1 Ekim 2025 Çarşamba

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ekim 2025, Sayı 26



Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ekim 2025, Sayı 26 Yaşar Özmen

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ekim 2025, Sayı 26 Yaşar Özmen


Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ekim 2025, Sayı 26 Yaşar Özmen


YAYINCIDAN


Edebiyat dünyasına kısa bir göz atmayla bile görülebilecek sıkıntılar var. Kimseyi suçlamak ya da eleştirmek için söylemiyorum elbet. Bir gerçek var ki sönmekte olan bir sektör gibi duruyor yakından baktığımızda… Tanıdık yazın dostlarımı görürüm biraz sohbet ederim düşüncesiyle Bornova Kitap Günlerine gittim. Bornova Büyük Park yayınevlerinin stantlarıyla sıra sıra doldurulmuş ve cilt cilt kitaplar dizili duruyor tezgâhlarda. Bunlar, okurla nasıl ne kadar buluşabiliyor, istatistiki veriler olmadan yargıda bulunmamak gerek ama iyimser bir ortamın ve hareketliliğin olmadığını söylemekte sakınca görmüyorum. Bana öyle geliyor ki her geçen gün daha kötüye gidildiğinin habercisidir bunlar. Her geçen yıl umutsuzluğun büyüdüğünü yazar-şair dostların yüzlerinden okuyabiliyorum. Halihazırdaki durumu görünce basılmayı bekleyen dört kitabımın da basımını erteledim. Büyük olasılıkla e-kitap olarak yayımlayacağım. Kitapların maddi değerinin yanında manevi değerinin de günden güne eridiğine tanık oluyorum.

Kitapların günden güne okur yitirmesinin nedeni, çağımızın bilgiye ulaşım kolaylığıyla ilgili olduğunu söyleyebilirim. Örneğin ben; sözlük, yazım kılavuzu, ansiklopedi gibi bilgi destek kitaplarına hiç gerek duymadım. Öykü, şiir, roman, kişisel gelişim kitapları gibi basılı kitapların ise okunup okunmaması elzem konular değildir. Geriye kalan ders kitapları, sınav hazırlık ve ders destek kitaplarıdır. Bunların da seçeneğinin olduğu bir dijital çağdayız artık… Bütün bunlardan sonra, yavaş yavaş e-kitaba, görüntülü kayda ve sesli kitaba doğru gözümüzü dikmemiz gerektiğini duyar gibi oluyorum.

Ne yaparsak yapalım dijital teknoloji, bize köklü değişimler yaşatacak ve buna uyum sağlamazsak dişlileri arasında ezip geçecektir. Kitap kokusunu seven, sayfa açıp çevirmeyi seven bir kuşak olsak da aslında bizler de kolay iletişim ve hazır bilgiye alıştık. Çağımız hız ve bilgi çağıdır; uymak ve alışmak zorundayız. Bu yüzden bir an önce dijital teknolojiyle barışık yaşamak için onun gereklerini öğrenmek zorundayız.

İkinci bir konu, kitap dışındaki dergi ve gazete gibi basılı yayınlardır. Her ne kadar eskiye özlem duygusundan yararlanan edebiyat dergileri olsa da bunlar, kendilerine çeki düzen vermek zorunda kalacaklar. Neden? Derginin basım ve dağıtım maliyetleri ile okur sağlama oranı tersine işliyor. Basılı dergi çoğu gence yük durumuna dönüşmüştür. Gençler, dijital teknoloji yoluyla ulaşabildiği yayınlarla yetiniyorlar. Bu durum, çok kısa bir zaman sonra basılı yayınların sonunu getirecek gibi görünüyor. Sanatsal kültür üretiminin her geçen gün zayıfladığını da dikkate alırsak bizleri farklı bir edebiyat ortamının beklediğini söyleyebilirim.

Okurlarımızın dikkatini çekmiştir belki. Şiir Sarnıcı’nda anma günlerine, yaşamayan şairlerimize ilişkin inceleme ve yazılara çok fazla yer vermiyorum. Bu tür metinleri, elimize aldığımız ya da internetten ulaştığımız her dergi yayınlıyor zaten. Ben, edebiyat kültürünün yapılmıştan/yazılmıştan çok yapılabileceklerin tarafında zaman harcamakla geliştirilebileceğine inanırım. Yapılmışa hayranlık ve övgü savurmak değil; yapılmamışı bulmaya, yeni bir şeyler geliştirmeye yönelik çalışmalar daha değerlidir kanımca…

Şiir Sarnıcı (e-dergi) olarak biz bu gidişata karşı önlem aldık görünüyor ama işin bir de popülarite durumu var. E-dergilerin popülaritesi hemen ortaya çıkmaz; bakmışsın sadece bu sayıda Kanada’dan yüzlerce okundu bildirimi gelebilir. E-dergi, dünyanın her tarafından ulaşılabilir bir yayındır ve popülaritesi katlanarak artar; özellikle Türki Cumhuriyetlerinde adından söz edilen bir dergiye dönüşmüştür. Ne var ki bu ülkelerden gelen şiirlerin çoğunluğunu bazı ilkelerimizi karşılamadığı için yayımlayamıyorum.

Mutlu ve esenlikli günlerde okumak, okunmak dileğiyle…

Seval Arslan
YAZMAK ÜZERİNE*


“Bilgi, iyi yazmanın kaynağıdır.” Horatius

Bilindiği gibi tarihten günümüze, kültür ve medeniyetlerin oluşmasında, kültür aktarımında son derece önemli olan yazı, insanoğlunun en büyük buluşudur. "Okuma" kavramı, yazı kullanılmaya başlandıktan sonra insanoğlunun hayatına girmiştir.
Yazı öncesi görsel iletişim unsurları prehistorik dönem mağara duvarlarında karşımıza çıkmaktadır. Mağara duvarlarına çizilen semboller, insan vücutları, güneş, ay, yıldızlar, hayvanlar gibi, ilk görsel iletişim unsurlarıdır.
İnsan evrim sürecinin ilk başlarında; diğer canlılardan farklı olarak elleriyle aletler yapabiliyor ve bu aletleri nerede ve nasıl kullanacağının bilincini taşıyordu. Beynin kapasitesindeki gelişim ile birlikte öğrendiği yüksek ses çıkarma becerisi evrimsel süreç ardından insanoğlunun kendi türü ile iletişim kurabileceği sessel bir gelişimi getirdi.[1]
Zaman içerisinde ise konuşma yetisi, dilsel ayrışmaları ve sosyal yaşamını kolaylaştırabilmesi adına yazıya uzanan süreci başlatmış oldu. Yazılı kaynaklara göre, ilk olarak yazı M.Ö. 3200 yıllarında Sümerliler tarafından icat edilmiş ve Ön-Asya dünyasında işlerlik kazanmıştır. Sümer yazısının ekonomik ihtiyaçlardan doğduğu ifade edilir. Sümer dilinin çoğunlukla tek heceli kelimelerden oluşması yazının gelişimini etkilemiştir. Göbeklitepe tapınma alanında sütunların üzerindeki kabartma hayvan tasvirleri yazının ilk şekilleri olarak görülmektedir. Bu durum yazının Sümerler’den önce keşfedildiğini göstermektedir.
Mezopotamya’daki resim yazısı, piktografik yazı, gelişerek çivi yazısına dönüşmüştür. Diğer yandan Mısırlıların kullandıkları yazı araçları içerisinde taşların bulunduğunu biliyoruz. Nitekim hiyeroglifleri taşlara kazıdıkları gibi; daha esnek, daha ince, daha elle tutulur bir araç olan papirüse de yazıyorlardı. Papirüs ise Nil delta ve vadisinin bataklıklarında yetişen bir bitkiydi. Okul denilen sistemin bilinen en eski örneklerinden biri Sümerler döneminde görülmektedir.
Birçok unsurun doğuşu, var olması eskiçağ uygarlıklarına dayanmaktadır. Eğitim öğretimin verildiği kurumları yani okul adı verilen sistemi, önemli bir eğitim aracı olan kitapları, kütüphaneleri ve daha birçok unsuru örnek olarak verebiliriz. Bu bağlamda eskiçağ uygarlıklarının günümüz eğitimine katkıları da yadsınamaz. Eğitimin ana unsurları eskiçağda doğmuş ve günümüze kadar gelişim sürecini devam ettirmiştir.[2]
İnsanlar uzun süre konuşabilme ve yazı yeteneklerinin tanrılar tarafından kendilerine hediye edildiği düşüncesini taşıdılar. Aslında onların gözünde hayatlarındaki her şey tanrıların hediyesiydi. Mısırlılar yazının Osiris’in kız kardeşi İsis tarafından öğretildiğine, Babilliler Marduk oğlu Nebo tarafından öğretildiğine, Yunanlılar ise tanrı Hermes tarafından öğretildiğine inandılar.
İnsanların duygularını dışa vurmada yazı yöntemi tercihleri arasındadır. Eline kâğıt kalem alıp da bir şeyler karalamayan sanırım yok denecek kadar azdır. Yazmak eyleminin ne denli önemli olduğunu birçok yazarın eserlerinde okuyoruz. Yazı yazmayı öğrenmek, her şeyden önce düşünmeyi gerektirir. Bugün elimizde bulunan önemli yazılar hep toplum ve ülke olarak zor durumda bulunduğumuz dönemlerde kaleme alınmıştır. Heyecanla sarıldığımız şiirler, öyküler, romanlar dönemini yansıtırcasına bir şeyler anlatmak derdindedir.
Ülkemizde binlerce kitap, makale, köşe yazısı, akademik tez bulunmaktadır. Fakat bunlar arasında okumaya değer, özgün, üzerinde derin düşünme ve sorgulama yapılabilecek eser sayısı oldukça azdır. Toplum olarak okuma alışkanlığımız olmadığı gibi yazma becerimizin de çok geliştiğini söylemek mümkün değil. Bu nedenle “Neden yazamıyoruz?” ve “Nasıl yazacağız” soruları üzerine düşünmek gerekmektedir.[3]
Dale Carnegie’nin “Söyleyeceğiniz sözü yazmak, sizi düşünmeye ve düşüncelerinizi tasfiyeye sevk eder.” sözü anlamlıdır. Kendini anlatmak ve başkalarını anlamak insanoğlunun en temel istek ve ihtiyaçlarındandır. Bu sebeple kişilerin günlük hayatlarının önemli bir bölümü diğer birey ya da gruplarla iletişim kurarak geçer. Bu iletişimler sırasında da karşı tarafa mesajları ulaştırmak, geleceğe kalıcı ürünler bırakmada tercih edilen seçeneklerden biri de temel dil becerilerinin anlatma boyutunda yer alan yazı yazmadır.
Dil üretiminde önemli bir beceri olan, daha çok doğal bir süreçle kazanılan dinleme ve konuşmanın ardından belli bir eğitimle okuma becerisiyle birlikte öğrenilen, dört temel dil becerisinin son halkası kabul edilen yazma becerisidir. Yazma: “Düşündüklerimizi, duyduklarımızı, gördüklerimizi, hayallerimizi, hissettiklerimizi, kısacası yaşadıklarımızı birtakım semboller aracılığıyla başkalarına anlatma işi”dir.[4]
Bilgi ve fikirleri açığa çıkarabilmeyi sağlayan birbirinden farklı seslerin oluşumunu sağlayan vokal organlarımızın (Diş, damak, dil, dudaklar, çene ve gırtlak) gelişimi beyin gelişimimize bağlı sürecin sonuçlarındandır.
Temelde iki türlü anlatımdan söz etmek mümkün: Yazılı anlatım, sözlü anlatım. Yazılı anlatım, şiir (nazım) ve düzyazı (nesir) olmak üzere ikiye ayrılır. Düzyazı üçe ayrılır: Olay (roman, hikâye, masal, fabl, destan… vb.), Düşünce (makale, deneme, söyleşi fıkra, eleştiri, nutuk), Bildirme yazıları (biyografi, otobiyografi, haber, mektup… vs.)
Emile Zola: “Yazıya geçmiş düşüncenin değeri vardır; geri kalanlar boş çırpınmalardan, rüzgârın alıp götürdüğü bir saatlik hayallerden, başka bir şey değildir.” sözüyle yazmanın önemini vurgulamıştır.
Yazma, görünüşte kalem ve kâğıt etkileşiminden ortaya çıkan bir ürün gibi görünse de anlatılmak istenen düşünceler, hayaller, tasarılar, duygular öncelikle zihinsel bir süreçten geçmektedir. Yazmanın hem dil becerileri hem de zihinsel becerilerin gelişimine katkı sağladığı unutulmamalıdır. Yazılı anlatım becerilerinin geliştirilmesi, dil öğretiminin en önemli hedef ve görevlerindendir. Yazının sanat tarihinde içerisinde çeşitlilik gösterdiği görülür. Dil, anlam ve içerik ile olan ilişkisi yazılı yapıtları oluşturur.[5]
Yazmak için önce okumak, okumak için de bir şeyleri dert edinmek gerekir. Toplumda meydana gelen olaylardan kaygılanan, olumsuz durumlardan rahatsız olan insanlar yazdıkları ile çözüm arayışına girerler. Bir yazı, duyarlılıkla başlayıp, bilgi birikimi ile ilerleyen bir sürecin sonucunda oluşur. Bu birikim çok okumak ve okuduğunu anlamlandırabilmek ile mümkündür.
Amerikalı yazar Stephen King, Yazma Sanatı adlı otobiyografi kitabında: Özellikle imza günleri ve toplantılarda kendilerine dil ve yazım ile ilgili sorular yöneltilmediğini görünce bu kitabı yazmaya karar verdiğini anlatıyor. Yazmaya meraklı kişilere neyin nasıl ve ne şekilde yazılacağı konusunda bilgiler veriyor: “Yazmanın amacı para kazanmak, ünlü olmak, sevgili bulmak, sevişmek ya da arkadaş edinmek değildir. Sonuçta amaç, eserinizi okuyacak insanların hayatlarını ve kendi hayatınızı zenginleştirmektir. Amaç; uyanmak, iyileşmek ve başa çıkmaktır. Mutlu olmaktır.” diyor ve ekliyor: “Yazmak bir sihir, her yaratıcı sanat dalı kadar ab-ı hayat.”[6]
Yazma eyleminde bulunan bireylerin kendine özgü, deneysel, yenilikçi, yaratıcı tavrını sürdürmesi ve okuyuculara özgün, zengin içerikli bir metin sunması önemlidir. Büyük sarsıntılar, çözülüşler, bunalımlar, değişimler ve oluşlar çağında; edebiyatın toplum içinde aydınlatıcı, eğitici bir görevi vardır. Edebiyat, hayattan ve toplumdan beslenir. Edebiyatın-sanatın gelişmesi, insan gerçeğimizi, toplum gerçeğimizi tanımak, olayları olduğu gibi görmekle başlar.
Yazar, yeni olan, ileri olan, eskiye (gericiliğe) karşıt olan her şeyi destekleyen hareketin içinde olmalı; sezgileri, yaratıcı zekâlarının etkisiyle somut sorunları somut koşullar içinde irdelemeli, yazmalıdır.
Dünyanın değişmesinin çıkarlarına uygun olmadığı için değişimden korkanlara karşı yazarlar; düşünüşleri, davranışları, yarattıkları eserlerle bir sis çanı olmak durumundadır. En koyu karanlıkta bile aydınlık bir yan olduğuna inanmalıdır.
Bilimin verilerine dayanan “ileri dünya görüşü” geniş hayat deneyimi, ustalık gerektirir. Bunların gerçekleşmesi gerçekçi edebiyatın yaratılmasını, ayrıca yazarın-sanatçının üstün bir seviyeye taşınmasını, tarihsel hareketin bilincine varmasını, doğa ve toplum olaylarını bütünü içinde görmesini, toplumla bütünleşmesini sağladığı gibi bireylerin bilincini de şekillendirir.
Edebiyatımızın bugün içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulması, ancak mutlu geleceğe inanan, toplumun hayalle, dilekle değil, mücadele ile kurulacağına inanan yazarların bilinçli, sabırlı çalışmaları yitirilen umudu, sevinci canlandırabilir.[7]
Dünyayı, insanı tanıtan, değiştirmeye çalışan gerçekçi edebiyat: Bir tutku, bir kültür, eğitim, özgürlük ortamında boy verebilir. Bilimsel düşüncenin ayakta tutucu, direnme gücü verdiği unutulmamalıdır. İyi yazılmış kitapların kalıcı olduğu gerçekliktir.
Kaleminizi her zaman iyi yazmak için kullanın.

* Seval Arslan, İki Söz Arası (Deneme), Kanguru Yay. Ankara 2024, s.140-145.


2 Tuğba Cevriye Özkaral, “Selçuk Üniversitesi/ Edebiyat Fak. Dergisi/ Yıl:2015, Sayı: 34 S. 371-384 3 Kaan Akman, “başlarken: yazmak üzerine” https://www.akademikkaynak.com

4 Yaman, E. Yazma Sanatı, İkinci Baskı, Ankara, Akçağ

5 Ömer Kemiksiz, “Yazma Becerilerinin Geliştirilmesi” Üzerine Hazırlanan Tezlere Yönelik Bir İnceleme: Yarı Deneysel Çalışmalar DOI: 10.26466/opus.887374-OPUS © Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi.

6 Stephen King, Yazma Sanatı, Çevirmen: Gökçe Yavaş, Altın Kitaplar, İzmir, 2020.

7 Fethi Naci, İnsan Tükenmez, Adam Yay. 2. Baskı, İstanbul, 1997.

Bahri Loş
YİTEN ÇAĞ


Zaman bağrı bir soğuk demir
Günü gök ışıltılı yangın lekeleri
Göz kovuğuna düşen sonsuz
Noktayla dize gelmiş anlam
Tüy hafifliğinden kurşun ağırlığına.

Kanı çocuk ev kadar ülke
İnsanlık atlasında kayıp dünya
Kıyım yeteneği ileri teknoloji
Sabıkalı bilimler elindeki çırpınış
Adımları boşluğa düşen çağ.

Seçkin düşüncenin zulüm çıkmazı
Karşılaştırmalı ölümcül yarışlar
Hırs çemberinde yok oluş izleri
Bol katılımlı sürgün hükümleri
Namlu ucundan insanlık dersleri.

Renkli nesnelere sıkışan ruh
Korna sesinde kaçan keyif
Göğü kana bulayan çığlık
Mızrak ucuna denk gelen yasa
Kirli hesapta yiten çağ birikimi.

Zeynel Güney
YERDEKİ KÜL


Kadir, yıllardır Kiltepe’de oturmaktaydı. Kiltepe gecekondunun da kondusu bir yeridir Malatya’nın. Baba Kadir, az çekerek boyluca, gülecen yüzü ve topakça bıyığı ile sevgi dolu bir aile babasıydı. Çocuklarının ve torunlarının kocaman adamlar olmasına bakmadan hepsini kucaklar, şapır şapır öperdi. Çocuklar, torunlar babanın çok insancıl, yumuşak huylu ve sevecen yapısından dolayı onu çok seviyorlardı. Kadir de onların kanadıyla uçtuğunu söylüyordu her zaman. 6 Şubat 2023 sabaha karşı saat 04.17 yer yerinden oynadı. İlk olarak baba Kadir uyandı. Torunlardan en küçük olanını kaptı ve dışarı fırladı. Hava zehir zemberek. Torun da kendisi de ayakkabılarını bile giyemeden pijamalı halde dışarıda buldular kendilerini. Kadir ötekilerin de çıkmasını beklerken evi yerle bir oldu. Birkaç dakika bağırtı, inilti duydu. Sonra sesler yok oldu. Göğsüne vura vura sızlandı, eşinin çocuklarının, torunlarının isimlerini sayıklar gibi sırasıyla dillendiriyordu. Yere çömeliyor ve iki eliyle saçlarını yoluyordu.

Bir hafta sonra enkazdan cesetler çıkarıldı. Kadir ağlamıyordu artık. Sersemlik buydu belki. Ölüm, dünyadan dönüşsüz bir gidişti. Bütün aileciği bir anda toprağın olmuştu Kadir’in. Deprem ne anlaşılmaz bir şeydi!.. Koca şehri bir dakikada yerle bir etmişti. Bakırcılar Çarşısı’ndan Sıtma Pınarına yani Malatya’nın göbeği tam bir harabeye dönmüştü. İşin en garip yanı yeni yapılar eskilerden daha fazla zarar görmüştü. Buna en önemli örnek Fahri Kayahan çevresindeki evlerdi. Kapı ve pencere çerçevesindeki bandajları henüz sökülmemiş güya yepyeni binalar ağır hasarlıydı. Bakırcılar Çarşısı’nın ne koca koca bakır kazanlarına tempolu vurulan tokmağın sesi ne kalaycının maviye çalan körük alevi ne de soğuk demircilerin kulakları zorlayan tangırtısı yoktu artık. Esnafın günlük bakımıyla yaşamını sürdüren kediler, köpekler, serçeler ve daha birçok hayvan alışık oldukları yeri bulamaz oldular. İnsanlara baktığınızda, kaşları yıkkın, yüzlerinde yıkılmışlığın haritası, gözlerindeki derin umarsızlıktan başka bir şey okumak mümkün değildi. Hani “Nerelisin?” diye sorulduğunda “Etrafı dağlık ortası bağlık diyardanım” denir. Hani “Malatya Malatya bulunmaz bulunmaz eşin…” demişti o türküde bir güzel ozan. Ahh Beydağı, arılar uçuşturan, çobanlar eğleyen, yiğitler ağırlayan şimdi ne oldu koynundaki şehre. Ahh Malatya’ya can veren Sultan Suyu, damızlık atların has yeri ne oldu Akçadağ’ına… Ahh elma bahçelerinin Doğanşehir’i, ahh adına uygun Yeşilyurt, bahçeler içinde kahvaltı yerleri, ahh tarihi güzellikleriyle bezenmiş Battalgazi, bu ne yıkımdı… Kısaca şunu demeli miydi, buralar şimdi yıkıntıdan bir şehir.

Her an kameralılar geliyordu. Kadir yaklaşan her kameraya sırtını dönüyordu. Bu tutumuyla belki de çok haklıydı, bu dünyada konuşulacak ne kalmıştı ki Kadir için… Ahh ne kötü şeydi deprem!..

Kadir, her gün mezarları görmeye gidiyordu ve her birinin başında bazen seslice, bazen dudaklarını oynatarak konuşmalar yapıyordu. Torunu Yadigâr ise devamlı ağlıyordu. Kadir’in yüzü kurşuniye dönüşmüştü, halsiz ve yıkkındı. Günlerce torunu elinde evinin yıkıntısı etrafında dolandı durdu.

Deprem mağdurları, gelen yardım arabalarına yanaşıp, birbirlerini ite kaka bir şeyler istiyorlardı. Yardım gelmiş gitmiş, Kadir’de hiç telaş yoktu. Torununun elinden tutarak, ara ara yürüse de çoğu kez bir yer bulup oturuyordu. Mahalleli konteyner ve yardım çadırı için yazılırken o hiç kılını kıpırdatmıyordu. Siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları da bizim Kadir’i hiç ilgilendirmiyordu, hatta iyi niyetli yardım için gelenlere de bakmıyordu. Kadir, yıkıkça bir yerde bulduğu çul çuval ile kendine ve torununa yatacak yer uydurmuştu. Aslında onu da komşular hazırladılar. Kadir, oturduğu yerden boş boş bakarak insanları izliyordu.

Havanın buz kestiği bir gündü. Bir kocaman meydan ateşi yakıldı açık alanda. Herkes ateşin etrafında çember olmuş, ısınmaya çalışıyordu. Küller oluşup ateş ağırlaşmaya başladığında, Kadir ateşin yanına vardı, iki eliyle avuçladığı külü yüzüne gözüne sürdü. Sonra bir daha yerden avucunu külle doldurdu ve yedi. Herkesin donuk bakışları altında tekrar yerine gidip oturdu.

Oradakilerden biri yaşlıca birine sordu. “Kadir dayı külü neden yedi?” Yaşlı yanıtladı “Acılar ayyuka çıktığında bu kül yeme işi yapılır, buna kimsenin aklı ermez.” Sonrasında sessizce ağlamayı sürdürdü ateşin etrafındakiler.

Oysa içeride çok yanana dışarıda karlar gerekir.

F. Kadri GÜL
SÜREÇ


Düşüşle yükseliş ortasında
büzüşüp kalmışız da
En güzel düşünceler
bir tohumun deviniminde mi
Daha yetkini öğretmek için
saf yakarışına seher yelinin
Usun parçaları
bilinç kırıntıları karışır da
Saksıdaki karanfil der ki
kan olmak sırası bende

Cihangir Nomozov
“SENİ ÖYLE UNUTACAĞIM Kİ…”


Seni öyle unutacağım ki
gözlerin küle dönecek
hatıran karanlık bir denizde
dalga dalga yutulacak.

Unutmayacağın tek şey
benim sessiz çığlığım olacak
küllerimde saklı kalan yangın
her gece yüreğine saplanacak.

Adım, zamana vurulmuş bir yara
dudaklarında çaresiz bir hece
unutmak değil, unutturmak isterim
ama ben öyle bir fırtınayım ki
senin dünyan yıkılır
kendinle kavrulursun.

Seni unutmak
bir kıyameti sessizce başlatmak
bir yıldızın geceyi kırması gibi;
sessiz, ama sonsuz sarsıntılarla…

Unutursan eğer
benim unutuşumun yükünü taşırsın
yüzleşirsin benim gölgemle
kaçışın yok, saklanışın boş.

Çünkü ben
unutmanın en karanlık cehennemiyim;
seni öyle unutacağım ki
sen asla unutamayacaksın...

Uğur Olgar
AĞAÇ NE ZAMAN ISSIZDIR?


“Issız bir ağaç” demiş şairin biri dizesinde. Düşüncelere daldım. “Ağaçlar hep ıssız değil midir zaten?” diye koşarak gelen düşünceyi hemen uzaklaştırdım usumdan. Olsa olsa tek bir ağaç için düşünülebilirdi bu. Ağaç, canlı ama yürüme yeteneği olmayan bir varlık olarak başka ağaçların yanına gidemeyeceği ya da başka ağaçlar onun yanına gelemeyeceği için bir anlamda ıssız ve yalnızdır elbette. Sürüden ayrılmış, inzivaya çekilmiş tek bir ağaç için bu geçerli bir sav olsa da, bana kalırsa, o bile ıssız ve yalnız değildir. Ağaçlar, kalabalık ve sosyal canlılardır, yürüyemeseler de hep hareket ve devinim halindedirler; iğne yapraklı olanları bazen, kozalaklarını metrelerce ileriye fırlatırlar, hemen hepsi de çiçeklerinin polenlerini arılara taşıttırırlar başka ağaçlara ulaştırmak için.

Yarım saattir uyanık olduğum tatlı bir mayıs sabahında, yatağımdan bunları düşüne düşüne kalktım. Dördüncü kattaki evimin balkonundan Göksu’nun kenarındaki yapraklanmış ağaçlara baktım. Çok kalabalıklardı. Yüzlerce sabahçı kuş, yeni doğmuş güneşin sevinç ışıklarıyla daldan dala konarak dünyanın en güzel koro ezgisini cıvıldaşıyorlardı. Ağaçların altındaki banklara baktım, sabah yürüyüşüne çıkmış insanlardan bazıları soluklanmak için oturuyorlardı. Ben de heveslendim, ağaçların yanlarına gidesim geldi, apar topar giyinip kendimi dışarı attım. Nazım’ın dizesindeki tek ve hür bir ağacın yanına gittim özellikle, öbürleri bir arada orman gibi kardeşçesine yaşıyorlardı ırmak boyu. İyice bir inceledim tek yaşayan ağacı; çok kalabalıktı, kuşlar bir yana, gövdesine tırmanan karıncalar mı istersin, aşağı doğru eğimlenen reçineler mi, hepsi vardı ağaçta. Daha bir sürü böcek adını sanını bilmediğim.

Geceleri de ıssız değildir ağaç. Duştan yeni çıkmış, pırıl pırıl bir ay girmiştir koynuna. Beethoven’in Ay Işığı Sonatı’nı dinleye dinleye uyur ağaç, ayakta uyur elbette. Ağaçlar ayakta uyur, ayakta ölürler. Biz insanlardan farklı ölürler onlar, dimdiktirler ölürken.

Issız sanılan bir ağacın gölgesini kimse hesaba katmaz, ama gölge de kalabalıklaştırır ağacı. Öğle uykusuna yatmış bir sokak kedisi, ağaca sırtını dayayıp çıkınındaki peynir ekmekle karnını doyurmaya çalışan bir sayaç okuyucusu, güneşi sevmeyen karınca ordusunun ağacın gölgeli ve köküne yakın bir yerinde yuva inşa etme çalışmaları, ağaçkakanların ritmik didikleme sesleridir ağaçları kalabalıklaştıran.

Sayısız bitki ve hayvan türünün birlikte oluşturduğu canlı bir ekosistem olan orman, her bir ağacıyla alabildiğine kalabalıktır; yalnız yakıldığında, cayır cayır yanmaya başladığında ıssızdır, dilsizdir. Birlikte yaşadığı hayvanlar gibi…

Sophia Jamali Soufi
ÇÖKELTİ

Şehir
Sessizlik içinde şehir
Ve ben
En yalnız sürgün
Tenim, kaçınılmaz bir yolculuk kokusu veriyor
Çocukluğum
Kayboldu sokakların gürültüsünde
Ve yetişkinliğim
Her gece
Yalnızlık duvarlarından sızan
gölgelerin çoğalmasıydı
Zorluklar
Nallarımı çizen küçük taşlardı
Pençelerimi kırmak için değil
Ve her çizik
Var olmayı öğreten
deri üzerindeki bir noktaydı
Karşı rüzgâr
Kulaklarımla tanıştı
Yolu kaybetmek için değil
İçimdeki delilik noktasını bulmak için
Ve aynada
Yabancı bir suret
Kırılmaya dayanamayan kemiklerle
Ama bir ömrün
tüm kırık anıları
Bakışlarının derin karanlığında
parça parça haykırıyordu …

Yaşar Özmen
ÇAĞRIŞIMSAL İMGELEM KURAMI

Çağrışımsal imgelem, şairin şiirde kurduğu uyaranlar ile okurun kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve belleğinde kayıtlı görüntüler üzerine yaslanarak yeni görüntüler ve duyusal alanlar yaratma sürecidir.

Çağrışım katmanı; şiirdeki herhangi bir anlam, ezgi, söz, olgu veya imgeye dayanarak okur belleğini dürten, okurun zihnindeki bağıntılar bileşkesini kurcalayan, anıştıran, tetikleyen ve harekete geçiren, okuru imgelem dünyasına yönelten, yeni düşünme ve görme biçimine neden olan bir katmanın adıdır. Çağrışımı şiir veya sanatsal bir uzamda ele aldığımızda, çağrışımın çıkış, oluş ve sonuçları açısından ayrıntılı incelenmesinin gereği doğar. Her sanat eserinin üzerine yaslandığı görünmeyen bir varlık alanıdır. Uyarma, uyandırma, sezdirme, anıştırma, duyumsatma ve anımsatma gibi zincirleme tepki yanında, yapıtın anlamsal derinliği ile coşum tetikleyerek sanatta duygusallığı sağlar. Çağrışım, anlamın kaşağısı, zihnin karanlık bölgeleri için el feneridir. Anlamı kaşıdıkça kişiyi daha yoğun imgeye, imgeden daha özgün imgeleme götürür. Bir anlamda bellekteki yerleşik izlerin uyaranı ve düş dünyasının başat erketesidir diyebiliriz.

İmgelem, bilgi birikimimiz ve bilincimizin zihinsel, düşsel ve duygusal olarak ortaya koyduğu tüm tasarılar, görüntüler, işlemler, yaratılardır. Bir anlamda düş ve düşünme gücünün ortaya çıkardığı eyleme dönüşmemiş düşünce bazında örüntüler evreni de diyebiliriz. Zihnin işleyiş ve imge çekirdeğini ortaya koyuş sürecidir. Sanatın doğumuna kaynaklık eden ilk düşsel aşamadır. Sanatsal edimlerin akarsuyudur.

Konumuz, çağrışımın okurda doğurduğu imgelem sürecidir. Diğer bir söyleyişle okurun; şiirin duyusal ve nesnel varlık katmanlarına yaslanarak zihinsel etkinliğe girişidir.

Çağrışımsal imgelem tabakası dediğimizde, okurda oluşmuş ve oluşturulmuş olan bir imgelem sürecinden söz ediyoruz demektir. Daha önce sözünü ettiğim çağrıştırma tabakasındaki çağrışım çekirdeği, okur üzerinde uyarı, sezdirme, anımsatma, dokunma ve değinmeler yapar. Diğer taraftan da imgelem ve düşlerini harekete geçirir.

Olgunluğa ulaşmış zihinde bir şey, o kadar çok şeyler ile bağıntılıdır ki hangi şeyin hangi bağıntıyı uyaracağı alıcının bilgi varlıkları ve belleğindeki izler ile doğru orantılıdır. Neyin neyi harekete geçireceği, neyin nasıl bir imgeleme yönlendireceğini kestirmek zordur. Yani şair olarak sizin söylediğiniz esas değildir; okurun nasıl anlamlandıracağı, nasıl bir imgelem dünyasına yöneleceği esastır. Şair, kendi anlayışına göre bir veya birkaç imgeyi hedeflemiş olabilir, ancak şairin açığa çıkmasını arzu ettiği imgeler okur tarafından hiç görüntülenmeyebilir. Bu biçim bir yönelme, rastlantısal imgelem tabakasında ayrıca incelenmek zorundadır. Okur, belleğine dayanarak daha farklı imgeleme ulaşmış olabilir. Burada sözünü ettiğimiz şey, şairin yönettiği imgelem tabakasıdır ve her şair sözlerinin okuru nasıl bir imgeye ve imgeleme yönelteceğini az çok belirleyebilmelidir.

Şairin yönlendirmeleri dışında kalan çağrışım olanakları bir olasılıklar yumağıdır. Şair; anlam, anlatım ve ses olanaklarına dayanarak çağrışımın amacı, yönü ve gücü konusunda sorumluluk taşır. Şöyle ki: Şair çağrıştırmak istediği konuyu, olguyu, olayı, özü bir bağdaştırma, aktarma, benzetme vb. ile çarpıcı bir şekilde verir/yansıtır, hissettirir ya da sezdirir; ancak okur konu hakkında bilgisiz ise çağrışım, hissettirme, sezdirme okur açısından bir anlam ortaya koymaz. Bu, şair tarafından dikkat edilmesi gereken önemli bir ayrıntıdır. Fin mitolojisinden bir simge veya sembol kullanılması benim için bir anlam taşımayabilir. Örneğin bir Finli için tarihsel bir olgunun duygusallığını içeriyor olabilir. Şair, şiirinde hem çağrıştırma sorumluluğunu taşımak durumunda hem de okurun varabileceği imgelem sürecine katılmak durumundadır. Basit bir ayrıntı gibi geliyor; ancak bu konu şiir yazarken, çözümlerken ve altı dolu eleştiri yaparken son derece önemlidir. Bir şiirin okurda yaratacağı etki ve şiirin okuru kavrayışı bu ayrıntıyla güçlendirilebilir veya tam tersi zayıflatılabilir.

Şairin çağrışım yoluyla yönlendirdiği imgelem tabakası, şiirin gelecekte takınacağı tavrı, yaymayı sürdüreceği ileti niteliğini de belirleyebilme olanağına sahiptir. Bu belirlenim, şairin niteliği, sezgisi, bilgi altyapısı, dünya ve yaşam ilişkisini okuma yetisi bunun yanında gelecek öngörüsü ile doğru orantılıdır. Sanatçının bilimsel yetkinliği ve öncü tutumu etkendir. Sözünü ettiğim konu, bütün sanat alanlarında özel olarak incelenmesi gereken çok boyutlu bir durumdur.

Yinelemek gerekirse çağrışımsal imgelem, şairin yönlendirdiği uyaranlar ile okurun kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve belleğinde kaydedilmiş görüntüler üzerine yaslanarak yeni görüntüler ve yeni duyusal alanlar yaratma sürecidir. “Şair, okurun dünyasına göre söz söylemek zorunda değildir; içinden geleni olduğu gibi söyler” diye söylenir. Ancak şiirin okura ulaşması ve onda estetik kaygı uyandırması için onun dünyasına seslenmesi, onunla ilk ilişkiyi başlatabilmesi ön koşuldur. Bu konu biraz da şairin toplumsal ve bireysel olguları okuyabilme yetisiyle ilgilidir.

Çağrışımsal imgelem tabakası, çağrışım neticesinde insan zihinsel varlıkları içinden birtakım görüntüleri çeker. Çağrışımın yönlendirdiği anlamla özdeş görüntüye dönüştürür. Bunlar, birbiriyle bağıntılı olgulardır, izlerdir, yaşamsal çıkarımlardır. Çağrışımın doğurduğu ve çağrışımın zihne taşıdığı görüntü ile ilişkili, okurun zihinsel doygunluğuna bağlı olarak daha içsel yeni anlam ve imgelem oluşur.

Şimdi birkaç dizenin çağrışım olanaklarını ve imgelem gücünü anlamaya çalışalım.
(…)
Irgalamıyor beni masum gagalı güvercinleriniz
Barışı getirmekten uzaktılar ne zamandır
Tırtıl taşıdılar badem gagalarında
Tırtıklasın diye üstüme yağan güneşi
Hiç güvenmiyorum güvercinlerinizin sevdasına
Kaç kez sponsor olurlar yeraltı şehirlerine
Kaç kez takla atarlar minare gölgelerinde
Kaç bıçak vururlar sırtından çağa insafsız
Kaç kez dikerler zeytin dalını haydut inine
Hesapsız bir hasat yapar gibi hırçın
Başıbozuk bir bostan bozumu mevsimindeyiz… Temmuz 2014, Narlıdere (Bir Damla Suda Halklar)

Örneğin ilk iki dizeyi, çağrışımsal imgelem açısından inceleyelim. “Tırtıl taşıdılar badem gagalarında/Tırtıklasın diye üstüme yağan güneşi” derken bir güzelliğin tırtıklanması için düşünce yapısı belirli insanların sanrılarından söz edilmektedir. Aslında güncel ve somut olaylara dayanan bağdaştırma söz konusudur burada. ‘Badem gagalarında’ alışılmamış bağdaştırması, aynı zamanda belirgin ve kalıplaşmış düşünce yapısını anlatan bir çağrıştırma çekirdeğidir. İki sözcük, zamanımızın bir olgusunu okurun önüne getirip koymuş ve okurda kocaman bir imgelem dünyası kurmuştur.

İmge; hareket, biçim, renk veya sözle görünüşe taşınan değerlerdir ve aynı zamanda yeni imgelem alanları yaratma gücüne sahiptir. Örneğin, //Usun tekbirle kelepçeye vurulduğu yerde// dizesinde tekbirle kelepçe, İslam kültürünün yoğun olduğu ülkelerin geri kalmışlığını, vahşetini, pozitif bilimleri göz ardı etmesini düşünebiliriz. Bu dizede dikkatli bir imgelem çözümlemesine gidersek, tek başına ‘kelepçe’ sözcüğü bile imge ve arkasından bir imgelem süreci doğurma gizilgücüne sahip olduğunu görürüz.

Çağrışımsal imgelem tabakası böyle bir durumu ortaya koyan alandır. Gerek şiir dili tekniği ile gerek doğrudan göndermelerle gerek imge gibi yöntemlerle yapılsın; bellekte, bilinçte ve bilinçaltında var olan bilgileri uyararak okura yeni imgelem olanakları sağlar. Okurun yaşamsal izlerini ve değerlerini kurcalayarak, okurda öne çıkan bilgilerle yeni anlam alanları yaratır. Bu alanlar çağrışımsal imgelem alanlarıdır ve sanat açısından önemli bir bileşendir. Çağdaş sanatta yapılmaya/yaratılmaya çalışılan önemli bir ayrıntıdır.

Dil sanatlarında, özellikle şiirde çağrışıma bağlı imgelem tabakası kendine özgü bir biçimde ayrıca ele alınmalıdır. Çağrışımsal imgelem tabakası, yukarıda söz edildiği durumuyla bir kuram özelliği taşır mı? Çağrışımsal imgelemin oluş sürecinin; genelliği, deneyselliği, izlenebilirliği ve sürekliliği sağladığını ve bu nedenle kuram olarak ele alınabileceğini düşünüyorum. Örneğin heykel ya da plastik sanatlarda çağrışıma bağlı imgelem sınırlı kalabilir; ancak dilde her bir sözcük, bilgi ve dize, çoğul çağrıştırma gizilgücü taşır ve okura göre değişen imgelem yolunu açar. Sonuç olarak bu alan, kuramsal bir özellik taşır ve özellikle dil sanatlarında, daha etkin olarak şiirde, okurdaki anlamlandırma çabasını, düşünme ve düşlem sınırını genişletir, diye düşünüyorum.

Bu yorumlara dayanarak çağrışımsal imgelem tabakasının, özellikle dil sanatlarında kuramsal yetkinlik taşıdığını söyleyebiliriz. Yani bu süreç, Çağrışımsal İmgelem Kuramı olarak ele alınabilir. Her ne kadar bu konunun kuram olabilme yeteneğine sahip olduğunu söylesek de kuramın deneyselliğine, izlenebilirliğine, genelliğine bakılması, eylemsel sürecinin araştırılması ve daha işlenebilir bilgiye dönüştürülmesi gerektiğinin altını çizmeliyim. Bu tabaka; bir olgunun, olayın, yansımanın anlamlandırılmasında önemli bir işleve sahiptir ve şiire sanatsal öz kazandırır. Ayrıca bu tabaka, bir eserin anlamından çağrışımına kadar okurda yaratılması istenen algı, anlama, düşünme ve görme etkinliğinin eylemsel düzlemidir. Okurun çağrışımla imgelem dünyasına gönderilmesi, kendine özgü teknik, yöntem ve ayrıntı gerektirir. Bu nedenle çağrışımsal imgelem tabakası gerek kuram olarak gerek süreç olarak düşünülsün, dil ve insan bilimleri uzmanları tarafından ayrıntılı bir biçimde bilimsel bir gözle ele alınmalıdır.

Çağrışımsal imgelem tabakası, aslında eleştirmenin önemle üzerinde düşüneceği bir anlamlandırma sürecidir. Oscar Wild’ın deyişiyle, “Eleştirinin asıl amacı eserin etkisini ortaya koymaktır.” Dilde her bir sözcük, ses, bilgi ve dize bir uyarandır, çağrışım çekirdeğidir ve çağrıştırma gizilgücü taşır, okurda imgelem yolunu açar. Şair, çağrıştırma gizilgücü taşıyan uyaranları nasıl kullanmıştır? Nesne, olay, olgu, simge, mit gibi uyarıcı etkenleri okurun artalan bilgisi ile nasıl özdeşleştirmek istemiştir? Eleştirmen, bu sorulara yanıt bulduğunda bir şiirin okurda yaratabileceği etkiyi de çözmeye başlamış demektir.

Sonuç olarak, çağrışımsal imgelem kuramı; sanatın okurla ilişkisinden doğan bir olayı görünür kılmak üzere ileri sürülmüş yeni bir sanat kuramıdır; çağdaş sanat anlayışının “Hareket Olgusu”na dayanır. Okurla yapıt arasındaki ilişkinin zihinsel sürecini açıklamaya çalışır. Eserin anlamının okurun bilgi ve yaşam izleri ile belleğine göre şekil alması, anlamlandırılması üzerine kurulu, uygulamalarla kanıtlanabilir bir görüngüdür. Bilimler arası eşgüdümle denenebilirliği, izlenebilirliği ve genellenebilirliği araştırılmalıdır. Bir sanat yapıtının yaratılmasında, çözümlenmesinde ve eleştirisinde önemli işlevinin olduğunu değerlendirmekteyim. Özet olarak bu kuram, yüksek lisans ve doktora tezlerine konu olabilecek kadar ayrıntı, uygulama, araştırma ve inceleme gerektirir.

Bunlara ek olarak, yanıtlanması gereken sorular şunlardır: Bir sanat eserini yaratırken, çözümlerken ve eleştirirken, bu kuram ne işimize yarar? Alımlayıcı için ne anlam taşır? Sanat anlayışımıza nasıl bir değişim getirir? Sanatçıya nasıl bir ufuk açar? Sanatsal ifadenin tanımlanmasında ne işimize yarar?

Gül Yıldız Ermiş
VEDA

Ne zaman bu şehre gelsem
Seni buluyorum yıkıntıların içinde
Ellerimle yüzünün kıvrımlarını kazıyorum
Haritanın sınırlarını siliyor düşler

Öyle çok tırmanıyorum tepeleri
Seninle uyanıyorum güne
Seninle ufalanıyor ekmek
Kum bulutları taşıyor gözlerimden

Her gece üstünü örtüyor mavi kelebekler

Ahmet Yılmaz Tuncer
ÇEMBER

Çemberin içinde kalan
Kimliksiz bedenim
Sorguların ötesinde sunulan
Ve anlatılan
Ne kadar çok inanan
Ve inanmayan
Girdiğim çıkmaz sokakların
İntikamı sanki yaşanan
Kan oturmuş gözlerime
Hayata doğru bakan
Dağlardan süzülen siyanürün
Katransı tadı dilimde
Kapanan perdelerin dalıp gitmelerin
Sorguya katılmasıyla sunulan
Yapılan yeni bir işkence
Anlatılan yokluğun
Anladığım sensizliğin
Çapraz sorguda yine
İçindeyim çemberin
Sorguların ötesinde sunulan
Oysa kimliksiz bedenim
Ne hükmü olur sorguların
Dağlardan süzülen siyanürün
Katransı tadı dilimde
Senin adın
Sensizliğinin
Ve ben

Nilüfer Uçar
SEVMELİSİN HAYATI


kimin bu yaşam provası/aşınmış hayaller
dün çektiğin her neyse bırak kalsın olsa da ölüm
adını yıllara yazdıran nar çiçeği bu cenk senin
gürül gürül akan su türkü dillendirir
‘üstü kalsın’ deme ertelenen sevinç
dilediğin kadar sevmelisin hayatı

insan içten birikir, dilden sökülür/üç günlük dünyada
yarım kalan küskünlük yaşam öyküsü/sonrası koca bir hiç
herkes dünyanın kahrını çeker ince sabırla
eninde sonunda alışır kavgası bitmeyen hayata
yine de seviyorum gün ışığıyla büyülü sevinci

beklemeyi umut sanan insan çileyi incelik sanır
beceremiyoruz işte; biri sevda der diğeri karasevda
uslanmaz haykırış/bu bir sınav her şey gelip geçer elbet

insan yarasını nasıl okur kurulmamış cümlede
masal yazmasın kimse/kim kanar yeminlere
bir güzellik iliştir dudağın kıyısına çiçeklensin mevsimler

sırası değil incinmenin/umut sakla ceplerinde
dayanamaz yürek, sevgi taşır elleriyle
bahara duran mevsim gülden, çimende haber ver
sevmelisin hayatın tükenmeyen inancını

Fazilet Özkan Por
ATATÜRK’ÜN DUMLUPINAR SÖYLEVİ

“Türk’ün onuru, özsaygısı, yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyi. Bu nedenle ya bağımsızlık ya ölüm!” Atatürk, Nutuk

30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutladık üç gün önce. Yurdumuzu işgal eden yayılmacı İtilaf Devletleri ile yaptığımız Başkomutanlık Savaşı’nın utkuyla sonuçlandığı 103. Yıldönümünde coşkuyla, gururla kutladık.

Başkomutan Mustafa Kemal, komutanları ile inanç ve kararlılığın oluşturduğu, donanımsız, yoksul ordusuyla düşmanı gözlüyordu…

(*) Sarışın bir kurda benziyordu.
Bıraksalar
ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovasına atlayacaktı. (…)


Askerimiz uykusuz, yorgun, aç, ayağında delik postal ya da çarık… Asker emir bekliyordu; saldırmak için… Emir verilir verilmez öyle bir saldırı gerçekleştirdiler ki!.. Afyon Ovası’na ölüm olup aktılar. Dokuz gün gibi kısa sürede düşmanı Afyon’dan İzmir’e sürüp denize döktüler. Ve tarihimize kanla, inançla bir destan yazdılar. Büyük bir zafer kazandılar. 30 Ağustos 1922

Eşsiz bir komutan, büyük askeri başarılarla tarihe adını yazdırmış Mustafa Kemal; çok kanın aktığı çatışmalar, acılar, üzüntüler yaşadığı savaştan, askerlik anılarından söz etmeyi sevmez. Kanlı savaşların yaşandığı Çanakkale’ye, Doğu Cephesi’ne ve Sakarya Savaşı alanlarına gitmez bir daha. “Ulusun yaşamı tehlikeye girmedikçe, savaş bir cinayettir.” der.

Yalnızca Başkomutanlık Savaşı’nın geçtiği Dumlupınar’da yapılan kutlamalara katılır. Ve çok duygulu, anlamlı, destansı bir konuşma yapar. Türk ulusuna, gelecek kuşaklara olduğu kadar ezilen uluslara da seslenir. Dünyanın baskıcı ülkelerine karşı bağımsızlık ve özgürlük savaşına çağırır. Bu konuşmayla vurgulanan yalnızca, duygular değil tarihe aktarılan kalıcı bir belgedir. Şevket Süreyya Aydemir’in tanımıyla:

“Savaş alanında yapılan bir barış söylevi, savaş edebiyatının bir şaheseridir.”

30 Ağustos 1924, Büyük Zafer’in ikinci yıldönümü. İki yıl önce Büyük Taarruz’un başladığı Dumlupınar’da “Zafer” kutlamaları... Aynı zamanda Meçhul Asker Anıtı’nın temel atma töreni yapılacak. Bu törende Atatürk; Büyük Taarruz ve Büyük Zafer’i, Devrimleri açıklayan çok önemli bir konuşma yapar.

Konuşmasının başında Türk ulusunun bu büyük savaşta, kendisini başkomutanlığa uygun gördüğü için duyduğu mutluluğu dile getirir: Bu görevin mutlu anısını, ulusuma duyduğum minnetle, ömrüm oldukça övünerek saklayacağım.” (…)

“Efendiler; savaşlar, hele meydan savaşları, yalnızca iki ordunun karşı karşıya gelip çarpışması değildir; ulusların çarpışmasıdır. Savaşlar, ulusların bütün varlıklarıyla; teknik alandaki başarılarıyla, ahlaklarıyla, kültürleriyle, erdemleriyle, kısacası gözle görülür görünmez bütün güç ve varlıklarıyla, her türlü araç ve olanaklarıyla çarpıştığı bir sınav alanıdır. (…) Bu nedenle meydan savaşında yenilen taraf, tüm varlığıyla yenilmiş sayılır. (…) Bir ulusun ruhu ele geçirilmedikçe, bir ulusun yaşama isteği gevşeyip kırılmadıkça, o ulusa boyunduruk vurulamaz.” (…)

“Efendiler; Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve son parçası 30 Ağustos, çok parlak zaferlerle dolu Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. (…) Açıktır ki yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı; ölümsüz yaşamı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk kanları, bu semalarda uçuşan şehit ruhları, devletimizin, cumhuriyetimizin ölümsüz koruyucularıdır. Burada temelini attığımız bu anıt, Türk yurduna göz dikenlere Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, saldırısını, güç ve kararlılığındaki keskinliği anımsatacaktır.” (… )

“Efendiler; yüzyıllardan beri Türkiye’yi yönetenler çok şey düşünmüşler. Ancak bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye’yi.” (…)

“Bu muazzam zaferin çeşitli etkenleri üzerinde en önemlisi ve en yükseği Türk Milletinin kayıtsız ve şartsız egemenliğini eline almış olmasıdır.” (…)

“Efendiler, millî egemenlik öyle bir nurdur ki onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar yok olur. Ulusların esareti üzerine kurulmuş kurumlar her tarafta yıkılmaya mahkumdur. (…) Sarayların içinde Türk’ten başka unsurlara dayanarak, düşmanlarla iş birliği yaparak, Anadolu’nun Türklüğün aleyhinde yürüyen çürümüş gölge adamların Türk yurdundan kovulması, düşmanların denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir.”

“Efendiler, ulusumuzun amacı, ülkemizin ideali, bütün dünyada tam anlamıyla çağdaş bir toplum olmaktır. Bilirsiniz ki dünyada her topluluğun varlığı, değeri, özgürlük ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı çağdaş yapıtlarla orantılıdır. Çağdaş yapıtlar yapma yeteneğinden yoksun olan kavimler özgürlük ve bağımsızlıklarını yitirmeye mahkumdurlar. İnsanlık tarihi baştan başa bu dediğimi doğrulamaktadır. Uygarlık yolunda yürümek ve başarılı olmak yaşam koşuludur. (…) Efendiler çağdaşlık yolunda başarı yeniliğe bağlıdır. (…) Softalar, hurafeler kafalardan çıkmalıdır.”

“Efendiler, ulusumuz burada kutladığımız Büyük Zafer’den daha önemli bir zafer peşindedir. O zafer, ulusumuzun ekonomik alandaki başarılarıyla olasıdır. Bilirsiniz ki ekonomik olarak zayıf bir ulus fakirlik ve sefaletten kurtulamaz; kuvvetli bir uygarlığa, refaha ve mutluluğa kavuşamaz; toplumsal ve siyasi felaketlerden yakasını kurtaramaz. (…) Hiçbir çağdaş devlet yoktur ki ordu ve donanmasından önce ekonomisini düşünmüş olmasın. Yurdu ve bağımsızlığı korumak için gereken bütün kuvvetler ve araçlar ekonominin gelişmesiyle mükemmel olabilir.” (…)

“Gençler! Geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz, almakta olduğunuz eğitimle, bilgiyle, insanlıktaki üstün niteliklerin, yurt sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en değerli örneği olacaksınız.

Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizindir.

Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.”

31 Ağustos 1924 günlü Hakimiyet-i Millî Gazetesi konuşmanın tümünü yayımlar.

Atatürk’ün açtığı yolda, cumhuriyete ve devrimlere bağlı, özgür, bağımsız nice 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamak dileğiyle… 02/09/2025

(*) Nâzım Hikmet, Kuvâyi Millîye Destanı

Cemal Karsavran
CANDAN SEVGİLER BİHABER


duydum ayak seslerini meltemin
bir tatlı melodi dinler gibi
dinledim, bekledim ve yaklaştı
duyduğum ayak sesleri bir meleğin

geldi durdu karşımda alımlı ve işveli
gülen gözleriyle öyle bakıyordu ki
sıcacıktı uzattı tuttu ellerimden
haydi gel dedi samimi ve içten

önümde meleğin ayak sesleri
arkasında benim ayak seslerim
o dimdik ben mahcup yürüdük
soracaklar o soruyu biz kimdik

ben karanlıktan korkmuyordum
onu kaybetmekten korktuğum kadar
yürüyordum neredeyim? ve bu yol nasıl
ilerisi görünmüyor ne sağ var ne de sol

az bakar mısın dedim döndü
geri dönüş yok dedi gözleri ama
sustuk ne bir ses ne de bir nefes
candan sevgiler bihaber

Aleyna Mesela
HABERCİ

Bana şiirin gücünü geri getirecek bi yüzyıl lazım
Öyle bir şiir yazmalıyım ki hapse mi atsak divanehaneye mi kafaları karışmalı
Öyle bir yazmalıyım ki anlayanla anlamayan göz göze bakışmalı
Öyle bir şiir yazmalıyım ki mesela ne Necip gibi özümden
Ne de Nazım gibi yurdumdan geçeyim
Bana koskoca bi halkın göğüsündekini yıkayacak bi satır lazım.

Parçalayıp böldüler ekmeğimizi kötünün iyisi diye diye
Hani biz gururlu bir millettik eğilmezdik öyle düşse de burnumuz yere
En çok zorluğa mı gururla mı germiştin göğsünü nerede denge

Hayır, isyan değil ıslah etmekti amacım
Devrimlerden sıkılmış bir neslin çocuklarıydık biz
İstedim kanun gelsin bahçemize, yeşil gelsin istedim
Hayır, hep çiçekte değil hem ben bu toprakları dört mevsimiyle sevdim

Sanki eziyorlar görünmez taşla tüm iyilerin başını
Adalete kimler hükmeder oldu nerede bu milletin yargıçları
Çıkmayacak aklımdan minguzzinin annesinin gözyaşları

Aşkımız biterse davamız kalsın diye çıktığımız bu yolda
Ne aşkımız kaldı ne de tutunacak bi davamız
Çünkü bulmak uğruna çaba harcanacak tek dava henüz görülmemiş olandı
Bu terazisi bozuk dünyada “İnsanca” yaşamak için gözümüze örtülmüş
Kaldırılmış ve kaldırılacak olan o mukadder örtü
Ve gözlerim günahkâr Müslümanlar mümin kafirler gördü
Kimileri ruh der ona, kimi ışık, bilinç, Nous, Logos, Dioanoia
Kim itaat etmiş ona kat’a kayırmadan
Ve iyi bir aile olabilmenin zorluğu
Adalet mülkün temeliydi oysa
O mülk ki bir beden bir toprak
Bir bilsen neler gördüğümü gözlerimi kapatarak
Ve fakat ben pragmatist bir hayalperestim
Yolum umudum, Bozkurtum yanlışa evrildi
Mesela çürümüş bir tahtayı kemiren bi kurt gibi
Dönüştü, çıplak elle dahi kırılabilen bi demire benzedi
Oysa ne kadar hassastı terazi
Ne yiyebildin sevgilim ne de doyabildin
Sen meşruiyet, sen hakkaniyet sen vicdan ve sen sevgilim adalet davasına ihanet ettin
Ay yıldızım söyle saray mı unutturdu meselemizi hapis mi ?
Terazisini bozdular milletimin
Bana insan gibi yaşamayı hatırlatacak bi kanun lazım

Süleyman mı Ramses mi ismin nasıl anılsın
Bence sen en çok Abdülhamid’e yakınsın
Demiyorum kesilsin, asılsın, yakılsın
Ben de senin gibi istiyorum işte
Bu devlette ilk kez bi başkan yargılansın
Mesutta hiç yılmazdı hani şu döneminin eseri
Bu ülkede Adalet neden hep kurtçukların esiri
Yoksa bana da mı sirayet etti DNA’sı ana vatanın
Bilmiyorum bilge, zalim, alçak, yüce nasıl bir insansın
Ne ben Fuzuli ne sen bana ferman
Ne de gazel yazarım sanma ki padişahsın
Gerçek odur ki makam üstünde çürümüş bi ihtiyarsın
Hakkını helal et ben senin dengin miyim ki bana gönlün kırılsın
Bu millet hep vardı, dinlenen! neden niçin korkarsın
Tekrar kurarız cumhuriyetle isterse yüz kere yıkılsın
Lütfet ay yıldızım lütfet sen daha iyilerine layıksın

Biraz üzerinize geldim zira benim adım Aleyna
Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!
Bi habercin ben mi kaldım sana bunu hatırlatacak!
16.09.2025

Zehra Öztürk
DOĞAÇLAMA

Tek perdelik bir oyun
Provası, tekrarı
Suflörü, teksiri yok bunun.
Kader denilen yazar
Kalemi eline alır
Ezberleri bozar.
Niyet misali
Ürkek bir tavşan gibi
Çek bir kâğıt.
Ne çıkarsa bahtına
Buruştur at, korkma!
Perde kapanmadan
İçinden geldiği gibi oyna
Kadere inat doğaçlama.

Hep başrol alamazsın
Çoğunlukla figüran.
Fırtınalar kopsa da yüreğinde
Kahkahaların arkasına saklanırsın.
Herkes gülerken
Sen için için ağlarsın.
En iyi olmak istersin
Beceremezsin.
Eline yüzüne bulaştırsan da
Sahneyi terk edemezsin.
Alkışlanırsan ne âlâ
Yuhalanmakta var hayat denen yolculukta.
Takma!
Perde kapanmadan
İçinden geldiği gibi oyna,
Kadere inat doğaçlama.

Son rolün ölü rolü
İstemiyorum bir başkasına verin diye
Ağlasan da
Hayat zorla oynatır sana.
Tadını çıkar.
Yayıla bildiğin kadar yayıl sala.
Ne gam kalır ne tasa
Unutma!
Perde kapanmadan
İçinden geldiği gibi oyna
Kadere inat doğaçlama.

Bedriye Korkankorkmaz
BİR MENDİL KADAR DÜNYA

Bir mendil kadar dünyam vardı
pencerenin ardında.
Bir uçurumun ucunda yaşar gibi
gökyüzüne yalnızca okula giderken bakardım.
Annemin yokluğunda
babamın sessizliğinde büyüdüm.
O evde ben yoktum
yalnızca gölgem geziniyordu duvarlarda.
Bir odanın içine sığdırdım hayatı
bir avuç ışık
birkaç kitap
ve içimde kopan fırtınalar…
Toprak değildi artık yaşadığım yer
yas tutan bir evin
sessiz çığlığıydı duvarlar.
Fotoğraflarına sarıldım her gece
bir anne gözyaşında uyudum.
Sen yoktun ama
varlığınla sardın beni gizlice.
Her sözün bir vasiyet gibiydi
hem ağırlık
hem kanat…
Sen gittin.
O bahçede bir daha gül açmadı.
Ben gittim
ve o evde hiçbir ayna beni tanımadı.
Kendi ellerimle kazıdım yolumu
bir kadının bir çocuğun
bir yetimin yürüyüşüyle.
Artık kimsenin kızı değilim.
Kendi adımı kendim taşıyorum
Kırık da olsam
bütün yaralarımla ayaktayım.
Bir mendil kadar dünyam vardı
şimdi o mendilin ucuna
bir devrim yazdım.
Ve annem
bir gün gökyüzünden bakarsa eğer
bilsin ki:
O kız, o küçük kız
bir gün kendine annelik etti.

Yaşar Özmen
YAZAR-ŞAİR AŞKI

Emek nedir bilir misiniz dostlar? Hem de gecenizi gündüzünüze katarak yazdığınız bir roman, bir öykü kitabı ya da bir şiir kitabı. Hiçbir karşılık beklemeden salt kendi duygularını ve dünya algını kalıcılığa dönüştürebilmek uğruna yaptığınız bunca çaba. Nasıl bir özveridir ki üzerinde harcadığınız emeği hiçe sayıp iyi ki yaptım diyebiliyorsunuz. Yazar-şair aşkı demek gerek buna? Bunların yanında küçük bir alkış beklentisi de olmasın mı? Olsun elbet. Bu emeğin bir karşılığı olmasın mı, olsun hem de fazlasıyla. Olsun olmasına da nasıl yapacağız işte burası zor bir bilmece… Emeğin, değerinin ne olduğunu yaşadığımız, ilişki içinde olduğumuz ortamdan biliyoruz; en azında tanık olmuşuzdur. Emeğe saygısızlığı, üstüne üstlük emeğin değersizliğini gözümüzün içine soka soka normalleştirmeye ve bizi alıştırmaya çalışan bir anlayışla geldik bu günlere; bu ayrı bir konu. Emeğin saygınlığını emeğe karşı saygısızlığı bu satırlarda yazarı ve yayıncıyı incitmeden nasıl anlatırım inanın bilmiyorum. Çünkü yazarlıktan yayıncılığa uzanan zincir öyle kurgulanmış ki yazar da haklı yayıncı da haklı gibi görünüyor. Öyle olsa bile emeğinin karşılığını alamayan taraf, genellikle yazar-şair oluyor nedense.

Yayıncılık, yatırım gözüyle bakılan bir iş anlayışına henüz kavuşmamıştır ülkemizde. Büyük oynayanlar da popülarite olmadan yatırıma yanaşmıyorlar. İşin doğrusu edebiyatın niteliği aranmıyor; yazar isminin dolaşım değeri öne çıkıyor. Haklılar mı, ticari açıdan bakarsak son derece haklılar. Dünya piyasalarında dönen sistemden anlayabiliyoruz ki ticaret ya da bir iş yapacaksanız önce yatırım yapmanız yani altyapı için karşılıksız para harcamanız gerekiyor. Dünya piyasalarında start-up projelerine bile karşılıksız milyon dolarlar hibe eden (gelecekte ya tutarsa umuduyla) yatırımcıları gördükçe biz henüz bu noktalara gelecek ticaret kafasına erişmediğimiz, yazar şair mantığına bürünmediğimiz açıkça görülebiliyor. Yayıncılık ve edebiyat, salt ticaret savaşı olarak düşünülemez elbet. Kendi değerlerine ilişkin gelenek ve olmazsa olmazları vardır. En başta edebiyat sanatına gönül verenler genellikle duyarlı kişilerdir. Etik olmak zorundadırlar; olmazsa vicdanını susturamazlar. Bilirler ki etik olmanın da en temel ilkesi, emeğin hakkını ve hukukunu gözetmektir. En zayıf olduğu halka ise bir an önce görünür olma isteğinin baskın olmasıdır. Her yazar-şair düşünür ki kendi yazdıkları, yazılanların en iyisidir, bir an önce okura ulaştırılmalı ki okurun dünyasına bir şeyler katsın ya da değiştirsin. Ne kadar masum ve iyimser bir yaklaşım değil mi? Oysa edebiyat serengetisinde durum öyle çalışmıyor. Yayımcı, emeğe ne kadar az öderim ya da yazar-şairin zayıf halkasından nasıl yararlanırım derdindedir. Bunun karşısında yazar-şair de bir an önce kitabına kavuşmak için pek çok ayrıntıyı hiçe sayıp özveride bulunuyor.

Amacım edebiyat sanatına emek vermiş duyarlı yazar-şairleri incitmek değildir elbet. Biraz da emeğe saygısızlığın asıl sorumlusu, yazar-şairin kendisi gibi geliyor bana. Açıkça konuşalım bunu: Öncelikle yazar-şair ilk kitaplarında acemiliklerinin kurbanı oluyorlar. Rüştünü kanıtlamamış, amatör yayıncıların ellerine düşüyorlar. Bunlar, yayıncılıktan ziyade işin müteahhitliğini yapanlardır genellikle… Müteahhidin amacı, taşın altına elini sokmadan dolaylı işler yaparak para kazanmaktır. Yazar-şair de bir an önce kitabım çıksın da masrafı ne olursa olsun yaklaşımını taşıyan duyarlı ve heyecanlı kişilerdir. Öyle olunca kapak tencere örneği uygun ve karşılıklı sözleşme ortamı doğuyor. Yazar acemi, yayıncı taşeron olunca ortada olmaması gereken haksız rakamlar dönüyor. Ayrıca acemi yazar-şair; telif hakkının değerini, telif hakkı süresinin sıkıntılarını, telif hakkından dolayı kendisine çıkacak yaptırımların içeriğinden habersizdir. Ülkemizde telif hakkı konusunda hakkaniyeti gözetecek yasa var olsa bile uygulaması oldukça zor görünüyor. Kısacası yayıncının, telif hakkından dolayı yazarın başına neler getirebileceğini hesaba bile katmıyor.

Ülkemizde ticaret dahil her tür etkinlik artık yarar ve çıkar üzerine kurulmuştur. Zayıf tarafın varsa yayıncı seni kullanacak, güçlü tarafın varsa sen yayıncıdan istediğini almaya çalışacaksın. Ne yaparsanız yapın ortam gereği bu hiçbir zaman yazar-şair tarafına ağır basan bir durum olmayacaktır. Emek görünmez ve değer biçilemez bir şey olmasına karşın emeğin bir öneminin olmadığına alıştırılmışız ve ‘Adam sende’ deyip geçiyoruz. Yani harcadığımız emeğin değerini, yazar-şair olarak kendimize layık görmüyoruz; çünkü gerçek yaşamda akıtılan terin bile bir anlamının olmadığı bir anlayışla büyümüşüz ve alıştırılmışız boyun eğmeye…

Kendimden örnek vermek istiyorum. Dört tane kitabım yayıma hazırdır. Aslında basılı kitap değil, e-kitap taraftarıyımdır. Buna karşı basılı bir yayın olsun düşüncesiyle kitaplarımı bastırmak istedim. Yayıma hazır kitaplarımın, ikisi deneme (biri ödüllü), ikisi şiir kitabıdır. Örneğin Dilhan belgesel nehir şiir kitabını, altı yıl gibi bir sürede yazdım. Yani altı yıl boyunca bu şiirin üzerinde emek harcadım. Sosyal medya hesaplarımda, kitaplarımı yayımlatacağımı, ilgilenen yayıncıların benimle iletişime geçmesini istedim. Yayıncıların, “Kitaplarını biz yayımlayalım” diye iletişime geçmeyeceklerini biliyordum zaten. Yani deneyip görmek için böyle bir paylaşımı yaptım. Ses çıkmayınca ben girişimde bulunup üç-beş yayınevimden teklif aldım. Sonuç mu, beklediğimden farklı değildi. Yani kitapların basım masrafını karşıladığım gibi yayınevinin diğer harcamalarını da ben karşılıyorum. Telif hakkını teslim ettiğim gibi karşılığında kendi kitaplarımı bile ücreti karşılığı satın alabiliyorum… Emek artı tüm masraflar, yazar-şairin sırtında; satılan kitabın geliri yayıncının kasasında… İkinci baskıdan itibaren belli bir yüzde kâr payı vermeyi taahhüt eden yayınevleri de oldu tabii. Konunun parasal yönü beni hiç ilgilendirmiyor; asıl beni yaralayan konu, bu kadar emeğin bir karşılığının olmayışıdır. Edebiyat alanındaki çabamı insanımıza duyurabilmek için üstüne maddi bir yük almak zorunda kalışımdır. Kısacası ekonomik olmasa bile duygusal olarak açık açık kandırılan bir yayın serüvenidir yazar-şair olarak yaşadıklarımız. Bu yüzden, ben e-kitap olarak yayımlamanın daha sağlıklı ve daha çok okura ulaşacağına inanıyorum. Varsın imza ve fotoğraf verme ritüelleri eksik kalsın; yazdıklarım bir şeyler söylüyorsa onlar yaşasın….

Diğer bir sorun ise kitapların niteliği ve satışı. Yayınevinin işi olmasına karşın çoğu zaman yazar-şair de imza gerekçesiyle bu işin içine giriyor. Çoğu yayınevi yazar-şairini kitap fuarlarına imza için çağırıyor ve hiçbir masrafa dahil olmuyor. Yazar-şair de gövde gösterisi olsun biçiminde kendisine ayrılan saatte kitap stantlarında nöbet tutuyor. Kitap okuma oranımızın düşük olması, kitap içeriğinin niteliği, kitap okur ilişkisinin ortadan kayboluyor oluşu; ayrı tartışma konularıdır. İstatistiksel olarak bilmiyorum ama çok sayıda kitap basılıyor ve bunların çoğu okurla buluşamıyor. Rastgele bir standa vardığımızda okunabilir niteliğe sahip kitap sayısı parmakla gösterecek kadar az sayıdadır. Altı yıldır üç aylık-süreli bir e-dergi yayımlıyorum. Dergiye gelen metin ve şiirlerden biliyorum ki daha almamız gereken o kadar çok yol var ki nasıl çözülür inan karamsarlığımı gizleyemiyorum. Bir yazar-şair, klavye ve bilgisayar yazı programlarını bilmiyorsa, Türkçenin eklerini, noktalama işaretlerini ve özellikle sözcükleri doğru kullanamıyorsa ne yapılabilir? Örneğin lisans mezunu genç bir yazarın gönderdiği metinde kullandığı dil, Osmanlı Türkçesinden hallice. Bu, sadece yazar-şairin sorunu değil sanırım; ülkenin eğitim sorunudur.

Sorgularken bir yanı öldürüp diğerini öne çıkarmak değildir amacım. Her iki durumda da yani hem yayıncının hem yazar-şairin kendine özgü piyasa koşulları gereği sorunları vardır. Emeğin hak ettiği saygıyı görmesi ve maddi karşılığını alması nitelikle ilgili olduğunu söylememiz gerekiyor. Bu sezgisel tartıyı gerektirir, ancak işin içine ekonomik veriler girdiğinde sezgisel tartıyı kimsenin gözü görmüyor. Yayıncı elini taşın altına sokmuyor yazarın duygusallığını kullanarak tüm maliyeti yazarın omuzlarına yüklemeye çalışıyor. Sonuç olarak, yazar-şair tarafını mağdur eden bir piyasa yaşanıyor, yaşanmayı da sürdürecek görünüyor. Yayıncının derdi kâr edebilmektir; haklı mı, tabii ki haklıdır.

Salih Sarısoy
TIRMANACAKSIN

Gözün hep ilerde olacak
Hedefe bakacaksın
Ve tırmanacaksın.
Ayağına batsa da taş
Ah! Demeyeceksin
Hep hep ileriye bakacaksın.
Engel gibi gözükse
Karlı tepeler
Derin yarlar
Ya da kor gibi yakan güneş
Başını öne eğmeyeceksin.
Hep uçmayı özleyecek
Gözlerini mavi göğe çevireceksin.
Cefa, sıkıntı, yorgunluk
Olacak sana eş.
Ama yılmadım diyecek,
Ha, bir gayret yürüyeceksin.

Yağmurla dost olacaksın
Rüzgarla kardeş
Gece, toprağı kucak sanacak
Yıldızlara sarınacaksın.
Bileceksin ki
Başın hiç eğilmeyecek.
İşte o zaman
Varamasan dahi hedefe
Zirveye konan sen olacaksın.

Jale Yıkılmaz Kevran
ÖZGÜRLÜK

Mavi ile yeşilin aşkıydı özgürlük
Uçsuz bucaksız mavi gökyüzünde
Yeşile bürünmüş ormanlarda
Denizin kokusundaydı özgürlük.
Uçan kuşun kanadında
Süzülen bir uçurtmada
Kırmızı bir balonda
Belki...
Belki,
Pembe bir pamuk şekerdeydi özgürlük
Gülen bir çocuğun gözlerinde
Minnoş bir kedinin hırıltısında
Koşan bir atın yelesindeydi özgürlük.
Güzel bir kadının kahkahası
Sevdalı bir erkeğin yüreğiydi
Belki de özgürlük.
Kitaptı, şiirdi, şarkıydı, resimdi
İyilikti belki de sıcak bir gülümseme
Tatlı bir bakış seven bir kalpti.
Kadının destansı aşkı
Adamın derin bakışıydı
Sevdaydı.
Ruhumdu özgürlük aklımdı
Hayallerimdi, gençliğimdi.

Güner Süllü
SEVDADA KALDI ŞİİRLER

Sevdalı şiirler yaz deme bana
Ben sevdayı dünde bıraktım
Sevdadan yana kaç kez şiir yazdım sana
Sen hiç okumadan onları yerlere attın.

Sevdanda kaldı sana yazdığım şiirlerim
Öksüz bıraktın onları beyaz sayfalarda
Şimdi kalkmış bana şiir yaz diyorsun
Kalem yazmıyor yoksun artık mısralarda.

Sevdalarda kaldı sana yazdığım şiirlerim
Hani senin sevdan onları nasıl kaybettin
Sanma ki bu gönül sevdadan yorgun düştü
Sen beni anılarda bırakıp gittin.

Sevdalı şiirler yaz deme bana
Bundan sonra sevdalı şiirler yazmam sana
Bu aşk yüreğimi yakıp gitti
Acısını içinden atamadım hâlâ.

Sevdalarda kaldı sana yazdığım şiirlerim
Aklıma gelmezdi hiç sensiz geçen günlerim
Yazık oldu kaybolan yıllarıma
Demek beni çoktan unutup gittin.

Hani hiç unutmam diyordun aşkımızı
Unutmuşun sevdalı tüm şarkılarımızı
Şimdi nasıl bakacaksın gözlerimin içine
Sakın utanıp başını yana çevirme.

Sevdalı şiirler yaz deme bana
İnanmazdım hiç benden ayrı kalacağına
Şimdi kalemimi kırdım dargınım sana
Bir daha şiir yazamam küskünüm sayfalara.
26.09.2023

Kusey Tangüler
U/YANAN ŞEYLERİN AĞZI KÜL

Ölgün bir metalden
farkı yok akşamların
fısıltıyla paslanıyor yorgunluğunda.

Gün kendine sönüyor
ki göz görmekten ücra
ağlamaya ayarlı olduğunu hatırlıyor
gülerken bir ölünün ardından.

Ayıklanmış her rüyanın
farkı var oysa sayıklamalardan
u/yanan şeylerin ağzı kül
su kendine susuyor kendinden.

Çıkıp da kimse demiyor
kişi de akıyor duygusuna
gecesinde hep uykusunun.

Ölü bir cümlenin
İç uçurumu yoklar geçmişi
yanlışıyla kirlenirken dilde.

Taşları konuşan her mezarlıkta
özeti var yaşanmışlığın.
hayat sokağındaki son kavşakta
bizi de ayakta karşılar sıra selviler.

Eray Korkmazer
İNSAN

                                                                        orhan veli’ye

dindirmek için acılarımı koştum sarıldım kaleme
sımsıcaktı yüreği eritti yüreğimi beynimi ellerimi
damladı kâğıtlara kan kırmızı imgeler bir bir
taştı caddelere sokaklara yollara sel oldu
yıktı evleri yolları köprüleri deprem oldu
ateş de bir şey mi koskoca güneş düştü sanki yuvalara
yaş yerine gözlerden kan aktı
daha önce gözyaşı gördüm demeyin çığlık feryat haykırış da
enkaz altından bebeğinin cansız bedenini çıkaran bir anayı görünce
yetersiz kalıyor acının tanımı
ki tekrar yapılmalı yeni basılacak sözlüklerde
tabii bunu yapabilecek dilbilimci bulunabilirse

dindirmek için acılarımı koştum sarıldım yine kaleme
acı çeken insanları yazdı depremleri selleri savaşları
okudum yüksek sesle bağırdım çağırdım ağladım
tam da biraz olsun rahatladım derken sevdayı yazdı
sevda emek sevda ateş sevda kan sevda yürek
zaman her acının en etkili ilacı ancak sevdanın değil
tabipler bilmedikleri için o dili yazamıyorlar reçetelere
bilenler halk ozanlarıydı onlar da kalmadılar bu devirde

dindirmek için acılarımı koştum sarıldım her zamanki gibi kaleme
depremler seller savaşlar… yani acı çeken insanlar
ve sevda sevdalar
yani gözyaşı yani acı yani çığlık yani feryat yani ateş yani kan
dinmedi acılarım sevdayı yazdığı sürece kalem
benim sevdam yalnızca insan

Erçağ Akarca
SUSKUNLUĞUN DİYAGRAMI


İnsanların yalnızlığa gittiği vakitlerde duraksadım
Bir kalabalık, kalabalıkların ortasında kalakaldım
Vuruyordu denizlerin humması fani karalara
Karalar nefes alıyorlardı en mahzun kıyılarda
Nefes alıyorlardı elvan renkleriyle hüzünde
Çocuklar titriyorlar gözlerinin içinde çaresizce
Çocuklar oynuyorlar hummalarda denizlerden habersiz
Sessizliği içine çeken karidesler kesiyorlar gözlerimi gözlerce
Gözlerce gözler görülebilir mi karidesleri içine çeken sessizlikte?
Hoyrat gürültüler sona eriyor sokaklarda, gezinirken kendi içimde
Hırpani kıyafetlerle beliriyor zaman, ardımdan kolluyor yaşamı,
Yaşamı kolluyor ıssız çöller, izliyorum gölgelerin araladığı zamanı
Yaşamı yaralıyor engin düşler, yaşamın engin düşleri yaralıyor beni
Yaşamın yaşamı görülür bazen suskunluktan
Suskunluğun diyagramında acılar gizlidir...

Ogulbossan Rejepova (Türkmenistan)
SÖZ KONUSU AŞK


Onu seviyorum dedim
O senin için imkansız dediler.
Aşkta imkansızlık olmaz dedim
O sana yasaktır dediler.
Yasaklar aşka engel midir dedim
Sen onu unut dediler.
Kalbime gömüp unutmak istedim
Unutman için gömmek yetmez, söküp at dediler.
Söküp atamam dedim
Neden dediler
Çünkü söküp atmam için önce ölmem gerek dedim.

Yaşar Özmen
MASAL DAĞI

17. Yunus Emre Şiir Yarışması Üçüncülük Ödülü (2025)

Biraz mavi koysaydın ya avuçlarıma gözlerin gibi
Neresinden tutup aklımı asayım saçlarına
Benim suçum niye bu kadar büyük, insanı sevdimse
Yaşamak nasıl güzel olur, bunca ölüme karşın
Yoldaş olsun diye mi doğurdun beni, acılardan anne.

Dünyanın bütün gecelerini toplasam
Gündüzlere yer açabilir miyiz hiç gölgesiz
Pişirmiş zaman gözlerimi, kirpiklerim dağınık
Bakışlarım kavruk bak
Gökyüzünü üstüme örtsem sığmıyorum
Niye gökyüzünü bu kadar dar diktin anne.

Gözlerimden çiğdem gibi saçılan şu acılar
Nerede boynunu büküp bir aşka tanık olacaklar
Öyle derdin ya, yaşanacak aşkları acılar doğurur
Asır hırsızlığına soyunmuş şu haydutlar
Düşlerime göz dikmişler durduk yerde anne.

Artık son gece olsun bu, toplayıp kaldıralım masal dağına
Ellerin gibi sıcak, bakışın gibi kendinden menevişli
Rastlantıya bırakılmaz derdin güzel günler, yinelerdin
Alnından öpelim sabahların, bir kez daha, bir kez daha öpelim
Elden ele verelim bütün ışıkları, birlikte yürüyelim anne.

Varınca hani oraya, gülüşünü neresinden bölsem de
Alsan kalanlarımı yumuşacık kucağına
Üşüyorum, uymuyor en küçük parçam, sığmıyor işte
Düşüyorum tut elimden, düşüyorum işte
Ben toprak oldumsa olacağım kadar
Sözleştiğimiz gibi masal dağında
Son kez emzirip yeniden rahmine koy beni anne.
Şubat 2020























28 Haziran 2025 Cumartesi

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Temmuz 2025, Sayı 25

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Temmuz 2025, Sayı 25, Yaşar Özmen


Şiir Sarnıcı (e-dergi), Temmuz 2025, Sayı 25, Yaşar Özmen



























Şiir Sarnıcı (e-dergi), Temmuz 2025, Sayı 25, Yaşar Özmen

YAYINCIDAN

Coğrafyanın ateşe atıldığı bir zamanda, yazın dergisinin giriş yazısında nelerden söz etmek gerekir, kestiremiyorum. Ülkeleri yönetenler, aklını yanına alıp düşünmelidir. Dünyayı ateşe vererek kime ne kazandıracağını iyi hesaplamalılar. Sonuçta insanlık kaybediyor, işkenceyi yine insan çekiyor, yine insan ölüyor. Teknolojik savaşlar sadece insanları değil; aynı zamanda bitki ve diğer canlıların da yok olmasına neden oluyor. Dileyelim ki bunlar, aklını başına alsınlar, insanı ve canlıları rahat bıraksınlar.

Güncel ve gelecek, bizleri kaygılandırıyorsa ister istemez belirli konularda yazma zorunluğu duyarız. Aydınlar, çağdaş değerleri öteleyip metafiziği önceleyen ortamda bu kaygıyı daha fazla duyumsarlar. Süregelen gelecek kaygısını gidermek umuduyla, bir şeyler üretme çabası içindedirler; özgürlüğe uzanan yola güzellik katmak isterler; resim, şiir, heykel, deneme vs. gibi etkinliklerle. Kandinsky, “Sanat, içsel bir zorunluluktur.” der. Bana göre yazmak, özgürlükten değil; özgürlük özleminden doğan içsel bir zorunluluğun sonucudur.

Karanlık dönemlerden geçtik, ağrılı günlerimiz sürekliliğini koruyor. Toplum, her geçen gün biraz daha karanlığa gömülüyor; hatta bunu kendi elleriyle yapılandırıyor. Aydınlık, çağdaş ve özgür dünyanın kurulması ve insanın insanca yaşayabilmesi, bilgiler arası iletişim, eşgüdüm ve yaşama uyarlayabilme yeteneğine bağlıdır. Daha açık söylemek gerekirse insanın, tam insan olmasıyla ilgilidir. Rivayetlerden gerçeği bulduğunu sanan beyinlerin etkin olmadığı bir dünya ne kadar güzel olurdu değil mi?  İnsanı, insan yapan değerler onun bilinç dünyasıdır. Bilgiyle donatmak, bilinci yapılandırmak kolaydır; ne var ki bilinci yöneten başat etken duygudur; sevme duygusudur. Sevmeyi güçlendirmenin yolu, duyguyu işleyen, besleyen ve güçlendiren sanat gibi değerlerden geçer. Bu nedenle, denemelerim sanatı temel alır. Sanatın; bilinçli, bilgiler arası iletişim ve eşgüdümle yapılmasına yönelik çaba harcar. Çalakalem yapılan sanat, günümüz insanının estetik kaygısını bilemekte yetersiz kalmaktadır.

Sanat dediğimiz görüngü; insan, evren ve yaşam arasındaki ilişkiyi yeniden anlamlandırmak; yeni bir değer yaratmak ve bununla estetik değer üretmektir. Yazmak, imgelem kaynaklarının ve imgelem gücünün araçsal sonucudur. Düşlem sınırlarını genişletmek için, sağlıklı, güçlü ve teknik donanıma sahip olmak zorunluluğu vardır. Yazar, sanat bilimi denen disiplinler ile diğer disiplinler arasındaki eşgüdümü sağlıklı kurmalı ve bunları çağdaş bir gözle okuyabilmelidir. Bilgi zenginliğine ve bilginin bilimsel-çağdaş-sanatsal yorumunu yapabilme yetkinliğine ulaşmadan; kalıcı, yeni ve güçlü yapıt ortaya konulamaz. Yazarın amacı, gelecek için yeni şeyler üretmek, kalıcı yapıtlar vermek ve insanı sevgi ile yoğurarak aklı evrimleştirmek olmalıdır.

Çağdaş sanatı diğer sanat dönemlerinden ayıran en önemli özellik, sanat yapıtının gerçek ve duyusal dünyasının devingen olduğunun anlaşılmasıdır. Eser/şiir yayımlanıp okurla iletişime girmesinden sonra, şiirin anlam ve iletilerinin insan algı, anlama ve görme yetisine göre biçimlenebiliyor olduğunun kavranabilmesidir. Çağdaş sanat, duygu ve aklın bütün olanaklarını kullandığı sıra dışı yaratılar dünyasıdır. Sanatı insanın ve insan aklının yaptığını, sanat düzlemine çekilebilecek olguların da zekâ ve akıl ile yapıldığını düşünmeliyiz. Çünkü çağdaş sanat, verilerini sadece yaşamdan ve yaşamsal olgulardan almaz; düşünülebilen, düşlenebilen, kurgulanabilen gerçeklik ve dış gerçeklikten alır.  Somut, soyut, sanal, sayısal, gerçek, gerçek ötesi bilgi ile aklın ve zekânın sınırsız gücü ile şekil alır. Yani sanat yaratıcı akıl işidir; yoğun duygunun tetiklediği aklın sonucudur. Bir anlamda zekânın evrimsel gelişimine göre şekillenir. Bu nedenle sanatın veya şiirin evrimi, akıl ve zekânın evrimiyle eş zamanlıdır. Kısaca söylemek gerekirse sanat; anlamsal, coşumsal ve estetik değeri geleceğin bilgi birikimi, kültür varlıkları ve insanın algı biçimine göre devinim halindedir. 

Mutlu ve esenlikli günlerde okumak, okunmak dileğiyle…

Uğur Olgar
NİSAN UÇURTMALARI

 
Uçurtmalar
en çok nisan rüzgârında nazlanır
ardından çocuk gülüşleri
gelecek kaç bahara yetecek kadar
döller yalnız çiçekleri
ve tozlanır hava
birden erguvan kırmızı
 
Böcekleri çatırdatan ılık su
akmaya başlar tenimin nehirlerinde
kaç şehir yıkanır akşamdan kalma
kimlerin başından aşağı kaynar kan
bocalanır dallar durduğunda tomurcuğa
 
Bir de sulara sessiz geçmesini söylemiştik
öte zamanlar arasından,
demek ondan durgun akar Don
öfkeli Karadeniz'e
Mihail’in kalemlerinin arasında
 
Uçurtmalar
nisan rüzgârında kuşlara öykünür en çok
kuşlar ise telgraf tellerinden geçen
kahpe zaman sözlerine
 
Kuşların ipi yoktur oysa
kurşunlamadan kimse indiremez onları...
 
Yağmur, ıslatmaz tetik çeken parmakları…

 

Zeynel Güney
SELAM MARTILAR

 

Bugün dokunmayın
Sütten ak güzel martılar
Yok sayın beni
Her şeyi boş verin
Göz ardı etmeyin sevgiyi
 
Derler ya daha sabahın körü
Henüz çıt yok bu sahilde
Mor bulut gibi doludur kafan
Ha yağdı ha yağacak
Bu iş delice biraz
Belki oynatmak aklı
Zor olanıdır bence
İki kalbi bir dilden konuşturmak
 
Hâlâ bomboş sahil
Ne bir araba gürültüsü
Ne vapurun hoplatan düdüğü
Şimdi birazdan gün doğar
Biri gelir biri gider vapurların
Martılar kumrular
Sayılmaz olurlar gökte
Arabalar tadını kaçırır hayatın yolların
Süslü kızlar güzel kadınlar
Geçer gözünün önünden
Hepsinde işe yetişmenin telaşı
 
Bir bakarsın yanında bitmiş
Hani dedim ya beklenen
Ne vapur düdüğü kalır aklında
Ne martılar Ne arabalar
Ne de hayatın çekilmezliği 


Meryem Güneş Berberoğlu
KADIN VE ŞİİR

 Oysa “Kadına” Çok Yakışıyordu “Şiir”

“Hesiodos! Şiirini yeniden yaz ve Pandora’yı kurtar.”

Bu, mitolojik bir temenniden öte, Kadın ve Şiir ile ilgili yüzyıllardır süregelen ve bir bakıma Edebiyattaki Pandoracılığın, şiirden silinmesi yönünde lirik bir çağrıdır…

Şiir dediğimizde ilk akla gelen şairlerin erkek oluşu ve yeri geldiğinde “Şair, Şaire” ifadesi diye ayrıştırılan yaklaşımlar bile bu konudaki ayrımcılığı destekliyor sanki…

Pandora ve Şiirin Bir Araya Gelişi

Öyle ki Antik Yunan döneminde yaşamış Hesiodos’un, “İşler ve Günler” kitabında yer verdiği epik şiirinde Pandora Miti ile ortaya koyduğu Kadın portresine, MS. Orta Çağ Avrupası’nda da aynı düzeyde tanık olmamız ve sonraki çağlarda dâhi değişmeyen bu algının şiire sirayeti söz konusudur.

Kadın ile ilgili temelini, İlk Çağ mitlerinden ve Politeisttik din felsefesinden alan bu mesnetsiz yaklaşım, sonraki Roma Dönemi ve Orta Çağ Avrupası’nda da “Kadın” sosyal kimlik statüsünde “Pandora” simgesinin taşıdığı tüm imgelerle hemen hemen her alanda yerini alıyor. Daha doğrusu destansı figürlerin ve çok tanrılı din anlayışının   ete kemiğe bürünmüş halini kadının hakiki sosyal kimliğinde açıkça görmeye başlıyoruz. Daha da ötesi mantıksal çerçeveden uzak bir eşleştirme ile Hristiyan Teolik hükümranları kadını, Orta Çağ Avrupası’nda  “günah sembolü” ilan ederek,  değersizleştirmeye devam ediyor…

Ne acı ki Pandora’nın dayandığı temel yapı, şiirsel bir dille yazılmış ve şairliğin ilk izlenimleri kabul edilen Hesiodos’un lirik söylemlerinde karşımıza çıkıyor.

Bir başka deyişle âdeta daha en baştan “Kadın” şiirden şiirle nakavt ediliyor.

Pandora Mitinin sirayetini şiirde ve toplumsal yapının her alanında görüyor oluşumuzun sonuçlarını; her fırsatta, sadece ve sadece yerleşik düzene geçen insanda, avcılık ve toplayıcılık anlayışı ile “fiziksel güç ön plândadır” mitsel yaklaşımı ile açıklayarak geçiştirmek, benim için son derece yetersiz bir açıklamadır.

Mitsel yaklaşım, diyorum; çünkü bu tez doğru olmuş olsaydı yerleşik hayata geçen tüm toplumlarda aynı durum ortaya çıkmış olurdu.

Eski Türklerde Pandora Yaklaşımı Var mıydı?

Sorunun cevabı net ve bilindik bir şekilde hayır olmasına rağmen bu durumu bile mitsel bir hamasetten kurtaramamış olmak da üzerinde ısrarla durulması gereken bir durumdur. Türk toplumundaki kadının sosyal oluşumunda, modern kesime göre kırsal kesimin atalarımıza sadakatle bağlılık gösteren geleneksel duruşu ayrıca övgüye değerdir.

Toplumun en sağlam halkası diye nitelendirdiğim kırsal kesimde, kadının konumlanış biçimi Eski Türklerde olduğu biçimiyle aynen muhafaza edilmiştir. Bu durumun doğruluğu ve geçerliliği noktasında ortaya atabileceğim en sağlam veri ise Anadolu’da hâlâ etkisini sürdüren ‘Hanımağa’ ifadesinde yerini bulan kadın duruşudur. Bu duruş, çoğu yönlerden eski Türk destanlarında baş kahraman olan kadın karakterler ile eşleşir. Buna en iyi örnek Bamsı Beyrek hikayesidir.

Öyle ki Türk destanlarında, destan kahramanlarının eş seçerken ‘Hatun’un iyi at binen, iyi kılıç kuşanan özelliklerde olmasını istemeleri bugün Anadolu’da farklı simgelerle kendini gösterir. Bunlar, Anadolu kadınının cesur yanlarının kırsal kesim yaşam koşullarında ortaya çıkardığı her türlü kadınsı; ama Türk kadını imajı ile var olan sosyal rolleridir. Korkut Ata destanındaki Bamsı Beyrek hikâyesinin kadın kahramanı Banu Çiçek Katun ile Modern Türk hikâye ve romanlarındaki Anadolu esintili Hanımağa karakterinin çok çok benzerlik göstermesi bu duruma iyi bir örnektir. Yani fiziksel güç farklılığı kadın için tolere edilebilir bir durumdur. Anadolu’da tarlasını ekip biçen ve hatta bunun tüm gereksinimlerini bizzat yerine getiren de kadındır. Ve çoğunlukla da en güzel halk türkülerini ve kendince yazdığı ağıtlarını ninnilerini, manilerini, deyişlerini ve halk hikayelerini de bu esnada söylemiştir.

Aslında Türklerde kadın, şiirin içinde bizzat nesne değil; özne olarak yer almıştır.

Özellikle Halk Edebiyatı kültüründe yetişen ozanların esas beslenme kaynakları, daha çocukluk yıllarında kendi annelerinden dinledikleri ve Türk Edebiyatının da omurgasını oluşturan ninniler, maniler, halk hikayeleri ve halk türküleridir. Kadının Türk toplumunda olması gerektiği gibi bir sosyal kimlik kazandığı ve şiir ile ilgili de ortaya atılabilecek olumsuz bir veriye rastlanmadığı aşikârdır.

Şiir konusunda ve diğer alanlarda   ortaya çıkan Pandora etkisinin, Türk toplumunun öz benliğinde yer almadığı gerçeği  ise Arap seyyahı İbn-i Batut’un eserinde kendi ifadesiyle yer verdiği şu sözlerle kanıtlanabilir:

“Burada tuhaf bir hâle şahit oldum; o da Türklerin kadınlara gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi, erkeklerden daha üstündür.”

İbn-i Batut’un  Türklerin kadına gösterdiği saygıyı tuhaf bir hâl olarak nitelendirmesi, sanıyorum ki kendi toplumunu özellikle de İslamiyet öncesi Arap toplumunu (cahiliye devri gerçekleriyle) iyi  tanıyor  oluşundandır.

Bu durum Seyyah’ın bu sözlerini daha da önemli kılar. Ve Orta Çağ’ın en çok ülke gezen seyyahı oluşundan  diğer toplumları da analiz etme fırsatı bulması yönüyle de İbn-i Batut’un  bu tespiti, Türk Kadınının sosyal statüsünü, oldukça önemli bir yere taşır. Bütün bu örnekler, “Yerleşik Hayata Geçen İnsan fiziksel güç gerekliliği ile kadını arka plana itti ” tezini çürütmektedir. Öyle olsaydı tüm toplumlarda yerleşik düzene geçişin ardından; kadın için aynı değersizleştirme tezahür ederdi. Çünkü insan, toplumsal olarak farklı özellikler ile farklı coğrafyalarda bir yerleşik düzen kurmuş olsa da neticede yaradılış özellikleri bakımından insan vasıfları farklılık göstermez. Bu onların seçimleri ile şekillenen bir durumdur. Yani Orta Çağ Avrupası’nda kadına giydirilen Pandora simgesi, tercihen ortaya çıkmış bir durumdur. Bu tercih, daha ziyade güç dengeleri kaygısı noktasında Hristiyanlık inancına yapılan müdahaleler ile ilgilidir.

Orta Çağ Avrupası’nda, feodal sistem içinde erki kaybetmek istemeyen kralların, tercih noktasında Hristiyanlık inancını, kendi potalarında, kendi hırs ve egolarında şekillendirerek topluma dayatmış oldukları gerçeği bu konunun özünü belirlemektedir. Hristiyanlık inancına  yapılan müdahale sırasında, ellerinde olan tek veri Mit olduğu için dinsel algoritmalarda yanlış bir mantık kemiğinde oluşan yapaylaşmış din, topluma dayatılmıştır. Sonraki dönemlerde de bu yanlış mitsel yapılanma gerçeği göz ardı edilerek Hristiyan toplumunda gerçek din anlayışından uzaklaşmış bir tezahürde; kadına biçilen mitsel temelli yakıştırmalar, efsanevi bir kimliğe bürünerek, geleneksel bir çığırtkanlıkla sadece Hristiyan toplumlarda değil; tüm toplumlarda, şiir  ve diğer tüm alanlara sirayet etmiştir. Daha da ötesi, yapaylaştırılan Hristiyan inancı tezahürünün, diğer toplumlara mitsel bir mantıkta sıçrayışı ile Pandora kimliği, evrensel bir nitelik kazanmıştır.

Toplumları yüzyıllardır etkileyen kalıplaşmış mitsel hikayeler ile Kadın, günümüzde bile hemen hemen her alanda  gerçek dışı  Mitsel algının bir sorunu olarak algılanıyorsa, bu durum, daha çok sosyolojik  bir bakış açısı ile değerlendirilmesi gereken bir konudur. Yani tek başına edebiyatın ve şiirin kadın konusundaki ayrımcılığı ortadan kaldırması mümkün görünmemektedir.

Aslında ‘Kadın ve Toplumsal Rolü’ bu anlamda ana başlıktır.

Ancak bu konunun şiire sirayeti durumunda; şiir seven ve kadın şairliği (cinsiyet ayrımı gütmeden) şiir için çok mühim sayan biri olarak göz görüp gönlüm katlanmamaktadır.

Öyle ki şairliğin, cinsiyet ayrımı gerektiren bir yetenek olduğunu kabullenmek, kadına ve üstelik şiire yapılmış en büyük haksızlıktır. Çünkü eski şairlik geleneği ve günümüz dahil kadın, şiirin nesnesi konumuna yukarıda saydığım toplumlar arası Pandoracılık miti ile itilmiştir. Yani bizzat şiir yazan değil; şiir yazılan olarak algılanmış ve bu sirayetik durum, günümüze kadar öylece gelmiştir.

Burada özellikle vurgulamak isterim ki bu konuyu ele alma yaklaşımım, kadının şiirde erkek söylemleri içinde nesne konumunda oluşuna itiraz niteliğinde değildir. Ya da “kadın şair” ifadesini güçlü kılmak asla değildir. Çünkü benim nazarımda bu, tasvip etmediğim bir aşırı feminizm kaygısı olur. Çünkü benin sanat anlayış biçimimde kadın ve erkek bir bütündür. Kadını ve erkeği ayrı ayrı ikonlaştırmak en az pandoraclılık kadar zarar verir toplumsal yapıya. Arzu ettiğim şey, şiirde feminist bir bakış açısı değil, evrensel nitelikte kadının şiirde olması gerektiği gibi; yani önüne kadın sıfatı yerleştirilmeden sadece şairlik geleneği içinde şiir ve şairlik gücü ile değerlendirmeye tabi tutulmasıdır. Sorun daha ziyade şiir ve kadın ile ilgili oluşan yanlış bir düzlemin varlığıdır.

Kadın şair ifadesinden duyduğum rahatsızlık kadın şoför, kadın öğretmen ile aynı ölçüdedir.

Demem o ki toplumsal tüm alanlarda ortaya  çıkan bu pandoracılık ne ise şiirde baş gösteren pandoarcılık birebir aynıdır. Yani bakış açısı meselesidir. Beklenilen veya en azından benim çabam, şiirde kadın ve erkek ayrımından ziyade kadını ve erkeği olması gerektiği gibi kadın ve erkeğin doğuştan getirdiği insanî vasıfları ile şiire yansımalarını görebilmektir.

Pandora’nın Türk Şiirine Sirayeti

Dünyada bilinen ilk şair Sümerlerde ortaya çıkan Enheduanna’ydı  oysa!  (MÖ 2300)

Sadece Türk şiirinde değil; Dünya Edebiyatında da kadın şair sayısı oldukça az. Pandora’nın yaratıcısı ve aynı zamanda bir şair olan Hesiodos, aynı kitabında  insanlığa “Kötülükten uzak dur adaleti çağır” diye seslenmekteydi  oysa…

Bu çağrıyı, kitabında her ne kadar hükümranlık anlayışı niteliğinde görüyorsak da aynı çağın bu bilinçteki insanından Pandora mantığını hem de şiir ile dillendirmesini,   kadın ve şiir için oldukça hüzünlü buluyorum…

Türk toplumunun kadını diğer milletlere göre toplum içerisinde daha saygın bir şekilde konumlandırdığından bahsetmiştim. Ancak şiirde isimsiz anılan halk ozanlığı mantığının ötesinde ses getirici bir varlık gösterememiştir. Yani Osmanlı’nın öncesinde de Türk  kadını halk edebiyatına kaynaklık eden yaratıcılığını, isimsel ve ulusal anlamda gösterememiştir. Özellikle Anadolu’da  var olan ağıt kültürü çoğunlukla isimsiz halk şairleri olan kadınların egemenliğindedir. Ve modern Türk şiirinin de çoğunlukla beslendiği ürünler, halk edebiyatı ozanlık geleneğinin ürünleridir.

Aslında kadın, Türk şiirinin bu anlamda da yaratıcısı konumundadır. 

Divan Şiiri ve Kadın

Osmanlı’da Divan Edebiyatı geleneğinin ortaya çıkışı ve varlığını Tanzimata kadar ağırlıklı sürdürdüğü asırlar içerisinde  kadın, şiirde varlığını az da olsa gösterir. Ancak  bu durum erkek egemen divan şairleri gibi söylemenin ötesine geçemez. Yani yukarıda belirttiğim mitsel temelli Pandora, toplumlararası sirayetini maalesef ki Türk şiirine çoktan ulaştırmıştır. Aslında zaman zaman ortaya atılan İslamiyet ile birlikte kadın arka plana itilmiştir. Söylemlerinin ne denli tutarsız olduğu da ortadadır.

Çünkü, Türker’in İslamiyeti  kabul etmeleri fetihten çok çok eski asırlarda gerçekleşmiştir. Ve  Fetih döneminden önce  kadını arka plana atma izlenimlerine rastlanmaz. Bu durum daha ziyade Osmanlı’nın Bizans’tan devraldığı İstanbul’un ister istemez Orta Çağ mantığında şekillenmiş Hristiyan kültürü izleri ile dolu olması ile açıklanabilir. Bu da İslami bir etkiden çok aynı coğrafyada imparatorluk kurmuş iki toplumun kültürler arası etkileşiminin varlığına işaret eder. Yani başlarda söylediğim mitsel sirayetin, toplum üzerinde dine göre daha kuvvetli oluşunun da düşündürücü bir göstergesidir. Özellikle fetihten sonraki saray geleneğinde görülen kadın imajı bu durumu desteklemektedir. Saray kadını, fetihten sonra  Fars ve Hristiyan Orta Çağ mantığı içinde toplumsal bir role bürünmeye başlar. Bu şekillenme, Anadolu kadını ile tamamen zıt kutuplarda seyreder. Yani saraya nazaran Anadolu kadını, aslında bir bakıma daha geleneksel bir yapıda varlığını sürdürmüştür. Ve Halk Edebiyatına kaynaklık eden kendi varyantlarını sessiz sedasız söylemeye devam etmiştir. Arap ve Fars kültürü etkileri taşıyan Divan edebiyatında ise Kadın, geri plana itilir.

Bu anlamda Prof. Dr. Serhan Alkan İspirli Hoca’nın ortaya koyduğu fikirler oldukça kıymetlidir:

“Çünkü divan şairliğinin yolu, aşıklık rol ve hüviyetini kabullenmektir. İfade edilecek aşk, beşerî ise kadın bu vadide eserler vermekten peşinen saf dışı kalacaktır. (Prof. Dr. Serhan Alkan İspirli-Kadın Divan Şairleri  ve Geleneğin Uzantısı )

Hoca, kitabında bunun nedenlerini açıklarken şöyle devam eder:

“Çünkü kadın, her devirde şiirin öznesi değil nesnesi konumundadır. Bu durumlarda şairlik geleneği, kadın değil erkek söylemleri tarzında varlığını muhafaza eder. Hatta ortaya çıkan kadın Divan şairlerinin çoğu, kendini bu söylemin dışında tutamaz. Çünkü kadınsı bir söyleyiş tarzı onun toplumsal rolüne aykırı kabul edilir. Bu duruma en iyi örnek İlk kadın Divan Şairimiz Zeynep Hanım’dır. Eşinin rızası olmadığı için söylemlerinde kadınsı bir tavır takınamaz ve şiir yazmada sorun yaşar. Ancak bir Divan şairi yüreklice ortaya çıkıp ilk defa kadınsı bir söylemi özgün kılar. Bu Divan şairi o kadar ki şiir aşkından dolayı bütün izdivaç tekliflerini reddederek; günümüzde dahi tam bir varlık gösteremeyen  bu söylemin (kadınsı şiir söylemenin) temellerini atar. Bu kadın şair, Divan şairi Mihri Hatun’dur. Çağdaşı Zeynep Hanım, eşinin rızasını alamadığı için şiir söyleminde özgün bir tavır yakalayamazken Mihri Hatun bütün tabuları yıkar.

 Benim üzerimdeki ışık yok oluyor
Gölge ışığa yaklaşıyor
Ve kum fırtınası gibi onu kaplayacak
Benim tatlı sesim bozuldu
Ey Sin! Göğün kralı!
Bana ne yaptı
 
Bu Luganane?”
Belki de Gülten Akın haklıydı:
Çok bekledik
Çağın en karmaşık yerinde durduk
Biri bizi yazsın,
Kendimiz değilse kim yazacak
Sustukça köreldi
Kaba günü yonttuğumuz ince bıçak.”
 
Çok  çok şiir yazmak dileğimle…Kadınca, kadınsı… 


F . Kadri Gül
YORGUN DENİZ


Yorgun bir deniz gibisin
bir martı gölgesinin
esrikliğinde çırpınan
Soluğunun oynaştığı
ayak izlerine bel bağlasan da
belleğin soğudu sularda
sesini duyan mı olur.

 

Musa Öz
GÜCENMİŞ BİR SÖZ ALDIM YANIMA

 
Gücenmiş bir söz aldım yanıma, bir aşk, bir ev resmi
 
Harf bulamayınca hafifliğini bağışladın, çıplaklığını
Benim hatıralarım coğrafyanda senin, kederli bir gezinti
Sözcük takacağım kulaklarına, boynuna bir dize
 
Dün gece hamile bıraktığım evin avlusu ve bir tümce
 
Aşk ki kadersizdir, acı bir poyrazda bir ot öbeği
 
Perçem mi kâkül mü, ya da gümüş gerdanlığın ışıltısı mı
Bekâret kolyesini kızların, elinde tutan bir büyücü
 
Her çağın kahramanı o yürekli kadındır, arzularımı paylaşan
 
Bir halk dansı desen, sevgiyi ve çıplaklığı imlesen
 
Bereketli bir ova sutyen altlarında ve zorba ayı tuzakları
 
Yaldızlı memelerin çiy damlasıyla mayalansa bir ‘ah’da
Senin iyi niyetinle, şefkatinle yıkasam yüzümü elimi
Çıkış noktalarına gelsem, hoş kokulu yol kavşaklarına
 
Aşk ki kadersizdir, acı bir poyrazda bir ot öbeği
 
Şimdi tüm olasılıklar göğüslerinin sivrisinden dönse
Arzu böceği uçup uçup gitse öpücük devinimiyle birlikte
 
Ömrünce olasıdır diz çökmek, morca kaynak önünde
 
Gücenmiş bir söz aldım yanıma, bir aşk, bir ev resmi
 
Her çağın kahramanı o yürekli kadınlar, paylaşan arzularımı
O göçük, ölümü imleyen o gök gürültüsü, aşk gecesi
 
Aşk ki kadersizdir, acı bir poyrazda bir ot öbeği
 
Bir zorba gizem ekleriz seninle kırların beklentisine

 

Nurkan Gökdemir
FANİ DÜŞ DAMLALARI

 
bir bilsek!..
 
ne çok derin
gizil katmanlı
düş ötesi ve içrek
bir bilmece âlem’iz
 
ilkbaharca terkibimiz
sonsuz dirim servetimiz
 
ezeli aslı tüm var’ı nasıl sırlı
öteyanıtlı bin bilinmezli özler’iz
 
o uzamsız çılgın derya boylarında
yaşam kıyılarında umuyla çırpınan
fani düş damlaları cümlesi belki de!
 
hep Aşk’a ve Bengi’ye özlemle akan…

 

Fazilet ÖZKAN POR
GENCO ERKAL

 
TİYATRONUN KOCA DEVİ, YILMAZ DEVRİMCİSİ, HOŞÇA KAL!
“Hoşça kalın
dostlarım benim
hoşça kalın!
Sizi canımda canımın içinde, kavgamı kafamda götürüyorum.
Hoşça kalın
dostlarım benim
hoşça kalın!
Resimdeki kuşlar gibi
dizilip üstüne kumsalın,
mendil sallamayın bana istemez…
Gene görüşürüz dostlarım benim, gene görüşürüz
Birlikte güneşe güler, birlikte dövüşürüz
A dostlar Kavga dostu iş arkadaşı
A yoldaşlar!
Tek hecesiz elveda!
 

Kendi sesiyle yaptığı paylaşımında Nâzım’dan okuduğu bu dizelerle veda etti bizlere büyük usta oyuncu. Sahnede, oyundaki bir karakteri canlandırıyor, onu yaşatıyormuşçasına bir veda konuşmasıyla… Sonsuzluğa yolculuğunun duyarlılığıyla söylediği sözlerle ayrıldı sahneden. Ve kısa bir süre sonra da dünyamızdan... Sonsuzluğa doğru yürüdüüüü gitti!

Bizleri canının içinde götüren sanatın dev adamı Genco ERKAL kimdir? Neler sığdırmış bu 86 yılına? Anımsayalım mı?

İstanbul’da doğar, 28 Mart 1938’de.

İlkokulu Galatasaray Lisesi’nde, ortaöğrenimini Robert Koleji’nde, yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde tamamlar.

Küçük yaşlarda gönül verdiği tiyatroyla kolej yıllarında da yüksek öğrenim yıllarında da yoğun biçimde ilgilenir… Nefes aldığı, yaşam sevinci bulduğu dünya tiyatrodur.

Oysa tiyatro yapmasını onaylamaz ailesi kesin olarak. O nedenle psikoloji eğitimi alır. Alır ama tiyatrosuz yaşayamayacağını bilir. Tiyatroda en iyilerden olacağına da inanır. Öyleyse inancı doğrultusunda ilerleyecek, yaşamını tiyatroyla şekillendirecektir.

Sonunda; dönemin önde gelen amatör tiyatrolarından biri olarak anılacak Genç Oyuncular topluluğunun kurucuları arasında yer alır. (1957)

Çabaları boşuna değildir genç oyuncunun. Amatör olarak oynadığı rolleriyle tiyatro dünyasının ünlü rejisör ve oyuncularının dikkatini çeker. Muhsin Ertuğrul’un önerisiyle profesyonel olarak oyunculuğa başlar.

İlk oyunu Muhsin Ertuğrul, Yıldız ve Müşfik Kenter’in sahneye koyduğu Çöl Faresi’dir.

Kenter Tiyatrosu’ndan sonra profesyonel oyunculuk yaşamını Gülriz Sururi- Engin Cezzar Tiyatrosu ve sonra da askerlik nedeniyle bulunduğu Ankara’da Ankara Sanat Tiyatrosu’nda sürdürür. 

Askerliğinin ardından İstanbul’a döner. Arena Tiyatrosu’nda sahnelenen Jaroslav Hasek‘in başyapıtı Aslan Asker Şvayk oyununda başrolü canlandırır. Oyundaki başarısıyla, dönemin tek tiyatro ödülü olan İlhan İskender Armağanı’nı alır. (1963)

Haldun Taner’in yazdığı, Türk tiyatrosunda bir dönüm noktası sayılan ilk yerli ve müzikli oyun Keşanlı Ali Destanı’nda hem rejisör hem oyuncudur. İzmarit Nuri ve Politikacı rolleriyle belleklerden silinmeyecek bir oyunculuk sergiler. Ve bu oyun; Elhamra Tiyatrosu’nda aylarca kapalı gişe oynar. 1964

Türkiye’de sahnelenen ilk tek kişilik oyun olma özelliğine sahip Gogol’un, Bir Delinin Hatıra Defteri’nde oynar.  Güçlü oyunuyla toplumu eleştirirken düşündüren, eğlendiren, duygulandıran bu yapıtı ölümsüzleştirir. Oyunculuğu da Sanat Severler Derneği tarafından En İyi Erkek Oyuncu ödülüyle onurlandırılır. 1965

Ülkede siyasi gerilimin, işçi hareketlerinin, öğrenci olaylarının tırmanışta olduğu yıllarda, Mehmet Akan, Şevket Altuğ, Ferit Erkal, Arif Erkin ve Nurten Tunç ile birlikte devrimci bir tiyatro topluluğu olan Dostlar Tiyatrosu’nu kurar. 1969

“Gerçek uygarlık, edebiyat ve sanattan doğar. Tarih, tiyatrosuz yükselmiş bir ulus gösteremez.” diyen ustası Muhsin Ertuğrul’un büyük düşü Bölge Tiyatroları’nı yaşama geçirmektir amaçları. Anadolu kentlerinden birinde bölge tiyatrosu oluşturmak; Adana’ya yerleşmek… Ancak ne para ne oyunlarını sahneleyebilecekleri yer bulabilir ne de bölge tiyatrosu düşlerini yaşama geçirebilirler. Aydının, emekçinin, öğrencinin dostu olarak, etik ve estetik değerlerden ödün vermeyecek oyunlar oynamak üzere İstanbul’da karar kılarlar.        

Selçuk Metin’in yönettiği belgeselde; sanatçının sahne aldığı tüm tiyatrolardaki çekimlerle geçmişe bir yolculuğa çıkılıyor. Muammer Karaca Tiyatrosu, Arena Tiyatrosu, Küçük Sahne, Elhamra Tiyatrosu, Ses Tiyatrosu, Kenter Tiyatrosu ve de Dostlar Tiyatrosu yaşamı belgelerle anlatılıyor. “Genco: Tiyatroya Adanmış Bir Yaşam” adlı bu belgeselde, Dostlar Tiyatrosu’nun kuruluş amacını şu sözlerle açıklıyor:

“Tiyatronun toplum içinde bir görevi, bir amacı, bir sorumluluğu olduğu bilincine vardım. Özellikle bizim gibi Aydınlanma Devrimini tamamlamamış toplumlarda tiyatro yön gösteren sanatsal bir ışık olmalıydı.”

Tiyatrosuyla; yön gösteren bir aydın, sanatsal ışık olmanın sorumluluğuyla, yaşamımıza direnme gücü verecektir. Kuracakları tiyatroda sahneleyecekleri oyunların seçimi de bu doğrultuda olmalıdır. Kararlıdır:

Eşitlikçi, özgürlükçü, barışçı, demokrasinin, insan haklarının, emeğin, insan onurunun yüceliğini savunan;

Haksızlıklara baş kaldıran, eleştiren, sorgulayan, tepki gösteren;

Baskıya, sömürüye karşı duran;

Direnci çoğaltan, umudu yeşerten oyunların, korkusuz duruşlu bir tiyatrosu olacaklardır.

 Ha Me Ka Ha Ha Pe; Dostlar Tiyatrosu’nun ilk oyunudur. 1969

İlk oyunlarını, Durdurun Dünyayı İnecek Var izler.1970

Rosenbergler Ölmemeli oyununda; ABD’nin egemen güçlerince işlenmiş yüz kızartan suçlarından birini dile getirir yazar Alain Decaux. McCarthy döneminde sürdürülen insan avı kurbanlarından iki onurlu insanın elektrikli sandalyede noktalanan yaşanmışlıklarının anlatıldığı bir oyundur. Genco Erkal ve Ayla Algan’ın belleklere kazınan yorumlarıyla çıkış yaptığı bu oyun Dostlar’ın unutulmazları arasındaki yerini alır. En İyi Yönetmen olarak da İlhan İskender Armağanı’nı. 1970

Demokrasimizin kesintiye uğradığı 12 Mart döneminde baskı görür. Ama hiçbir şey yıldıramaz onu oyunlarıyla halka ışık olmaktan, aydınlatmaktan.

Ve bu dönemin oyunları:

Havana Duruşması adlı belgesel oyun, Soruşturma, Aslan Asker Şvayk, Şili’de Av, Asiye Nasıl Kurtulur, Kafkas Tebeşir Dairesi, Analık Davası vb... 1971

Aziz Nesin’in, toplumcu duyarlılığıyla kaleme aldığı, yaşadığımız toplumun çelişkilerini vurguladığı öykü, masal, şiir ve taşlamalarından örneklerin sahneye uyarlandığı oyundur Azizname. Günümüzde de Türk klasik oyunları arasında gösterebileceğimiz, görsel ve işitsel sahnelemesiyle de çarpıcı olan bu oyun, müzikli çağdaş ortaoyunu-meddah-kabare gösterisidir. Dostlar Tiyatrosu’nun da unutulmazlarındandır. 1973

Abdülcanbaz; Turhan Selçuk’un yıllarca gazetede yayımlanan ünlü çizgi romanının sahneye uyarlanmasıdır. İyi insan-çıkarcı insan tiplemelerindeki çelişkilerin canlandırıldığı müzikli oyun, Dostlar Tiyatrosu’nun en tutulan, unutulmaz oyunlarından biridir. 1973

Alpagut Olayı oyunuyla; 1969’da Çorum-Alpagut kömür ocaklarında çalışan işçilerin direnişini anlatır yazar Haşmet Zeybek. Bu oyun Dostlar Tiyatrosu’nun ilk yerli belgesel oyunudur. 1974

Kerem Gibi oyunu ise; Nâzım Hikmet’in dünyasına açılan yalın bir şiir-tiyatro denemesidir. Nâzım’ı sesiyle, ruhuyla, ateşli yüreğiyle günümüze taşır bu tek kişilik oyunda Genco Erkal. Ozanın; memleketi, memleketinin insanına olan sevgisi, yaşamaya-ölüme dair söylediklerini usta yorumcu duyarlılığı ile yaşattığı müzikli bir dinletidir. Ve yıllarca Dostların en beğenilen yapıtları arasında yer alır. 1974

Sabotaj Oyunu; Macit Koper’in 12 Mart döneminde yaşanan, Atatürk Kültür Merkezi yangınının da aralarında olduğu sabotaj davalarından yola çıkılarak yazdığı bir oyundur. Türkiye’nin yaşadığı tarihsel süreçte, toplumsal gerçekleri gözler önüne sermek adına üretilen bu oyun, ilginç sahne düzenlemesiyle de çok ilgi toplar. Uzun süre sahnelenir. 1975

Dostlar’ın en başarılı, en ses getiren yapıtlarından biri de John Steinbeck’in yazdığı Bitmeyen Kavga’dır. Genco Erkal’ın uyarladığı, yönettiği ve rol aldığı oyunda; emekçi kesimin, egemen güçlerin sömürüsüne karşı bilinçlenmesi, örgütlenmesi anlatılmaktadır. Türk sahneleri için özgün- çağdaş bir oyundur. 1976

Türkiye’de yaşanılan 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri; gözetimlerin, tutuklamaların, yargılamaların arttığı, kişisel özgürlüklerin kısıtlandığı, yasaklamaların getirildiği dönemlerdir. Sanat, hele de devrimci sanat yapmak çok güçtür bu süreçte.

O dönemlerde yaşadıkları güçlükleri, Özlem Özdemir ile yaptığı söyleşide şu sözlerle dile getirir Genco Erkal:

“Yargılandık, oyunlarımız yasaklandı, turne yolları tamamen kapandı. Sansür yaşadık. Ama her dönemde söylemek istediklerimizi, belki dolambaçlı, daha ılımlı bir biçimde ama mutlaka söyledik…”

Hapis yatmaz, ama sekiz yıl pasaportu elinden alınır. Burs aldığı halde “sakıncalı” olduğu için yurtdışına da çıkamaz. Ve çağrı almasına karşın yurtdışında oynayamaz.

Bu engellemelerin tek nedeni vardır; “politik tiyatro” yapmak!

Aynı söyleşide, politik tiyatronun amacını da şöyle açıklıyor usta oyuncu:

“Politik tiyatronun amacı; birikim yaratmak! Seyircinin seyrettikleri içine oturacak ve ‘ben bunu nasıl değiştirebilirim’ diye düşünecek, dert edecek. Haksızlıkları, eşitsizlikleri koyuyoruz ortaya. Devrimci sanatın amacı birikime ve değişime yönelik olmalı…”

Politik tiyatronun toplumsal yararına inanır ve ödün vermeden seçer oyunlarını. Toplumun itici gücü olur. İnsan onuru, insan haklarına çağrıdır oyunları. Çağdaş, evrensel değerlere erişilmesine katkı sağlamak için çabalar özel Dostlar Tiyatrosu ile. 

 Simge Çerkezoğlu ile yaptığı bir söyleşide; neden özel tiyatro dışında çalışmadığını şu sözlerle açıklar Genco Erkal:

“Hiçbir zaman ne Şehir Tiyatrosu ne de Devlet Tiyatrosu düşünmedim. Ben sanatı bağımsız olarak yapmak istedim, memur olarak değil. Çünkü politik tiyatro yapıyorduk. Tiyatro ve sanat bir mücadeledir. Kurulu düzene bir başkaldırıdır.”

Başkaldırısı ise sanatın gücüne inanarak; yüreğini, elini, ülkenin sorunlarının altına koymaktır. Cumhuriyet değerlerinin, demokrasinin, hukukun üstünlüğünün yok sayılmasına, aydınların tutuklanmasına, emeğin sömürülmesine, eğitimin dinselleştirilmesine, ülkenin tarikatların ellerine teslim edilmesine oyunlarıyla başkaldırıdır.

Atatürk Devrimlerinin yılmaz savunucusudur. Ülkesine, yaşadığı topluma, ilkeli duruşuyla, ödün vermeden sahip çıkar. Her koşulda tiyatro yaparak aydınlatmak için korkusuzca çaba gösterir. “Neden bu çaba? Bitmeyen bir borcu ödercesine!” diye soranlara zarif kişiliğiyle verdiği yanıtı yol göstericidir, unutulmaz bir derstir:

“Aklım, fikrim, vicdanım, dünya görüşüm, bağımsızlık, özgürlük, barış tutkum, laikliğe, insan haklarına, kadın-erkek eşitliğine inancım, insan emeğini en yüce değer kabul edişim, sanatın gücüne yürekten bağlılığım, hepsini ve daha fazlasını Cumhuriyete ve Mustafa Kemal ATATÜRK’e borçluyum.”

Borcunu ödemesinin en iyi yolu da hangi koşulda olursa olsun tiyatro yapmaktır: “Atacağımız adımlar küçük bile olsa sonucun aydınlık bir yerde olacağını düşünüyorum” diyerek.

Genco Erkal; birçok yazarın yapıtını çevirir, uyarlar, yönetir ve oynar. Ama onun için yeri bir başkadır Nâzım ve Brecht’in. Aklıyla, yüreğiyle bir gibidirler.

“Sanat, dünyayı yansıtan bir ayna değil, dünyanın onunla şekillendirildiği bir çekiçtir.” Bertolt Brecht

Brecht Kabare; Genco Erkal’ın Brecht’in şiir ve oyunlarından derlediği iki kişilik müzikli gösteridir. Zeliha Berksoy ve Genco Erkal’ın olağanüstü oyunculuklarıyla Dostlar’ın en başarılı oyunlarından biri olur. Başarıları da Sanat Sevenler Derneği tarafından ödüllendirilir. 1979

Veeee Dostlar Tiyatrosu salonsuzluk, ekonomik sorunlar nedeniyle kapanır.1980

Tiyatro kapanır ama perde inmez. Prodüksiyon tiyatrosu olarak oyunlar sahnelemeyi sürdürür. Sahneden inmez yaşamı boyunca!..

Yalınayak Sokrates; Maxwel Anderson’un yazdığı oyun ile izleyiciye bu kez Sokrates tanıtılır. “Ben söylemedim dersem düşüncelerimin insanlar için hiçbir önemi kalmaz. Beni idam edin.” diyerek; düşünce özgürlüğünü, inandığı doğruları ödünsüz savunması uğruna canını veren Yunan filozofu Sokrates... Genco’nun unutulmaz yorumuyla çok tutulur ve Dostlar’ın unutulmaz oyunlarından biri olarak belleklere kazınır. Ve Avni Dilligil Tiyatro Ödülü ile Sanat Kurumu Ödülü alır En İyi Erkek Oyuncu dalında. 1986

Brecht’in toplumcu-eleştirel dünya görüşünün bir ürünü olan Bay Puntila ve Uşağı Matti; Dostlar Tiyatrosu’nun yine en unutulmaz oyunlarından biri olur. 1987

1993-1998 yılları arasında, Paris’te ve Avignon Festivali’nde Fransızca oynar. Fransız yapımları arasında; Nâzım Hikmet’in tiyatroya uyarlanan yapıtı, Kültür Bakanlığı’nın, Genco Erkal’ı En İyi Erkek Oyuncu Ödülü ile onurlandırdığı Sevdalı Bulut da vardır.

Sivas’93; Genco Erkal’ın yazıp yönettiği belgesel oyunlardandır. Sönmeyen ateş Madımak’ta yaşanan, 37 kişinin ölümüyle sonuçlanan şiddet olaylarının unutulmaması, aksine sorgulanması gerektiği belgelerle anlatılır. Yürekleri dağlar okuduğu şiirler. Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Oyuncu Ödülleri kapsamında Yılın En İyi Yapımının Yönetmeni olarak da ödüllendirilir. 2008

Yaşamaya Dair; Nâzım’ın ölümünün 50. Yıldönümü anısına, onun şiirlerini uyarlayıp yönettiği müzikli bir oyundur. Nâzım’ın Bursa Cezaevi yaşamı, eşi Piraye Hanım’a olan tutkulu aşkı ve sürgündeki vatan hasretini anlatır; şiir ve müzikle. 2013

Nâzım Oratoryosu; Nâzım’ın memleket aşkı, yaşam öyküsü, sanatsallığının müzikle anlatıldığı bu oratoryoyu Fazıl Say besteler. “Kerem Gibi”, “Memleket Üzre”, “Vatan Haini”, “Yaşamaya Dair” vb. şiirleri anlatıcı tarafından okunur. Şiir-klasik müzik sarmalındaki bu yapıt ve Genco Erkal izleyiciyi derinden etkiler. Büyük ilgi görür. 2016

Güneşin Sofrasında-Nazım ile Brecht; Genco Erkal’ın uyarladığı, yönettiği ve oyuncu olduğu bu oyun, iki büyük ozanı bir araya getirir. Dünyadaki baskı, zulüm, adalet, savaş, barış, vatan hasretinin tartışıldığı ve daha adil bir dünyanın özleminin dile getirildiği keyifli bir müzikal. 2016   

İmparator; Ryszard Kapuscınskı’nin yazdığı oyunda Etiyopya İmparatoru Haile Selasiye’nin 44 yıl süren saltanatı ve sonu anlatılır. Tüm diktatöre göndermelerin yapıldığı oyunun; çevirmeni, yönetmeni, dramaturgu, oyuncusudur Genco Erkal. Dostlar Tiyatrosu’nun unutulmayacak, belleklerden silinmeyecek oyunlarından biridir. 2023

Bu kadar mı? Değil elbette! Daha niceleri…

Galileo Galilei, Fay Hattı, Aymazoğlu ve Kundakçılar, Nereye Gidiyoruz, Nafile Dünya, Ezenler Ezilenler Başkaldıranlar, Zilli Zarife, İkili Oyun vb. Türk tiyatrosunun unutulmazları arasında yer alan oyunlarıdır.

Genco Erkal tiyatrocu olmakla birlikte unutulmaz filmlere de imza atan bir oyuncudur.

At, (982); Faize Hücum (1983) filmleri ile “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Antalya Film Festivali’nde Altın Portakal; Hakkâri’de Bir Mevsim (1983) filmiyle de Berlin Film Festivali Gümüş Ayı Ödülü alır.   

 Sanat yaşamı; “Güneşin Sofrasında-Genco Erkal’ın Dostlar Tiyatrosu Serüveni” adıyla Ayşegül Yüksel tarafından kitaplaştırılır.

Usta, yaptıklarını ne güzel özetliyor kendi sesiyle:

“İşte böyle geçti şu yeryüzünde bana tanınmış olan süre…”

“İşim insanları mutlu etmek, onlara ümit aşılamak. Bir de insanlar tiyatroya geldiklerinde düşünmenin, eleştirmenin, sorgulamanın tadını alsınlar. Yalnız olmadıklarını, birlikte daha güçlü olduğumuzu görsünler.”

“Hayata teşekkür ediyorum, bana bütün verdikleri için.”

Benim bitimsiz teşekkürüm de sizin için ustam!

Aydınlatan oyuncu kimliğinizle;

İlkeli durduğunuz, insanı insan yapan değerleri erdem saydığınız için;

 İnsanı, toplumu iyiye, güzele, doğruya götürecek tiyatro yaptığınız için,

Ölümü şiirle karşılayacak denli yürekliliğinizle örnek olduğunuz için...  

Saçtığınız ışıkla aydınlanmanın, birçok oyununuzu nefes almadan izlemenin, aynı havayı solumanın mutlu gururuyla, onuruyla güle güle büyük ustam.

Tiyatronun dev adamı alkışlarım size…

Uğurlar olsun!...

 21/08/2024

 

Nurbanu Kablan
ESKİ OTEL ODASI

 
eski bir otel odası kalbim taşrada
solmuş çiçekli perdesiyle açılmış penceresi
gün eksilmiş, gece çarpanlara ayrılmış
siyah beyaz fotoğrafı   aşkın
şarap rengi duvara asılmış
 
saat durmuş  hüznü çeyrek geçe, gece yarısı
kurumuş gözyaşlarının yastıkta hikayesi
düğümleniyor sözcükler yağmur firarda
Ay’ın yarım çöreğine dadanıyor
aç kalmış dize  işçileri meydanda
 
akıyor kanı geceye, kurban edilmiş güneşin
boynunun damarlarında atıyor heceleri şiirin
yarım kalan sözlerini yıldızlar tamamlıyor
göğün tenha sokağında  yürüyüşlerine  çıkarak
ve eski bir otel odasına göz kırparak…
                                       10 Ekim 2019

 

Nilüfer Uçar
ANADOLU’NUN DİLE GELEN ÖYKÜLERİ    

                                                                                        

Zeynel Güney’in öykülerini dergilerde okusam da kitap bütünlüğünde yeni okudum. Farklı konu başlıklarıyla işlenen öyküleri art arda okumanın yarattığı bütünlük başka bir tat ve haz.

Kitabın kapak görseli, arka kapak yazısı okuyucuyu cezbeden ilk aşamadır. Bunlar kitabın aynası gibidir. Böyle bakıldığında üç kitabın kapak görseli bu kriterlere uygun olduğu görülür. Öz yaşam öyküsel bir dille anlatılır. Malatya Hekimhan-Davulku Köyü-Yunuslu Mezrasında doğar. Çocukluğu köyde geçse de ortaokul çağlarında İzmir’e yerleşirler. Edebiyata ilgisi o yıllarda şiirle başlasa da öyküyle devam eder.

Cemil Kavukçu; “Dilde sıkıntı var ve imgesel, şiire yaslanan, süslü cümlelerle, sözcüklerle edebiyat yapıldığını düşünen bir kesim var. Bu bence kolay olan. Eğer yalın yazmayı seçerlerse, yani zor olanı, daha başarılı olurlar.” Zeynel Güney, bu öneriyi dikkate alarak öykülerini kaleme alır sanki. Öyküleri yalın bir dil, abartıdan arınık, imgelere boğmadan, yaşamdan kesitler alarak doğal akışı içinde yazar.

Öykülerini anlatmaz, okurunu olayların içine alır. Köy yaşantısını bildiğinde olmalı ki köy konulu öyküler çoğunluktadır. Yaşamı iyi gözlemleyen yazar çevresinde gelişen olayları kalemin sihirli gücü ve direnciyle yazıya aktarır.

Teknolojinin inanılmaz bir hızla yaşamımıza girmesi, modernleşmenin yarattığı yeni yaşam şekli, köy okullarının kapatılması, köylerden kentlere göç yoğunluğu gibi faktörler; kadim kültürümüz dediğimiz gelenek ve görenekler; günlük yaşam ritüellerini erozyona uğrattığının farkında olunmuyor. İşte Zeynel Güney, unutulsun istemediği köy yaşantısındaki önemli değerleri öykülerine taşıyarak kayıt altına alır. Bir bakıma geçmişin hafızasını geleceğe taşıma misyonu üstlenmektedir. Her öykü yaşamın bir kesitidir.

Düğün, cenaze merasimi, harman zamanı, bağ-bahçe işleri, koç katımı için yapılan şenlikler, dayanışma duygusu, yaşamsal sıkıntılar, insani ilişkiler gibi Anadolu kokan değerlerimizi doğal halleriyle öykülerinin içine alır. Köy halkı neyi nasıl konuşuyorsa tıpkıbasım yansıtır.

Şiddet, kavga ve çekişmeden ziyade yardımlaşmayı, dayanışmayı, hoşgörüyü öne çıkarmayı önemser. 

Coğrafya yazarın kaderi midir, sorusu sıkça sorulur. Yazarın coğrafyası, anayurdu, beslendiği damar; yetiştiği ortam, çocukluğu, geçmişidir. Yazar bu yaşanmışlıklardan kendini soyutlayamaz. Doğrudan olmasa da dolaylı olarak alır yerini anlatının içinde. Bu unsurlar Zeynel Güney’in yazılarının omurgasını oluşturur. Ailesi, komşuları, köylüsü, esnafı, öğretmeni, arkadaşları onu yalnız bırakmaz. Yazar, ele alacağı konuya hazırlanırken olayın geçtiği ortamı gözlemleyip iyi analiz etmesi anlatıda başarıyı getirir. Gözleme dayanan anlatımlar gerçeğe daha yakın olduğu gibi kurgulamayı sağlam zemine taşır. Bunlar başarılı bir anlatımın gözesini oluşturur. Zeynel Güney’in öykülerini okurken; sağlam kurgusu, doğal betimlemeleri ve kahramanların karakterlerini oluşumunda bunları görebiliriz.

Rasim Özdenören, öykü türünün kısa ve yoğun bir anlatıma sahip olması gerektiğini düşünür. “Yazının kısa olanını seviyorum. Lafı dolandırmadan anlatabilenini. Ne kadar kısaysa hedefine isabeti o kadar fazla olur, diye düşünüyorum.” der. Kitaplarda yer alan öykülerin neden sonuç bağlamında tutarlı oluşu kısa ve net yazılmasından kaynaklı diyebiliriz.

Anlatılarda duygu akışı çokça yer edinse de yazarın bilinç çözülmeleri anlatının katmanlarında görmek olası. Çevreyi algılama, olayları analiz etme gibi benzeri bileşenler bütüncül bir anlatımla öykülerine aktarır Zeynel Güney.

Üç kitaptan elli bir öyküyü art arda okunduğunda Fakir Baykurt’un romanlarından bölümler alıntılanmış algısı oluşur. Doğal betimlemeler öykü örgüsüne sadelik ve gerçeklilik katar.

Yöreye ait birçok sözcük zaman aşımına karşı dirense de unutulan, günlük yaşamda yer edinemeyenleri koruma altına alırcasına anlatımların içine alır. Bunlardan birkaçı; yellenmek (hızlanmak), davar sağımı, cibelmek (şımarmak), pöçük (kıyı, kenar), gözleri dolukmak, örken (urgan), kalıç (orak), ellik (ekin dermek için ele takılan deriden alet), vıllım koparmak (kavga etmek), meril (düz çatı), ibecek (kura çekmek), ahmın (hayvan gübresi) ve daha nicesi. Bu sözlerin çoğu dipnot olarak yazılmış.

Bütünleştiğim öykülerden birkaçına dokunmak isterim.

“Sevgi Anne” kitabından on yedi çok güzel öykü anlatılır. İlk öykü “Sevgi Anne”. Yaşamın zor koşullarında çocuklarını yetiştirmeye çalışırken görevini aksatmadan yapan bir öğretmen annedir. Zaman içinde bilişsel sorunlar yaşamaya başlar. Günlük aktivitelerini yerine getirmekten zorlanır. Günbegün basit unutkanlıklara yenilerinin eklenmesi ve hastalığın ilerleyişi adım adım anlatılır. Hastalık ilerledikçe çocuklarını tanıyamaz duruma gelir. Bu içler acısı bir sondur. “Bir gün kapıyı hızlıca açıp salona daldım. ‘Anacığım nasılsın?’ diye sordum. Annem ‘Sen de kimsin?’ diye sordu bana. Annemin her geçen gün gözleri küçülüyor, yanakları içine göçüyor ve bütün vücudu milim milim eriyordu. Bir sabah “Baban yaşıyor mu?” diye sordu. O güzel beynin nasıl işlevsiz kaldığını kızın anlatımıyla okuyoruz.

“Kurbağa Yutan Çocuk” öyküsünde; kurbağa yuttuğunu sanan çocuğun psikolojik sorunu basit bir yöntemle çözülüşünü görürüz.

“Ateş Kümeleri”nde, köylülerin eşkıyalara karşı kendilerini korumak için geliştirdikleri taktiği başlatmak için verilen işaretle, tepe ve dağlık bölgede ateşler yakılır. Eşkıyalar bu duruma şaşar. İlk defa karşılaştıkları böyle bir durumdan korkup kaçarlar. Eşkıyalardan kurtulan köylüler rahat nefes alır.

“Bunun Adı Taş” öyküde bir öğretmenin Türkçe bilmeye bir köye atanması ve orada yaşadıkları ele alınır. Öğretmen atandığı köye gidişi, ev bulması, olmayan okulda eğitim verebilmenin zorlukları, mahrumiyet koşulları ve diğer yokluklar.  Çözüm yollarını bulması yaşamsal bir dille anlatılır. Muhtar evin küçük bir odasını verse de eğitim yapacak yer bulamaz öğretmen. Zorunlu olarak odasının bir bölümünü sınıf yapar. Oda hem öğretmenin yaşam alanı, hem sınıftır. Öğrenciler; Türkçe, öğretmen Kürtçe bilemediği için anlaşmaktan zorlanırlar. Bir süre işaret diliyle anlaşırlar. “Yol boyunca yürürken elime portakal iriliğinde bir taş aldım ve ’Bu taş’ dedim. Hepsi de ‘Bu taş’ dedi.” Dövende tahta yapar. Okuma yazmayı öğretir, getirdiği sazıyla müzik derslerini yapar. Yarıyılda askere çağrılınca öğrencilerinden ayrılmak zorunda kalır. Bir öğretmenin koşullar ne olursa olsun çözüm üretebildiğini görünür kılar.

Doksancık Kuşu kitabına isminin veren öyküdür. Doksancık kuşu, her gün yuvasına bir taş getirir. Doksan taş tamamlanınca, her gün bir taş atar yuvadan. Belki söylence belki gerçek her ne olursa olsun ilginç bir öykü. Kurgulanan olay hoş sohbetlerle anlatılır. “…. Albenili sıcaklığı ve baharın rüzgârla serpelediği türüm türüm çiçek kokuları… / Gemrik Sadık ortaya dikilir. ’Ben dün davar yayarken bir doksancık yuvası buldum.’ diye bir söz attı ortaya.” Kitap; Sürmeli Koyun, Tahta Beşik, Afyon, Ekmek Katığı ve diğer öykülerle devam eder.

“Karaca Kavurgası” kitabın ismi yöresel bir isim. İlk etapta anlamak zor. Karaca kavurgası; olgun ekin demetini ateşten üterek (kızartarak) pişirilmesi. Öykü 1942’deki kıtlık zamanında geçer. Fakir bir aile iş bulmak amacıyla Ceyhan’a gelir. Bakımsız bir ev bulup yerleşirler. Çocuklar geçici işlerden çalışır. Ev sahibinin tarlasında çalışan Ali ve ağabeyi bir gün karaca kavurgası yapıp yerler. Ertesi gün tekrar yapmak isterlerken anızlar tutuşur. Ateş hızla ilerler. Şılın yığını (derilmiş ekin yığını) tutuşmaması için çabalayışları anlatılır. Kitaptaki öyküler; Antika Susunca, Kaçak Yolcu, Kınalı Kızlar, Sülo Dayı, Kasım Çavuş, Kadın Kaymakam’la devam eder öykü anlatımı. 60 sayfa olan kitapta on sekiz öykü yer alır.

Öyküler bütüncül incelendiğinde; yazım teknikleri, tema, kahramanlar, zaman-mekân uyumu, olay örgüsü, temaya uygun karakterlerin seçime (karakterlerin isimleri köyde nasıl hitap ediliyorsa/lakaplarıyla) dikkatte alındığını görebiliyoruz. Konular basit gibi algılansa da anlatımdaki derinlik ve farklı yaşam kesitleri mercek altına alınışı güzel öykülerin oluşumunu sağlamış. Tekrarlardan ve aynı örneklemelerden arınıktır.

Harman Zamanı öyküde; “Tarlalar ekin hışırtısından ve ellik şıkırtısından başka bir şey duyulmuyordu. / Cabbar, çam yarması gövdesi ile ekinle kavga eder gibi sallıyordu kalıcını. /  … kadın meşe dallarıyla hazırlanmış huyma gölgeliğe girdi. / … naaşı rahat yatağına aldılar. ….elbisenin düğmeleri çözülmeden makasla çentik açıldıktan sonra yırtarak çıkarıldı.”

Köydekilerin dahi unuttuğu kalıç, ellik, döven, tırpan, masta, dirgen, örken, kelek (çan) ve benzeri sözcüklere yer verir. Artık kullanılmayan bu araçlar unutulsun istemez.

İlgi çeken bazı cümleler, tanımlar, söylenceler, deyimleri aydınlatıcı olur sanırım; “…günün yağı kaybolmadan, gözlerin deliğe düşmüş, halısını hacizci tepelemiş gibi yıkkınsın, bizim tenceremiz ucuzu kaynatmakta inatçıdır, it yitiği oldu namussuz, herif budaklı çalıya benziyor. Sırtlasan omuzuna, koltuk altına alsan böğrüne batar, sanki karnımı kıymık kıymık kesiyorlar, sapa samana belenmek, çarık çıkartmaz hastalığı (kolera), el gövdenin kaşındığı yeri bilir.” Dikkat çeken pek çok cümleye rastlanır.

Zeynel Güney’in öyküleri için şu söylenebilir; zengin ve derinlikli anlatım, doğal ortam, karakterler, olay, yer ve zamanla uyumu, duru ve yumuşak bir dil… Her öykü kendi mecrasında vücut bulur. Anadolu’nun yaşanmışlığını yansıtır her biri. Orada boy verir geçmişin unutulan, unutulmaya bırakılan belleği. İşte bu bellek unutulmasın der yazar. Okunası elli bir güzel öykü buram buram Anadolu kokar. Belgesel tadında öyküler. 12 Haziran 2025

Kaynaklar: Zeynel Güney;
Karaca Kavurgası, Ürün Yayınları-2020, 60 sayfa
Doksancık Kuşu, Ürün Yayınları-2021, 86 sayfa
Sevgi Anne, Ürün Yayınları-2025,80 sayfa     

                                                                            

Güner Süllü
GİT ARTIK YÜREĞİMDEN 

 
Bilseydim böylesine bağlanmazdım sana
Aşkımı içime gömer susardım
Gönül sayfanda yerim yokmuş anlaşılan
Git artık yüreğimden unut beni. 
 
Hadi git bırak beni,
Yalanların avutmuyor sızlayan kalbimi
Bu kaçıncı söz verişin sevgili
Git artık yüreğimden unut beni.
 
Kırılan kalp hiç yerine gelir mi
Bu sevdadan hayır yok sana sevgili
Yıllar oldu seni görmeyeli
Git artık yüreğimden unut beni.
 
Merak etme kapattım gönül sayfamı
Bundan böyle aşka kapalı kalbim
Kimselere söyleyemem gönül şarkımı
Git artık yüreğimden unut beni..
 
Yıldızlarda kayar durmaz yerinde
Sende gönlümden kayıp gittin sessizce
Ağlamıyorum yaş kalmadı artık  gözlerimde
Git artık yüreğimden unut beni.

İçimdeki aşkın yandı küle döndü
Yaktığın ateş yanmaz  ebediyen söndü
Unutanlar hesap verecek yıllara bir gün
Git artık yüreğimden unut beni.
10.01.2025

 

Cihangir Nomozov
SEVGİ, BU HAYATTIR

 

Dünyada hayatın bir tek anlamı varsa, o da sevmektir.

Her an, her nefeste sevmenin kutsal bir görev olduğunu fark etmek, insanın ruhunu derinlere çeker. Sevgi, sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir yaşam biçimidir. Hayatın özü, sevgiyle yoğrulmuştur; sevgi, bizi birbirimize bağlayan görünmeyen bir iptir. O ipi hissetmeyenler, hayatı tam anlamıyla yaşamış sayılmazlar.

Çünkü sevgi, hayatın ta kendisidir; onu hissedenler, hayatın derinliklerine iner, en saf halini keşfeder.

Bir zamanlar, bu gerçeği fark ettiğimde, gözlerimde bir parıltı belirdi. Sevgi, hayatın anlamını çözmek için açılacak olan en güzel kapıydı. Her bakış, her gülümseme, her dokunuş, bir başka dünya yaratıyordu. Sevgi, sadece kalbin hissettiklerini dışarıya yansıtmıyor, aynı zamanda evrenin en derin sırlarını da fısıldıyordu. İçimde, sevmenin gücüyle her şeyin daha anlamlı olduğunu keşfettim.

Sevgi, bir çiçeğin açışıdır. İlkbaharın rüzgarında savrulmuş bir yaprağın, toprağa düşüp yeniden filizlenmesidir. Sevgi, bir yıldızın gecenin karanlığında parlayıp tüm karanlıkları aydınlatmasıdır. O parıltıyı göremeyenler, karanlıkta kaybolurlar. Oysa sevgiyle bakabilenler, her şeyi aydınlık görürler. Bir çiçeğin solgun yaprağında bile sevgiyle bir güzellik bulurlar. Bir gülüşte, bir gözde, bir sözde bile sevginin izlerini ararlar.

Hayat, sevgiyle anlam bulur. Sevmeden yaşamak, bir gövdeyi biçimsiz bir heykel gibi düşünün; içi dolu ama dışı solgun ve renksiz. Sevgi, bu heykeli ruhla şekillendirir, ona canlılık katar. Sevgi, her şeyin birbiriyle bağlandığı, birbirine yaklaştığı, bir olduğu bir dünyadır. O dünyada her şeyin bir amacı vardır ve her şeyin birbiriyle uyum içinde hareket etmesi sağlanır.

Düşüncelerim, sevginin derinliklerinde kaybolduğunda, bir anda her şeyin birbiriyle ne kadar uyumlu olduğunu fark ettim. O zaman anladım ki, sevgi, sadece insanı değil, evreni de birleştiren bir güçtür. Sevgiyle bakıldığında, her şey mükemmel ve anlamlıdır. Sadece insan değil, her bir varlık birbiriyle sevgi yolunda ilerler. Sevgi, evrenin dansıdır; bir melodidir, bir rüzgârın zarif hareketi gibi, her şey ona göre akar.

İşte sevgi bu kadar büyülü bir şeydir. Onu hissedenler, hayatı tüm incelikleriyle görür. Her anın güzelliğini fark eder, her yudumda yaşamı hisseder. Sevmeyenler, bu dünyada sadece varlıklarını sürdürürler, ama asıl hayatı yaşayanlar, her anı sevgiyle doldurur. Çünkü sevgi, içimizdeki en saf ve en güçlü duygu olmanın ötesinde, bizi hakikatle buluşturan bir ışık, bir rehberdir.

Ve şimdi, sevginin her anını içimde hissettikçe, ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum. Çünkü sevgi, sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir farkındalıktır. Her adımda, her nefeste sevgiyle var olmanın huzurunu yaşıyorum. O huzur ki, her şeyi anlamama, her şeyin bir parçası olma hissini bana veriyor. Ve sevginin yolunda ilerlerken, her şeyin ne kadar zarif ve değerli olduğunu bir kez daha fark ediyorum.

Sevgi, bu hayattır; hayat ise sevgidir.

 

Bahri Loş
UZAY ÇAĞI

 
Çığlık seslerinden elde edilmiş zaferler
Soğuk demirden gölgeler, kandan kuleler
Ölüm içirilmiş düşünceler, şanlı resmigeçitler
 
Acının şenlendirdiği ileri uygar ülkeler
Kurşun sermayeli eğlenceler, renkli vitrinler
Söylev düşkünü görkemli yalancı düşünürler
 
Çocuk ölülerinden ego ve arzular düşlerine
Çağ tuzağı parıltılar zengin ateşler iklimi
Şaha kalkmış övünç kaynağı utanç
 
İşlevsiz icatlar sarmalındaki rekabet
Parmak uçlarından acıyı çoğaltma erdemi
Modern uçurumlar bilge tavırlar ikilemi
 
İç çürümeli şöhretli çağ güzellemeleri
Bir aha yenilmiş güçlü uzay seferleri
Süngü ucunda yaşam düzenlemeleri

 

Merhaba Şiir Sarnıcı Ekibi

Ben Ela Su Çetinkaya, 15 yaşında ve Güzel Sanatlar Lisesi Müzik bölümü öğrencisiyim. Yazmak benim için bir itiraf. Yazdıkça daha çok kendimi buluyorum. … Bu bizim gerçekliğimiz. İstemediklerimize adamayalım, ruhumuzu, kalbimizi, bedenimizi…


Ela Su Çetinkaya
KENDİME

 

Şu hayatta kime bağlandıysam soydu beni
Sırayla taciz ettiler çocuk bedenimi
Belki hiçbirine duyuramadım sesimi
Ama bana kimse öğretmedi nasıl baş edeceğimi.
 
Hangi erkek istediyse girdim yatağına
Babam her sustuğunda inandım aşkına
Hiç yılmadan umdum mutlu olacağımı.
 
İnandım bir gün beni seveceklerine
İstemesem de yaptım utana sıkıla
Muhtaç kaldım beni sevmeyen adamlıklara
Değersiz olduğumu söylediler bana.
 
Yapmak zorundaymış gibi hissettim hep
Bir anda olup bitecek diye bekledim
Sanki her sabah yeniden oluyor gibiydi
Geceleri ise boğarak uyandırıyorlardı beni…
 
Hiç istemediğim çocukları öldürdüm ben
Daha sevişmeden denize attılar bedenimi
Hayatı bilmiyorken kurtarmaya çalıştım kendimi.
 
Ne yapsam da sonunda bir adam çıktı karşıma
Soyup gitti öylece beni
Üşüdüm, hepsi sormadan suçladı beni
Özür diledim, yine istemediklerime adadım her şeyimi.


Şehnaz İşeri
İÇİMDE ÇALAN ŞARKI: RE MAJOR KANON

 

“Güneş batmadan herkes yuvada olmalı. Karanlık bastırmadan yataklarında uyumaya hazırlanmalı.” Bu kuralları sanırım coccinella septempunchtata anneleri değil gündüzleri avlanan başka bir deyişle geceleri avlanmayan tüm anne hayvanlar çocuklarına dikte ediyor. Coccinella Septempunchtata yedi noktalı uğur böceği demek. Halk arasında uçuç böceği de deniyor gelin böceği de. Gelin Böceği adlandırması feminen. Ben kız böceğim, erkekler de komik duruyor. Gerçi ben gelin melin falan da olmak istiyorum ha. Benim çoluk çocukla uğraşacak vaktim yok. Dünyayı gezeceğim ömrüm yettiğince. Eh üç sene de fena sayılmaz hani. Kış uykusuna da yatmama gerek kalmayacak. Kış aylarını sıcak iklimli yerlerde geçireceğim. Belki leylekler gibi Mısır’a giderim. Avustralya’yı daha çok merak ediyorum, biliyorum çok uzak ama. Saniyede seksen beş kez kanat çırpabiliyorum. Daha çok böcek yumurtası yiyip antrenman yapsam kanat çalışsam yüze çıkarabilirim.

Elbette bana zarar vermek isteyecek canlılar olacaktır. Ben hümanistim, onlara düşman demiyorum. Beni öldürmek istiyor sevmediğinden, nefret ettiğinden, düşmanlığından değil; ihtiyacını karşılamak karnını doyurmak için. Ben aposematik bir canlıyım. Yani parlak canlı kırmızı rengim sahip olduğum zehri ve beni yem olarak gören avcı için yaratacağım tehlikeyi doğada açık bir şekilde ilan etmemin renkli bir yolu. Karşı karşıya gelirsek de bacaklarımın birleşim kısımlarından sahte tadı olan sıvı bırakır ya da ölü taklidi yaparım. Önce nereye ne zaman uçacağımı planlamalıyım. Yumurtadan yetişkin bir uğur böceği olarak ortaya çıkmama kadar geçen süre kırk gündü. Şimdi temmuz ayındayız. Bir aydır bu göç yolculuğunu kafamda evirip çeviriyorum, gece gündüz. Uyku tutmuyor. Aslında ben bu yolculuğa karar vermeden önceki bir ayda da aram yoktu uykuyla. Gece yaşayan daha doğrusu avlanan hayvanları merak ederdim. Gecenin gizemi heyecanlandırırdı beni ama korkutmazdı. Bir de insanlar, insanların evleri, evlerinin içi meraklandırırdı beni. O yukarıdaki ışık, söylendiği kadar parlak ve sıcak mıydı acaba? Gece kelebeklerinden dinlerdik içeride yukarıdaki parlak sıcak sarı ışığı. Pek azı çıkardı içeriden. Işığın çevresinde durmamacasına döner döner dönerlermiş. “Kanatlarınız yanmıyor mu, canınız acımıyor mu” diye sorduğumda “Gülün dikenine hafifçe değmek gibi” diyorlardı. En son peygamber devesi bu kelebek koleksiyoncusu kadının evinden bir bacağı sakatlanmış olarak çıktı. Hiç kadının yakaladığı onlarca kelebeği öldürüp camla çerçeveleyip duvara astığını bilse o eve girer miydi? Kayısı ağacına konmuş kara tavuk açık pencereden kadının odasının duvarında görmüş zavallıcıkları. Çok korkmuş kadın çığlıklar atmış peygamber devesini görünce. Babası da dürüp büktüğü rulo yaptığı kalın gazeteyi birkaç kez indirmiş zavallı hayvanın sırtına. Iskalamış çoğunu ama birisinde bacağına denk gelmiş rulo yapılmış gazete. Yere düşmüş. Daha terlikli ayağıyla üstüne de basacakmış da kız bağırmış “Yapma, terlik kirlenir” diye o zaman adam gazeteyle ittire ittire zavallımı, açmış sineklik kapısını verandaya atmış. Ayağı aksıyor acıyordur da. O “Önemli değil, uçamayacağım işte o kötü oldu” demişti. Herkes yemek götürecek. “O bu halde ortalarda görünmemeli” demişti annem “Şimdi dost düşman herkesin gözü üstünde, işi zor kolay av”

Çok sessiz bir gece. Cır cır böcekleri ötmüyor, yakınlardaki kurbağaların canhıraş feryatları duyulmuyor, bu gece köpekler de havlamıyor, sadece gülün üst dallarında sevişen annemle cici babamın hışırtıları. İleride, kelebek koleksiyoncusu kadının bahçesinde parlak yeşil ışıklar görüyorum yanıp sönüyorlar. Bahçesine uzay aracı indiğini söyleyen insanlara benzedim. Fosforlu yeşil ışıklardan biri bana yakın bir mesafede yanıp sönmeye başlıyor çok geçmeden. O kısa aralıklarla yanıp sönerken içimde Pachelbel’in Canon D Major’ü çalıyor. Işığa gitmek istiyorum. Annem beni fark etmez. Birkaç gün önce de teyzemle eniştem hava kararmadan odalarına çekildiler. Ertesi gün öğleni buldu yanımıza gelmeleri. Kalbim çok hızlı atıyor. Korkmuyorum heyecanlıyım ama, ışık çok uzakta değil karanlığı aydınlatıyor. Başarabilirim.

Şimdiye kadar gördüğüm en güzel şeydi. Parlak kırmızı küçücük kanatlarını kapattığında muhteşem yuvarlak hatları ortaya çıktı. Benim yirmi milimlik sıkıcı siyah uzun gövdeme tam bir tezat oluşturuyordu. Beni cazip kılabilecek tek şey karın bölümümden verdiğim üç saate varabilecek yeşil ışığımdı. Halk arasında “Yıldız Kurdu” diye de adlandırılırız. Isırarak zehirlediğimiz salyangoz ve larvalarla besleniriz. Enerjinin tamamını ışığa dönüştürmek dünyadaki diğer enerji kaynaklarıyla karşılaştırıldığında yalnız bize has. Haberleşmek, tehlike anında birbirimizi uyarabilmek yani düşmanlarımızdan korunmak, eş bulmak için ışıklarımızı kullanıyoruz. Parlak ışıklar vermemizin nedeni kimyasal maddeler. Bizi yiyen canlıların kusmasına neden olabiliyoruz. Hatta arkadaşlarımızı yiyen bazı kurbağalar zıplarken ışıklar saçıyor. Bu çocukların ışıklı oyuncak hayvanlarını çağrıştırıyor. Büyük büyük büyük dedem 1898 yılında İspanya Amerika savaşı sırasında yaralanan bir askeri ameliyat eden doktor William C. Gorgas’ın ışıklar sönünce aydınlatmada kullandığı bir kavanoz ateş böceğinden biriymiş. Benim de hayalim Yeryüzü Doktorlarıyla dünyayı gezmek. Daha doğrusu ben ve ekibim ışığımızla en ücra teknolojinin olmadığı yerlerde karanlığı aydınlatacağız. Ateş böcekleri göç etmez. Taşıma araçlarıyla topluca yer değiştirmiş olacağız. İlkbaharda pupa oluşmadan önce birkaç yıl larva aşamasında kalabiliyoruz. Ama larva aşamasında yıllarca kalmayıp hızla pupa aşamasına geçeceğiz. On gün içinde de pupalardan yetişkinler çıkabiliyor.

Ah Yüce Tanrım şimdi tüm bunları ben sesli mi düşündüm? Yani içimden geçirdiklerimi siz duydunuz mu? Hay Allah dilimi eşek arısı soksun. Kim bilir boşboğazımla nasıl sıktım sizi. Çok özür dilerim küçük hanım. Kendimi de tanıtmadım:

“Ben Fosforlu. Emrinizdeyim efendim.”

“Benim adım da Kırmızı. Uçarken de ışık saçabiliyor musunuz?”

 

Mehmet ümit Kılınç
GEÇMİŞ KOKULU SİNELER

 
Bir kuşku; eşref vakti uzadıkça fani sinelerin içine
karmakarışık sevgi, olağan bir acıyla gelirdi.
Kaçamayan, gözü pek!
Denilmeli bana          
Ama
bir umut tüm varlığıyla
Geçmişe bir telgraf çekiyor.
Umudu süsler diye bilirdik biz bakışmayı
Sinelerden enlem farkı ile geçti...
Diğeri, diğeri diyerek.
Anlam verilirdi de vakit bizim telaşımızdaydı...
Bir Yusuf masalı okumaya zamanımız yoktu ya da vardıysa da biz okumadık.
Ya ne yaptık?
Kimseye, kimsesizliklerini sevmelerini söyleyemedik
Bir kaya ağırlığıyla kasıklarımız sadece sızlandı.
Ne demeliydi? 'Bir isimden doğma, bir isimden olma'
Ancak bu kadar kısa okunabilir Kişinin ayrıcalığı.
Belden bir yasak konulmuştu,
Biz onu elbet bildik Ama asıl bildiğimizi...
Onu da hep birbirimizin yüzüne çarptık.
Ya konulmasaydı vakitler Laleli'deki gerilmiş halatların üstüne...
Yayılmasaydı mazot kokusu
İstanbul ve  cesur takım elbiseler ıslık çalabilir miydi?
 
Yerde üç beş izmarit önemsizdir, hangi gece olursa olsun..
Issız bir ara sokak, sokak lambasına
Olağanüstü gecelerde yalanlarımızı
Dinlerken buz gibi olurdu gözlerimiz.
Evet, sormayın bize
En kararsız gecede
Dahi imrenmiş birer meyve tohumu bıraktık ruhlarımıza.
Ya şimdidendi söylediklerimiz Ya da daha önce söylemiştik.
Hep biz dedik, dedik de kavuşmaya ne kadar dayanıklıyız onu hiç bilemedik

 

Eray Korkmazer
HEDEF

 
ben sevdayı ilk önce senin yüreğinde gördüm
ağlamasın diye çocuklar hiç kimseye söylemedim
parçalandı kayalar denizler kurudu bir yudum suya hasret kaldı okyanuslar
yine de kenetledim dişlerimi hırsla vurdum yumruğumu toprağa sabrettim
elimden bir tek paylaşmak geldi kâğıtlarla acılarımı
yürüdüm sevdanın üzerine üzerine kâh yendim kâh yenildim ama hiç pes etmedim
 
ben sevdayı ilk önce senin alın terinde gördüm
yokluğun anadolu akşamları gibi soğuk ve sessiz
yoğuruyordun sabrınla çeliği ve suyu beklerken beni çaresiz   
kavuşursam sana diyordun akşam sofrada emek var sevda var ateş var
yangınlar ortasında kaldım alevleri çiğnedim fırtınalar yuttum yıldırımlar kustum
yine de sen dedim sevda dedim aşk dedim emek dedim
ki açıldı yüreğimde devasa bir acılar krateri ve yaralar yaralar yaralar
 
ben sevdayı ilk önce senin gözlerinde gördüm
gözbebeğim seni görünce küçüldü ufacık kaldı güneşi gördüm
bakamıyordum sana kamaşıyordu yüreğim
senin yörüngende dönüp duruyor ama sana uzatınca elimi kerem oluyordum
ne ferhat ne tahir ne de kerem benim sevdamın sonu
sen de ne şirin ne zühre ne de aslı leyla’ysa hiç olmamalısın
kıskandırmalıyız onları olsa olsa bizim sevdamız allah’a ulaşmalı

 

Bedriye Korkankorkmaz
KENDİMİ KAZDIĞIM DERİN

 
Ben bir mezar değilim
ama her gece içime gömüyorum kendimi
sözcüklerim sustukça
kanıyor geçmişin yerini bilmeyen yaraları.
 
Çocukluğum bir çukurun dibinde
ağlamayı unuttuğum yerde kaldı
bir kadının gülüşünden iğrilmiş duvarlara
adımı yazdım, harf harf kazıya kazıya.
 
Korkmadım karanlıktan
karanlık benim evimdi
üzerine güneş doğmayan her sabah
biraz daha öğrendim yaşamayı terk edişten.
 
Ben toprağı kazmadım dostum
kendimi kazdım
tırnaklarım kana bulandı
ama hâlâ diri bir haykırıştım
gömülmeye hazır olmayan.
 
Dilimi kanla yıkadım
sustuğum her şeyi konuşmasın diye
merhameti bir ceket gibi giydim
ve soyunamadım yıllarca.
 
Gece çöktükçe
kendimle biraz daha tanıştım
benliğimin isimsiz odalarında
annemin bakmadığı aynalara baktım.
 
Bir kuyuya düşmek değildi derinlik
ben kuyuyu kendimde oydum
kendi mezar taşımı yazdım:
yaşarken kendini gömenler için.
 
Şimdi sor bana:
kim öldü bu şiirde
ben mi, geçmişim mi?
yoksa hiç doğmamış halim mi

 

Yaşar Özmen
KATMAN EDEBİYAT ELEŞTİRİ SİSTEMİ

 

Yazın ve sanat tarihinin derinliklerine eleştirel gözle baktığımızda yıllanmış sorunlar içinde buluruz kendimizi. Modern sanat öncesini saymazsak 19. yüzyıl ortalarından beri evrensel ve evrimsel bir sanata doğru yol aldığımızı delil göstermeksizin söyleyebiliriz. Bugün ise bilgi ve teknolojik altyapıya sahip toplam aklın, düş olanakları ve imgelem zenginliği oranında sanat eseri ürettiğini görüyoruz. Bu arada pek çok sanat dalının da örgün eğitimi olduğunu ülkemiz ve dünyadaki eğitim kurumlarından biliyoruz. Eğitim kurumlarını, bireysel ve topluluk çalışmalarını, belediye, vakıf ve dernek gibi tüzel kuruluşlar bünyesinde yapılan sanatsal etkinlikleri de dikkate aldığımızda, aslında sanatsal ve kültürel olarak büyük bir sistemin içinde olduğumuzu söyleyebiliriz.

Sanatsal ve kültürel etkinlikler dünya genelinde pastada yüksek payı olan teknolojik sektörler yaratmıştır. Bunlar aynı zamanda ekonomi ve toplum davranışları ile karar süreçlerini yöneten sistemlerin ilk sıralarında gelmektedir. Yani sanat, yeniden yapılandırmaya hatırı sayılır oranda katkı sağlayan bir sistemler bütünüdür.

Böylesi etkin bir sistemin kendi özel alanları ve özel alanlarının da kendi içinde eğitim, gelişim, dönüşüm ve geri bildirim (eleştiri) gibi çabaları olmalıdır. Kültürel ve sanatsal etkinliklerin gelişmesi, dönüşmesi ve çağ ile insanı şekillendirici özellik kazanması, uygulama ve geri bildirimle kendi kendini yenileyebilme yeteneğine bağlıdır. Daha fazla konuyu dağıtmadan, dünya ve ülkemizdeki genel sanat etkinliklerini bir kenara koyup, bu sürecin bir parçası olan şiir ve şiir eleştirisine gelelim. Şiir eleştirisi, diğer dil sanatlarında olduğu gibi edebiyat eleştirisi bağlamında ele alınabilir; çünkü şiir dil ve yazının temel kuramlarına göre hareket eden bir etkinliktir. Ancak şiir, roman, öykü, oyun, masal gibi diğer dallara göre daha ayrıcalıklıdır; sanatsal yaratıcılık, dil kullanım kıvraklığı, daha kolay soyutlama özelliği, imgelem sınırsızlığı, az söz çabası ve kural kırıcılığı açısından daha esnektir. Bir anlamda düşüncenin ve imgelemin sınırsızlığına koşut olarak, şiir her biçimde yoğurulmaya ve biçimlendirmeye karşı olumlu yanıt verir. Çağdaş sanatın en temel özelliklerinden olan ve estetik biliminin de ön sıralara koyduğu, ‘sanatın algıyı sarsıntıya uğratma işlevi’ diğer sanatlara göre şiirde daha kolaydır, daha vurucudur.  

Şiir sanatının kendi disiplini altında örgün bir eğitiminin ve ayağı yere basan bir eleştiri sisteminin olmadığını biliyoruz. Lise ve yazın fakülteleri gibi örgün eğitim kurumlarındaki şiir sanatına ilişkin eğitim kapsamı ve düzeyini açmaya hiç gerek yoktur. O yüzden şiir sanatı ve eleştirisi konusunda bugün uygulama ne aşamadadır ve biz bu işin neresindeyiz, diye sormalıyız. Şöyle genel görünüme baktığımızda hiç iyi bir yerde durmadığımızı kötümser olmamakla birlikte söyleyebiliriz. Bu neden böyle?  Çünkü şiir sanatı, bununla birlikte eleştiri sistemi, çok parametreli ve çok boyutlu bir etkinliktir. Donanım gerektirir, yaratıcılık gerektirir, olgu ve olayları daha farkındalıklı okumak gerektirir; polimat olmayı zorunlu kılar. Sadece yazın kuramları, eleştiri kuramları ve dil kuramları veya usta çırak yöntemi uygulamalarla şiir eleştirisinde iyi sonuçlara ulaşmak zordur.

Tespit yapmak, sorunlar hakkında şikâyet etmek veya uygulamaların kötülüğünden, yanlışlığından dem vurmak bizi bir sonuca götürmemiştir ve hiçbir zaman götürmeyecektir. Eğer çözüm üretmek istiyorsak, gemileri yakıp sanat bilimine, bilgiye sarılmalıyız ve sanatsal bilgi üretmeliyiz. İnsan düşünü aşan şiir yazmalıyız; aklı evrimleştiren sanat üretmeliyiz. Neyse daha fazla uzatmadan, sanattaki bunca sorunlara karşın ben burada şiir eleştirisi konusunda bazı savlar ileri süreceğim ve bu savlara karşı çözüm üretmeye çalışacağım.  

Çoğu eleştirmenin söylediği gibi, “Şiiri okuduğunda bir şeyler uyandırıyorsa ve biraz imge, biraz bağdaştırma, biraz da benzetme cinsleri içeriyorsa şiir güzeldir diyebiliriz” demek bir değer taşımaz. Şiir bir sanat eseridir; karmaşık bir yapıya sahiptir. Her şeyden önce şiir, insanın okuyabildiği, duyabildiği ve sezebildiği dünyanın, yani insan imgelem gücünün nesnel halidir. Şöyle söyleyelim; şiir bir sanat eseri ise önce şair, sonra şiirin kendisi, daha sonra sırasıyla okur imgelem uzamı, ortam, zaman, okur estetik algısı, dil ve düşünce gibi kendi disiplinlerini taşıyan olmaz ise olmazlar vardır. Ancak şunu söyleyebiliriz; ortam ne kadar şiir üzerinde etkiliyse zaman da benzer oranda etkilidir. Öyleyse bugün bildiğimiz okur, eser veya sanatçı odaklı eleştiri kuramları ile diğer parça bölük eleştiri kuramları veya deneyime dayanan pratik eleştiri yöntemleriyle, şiir gibi devasa bir sanat eserini eleştirmek verimli sonuç üretebilir mi, bunu kendimize sormalıyız. Mevcut yaklaşımlar ile, şiirin örtük alanlarının açığa çıkarılması, şairi ve okuru geliştirici değer yaratması, eserin etkisinin belirlenmesi, şiirin estetik değeri, coşum değeri, ses değeri ve anlam ve anlatım gücünün ortaya konması teknik olarak olası mıdır? Bu konunun ayrıntılarıyla tartışılması şiir açısından önemli bir başlangıç olmalıdır.

Eleştirinin eğitim anlamında bir işe yaramasını, sanatta düzeltici/geliştirici geri bildirimler sağlamasını, şairin sezemediği, göremediği dilsel ve sanatsal alanları ortaya koymasını istiyorsak, deneyime dayalı öznel eleştiriyle,  kişinin algı ve yargısına bağımlı parça bölük değerlendirmelerle olacak bir iş değildir bu dostlar. Ne yaparsak yapalım ama konuya biraz bilimsel bakalım ve eleştirinin daha nesnel yapılabilmesi için sistem geliştirelim. Çünkü modern üretim ve tüketim sistemlerinin tamamında geri bildirim ve düzeltici önlemler olmaz ise olmazlar arasındadır; önceliklidir, gelişime ve beğeniye yöneliktir. Kaldı ki söz ettiğimiz konu estetik değer taşıması ve estetik kaygı uyandırması gereken şiirdir; hedef insandır, maksat duyarlılık ve sevgi yaratmaktır. Niteliğe, beğeniye, kalıcılığa, sanata, şiirselliğe ve çağdaş şiire varmanın ölçütlerinden birisi de güçlü ve bilimsel eleştiri ile eleştirinin eleştirisidir. Eğer biz eleştiriye daha sanatsal ve bilimsel gözle bakmazsak bugün olduğu gibi ‘ahbap çavuş’ ilişkisini aratmayan kitap kutlama ayinlerini, şiir ödülü görünümünde taraftarlara gülücük dağıtma törenleri alır başını gider. Dilsel, sessel, şiirsel ve sanatsal nitelik taşımayan dizecikler, şiir diye eleştirmenlerimizin terkisinde serseri mayın gibi dolaşır.

Şiire güzel demenin bir ölçütü yoktur; güzel değil demenin de bir ölçütü yoktur; şiire güzel demek, deneyimden doğan sezgiye dayalı bir iştir derseniz, bağışlayın ben buna inanmam. Yeterli imge, bağdaştırma, sapma, benzetme vs. gibi şiir sanatının olanaklarını içinde barındıran bir şiire de güzel ya da şu şiirden daha iyi diyebilmek öznel bir sonuçtur. Sağlıklı bir eleştiriden söz edeceksek, şiirdeki etkinliği, yetkinliği ve estetik değeri sanatın öngördüğü ölçütlerle tartmak zorundayız. Şairin imgeleminin anlamlı bir olguya, oradan dille imgeye dönüşmesi, daha sonra imgelerin okurda algılanıp tekrar imgelemle estetik kaygıyı uyandırması önemli bir süreçtir. Bu süreç kendi disiplinleri altında incelenebilir ve ondan sonra yararlı bilgi olarak geri bildirim sağlayabilir. Tabii ki şiir eleştirisine bu açıdan bakmak, şiirin sanat ve insan yaşamında ne anlama geldiğini duymak ve görmekle ilgilidir. Duyguların anlatıldığı bir söz yumağı olarak bakarsak şiire, eleştiriye gerek yoktur. Eleştiriyi, sanatların temeli olan şiir sanatı açısından ele alırsak, durum bugün yaptığımızdan daha fazla ciddiye alınmak zorundadır.

Yıllarını şiir ve eleştiriye adamış ustaların da şiire ve eleştiriye katkılarını görmezden gelme lüksüne sahip değiliz. İyi şairlerimiz, eleştirmen ve sanat biliminin çeşitli alt dalları üzerinde çalışan düşünürlerimiz vardır. Tarihte yerini alanlar da… Şiir, daha doğrusu sanat öyle bir şeydir ki kimse kimsenin yerini alamaz ve kimse kimsenin yerini dolduramaz. Akademisyeni, şairi, yazarı, eleştirmeni ve düşünürü aynı hamurdan müteşekkildir; bireysel yönü ağırdır, yaratıcılık seviyesi daha iyi olabilir ancak birbirinden çok farkı yoktur. Eleştiriyi ciddi bir iş olarak görüyorsak, şiir sanatının olmaz ise olmazları arasında görüyorsak daha yetkin, altı dolu ve bilimsel çözümler ileri sürmeliyiz. Şiir eğlence için yazılan bir sanat etkinliği değildir. Şiir, bütün sanatların temel değerlerini taşıyan kocaman bir sanat evrenidir; insan dünyasını ve estetik kaygısını müzikten sonra en kolay ele geçiren düşünce-dil sanatıdır.

Neyse konuyu çok uzatmayalım. Ben bu konu üzerinde uzun zamandan beri çalışıyorum. İleri sürdüğüm çözüm önerisini kısa ve anlaşılır biçimde sizlerin bilgisine sunmak istiyorum. Bu yazıda ileri süreceğim öneri zor ve uygulaması oldukça ayrıntı gerektiren bir bütündür.

“Katman Edebiyat Eleştirisi”den söz edeceğim. Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi, Şiir Çözümleme Tekniği diye yine benim önerdiğim kapsamlı bir sistemin üzerinde uygulanabilir, izlenebilir ve genellenebilir sonuçlara yönelmektedir. Katman Edebiyat Eleştiri Sisteminin ayrıntılarını ortaya çıkarabilmek için, özellikle şiir sanatı ele alınmıştır; çünkü şiir duyusal ve nesnel yapısı bakımından, sanat eserlerinde olması gereken tüm katmanları görünür biçimde içinde taşır ve bunlar şiir sanatı ile daha kolay açıklanabilir. Sanat eserlerinin tamamında, nesnel ve duyusal olarak var olan içsel ve dışsal varlık katmanlarını şiir çözümleme tekniğine dayanarak sanat bilimi, sosyal ve insani bilim veriler ışığında görünür kılmaya çalışır.

 Şiir/Sanat Çözümleme Tekniği, şiiri katmanlara ayırır, katmanları da tabaka veya eksenlere ayırarak ilgili tabakaları kendi disiplini içerisinde şair, okur, eser, zaman ve ortam çarpanlarını dikkate alarak çözümlemeye yönelir. Bu teknik, aynı zamanda tüm sanat dallarının çözümlenmesi için kullanılabilir. İşte Katman Edebiyat Eleştirisi, Şiir/Sanat Çözümleme Tekniği ile daha nesnel, daha tarafsız, bilimsel ve sanatsal eleştiri biçimidir. Aslında bu teknik şiir için tasarlanmıştır; ancak yazın evreninin her alanına uygulanabilir ve diğer tüm sanat türlerine de uygulanabilme yeteneğine sahiptir.

Bu sistem, özellikle eleştiri konusunda geçmişten günümüze kadar ortaya atılan eleştiri yaklaşımlarının tamamına bütüncül bir yanıt olması açısından önemlidir. Daha açık söylersek bu sistem; yapıtı, yazarı, okuru, ortam ve zaman etkenlerini, estetik beğeni ve  çağın tüm sanat yaklaşımlarını ilgili bilim alanlarının verilerine göre ele almaktadır. Eleştiri tarihinde gördüğümüz, özellikle akademik çevrenin önümüze kuram diye öne sürdükleri eleştiri yöntem veya tekniklerinin tamamını içine alan bir sistemdir bu. Edebiyat tarihinde yer almış eleştiri yöntemlerinde olduğu gibi yapıta olası bir açıdan bakmak yerine yapıtın her katmanını, her açıdan incelemeyi ve ilgili bilim verilerine göre daha nesnel bir değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Diğer bir söyleyişle, yapıt üzerinde etkisi olan her durumu bütüncül bir biçimde ele alır.  Eleştirmenin öznel tutum takınacağı durumlar olsa bile, çözümleme sonuçlarına bağlı kalmak, delilsiz yargıyı en aza indirmek; sistemin önceliğidir. Sanat çözümlemesi ve eleştiride kullanabileceğimiz iş akış durumu aşağıdadır. Bu akış içerisinde sanatın türü ve yapıtın özelliğine göre yeni katmanlar ilave edilebilir. Örneğin roman çözümlemesi/eleştirisinde karakter yaratma katmanı veya resim sanatında perspektif katmanı gibi…      

1. Biçim Katmanı
2. Anlam Katmanı
    a. Gerçek Anlam Tabakası
    b. Rastlantısal Anlam Tabakası
    c. Üst Anlam Tabakası
3. Anlatım Katmanı
4. Ses Katmanı
    a. Tonlama Ekseni
    b. Ezgi Ekseni
    c. Şiirsel (Yapıtın) Ezgi Ekseni
5. Çağrışım Katmanı
    a. Çağrıştırma Tabakası
    b. Çağrışımsal İmgelem Tabakası
    c. Rastlantısal İmgelem Tabakası
6. Coşum Katmanı
7. Estetik Katmanı
    a. Yapıttaki Estetik Değer Tabakası
    b. Okurdaki Estetik Algı Tabakası
    c. Durumsal Estetik Değer Tabakası
8.  Sonuç

 

Katman, herhangi bir sanat eseri veya şiirin varlık alanlarını kendi kapsamında ve ilgili disiplinlerle incelemek için sınıflandırmadır. Şiiri oluşturan duyusal, nesnel, içsel ve dışşal tüm varlık alanları ile özelliklerinin belirlenebilmesi için kullanılan bir terimdir. Tabaka ve eksen ise, katman iç yapısını daha özelleştirebilir birliktelikler olarak düşünmek gerekir. Tabaka ve eksenler katmanı, katmanlar bir bütün sanat eserini var ederler. Tıpkı insan yaşamının belirli ruhsal ve fiziksel katmanlardan oluştuğu gibi. Katmanlar, aynı zamanda birbirinden ayrıştırılabilir, belli disiplinler altında ele alınabilir ve kendi içinde tanımlanabilir özellikler barındırmaktadır. Örneğin ses katmanının ses bilimi ile incelenebileceği gibi. Ancak katmanların birbirinden bağımsız tek başlarına işlevleri şiirsel ya da sanatsal bir sonucu doğurmazlar.

Yapıtı varlıksal bir bütün kabul edersek, nesnel ve duyusal varlıklarını oluşturan katmanları tek tek özelikleriyle birlikte çözümlemek durumundayız. Öznel inceleme, eleştirmenin sanatsal deneyimi, dünya algısı, inanç ve değer yargılarına bağlıdır. Oysa nesnel yapıt incelemesi, bilgi disiplini durumuna dönüşmüş kuramsal sanat bilgisini, dil özelliklerini, sanat felsefesinin öngördüğü sanatsal verileri, estetik biliminin öngördüğü bakış açısını gerektirir. Yani sanat bilimi açısından tarafsız bakış gerektirir. İster istemez yapıtı bu değerlerle incelediğimizde, eleştirmenin öznel yargılarını bir anlamda daha kanıtlanabilir noktaya taşıyacağız demektir. Bir yapıtı değerlendirirken deneyim ve dünya algısına bağlı öznel yargı olmak zorundadır; ancak nesnel yargı ile ayırt edilebilir konuma taşımak daha analitik bir yaklaşım olur. Aslında şiir/sanat çözümlemesinde yöntem ve uygulama alanı olarak en somut getirilerinden birisi, şiir/sanat eleştirisinde bir adım daha ilerlemek ve eleştiriyi daha bilgi bazlı duruma dönüştürebilmektir.

Özet olarak, bir şiir ya da sanat eserini oluşturan ve olması gereken bütün özellikler katmanların bünyesinde saklıdır. Bu teknik şiirin/yapıtın; sanatsal, duyusal, nesnel tüm varlıklarını ortaya çıkarmaya, tanımlamaya, incelemeye ve kullanılabilir hale dönüştürmeye yöneliktir.

Bilindiği gibi şiir veya bir yapıt, üç ana sütun (katman) üzerine kurulur, bunlar; ‘anlam, anlatım ve ses’tir. Bu sütunlar, nesnel ve fiziksel katmanlardır. Bir yapıtta aynı zamanda duyusal katmanlar vardır ve bunlar birbiri içinde ve birbirini ivmeleyerek toplam sinerjiden sanatsal anlatımı doğururlar. İşte yapıttaki hem duyusal hem nesnel hem de biçimsel katmanları bir bütün ve birbirine etkileri açısından incelemek ayrı bir sanat çözümleme tekniği gerektirir. Yani yukarıda söz ettiğim ‘şiir/sanat çözümleme tekniğini gerektirir. Şiir çözümleme tekniği ise bir şiiri/yapıtı her açıdan inceleme esasına dayanır. Bu esaslar çerçevesinde yapıtın etkisini, yetkinliğini, anlam, anlatım, çağrışım, ses, coşum değerlerini insan bilimleri ve estetik bilimi açısından bir bütün olarak ele alır. Sonuç olarak bir yapıtın estetik değerini, sanat değerini ve kalıcılık değerini ortaya koymaya çalışır. Dinamiktir (devimsel); her akım, her ekol ve her yaklaşım biçimine karşı sınırlamaksızın yanıt verebilme yeteneğine sahiptir.

Sonuç olarak, ‘Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi’; bir yapıtın biçim katmanından estetik katmanına kadar her bir niteliğini ayrı ayrı bilimsel verilerle ele almak üzere kurgulanmıştır. Bu yaklaşım ve inceleme biçimi; en az hata, en geniş uzagörüm ve ‘en az delilsiz yargı’ esasına dayanır. Eleştirmenin hem sanatsal hem şiirsel hem de diğer sosyal ve insan bilimlerinin disiplinlerine başvurusunu gerektirir. Bu sistemde öne çıkan konu şudur: Örneğin estetik bilimini bilmeyen eleştirmen bu tabakaları istenen ve inandırıcı bir biçimde çözümleyemez. Sonuç olarak, bu eleştiri yaklaşımı, ahbap çavuş ilişkisini, ben bilirim yargısını, bizim köydendir ayrıcalığını, öznel eleştiri hatalarını çoğunlukla bertaraf edebilme yeteneğine sahiptir; güçlü deneyim gerektirir.

Oscar Wilde ve Mehmet Fuat “Eleştiri bir sanattır.” der. Doğrudur katılıyorum; ancak eleştirinin sanat niteliği kazanabilmesi için eleştirel süreçte sanatsal bilgi, bilim ve deneyime gereksinim vardır. Eleştiriyi taraftarlıktan, alaylı gelenekten, aidiyet kayırmacılığından ve dedikodu mantığından kurtarmak gerekir. Rüzgârın yönüne göre şekillenmeyen bilinçli ve deneyim sahibi eleştirmen yetiştirmek gerekir. Eleştirmenin görme, duyma, yaratıcılık ve sezgi yetileri ile sonuçlarını sanatçıya aktarması için geri bildirim kanallarını daha işlevsel kılmak gerekir. Eleştirmene karşı olumlu algı yaratmak, güvenirliğini (bilgi, deneyim, eleştiri sistemi, tarafsızlık, yeterlilik kapsamında) pekiştirmek üzerinde durulması gereken öncelikli konulardır. Daha açık söyleyişle, eleştiriyi bir okul veya sanat eğitim kültürü olarak düşünmek ve konuya bu açıdan yaklaşmak demek, sanata yeniden dönmek ve aydınlanmanın yoluna koyulmak demektir. Mayıs 2018

 

Yaşar Özmen
YEDİ TEPE

 
Kültür gürültüsünü eteğine eleyen şehir
Yedi tepe, aşiyan, akıl sevdası
Ne neşeli yüzerdin ahşap evlerinle iki deniz arası
Ne güzel töze vardırırdın sana değen elleri
Ne istekli bakardın örtüsü saydam günlere
Sipersiz kasketlerin, altın boynuzun, boğazın
Göğe değen parmakların, dünyaya el eden bakışın
Ne ağırbaşlı bir sevdaydı o göz alabildiğine
Perçem ayrımından sırtlan dünyaya
Kulak ardı edilemez ezgili fısıldayışın.
 
Maçka’sı, Şile’si, Çamlıca’sı, Moda’sı
Üsküdar’a çıkarken yolum üstü tutku havrası
Usta bir marangoz gibi yontar belleğimi
Gözümde eriyor yırtık bir ünlem gölgesi
Mistik gürültünde darlanıyorum şimdi
Neftli düşünceler, şuh elbiseler, ebabil uyarısı 
Kirinde kalpazan becerisi gizli
Kâgir binalarında bencillik virüsü
Salındıkça bulvarlar, dağlıyor çağsıl derini.
Boğazın ülkülere çalımlı akıntısı
Şer dünyaya yüzen ince belli şilebe
Sarıyor içimden bir şeyini, bir şeyini
 
İrileştikçe kırmızı yaşamalar keşmekeşi
Haliç'ten Basra’ya doğru saplıyor mihverini
Salaş sokakların bunalımlı yolcusu
Sinan'ın minarelerine asıyor kaderini
Kiliseler, sinagoglar, camiler erk peşinde
Terk ediyorlar dünden doğma yerlerini
Ve karanlık boyadıkça göğün açı ortayını
Sırlı korkuluklar uygun adım üçer beşer
Merdiven altında besliyor minarelerini.
 
Yadsıyamam, Yeditepe, sırtlan sahası, aşiyan
Hâlâ bir tasarımda kanıyor ellerin
Ayırdına varmadığımı düşünme derinliğini
İsminde bile ne çok şey gizli ötesini geç
Her güzellik diri kalabildiği kadar bilirsin
Uyma egemen dillerin sersem vargılarına
Temelin bile koca devin entelektüel zemini
Zemin sarsılıyor, kirli düşün lekesi belli
Çıkar artık cebinden fildişi ellerini
Bak aşklar aşkı deşeliyor, metelik tarih kefeni.
 
Yıldızlarından düşsel önyargıyı çekiyorum
Sense iki nokta arası bir çizgide eğleniyorsun
Eski bir akımın sanrısı sızıyor gülüşlerine
Pisagor senden önce yoktu İstanbul
Fatih de yoktu, Hezarfen’den önce uçan da
Antik ekinin otantik yanında komşuluk ilişkisi
Taşın toprağın altında boynuz, bu ikilem
Geni eskitilmiş çekirdekler çimleniyor göbeğinde
Doğmamış yerlerinde yenilikçi kösnül düşler
Kalpazan kusurları Ortaköy'de bulvar
Bundandır göğe yürüyen parmaklarına dil sürmem
Gök mavisindeki yerinde kulampara gözler var.
                                                           Nisan 2014