30 Eylül 2024 Pazartesi

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ekim 2024, Sayı 22

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ekim 2024, Sayı:22, Yaşar Özmen




Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ekim 2024 Sayı:22  İçindekiler,Yaşar özmen

 

YAYINCIDAN

İlk olmak; her ne kadar dönüşümün bir başlangıcı olarak görülmese bile en azından küçük bir atılım kabul edilebilir. Sanıyorum Şiir Sarnıcı (e-dergi); sürekliliği ve yayım ilkelerine uygunluğuyla, erişilebilirlik ve internetin var olduğu her yerde okur hizmetine hazır ilk e-dergi olmasıyla ayrı bir yere sahiptir. Yasal gereklilikleri tamamlanmış,  periyodik sürekliliğini koruyan, çağdaş ve bilimsel içerikten ödün vermeyen, çıkış bildirisinden yayıma değer gördüğü yapıtlara kadar belli bir düzeyi koruyan, ortaya koyduğu hedeften sapmadan beş yıldır yayımı sürdüren bir e-dergi.

19. yüzyılın yarısından itibaren, geçmişimizdeki “İlk dergiler, öncelikle mesleki ve bilimsel konularla okur önüne çıkarlar. Daha sonra edebî ve mizahi dergiler olmak üzere, çocuk dergisi, müzik dergisi basın dünyasındaki yerini alır. Bunlardan ilki, bir tıp dergisi olan Vaka-i Tıbbıye’dir. Bunu bir bilim dergisi olan Mecmûa-i Fünûn takip eder. Arkasından edebî yönü öne çıkan dergilerden biri olan Mecmua-i Ebuzziya yayın hayatına girer. İlk siyasi mizah dergisi Diyojen; saray tarafından kapatılması üzerine yerini Hayal dergisine bırakır. Önce bilim dergisi olarak çıkarılan Hadîka, zamanla edebiyata ağırlık veren bir yayın politikası izler. Bu yıllarda yine bir bilim dergisi olan Mecmua-i Ulûm yayımlanır.”(AÖF Tanzimat Edebiyatı ders kitabı) Bundan sonra, günümüze kadar saymakla bitmeyecek kadar çok dergi yayımlanır ve bir süre sonra yayım yaşamına son verir. Bu tarihsel bilgiyi vermekteki amacım okurlarımı bilgilendirmek değildir elbet; 1850’lerden beri dergi çıkaran bir kültürün dergicilik konusunda kaleme alınmış, dergiciliğin ayrıntı ve ilkelerine ilişkin akademik ya da kişisel bir çalışma yapılmamış olduğunu söylemek içindir. Şiir Sarnıcı’nı çıkarmaya karar verdiğimde dergicilik konusunda geçmiş deneyimlerden yararlanmak üzere kaynak ya da eğitim platformu araştırdım. Ne yazık ki bölük pörçük bilgi, orada burada herhangi bir nedenle genelleme söylemler, kronolojik sıralama ve sıradan yorumlar dışında dişe dokunur bilgiye ulaşamadım. Belki vardır; böyle bir çalışmaya ya da kaynağa ulaşamamış olmak benim hatam da olabilir.

Şiir Sarnıcı’nın bunca yıllık deneyiminden sonra dergicilik konusunda bir yarıyıllık ders notu çıkar mı, araştırmak gerek. Gerek kuruluş amacı gerek yayım sürecinde derginin; popülarite, gelir-gider, basım-dağıtım kaygısı olmaması; salt niteliğe önem vermesi nedeniyle; standart dergicilikte sorun olan pek çok konunun ayrıntılarını görmekte eksiğim olabilir. Zaman ve deneyimim yeterli olursa dergicilik konusunda yazılı bilgi aktarımı bir göreve dönüşür umarım.

Halen Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisi olmam,  başta dergicilik olmak üzere pek çok konuda yararlı oluyor. Yaşayan edebiyatla akademik edebiyatın arasındaki sorunları ya da iyi yanlarını gözleme, değerlendirme olanağı buluyorum. Ben edebiyatı, bilim dalı olmaktan çok sanat dalı olarak ele alıyorum. Çünkü edebiyat, sınırı çizilemeyecek kadar geniş bir uzaya sahiptir; hem içerik hem biçim hem de sanatçının düş ve imgelem dünyası açısından. Bu üç alanda, sınırsız bir derinlik ve ulaşılamamış boşluklar vardır. Özellikle çoğu denememde belirtiğim gibi, sanatta keşfi henüz yapılmamış karanlık alanların gün yüzüne çıkarılması için proaktif olmak gerek… Eleştirmek gibi olacak ama gördüğüm kadarıyla, eğitim düzeyimiz ne olursa olsun biz, bazı kavramları tanımlamakta bile sıkıntı yaşayan bireyleriz. Özellikle yeni bir şeyler söylemekten kaçınmak, yapılmamışı yapmaktan korkmak gibi bir tutumumuz var. Türk edebiyatının Tanzimat döneminde batı tarzı içerik ve biçime yönelmesiyle; normali büyütmek, Batılının sanat görüşünü temel ilkeler gibi görüp taklit etmek, öykünmeyi normalleştirerek öğrenmenin en etkili yöntemi saymak gibi hastalıkları da beraberinde transfer etmişiz. Örneğin şairin hangi şairden etkilendiği, otobiyografide mutlaka yanıtlanması gereken temel sorulardan biri gibi düşünülmektedir. Özellikle ders kitaplarında tarihe damgasını vurmuş sanatçıların otobiyografilerinde kimi takip ettiği ya da kimden etkilendiğine ilişkin tespit yapılarak bunun maharetmiş gibi gösterilmesi dikkate değer bir durumdur. Bunlar öykünme kültürünün birer dışavurumudur. Biriciklik ve özgünlük ilkesine darbe vurarak, sanat değeri ve sanatçı niteliğini bilinçsizce aşağılamaktır. Özetlemek gerekirse “Ben” olmayı başaramamış bir kimse zaten sanatçı değildir. Bu yüzden sanatçının sanat yetisini, başka bir sanatçının sanat yetisinde aramak ya da onun sezgisini bir başkasının sezgisine atfetmek gibi bir durum, yanlış ve gereksiz bir genellemedir.

Şiir Sarnıcı (e-dergi), gerek bulut teknolojilerine gerek Milli Kütüphane kayıtlarına yüklendiği için yüzyıllarca kaybolmayacak bir dergidir. Ulaşımı oldukça kolay, sürekli el altında her an okunabilir bir dergi olma özelliğine sahiptir. Arama motorlarından ya da bağlantılardan kolaylıkla ulaşıp okuyabilir, üzerinde çalışma yapabilirsiniz. Üzerinde çalışmak isteyen okur istediği bölümü kopyalayıp alabilir. Ayrıca derginin tüm sayılarını PDF dosya formatında indirip saklayabilir, paylaşabilir. Emek dışında hiçbir masrafı olmayan dergimiz, salt okurlar içindir; maddi, manevi ve İdeolojik bir yarar gözetmeksizin… Tarafsız ve çıkarsız bir yayın platformuna ülkemizde yaşayan şair ve yazarların, tüm olanaklarıyla destek olmasını beklerdim; ne var ki dergimiz, yarar-taraf-popülarite kırıntıları içermediği için sessiz bir gecenin ortasında kendince ilerliyor.

 Mutlu ve esenlikli günlerde okumak, okunmak dileğiyle… 

Canan Sanlı
CEMAL SÜREYA’NIN ‘YAZMAM DAHA AŞK ŞİİRİ’NİN TAŞTİRİ 

"Oydu bir bakışta tanıdım onu"
Karmaşık ötesi çukur aynada
İliklerime kadar titreten esrik hayaliydi
Yırtılan zaman perdesinin kıyısında
"Nerden uzatmışsa tehna boynunu"
 
"Dünyanın en güzel kadını bu oydu"
Gözlerinden süzülen ışığı yakardı bedeni
Sözleri can alırdı sanki, hiç susmazdı
Rüzgârın terkisinde dağılan saçları
"Hep andım ne yaşanır olduğunu"
 
"En çok neresi mi ağzıydı elbet"
Sözlerin mühürlendiği an
Bedeni esir alan gülüşlerindeki tat
Bitimsiz aşkın dalgalarda
"Bir gider bir gelirdi işlek ağzı"
 
"Ah şimdi benim gözlerim"
Yılların sis'inde grileşiyor
Düşlerin kırmızısında üşüyor bedenim
Odamın ateşi ondan
"Gecenin horozu ondan"
                                   Karşıyaka, 10. 05.2024 

TAŞTİR: Divan Edebiyatında diğer ismiyle Klasik Türk Edebiyatında kullanılan bir nazım biçimidir. Beyitlerin iki dizesi arasına üç dize eklenerek yapılır.Uyak düzeni: aaaaa / bbbba / cccca / dddda ... şeklindedir. XVIII. yüzyıldan sonra örnekleri görülen taştir,  çok az kullanılan bir nazım türüdür.  


Canan Sanlı      
SEYYİT NEZİR: “İNSANIN BEYAZ KOKUSUNDA”   BİR KARARA” 

NOT: Bu deneme, daha önce Eliz Edebiyat dergisinde yayımlanmıştır. Yazarının isteği üzerine Şiir Sarnıcı’nda da yayımlanmıştır.

“Yenibütüncü şiir, hayat kadar dağınık, hayat kadar örgütlüdür. Venüs’ün ölümsüzlük gizi, insanın yaşama telaşıdır.”

Değerli şair-yazar Seyyit Nezir; üretken, verimli çalışmalarıyla yönettiği Broy Yayınevi, Üvercinka dergisi yayın yönetmeni, Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği başkanı olarak edebiyat dünyasında yer alan bir sanat insanı.

Seyyit Nezir, meslek hayatına Türkçe-Edebiyat öğretmenliği ile başlamış; daha sonraları edebiyat-şiir tutkusu güçlü gelerek öğretmenlikten ayrılmış. Edebiyat alanında yayıncılık hayatına adımını atarak birçok dergi yönetiminde yer almış. Ekim 1985'te Broy Yayınevi'ni ve Broy Şiir Dergisini kurmuş, daha sonra Şairin Atölyesi (1993) dergisini çıkarmış. 1988'de Broy Dergisinde arkadaşları Veysel Çolak, Tuğrul Keskin, Hüseyin Haydar, Metin Cengiz ile birlikte Yenibütüncü Şiir hareketini başlatmışlar. Broy Dergisinde yayımlanan Yenibütüncü Şiir, Marksizm'in ufkundaki bireyi amaç edinen bir Türk şiir akımı olarak edebiyat sayfalarında yerini almıştır.

Bildiri ile getirilen şiirin önerisinde; insandan, doğadan, yaşamdan ve bunların geleceğinden yana bir tavır geliştirilir. Emperyalizme ve kapitalizme karşı çıkılarak bireyin önemi vurgulanır. İnsanın kültürel yenilenmesinin yaşamın da yenilenmesi olacağına açıklık getirilir. Cemal Süreya, 999 Gün: Üstü Kalsın (YKY'de daha sonraki yıllarda Günler) kitabında «Hepimiz Yenibütüncüyüz.» demiştir.

İnsanın Beyaz Kokusunda adlı şiir kitabıyla 25. İzmir TÜYAP Kitap Fuarında (2023) buluşmuş, kitabın yazarı Seyyit Nezir'le de tanışmıştım. Kitabın sayfalarında gezinirken hemen ilk sayfada Yenibütüncü Şiirin Manifestosu ile karşılaştım:

Yenibütün: "Kendini Biriktiren Bireyin Şiiri, Yenibütüncü şiir, paranın büyüsünü bozmaya adanmış zekânın lirizmidir. Yenibütüncü şiir, politikayla barışık olmayan insani politikleşmedir. Yenibütüncü şiir, tragedyasında yetkinleşen bireyin diyalektiğidir. Yenibütüncü şiir, öz demek olan yaratma sürecinin etkinliğidir. Yenibütüncü şiir, yenilikte geleneği de sırtlayan süreklilikte kendine birikmedir. Yenibütüncü şiir, hayat kadar dağınık, hayat kadar örgütlüdür. Venüs’ün ölümsüzlük gizi, insanın yaşama telaşıdır. Yenibütüncü şiir, brooyyy kadar yerli, merhaba kadar evrenseldir. Yenibütüncü şiir, dilin öncü yorumunu, belirleyici imkân olarak yüklenir. (s. 7-13) (Veysel Çolak, Seyyit Nezir, Metin Cengiz, Hüseyin Haydar, Tuğrul Keskin, Broy Şiir Dergisi, Ocak 1988, sayı: 27)

“Manifesto; insandan, doğadan, yaşamdan, şiir sanatından ve bunların geleceğinden yana olmayı, bu konularda eylemli olmayı öneriyor. Emperyalizmin ve kapitalizmin yok ettiği bireyin yeniden yaratılması gerektiğine vurgu yapılıyor. İnsanın yeniden yaratılması, yaşamı da yenileyecektir. Manifesto, bu anlaşılsın istiyor.” (Veysel Çolak-Aslıhan Tüylüoğlu,  Yenibütüncü Şiirin Manifestosu, Klaros Y., s. 8)

Kitapta; insana, yaşama yönelik şiirlerin diyalektik eylemlerine tanık olmak için şiirlerle tanışıp söyleşeceğim şimdi. Kitabın içeriğini yansıtması açısından kitap adları önemlidir.  Kitabın adını alan “İnsanın Beyaz Kokusunda” bağdaştırmasının içeriği merak uyandıran bir söyleyiş... ‘İnsanın Beyaz Kokusu’, özgün ve kendine içkin çağrışımlı bir imge... İçeriğinin çok geniş anlamlarla örülü olduğu, şiirlerle söyleşince anlaşılıyor.  Ayrıca beyaz sözcüğü dikkat çekiyor. İnsana değer yüklenen bir söz olarak algılanabilir. İnsan, yaşamın merkezinde varoluşsal gerçeğin ta kendisi... Yaşam insanla, insan yaşamla varoluşsal diyalektik bütünlüğün içindedir.

Toplumcu gerçekçi bir şair olan ve şiirlerini bu bağlamda oluşturan Seyyit Nezir, şiirlerinde Yenibütüncü Şiir anlayışını yansıtıyor. Tragedyasında yetkinleşen bireyin diyalektiğinde yazıyor şiirlerini.

Kitapta söyleştiğim şiirlerden “Bir Karara” başlıklı şiiri yorumlamaya karar verdim. Bu şiiri yorumlamadaki amacım, Yenibütüncü Şiir Manifestosu’nun şiire yansıttığı eylemiydi. Nezir ve manifestoyu hazırlayan arkadaşlarının şiirle ilgili ürettiği düşünceleri yaşama geçirme aşamasındaki eyleme aldıkları "Her insana yayılmış somut ilişkilerin bireyde kabına sığmayan yoğunlaşmasından patlayan bu lirik başkaldırı", "BİR KARARA" başlıklı şiirin kadrajına sığıyor kocaman. Kapitalist sistemin işleyişindeki olguları vurgulayan şair karara nasıl geldiklerinin nedenlerini açıklıyor. Ben de şimdi kitabın ilk şiiri “BİR KARARA” (s.17-18) başlıklı şiiri yorumlarken  “Yenibütüncü” şiire giden yolda şiirin eylemine tanık olacağım. 

BİR KARARA

Biz biraz gecikerek geldik arkadaşlara
İpliğin evvel eski yufkadır kanattığı ve hep sonra
 
Biz sonra geldik, maden öndedir acısı pek
Dokuz çentik önde bizden ondaki göz, ısrara
 
Tel kalınlığında, orda dur, sesini tart
Bam telidir ezelî, usul gelen şarkılara
 
Yeni geldik ahımızla yüzün dokuz çentik için
Karları ancak yendik, bize anca geldi sıra
 
Birazdan kayısı da burda, demi devranımıza ibret
Nasıl sendeler bir çiçek damlasıyla; çürük ve kara
 
İşte geldik bir karara, arkamız vardır
Undan az önce geldik –şimdi o da burdadır– hamurda bir karara. 

1. Birimde:

“Biz biraz gecikerek geldik arkadaşlara
İpliğin evvel eski yufkadır kanattığı ve hep sonra” 

Yenibütüncü Şiir Manifestosu’nun oluşmasına katkı sağlayan olguların olgunlaştığı ve hazır hale geldiği şiir, eylemiyle meydandadır artık. Şiirin öznesi,  biz adılıyla şiire yükledikleri bu eylemin geç kalındığını vurgular. Şiire yüklenen işlev geçmişin hesabını sorgulayan düşünceyle eyleme hazırdır. Yufka sözcüğüyle yumuşak, üzgün, çaresiz kalmış, kapitalist düzene boyun eğen, haksızlığa uğrayan, yaraları kanayan bireyleri çağrıştırır. “Günümüz güncellik adına kayıp gidişin, yenilik adına yufkalığın kutsanmasıyla lekelidir. Hayatın karşımıza çıkardığı binlerce olayın görünüşteki sırasızlığı, sonu gelmeyen karmaşa, bitip tükenmez telaş; özgür ve zorunlu olanın çelişkiler bütünlüğünden sıçrayan özdür.” (s. 11)

2. Birimde:

“Biz sonra geldik, maden öndedir acısı pek
Dokuz çentik önde bizden ondaki göz, ısrara” 

Kapitalist sistemin sömürdüğü emekçilerin yaşamlarının maden facialarında ölümle sonlanması, duyarlı bireylerin bu acıları önde tutmasını çağrıştıran şair özne;  “Dokuz çentik önde” bağdaştırması ile Yenibütüncü Şiir Manifestosu’nu oluşturan 9 önemli maddeyi anıştırıyor. Şiirin gücünü ortaya koyan tavrı ve ısrarını şiddetle vurguluyor. “Şiir; her insana yayılmış somut ilişkilerin bireyde kabına sığamayan yoğunlaşmasından patlayan bu lirik başkaldırı, hiçbir bireyi ayırmaksızın herkese yönetilmiş bu gözüpek ve tok çağrı, bugün de zekânın ve yüreğin bireysel oylumdan çakan şimşeği olarak kendini yaşamın ön siperlerine adıyor: Çünkü maden ve ipek, başak ve mürekkep, ter ve buz, gül ve bakır sürtünmüştür. Öneriyor ve işe koyuluyoruz: Gün, ateşe atılış günüdür.” (s.7-13)  Yaşam karşıtlıkların diyalektiğinde bir bütün değil midir? İşte bu paradoksal vuruşların diyalektiğinde şiir eylemiyle insana, yaşama yönelik yeni başlangıçlar için zorlu savaşıma atılır: “Gün ateşe atılış günüdür.”

3. Birimde:

“Tel kalınlığında, orda dur, sesini tart
Bam telidir ezelî, usul gelen şarkılara” 

Şiir,  Yenibütüncü eylemiyle meydandadır. Bildiriyi halka duyurmak için “tel kalınlığında” gür, tok, kararlı ses gerekir. Ancak birilerinin sinirlenmesine, kızmasına neden olunacaktır elbet.  Bu her zaman, ezelden beri karşıt fikirlerin çatışmasıdır,  kaçınılmazdır. O bakımdan bildiriyi okurken sesi tartarak, bilinçli, kararlı, etkili olmak gerektiğini vurgular, şair özne. (…) “Bireyin tarihsel özgürleşme süreci, işte bu bütünlükte yaşanan sonsuz tragedyalar diyalektiğidir; tragedyasından çalınmış birey ona geri döndürülmeli, her türlü insani eylem bireyin tragedyasında somutlaştırılmalıdır.” (s. 9)

4. Birimde:

“Yeni geldik ahımızla yüz on dokuz çentik için
Karları ancak yendik, bize anca geldi sıra” 

Geçmişin, geleneğin izlerinde şiir üzerine geliştirilen kuramlar günümüze kadar sürmekte. Gelenekten modern şiire uzanan yollarda “Garip Şiiri”, “İkinci Yeni” şiir anlayışı bilinen şiir akımlarından... Şimdi ise üzerinde düşünülen yeni bir şiir kuramının, Yenibütüncü şiir anlayışının bilinmesi gerektiğini şiirin eylemine yükleyen şair öznenin “biz” adılıyla Yenibütüncü şiir kuramını kuran arkadaşlarıyla birlikteliğini vurguladığı düşünülebilir. Yine “dokuz çentik” bağdaştırması ile Yenibütüncü Şiir Manifestosu’nun dokuz maddeden oluştuğunu anıştırır. Ve artık sırası gelmiştir. Şiir,  Yenibütüncü kuramıyla, “yenilikte geleneği de sırtlayan süreklilikte kendine birikmedir”,  eylemiyle buradadır.(…) “Bugünkü insan, geleneğin içinde birikir ve geleneğin elverdiği boyuttaki bugündür. Tarih, bugüne insan için birikmesi ve geleceğe elvermesiyle vardır. Yeni olan, tarihten gelerek tarihe biriken insaniliğin gerçekleşmesidir.” (s. 10)

5. Birimde:

“Birazdan kayısı da burda, demi devranımıza ibret
Nasıl sendeler bir çiçek damlasıyla; çürük ve kara” 

Birimlerde ‘kayısı’ ve ‘çiçek’ bir simge olarak, iyiliğin, güzelliğin verdiği gücü, umudu çağrıştırıyor. “Çiçek damlası”nı Yenibütüncü şiir’e yükleyen şair özne,  umudun, gücün, inancın varlığını somutluyor.

“Yenibütüncü Şiir, brooyy kadar yerli, merhaba kadar evrenseldir. Günümüz insana kalıp sözlerde sürgünlüğü yaşatıyor. İnsandan koptuğu yapay biçimleri hızla yaygınlaştırarak, yaşamı terk ediş sürecine sokulan söz, toplumsal ilişkilerin en dar bölgelerinde küflenmeye atılıyor. (…) Yaşamın öncü yorumu, dilin de yavanlıktan bireysel yeni kullanımlara imgelenmesiyle olanaklıdır. Kurtuluşunu sözcüklerde billurlaştıramayan birey, yaşamda asla yaratamaz.” (s.11-12)

6. Birimde:

İşte geldik bir karara, arkamız vardır
Undan az önce geldik- şimdi o da burdadır, hamurda- bir karara." 

Toplumsal olguların karşıtlığında diyalektik birliktelik, bütünlük vurgulanıyor. Şair; mecaz yoluyla şiirin eylemini somutlar. Un hazırlanmış, içine aktarılacak malzemeler işlenmiş ve yoğrulmaya karar verilmiştir. Şiir, Yenibütüncü hareketiyle buradadır artık. “Yenibütüncü şiir, hayat kadar dağınık, hayat kadar örgütlüdür. Venüs’ün ölümsüzlük gizi, insanın yaşama telaşıdır. Günümüz, özgünlüğü yerellikle, gerçekliği evrensellikle takas yanılgısındadır. Birey, yaşadığı somut ilişkilerin diyalektik bütünüdür.” (s. 11)

Seyyit Nezir’in “İnsanın Beyaz Kokusunda” adlı şiir kitabından “Bir Karara” başlıklı şiiri kendimce Yenibütüncü Şiir Manifestosu öncülüğünde yorumlamaya ve şiirin götürdüğü yolda Yenibütüncü şiirin içeriğiyle de buluşarak anlamaya çalıştım.

Şair, şiir düşünürü, Yenibütüncü şiir akımının mimarlarından Veysel Çolak, “Şiir yaşamın diyalektik toplamıdır”, der. Yenibütüncü şiir anlayışı da yaşamdan, insandan yana diyalektik işlerlikte kendini biriktiren bireyin dirimsel şiiri.

 Seyyit Nezir bir söyleşisinde; Manifesto, şiirimizdeki kireçlenme ve sancıdan kurtulma çabasıdır” der. (…)  “Yenibütüncü Şiirin Manifestosu’nu yayımlayan beş şair, bunun klasik anlamda bir manifesto olmadığını; gerek toplumsal yaşamda, gerekse sanatta hak ettiği yeri ve tanımı bulamayan bireyin, günümüzde toplumsal yaşamdaki yerinin ortaya konmasını ve altının çizilmesini amaçladığını belirtiyorlar.” (Bülent Berkman-Seyyit Nezir’le Söyleşi, Milliyet Sanat Dergisi, 1 Şubat 1988; Veysel Çolak-Aslıhan Tüylüoğlu, Yenibütüncü Şiirin Manifestosu, Klaros Y., s. 118 -125)

Son olarak, kitaba adını veren “İnsanın Beyaz Kokusunda” (s. 29) başlıklı şiirden anlamlı kısa bir birimle değerli şair-yazar Seyyit Nezir’in sesine kulak verelim: “Sonunda oraya geldin, insanın iyi kokusuna / Buluşma kokusuna garlardaki, tazelik kokusuna / İnsanın ilk kokusuna, tutuşan ellerin kokusuna / Dereotunda, pazende, tezgâhta, ilk vakitte/ Bütün vakitlerde mutluluğun önüne, acının ortasına / Parmak uçlarındaki o cömert kokuya / O henüz çekilmemiş fotoğrafın arabına / Mürekkep unutmuştu onu çünkü, oraya geldin / Mürekkebinle – kal orda.”   

“Şiir tarihin orta yerindeki insanın çekirdeğidir.” Selam olsun!    Karşıyaka, 22.01.2024

Kaynak: Seyyit Nezir, İnsanın Beyaz Kokusunda, birinci basım, Broy Y., Kasım 1999; ikinci basım: 1993, birinci basım: 1988. 


Nurbanu Kablan
EYLÜLDE GİDİLMEZ

 -l-
Azalıyorum uzaklaştıkça adımların
açık bırakma kapat kapıyı
duvarlara vurulmuş bir kurşun
kalemin kara bahtıyla çiziliyor
ruhumun ince endamı
 
Ah gidilir mi eylülde sevgili
yaprakların senfonisiyle
mırıldanırken şarkısını rüzgâr
vuslatıdır ergen çocukların eylül
-sen beni ergenken sevmiştin-
kül mü yağacak şimdi anıların
güllerle donanmış bahçesine
 
-Kestaneler, gürgenler, palamutlar
biz olmasaydık okul sıralarında
kimin umurundaydı tüm güzelliğini
sonbaharda sergilemiş ormanlar-
 
Ortaokul sıralarında oturan anılar
hoca sınıfa girdiğinde ayağa kalkacak
yoklama yapılacak -en çok kim ağlayacak
deftere not düşülecek -devamsız en güzel anılar
hoca şaşkın gözlerle bakacak
dilinde sitemin destanı yazılacak
“çocuklar daha eylülden başlıyorsunuz
firar etmeye kuyusundan zamanın”
 
“Haydi okul bahçesinde toplanın
ayrılığın anma töreni yapılacak
önce “Milena’ya mektuplar” mevlüdü
sonra Mehmet Rauf’un “Eylül”ü okunacak
ateş yakılacak Kafka’nın ruhuna
el fatiha aşkın rüzgarına”
 
-Hocam benim anılarım çok taze
fırından yeni çıkmış kokusu dağılmamış
saçlarımdaydı buhurdan elleri-
“Çocuğum buharı üstünde bir aşkın
ocağını söndürmek ateşe ihanettir.”
 
-ll-
Ah gidilir mi eylülde sevgili
meğer sevmişim uçarı ellerini
gitme diyemem, gömleğini bırak
kokular yazılmamış destanıdır aşkın
açık bırakma kapıyı kapat
kaldırıp atayım miyop camlı gözlüklerimi
 
-Toprağı bol olsun Özdemir Asaf’ın
 
Uçurum olur ağzın ayrılığı söylerken dilin
boşlukta sallanır ruhumun gözleri
hep sustuğun gibi sus bir şey söyleme artık
daha, fiyakalı anılar taşıyacaktık şimdiye
köprülerinden geçmiş zamanın
ben hiç bilmedim yıllarca beni nasıl sevdin
 
“Çocuklar tören bitti dağılın şimdi sınıflara
matematikte pi edebiyatta Fuzuli
bir tek ruhun coğrafyasını anlatırım
Dostoyevski de ağır gelir şimdi size
en iyisi dersi bırakın bir kenara
gizli gizli sevmeyi öğrenin
anılar biriktirin kalbinizin cebinde”
 
Ah gidilir mi eylülde sevgili
hep beklemişken eylülde dönüşümü…

 

Yaşar Özmen
KENDİMİZE BİR MASAL ANLATMALIYIZ 

NOT: Deneme, Ç.Türk Dili Dergisi Eylül 439. Sayısında yayımlanmıştır.

Yazın yolcularının inançlarını, duygularını ve kabullerini yıkmak istemem ama belirtmem gereken bir kaç durumu da yazmadan geçemeyeceğim. Konumuz; şiir, edebiyat daha genel söylemle sanat ise oturup biraz geçmişimize sonra da ayrıntılı günümüze bakmak zorundayız. “Görünen köy kılavuz istemez” diye bir atasözümüz vardır. Şiir ve yazın sanatının kapalı yanlarını görebilmek için veriye dayalı değerlendirme yapmalıyız; kulplu önyargılarımızı bertaraf ederek... Bilim, sanat ve insanlığın evrensel olduğu düşüncesinden hareketle; veriye ve deneyime dayalı bilgiye yaslanarak...

Pek çok konuda doyuma ulaşmış kuşaklar olarak bizler, göğsümüz kabararak şiirimizden, edebiyatımızdan, sanatımızdan haklı olarak söz etmek istiyoruz. Tarihin sayfalarına ayrıntılı baktığımızda, kayıt altına alınan dönemden (7. yy’dan) bu yana yeni imgelem olanaklarının önünü açmak yerine hep öykünme, diğer adıyla taklit denizinin içinde var olmaya çalışmış bir geçmiş var elimizin altında. En yakın örneği, Arap ve Fars kültürünün etkisiyle yaratılan divan edebiyatı. Tarih öncesi Köktürk ve Uygur alfabesi varken Türkçeye uygun alfabe bunca yıl oluşturulamamış. Haberimiz bile olmamış böyle bir alfabenin varlığından. En sonunda zorunlu olarak Latin alfabesi uyarlanmıştır. Günümüzde akademisyenlerin deyimiyle “Batı kültüründen etkilenen Türk Edebiyatı” gibi eleştiriden ödül sistemine kadar daha pek çok konuyu, savıma örnek olarak verebiliriz. Bu gerçeği, hamaseti ve güdülenmiş aidiyet duygusunu bir kenara koyarak kendimize itiraf etmek zorundayız. Bilgi evrenseldir; ırk anlayışı, kutuplaşmış siyasi yaklaşım, inanç, öğrenilmiş aidiyet algısı bir yere kadar geçerlidir. Bugün, gerçekle yüz yüze gelmek için bilginin evrenselliğinden yola çıkıp veriye dayalı değerlendirme yapacak birikime sahip olduğumuzu düşünüyorum.

Derin bir kültüre ve köklü geçmişe sahip bir toplum olarak neden edebiyatta öncü konumunda olamadık? Geçmişimizde edebiyatın çoğu türünde yapıt üretmiş bizler,  neden roman, şiir, öykü bilgisini transfer yoluyla öğrenmek durumunda kalmışız? Açık söylemek gerekirse ben, sanat ve edebiyatımızın, bizim dışımızdaki kültürlerin etkisi altında taklit ve öykünme biçiminde gelişmesini, transfer bilgiyle dönüşmesini sağlıklı bulmuyorum. Böyle bir yaklaşımı, böyle bir beklentiyi dahası diğer kültürlerin bilgi varlıklarından nemalanma tutumunu sevmiyorum ve bu tutuma tamamen karşıyım. Hatta kendi kendini ve sahip olduğu kültür varlıklarını aşağılamanın ustaca hazırlamış renkli bir kılıfı olarak görüyorum. Elbette sanat, güneş ışınlarına benzer; yansıdığı bölgeyi kendi rengine çevirir. Bilgi de öyle; kolay yayılır. Zaten bu yüzden sanat evrenseldir diyoruz ya… İnsan bilinci ve beğenisine göre doğruluk ve uygunluk değeri yüksek olan kavramlar, din-dil-ırka bakılmaksızın genellik taşıyan durumlardır.  Dolayısıyla yerel ya da evrensel olduğunu varsaysak bile genellik taşıyan insan algısı, sanat yapıtının içerik ve biçimine yön verir. Yoğun iletişim ortamında da, en Batı ile en Doğu arasındaki mesafe küçülerek sanatta biçim ve içerik en uygun olana yönelir. Ülke geneline ve önde gelenlerin anlatımlarına baktığımızda, ne yazık ki lisans eğitimi ders kaynakları dâhil, öykünme ve tarihlendirme dışında bir şey yapmamanın açık örneğini oluşturan bir süreklilikle yüz yüzeyiz. Sonuç olarak her sanat dalı dünya üzerindeki etkinliklerden etkilenir; ne var ki bizim yaptığımız gibi kendi ufkumuzu köreltip başkalarının ufkunda rota aramak bana çok aşağılayıcı bir durum geliyor. Biraz ayrıntılı baktığımızda bu durumun bugün de sürekliliğini koruduğunu görüyoruz. Söylemeye çalıştığım şey; bilginin genelliği ve bilimin evrenselliği çerçevesinde daha özgün, yaratıcı, yön verici, bilgi üretici ve izlenir olabilecek donanımlı insan gücüne sahibiz; ne yazık ki bu gizil gücü kullanamıyoruz. Birincisi, bunun nedenlerini araştırmamız gerekir. İkincisi ise, isterseniz sağduyumuzu yanımıza alıp kişisel olarak enine boyuna ayrıca sorgulayalım. Var olandan değil; sanat adına bugünkü bilgi varlıklarımızla var olması gerekenden yola çıkalım… Elbette var olması gerekenden yola çıkmak, altyapı ve öngörü gerektiren bir durumdur. Bu durumun üstesinden gelmek için özgüven dışında; altyapı, öngörü ve sezginin insanımızda var olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Diğer taraftan sanatın özü ve estetik tavrı; biriciklik, özgünlük ve duyumsallığın içinde var olan bir olgudur. Bir yerlerden bilgi transferi yapmak yerine kendimiz sanat bilgisini üretmeyi denesek, en azından bu anlamda baksak şiire, öyküye, romana… Örneğin şiirin, keşfi tamamlanmamış çok fazla kapalı alanı var. Ne var ki akademik eğitim de dâhil, şiirin tarihsel bilgisi üzerinde çalışmak dışında yaratıcılık ve gelişim yönüyle ilgilenen sağlıklı kaynak ya da eğitim ortamı bulmak zor. Yapılmışı tarihlendirmek akademik eğitimin asıl işi değil kanımca… Onun işi, tarihsel bilgiyi irdelerken konunun felsefesinden yola çıkarak açılmamış alanların yolunu açmak olmalıdır. Dahası bu anlamda insan yetiştirmektir. Bu yaklaşımda olmadığımız sürece -ki olmamış- akademik personel dâhil şiirin önde gelenleri, gelecek için sağlıklı bilgi üretemezler; bilgi transferi yapmak dışında katkıları olmaz. Örneğin günümüz şairlerinin kitaplarını inceleyip şiir düşünceleri hakkında sıradan yorum ve çıkarımlar yaparak makale yazdığını sanan, deneme türü metnini makale türü adı altında hakemli dergide yayımlattığını söyleyen, hakemli derginin de bu yazıyı makale diye yayımlaması gerçekten üzerinde ısrarla konuşulması gereken bir konudur. Makaleyle deneme arasındaki mesafeyi henüz kavrayamamış bir eğitim altyapısına mı sahibiz, diye sormadan geçemeyeceğim. Abarttığımı düşünmemeniz için bir örnek daha vereceğim: Tarihe dönüp baktığımızda İlk Türkçe yazıların (Göktürk, Uygur Metinleri, Yazıtları) çözümünü bile Türkçe konuşmayan insanlar yapmış. Türkçe konuşan ulusların akademisyenleri bunları sonradan duymuş ve henüz bir şeyler kopya ederek sınırlı da olsa bizleri bilgilendirmeye çalışıyorlar. Ulusalcılık ya da ırkçılık yaptığımı düşünmeyin lütfen; biraz geçmişe tarafsız baktığımızda önemli bir sıkıntının varlığını, bugün bile tuttuğumuz yol ve yöntemin işlerlik derecesinin ve işlevinin düşük olduğunu görebiliriz. Ayrıca edebiyat alanında akademik eğitimin çerçevesine baktığımızda bir şeylerin eksik ve bilinçsizce uygulandığını görüyoruz. Örneğin, edebiyat bir sanat ve aynı zamanda bir bilim dalıysa –ki ders kitaplarında öyle yazıyor- estetik bilimini okumayan bir edebiyatçıdan bir yapıt hakkında yorum yapması ya da edebi bir yapıt üretmesi ne kadar sağlıklı olabilir? İçerik ve biçem hakkında nasıl bir tavır almasını beklersiniz? Eleştirmen veya edebiyat eğitimcisinin, edebiyatın estetik değeri konusunda yorum yapabilmesi ne kadar bilimsel olabilir sizce? Bütün bunları önümüze koyup daha ayrıksı ve yaratıcı bir çıkış noktası belirleyebiliriz. Hem siyasi hem de insan kaynakları olarak, genel ve bilimsel önlemler alınmazsa eğer çok iyi bir sonun beklemediğini şimdiden söyleyebiliriz.

Anlamsız bahaneler üretmenin bir yararı yoktur. Siyasi yönelimlerin hatta ideolojilerin bile ithal olduğu kanıksanmış bir anlayışın gölgesinde varlık bulmaya çalıştığımızı yadsıyabilir misiniz? Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Mustafa Kemal, kısmen özgün bir model uygulamaya çalışmış ne var ki biz çeşitli bahanelerle kazanımların altını boşaltmışız ve boşaltmayı sürdürüyoruz. Beynimize nakşedilmiş ithal kültürün pas kokuları altında aydınlığı çıkmaza nasıl sürükleriz, çabalıyoruz. Geçmişi başkalarının ağzından dinliyoruz; bu günü, popülist uygulamaların kurbanı edip gelecek kaygımızın olmadığı bir rahatlıkta yaşıyoruz. Üniversiteye gitsen, kahveye gitsen ya da rastgele bir toplantıya katılsan, görüyorsun ki herkes o kadar bilgili ki hiç kimsenin diğerinin bilgisine ihtiyacı yok; herkes her şeyi biliyor. Buna karşın, özgünlük ve biriciklik ilkesini koruyan ortada üretilmiş gözle görünür bir değer yok sayfaları karıştırdığımızda… Gerçekliği ve uygulanabilirliği düşük öykülerle bilim yaptığımızı düşünüyoruz. Fen bilimleri için aynı şeyi söyleyemem ama özellikle edebiyat gibi sosyal bilimler alanında hikâyeden öte elle tutulur, dişe dokunur bir sonuç görmediğimizi fen bilimlerinde lisans sosyal bilimlerde yüksek lisans deneyimime dayanarak söyleyebilirim.

Tarihteki ilk yazılı kayıtlardan 18. yy’da haberdar olunması, 18 ve 19. yüzyıllarda yaşamış ve günümüze eser bırakmış pek çok sanatçı hakkında bile sağlıklı bilginin yokluğu, yukarıda açmaya çalıştığım konuyu farklı açıdan destekleyen örneklerdir. Kayıt tutmadığımız gibi, sanatın felsefesine ilişkin küçük bir açılım gösteren belli başlı kaynağımız olmamış… Varsa bile dünyanın modern sanat dönemine geçtiği zamanın berisindeki kayıtlar; onlar da bir yerlerden alınmış, kopya edilmiş ya da derlenmiş bilgiler… Örneğin, Divan Edebiyatının felsefesi, tamamıyla transfer bilgiyle derlenmiş. Her alanda olduğu gibi sanat dallarında da tarihsel bilgi büyük öneme sahiptir; yadsımıyorum. Ancak, tarihsel bilgiyle uğraşacak kurumlarla bilgi üretecek kurumlar ve görevleri farklı olmalı. Bana göre bilgi üretebilecek kurum olarak en başta geleni fakültelerdir. Gördüğüm kadarıyla halen öğrencisi olduğum fakültenin, bilgi üretmesi şöyle dursun bilgiyi doğru transfer etmekte bile sıkıntı yaşıyor. İdeolojik algısı, inancı ve kabullenilmiş aidiyeti çerçevesinde bireysel bilgi aktarımı söz konusu… Örneğin Hoca Ahmet Yesevî’nin hurma rivayetinde olduğu gibi şehir efsanesini keramet adı altında öğrenciye gerçek bir olay gibi sunarken bir akademisyen oturup düşünmelidir. Yazım ve imlemeyi doğru kullanamayan, güncel olmayan bir dille konu anlatmaya çalışan, şehir efsanelerini ders kitaplarında gerçekmiş gibi öğrenciye sunan, öykünmeden öte geçmeyen çıkarımları örnek versem, sanırım içiniz acır; benim acıyor.

Karamsar bir tablo çizmek yerine daha ılımlı ve iyi yanlarını gösteren bir hava yaratabilirdim bu denemede. Yapılmışı hor görmek ve geçmişte hiçbir şey yapılmamış gibi bir anlam oluşturmak istemem, bunca yıllık birikimi de bir kenara koymuş değilim; okurda böyle bir kanının oluşması da çok sağlıklı değildir, farkındayım. Evreni ne kadar geniş ve ne kadar derin okuyabilmişsek o kadar da yeni ürünler vermişiz.  Edebiyat sanatının gerçek dünyayla ilişki kurmasını ve gerçekle kurduğu ilişkide Ahmet Cevdet Paşa, Münif Paşa ve Şinasi gibi dönüşüm çarkının dişlilerini, Fikret’i, Nâzım’ı yok sayamayız elbet; bayrağı onlardan teslim alan kuşakları da… Ne var ki ben bu metinde var olandan değil var olması gerekenden yola çıkıyorum. Örneğin yapılmışı inceleyerek/açığa çıkararak unvan alan akademisyeni değil; yapılmamışı yani yeniyi üreten akademisyenin unvan alabildiği; hak eden yapıtın ödüllendirildiği bir sistemden; sanat ve eğitim ortamından söz ediyorum. Bu ortam nasıl oluşturulur; genelin kolaycılık anlayışı, kopi-pest tutumu, popülist yaygınlık, asılsız övgü, yeterlilik düzeyi düşük hak edilmiş unvan, gerekçe açıklamaktan aciz kurulların sanat ödülü vermesi gibi pek çok aksaklık nasıl önlenir; çok kolay bir değişim ve dönüşüm gibi durmuyor. Bedel ödenmeden de böyle bir dönüşüm ve değişimin olamayacağını biliyorum. Yine de iyi düşünmek, doğrunun, iyinin yerini bulacağına inanmak gerek… 

Edebiyatın temeli masallarda gizlidir. Hatta şiir, masalların üzerine bina edilmiştir; aslında edebiyatın her dalı… Toplum olarak kendimize bir masal anlatmalıyız. Çünkü masallardaki düş ve imgelem olanakları, inanın sahip olduğumuz bilgiden çok daha fazla kullanılabilir bilgi üretme gizilgücüne sahiptir. Belki o zaman yukarıda sözünü ettiğim sıkıntıların ayırdına varırız ve yavaş yavaş transfer değil, bilgi üretmek için kolları sıvarız. En azından akademik eğitimi, şöyle sağından solundan silkeleyerek niteliğini artırabiliriz. Yönetici olarak bulunmadığım sadece öğrenci olarak bulunduğum fakülteler hakkında daha somut bilgi vermem çok olası değil, ayırdındayım. Ne var ki ulusal ve uluslararası istatistiki veriler, yurdun dört bir yanına dağılan insan kaynakları; ele alınır, dişe dokunur bir sonucun olmadığını bize gösteriyor zaten.

Bu sorunları dile getirmekteki amacım, sanatın özelde edebiyatın yolcularını uyarmak ya da kulaklarına su kaçırmak değil. Günümüze kadar kazanılmış değerleri ve birikimi yok saymamız da olası değil. Yaratıcı ve yeni bilgiler üretebilecek gizilgüce sahip olduğumuzu, donanımlı insan gücümüzün varlığını bir kez daha vurgulamak istiyorum. Genlerimize örülmüş o sisli dünyanın pasından kurtulmanın ve evreni daha sağlıklı okumanın bir yolu olmalıdır. Aslında herkesin bildiği, her ortamda tartıştığımız ama uygulamada gerçeğini göremediğimiz alışılıp sıradanlaşmış sorunları dile getirdim bu denemede. Bu sorunları, çok yakında yaşadığımız acıklı darbede olduğu gibi, bilmedik duymadık gibi bir durumun oluşmasına karşı gelecekte sıradan bir anımsatma olsun düşüncesiyle kayıt altına almak istedim. Umarım yakın geleceğimizde tekrar tekrar üzerinde düşünülecek alışılmış bir durumun görünürlüğüne katkı sağlamışımdır. Kendimize öyle masallar anlatmalıyız ki her birey, o masalların yumuşaklığında büyüsün ve gerçeğini yaşayacağını duyumsayabilsin… 10 Ağustos 2024 


Osman Akçay
GEL 


Sensiz gecelerim inan ki hicran
Kimseye kalmamış geçer bu devran
Yuvamız dağıldı ocağım viran
Beklerim camlarda koşa koşa gel
 
Çektiğim çileler binleri aştı
Hasretlik yüzünden pusulam şaştı
Gözümde nehirler bendini taştı
Kurulan setleri aşa aşa gel
 
Baharda çiçektir bütün ağaçlar
Yeşile bürünür tepe, yamaçlar
Gönlüne girmeyi kalbim amaçlar
Naz yapma sevdiğim coşa coşa gel
 
Gözleri doğuştan kara sürmelim
İkimiz birlikte yaşam sürelim
Kederi tasayı hepten gömelim
Kimseye sormadan taşa taşa gel
 
Okurum hasretle şiir beklerken
Sevdalı dizeler yolun gözlerken
Duygulu kalbimden altın damlarken
Ayrılık hüznünü yaşa yaşa gel

 

Serkan Savaşeri
KORONA GÜNLERİNDE AŞK


Her yerden çok uzaklara giden bi'gemi;
sarı bayrağımızı çekelim, gel, sevgili!
Haydutlar kol geziyor sokaklarda, maskeli
            Kimse yüzüne bile
                          bakmıyor artık kimsenin
Bi kibrit çaksa biri belli ki bi’şeyler
                                      infilak edecek
Her yanımız tehlike her birimiz temkinli
 
Her şey değişti bu şehirde… bi zombi 
          filminin içindeymiş gibi
Anlamak çok zor ancak hangimiz ölü
           gerçekte, hangimiz diri
Bi’şey yapmalıydı artık biri zaten
canlısında iş yok, cansız, şöyle tek hücreli
ki görelim uykularımızdan uyanıp
                               şu gerçek hâllerimizi
Aklı başında her öğreti
‘Bildiğin ne varsa unutmalısın,’ der
Unutmalı belki de bunları bile şimdi
                Neyin ne olduğunu
Kimin kim olduğunu öğrenme
        –sözcüklerin tükendiği yerde–
nedenleri, nasılları sindirme vakti
Hanımlar, beyler!
Kolonya bedava bugünlerde
bol bol dökünmeli.” 


Şahizer Senem Telli
ACIMASIZ 

“Çek arabanı şuradan! Topumuz çarpıyor, oyunumuz bozuluyor.”

“Şşşt… Oğlum deme öyle, ayıp!”

“Ne ayıbı ya? Onu getirip buraya bırakana ayıp.”

Atleti terden ıslanmış, iri yapılı çocuk hışımla ağacın altındaki arabaya doğru gitti. Ayağıyla frenlerini indirip sarsa sarsa oyun alanının yanındaki ağacın gölgesinden uzaklaştırdı, tekerlekli sandalyeyi. Sarsıntıdan üstündeki çocuğun bedeni sağ tarafına doğru pelte gibi yığıldı. Ağzından akan salyalar toprak zemini ıslatırken bağırıyor, anlaşılmaz sesler çıkarıyordu.

“ Kes be!” diye çocuğu tersleyen iri çocuk önde; arkasında da oyundaki tüm çocuklar koşturuyorlar ama onun hızına erişemiyorlardı. İriyarı bu çocuğa ilk defa karşı gelme cesaretini gösterip iki koldan hızlarını arttırarak koştular. Onun hoyratça sürdüğü arabanın önüne geçtiler. Gözleri kırmızıya kesmiş, alnından akan terleri diliyle yalayacak kadar kendinden geçmiş çocuk, tekerlekli sandalyeyi, karşısında duran arkadaşlarına rağmen sürmeye devam etti. Kiminin bacağını yaraladı, kiminin kolunu ama dirence karşı gelemedi, durdu. Sağına soluna bakınıp, eliyle açılın işareti yaptı. Kimse kıpırdamayınca hareketini yineledi.

“Hepinizi kırıp dökmeden çekilin önümden!”diye bağırdı ama karşısındakiler, ne bir ses verdiler, ne de kıpırdadılar.

Arabadaki çocuk, kusuyor, kelimeler ağzının içinde boğuluyordu. Tüm çocuklar onun arabasına iyice yaklaşıp çevresini sardılar. Çocuğun vücudunu düzeltip oturmasını sağladı biri. Başka biri de terli atletini çıkarıp ağzını, boynunu, göğsündeki kusmuk artıklarını sildi. Onlar bunu yaparken iri çocuk, şaşkındı. ”Bana karşı mı geliyor bunlar?” diye düşündü.

“İşiniz bittiyse gelin hadi, maça devam edelim, “ diye el etti.  Çocukların kılı bile kıpırdamadı. Top zıplattı, boş kaleye şut attı, topa çalım atarak koştu… Başı öne eğik kendi kendine oynarken göstermemeye çalışarak yan gözle diğer çocuklara bakıyordu. Bir süre böyle devam etti. Olmadı, tek başına zevk alamadı oyundan, topu yerden koltuğunun altına alıp ağaca doğru yürüdü. Laf attı, soru sordu, arabadaki çocuğun saçlarına dokundu. Yok! Kimse onu görmüyordu.

“Ne yani, bu sakat çocuk yüzünden benimle küstünüz mü?” diye abartılı bir kahkaha attı. Komut almışçasına tüm başlar ona çevrildi. Kaşlar çatık, suratlar ekşi ona dik dik baktılar. “İyi be! Ne haliniz varsa görün,” deyip yere tükürdü. Topu oyun alanına doğru atıp, peşinden baktı bir süre.  Kimse kendiyle ilgilenmeyince yerdeki taşlara ayağının ucuyla vurarak başı önünde uzaklaştı oradan.

Onun gitmesiyle çocuklar arasında bir rahatlama, kıpırdanma başladı. Kimi terli atletini çıkardı, kimi başından aşağı su döktü. Hemen hepsi terli ayaklarını havalandırmak için ayakkabılarını çıkarıp koydular yanlarına. Ağacın altına bir huzur gelmişti, tüm çocuklar yayılarak oturdular rastgele. Sonra da tekerlekli sandalyedeki çocuğa çeşitli sorular yönelterek onu tanımaya çalışıp meraklarını giderdiler. O da tane tane konuşmasıyla yanıtladı.

Ağacın gölgesi uzamaya başladığında çocuklar arasında bir kıpırdanma başladı.

“Eve gitme saati geldi. Yeltenin arkadaşlar” dedi grup lideri.

Yavaş hareketlerle giysilerini ve ayakkabılarını giymeye çalışan çocuklara hüzünle baktı tekerlekli sandalyedeki çocuk.

Onun burulduğunu sezen çocuklardan biri;” Tarif edersen seni evine bırakırız, hep birlikte” dedi. Yüzündeki kocaman gülümseme gözlerinin içine de yansıdı.

”Sahi mi?”

Hep bir ağızdan, “Götürürüz tabi” dediler.

Kızıl saçlı, çilli çocuk mızıkladı. “Yaaa… çok güzeldik böyle; ayaklarımız çıplak…” dedi.

Grup halinde tekerlekli sandalyenin arkasından yürüyorlardı. Yeni arkadaş edinmenin, kabul görmenin verdiği mutluluğun yüzündeki yansımalarını göremediler, sandalyedeki çocuğun. Urla, 2 Temmuz 2021 


Mehmet Rayman
BOŞ KOVA 

aynı şeylerin tutkusu
bizi bağlamaz uzun süre
geçerken dokunmuşuz hepsi bu 
bakın yüzük parmağım boş
 
bakın güneş yükseliyor
suların engini gönlümün bahçesi
çiçeğimi seviyorum olduğum yerde
bir kırgınlık olmasın diye
 
güllerimiz yalnızlık çekiyor
sabah erken koyulmuşlar yollara
kimi yalın kimi daha gece
benim etkilendiğim sarı çiğdem
gelin gitmiş büyük şehire
 
esinlere doğru yürüdüm
içim mahzen şarap kuyusu
dışarı taşan suların sarnıcı
ay kapsamında kalmış
çevresi kutup yıldızı
 
suçlu değilsin artık
bilmediğini bilenlerin hatırı sayılır
sabır taşı desenli bu yolların
geleni gideni güven duygusu
bizim üşüdüğümüz rüzgarın sarmalı
kendini bırakmış dağdan aşağı


Yaşar Utku 
BÜYÜLÜ GERÇEKLİK

 
güle güle büyülü gerçeklik
yeniden göç başladı
sahipsiz bir sabahın
dişi sıkılı cansızlığına uyanırken
gözlerin
içine göç ediyor insanlığın griliği
güneşi kusuyor sabah
yukarı akan su kenarlarında bekle
zıt yönde açan nergisleri 
boynuna as 
fişlendiğin her günü
ateş böceklerinin yanık türkülerini
vadilerde biriken tarihe söyle 
içini kemiren yaşam boyu uyumsuzluğu
her renkten bayrağa resmet
kandil aydınlığında kamaşan gözlerini güneşe aç
terli tarih sayfalarını elle
naftalin kokusu bürüsün çıplaklığını
soru işaretli yerleri işaretle
noktalı yerlerde durmadan
soluğunu dinle yüreğinle yılkı atlarının
sahipsiz sabahlarda uyut başını
ebegümeci adamotu fesleğen… suyuyla yıka
akıl bahçeni
aşk ve kavganın sıcaklığında kavur
inatçı düşlerini
gelecekte ya da öteki günlerde 
asırlık ağaçların gölgesi uzar önünde
kaç gün daha dolanırız güneşin etrafında…  


Zeynel Güney
ZALIMLIK, ÇIĞI GÖRENE KADAR       

Zalım Avcı, kömür karası suratı ve suratının orta yerini kaplayan pala bıyığı, fayton feneri misali iki kocaman gözü ile çocukların görünce kaçıştığı biriydi. Serçeye bile kurşun atmasıyla ünlüydü. Düğünlerde cirit havası çaldırır ve atıyla birlikte oyunlar oynardı. Hemen ardından atına atladığı gibi köyün düzlüğünde döne döne at koştururdu. Sonra masaya döner birkaç duble mezesiz yuvarlar, yerinden kalkar, çalmasını istediği havayı zurnacının kulağına fısıldar ve güzel güzel halay çekerdi.

Asıl adı Kadir olan bizim oğlan Zalım ününü şöyle aldı: Bir gün derede bir ayı ile karşılaştı. Ayının gözünün içine pis pis baktı. Hayvan da bunu tehdit algıladı ve saldırdı. Boğuşa boğuşa dere suyunun içine girdiler. Bizimki bir ara can havliyle avazının çıktığı kadar bağırdı. Birkaç kez onu kündeye getirip derenin soğuk suyundan yutturdu. Ayı belaya çattığına karar verdi ve ardına bakmadan kaçtı. Bu durum çevrede duyulunca adı Zalım Avcı’ya çıktı. Bir ayağı aksak yürüyordu ve sağ kolunda diş yarası vardı. Vücudundaki yaralar, ayıyla kerhen yapılan güreşin izleriydi. Ayağında ve kolunda taşıdığı derin yaraları elbisesini sıyırıp çevresindekilere gösteriyordu. Kimi görse “Ben ayıyla boğuştum, tırstı, dayanamadı. Kaldırdım yere vurdum. Derenin suyuna bastım, leğen dolusu su yutturdum. Ayı pes etti. Bastı gitti…” diye anlatır, övünürdü.

Kar kuşakta bir gün, tazısı yanında, keklik avına gitti Zalım. Kışın tek başına avcılık zordur ama yanında can yoldaşı vardı. Önce kayalık bir yerden geçti. Kayaların çoğu nerdeyse kardan görünmüyordu. Kavak, söğüt, meşe dallarının üstü kar yığılmıştı ve onun ağırlığıyla kırılan bazı ağaçların dalları yerdeydi. Karın teslim aldığı bu görüntüler ilgiyle bakan gözlere görsel şölen sunuyordu. Epey yürüdükten sonra meşeliğin azaldığı alaz yerden bir zurba* keklik kalktı. Hemen tüfeğini doğrultup ateş etti. Tek el kurşun dağı hareketlendirdi. Büyük bir gürültüyle çığ yürüdü ve altında kaldı. Tazısı da çığın altında kaldı ama kar yığınının altından sıyrılıp çıkmayı başardı hayvancağız. Avcısını bulmak için kar yığınını ordan burdan eşeledi ama bir türlü ulaşamadı.

Tazı koşa koşa köyün yolunu tuttu. Köye gelir gelmez acı acı havlamasıyla ortalığı ayağa kaldırıyordu. Her havlamadan sonra hızla koşuyor ve aynı hızla geri geliyordu. Zalım’ın komşuları bir terslik olduğunu, bu hayvanın boşa havlamadığını anladılar. Komşuların hepsi üzerlerini kalınca giydikten sonra tüfeklerini de yanlarına alarak yola koyuldular. İkisi ahırdan atını palanlayıp öyle yola çıktı. Birisi “Demeye dilim varmıyor ama yuvarlanıp ölmüş olabilir, ya da üzerine çığ yürümüştür” diye söylendi. Başka biri “İnsanın içine işleyen bu ayaz, soğuk devam ederken Zalım’ı sağ bulursak mucize olur.” dedi. Tazı onları çığın düştüğü yere götürdü ve bir yeri sürekli eşeleyip burada der gibiydi. Komşulardan biri eliyle işaret ederek ve kısık bir sesle “Aman ha gürültü etmeyelim, yeniden çığ yürüyebilir” diye herkese tembih etti. Kimi tüfeğinin dipçiğiyle, kimi eliyle karı ayıklamaya başladılar. Tam umutlarını kesmişken tazı, sahibinin şapkasını buluverdi ve oralarda ağzına aldığı şapkayla dolanıp durdu. Köylülerden biri “Bu adam fazla uzakta değil, buralarda bir yerde.” dedi.

Donarak ve boğulup ölmeye çok az kala buldular. Tüfeği görünürde yoktu. Komşuları elbirliği ile köye getirdiler. Hemen serince bir odaya aldılar. Sonra dışarıdan leğen içinde getirilen karla bedeni ovdular. İki saat geçmeden kendine gelmeye başladı. İlk sorusu “Tazım sağ mı? Ben neredeyim?” oldu. Komşusu Celal “Kekliklerin, tavşanların yanındasın, merak etme, tazına ne baba daradı.* O olmasa seni canlı bulamazdık… ” diye yanıtladı. Hepsi birden gülüştüler. Deli Kadir “Ula ayı boğan, ufacık kar yığıntısına gücün yetmedi mi? Hani koca ayıyı ayağından tutup dereye fırlatmıştın…” deyince yine hep birden gülüştüler.

Baharın tatlı ılık güneşiyle karlar eriyip dereler boz bulanık suya döndüğünde bizim Zalım çığla boğuştuğu yeri görmeye gitti. Tüfeğini oracıkta buluverdi. Zalım’ın aklında hep anacığının şu sözleri dönüp dolaşıyordu. “Yavrum el kadar keklik, hem de caaanım kınalı keklik, nasıl kıydın bu dağlar güzeline nasıl elin vardı!.. O koca boyundan höberenden utan!”

Daha birkaç ay önce çığ canını alacaktı. Ama avı çok seviyordu. Bir tutkuydu onun için… Belki de çığ ona, “Unutma bir gün sana da ölüm var...” duygusunu hissettirdi. Tüfeğini bulduğu gün kar altında oluşan pası çıkarsın diye uzun süren bir temizlik yaptı. Ne yapacağını şaşırıp kaldı. Avcılığı bırakmak kolay iş miydi? Hani köylü köyünden vazgeçmiş huylu huyundan vazgeçmemiş. Bu kolay vazgeçilir huylardan değildi… Günlerce düşündü, kafa yordu…

Bir gün tüfeksiz gitti dağlara. Yine bir meşelik yerde gizlenip kekliklerin ötüşünü, kumda ağnamarını* izledi. O an yaptığının ne kadar barışçı olduğunu fark etti… Sonra zurba* nasıl orayı terk etti ve gözden kayboldu, onu izledi.

“Avı bıraksam herkesin oyuncağı olur muyum? Köy yerde dile düşmek çok kötüdür.” diye düşünüyordu. Sonra bir karara vardı. Ahırdan eşeği çıkardı. Palanını giydirdi. Çalı ve odunlardan oluşan bir şelek yük vurdu. Köyün orta yerinde ilkokulun yanındaki meydana yükü indirdi. Onu gören köylüler merakla bakıyorlardı. Ne yaptığını soranlara da yanıt vermedi. Yanında gelen tazısı ora bura koşturarak havlıyordu.

Yükü indirdi. Dalında asılı tüfeğini son kez eliyle okşadı ve öptü. Yanında getirdiği gaz yağını en üste koyduğu tüfeğinin ve odunların üstüne döktü. Çakmağı çaktı ve elinde tuttuğu kuru otu yakar yakmaz odunlardan tarafa attı. İzleyen köylülerden “Silah yakılır mı!.. Tüfek kötüdür ama bazen kara gün dostudur. Dellendin mi!..” diye kızanlara “Ben tüfeğimi yakmazsam avcılığı bırakamam, bu illetten kurtulamam. Av düşkünü Zalım, köy meydanında bir eşek yükü odunla tüfeğini yaktı desinler.” deyip durdu. Zalım Avcı’nın tüfeği koca alev topunun içinde yanarken, karşı yamaçta keklik zurbasından kimi ötüyor, kimi de kıs kıs gülüyordu.

Zalım Avcı sözünü tuttu. Dağlarda gene yürüdü ama kekliğe, tavşana sadece merhaba diyerek kıymadan yoluna devam etti.

*Tazına ne baba daradı: Tazına ne baba taradı. Bizim Hekimhan’da “Baba tarasın. Babanın kökünü ye.” gibi sözler ediliyor.  Bu sözler çoğu zaman şaka yollu da olabiliyor.

*Ağnamak: Kum banyosu.

* Zurba: Bir arada yaşayan keklik topluluğu. 


Erçağ Akarca
BUHURDAN  

Kapalı bir kutu içinde bekliyor camın kırılışındaki armoni
Berkitiyor kendi benliğini camın hüznünde büyüyen gölgeler
Sessizce çoğalan bir sesin camlarla oluşturduğu senfoni
Kuşsuzluğun kuşlarla uçtuğu coğrafyalarda beliren imgeler
Gövdelerin gölgelerle bungunlaştığı nakıs şehirler
Şehirlerce yayılıyor gövdelerin içindeki kuşsuzluk imi
Kapalı bir kutu içinde bekliyor camın içindeki esaret
Yıllanmış simgelerle karışıyor insanın benliğine esaret
Kaldırım içlerine saklanmış bir çocuksuzluğun esintisi
Camların önünde çocukları izleyen sardunyaların rahiyası
Kokuların yıkadığı caddelere camın sırrı düşmüş
Aynaların tenha koşusu kitapların arasında kaybolmuş
Bir sardunyanın rayihası kitapların arasına saçılmış
Rüzgârlardan rüzgârlara atlayıp mevsimlere karışıyor buhurdân
Kapalı bir kutu içinde aynalarca çırpınıyor buhurdân... 


Bedriye Korkankorkmaz
ANDREW JOLLY 

“Savaşta her mezarın bir ahı vardır; her ahın bir hayaleti yaşar içimizde” 

Andrew Jolly’u , Seni içime Gömdüm yapıtıyla tanıdım. Yazar yapıtında akılcı dünyaya karşı isyanını Kabero aracılığıyla kusuyordu. Gerçek aşkın, sevginin o tüyden ince köprüsünden geçmek için nasıl bir yürek gerektiğini bize gösteriyordu. Kanayan yalnızlığını, anlaşılmazlığını ancak kendisi gibi yüreği yaralı olan Yanki kızın saracağını düşünerek Kabero ailesine rağmen kızla evlenir. Yaralarına âşık iki insan, uygarlıktan uzakta küçük bir kulübede mutluluğun Nirvanasına ulaşırlar. Göğsündeki kanayan yarasından dolayı ölen eşinin tabutunu sırtında dağları aşarak köyüne götürmüş; ancak rahibin din dil ırk ayrımcılığı yüzünden eşini aile mezarlığının dışında bir yere gömüyor.  

Jolly, gerçekten sevilenin öldükten sonra mezara gömülmediğine, sevdiğinin ruhunda yeniden dünyaya geldiğine inanır. Kabero gibi sevenlerin aşkları ölümsüzdür. Onların sevme biçiminde sevilenlerin ne ruhları ne de bedenleri ölür.   

Yazar, “Askerin Gücü” yapıtında savaşların tükettiği hayatları üç kuşak üzerinden yola çıkarak anlatıyor (baba/ oğul/ torun) Romanın başkahramanı Ben Lear, İngiliz aristokrat binbaşı Jack Lear’ın tek oğludur. Jack Lear’ın ülke anlayışı on sekizinci yüzyıl fikrinin cisim bulmuş halidir.

Sadece kendisi olmamak için asker olan Binbaşı Jack Lear, üstlerinin emrine karşı geldiği için rütbesi yüzbaşılığa düşürülerek New Mexico’nun öteki tarafındaki Tierra Amarilla’ya sürülür.  Lack Lear’ın “Savaş ve İnancı’ yapıtı hem atlı hem de mekanize süvari birlikleri için bir el kitabı niteliği taşımaktadır. J. Lear, dünyanın her tarafında yükselen karanlığı gören ve elindeki komutanlık becerisiyle insanlar arasında yeni bir uygarlık inancı yeşerinceye kadar kenti korumak istemektedir.

Ben, İspanyol Peder Paloma’nın öğrencisi, dostu, çocukluk arkadaşıdır.      

Francisco I. Madero, Meksika cumhurbaşkanı olunca İspanyol Ernesto Montealegre’yi Kostarika’ya büyükelçi olarak atar. Madero’ya yapılan suikasttan sonra Ernesto orada sürgün olarak kalıp gazete sahibi olmayı başarır. Maritza da Ernesto’nun kızıdır. Maritza ile Ben ilk görüşte birbirlerine âşık olurlar.  Maritza kendisini Tanrı’ya adadığı için Ben’in evlenme teklifini kabul etmez.  Peder’in Maritza’ya olan karşılıksız aşkı sanatsal bir aşktır. Kızın varlığında yaşama sevincinin doruklarına ulaşmamanın mutluluğunu yaşar.

Montealegre  Ernesto’nun  kahramanı  Madero’dur. Meksika’da devrim yapmak için La Luz’a gelmiştir.  Yüzbaşı J. Lear da New Mexico’nun öteki ucundan, Tierra Amarilla’dan  Ernesto’ya  destek olmak için La Luz’a gelmiştir.   

Meksika barışa susamıştır.  Escobar’ın son girişimi başarısız olmuş ve geriye cesetten ve sefaletten başka bir şey kalmamıştır. Ernesto askerlerini silahlandırmış, ordunun savaştan çekilmesi için götürdüğü teklifi davasında haklı olduğunu söyleyerek kabul etmemiştir.   Çatışmaya şahit olan rahip, Ernesto’nun silahını Calles ve eşkıyalarına karşı değil, onu ve ulusunu nefretten ve diktatörlükten kurtaran askerlerine doğrulttuğunu anlatır  Doniphan’a.

Jack Lear, ülkesine ihanet ederek yabancı ve egemen bir ülkeye saldırmak amacıyla yasadışı olarak toplanmış ve verilen emre karşı direnen bir grupla birlikte ölmeyi tercih eder.  Amacı Jack, Meksika’dan nefret eden Calles ve güruhunun yarattığı ölümcül atmosferden halkı kurtarmaktır. Savaşı kazanmaları halinde Ernesto’nun cumhurbaşkanı, kendisinin de genelkurmay başkanı olacağını düşüncesi de ona cazip geliyordu.  La Luz olayının arkasındaki asıl gerçekse şuydu: La Luz olayı ordudaki muhafazakârların giriştiği, petrol ve madenlerle ilgili menfaatlerin neden olduğu bir savaştır. Calles, Meksika’da kontrolden çıkmıştır. Komünizmden etkilenen genç gruplar rahipleri/ rahibeleri asıp kiliseleri kapatmaktadırlar. Komünizmin iktidarında yabancı petrol madencilik şirketlerinin kovulma ve ele geçirilme tehlikesi vardır. Bu tehlikeye karşı Başkan Roosevelt “iyi komşu olmaktan söz etmektedir. İyi komşuluktan ne kastettiğini yirmi birinci yüzyılda dahi döktükleri kanlardan anlamamız mümkün.  

Hukuk öğrencisi Ben, Kathleen’le evlenir. Her türlü duygunun saflığına ve masumiyetine âşık olduğu için eşinin bakire olmamasına üzülmüştür.  Oğulları Doniphan doğduğunda ikisi de üniversite öğrencisidir.  Savaş çıktığında babası gibi asker olmayı seçmiştir Ben.  Evine döndüğünde üniversitede hocası eşinin hem kendisine hem de çocuğuna karşı sevgisinin değiştiğini hisseder. Eşinin söylediği yalanlara ve ihanetlerine katlanır, anlaşarak ayrılalım teklifine eşi karşı çıkar. Ben’i kendi arkadaş topluluğuyla tanıştırır, onun sadakat konusundaki fikrini değiştirmek için.   Kathleen’in arkadaşları komünisttir.  Kadınlar Ben’e kocalarının yanında beraber olmayı teklif etmekte beis görmezler.  Kathleen de eşine istediği kadınla yatmasında özgür olduğunu söyleyerek kendi cinsel özgürlüğüne kavuşmayı amaçlar.  Oğlunun elini bile onu yaşlı göstereceği için tutmak istemez.   

Kendisini aldatan eşini ve sevgilisini öldürmüştür Ben. Ahlaken ölmüş bir insan biyolojik olarak da ölmüş sayılırdı. Biyolojik olarak ölseydi sevgiyle gururla anacağı bir annesi olacaktı; oysa oğlu ahlaken ölmüş bir annenin utancını taşımayı hak etmiyordur.  Sevgisine, anlayışına, güvenine ve tutkusuna karşı yapılan ihaneti ancak kan temizleyebilir. Kathleen’in aşkı onun damarlarında dolaşan kandır ve eşini öldürerek kendi damarlarındaki zehirli kanı da akıtır. Erkeklik onurunu kurtarmıştır ama ruhunu da kaybetmiştir. Kendisine kendisini hatırlatmayacak bir gerekçe bulmak için oğlunu arkasında bırakıp kayıplara karışır.  Uğradığı ihanet memleket davasına bakışına da yansır: “Amerikalı, ülkesini baba yurdu, anavatan yahut memleket olarak görmez; bir aşığın sevgilisini gördüğü gibi görür ve ihanete uğrayacağından emindir.”

Sevgiden uzak yaşanılan cinsellikleri kullandığı argo kelimelerle aşağılamıştır Jolly. Bir bedenden bir başka bedene koşmanın da bir çeşit cinsel kurban olmaktan başka bir anlamı olmadığını savunur.  İnsan onurunu, ahlakını sınırsız özgürlük anlayışıyla çıkarları uğruna kullananları aşağılar. Entelektüellerin medeniyet olarak savundukları özgürlüklerin seri cinayetleri de beraberinde getirdiği gerçeğini Ben olayında gözler önüne serer. Değerlerine yabancılaşan bir toplumda yaşayanların yaşama amaçları çıkarlarına hizmet etmektir.

Ben’in teğmen oğlu Doniphan ordunun, kendisi gibi sakat gazileri hayata tutunmaları konusunda eğitmemesini eleştirir. Ellerinden alınan hayatlarına karşılığı kahramanlık madalyalarıyla yetinmelerini istemelerini de adil bulmaz. Savaş kahramanı gaziler sokaklarda çocukların oyuncakları olmaktan kurtulamazlar. Dedesi ve babası ile ilgili tüm gerçekleri onların dostlarından öğrenen Doniphan onların kaderini tekrar etmeyecektir: “İnsan, tarihini seçemezdi. Bir şey ölüyor ve yeni bir şey onun yerini alıyordu. Doniphan yeni şeyin bir parçası olmayacaktı. İnsan, istediği tarihi seçemese de tarihten çekilebilirdi.”

Evet, ilişkilerde saflığını, masumiyetini, inancını, sadakati yitirmenin ölümün öbür adı olduğunu bize anımsatan ve tüm savaşların, çıkarların barışı adına çıktığını ve savaşlarda ölenlerin yazgılarının hiçbir yüzyılda değişmeyeceği gerçeğini haykıran bağrı yaralı hayalet yazar Andrew Jolly farkındalığını her satırda hissettiriyor.

Askerin Gücü.  Ayrıntı Yayınları. Çeviren: Süha Sertabiboğlu. S. 352 


Nurkan Gökdemir
ÇAĞKARA KALPKARA GÜNKARA 


Çağ yangınları kıranları hiç bitmeyecek mi?
anaların çocukların yüzü hiç gülmeyecek mi?
gülyüzlü doğmuşlardı, günsüz çocuklar oysa!
gülyüzlü analardı, onca günahsızları doğuran
 
çağkara kalpkara günkara bungun yerkarada
güneş gözyaşlı mazlumlara bahtsız diyarlara
‘bir umutla yeniden’ doğmayacak mı yoksa?
 
hep albastılı kanbastılı rüyalar mı görecekler
talihsiz tarihler boyu/ kış/ömürleri boyunca
ürkünç ve çıplak ve yalnız viran paramparça
sürgit algerçekleri yedikat yerdibi kucağında
bu karayık âlemin hiç bitmeyecek mi yoksa?
 
karaçağ karakalp karagün(ce) karayerliler’ce
karakanla yazılan ‘sonsuz bozgun boşluğu’nu
masumlarla hep savaş nefretinle yoket! diye
kurgulayanların o kor yabanıl sersefil filmleri
cehennem serileri hiç bitmeyecek mi yoksa?

 

Suat Gürbüz
KURGU MU GERÇEK Mİ 


horlayan çiçeklerine aldırmamıştı
okuduğu kitabın sonu da pek tuhaftı
birkaç kadeh güzelliklerden yudumlasa da
mutlu sonlar meyhanesine uğramamıştı
evinde içip evini dağıtan cümleler ile baş başa kalmıştı
 
kitabın kapağını kapattı
sözcükler bir açıklıktan sızıyordu odasına
çıfıt çarşısına dönen kadının kafasının içini kapladılar
ve kafası mutlu sonlar meyhanesinin bitişiğindeydi
 
aklına takılı kalan detaylar için tekrar kitabın kapağını kaldırdı
kitabının içi odasıydı
kitabın kapağı penceresiydi
ve karanlık çöken sokağına bakıyordu
çok acı bir gerçeği de o anda anladı
ne okursa okusun
ne yaşarsa yaşasın
ihtiyar sokağından aksayarak evine geliyordu
mutlu sonlar meyhanesi
çıfıt çarşısı
ve diğerleri
 
kadın bipolar cumhuriyeti vatandaşıydı
o dünyasını anlattığında
gerçek ve kurgu vatandaşlıktan çıkarılıyordu 


Şehnaz İşeri
İNCİSİNE AŞIK OLAN İSTİRİDYE           

Sevgili Bilgisayarım gördüğün gibi bu sefer arayı çok açmadım. Sana son anlattığım “Zürafa Boyunlu Kız” masalının üzerinden bir aydan fazla geçmedi. Bugünkü masalımın kahramanı Dubai Karasularında Basra Körfezinin otuz metre aşağısında yaşayan küçük bir istiridye. Ama önce üzerini şu ince beyaz klavye örtüsüyle örteyim. Evet şimdi oldu, başlayabilirim artık.

Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde Basra Körfezinin en derin yerinde annesinden ayrı düşmüş küçük bir istiridye yaşarmış. Annesinden ayrı kalalı uzun bir zaman olmadığından daha dün yaşamış gibi hatırlarmış gidişini. Boynunda sağlam ipliklerden örülmüş ağlı kepçesi olan bir adam çabuk çabuk topladığı istiridyeleri kepçesine doldurmuş geldiği gibi hızla da yükselmiş gözden kaybolmuş. Öyle ki küçük istiridye “Dur annemi nereye götürüyorsun?” demeye fırsat bulamamış. Ayakları olmadığından da anneciğinin peşinden gidememiş. Günlerce gözyaşı dinmemiş. O çok sevdiği planktonları, yosunlarını ağzına sürmemiş. Ablaları, abileri ne dese fayda etmemiş. Yemezse öleceğini söylemişler ne diller dökmüşler oralı bile olmamış. Ona en düşkün olan en büyük ablası onu kaybetme korkusuyla per perişan bir halde yemek yesin diye yalvarmış. Bir o ağlamış bir küçük istiridye ağlamış. Gözyaşları birbirine karışmış. Ama yine de küçüğün inadı kıramamış ablası. “Andım var” demiş en sonunda küçük istiridyeye “Ben de yemiycem” ve kabuğunu sımsıkı kapatmış. Ablasının kararlılığı çok etkilemiş küçüğü. Bir de ablasını kaybetmeyi göze alamamış. Bu sefer o yalvarmış ablasına yesin diye bir yandan da hızlı hızlı planktonlardan, yosunlardan atıştırıyormuş. Bunun üzerine ablası da yeminini bozmuş.

Günler günleri kovalamış haftalar haftaları dokuz ay geçmiş. Boynunda ağlı kepçesi olan o adam çıkıp gelmiş. Yine çabuk çabuk istiridyeleri toplayıp kaybolmuş. Ertesi gün yine gelmiş istiridyeleri de toplayıp götürmüş, bir sonraki gün de. Ne acıdır ki kaçırdıkları arasında en sevdiği ablası da varmış. “Anneme o kadar gözyaşı döktüm ki şimdi gözyaşım kalmadığından ağlayamıyorum” sanmış. Halbuki kederi ağlayamayacak kadar büyükmüş. Öfkesi de öyle. İsyan etmiş kaderine. Sonra o adam gelmiş bu sefer çabuk çabuk kepçesindeki istiridyeleri bırakmış kumların üzerine gitmiş. Bu istiridyeler arasında sevgili ablası da varmış küçük istiridyenin.

Kardeşlerden biri almış lafı biri bırakmış. Ama abla ne nereye gittiğini biliyormuş ne neler olduğunu. Hiçbir şey hatırlamıyormuş. Kabuğunu aralayıp karnındaki küçük kesiği göstermiş sadece. Neden nasıl olduğu bir muammaymış. Abla iyiymiş yanlarındaymış ya ötesini boşver gitsin demişler. Gel zaman git zaman küçük istiridye serpilip büyümüş. Bu ablalarının abilerinin bir taneciği olduğu gerçeğini değiştirmemiş.

Bir gün planktonlarla kahvaltı yaparlarken küçük istiridye kabuğunun içinde kendisine ait olmayan yabancı bir şeyin varlığını hissetmiş. Ne olduğunu bir türlü anlayamamış çok da rahatsız olmuş ondan. Küçük istiridyemiz kahvaltısını yaparken küçük bir kurt girmiş kabuğuna. Kardeşlerine anlatmaya çalışmış. Ne olduğunu anlayamadığından da anlatamamış. Kardeşleri de o anlatamadığından anlayamamışlar. Küçük istiridye de başına böyle bir şey gelen tüm istiridyeler gibi yabancı maddeyi salgıladığı sedef mineraliyle sarmaya başlamış. İşte bu sedef minerali incinin annesiymiş. Zavallı istiridyecik bu yabancı maddeyi kendisinden uzak tutmak için sedef salgılarıyla sarıyormuş da sarıyormuş. Zaman geçtikçe bu sardığı şey büyümeye yuvarlak bir şekil almaya ve sertleşmeye başlamış. İnci oluşuyormuş. Küçük istiridye içine kapanmış kardeşleriyle pek az konuşuyormuş. Sonra tuhaf bir şekilde annesinin de insanlar onu götürmeden önce sessizleştiğini, içine döndüğünü hatırlamış. Kardeşlerine söyleyememiş ancak annesinin başına gelenin kendisininkiyle aynı şey olduğunun ayırdına varmış. Dokuz ay arayla yine bir adam onları alıp kayboluyor. Kısa bir süre sonra da istiridyeleri karınlarındaki kesikle aralarına bırakıp gidiyormuş. Yine hayvancıklar hiçbir şey hatırlamıyor kaldıkları yerden devam ediyorlarmış yaşamlarına.

Yedi yıl geçmiş aradan. Bizimkinin incisi iri parlak pembe renkli bir inciye dönüşmüş. Küçük istiridye tüm ilgisini ona vermiş. Sevgili ablasının ölümü bile dikkatini incisinin üzerinden çekmesine yetememiş. İncisi öyle büyümüş öyle büyümüş ki artık kabuğunu zorlukla açıyormuş. Sonra bir akşam uyumuş sabah kabuğunu açamamış. Artık baştan aşağı inciymiş.

İnci avcıları bizim küçük istiridyenin kabuğunu bir türlü açamamışlar. Sonunda kabuğunu kırıp içini açtıklarında hayatlarında gördükleri en büyük muhteşem parlaklık pürüzsüzlük ve yuvarlaklıkta pembe inciyi görmüşler. İnciyi ve kabuğu kırık istiridyeyi müzeye koymuşlar.

Evet, masalımız burada bitiyor. Sevgili Bilgisayarım hüzünlendin mi? Etkilenmemek zor biliyorum ama unutma bu sadece bir masal. Şimdi kapağını da kapatıyorum. Artık uyku zamanı. Sabaha görüşürüz sevgili bilgisayarım. 


Aydın Akyüz
KENDİNİ MUTLULA 


Mutluluğu kanırt (-madan yaklaşma
Rahminden çek doğun (içinden gelsin
Şöyle güzel bir öznel (senin kişiselin
Yolundan çevril (sap ayrımından
Baş et kendini (hallet bunu
Lütfen biraz ilgi (bu taraftan, yorma beni
Salgılan doyumunla (özünde var
En azından iç çekin (yoldan çık, dedik
Soğulma sakın (pörsümek yok
İntifa et (yararını gör
Kıvancında esenlik (dolup taşacaksın
Haydi varoluş (tam sırası bu dem
Nümayişi mahşerlen (bir olabiliriz
Keşfinde sızısı (söylenmek yasak
Görünmez yol ayrımı (tercihi geçtik
Bu temde buluşabiliriz (şimdi birliktelenebiliriz) 


Ayşe Dağdelen Özkan
DURUNCA 


Durunca
Kendine durur insan
Dalar
Yosunun tutunuşuna sarar
Yolsuzluğuna dolar
 
Kışın doğuşuna
Yazın batışına kaçar
 
Sorar önce
Sonra susar
Korkar
 
Durunca
Yola çıkar insan
Yoluna koşar
Kalbî doğumu başlar
Ruhunun ölümünün yası açar
 
Çiğdemin kokusu yayılır ciğerine
Çıt çıt
Çıt çıt çıt
Soluklanır ağrılar
 
Yer batar
Baldırları şaha kalkar
Hâl gelir canına
Renkler dolanır
Nefesi siner kendine
 
Durunca
Çeşitlenir insan
Salık verir özüne
Sinsilikleri atar
 
Bakar
Görür
Sarar
Sarılır
 
Durunca
Sever kendini insan.
Nisan 2024 


Gül Yıldız Ermiş
MURADINI BEKLEYEN ŞİİR 


Bir taşın sabrıyla yüklü dağ yolları
Rüyalar kapısı dünyaya yazgılı
Tanrının evinde huzur bulmuyor sözcükler
Güneş doğunca örtüyor günahını
 
Günler günlere benziyor değişirken
Her tende soluyor mevsimler
Mürekkebi kurumuyor harflerin
Taşıyor gemilerden puslu eller
 
Muradını bekleyen şiir
Rüzgârın önünde koşuyor yılkı atları 


Yaşar Özmen
ERTELENMİŞ DÜŞLER 

“Bir Damla Suda Halkalar”isimli şiir kitabından 

Yol aldıkça sayılar bir bir doğrusal yörüngede
Tortusu yoğun sunturlu yılları yüzer de döner
Ertelenmiş düşler daraldıkça bir sonraki güne
Dökülür yollara, içimde ince ince mil söker.
 
Yaz yağmuru belirtisi gibi nemli, bungun, sıcak
Filizlendikçe delifişek sızısı kırgınlıkların
Eksik gülmeler sökün sökün düşüyor şakaklara
Anısı, ukdesi, sere serpe kalıntı yılların.
 
Hırçın, kavisli görünümü, dilidir aynaların
Geçene dikilir bakış, vurulur dil eski çekimlere
Ak örtü, çizgili şakak oyun atlası yılların
Eririm yapay çizgide, tenim alevlere yakın.
 
Yokluğa biçim veren uslanmazlığı kaygıların
Anlara düşmüş anılar renktir eprik kartlarda
Ölümsüzlük tutkusu, korkusu unutulmaların
Baskısı, karabasanı, fakı istemsiz kaslarda.
 
Anısı, ukdesi, sere serpe kalıntı yılların.
                             Haziran 2015 Narlıdere/İZMİR

 

Fazilet Özkan Por 
BABA YARISI

 Kıvrıla kıvrıla ilerliyordu tren bozkırda yarım saattir; Ankara’ya doğru.

Yaz mevsiminin son günleriydi; Ağustos ayının da. “Hava girsin, rahat nefes alalım!”diye açmışlardı camı. Oysa; dolan hava, öğle sonunun kızgın güneşiyle kavrulan kompartımanın harını söndüremiyordu. Terden sırılsıklam giysileriyle bunalmış, ama neşeyle söyleşiyorlardı.

Kompartımanda yeni tanışmış olmalarına karşın, aynı okulun sınavını kazananların yakınlığıyla kaynaşıvermişlerdi. Benzer duyguları yaşayan üç kızın heyecanına, utangaç konuşmalarındaki sevince, mutluluktan ışıl ışıl parlayan gözlerine gülümseyerek baktı Hüseyin Bey.

-Zeynep, kendi kızım; Sevgi, sevdiğim bir öğrencim; Bahar’ı ise şimdi tanıdım. Tanımasam da önemi yok! Okuyan kızlarla hep gururlanırım. Aydınlık Türkiye’yi onlar yaratacak! dedi Bahar’ın annesi Ferda’ya. ‘Konuşmaları,  sınav kazandığım günü anımsatıyor bana… Hep aynı duygular.’ diyerek; iç geçirdi.

Bahar, Sevgi ve Zeynep, eski öğrencilerden okulla ilgili dinlediklerini, birbirlerine aktarıyorlardı. Dayanamadı:

-Ne yazık ki, kapatılan köy enstitülerinin devamı sayılabilecek okullardan biridir; Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen Okulu. Bu okullar da; enstitüler gibi çok iyi eğitim veren kurumlardır. Çağdaş, akılcı, özgür düşünceli, bilimin yol göstericiliğine inanan, ulusalcı öğretmenler yetiştirirler. Ne denli şanslı ve ayrıcalıklı olduğunuzu, bu güzel okulda öğrenciliğiniz süresince, yaşadıkça göreceksiniz; dedi.

-Böylesine iyi tanıdığınıza göre, siz de Hasanoğlan’da okudunuz sanırım! dedi Ferda.

-Hayır! Ancak; aynı amaç için kurulmuş okullardı tümü. Çifteler Köy Enstitüsünü bitirdim. Sonra da kendi köyüme öğretmen olarak atandım. Güçlüklerden yılmayan, başarılı ve saygın bir öğretmen olabilmem için beni eğiten öğretmenlerimle, okuduğum okulumla hep övündüm. Yaparak, yaşayarak, üreten öğretmenler olarak yetiştirildik hepimiz. Bizleri; beş yıl boyunca (bizim zamanımızda altı yıl değildi henüz) barındıran, yediren, içiren, giydiren ve eğiten devletime borcumu ödemeye çalışıyorum on beş yıldır; diye yanıt verdi.

Öğretmen, öyle tatlı anlatıyordu ki... Yatılı okul anılarını, verdiği öğütleri dinleyerek zamanın nasıl geçtiğini anlayamamışlardı. Yazık ki yolculuk bitmiş, Ankara’ya gelmişlerdi.

Koşması bitmeyecek sanılan tren, yorulmuş gibi yavaşlayarak, son bir çuf çuf ile Ankara Garına girmişti.

Tanışmaktan, yol arkadaşlığı yapmaktan herkes mutluydu. Ancak; ayrılık zamanıydı. Aynı sınıfta olabilmeyi umarak, okulda yeniden görüşmek üzere; esenleşip ayrıldılar.

Hüseyin öğretmenler istasyonda kalacak, başka bir trenle Eskişehir’e oradan da köye, evlerine gideceklerdi. Bahar’lar da kentte oturan amcasına.

-Hem sınavı kazandığını müjdeleriz, hem de işinden izin alabileceği günü konuşur, kefalet senedin için kefil olmasını isteriz. Borçlanma senedine kefillik herkesten de istenmez ki! Okulu bırakır ya da atılırsan ödenecek yüklü bir paraya kefil olunacak. ‘Ağabeyimin emaneti Bahar’ıma, okuyacağına güvenemedi de kefil olamadı dedirtmem ellere. Okuyamasa bile öderim o parayı. Ayrıca çalışkan kızım benim, ne okumaktan vaz geçer ne de okuldan atılacak bir davranışta bulunur. Ben baba yarısıyım, paranın sözü mü olur, nasıl başkasını düşündünüz’ derse ne diyebiliriz, nasıl yanıt veririz? Amcanı üzmeyelim, ayıp da etmeyelim! Noterde işimizi bitirince de ertesi gün hastaneden sağlık raporunu alırız.” demişti annesi Bahar’a trende.

Ayrılığın hüznü, kavuşmanın mutluluğu yüzünden okunan yolcuyla doluydu her yan. Yaşlısı, genci, geleni-gideni, bekleyeniyle, olağan bir gün daha yaşıyordu; tarih kokan gar. Trene mi, evine mi yetişmek isteyenlerin telaşlı koşuşturmalarıdır bilinmez kalabalık arasından, kendilerine güçlükle yol bulup ana caddeye çıktılar.

“Biz gittiğimizde amcan olmaz, eve dönüşüne zaman var, onu beklerken dinlenir, teyzenle söyleşiriz. Amcan gelince konuşur, yemeğimizi yer, sonra da büyükbabana gideriz müjdeyi vermek için. Günler uzun, hava geç kararıyor.” demişti annesi taksi durağına doğru yürürlerken.

Etlik’e gitmek üzere sıradaki taksiye bindiler.

***

Bahçesindeki dalları yerlerde salkım söğüt ve meyve ağaçlarının arasından geçtiler. Tek katlı sevimli evin kapısına geldiklerinde annesinden önce davrandı Bahar. İncecik parmaklarıyla çaldı zili. Müjdesini bir an önce verebilmek için, içi içine sığmıyordu. Zaman durmuştu... Coşkun yüreğinin sesi, kapıyı açmaya gelen teyzesinin ayak sesini bastırıyordu.

Annesi, iki yaş küçük kız kardeşiyle, elti oluyorlardı. Çünkü, babasının bir küçüğüyle evliydi teyzesi. Hem teyze hem yengesiydi yani. Amcası da eniştesiydi aynı zamanda. Bahar için her ikisinin de sevgisi bir başkaydı. İki yıldır babasının sıcaklığını aradığı, baba gibi gördüğü amcası ile teyzesinin ana yarısı sevgisi kocamandı yüreğinde.

Bu saatte kimseyi beklemeyen teyzesi, kapıyı açınca şaşırmış, suskun bekliyordu. Gülen yüzü, sorgular gözleriyle bakıyordu ikisine de. Boyu boyuna yakın, tombiş teyzesinin boynuna atıldı Bahar.

-Teyzeciğim kazandım! deyip eve girmeyi bekleyemeden verdi müjdeyi; sınava gireceğini bilen, sonucu merak eden teyzesine.

Şaşkınlığı geçen teyzesi annesine sarıldı sevinçle. Sonra, yana çekilerek içeri ‘buyur’ etti ablasıyla Bahar’ı. Beklenmeyen konukların heyecanlı sesini duyarak kapıya doğru gelen amcasıyla, salonun girişinde karşılaştılar. Memur amcası, dışarıda bir işi olduğu için erken çıkmış yeni gelmişti. ‘İyi ki evde, beklemeyeceğiz.’dedi içinden. Coşkuyla elini öpüp babasıymış gibi sarıldı. Konuşmalardan sınavı kazandığını anlayan amcası da kutluyordu sevinç içindeki Baharı.

Eve girince, doğru el yüz yıkamak, serinlemek için banyoya gittiler. Teyzesi de ‘siz yabancı değilsiniz’ diyerek; yarım bıraktığı akşam yemeği hazırlığını tamamlamak için mutfağa.

Salona döndüklerinde, amcası koltukta oturmuş onları bekliyordu...

Zilin sesini duyan küçük kuzenleri de merakla; şımartılacaklarını bildikleri konukları görmeye gelmişlerdi. Çantasında, çocuklar için her zaman bir şeyleri olan Ferda teyzelerinin çevresini sardılar sevinçle. Hiçbir zaman eli boş gelmezdi; bilirlerdi.  Çikolatasını alan Bahar’ı çekiştirmeye başlıyordu. Üç kuzen sevgiyle birbirlerine sarılırlarken en küçükleri aralarında koşuşturuyordu. Öte yandan da ablalarını soru yağmuruna tutuyorlardı. Bir ağızdan konuşulan,  birbirine karışan sözler havada uçuşuyordu. O patırtı gürültüyü ses çıkarmadan bir süre izleyen amcası yeterli görmeli ki… Oturduğu koltukta doğrularak odalarına yolladı çocukları: “Ablanız birazdan yanınızda olur.” diyerek.

Geldikleri gibi itiş kakış odalarına gidince ev boşalmıştı adeta. Çocuklarsız sessizleşivermişti salon. Amcası, ‘müjdenin ayrıntılarını anlatın bakalım’ der gibi bakıyordu; bir annesine bir Bahar’a.

Bahar, annesini beklemeden; “Okumak istediğini, öğretmenliği sevdiğini, sınavını kazandığı okulun çok güzel olduğunu” söyledi çabucak. “Ama annesinden, kardeşlerinden, evinden uzakta olacağı, onları özleyeceği için üzüldüğünü de….”  

Bahar’ı dinliyor, bir yandan da İbrahim Ağabeyinden kızı için isteyeceği şeyi düşünüyordu ki… Birden daldı gitti Ferda…  “Kocamın ölümüyle, evimin hem erkeği, hem de kadını oldum. Arkadaşım, dert ortağım, en yakınımdı Bahar. Kardeşlerine ablalık, yeri gelince de annelik yapıyordu. Çocuk, ama çocukluğunu yaşayamamış Bahar’ım. Şimdi yatılı öğretmen okulunu kazandı. Evden uzağa, Hasanoğlan’a gidince bir kez daha yalnız kalacağım ama...  Cananımın yokluğundan daha zor olacak değil ya! Çocuklarımı tek başıma büyütüyor, kocamın ailesine en ufak bir sorunumu yansıtmıyorum. Aslında kendi aileme de söylemiyorum ya! Yalnızca ne duyuyorlarsa onu biliyorlar. Kolay mı gencecik, otuz yaşında dul kalmak, dört küçük çocuğun sorumluluğunu üstlenmek? İbrahim Ağabey ile birbirlerimizi çok sever, saygı duyar, ‘abla, ağabey’ demeden konuşmayız.  Bugüne dek hiç bir şey istemedim. Ne para pul ne de bir konuda destek. Benim çözebileceğim bir şey olsa yine istemezdim. Ama… Tek isteyeceğim kızıma kefil olması...” diye düşünürken kayınbiraderinin ‘Ferda abla, sen ne diyorsun?’ sözüyle kendine geldi.

Annesi, okulu çok sevdiğini söyledi önce. Sonra da okulla ilgili tüm bildiklerini anlattı. Haftaya kayıt yaptıracağını ancak, kefalet senedi için kefilliğine gereksinimi olduğunu…

-Bahar! Biraz yardım eder misin?  diye teyzesi seslendi.

***

Birdenbire kalktılar, yemek davetine ‘teşekkür’ ederek. Kapıdan çıkarken, gözleri çakmak çakmak, esmer güzeli yüzü kapkaraydı annesinin. Elini dudaklarına götürdü ‘sus’ dedi yalnızca.

Neler olduğunu anlayamadan, annesinin yanında şaşkın, suskun yürüyordu Bahar… Annesinin yüreğinde fırtına, gerçeğin acıtan hayal kırıklığının ağırlığıyla geldiler durağa. Sessizce boşanıyordu yaşlar; annesinin gece karası gözlerinden yanaklarına…

Bahar’ın gözyaşları da annesi içindi. 26/02/2022   


Ahmet Rıfat İlhan
D 


Ara ki bulasın
silinmiş sözlükten
dogmatizmi bırakmış yerine.
 
Bir sabah uyandığımızda ne görelim
gömülmüş soğuk betona
anlamadık birden.
 
Neyi anlayacağız ki
kaçtığını mı
insan ka(la)balığından?
 
Vahşi denen o masum
gençliğine doyamadan gitmiş
şiddetli bir patlama olmuş gibi birden.
 
Zavallının var olmak için harcadığı
milyarlarca yıl süren onca emeği
bir gecede yok etmişler Vahşice.
 
Nerede şimdi?
kimse bilmiyor ne olduğunu
herkes kendi derdindeyken.
 
Nasıl kabul etsinler
yakıştırsınlar kendilerine
canlı canlı onu cansız betona gömdüklerini?
 
Hırs sınır tanımaz diyerek
kendimizi ayrı mı tutacağız bu işten
hiç mi suçlamayacağız hırstan ibaretmişiz gibi?
 
İlginçtir, merak eden de yok ki
ne denecek buna
felaket mi?
 
Sahi nerede?
itiraf edelim bilmediğimizi
yedirebilirsek küçük burjuva münevverliğimize.
 
İnat ediyor hâlâ
görmüyor mu
kimse?
 
Dogmatizm kalmış yerinde
insan eliyle sözlükten
silinmiş doğa işte.
 
Dogmatizm: Yun. fels.  inakçılık, dogmacılık.…

 

Hasan Parlak
KIŞ MASALI 


Bir kuşun üşümüş inceliği değince
kuru dallar gizinde gezinecek birazdan,
bir filiz uyanacak çekingen yeşiliyle.
 
Gözler sırdaş kılınacak gönenmişliğin
yoksunluk örtüsüne sığınışına
elbet aldatan bir rüyaya sığamamış,
ya kavuşmazlık ardına
düşmüş sevinçsizliğin.
 
Bir tutam dahi olsa sızacak elbet
hüzmelenmiş bir umudun gelişi aydın
güneştir, beklenmeye değer nihayet.
 
Ağacın kışa dönük sevdasında dört mevsim
bin parça gibi kalpten çizilmiş bedeniyle
 
Taşırken, can bulup da yeniden sözleşecek
gidişiyle günahkâr, dönmeyecek günlerim. 


Bahar Halbekova (Özbekistan)
KENDİN KENDİME GEREK

Çeviri: Hüsniddin Hayit 

Ayın lekesi leke değil
Aşk dolu gönül sağ değil
Sensiz kalbim mutlu değil
Kendin kendime gerek.
 
Ben ağacım, sen kökümsün
Işığımsın, gündüzümsün
Bir taneyim, yalnızım
Kendin kendime gerek.
 
Sen yağmursun, ben toprağım
Temizleyicisin, ben kirliyim
Toprak olup tekrar derim
Kendin kendime gerek.
 
Yeni şeyler sözüme gerek
Buluşmak gözüme gerek
Sensiz Bahar’ın ismi yok
Kendin kendime gerek 


Bahri Loş
YAŞAM MASALI 


Gri kıvılcımlar içerisinde bir yeryüzü
Küf duygular sağır sular sessizliği
Ahraz yaralar zengini onmaz dünya
Güne sinmiş yorgun ve kimsesiz tını
Yalana değmiş ömürler toplamı alaz
 
Kayıp ruhlar girdabı hissiz denklem
Boşlukta adım büyütme serüveni
Rüzgarla savrulan kurşuni hikayeler
Hayallerin esarete dönme ihtimali
Sonsuzlukla yarışın yıpranma payı
 
Kalabalık konuşmalara getirilmiş dil
Hızı şaha kalkmış şehirler toz bulutları
Süslü manzaralar zengin iç çöküntüleri
Gün bitimi hüzünle sevinç ikilemi
Düşünce ikliminden uzak çılgın arayış
 
Zamana galip gelen dingin gölgeler
Kitap raflarından yükselen içsel huzur
Dost sarılışı sıcak gülümseme mucizesi
Kalpte sihirli sözcükler parlaması
Kaf dağının ardında bir yaşam masalı