağa
fidelerimiz
Bükülmesin menekşelerin
boynu
Yüreğini güneşe çıkar
biraz
Bahçende güller açsın
kırmızı beyaz
27. 04.2019 Ankara
NERMİN AKKAN
VARDI HİÇTİ
Anam ırgat,
Anam çiftçi,
Anam vardı, ama
hiçti.
Anam dilsiz,
Anam köle,
Dertleri gelmez
dile.
Anam karasaban,
Anam yaba,
Anam bir çift
boyunduruk.
Tepesinde yumruk,
Sağnak sağnak
buyruk.
Anam bel, çapa,
kazma
Gözlerindeki kan
çanağından yazma sarmış eğik başa,
Direği kırılmış
burnunda hızma
Gökgürültüsü
yoğunluğunda
Azma kadın azma
Emeği boş, emeği
hor, hayatı zor
Çocukla çocuk anam
Hâlâ sabi
Hâlâ bebe
Benle beraber anam
Dünyanın tüm çocuklarına gebe.
NESRİN AYDIN
YALANCI
Biliyorum, yalanlarından kendin de nefret
ediyorsun,
Kendin de, kızıyorsun kendine ihanetlerin için,
Herkesten yabancısın aynada baktığın yüze,
Yamıyorsun yüreğini, herkesten kopardığın bir parça
kederle…
Parmağın başkalarını işaret etse de,
Yalnızlıktan korkan sensin ölesiye…
Uğur getirmiyor sabahları yüzünü yıkayan güneş,
Ölgün düşlerini süpürmüyor kapından rüzgâr…
Gece saklayamıyor utançlarını.
Üstelik, geçmiyor göğsünden hançerlediğin zaman…
Söylesene;
Melek mi, şeytan mı gülerken yüzünde beliren adam?
Sinmiş üstüne mahşerden savrulan o meşum duman.
İçin rahat olsun,
Çıktım gönlünün kilit tutmayan kapısından,
Köprülerimi yıktım gözlerinin karasına uzanan…
Bir daha görmeyeceksin yüzümü…
Duymayacaksın bir daha,
Altında uyuduğumuz kavaklar sustu şarkılarını,
Güvercin ölüsüyle yıkandı baharlar.
Soğudu bardaktaki çayımız,
Arafa savruldu merhabalar…
İyileşmedi;
Kan kokusu yayıyor okşadığın yaralar...
Yasaksın, yasaklısın kendine bile...
Yalancısın daha da kötüsü.
Hüzünler biriktiriyorsun gözlerinde aşka tuzak…
Koşarken bir kalpten diğerine,
Terk etmenin ateşiyle ısınıyorsun,
Geride kalanları cehennemine atarak,
Bembeyaz alınlarına karalar çalarak...
Maskeleri sevmediğini söylüyorsun,
Her çeşidini yüzüne takarak…
Asıyorsun gülüşlerimi gurbete,
Ah !
Sende inandığım ne varsa dağlayarak...
Biliyorum,
Yanılmadım kimsede sende yanıldığım kadar
Ve kimsede yorulmadım, sende yorulduğum kadar…
İnsaf !
Yusuf ile Züleyha'da bile mutlu son var...
Kim haklı, kim haksız artık ne önemi var?
Adı suskunluk olan keskin bir uçurumsun yar…
NURULLAH ALTUN
TOHUM
Koyu nemli bir
toprağın altındayım
Zifiri karanlıklar
Amansız kışların ayazında
Uğultusu
fırtınaların
Karlar üzerinde
yürüyen sesleri ayakların…
Ben nefes bile
alamazken
Tonlarca toprak
üstümde
Ne de az dostum var
burada
Birkaç çiyan,
birkaç böcek yalnızca
Yutmak isteğiyle
yanıma sokulan.
Ya çürümek tohumken
daha,
Görememek gün
ışığını bir daha?
Bir yol olmalı
Küçük bir yarık,
ince bir sızıntı
Çıkarmalı başımı
derinliklerden dışarı
Sürgün vermek
Doğrulmak dimdik
gövdemin üzerinde
Dönmek yüzümü
parıldayan güneşe
Açmak kollarımı
olabildiğince uzaklara
Ve sunmak benzersiz
güzelliğimi yaşama
Özlüyorum
zerrelerimle, ruhumla
Rüzgârın
fısıltısını, baharın kokusunu
Hasretleri bir yana
bırakarak
Kucaklayacağım ayı,
yıldızları, sonsuzluğu
Bütün hazları
özümde toplayarak.
OĞUZ
BATIN
İNSAN
Beş dakikalık bir
zevk sonucunda aktığımız hayatta,
Beşiğimizi
tıngırdatıp yüklemeye çalıştığımız anlamda,
O kadar saf o kadar
temiz ve berrak sularda,
İnsan...
Kıçımıza bir
hemşirenin vurmasıyla ilk ağlayışlarımızın,
Masumiyeti gider
zaman su gibi aktığında,
Ağlar bir dediği
hemen olmayınca,
İnsan...
Kâh evin önünde kah
eve yakın parklarda,
Tanışıp kaynaşır
masumca komşunun çocuklarınla,
Oynanan ilk
oyunlarında öğrenir oyun oynamayı hayata,
İnsan...
Anne kucağından
düşer ilim ocağına,
Ağlamasıyla ana
yüreği nöbettedir okulda,
Kaynaşırsa arkadaşlarınla
ilk satışı anasına,
İnsan...
Bir filozoftan
farkı yoktur sorgulamakta,
Sorularının sayısı
artar zamanla,
Karşı cinsle ilk
iletişiminde dikkati farklılıklarda,
İnsan...
Soruları azalır
zihni dolmaya başladıkça,
Karnı toktur artık
öcü diye korkutmalara,
Sever, kendini
bulur peri masallarında,
İnsan...
Sever, aşkın ne
olduğunu tanımlayamasa da,
Girer, çıkmak
istemez peri masallarından,
İlk ihanettir! İhanet
anne ya da babaya,
İnsan...
Anne kucağı baba
ocağı anlamsızlaştığında,
Aşk koyulaşıp meşk
sohbeti attığında,
İlk tecrübedir! Aşka
ve arkadaşlığa,
İnsan...
Soruları çoğalır
zaman aktıkça,
Sormaz önceki gibi
anne ya da babaya,
Sorduğu soruları
zihindedir ve cevabı da,
İnsan...
Sorulu cevaplı
hayata hazırlanmakta,
İşiyle aşkıyla
denemeler yapmakta,
Kâh canı yanmakta kâh
can yakmakta,
İnsan...
Bitmez soruları
bitmez sorunları hayata atıldığında,
Bir başka soru bir
başka sorunla karşı karşıya,
Evliliğimi nasıl
yürütürüm, nasıl çocuğumu büyütürüm layıkıyla,
İnsan...
Değişen rollerde
farklı hayat sahnesinin karşısında,
Yaşantılarından
edindiği donanımlarla,
Oynar üzerine düşen
rolleri layıkıyla,
İnsan...
İçindeki çocuğu
öldürüp mezara koyduğu zamanda,
Vermiştir kendi
ellerinle ağlayarak toprağa,
Anne ve babadan
kalmıştır bir kuru hatıra,
İnsan...
Yine rol
değişimiyle karşı karşıya,
Soran değil
cevaplayandır saçına karlar yağdığında,
Mazisini
konuşturan,
İnsan...
Döker gözyaşlarını
masasından eksilen arkadaşlarının arkasından,
Döker kalp yaslarını
hayat arkadaşının elvedasıyla,
Tek başına kalan,
İnsan...
Muhtaç kalır
evladının bakımına,
Çeker kahır el kızı
ya da el oğlundan,
Fedakarlığından
susan,
İnsan...
İsmimizin
kulağımıza fısıldanıp okunan ezan,
Duyulduğu gün bütün
herkes tarafından,
Ağlayan değil olur
ağlanan,
İnsan...
Arkasından ardına
bıraktıkları ile bırakılan,
Bir hiç uğruna
başlanan kavgalardan,
Kemikler sızlatan,
İnsan...
Der ki "Sadece
bu dünyaya nefes almaya gelmişim."
Der ki "Keşke
paradan ziyade size insanlık verip öğretseydim."
MEHMET FARUK
HABİBOĞLU
YOK
Ben bu kentin
yalnızlar meydanında
Bir bankta bir
başıma
Oturup seni anarım
her gün
Her günüm bin bir
telaş içinde
Sensizliğin,
yoksunluğun
Gönlümü bir türlü
alıştıramadığım
Yorgun telaşı.
Ben bu kentin bütün
sokaklarında
Seni hiç bulamadım
Bütün caddelerinde
bu kentin
Dolaşır ve adını
sayıklarım
Çehreler yabancı
Sesler yabancı
Vitrinlerin
camlarında
Senin yüzün
aksetmiyor
Duyduğum şarkılar
sensizliğe merhem olmuyor.
Hiç bir şiir
kifayet etmiyor yokluğuna
İçim dolandıkça
sessizliğe
Senin o Leyla
makamındaki yüzün doğuyor
Uzaklarda güneş
diye
Ben nutku tutulmuş
bülbül misali
Ölüyorum böyle.
Ne ses veriyorsun
ne geliyorsun
Sensizliği bir ben
biliyorum bir de dokuduğum şiirler
Yoksa yarasaların
çığlığı mı kulağımı tırmalıyor, yırtıyor
Yoksa benim
sürgünüm mü bu köhne şehirler
Yoksa
Yoksun işte!
Güvercinler taşırım
sol cebimde
Çok uzak bir
denizden kopup gelmiş bir gemiyim
Ben kayalara vurmuş
kırık bir yelkenli
Senin o her renk
gözlerine salarım
Kanadı kırık
güvercinleri
Ve oturup her gece
Ağlarım.
Ben bu renksiz,
soysuz kentte
Arenaya atılmış bir
köleyim
Sokaklarda gölgenin
izleri, Kaldırımlarda adının yankısı
İsterim ki koynunda
öleyim
Çalsa bütün
barlarda gençliğimin şarkısı
Ve sadece sen
dinlesen
Ben seni dinlesem
rüyalarımda.
Diliyorum
Hayal ediyorum
işte.
23.09.2018 Gebze
TEFERRUAT
Gecenin telaşı
apış arama sıkışmış / köz yürek
Dans ediyor
ayaklarımın altında kuş masalı / Spinoza
Titrek uçlu sakız
külbastı, terzi dikişi astarsız
Boy aynasında
vampiri gitmiş, yampirisi kalmış / “çıplak kral”
Mor kelebekler
sonsuz çığlığa uçuşur
Benim kelebeğim
cebimde uçmadan durur
Örtünür kefenler
sessiz, dil sürçmesi sırasını bekler.
Destursuz gecenin
siftahında.
Korkarak alır
yarım kalmış arzuyu
Atar bir gözünü
yitirmiş kuyuya
Ağlar,
günahlarını döker taşsız eteklerine
Bende sabahın
olmasını beklerim
Ama olmaz sabah
ÖZGE SÖNMEZ
KİMSESİZ BİR
EFLATUN
yalnızlık inatçı bir böğürtlen lekesi dişinde
ne söylesen dilin kimsesiz bir eflatun
suyla sıcacık konuşurken yıldızlar
ellerin eskimiş tren rayları gibi soğuk ve yorgun
yüz yıllar öncesi, bin yıllar, milyon yıllar
tanrı defterinin bomboş ve parlak olduğu o zamansız zamanlar
otlar vardı bilir misin
çiçek olma düşüyle titreyen
çiçekler vardı
tek hayali ulu bir çınara varmak
ve beklemek yorgunu ağaçlar vardı
rüyası, gölgesini de alıp bir suya karışmak
şimdi ölüm bekliyor görünmez bir bekçi gibi eşikte
biz seninle birdir bir oynuyoruz
kahkahalarımız umarsız
kederlendirmiyor bizi hiçbir yangın
küçüğüz, serçeyiz, minnacığız
ellerimiz yetişmiyor büyük hüzünlere
ayaklarımız yere değmiyor
büyük geliyor annemizin terlikleri
hayat boyumuzun ölçüsünü alana kadar
üstümüz başımız neşe
sonra birden umut sarıyor yeni günü
ışıldayan berrak bir su gibi yürüyor içimize güneş
yokuşları çıkıyoruz yine nefes nefese
ceplerimizden taşıyor yoksulluk
direncimiz anasız bir çocuğun alnında yükselen ateş
kavuruyoruz kimsesizliğimizi
tellere dizilmiş kuşlar
birden bire uçup bakıyorlar gökyüzü yerinde mi
usulca salınıyor yine üstümüzde mavi, oh ne iyi, ne iyi
varsın karşıdan sırıtsın bize yalnızlık ve ölüm, biliyoruz
biz koşarak denizde taş sektirmeye gidiyoruz
SAVAŞ KARADUMAN
YALNIZLIK
Akşamüstü,
alaca karanlık ve ben
Gecenin bir
yarısı, içime işleyen soğuk ve ben
Sabahın kör
vakti, derin sessizlik ve ben
Sudan çıkmış
balık gibi çırpınan deniz,
İyot, yosun,
havada yağmur kokusu, derin mavilik ve ben
Gökte bulut,
Bulutta ha
düştü ha düşecek ağırlaşan yağmur tanesi ve ben
Islak sokak,
Sokakta
sırılsıklam kedi, çocukların gürültüsü ve ben
Dağlarda bahar,
dallarda yaprak,
Tepemizde sarı
sıcak güneş, çiçekler ve ben
Bir adam ve bir
kadın birbirini özleyen
Aşkın hüzün
halleri, uzun uzadıya bir uzaklık, hasretlik ve ben
İçerde,
zindanda ıssız bir mahkûm
Dışarda,
gökyüzünde kaçak bir yıldız/ peşinde ay ışığı
Peşinde -ışık
hızında uçan- çelik kanatlı kuşlar
Issız mahkûm,
tüysüz-tüneksiz kuşlar, kaçak yıldız, ay ışığı ve ben
Yokluk,
yoksulluk
Çöpten ekmek
toplayan kadın ve çocuk
Utancımı yüzüme
vuran sokak lambası ve ben
Derin bir ah!
Aşktan dilenen
aman/ nehir gibi akıp geçen zaman
Çocukluğum,
gençliğim, şiirlerim ve ben
İyi ki ben
varmışım
Ben olmasam
onlarda hepten yalnızmış meğer…
Mayıs-Kasım 2019
TAN DOĞAN
KURU KUYU
ben de taş
sektirdim göl’de tam üç kez
doğmuş olmanın bin bir ‘ad’ı var
seksek oynayan kız ‘yarın’ını düşlemez
un serilmez atlanılacak ip’e
çivi’yle çamur eşen tetanos olur
örgülü saçlıları nedense
sevemedim
çingene arkadaşlarım yuttu misketlerimi
saklambaç köşe
kapmaca yakan top tamam
yağ satarım-bal satarım eksik yanım kaldı
ben de harf sektirdim ruh’ta yirmi dokuz kez
kamburumdur birdirbir
“bir-’ki-üç tıp” lâl hâlim
hep sınıfta kalmak istedim gün
geldi kaldım
taralı saçlılara nedense
sevemedim
ebeler-sobeler ‘hayat’mış meğer
üç taş beş
taş dokuz taş yaman mı yaman
“aç kapıyı bezirgânbaşı” aman
anamla aşık
attım nenemle çelik-çomak babamla babamla…
babam âh babam
limonlu saçlıları nedense
sevemedim
mahalle arkadaşlarım unuttu beni
ben de top sektirdim çöl’de tam bin kez
seksek oynayan kız ‘geçmiş’ini düşünmez
hep sokakta kalmak istedim gün geldi kaldım
çingene arkadaşlarıma helâl-i hoş olsun
un serilmez koparılacak ip’e
çivi’yle hamur açan aç-susuz kalır
kıvırcık saçlıları ‘sâhi’
bilip sevdim
ebeler-sobeler ‘yalan’mış meğer
ölmüş olmanın bir tek ‘ad’ı var
mutsuzluğum çocukluğumdan kalmadır
TAN
DOĞAN
Ü Ç D E R T
Dik
söz dilenmez düş
kara-kalın hayat
çöl istiyor su
gözyaşı yalanı insanın
acı kanatır gök duymaz
“ten neden diken sever”
diyor ter
gülmez gül’ün tarihi
zehir istiyor sefîl
hayat suratsız ölüm sûretsiz
“küf(r)üm güzel” diyor yeşil yel
ne aş diler onur ne de aşk
kamburunu
sıvazlıyor el
*
Birden
yoksun kış lâl
göz kırpar ömre ölüm
hayat nef(e)se avuntu
kim sırtlar ‘acı’yı
gönlün gücü yok yalana
ruh sıkışmasıdır can
daha ten var daha ter var yanık
şeytandan bilinmez kâbûs
gece kuş gece kış gece kar
yâr dedim sustum
**
‘aşk’tan
sonra
‘aşk’ varken bir şey yoktu
gayrı kan ve kir
zehirdir nef(e)se zaman
dil ağzın suçlusu
ham dudak gam: öpüşmek
harâm ––––sevişmek meğer
‘aşk’ varken yoktu
cehennem
ölmek mâşûka farz
YALÇIN ULUKAYA
DEĞERLİ Mİ HOŞ,
YOKSA IŞILTI BOŞU PARLATIR MI?
*
paketi pastadan daha
mı hoştur
*
elbise mi bedene
göre edilir
bedene göre mi
elbise olur
*
evlenmek mi değerli
olan
yoksa aşk mı, tadı
mı eşin
*
iyilik doğrulukla
mı seçildi aşar
var olana benzemiş
mi bunlar
*
zaten anlattığın
yeter söyle ağıra
sözün ağırı
yapılana perde koyar
*
tabutun törenin
duanın ışıltısı
ölümü ölüyü boşu
parlatır mı
*
zeus"tan
önemli miydi kurbanları
YAŞAR ÖZMEN
ÖĞRENECEK
ÇOK ŞEY VAR
Öğrenecek çok şey var be ustam
Öğrenecek çok şey var nasırlı ellerden
Kuralım ortaya dilden dile bir sofra
Dökelim artıları, eksileri
Var gitsin, üstümüze sarmayalım
Memleketime abanmış gamı kederi.
Derinden bir özlem kokusu
Sürelim gözlerimizin dolgun yerlerine
Bırakalım sözcük sürüsünü şairlere
Yaşamanın dibine panayır kursunlar
Biz bu akşamüstü
Karanfilli bir neşe kuralım
Bir yanda kavun, diğer yanda tarator
Sonra iki kadehlik aşk has komşumuz
Bir de aslan pazarı, üzerinde palmiyeler olsun
Öğrenecek çok şey var birbirimizden
Oturalım dize diz, sağlı solu
Değelim gökyüzüne parmak uçlarımızla
Kursun özgürlük saçaklı otağını
Biraz tebessüm çağıralım yeryüzüne
Yanında acısı olsun, hani tuzu biberi…
Düşleyelim özlediğimiz günleri
Gelmeyecekse
ayağımıza kendiliğinden
Biz varalım çizmelerimizle
Öğrenecek çok şey var acılarımızdan
Her acıdan bir şehir kurar gibi
Şöyle bir masa kuralım
Adı memleketim, üstünde gökyüzü olsun
Yeryüzü bir yana çekilsin, acılar kabına
Büyüdükçe uyumayı öğrenir gibi
Şehvetimiz Şahmeran’a masal olsun.
Sal sürüleri, var pusuya ustam
Çekilecek çok acılar var, avcılarımızdan…
Temmuz 2019
ÜMRAN EROL
AĞUSTOS BÖCEĞİ
Ağustos Böceği derdin ne?
Saatlerdir susmadın.
Karınca bilmiyor, saz çalmıyorsun
Sesinin tınısında neşe yok,
Çığlık çığlık ağlıyorsun,
Bak bu uç uç böceği,
Al al küpeli kiraz, şu ağaç,
Umut satar kelebeğin kanat renkleri,
Ağustos Böceği derdin ne?
Saatlerdir susmadın.
Karınca bilmiyor, saz çalmıyorsun
Sesinin tınısında neşe yok,
Çığlık çığlık ağlıyorsun,
Bak bu uç uç böceği,
Al al küpeli kiraz, şu ağaç,
Umut satar kelebeğin kanat renkleri,
Anlat bize haydi.
Sesindeki acılı yankıların nedenini.
La Fontaine seni yanlış anlatmış,
Sonra pişman olmuştur belki.
Anlat bize derdini
Gitme karıncaya, borç isteme
Öteki çocuklar da tembel bilmesin seni...
22.06.2019
Sesindeki acılı yankıların nedenini.
La Fontaine seni yanlış anlatmış,
Sonra pişman olmuştur belki.
Anlat bize derdini
Gitme karıncaya, borç isteme
Öteki çocuklar da tembel bilmesin seni...
22.06.2019