Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ekim 2024, Sayı:22, Yaşar Özmen |
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ekim 2024 Sayı:22 İçindekiler,Yaşar özmen |
YAYINCIDAN
İlk olmak; her ne kadar dönüşümün bir
başlangıcı olarak görülmese bile en azından küçük bir atılım kabul edilebilir.
Sanıyorum Şiir Sarnıcı (e-dergi); sürekliliği ve yayım ilkelerine uygunluğuyla,
erişilebilirlik ve internetin var olduğu her yerde okur hizmetine hazır ilk
e-dergi olmasıyla ayrı bir yere sahiptir. Yasal gereklilikleri
tamamlanmış, periyodik sürekliliğini
koruyan, çağdaş ve bilimsel içerikten ödün vermeyen, çıkış bildirisinden yayıma
değer gördüğü yapıtlara kadar belli bir düzeyi koruyan, ortaya koyduğu hedeften
sapmadan beş yıldır yayımı sürdüren bir e-dergi.
19. yüzyılın yarısından itibaren,
geçmişimizdeki “İlk dergiler, öncelikle mesleki ve bilimsel konularla okur
önüne çıkarlar. Daha sonra edebî ve mizahi dergiler olmak üzere, çocuk dergisi,
müzik dergisi basın dünyasındaki yerini alır. Bunlardan ilki, bir tıp dergisi
olan Vaka-i Tıbbıye’dir. Bunu bir bilim dergisi olan Mecmûa-i Fünûn takip eder.
Arkasından edebî yönü öne çıkan dergilerden biri olan Mecmua-i Ebuzziya yayın
hayatına girer. İlk siyasi mizah dergisi Diyojen; saray tarafından kapatılması
üzerine yerini Hayal dergisine bırakır. Önce bilim dergisi olarak çıkarılan
Hadîka, zamanla edebiyata ağırlık veren bir yayın politikası izler. Bu yıllarda
yine bir bilim dergisi olan Mecmua-i Ulûm yayımlanır.”(AÖF Tanzimat Edebiyatı
ders kitabı) Bundan sonra, günümüze kadar saymakla bitmeyecek kadar çok dergi
yayımlanır ve bir süre sonra yayım yaşamına son verir. Bu tarihsel bilgiyi
vermekteki amacım okurlarımı bilgilendirmek değildir elbet; 1850’lerden beri
dergi çıkaran bir kültürün dergicilik konusunda kaleme alınmış, dergiciliğin
ayrıntı ve ilkelerine ilişkin akademik ya da kişisel bir çalışma yapılmamış
olduğunu söylemek içindir. Şiir Sarnıcı’nı çıkarmaya karar verdiğimde
dergicilik konusunda geçmiş deneyimlerden yararlanmak üzere kaynak ya da eğitim
platformu araştırdım. Ne yazık ki bölük pörçük bilgi, orada burada herhangi bir
nedenle genelleme söylemler, kronolojik sıralama ve sıradan yorumlar dışında
dişe dokunur bilgiye ulaşamadım. Belki vardır; böyle bir çalışmaya ya da
kaynağa ulaşamamış olmak benim hatam da olabilir.
Şiir Sarnıcı’nın bunca yıllık
deneyiminden sonra dergicilik konusunda bir yarıyıllık ders notu çıkar mı,
araştırmak gerek. Gerek kuruluş amacı gerek yayım sürecinde derginin;
popülarite, gelir-gider, basım-dağıtım kaygısı olmaması; salt niteliğe önem
vermesi nedeniyle; standart dergicilikte sorun olan pek çok konunun
ayrıntılarını görmekte eksiğim olabilir. Zaman ve deneyimim yeterli olursa
dergicilik konusunda yazılı bilgi aktarımı bir göreve dönüşür umarım.
Halen Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisi
olmam, başta dergicilik olmak üzere pek
çok konuda yararlı oluyor. Yaşayan edebiyatla akademik edebiyatın arasındaki
sorunları ya da iyi yanlarını gözleme, değerlendirme olanağı buluyorum. Ben
edebiyatı, bilim dalı olmaktan çok sanat dalı olarak ele alıyorum. Çünkü
edebiyat, sınırı çizilemeyecek kadar geniş bir uzaya sahiptir; hem içerik hem
biçim hem de sanatçının düş ve imgelem dünyası açısından. Bu üç alanda,
sınırsız bir derinlik ve ulaşılamamış boşluklar vardır. Özellikle çoğu
denememde belirtiğim gibi, sanatta keşfi henüz yapılmamış karanlık alanların
gün yüzüne çıkarılması için proaktif olmak gerek… Eleştirmek gibi olacak ama
gördüğüm kadarıyla, eğitim düzeyimiz ne olursa olsun biz, bazı kavramları
tanımlamakta bile sıkıntı yaşayan bireyleriz. Özellikle yeni bir şeyler
söylemekten kaçınmak, yapılmamışı yapmaktan korkmak gibi bir tutumumuz var.
Türk edebiyatının Tanzimat döneminde batı tarzı içerik ve biçime yönelmesiyle;
normali büyütmek, Batılının sanat görüşünü temel ilkeler gibi görüp taklit
etmek, öykünmeyi normalleştirerek öğrenmenin en etkili yöntemi saymak gibi
hastalıkları da beraberinde transfer etmişiz. Örneğin şairin hangi şairden
etkilendiği, otobiyografide mutlaka yanıtlanması gereken temel sorulardan biri
gibi düşünülmektedir. Özellikle ders kitaplarında tarihe damgasını vurmuş
sanatçıların otobiyografilerinde kimi takip ettiği ya da kimden etkilendiğine
ilişkin tespit yapılarak bunun maharetmiş gibi gösterilmesi dikkate değer bir
durumdur. Bunlar öykünme kültürünün birer dışavurumudur. Biriciklik ve özgünlük
ilkesine darbe vurarak, sanat değeri ve sanatçı niteliğini bilinçsizce
aşağılamaktır. Özetlemek gerekirse “Ben” olmayı başaramamış bir kimse zaten
sanatçı değildir. Bu yüzden sanatçının sanat yetisini, başka bir sanatçının
sanat yetisinde aramak ya da onun sezgisini bir başkasının sezgisine atfetmek
gibi bir durum, yanlış ve gereksiz bir genellemedir.
Şiir Sarnıcı (e-dergi), gerek bulut
teknolojilerine gerek Milli Kütüphane kayıtlarına yüklendiği için yüzyıllarca
kaybolmayacak bir dergidir. Ulaşımı oldukça kolay, sürekli el altında her an
okunabilir bir dergi olma özelliğine sahiptir. Arama motorlarından ya da
bağlantılardan kolaylıkla ulaşıp okuyabilir, üzerinde çalışma yapabilirsiniz.
Üzerinde çalışmak isteyen okur istediği bölümü kopyalayıp alabilir. Ayrıca
derginin tüm sayılarını PDF dosya formatında indirip saklayabilir,
paylaşabilir. Emek dışında hiçbir masrafı olmayan dergimiz, salt okurlar
içindir; maddi, manevi ve İdeolojik bir yarar gözetmeksizin… Tarafsız ve
çıkarsız bir yayın platformuna ülkemizde yaşayan şair ve yazarların, tüm
olanaklarıyla destek olmasını beklerdim; ne var ki dergimiz,
yarar-taraf-popülarite kırıntıları içermediği için sessiz bir gecenin ortasında
kendince ilerliyor.
Mutlu ve esenlikli günlerde okumak, okunmak dileğiyle…
Canan
Sanlı
CEMAL
SÜREYA’NIN ‘YAZMAM DAHA AŞK ŞİİRİ’NİN TAŞTİRİ
"Oydu
bir bakışta tanıdım onu"
Karmaşık ötesi çukur aynada
İliklerime kadar titreten esrik
hayaliydi
Yırtılan zaman perdesinin kıyısında
"Nerden
uzatmışsa tehna boynunu"
"Dünyanın
en güzel kadını bu oydu"
Gözlerinden süzülen ışığı yakardı
bedeni
Sözleri can alırdı sanki, hiç susmazdı
Rüzgârın terkisinde dağılan saçları
"Hep
andım ne yaşanır olduğunu"
"En
çok neresi mi ağzıydı elbet"
Sözlerin mühürlendiği an
Bedeni esir alan gülüşlerindeki tat
Bitimsiz aşkın dalgalarda
"Bir
gider bir gelirdi işlek ağzı"
"Ah
şimdi benim gözlerim"
Yılların sis'inde grileşiyor
Düşlerin kırmızısında üşüyor bedenim
Odamın ateşi ondan
"Gecenin
horozu ondan"
Karşıyaka,
10. 05.2024
TAŞTİR: Divan Edebiyatında diğer ismiyle Klasik Türk Edebiyatında kullanılan bir nazım biçimidir. Beyitlerin iki dizesi arasına üç dize eklenerek yapılır.Uyak düzeni: aaaaa / bbbba / cccca / dddda ... şeklindedir. XVIII. yüzyıldan sonra örnekleri görülen taştir, çok az kullanılan bir nazım türüdür.
Canan Sanlı
SEYYİT NEZİR: “İNSANIN BEYAZ KOKUSUNDA” “BİR KARARA”
NOT: Bu deneme,
daha önce Eliz Edebiyat dergisinde yayımlanmıştır. Yazarının isteği üzerine
Şiir Sarnıcı’nda da yayımlanmıştır.
“Yenibütüncü
şiir, hayat kadar dağınık, hayat kadar örgütlüdür. Venüs’ün ölümsüzlük gizi,
insanın yaşama telaşıdır.”
Değerli
şair-yazar Seyyit Nezir; üretken, verimli çalışmalarıyla yönettiği Broy
Yayınevi, Üvercinka dergisi yayın yönetmeni, Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği
başkanı olarak edebiyat dünyasında yer alan bir sanat insanı.
Seyyit
Nezir, meslek hayatına Türkçe-Edebiyat öğretmenliği ile başlamış; daha
sonraları edebiyat-şiir tutkusu güçlü gelerek öğretmenlikten ayrılmış. Edebiyat
alanında yayıncılık hayatına adımını atarak birçok dergi yönetiminde yer almış.
Ekim 1985'te Broy Yayınevi'ni ve Broy Şiir Dergisini kurmuş, daha sonra Şairin Atölyesi (1993) dergisini çıkarmış. 1988'de Broy Dergisinde
arkadaşları Veysel Çolak, Tuğrul Keskin, Hüseyin Haydar, Metin Cengiz ile
birlikte Yenibütüncü Şiir hareketini başlatmışlar. Broy Dergisinde yayımlanan Yenibütüncü Şiir, Marksizm'in ufkundaki bireyi amaç
edinen bir Türk şiir akımı olarak edebiyat sayfalarında yerini almıştır.
Bildiri ile
getirilen şiirin önerisinde; insandan, doğadan, yaşamdan ve bunların
geleceğinden yana bir tavır geliştirilir. Emperyalizme ve kapitalizme karşı
çıkılarak bireyin önemi vurgulanır. İnsanın kültürel yenilenmesinin yaşamın da
yenilenmesi olacağına açıklık getirilir. Cemal Süreya, 999 Gün: Üstü Kalsın (YKY'de daha sonraki yıllarda Günler) kitabında
«Hepimiz Yenibütüncüyüz.» demiştir.
İnsanın
Beyaz Kokusunda adlı şiir kitabıyla 25. İzmir TÜYAP Kitap Fuarında (2023)
buluşmuş, kitabın yazarı Seyyit Nezir'le de tanışmıştım. Kitabın sayfalarında
gezinirken hemen ilk sayfada Yenibütüncü
Şiirin Manifestosu ile karşılaştım:
Yenibütün:
"Kendini Biriktiren Bireyin Şiiri, Yenibütüncü şiir, paranın büyüsünü
bozmaya adanmış zekânın lirizmidir. Yenibütüncü şiir, politikayla barışık
olmayan insani politikleşmedir. Yenibütüncü şiir, tragedyasında yetkinleşen
bireyin diyalektiğidir. Yenibütüncü şiir, öz demek olan yaratma sürecinin
etkinliğidir. Yenibütüncü şiir, yenilikte geleneği de sırtlayan süreklilikte
kendine birikmedir. Yenibütüncü şiir, hayat kadar dağınık, hayat kadar
örgütlüdür. Venüs’ün ölümsüzlük gizi, insanın yaşama telaşıdır. Yenibütüncü
şiir, brooyyy kadar yerli, merhaba kadar evrenseldir. Yenibütüncü şiir, dilin
öncü yorumunu, belirleyici imkân olarak yüklenir. (s. 7-13) (Veysel Çolak,
Seyyit Nezir, Metin Cengiz, Hüseyin Haydar, Tuğrul Keskin, Broy Şiir Dergisi, Ocak 1988, sayı: 27)
“Manifesto;
insandan, doğadan, yaşamdan, şiir sanatından ve bunların geleceğinden yana
olmayı, bu konularda eylemli olmayı öneriyor. Emperyalizmin ve kapitalizmin yok
ettiği bireyin yeniden yaratılması gerektiğine vurgu yapılıyor. İnsanın yeniden
yaratılması, yaşamı da yenileyecektir. Manifesto,
bu anlaşılsın istiyor.” (Veysel Çolak-Aslıhan Tüylüoğlu, Yenibütüncü Şiirin Manifestosu, Klaros Y., s.
8)
Kitapta;
insana, yaşama yönelik şiirlerin diyalektik eylemlerine tanık olmak için
şiirlerle tanışıp söyleşeceğim şimdi. Kitabın içeriğini yansıtması açısından
kitap adları önemlidir. Kitabın adını
alan “İnsanın Beyaz Kokusunda” bağdaştırmasının içeriği merak uyandıran bir
söyleyiş... ‘İnsanın Beyaz Kokusu’, özgün ve kendine içkin çağrışımlı bir
imge... İçeriğinin çok geniş anlamlarla örülü olduğu, şiirlerle söyleşince
anlaşılıyor. Ayrıca beyaz sözcüğü dikkat çekiyor. İnsana değer
yüklenen bir söz olarak algılanabilir. İnsan, yaşamın merkezinde varoluşsal
gerçeğin ta kendisi... Yaşam insanla, insan yaşamla varoluşsal diyalektik
bütünlüğün içindedir.
Toplumcu
gerçekçi bir şair olan ve şiirlerini bu bağlamda oluşturan Seyyit Nezir,
şiirlerinde Yenibütüncü Şiir anlayışını yansıtıyor. Tragedyasında yetkinleşen
bireyin diyalektiğinde yazıyor şiirlerini.
Kitapta söyleştiğim şiirlerden “Bir Karara” başlıklı şiiri yorumlamaya karar verdim. Bu şiiri yorumlamadaki amacım, Yenibütüncü Şiir Manifestosu’nun şiire yansıttığı eylemiydi. Nezir ve manifestoyu hazırlayan arkadaşlarının şiirle ilgili ürettiği düşünceleri yaşama geçirme aşamasındaki eyleme aldıkları "Her insana yayılmış somut ilişkilerin bireyde kabına sığmayan yoğunlaşmasından patlayan bu lirik başkaldırı", "BİR KARARA" başlıklı şiirin kadrajına sığıyor kocaman. Kapitalist sistemin işleyişindeki olguları vurgulayan şair karara nasıl geldiklerinin nedenlerini açıklıyor. Ben de şimdi kitabın ilk şiiri “BİR KARARA” (s.17-18) başlıklı şiiri yorumlarken “Yenibütüncü” şiire giden yolda şiirin eylemine tanık olacağım.
BİR KARARA
Biz biraz gecikerek geldik arkadaşlara
İpliğin evvel eski yufkadır kanattığı ve hep
sonra
Biz sonra geldik, maden öndedir acısı pek
Dokuz çentik önde bizden ondaki göz, ısrara
Tel kalınlığında, orda dur, sesini tart
Bam telidir ezelî, usul gelen şarkılara
Yeni geldik ahımızla yüzün dokuz çentik için
Karları ancak yendik, bize anca geldi sıra
Birazdan kayısı da burda, demi devranımıza ibret
Nasıl sendeler bir çiçek damlasıyla; çürük ve
kara
İşte geldik bir karara, arkamız vardır
Undan az önce geldik –şimdi o da burdadır–
hamurda bir karara.
1. Birimde:
“Biz biraz
gecikerek geldik arkadaşlara
İpliğin
evvel eski yufkadır kanattığı ve hep sonra”
Yenibütüncü
Şiir Manifestosu’nun oluşmasına katkı sağlayan olguların olgunlaştığı ve hazır
hale geldiği şiir, eylemiyle meydandadır artık. Şiirin öznesi, biz adılıyla şiire yükledikleri bu eylemin
geç kalındığını vurgular. Şiire yüklenen işlev geçmişin hesabını sorgulayan
düşünceyle eyleme hazırdır. Yufka sözcüğüyle yumuşak, üzgün, çaresiz kalmış,
kapitalist düzene boyun eğen, haksızlığa uğrayan, yaraları kanayan bireyleri çağrıştırır.
“Günümüz güncellik adına kayıp gidişin, yenilik adına yufkalığın kutsanmasıyla
lekelidir. Hayatın karşımıza çıkardığı binlerce olayın görünüşteki sırasızlığı,
sonu gelmeyen karmaşa, bitip tükenmez telaş; özgür ve zorunlu olanın çelişkiler
bütünlüğünden sıçrayan özdür.” (s. 11)
2. Birimde:
“Biz sonra
geldik, maden öndedir acısı pek
Dokuz
çentik önde bizden ondaki göz, ısrara”
Kapitalist
sistemin sömürdüğü emekçilerin yaşamlarının maden facialarında ölümle
sonlanması, duyarlı bireylerin bu acıları önde tutmasını çağrıştıran şair
özne; “Dokuz çentik önde” bağdaştırması
ile Yenibütüncü Şiir Manifestosu’nu oluşturan 9 önemli maddeyi anıştırıyor.
Şiirin gücünü ortaya koyan tavrı ve ısrarını şiddetle vurguluyor. “Şiir; her
insana yayılmış somut ilişkilerin bireyde kabına sığamayan yoğunlaşmasından
patlayan bu lirik başkaldırı, hiçbir bireyi ayırmaksızın herkese yönetilmiş bu
gözüpek ve tok çağrı, bugün de zekânın ve yüreğin bireysel oylumdan çakan
şimşeği olarak kendini yaşamın ön siperlerine adıyor: Çünkü maden ve ipek,
başak ve mürekkep, ter ve buz, gül ve bakır sürtünmüştür. Öneriyor ve işe
koyuluyoruz: Gün, ateşe atılış günüdür.” (s.7-13) Yaşam karşıtlıkların diyalektiğinde bir bütün
değil midir? İşte bu paradoksal vuruşların diyalektiğinde şiir eylemiyle
insana, yaşama yönelik yeni başlangıçlar için zorlu savaşıma atılır: “Gün ateşe
atılış günüdür.”
3. Birimde:
“Tel
kalınlığında, orda dur, sesini tart
Bam telidir
ezelî, usul gelen şarkılara”
Şiir, Yenibütüncü eylemiyle
meydandadır. Bildiriyi halka duyurmak için “tel kalınlığında” gür, tok, kararlı
ses gerekir. Ancak birilerinin sinirlenmesine, kızmasına neden olunacaktır
elbet. Bu her zaman, ezelden beri karşıt
fikirlerin çatışmasıdır, kaçınılmazdır.
O bakımdan bildiriyi okurken sesi tartarak, bilinçli, kararlı, etkili olmak
gerektiğini vurgular, şair özne. (…) “Bireyin tarihsel özgürleşme süreci, işte
bu bütünlükte yaşanan sonsuz tragedyalar diyalektiğidir; tragedyasından
çalınmış birey ona geri döndürülmeli, her türlü insani eylem bireyin
tragedyasında somutlaştırılmalıdır.” (s. 9)
4. Birimde:
“Yeni
geldik ahımızla yüz on dokuz çentik için
Karları
ancak yendik, bize anca geldi sıra”
Geçmişin,
geleneğin izlerinde şiir üzerine geliştirilen kuramlar günümüze kadar sürmekte.
Gelenekten modern şiire uzanan yollarda “Garip Şiiri”, “İkinci Yeni” şiir
anlayışı bilinen şiir akımlarından... Şimdi ise üzerinde düşünülen yeni bir
şiir kuramının, Yenibütüncü şiir anlayışının bilinmesi gerektiğini şiirin
eylemine yükleyen şair öznenin “biz” adılıyla Yenibütüncü şiir kuramını kuran
arkadaşlarıyla birlikteliğini vurguladığı düşünülebilir. Yine “dokuz çentik”
bağdaştırması ile Yenibütüncü Şiir Manifestosu’nun dokuz maddeden oluştuğunu
anıştırır. Ve artık sırası gelmiştir. Şiir,
Yenibütüncü kuramıyla, “yenilikte geleneği de sırtlayan süreklilikte
kendine birikmedir”, eylemiyle
buradadır.(…) “Bugünkü insan, geleneğin içinde birikir ve geleneğin elverdiği
boyuttaki bugündür. Tarih, bugüne insan için birikmesi ve geleceğe elvermesiyle
vardır. Yeni olan, tarihten gelerek tarihe biriken insaniliğin
gerçekleşmesidir.” (s. 10)
5. Birimde:
“Birazdan
kayısı da burda, demi devranımıza ibret
Nasıl
sendeler bir çiçek damlasıyla; çürük ve kara”
Birimlerde ‘kayısı’ ve ‘çiçek’ bir simge olarak, iyiliğin, güzelliğin
verdiği gücü, umudu çağrıştırıyor. “Çiçek damlası”nı Yenibütüncü şiir’e
yükleyen şair özne, umudun, gücün,
inancın varlığını somutluyor.
“Yenibütüncü Şiir, brooyy kadar yerli, merhaba kadar evrenseldir.
Günümüz insana kalıp sözlerde sürgünlüğü yaşatıyor. İnsandan koptuğu yapay
biçimleri hızla yaygınlaştırarak, yaşamı terk ediş sürecine sokulan söz,
toplumsal ilişkilerin en dar bölgelerinde küflenmeye atılıyor. (…) Yaşamın öncü
yorumu, dilin de yavanlıktan bireysel yeni kullanımlara imgelenmesiyle
olanaklıdır. Kurtuluşunu sözcüklerde billurlaştıramayan birey, yaşamda asla
yaratamaz.” (s.11-12)
6. Birimde:
İşte geldik
bir karara, arkamız vardır
Undan az
önce geldik- şimdi o da burdadır, hamurda- bir karara."
Toplumsal
olguların karşıtlığında diyalektik birliktelik, bütünlük vurgulanıyor. Şair;
mecaz yoluyla şiirin eylemini somutlar. Un hazırlanmış, içine aktarılacak
malzemeler işlenmiş ve yoğrulmaya karar verilmiştir. Şiir, Yenibütüncü
hareketiyle buradadır artık. “Yenibütüncü şiir, hayat kadar dağınık, hayat
kadar örgütlüdür. Venüs’ün ölümsüzlük gizi, insanın yaşama telaşıdır. Günümüz,
özgünlüğü yerellikle, gerçekliği evrensellikle takas yanılgısındadır. Birey,
yaşadığı somut ilişkilerin diyalektik bütünüdür.” (s. 11)
Seyyit Nezir’in “İnsanın Beyaz Kokusunda” adlı şiir kitabından “Bir
Karara” başlıklı şiiri kendimce Yenibütüncü Şiir Manifestosu öncülüğünde
yorumlamaya ve şiirin götürdüğü yolda Yenibütüncü şiirin içeriğiyle de
buluşarak anlamaya çalıştım.
Şair, şiir düşünürü, Yenibütüncü şiir akımının mimarlarından Veysel
Çolak, “Şiir yaşamın diyalektik toplamıdır”, der. Yenibütüncü şiir anlayışı da
yaşamdan, insandan yana diyalektik işlerlikte kendini biriktiren bireyin
dirimsel şiiri.
Seyyit Nezir bir söyleşisinde; Manifesto, şiirimizdeki kireçlenme ve
sancıdan kurtulma çabasıdır” der. (…)
“Yenibütüncü Şiirin Manifestosu’nu yayımlayan beş şair, bunun klasik
anlamda bir manifesto olmadığını; gerek toplumsal yaşamda, gerekse sanatta hak
ettiği yeri ve tanımı bulamayan bireyin, günümüzde toplumsal yaşamdaki yerinin
ortaya konmasını ve altının çizilmesini amaçladığını belirtiyorlar.” (Bülent
Berkman-Seyyit Nezir’le Söyleşi, Milliyet
Sanat Dergisi, 1 Şubat 1988; Veysel Çolak-Aslıhan Tüylüoğlu, Yenibütüncü
Şiirin Manifestosu, Klaros Y., s. 118 -125)
Son olarak, kitaba adını veren “İnsanın Beyaz Kokusunda” (s. 29)
başlıklı şiirden anlamlı kısa bir birimle değerli şair-yazar Seyyit Nezir’in
sesine kulak verelim: “Sonunda oraya geldin, insanın iyi kokusuna / Buluşma
kokusuna garlardaki, tazelik kokusuna / İnsanın ilk kokusuna, tutuşan ellerin
kokusuna / Dereotunda, pazende, tezgâhta, ilk vakitte/ Bütün vakitlerde
mutluluğun önüne, acının ortasına / Parmak uçlarındaki o cömert kokuya / O
henüz çekilmemiş fotoğrafın arabına / Mürekkep unutmuştu onu çünkü, oraya
geldin / Mürekkebinle – kal orda.”
“Şiir tarihin orta yerindeki insanın çekirdeğidir.” Selam olsun! Karşıyaka, 22.01.2024
Kaynak: Seyyit Nezir, İnsanın Beyaz Kokusunda, birinci basım, Broy Y., Kasım 1999; ikinci basım: 1993, birinci basım: 1988.
Nurbanu
Kablan
EYLÜLDE
GİDİLMEZ
-l-
Azalıyorum uzaklaştıkça adımların
açık bırakma kapat kapıyı
duvarlara vurulmuş bir kurşun
kalemin kara bahtıyla çiziliyor
ruhumun ince endamı
Ah gidilir mi eylülde sevgili
yaprakların senfonisiyle
mırıldanırken şarkısını rüzgâr
vuslatıdır ergen çocukların eylül
-sen beni ergenken sevmiştin-
kül mü yağacak şimdi anıların
güllerle donanmış bahçesine
-Kestaneler, gürgenler, palamutlar
biz olmasaydık okul sıralarında
kimin umurundaydı tüm güzelliğini
sonbaharda sergilemiş ormanlar-
Ortaokul sıralarında oturan anılar
hoca sınıfa girdiğinde ayağa kalkacak
yoklama yapılacak -en çok kim ağlayacak
deftere not düşülecek -devamsız en
güzel anılar
hoca şaşkın gözlerle bakacak
dilinde sitemin destanı yazılacak
“çocuklar daha eylülden başlıyorsunuz
firar etmeye kuyusundan zamanın”
“Haydi okul bahçesinde toplanın
ayrılığın anma töreni yapılacak
önce “Milena’ya mektuplar” mevlüdü
sonra Mehmet Rauf’un “Eylül”ü okunacak
ateş yakılacak Kafka’nın ruhuna
el fatiha aşkın rüzgarına”
-Hocam benim anılarım çok taze
fırından yeni çıkmış kokusu dağılmamış
saçlarımdaydı buhurdan elleri-
“Çocuğum buharı üstünde bir aşkın
ocağını söndürmek ateşe ihanettir.”
-ll-
Ah gidilir mi eylülde sevgili
meğer sevmişim uçarı ellerini
gitme diyemem, gömleğini bırak
kokular yazılmamış destanıdır aşkın
açık bırakma kapıyı kapat
kaldırıp atayım miyop camlı
gözlüklerimi
-Toprağı bol olsun
Özdemir Asaf’ın
Uçurum olur ağzın ayrılığı söylerken
dilin
boşlukta sallanır ruhumun gözleri
hep sustuğun gibi sus bir şey söyleme
artık
daha, fiyakalı anılar taşıyacaktık şimdiye
köprülerinden geçmiş zamanın
ben hiç bilmedim yıllarca beni nasıl
sevdin
“Çocuklar tören
bitti dağılın şimdi sınıflara
matematikte pi
edebiyatta Fuzuli
bir tek ruhun
coğrafyasını anlatırım
Dostoyevski de ağır
gelir şimdi size
en iyisi dersi
bırakın bir kenara
gizli gizli sevmeyi
öğrenin
anılar biriktirin
kalbinizin cebinde”
Ah gidilir mi eylülde sevgili
hep beklemişken eylülde dönüşümü…
Yaşar Özmen
KENDİMİZE BİR MASAL ANLATMALIYIZ
NOT: Deneme, Ç.Türk Dili Dergisi Eylül 439. Sayısında yayımlanmıştır.
Yazın
yolcularının inançlarını, duygularını ve kabullerini yıkmak istemem ama
belirtmem gereken bir kaç durumu da yazmadan geçemeyeceğim. Konumuz; şiir,
edebiyat daha genel söylemle sanat ise oturup biraz geçmişimize sonra da
ayrıntılı günümüze bakmak zorundayız. “Görünen köy kılavuz istemez” diye bir
atasözümüz vardır. Şiir ve yazın sanatının kapalı yanlarını görebilmek için
veriye dayalı değerlendirme yapmalıyız; kulplu önyargılarımızı bertaraf ederek...
Bilim, sanat ve insanlığın evrensel olduğu düşüncesinden hareketle; veriye ve
deneyime dayalı bilgiye yaslanarak...
Pek çok konuda
doyuma ulaşmış kuşaklar olarak bizler, göğsümüz kabararak şiirimizden,
edebiyatımızdan, sanatımızdan haklı olarak söz etmek istiyoruz. Tarihin
sayfalarına ayrıntılı baktığımızda, kayıt altına alınan dönemden (7. yy’dan) bu
yana yeni imgelem olanaklarının önünü açmak yerine hep öykünme, diğer adıyla
taklit denizinin içinde var olmaya çalışmış bir geçmiş var elimizin altında. En
yakın örneği, Arap ve Fars kültürünün etkisiyle yaratılan divan edebiyatı.
Tarih öncesi Köktürk ve Uygur alfabesi varken Türkçeye uygun alfabe bunca yıl
oluşturulamamış. Haberimiz bile olmamış böyle bir alfabenin varlığından. En
sonunda zorunlu olarak Latin alfabesi uyarlanmıştır. Günümüzde akademisyenlerin
deyimiyle “Batı kültüründen etkilenen Türk Edebiyatı” gibi eleştiriden ödül
sistemine kadar daha pek çok konuyu, savıma örnek olarak verebiliriz. Bu
gerçeği, hamaseti ve güdülenmiş aidiyet duygusunu bir kenara koyarak kendimize
itiraf etmek zorundayız. Bilgi evrenseldir; ırk anlayışı, kutuplaşmış siyasi
yaklaşım, inanç, öğrenilmiş aidiyet algısı bir yere kadar geçerlidir. Bugün,
gerçekle yüz yüze gelmek için bilginin evrenselliğinden yola çıkıp veriye dayalı
değerlendirme yapacak birikime sahip olduğumuzu düşünüyorum.
Derin bir
kültüre ve köklü geçmişe sahip bir toplum olarak neden edebiyatta öncü
konumunda olamadık? Geçmişimizde edebiyatın çoğu türünde yapıt üretmiş
bizler, neden roman, şiir, öykü bilgisini
transfer yoluyla öğrenmek durumunda kalmışız? Açık söylemek gerekirse ben,
sanat ve edebiyatımızın, bizim dışımızdaki kültürlerin etkisi altında taklit ve
öykünme biçiminde gelişmesini, transfer bilgiyle dönüşmesini sağlıklı
bulmuyorum. Böyle bir yaklaşımı, böyle bir beklentiyi dahası diğer kültürlerin
bilgi varlıklarından nemalanma tutumunu sevmiyorum ve bu tutuma tamamen
karşıyım. Hatta kendi kendini ve sahip olduğu kültür varlıklarını aşağılamanın
ustaca hazırlamış renkli bir kılıfı olarak görüyorum. Elbette sanat, güneş
ışınlarına benzer; yansıdığı bölgeyi kendi rengine çevirir. Bilgi de öyle;
kolay yayılır. Zaten bu yüzden sanat evrenseldir diyoruz ya… İnsan bilinci ve
beğenisine göre doğruluk ve uygunluk değeri yüksek olan kavramlar, din-dil-ırka
bakılmaksızın genellik taşıyan durumlardır.
Dolayısıyla yerel ya da evrensel olduğunu varsaysak bile genellik
taşıyan insan algısı, sanat yapıtının içerik ve biçimine yön verir. Yoğun
iletişim ortamında da, en Batı ile en Doğu arasındaki mesafe küçülerek sanatta
biçim ve içerik en uygun olana yönelir. Ülke geneline ve önde gelenlerin
anlatımlarına baktığımızda, ne yazık ki lisans eğitimi ders kaynakları dâhil,
öykünme ve tarihlendirme dışında bir şey yapmamanın açık örneğini oluşturan bir
süreklilikle yüz yüzeyiz. Sonuç olarak her sanat dalı dünya üzerindeki
etkinliklerden etkilenir; ne var ki bizim yaptığımız gibi kendi ufkumuzu
köreltip başkalarının ufkunda rota aramak bana çok aşağılayıcı bir durum
geliyor. Biraz ayrıntılı baktığımızda bu durumun bugün de sürekliliğini
koruduğunu görüyoruz. Söylemeye çalıştığım şey; bilginin genelliği ve bilimin
evrenselliği çerçevesinde daha özgün, yaratıcı, yön verici, bilgi üretici ve
izlenir olabilecek donanımlı insan gücüne sahibiz; ne yazık ki bu gizil gücü
kullanamıyoruz. Birincisi, bunun nedenlerini araştırmamız gerekir. İkincisi
ise, isterseniz sağduyumuzu yanımıza alıp kişisel olarak enine boyuna ayrıca
sorgulayalım. Var olandan değil; sanat adına bugünkü bilgi varlıklarımızla var
olması gerekenden yola çıkalım… Elbette var olması gerekenden yola çıkmak,
altyapı ve öngörü gerektiren bir durumdur. Bu durumun üstesinden gelmek için
özgüven dışında; altyapı, öngörü ve sezginin insanımızda var olduğunu
rahatlıkla söyleyebilirim.
Diğer taraftan
sanatın özü ve estetik tavrı; biriciklik, özgünlük ve duyumsallığın içinde var
olan bir olgudur. Bir yerlerden bilgi transferi yapmak yerine kendimiz sanat
bilgisini üretmeyi denesek, en azından bu anlamda baksak şiire, öyküye, romana…
Örneğin şiirin, keşfi tamamlanmamış çok fazla kapalı alanı var. Ne var ki
akademik eğitim de dâhil, şiirin tarihsel bilgisi üzerinde çalışmak dışında
yaratıcılık ve gelişim yönüyle ilgilenen sağlıklı kaynak ya da eğitim ortamı
bulmak zor. Yapılmışı tarihlendirmek akademik eğitimin asıl işi değil kanımca…
Onun işi, tarihsel bilgiyi irdelerken konunun felsefesinden yola çıkarak
açılmamış alanların yolunu açmak olmalıdır. Dahası bu anlamda insan
yetiştirmektir. Bu yaklaşımda olmadığımız sürece -ki olmamış- akademik personel
dâhil şiirin önde gelenleri, gelecek için sağlıklı bilgi üretemezler; bilgi
transferi yapmak dışında katkıları olmaz. Örneğin günümüz şairlerinin
kitaplarını inceleyip şiir düşünceleri hakkında sıradan yorum ve çıkarımlar
yaparak makale yazdığını sanan, deneme türü metnini makale türü adı altında
hakemli dergide yayımlattığını söyleyen, hakemli derginin de bu yazıyı makale
diye yayımlaması gerçekten üzerinde ısrarla konuşulması gereken bir konudur.
Makaleyle deneme arasındaki mesafeyi henüz kavrayamamış bir eğitim altyapısına
mı sahibiz, diye sormadan geçemeyeceğim. Abarttığımı düşünmemeniz için bir
örnek daha vereceğim: Tarihe dönüp baktığımızda İlk Türkçe yazıların (Göktürk,
Uygur Metinleri, Yazıtları) çözümünü bile Türkçe konuşmayan insanlar yapmış.
Türkçe konuşan ulusların akademisyenleri bunları sonradan duymuş ve henüz bir
şeyler kopya ederek sınırlı da olsa bizleri bilgilendirmeye çalışıyorlar.
Ulusalcılık ya da ırkçılık yaptığımı düşünmeyin lütfen; biraz geçmişe tarafsız
baktığımızda önemli bir sıkıntının varlığını, bugün bile tuttuğumuz yol ve
yöntemin işlerlik derecesinin ve işlevinin düşük olduğunu görebiliriz. Ayrıca
edebiyat alanında akademik eğitimin çerçevesine baktığımızda bir şeylerin eksik
ve bilinçsizce uygulandığını görüyoruz. Örneğin, edebiyat bir sanat ve aynı zamanda
bir bilim dalıysa –ki ders kitaplarında öyle yazıyor- estetik bilimini okumayan
bir edebiyatçıdan bir yapıt hakkında yorum yapması ya da edebi bir yapıt
üretmesi ne kadar sağlıklı olabilir? İçerik ve biçem hakkında nasıl bir tavır
almasını beklersiniz? Eleştirmen veya edebiyat eğitimcisinin, edebiyatın
estetik değeri konusunda yorum yapabilmesi ne kadar bilimsel olabilir sizce?
Bütün bunları önümüze koyup daha ayrıksı ve yaratıcı bir çıkış noktası
belirleyebiliriz. Hem siyasi hem de insan kaynakları olarak, genel ve bilimsel
önlemler alınmazsa eğer çok iyi bir sonun beklemediğini şimdiden
söyleyebiliriz.
Anlamsız
bahaneler üretmenin bir yararı yoktur. Siyasi yönelimlerin hatta ideolojilerin
bile ithal olduğu kanıksanmış bir anlayışın gölgesinde varlık bulmaya
çalıştığımızı yadsıyabilir misiniz? Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Mustafa
Kemal, kısmen özgün bir model uygulamaya çalışmış ne var ki biz çeşitli
bahanelerle kazanımların altını boşaltmışız ve boşaltmayı sürdürüyoruz.
Beynimize nakşedilmiş ithal kültürün pas kokuları altında aydınlığı çıkmaza
nasıl sürükleriz, çabalıyoruz. Geçmişi başkalarının ağzından dinliyoruz; bu
günü, popülist uygulamaların kurbanı edip gelecek kaygımızın olmadığı bir
rahatlıkta yaşıyoruz. Üniversiteye gitsen, kahveye gitsen ya da rastgele bir
toplantıya katılsan, görüyorsun ki herkes o kadar bilgili ki hiç kimsenin
diğerinin bilgisine ihtiyacı yok; herkes her şeyi biliyor. Buna karşın,
özgünlük ve biriciklik ilkesini koruyan ortada üretilmiş gözle görünür bir
değer yok sayfaları karıştırdığımızda… Gerçekliği ve uygulanabilirliği düşük
öykülerle bilim yaptığımızı düşünüyoruz. Fen bilimleri için aynı şeyi
söyleyemem ama özellikle edebiyat gibi sosyal bilimler alanında hikâyeden öte
elle tutulur, dişe dokunur bir sonuç görmediğimizi fen bilimlerinde lisans
sosyal bilimlerde yüksek lisans deneyimime dayanarak söyleyebilirim.
Tarihteki ilk
yazılı kayıtlardan 18. yy’da haberdar olunması, 18 ve 19. yüzyıllarda yaşamış
ve günümüze eser bırakmış pek çok sanatçı hakkında bile sağlıklı bilginin
yokluğu, yukarıda açmaya çalıştığım konuyu farklı açıdan destekleyen
örneklerdir. Kayıt tutmadığımız gibi, sanatın felsefesine ilişkin küçük bir
açılım gösteren belli başlı kaynağımız olmamış… Varsa bile dünyanın modern
sanat dönemine geçtiği zamanın berisindeki kayıtlar; onlar da bir yerlerden
alınmış, kopya edilmiş ya da derlenmiş bilgiler… Örneğin, Divan Edebiyatının
felsefesi, tamamıyla transfer bilgiyle derlenmiş. Her alanda olduğu gibi sanat
dallarında da tarihsel bilgi büyük öneme sahiptir; yadsımıyorum. Ancak,
tarihsel bilgiyle uğraşacak kurumlarla bilgi üretecek kurumlar ve görevleri
farklı olmalı. Bana göre bilgi üretebilecek kurum olarak en başta geleni
fakültelerdir. Gördüğüm kadarıyla halen öğrencisi olduğum fakültenin, bilgi
üretmesi şöyle dursun bilgiyi doğru transfer etmekte bile sıkıntı yaşıyor.
İdeolojik algısı, inancı ve kabullenilmiş aidiyeti çerçevesinde bireysel bilgi
aktarımı söz konusu… Örneğin Hoca Ahmet Yesevî’nin hurma rivayetinde olduğu
gibi şehir efsanesini keramet adı altında öğrenciye gerçek bir olay gibi
sunarken bir akademisyen oturup düşünmelidir. Yazım ve imlemeyi doğru
kullanamayan, güncel olmayan bir dille konu anlatmaya çalışan, şehir
efsanelerini ders kitaplarında gerçekmiş gibi öğrenciye sunan, öykünmeden öte geçmeyen
çıkarımları örnek versem, sanırım içiniz acır; benim acıyor.
Karamsar bir
tablo çizmek yerine daha ılımlı ve iyi yanlarını gösteren bir hava
yaratabilirdim bu denemede. Yapılmışı hor görmek ve geçmişte hiçbir şey
yapılmamış gibi bir anlam oluşturmak istemem, bunca yıllık birikimi de bir
kenara koymuş değilim; okurda böyle bir kanının oluşması da çok sağlıklı
değildir, farkındayım. Evreni ne kadar geniş ve ne kadar derin okuyabilmişsek o
kadar da yeni ürünler vermişiz. Edebiyat
sanatının gerçek dünyayla ilişki kurmasını ve gerçekle kurduğu ilişkide Ahmet
Cevdet Paşa, Münif Paşa ve Şinasi gibi dönüşüm çarkının dişlilerini, Fikret’i,
Nâzım’ı yok sayamayız elbet; bayrağı onlardan teslim alan kuşakları da… Ne var
ki ben bu metinde var olandan değil var olması gerekenden yola çıkıyorum.
Örneğin yapılmışı inceleyerek/açığa çıkararak unvan alan akademisyeni değil;
yapılmamışı yani yeniyi üreten akademisyenin unvan alabildiği; hak eden yapıtın
ödüllendirildiği bir sistemden; sanat ve eğitim ortamından söz ediyorum. Bu
ortam nasıl oluşturulur; genelin kolaycılık anlayışı, kopi-pest tutumu,
popülist yaygınlık, asılsız övgü, yeterlilik düzeyi düşük hak edilmiş unvan,
gerekçe açıklamaktan aciz kurulların sanat ödülü vermesi gibi pek çok aksaklık
nasıl önlenir; çok kolay bir değişim ve dönüşüm gibi durmuyor. Bedel ödenmeden
de böyle bir dönüşüm ve değişimin olamayacağını biliyorum. Yine de iyi
düşünmek, doğrunun, iyinin yerini bulacağına inanmak gerek…
Edebiyatın
temeli masallarda gizlidir. Hatta şiir, masalların üzerine bina edilmiştir;
aslında edebiyatın her dalı… Toplum olarak kendimize bir masal anlatmalıyız.
Çünkü masallardaki düş ve imgelem olanakları, inanın sahip olduğumuz bilgiden
çok daha fazla kullanılabilir bilgi üretme gizilgücüne sahiptir. Belki o zaman
yukarıda sözünü ettiğim sıkıntıların ayırdına varırız ve yavaş yavaş transfer
değil, bilgi üretmek için kolları sıvarız. En azından akademik eğitimi, şöyle
sağından solundan silkeleyerek niteliğini artırabiliriz. Yönetici olarak
bulunmadığım sadece öğrenci olarak bulunduğum fakülteler hakkında daha somut
bilgi vermem çok olası değil, ayırdındayım. Ne var ki ulusal ve uluslararası
istatistiki veriler, yurdun dört bir yanına dağılan insan kaynakları; ele
alınır, dişe dokunur bir sonucun olmadığını bize gösteriyor zaten.
Bu sorunları dile getirmekteki amacım, sanatın özelde edebiyatın yolcularını uyarmak ya da kulaklarına su kaçırmak değil. Günümüze kadar kazanılmış değerleri ve birikimi yok saymamız da olası değil. Yaratıcı ve yeni bilgiler üretebilecek gizilgüce sahip olduğumuzu, donanımlı insan gücümüzün varlığını bir kez daha vurgulamak istiyorum. Genlerimize örülmüş o sisli dünyanın pasından kurtulmanın ve evreni daha sağlıklı okumanın bir yolu olmalıdır. Aslında herkesin bildiği, her ortamda tartıştığımız ama uygulamada gerçeğini göremediğimiz alışılıp sıradanlaşmış sorunları dile getirdim bu denemede. Bu sorunları, çok yakında yaşadığımız acıklı darbede olduğu gibi, bilmedik duymadık gibi bir durumun oluşmasına karşı gelecekte sıradan bir anımsatma olsun düşüncesiyle kayıt altına almak istedim. Umarım yakın geleceğimizde tekrar tekrar üzerinde düşünülecek alışılmış bir durumun görünürlüğüne katkı sağlamışımdır. Kendimize öyle masallar anlatmalıyız ki her birey, o masalların yumuşaklığında büyüsün ve gerçeğini yaşayacağını duyumsayabilsin… 10 Ağustos 2024
Osman Akçay
GEL
Sensiz gecelerim inan ki hicran
Kimseye kalmamış geçer bu devran
Yuvamız dağıldı ocağım viran
Beklerim camlarda koşa koşa gel
Çektiğim çileler binleri aştı
Hasretlik yüzünden pusulam şaştı
Gözümde nehirler bendini taştı
Kurulan setleri aşa aşa gel
Baharda çiçektir bütün ağaçlar
Yeşile bürünür tepe, yamaçlar
Gönlüne girmeyi kalbim amaçlar
Naz yapma sevdiğim coşa coşa gel
Gözleri doğuştan kara sürmelim
İkimiz birlikte yaşam sürelim
Kederi tasayı hepten gömelim
Kimseye sormadan taşa taşa gel
Okurum hasretle şiir beklerken
Sevdalı dizeler yolun gözlerken
Duygulu kalbimden altın damlarken
Ayrılık hüznünü yaşa yaşa gel
Serkan
Savaşeri
KORONA
GÜNLERİNDE AŞK
Her
yerden çok uzaklara giden bi'gemi;
sarı bayrağımızı çekelim, gel, sevgili!
Haydutlar
kol geziyor sokaklarda, maskeli
Kimse
yüzüne bile
bakmıyor artık kimsenin
Bi kibrit çaksa biri belli ki bi’şeyler
infilak edecek
Her yanımız tehlike her birimiz temkinli
Her
şey değişti bu şehirde… bi zombi
filminin içindeymiş
gibi
Anlamak çok zor ancak hangimiz ölü
gerçekte,
hangimiz diri
Bi’şey yapmalıydı artık biri zaten
canlısında iş yok, cansız, şöyle tek hücreli
ki görelim uykularımızdan uyanıp
şu gerçek hâllerimizi
Aklı başında her öğreti
‘Bildiğin ne varsa unutmalısın,’ der
Unutmalı belki de bunları bile şimdi
Neyin
ne olduğunu
Kimin kim olduğunu öğrenme
–sözcüklerin tükendiği yerde–
nedenleri, nasılları sindirme vakti
Hanımlar, beyler!
Kolonya bedava bugünlerde
bol bol dökünmeli.”
Şahizer Senem Telli
ACIMASIZ
“Çek arabanı
şuradan! Topumuz çarpıyor, oyunumuz bozuluyor.”
“Şşşt… Oğlum deme öyle, ayıp!”
“Ne ayıbı ya? Onu getirip buraya
bırakana ayıp.”
Atleti terden ıslanmış, iri yapılı çocuk
hışımla ağacın altındaki arabaya doğru gitti. Ayağıyla frenlerini indirip sarsa
sarsa oyun alanının yanındaki ağacın gölgesinden uzaklaştırdı, tekerlekli
sandalyeyi. Sarsıntıdan üstündeki çocuğun bedeni sağ tarafına doğru pelte gibi
yığıldı. Ağzından akan salyalar toprak zemini ıslatırken bağırıyor, anlaşılmaz
sesler çıkarıyordu.
“ Kes be!” diye çocuğu tersleyen iri
çocuk önde; arkasında da oyundaki tüm çocuklar koşturuyorlar ama onun hızına
erişemiyorlardı. İriyarı bu çocuğa ilk defa karşı gelme cesaretini gösterip iki
koldan hızlarını arttırarak koştular. Onun hoyratça sürdüğü arabanın önüne
geçtiler. Gözleri kırmızıya kesmiş, alnından akan terleri diliyle yalayacak
kadar kendinden geçmiş çocuk, tekerlekli sandalyeyi, karşısında duran
arkadaşlarına rağmen sürmeye devam etti. Kiminin bacağını yaraladı, kiminin
kolunu ama dirence karşı gelemedi, durdu. Sağına soluna bakınıp, eliyle açılın
işareti yaptı. Kimse kıpırdamayınca hareketini yineledi.
“Hepinizi kırıp dökmeden çekilin
önümden!”diye bağırdı ama karşısındakiler, ne bir ses verdiler, ne de
kıpırdadılar.
Arabadaki çocuk, kusuyor, kelimeler
ağzının içinde boğuluyordu. Tüm çocuklar onun arabasına iyice yaklaşıp
çevresini sardılar. Çocuğun vücudunu düzeltip oturmasını sağladı biri. Başka
biri de terli atletini çıkarıp ağzını, boynunu, göğsündeki kusmuk artıklarını
sildi. Onlar bunu yaparken iri çocuk, şaşkındı. ”Bana karşı mı geliyor bunlar?”
diye düşündü.
“İşiniz bittiyse gelin hadi, maça devam
edelim, “ diye el etti. Çocukların kılı
bile kıpırdamadı. Top zıplattı, boş kaleye şut attı, topa çalım atarak koştu…
Başı öne eğik kendi kendine oynarken göstermemeye çalışarak yan gözle diğer
çocuklara bakıyordu. Bir süre böyle devam etti. Olmadı, tek başına zevk alamadı
oyundan, topu yerden koltuğunun altına alıp ağaca doğru yürüdü. Laf attı, soru
sordu, arabadaki çocuğun saçlarına dokundu. Yok! Kimse onu görmüyordu.
“Ne yani, bu sakat çocuk yüzünden
benimle küstünüz mü?” diye abartılı bir kahkaha attı. Komut almışçasına tüm
başlar ona çevrildi. Kaşlar çatık, suratlar ekşi ona dik dik baktılar. “İyi be!
Ne haliniz varsa görün,” deyip yere tükürdü. Topu oyun alanına doğru atıp,
peşinden baktı bir süre. Kimse kendiyle
ilgilenmeyince yerdeki taşlara ayağının ucuyla vurarak başı önünde uzaklaştı
oradan.
Onun gitmesiyle çocuklar arasında bir
rahatlama, kıpırdanma başladı. Kimi terli atletini çıkardı, kimi başından aşağı
su döktü. Hemen hepsi terli ayaklarını havalandırmak için ayakkabılarını
çıkarıp koydular yanlarına. Ağacın altına bir huzur gelmişti, tüm çocuklar
yayılarak oturdular rastgele. Sonra da tekerlekli sandalyedeki çocuğa çeşitli
sorular yönelterek onu tanımaya çalışıp meraklarını giderdiler. O da tane tane
konuşmasıyla yanıtladı.
Ağacın gölgesi uzamaya başladığında
çocuklar arasında bir kıpırdanma başladı.
“Eve gitme saati geldi. Yeltenin
arkadaşlar” dedi grup lideri.
Yavaş hareketlerle giysilerini ve
ayakkabılarını giymeye çalışan çocuklara hüzünle baktı tekerlekli sandalyedeki
çocuk.
Onun burulduğunu sezen çocuklardan
biri;” Tarif edersen seni evine bırakırız, hep birlikte” dedi. Yüzündeki
kocaman gülümseme gözlerinin içine de yansıdı.
”Sahi mi?”
Hep bir ağızdan, “Götürürüz tabi”
dediler.
Kızıl saçlı, çilli çocuk mızıkladı.
“Yaaa… çok güzeldik böyle; ayaklarımız çıplak…” dedi.
Grup halinde tekerlekli sandalyenin arkasından yürüyorlardı. Yeni arkadaş edinmenin, kabul görmenin verdiği mutluluğun yüzündeki yansımalarını göremediler, sandalyedeki çocuğun. Urla, 2 Temmuz 2021
Mehmet
Rayman
BOŞ
KOVA
aynı şeylerin tutkusu
bizi bağlamaz uzun süre
geçerken dokunmuşuz hepsi bu
bakın yüzük parmağım boş
bakın güneş yükseliyor
suların engini gönlümün bahçesi
çiçeğimi seviyorum olduğum yerde
bir kırgınlık olmasın diye
güllerimiz yalnızlık çekiyor
sabah erken koyulmuşlar yollara
kimi yalın kimi daha gece
benim etkilendiğim sarı çiğdem
gelin gitmiş büyük şehire
esinlere doğru yürüdüm
içim mahzen şarap kuyusu
dışarı taşan suların sarnıcı
ay kapsamında kalmış
çevresi kutup yıldızı
suçlu değilsin artık
bilmediğini bilenlerin hatırı sayılır
sabır taşı desenli bu yolların
geleni gideni güven duygusu
bizim üşüdüğümüz rüzgarın sarmalı
kendini bırakmış dağdan aşağı
Yaşar Utku
BÜYÜLÜ GERÇEKLİK
güle güle büyülü gerçeklik
yeniden göç başladı
sahipsiz bir sabahın
dişi sıkılı cansızlığına uyanırken
gözlerin
içine göç ediyor insanlığın griliği
güneşi kusuyor sabah
yukarı akan su kenarlarında bekle
zıt yönde açan nergisleri
boynuna as
fişlendiğin her günü
ateş böceklerinin yanık türkülerini
vadilerde biriken tarihe söyle
içini kemiren yaşam boyu uyumsuzluğu
her renkten bayrağa resmet
kandil aydınlığında kamaşan gözlerini güneşe aç
terli tarih sayfalarını elle
naftalin kokusu bürüsün çıplaklığını
soru işaretli yerleri işaretle
noktalı yerlerde durmadan
soluğunu dinle yüreğinle yılkı atlarının
sahipsiz sabahlarda uyut başını
ebegümeci adamotu fesleğen… suyuyla yıka
akıl bahçeni
aşk ve kavganın sıcaklığında kavur
inatçı düşlerini
gelecekte ya da öteki günlerde
asırlık ağaçların gölgesi uzar önünde
kaç gün daha dolanırız güneşin etrafında…
Zeynel Güney
ZALIMLIK,
ÇIĞI GÖRENE KADAR
Zalım Avcı, kömür karası suratı ve suratının orta yerini kaplayan pala bıyığı, fayton feneri misali iki kocaman gözü ile çocukların görünce kaçıştığı biriydi. Serçeye bile kurşun atmasıyla ünlüydü. Düğünlerde cirit havası çaldırır ve atıyla birlikte oyunlar oynardı. Hemen ardından atına atladığı gibi köyün düzlüğünde döne döne at koştururdu. Sonra masaya döner birkaç duble mezesiz yuvarlar, yerinden kalkar, çalmasını istediği havayı zurnacının kulağına fısıldar ve güzel güzel halay çekerdi.
Asıl adı
Kadir olan bizim oğlan Zalım ününü şöyle aldı: Bir gün derede bir ayı ile
karşılaştı. Ayının gözünün içine pis pis baktı. Hayvan da bunu tehdit algıladı
ve saldırdı. Boğuşa boğuşa dere suyunun içine girdiler. Bizimki bir ara can
havliyle avazının çıktığı kadar bağırdı. Birkaç kez onu kündeye getirip derenin
soğuk suyundan yutturdu. Ayı belaya çattığına karar verdi ve ardına bakmadan
kaçtı. Bu durum çevrede duyulunca adı Zalım Avcı’ya çıktı. Bir ayağı aksak
yürüyordu ve sağ kolunda diş yarası vardı. Vücudundaki yaralar, ayıyla kerhen
yapılan güreşin izleriydi. Ayağında ve kolunda taşıdığı derin yaraları
elbisesini sıyırıp çevresindekilere gösteriyordu. Kimi görse “Ben ayıyla
boğuştum, tırstı, dayanamadı. Kaldırdım yere vurdum. Derenin suyuna bastım,
leğen dolusu su yutturdum. Ayı pes etti. Bastı gitti…” diye anlatır, övünürdü.
Kar kuşakta
bir gün, tazısı yanında, keklik avına gitti Zalım. Kışın tek başına avcılık
zordur ama yanında can yoldaşı vardı. Önce kayalık bir yerden geçti. Kayaların
çoğu nerdeyse kardan görünmüyordu. Kavak, söğüt, meşe dallarının üstü kar
yığılmıştı ve onun ağırlığıyla kırılan bazı ağaçların dalları yerdeydi. Karın
teslim aldığı bu görüntüler ilgiyle bakan gözlere görsel şölen sunuyordu. Epey
yürüdükten sonra meşeliğin azaldığı alaz yerden bir zurba* keklik kalktı. Hemen
tüfeğini doğrultup ateş etti. Tek el kurşun dağı hareketlendirdi. Büyük bir
gürültüyle çığ yürüdü ve altında kaldı. Tazısı da çığın altında kaldı ama kar
yığınının altından sıyrılıp çıkmayı başardı hayvancağız. Avcısını bulmak için kar
yığınını ordan burdan eşeledi ama bir türlü ulaşamadı.
Tazı koşa
koşa köyün yolunu tuttu. Köye gelir gelmez acı acı havlamasıyla ortalığı ayağa
kaldırıyordu. Her havlamadan sonra hızla koşuyor ve aynı hızla geri geliyordu.
Zalım’ın komşuları bir terslik olduğunu, bu hayvanın boşa havlamadığını
anladılar. Komşuların hepsi üzerlerini kalınca giydikten sonra tüfeklerini de
yanlarına alarak yola koyuldular. İkisi ahırdan atını palanlayıp öyle yola
çıktı. Birisi “Demeye dilim varmıyor ama yuvarlanıp ölmüş olabilir, ya da
üzerine çığ yürümüştür” diye söylendi. Başka biri “İnsanın içine işleyen bu
ayaz, soğuk devam ederken Zalım’ı sağ bulursak mucize olur.” dedi. Tazı onları
çığın düştüğü yere götürdü ve bir yeri sürekli eşeleyip burada der gibiydi.
Komşulardan biri eliyle işaret ederek ve kısık bir sesle “Aman ha gürültü
etmeyelim, yeniden çığ yürüyebilir” diye herkese tembih etti. Kimi tüfeğinin
dipçiğiyle, kimi eliyle karı ayıklamaya başladılar. Tam umutlarını kesmişken
tazı, sahibinin şapkasını buluverdi ve oralarda ağzına aldığı şapkayla dolanıp
durdu. Köylülerden biri “Bu adam fazla uzakta değil, buralarda bir yerde.”
dedi.
Donarak ve
boğulup ölmeye çok az kala buldular. Tüfeği görünürde yoktu. Komşuları
elbirliği ile köye getirdiler. Hemen serince bir odaya aldılar. Sonra dışarıdan
leğen içinde getirilen karla bedeni ovdular. İki saat geçmeden kendine gelmeye
başladı. İlk sorusu “Tazım sağ mı? Ben neredeyim?” oldu. Komşusu Celal
“Kekliklerin, tavşanların yanındasın, merak etme, tazına ne baba daradı.* O olmasa
seni canlı bulamazdık… ” diye yanıtladı. Hepsi birden gülüştüler. Deli Kadir
“Ula ayı boğan, ufacık kar yığıntısına gücün yetmedi mi? Hani koca ayıyı
ayağından tutup dereye fırlatmıştın…” deyince yine hep birden gülüştüler.
Baharın
tatlı ılık güneşiyle karlar eriyip dereler boz bulanık suya döndüğünde bizim
Zalım çığla boğuştuğu yeri görmeye gitti. Tüfeğini oracıkta buluverdi. Zalım’ın
aklında hep anacığının şu sözleri dönüp dolaşıyordu. “Yavrum el kadar keklik,
hem de caaanım kınalı keklik, nasıl kıydın bu dağlar güzeline nasıl elin
vardı!.. O koca boyundan höberenden utan!”
Daha birkaç
ay önce çığ canını alacaktı. Ama avı çok seviyordu. Bir tutkuydu onun için…
Belki de çığ ona, “Unutma bir gün sana da ölüm var...” duygusunu hissettirdi.
Tüfeğini bulduğu gün kar altında oluşan pası çıkarsın diye uzun süren bir
temizlik yaptı. Ne yapacağını şaşırıp kaldı. Avcılığı bırakmak kolay iş miydi?
Hani köylü köyünden vazgeçmiş huylu huyundan vazgeçmemiş. Bu kolay vazgeçilir
huylardan değildi… Günlerce düşündü, kafa yordu…
Bir gün
tüfeksiz gitti dağlara. Yine bir meşelik yerde gizlenip kekliklerin ötüşünü,
kumda ağnamarını* izledi. O an yaptığının ne kadar barışçı olduğunu fark etti…
Sonra zurba* nasıl orayı terk etti ve gözden kayboldu, onu izledi.
“Avı bıraksam
herkesin oyuncağı olur muyum? Köy yerde dile düşmek çok kötüdür.” diye
düşünüyordu. Sonra bir karara vardı. Ahırdan eşeği çıkardı. Palanını giydirdi.
Çalı ve odunlardan oluşan bir şelek yük vurdu. Köyün orta yerinde ilkokulun
yanındaki meydana yükü indirdi. Onu gören köylüler merakla bakıyorlardı. Ne
yaptığını soranlara da yanıt vermedi. Yanında gelen tazısı ora bura koşturarak
havlıyordu.
Yükü
indirdi. Dalında asılı tüfeğini son kez eliyle okşadı ve öptü. Yanında
getirdiği gaz yağını en üste koyduğu tüfeğinin ve odunların üstüne döktü.
Çakmağı çaktı ve elinde tuttuğu kuru otu yakar yakmaz odunlardan tarafa attı.
İzleyen köylülerden “Silah yakılır mı!.. Tüfek kötüdür ama bazen kara gün
dostudur. Dellendin mi!..” diye kızanlara “Ben tüfeğimi yakmazsam avcılığı
bırakamam, bu illetten kurtulamam. Av düşkünü Zalım, köy meydanında bir eşek
yükü odunla tüfeğini yaktı desinler.” deyip durdu. Zalım Avcı’nın tüfeği koca
alev topunun içinde yanarken, karşı yamaçta keklik zurbasından kimi ötüyor,
kimi de kıs kıs gülüyordu.
Zalım Avcı
sözünü tuttu. Dağlarda gene yürüdü ama kekliğe, tavşana sadece merhaba diyerek
kıymadan yoluna devam etti.
*Tazına ne
baba daradı: Tazına ne baba taradı. Bizim Hekimhan’da “Baba tarasın. Babanın
kökünü ye.” gibi sözler ediliyor. Bu
sözler çoğu zaman şaka yollu da olabiliyor.
*Ağnamak:
Kum banyosu.
* Zurba: Bir arada yaşayan keklik topluluğu.
Erçağ Akarca
BUHURDAN
Kapalı bir kutu içinde bekliyor camın kırılışındaki armoni
Berkitiyor kendi benliğini camın hüznünde büyüyen gölgeler
Sessizce çoğalan bir sesin camlarla oluşturduğu senfoni
Kuşsuzluğun kuşlarla uçtuğu coğrafyalarda beliren imgeler
Gövdelerin gölgelerle bungunlaştığı nakıs şehirler
Şehirlerce yayılıyor gövdelerin içindeki kuşsuzluk imi
Kapalı bir kutu içinde bekliyor camın içindeki esaret
Yıllanmış simgelerle karışıyor insanın benliğine esaret
Kaldırım içlerine saklanmış bir çocuksuzluğun esintisi
Camların önünde çocukları izleyen sardunyaların rahiyası
Kokuların yıkadığı caddelere camın sırrı düşmüş
Aynaların tenha koşusu kitapların arasında kaybolmuş
Bir sardunyanın rayihası kitapların arasına saçılmış
Rüzgârlardan rüzgârlara atlayıp mevsimlere karışıyor buhurdân
Kapalı bir kutu içinde aynalarca çırpınıyor buhurdân...
Bedriye Korkankorkmaz
ANDREW JOLLY
“Savaşta her
mezarın bir ahı vardır; her ahın bir hayaleti yaşar içimizde”
Andrew Jolly’u , Seni içime Gömdüm
yapıtıyla tanıdım. Yazar yapıtında akılcı dünyaya karşı isyanını Kabero
aracılığıyla kusuyordu. Gerçek aşkın, sevginin o tüyden ince köprüsünden geçmek
için nasıl bir yürek gerektiğini bize gösteriyordu. Kanayan yalnızlığını,
anlaşılmazlığını ancak kendisi gibi yüreği yaralı olan Yanki kızın saracağını
düşünerek Kabero ailesine rağmen kızla evlenir. Yaralarına âşık iki insan,
uygarlıktan uzakta küçük bir kulübede mutluluğun Nirvanasına ulaşırlar.
Göğsündeki kanayan yarasından dolayı ölen eşinin tabutunu sırtında dağları
aşarak köyüne götürmüş; ancak rahibin din dil ırk ayrımcılığı yüzünden eşini
aile mezarlığının dışında bir yere gömüyor.
Jolly, gerçekten sevilenin öldükten
sonra mezara gömülmediğine, sevdiğinin ruhunda yeniden dünyaya geldiğine
inanır. Kabero gibi sevenlerin aşkları ölümsüzdür. Onların sevme biçiminde
sevilenlerin ne ruhları ne de bedenleri ölür.
Yazar, “Askerin Gücü” yapıtında
savaşların tükettiği hayatları üç kuşak üzerinden yola çıkarak anlatıyor (baba/
oğul/ torun) Romanın başkahramanı Ben Lear, İngiliz aristokrat binbaşı Jack
Lear’ın tek oğludur. Jack Lear’ın ülke anlayışı on sekizinci yüzyıl fikrinin
cisim bulmuş halidir.
Sadece kendisi olmamak için asker olan
Binbaşı Jack Lear, üstlerinin emrine karşı geldiği için rütbesi yüzbaşılığa
düşürülerek New Mexico’nun öteki tarafındaki Tierra Amarilla’ya sürülür. Lack Lear’ın “Savaş ve İnancı’ yapıtı hem
atlı hem de mekanize süvari birlikleri için bir el kitabı niteliği
taşımaktadır. J. Lear, dünyanın her tarafında yükselen karanlığı gören ve
elindeki komutanlık becerisiyle insanlar arasında yeni bir uygarlık inancı
yeşerinceye kadar kenti korumak istemektedir.
Ben, İspanyol Peder Paloma’nın
öğrencisi, dostu, çocukluk arkadaşıdır.
Francisco I. Madero, Meksika
cumhurbaşkanı olunca İspanyol Ernesto Montealegre’yi Kostarika’ya büyükelçi
olarak atar. Madero’ya yapılan suikasttan sonra Ernesto orada sürgün olarak
kalıp gazete sahibi olmayı başarır. Maritza da Ernesto’nun kızıdır. Maritza ile
Ben ilk görüşte birbirlerine âşık olurlar.
Maritza kendisini Tanrı’ya adadığı için Ben’in evlenme teklifini kabul
etmez. Peder’in Maritza’ya olan
karşılıksız aşkı sanatsal bir aşktır. Kızın varlığında yaşama sevincinin
doruklarına ulaşmamanın mutluluğunu yaşar.
Montealegre Ernesto’nun
kahramanı Madero’dur. Meksika’da
devrim yapmak için La Luz’a gelmiştir.
Yüzbaşı J. Lear da New Mexico’nun öteki ucundan, Tierra
Amarilla’dan Ernesto’ya destek olmak için La Luz’a gelmiştir.
Meksika barışa susamıştır. Escobar’ın son girişimi başarısız olmuş ve
geriye cesetten ve sefaletten başka bir şey kalmamıştır. Ernesto askerlerini
silahlandırmış, ordunun savaştan çekilmesi için götürdüğü teklifi davasında
haklı olduğunu söyleyerek kabul etmemiştir.
Çatışmaya şahit olan rahip, Ernesto’nun silahını Calles ve eşkıyalarına
karşı değil, onu ve ulusunu nefretten ve diktatörlükten kurtaran askerlerine
doğrulttuğunu anlatır Doniphan’a.
Jack Lear, ülkesine ihanet ederek
yabancı ve egemen bir ülkeye saldırmak amacıyla yasadışı olarak toplanmış ve
verilen emre karşı direnen bir grupla birlikte ölmeyi tercih eder. Amacı Jack, Meksika’dan nefret eden Calles ve
güruhunun yarattığı ölümcül atmosferden halkı kurtarmaktır. Savaşı kazanmaları
halinde Ernesto’nun cumhurbaşkanı, kendisinin de genelkurmay başkanı olacağını
düşüncesi de ona cazip geliyordu. La Luz
olayının arkasındaki asıl gerçekse şuydu: La Luz olayı ordudaki
muhafazakârların giriştiği, petrol ve madenlerle ilgili menfaatlerin neden
olduğu bir savaştır. Calles, Meksika’da kontrolden çıkmıştır. Komünizmden
etkilenen genç gruplar rahipleri/ rahibeleri asıp kiliseleri kapatmaktadırlar.
Komünizmin iktidarında yabancı petrol madencilik şirketlerinin kovulma ve ele
geçirilme tehlikesi vardır. Bu tehlikeye karşı Başkan Roosevelt “iyi komşu
olmaktan söz etmektedir. İyi komşuluktan ne kastettiğini yirmi birinci yüzyılda
dahi döktükleri kanlardan anlamamız mümkün.
Hukuk öğrencisi Ben, Kathleen’le
evlenir. Her türlü duygunun saflığına ve masumiyetine âşık olduğu için eşinin
bakire olmamasına üzülmüştür. Oğulları
Doniphan doğduğunda ikisi de üniversite öğrencisidir. Savaş çıktığında babası gibi asker olmayı
seçmiştir Ben. Evine döndüğünde
üniversitede hocası eşinin hem kendisine hem de çocuğuna karşı sevgisinin
değiştiğini hisseder. Eşinin söylediği yalanlara ve ihanetlerine katlanır,
anlaşarak ayrılalım teklifine eşi karşı çıkar. Ben’i kendi arkadaş topluluğuyla
tanıştırır, onun sadakat konusundaki fikrini değiştirmek için. Kathleen’in arkadaşları komünisttir. Kadınlar Ben’e kocalarının yanında beraber
olmayı teklif etmekte beis görmezler.
Kathleen de eşine istediği kadınla yatmasında özgür olduğunu söyleyerek
kendi cinsel özgürlüğüne kavuşmayı amaçlar.
Oğlunun elini bile onu yaşlı göstereceği için tutmak istemez.
Kendisini aldatan eşini ve sevgilisini
öldürmüştür Ben. Ahlaken ölmüş bir insan biyolojik olarak da ölmüş sayılırdı.
Biyolojik olarak ölseydi sevgiyle gururla anacağı bir annesi olacaktı; oysa
oğlu ahlaken ölmüş bir annenin utancını taşımayı hak etmiyordur. Sevgisine, anlayışına, güvenine ve tutkusuna
karşı yapılan ihaneti ancak kan temizleyebilir. Kathleen’in aşkı onun
damarlarında dolaşan kandır ve eşini öldürerek kendi damarlarındaki zehirli
kanı da akıtır. Erkeklik onurunu kurtarmıştır ama ruhunu da kaybetmiştir.
Kendisine kendisini hatırlatmayacak bir gerekçe bulmak için oğlunu arkasında
bırakıp kayıplara karışır. Uğradığı
ihanet memleket davasına bakışına da yansır: “Amerikalı, ülkesini baba yurdu,
anavatan yahut memleket olarak görmez; bir aşığın sevgilisini gördüğü gibi
görür ve ihanete uğrayacağından emindir.”
Sevgiden uzak yaşanılan cinsellikleri
kullandığı argo kelimelerle aşağılamıştır Jolly. Bir bedenden bir başka bedene
koşmanın da bir çeşit cinsel kurban olmaktan başka bir anlamı olmadığını
savunur. İnsan onurunu, ahlakını
sınırsız özgürlük anlayışıyla çıkarları uğruna kullananları aşağılar.
Entelektüellerin medeniyet olarak savundukları özgürlüklerin seri cinayetleri
de beraberinde getirdiği gerçeğini Ben olayında gözler önüne serer. Değerlerine
yabancılaşan bir toplumda yaşayanların yaşama amaçları çıkarlarına hizmet
etmektir.
Ben’in teğmen oğlu Doniphan ordunun,
kendisi gibi sakat gazileri hayata tutunmaları konusunda eğitmemesini
eleştirir. Ellerinden alınan hayatlarına karşılığı kahramanlık madalyalarıyla
yetinmelerini istemelerini de adil bulmaz. Savaş kahramanı gaziler sokaklarda
çocukların oyuncakları olmaktan kurtulamazlar. Dedesi ve babası ile ilgili tüm
gerçekleri onların dostlarından öğrenen Doniphan onların kaderini tekrar
etmeyecektir: “İnsan, tarihini seçemezdi. Bir şey ölüyor ve yeni bir şey onun
yerini alıyordu. Doniphan yeni şeyin bir parçası olmayacaktı. İnsan, istediği
tarihi seçemese de tarihten çekilebilirdi.”
Evet, ilişkilerde saflığını,
masumiyetini, inancını, sadakati yitirmenin ölümün öbür adı olduğunu bize
anımsatan ve tüm savaşların, çıkarların barışı adına çıktığını ve savaşlarda
ölenlerin yazgılarının hiçbir yüzyılda değişmeyeceği gerçeğini haykıran bağrı
yaralı hayalet yazar Andrew Jolly farkındalığını her satırda hissettiriyor.
Askerin Gücü. Ayrıntı Yayınları. Çeviren: Süha Sertabiboğlu. S. 352
Nurkan Gökdemir
ÇAĞKARA KALPKARA GÜNKARA
Çağ yangınları kıranları hiç bitmeyecek mi?
anaların çocukların yüzü hiç gülmeyecek mi?
gülyüzlü doğmuşlardı, günsüz çocuklar oysa!
gülyüzlü analardı, onca günahsızları doğuran
çağkara kalpkara günkara bungun yerkarada
güneş gözyaşlı mazlumlara bahtsız diyarlara
‘bir umutla yeniden’ doğmayacak mı yoksa?
hep albastılı kanbastılı rüyalar mı görecekler
talihsiz tarihler boyu/ kış/ömürleri boyunca
ürkünç ve çıplak ve yalnız viran paramparça
sürgit algerçekleri yedikat yerdibi kucağında
bu karayık âlemin hiç bitmeyecek mi yoksa?
karaçağ karakalp karagün(ce) karayerliler’ce
karakanla yazılan ‘sonsuz bozgun boşluğu’nu
masumlarla hep savaş nefretinle yoket! diye
kurgulayanların o kor yabanıl sersefil filmleri
cehennem serileri hiç bitmeyecek mi yoksa?
Suat
Gürbüz
KURGU
MU GERÇEK Mİ
horlayan
çiçeklerine aldırmamıştı
okuduğu
kitabın sonu da pek tuhaftı
birkaç
kadeh güzelliklerden yudumlasa da
mutlu
sonlar meyhanesine uğramamıştı
evinde
içip evini dağıtan cümleler ile baş başa kalmıştı
kitabın
kapağını kapattı
sözcükler
bir açıklıktan sızıyordu odasına
çıfıt
çarşısına dönen kadının kafasının içini kapladılar
ve kafası
mutlu sonlar meyhanesinin bitişiğindeydi
aklına
takılı kalan detaylar için tekrar kitabın kapağını kaldırdı
kitabının
içi odasıydı
kitabın
kapağı penceresiydi
ve
karanlık çöken sokağına bakıyordu
çok acı
bir gerçeği de o anda anladı
ne okursa
okusun
ne yaşarsa
yaşasın
ihtiyar
sokağından aksayarak evine geliyordu
mutlu
sonlar meyhanesi
çıfıt
çarşısı
ve
diğerleri
kadın
bipolar cumhuriyeti vatandaşıydı
o dünyasını
anlattığında
gerçek ve
kurgu vatandaşlıktan çıkarılıyordu
Şehnaz
İşeri
İNCİSİNE
AŞIK OLAN İSTİRİDYE
Sevgili Bilgisayarım gördüğün gibi bu
sefer arayı çok açmadım. Sana son anlattığım “Zürafa Boyunlu Kız” masalının
üzerinden bir aydan fazla geçmedi. Bugünkü masalımın kahramanı Dubai
Karasularında Basra Körfezinin otuz metre aşağısında yaşayan küçük bir istiridye.
Ama önce üzerini şu ince beyaz klavye örtüsüyle örteyim. Evet şimdi oldu,
başlayabilirim artık.
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde
kalbur saman içinde Basra Körfezinin en derin yerinde annesinden ayrı düşmüş
küçük bir istiridye yaşarmış. Annesinden ayrı kalalı uzun bir zaman
olmadığından daha dün yaşamış gibi hatırlarmış gidişini. Boynunda sağlam
ipliklerden örülmüş ağlı kepçesi olan bir adam çabuk çabuk topladığı
istiridyeleri kepçesine doldurmuş geldiği gibi hızla da yükselmiş gözden kaybolmuş.
Öyle ki küçük istiridye “Dur annemi nereye götürüyorsun?” demeye fırsat
bulamamış. Ayakları olmadığından da anneciğinin peşinden gidememiş. Günlerce
gözyaşı dinmemiş. O çok sevdiği planktonları, yosunlarını ağzına sürmemiş.
Ablaları, abileri ne dese fayda etmemiş. Yemezse öleceğini söylemişler ne
diller dökmüşler oralı bile olmamış. Ona en düşkün olan en büyük ablası onu
kaybetme korkusuyla per perişan bir halde yemek yesin diye yalvarmış. Bir o
ağlamış bir küçük istiridye ağlamış. Gözyaşları birbirine karışmış. Ama yine de
küçüğün inadı kıramamış ablası. “Andım var” demiş en sonunda küçük istiridyeye
“Ben de yemiycem” ve kabuğunu sımsıkı kapatmış. Ablasının kararlılığı çok
etkilemiş küçüğü. Bir de ablasını kaybetmeyi göze alamamış. Bu sefer o yalvarmış
ablasına yesin diye bir yandan da hızlı hızlı planktonlardan, yosunlardan
atıştırıyormuş. Bunun üzerine ablası da yeminini bozmuş.
Günler günleri kovalamış haftalar
haftaları dokuz ay geçmiş. Boynunda ağlı kepçesi olan o adam çıkıp gelmiş. Yine
çabuk çabuk istiridyeleri toplayıp kaybolmuş. Ertesi gün yine gelmiş
istiridyeleri de toplayıp götürmüş, bir sonraki gün de. Ne acıdır ki
kaçırdıkları arasında en sevdiği ablası da varmış. “Anneme o kadar gözyaşı
döktüm ki şimdi gözyaşım kalmadığından ağlayamıyorum” sanmış. Halbuki kederi
ağlayamayacak kadar büyükmüş. Öfkesi de öyle. İsyan etmiş kaderine. Sonra o
adam gelmiş bu sefer çabuk çabuk kepçesindeki istiridyeleri bırakmış kumların
üzerine gitmiş. Bu istiridyeler arasında sevgili ablası da varmış küçük istiridyenin.
Kardeşlerden biri almış lafı biri
bırakmış. Ama abla ne nereye gittiğini biliyormuş ne neler olduğunu. Hiçbir şey
hatırlamıyormuş. Kabuğunu aralayıp karnındaki küçük kesiği göstermiş sadece.
Neden nasıl olduğu bir muammaymış. Abla iyiymiş yanlarındaymış ya ötesini
boşver gitsin demişler. Gel zaman git zaman küçük istiridye serpilip büyümüş.
Bu ablalarının abilerinin bir taneciği olduğu gerçeğini değiştirmemiş.
Bir gün planktonlarla kahvaltı
yaparlarken küçük istiridye kabuğunun içinde kendisine ait olmayan yabancı bir
şeyin varlığını hissetmiş. Ne olduğunu bir türlü anlayamamış çok da rahatsız
olmuş ondan. Küçük istiridyemiz kahvaltısını yaparken küçük bir kurt girmiş
kabuğuna. Kardeşlerine anlatmaya çalışmış. Ne olduğunu anlayamadığından da anlatamamış.
Kardeşleri de o anlatamadığından anlayamamışlar. Küçük istiridye de başına
böyle bir şey gelen tüm istiridyeler gibi yabancı maddeyi salgıladığı sedef
mineraliyle sarmaya başlamış. İşte bu sedef minerali incinin annesiymiş.
Zavallı istiridyecik bu yabancı maddeyi kendisinden uzak tutmak için sedef
salgılarıyla sarıyormuş da sarıyormuş. Zaman geçtikçe bu sardığı şey büyümeye
yuvarlak bir şekil almaya ve sertleşmeye başlamış. İnci oluşuyormuş. Küçük
istiridye içine kapanmış kardeşleriyle pek az konuşuyormuş. Sonra tuhaf bir
şekilde annesinin de insanlar onu götürmeden önce sessizleştiğini, içine
döndüğünü hatırlamış. Kardeşlerine söyleyememiş ancak annesinin başına gelenin
kendisininkiyle aynı şey olduğunun ayırdına varmış. Dokuz ay arayla yine bir adam
onları alıp kayboluyor. Kısa bir süre sonra da istiridyeleri karınlarındaki
kesikle aralarına bırakıp gidiyormuş. Yine hayvancıklar hiçbir şey hatırlamıyor
kaldıkları yerden devam ediyorlarmış yaşamlarına.
Yedi yıl geçmiş aradan. Bizimkinin
incisi iri parlak pembe renkli bir inciye dönüşmüş. Küçük istiridye tüm
ilgisini ona vermiş. Sevgili ablasının ölümü bile dikkatini incisinin üzerinden
çekmesine yetememiş. İncisi öyle büyümüş öyle büyümüş ki artık kabuğunu
zorlukla açıyormuş. Sonra bir akşam uyumuş sabah kabuğunu açamamış. Artık
baştan aşağı inciymiş.
İnci avcıları bizim küçük istiridyenin
kabuğunu bir türlü açamamışlar. Sonunda kabuğunu kırıp içini açtıklarında
hayatlarında gördükleri en büyük muhteşem parlaklık pürüzsüzlük ve
yuvarlaklıkta pembe inciyi görmüşler. İnciyi ve kabuğu kırık istiridyeyi müzeye
koymuşlar.
Evet, masalımız burada bitiyor. Sevgili Bilgisayarım hüzünlendin mi? Etkilenmemek zor biliyorum ama unutma bu sadece bir masal. Şimdi kapağını da kapatıyorum. Artık uyku zamanı. Sabaha görüşürüz sevgili bilgisayarım.
Aydın Akyüz
KENDİNİ
MUTLULA
Mutluluğu
kanırt (-madan yaklaşma
Rahminden
çek doğun (içinden gelsin
Şöyle güzel
bir öznel (senin kişiselin
Yolundan
çevril (sap ayrımından
Baş et
kendini (hallet bunu
Lütfen biraz
ilgi (bu taraftan, yorma beni
Salgılan
doyumunla (özünde var
En azından
iç çekin (yoldan çık, dedik
Soğulma
sakın (pörsümek yok
İntifa et
(yararını gör
Kıvancında
esenlik (dolup taşacaksın
Haydi
varoluş (tam sırası bu dem
Nümayişi
mahşerlen (bir olabiliriz
Keşfinde
sızısı (söylenmek yasak
Görünmez yol
ayrımı (tercihi geçtik
Bu temde
buluşabiliriz (şimdi birliktelenebiliriz)
Ayşe
Dağdelen Özkan
DURUNCA
Durunca
Kendine durur insan
Dalar
Yosunun tutunuşuna sarar
Yolsuzluğuna dolar
Kışın doğuşuna
Yazın batışına kaçar
Sorar önce
Sonra susar
Korkar
Durunca
Yola çıkar insan
Yoluna koşar
Kalbî doğumu başlar
Ruhunun ölümünün yası açar
Çiğdemin kokusu yayılır ciğerine
Çıt çıt
Çıt çıt çıt
Soluklanır ağrılar
Yer batar
Baldırları şaha kalkar
Hâl gelir canına
Renkler dolanır
Nefesi siner kendine
Durunca
Çeşitlenir insan
Salık verir özüne
Sinsilikleri atar
Bakar
Görür
Sarar
Sarılır
Durunca
Sever kendini insan.
Nisan 2024
Gül Yıldız Ermiş
MURADINI BEKLEYEN ŞİİR
Bir
taşın sabrıyla yüklü dağ yolları
Rüyalar
kapısı dünyaya yazgılı
Tanrının
evinde huzur bulmuyor sözcükler
Güneş
doğunca örtüyor günahını
Günler
günlere benziyor değişirken
Her
tende soluyor mevsimler
Mürekkebi
kurumuyor harflerin
Taşıyor
gemilerden puslu eller
Muradını
bekleyen şiir
Rüzgârın
önünde koşuyor yılkı atları
Yaşar Özmen
ERTELENMİŞ DÜŞLER
“Bir Damla Suda Halkalar”isimli şiir kitabından
Yol aldıkça sayılar
bir bir doğrusal yörüngede
Tortusu yoğun
sunturlu yılları yüzer de döner
Ertelenmiş düşler daraldıkça bir sonraki güne
Dökülür yollara, içimde ince ince mil söker.
Yaz yağmuru
belirtisi gibi nemli, bungun, sıcak
Filizlendikçe
delifişek sızısı kırgınlıkların
Eksik gülmeler sökün sökün düşüyor şakaklara
Anısı, ukdesi, sere serpe kalıntı yılların.
Hırçın, kavisli
görünümü, dilidir aynaların
Geçene dikilir
bakış, vurulur dil eski çekimlere
Ak örtü, çizgili şakak oyun atlası yılların
Eririm yapay çizgide, tenim alevlere yakın.
Yokluğa biçim veren
uslanmazlığı kaygıların
Anlara düşmüş anılar
renktir eprik kartlarda
Ölümsüzlük tutkusu, korkusu unutulmaların
Baskısı, karabasanı, fakı istemsiz kaslarda.
Anısı, ukdesi, sere serpe kalıntı yılların.
Haziran 2015 Narlıdere/İZMİR
Fazilet Özkan Por
BABA YARISI
Yaz mevsiminin son günleriydi; Ağustos ayının da. “Hava girsin, rahat
nefes alalım!”diye açmışlardı camı. Oysa; dolan hava, öğle sonunun kızgın
güneşiyle kavrulan kompartımanın harını söndüremiyordu. Terden sırılsıklam
giysileriyle bunalmış, ama neşeyle söyleşiyorlardı.
Kompartımanda yeni tanışmış olmalarına karşın, aynı okulun sınavını
kazananların yakınlığıyla kaynaşıvermişlerdi. Benzer duyguları yaşayan üç kızın
heyecanına, utangaç konuşmalarındaki sevince, mutluluktan ışıl ışıl parlayan
gözlerine gülümseyerek baktı Hüseyin Bey.
-Zeynep, kendi kızım; Sevgi, sevdiğim bir öğrencim; Bahar’ı ise şimdi
tanıdım. Tanımasam da önemi yok! Okuyan kızlarla hep gururlanırım. Aydınlık
Türkiye’yi onlar yaratacak! dedi Bahar’ın annesi Ferda’ya. ‘Konuşmaları, sınav kazandığım günü anımsatıyor bana… Hep
aynı duygular.’ diyerek; iç geçirdi.
Bahar, Sevgi ve Zeynep, eski öğrencilerden okulla ilgili dinlediklerini,
birbirlerine aktarıyorlardı. Dayanamadı:
-Ne yazık ki, kapatılan köy enstitülerinin devamı sayılabilecek
okullardan biridir; Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen Okulu. Bu okullar da;
enstitüler gibi çok iyi eğitim veren kurumlardır. Çağdaş, akılcı, özgür
düşünceli, bilimin yol göstericiliğine inanan, ulusalcı öğretmenler
yetiştirirler. Ne denli şanslı ve ayrıcalıklı olduğunuzu, bu güzel okulda
öğrenciliğiniz süresince, yaşadıkça göreceksiniz; dedi.
-Böylesine iyi tanıdığınıza göre, siz de Hasanoğlan’da okudunuz sanırım!
dedi Ferda.
-Hayır! Ancak; aynı amaç için kurulmuş okullardı tümü. Çifteler Köy
Enstitüsünü bitirdim. Sonra da kendi köyüme öğretmen olarak atandım.
Güçlüklerden yılmayan, başarılı ve saygın bir öğretmen olabilmem için beni
eğiten öğretmenlerimle, okuduğum okulumla hep övündüm. Yaparak, yaşayarak,
üreten öğretmenler olarak yetiştirildik hepimiz. Bizleri; beş yıl boyunca
(bizim zamanımızda altı yıl değildi henüz) barındıran, yediren, içiren,
giydiren ve eğiten devletime borcumu ödemeye çalışıyorum on beş yıldır; diye
yanıt verdi.
Öğretmen, öyle tatlı anlatıyordu ki... Yatılı okul anılarını, verdiği
öğütleri dinleyerek zamanın nasıl geçtiğini anlayamamışlardı. Yazık ki yolculuk
bitmiş, Ankara’ya gelmişlerdi.
Koşması bitmeyecek sanılan tren, yorulmuş gibi yavaşlayarak, son bir çuf
çuf ile Ankara Garına girmişti.
Tanışmaktan, yol arkadaşlığı yapmaktan herkes mutluydu. Ancak; ayrılık
zamanıydı. Aynı sınıfta olabilmeyi umarak, okulda yeniden görüşmek üzere;
esenleşip ayrıldılar.
Hüseyin öğretmenler istasyonda kalacak, başka bir trenle Eskişehir’e
oradan da köye, evlerine gideceklerdi. Bahar’lar da kentte oturan amcasına.
-Hem sınavı kazandığını müjdeleriz, hem de işinden izin alabileceği günü
konuşur, kefalet senedin için kefil olmasını isteriz. Borçlanma senedine
kefillik herkesten de istenmez ki! Okulu bırakır ya da atılırsan ödenecek yüklü
bir paraya kefil olunacak. ‘Ağabeyimin emaneti Bahar’ıma, okuyacağına
güvenemedi de kefil olamadı dedirtmem ellere. Okuyamasa bile öderim o parayı.
Ayrıca çalışkan kızım benim, ne okumaktan vaz geçer ne de okuldan atılacak bir
davranışta bulunur. Ben baba yarısıyım, paranın sözü mü olur, nasıl başkasını
düşündünüz’ derse ne diyebiliriz, nasıl yanıt veririz? Amcanı üzmeyelim, ayıp
da etmeyelim! Noterde işimizi bitirince de ertesi gün hastaneden sağlık raporunu
alırız.” demişti annesi Bahar’a trende.
Ayrılığın hüznü, kavuşmanın mutluluğu yüzünden okunan yolcuyla doluydu
her yan. Yaşlısı, genci, geleni-gideni, bekleyeniyle, olağan bir gün daha
yaşıyordu; tarih kokan gar. Trene mi, evine mi yetişmek isteyenlerin telaşlı
koşuşturmalarıdır bilinmez kalabalık arasından, kendilerine güçlükle yol bulup
ana caddeye çıktılar.
“Biz gittiğimizde amcan olmaz, eve dönüşüne zaman var, onu beklerken
dinlenir, teyzenle söyleşiriz. Amcan gelince konuşur, yemeğimizi yer, sonra da
büyükbabana gideriz müjdeyi vermek için. Günler uzun, hava geç kararıyor.”
demişti annesi taksi durağına doğru yürürlerken.
Etlik’e gitmek üzere sıradaki taksiye bindiler.
***
Bahçesindeki dalları yerlerde salkım söğüt ve meyve ağaçlarının
arasından geçtiler. Tek katlı sevimli evin kapısına geldiklerinde annesinden
önce davrandı Bahar. İncecik parmaklarıyla çaldı zili. Müjdesini bir an önce
verebilmek için, içi içine sığmıyordu. Zaman durmuştu... Coşkun yüreğinin sesi,
kapıyı açmaya gelen teyzesinin ayak sesini bastırıyordu.
Annesi, iki yaş küçük kız kardeşiyle, elti oluyorlardı. Çünkü, babasının
bir küçüğüyle evliydi teyzesi. Hem teyze hem yengesiydi yani. Amcası da
eniştesiydi aynı zamanda. Bahar için her ikisinin de sevgisi bir başkaydı. İki
yıldır babasının sıcaklığını aradığı, baba gibi gördüğü amcası ile teyzesinin
ana yarısı sevgisi kocamandı yüreğinde.
Bu saatte kimseyi beklemeyen teyzesi, kapıyı açınca şaşırmış, suskun
bekliyordu. Gülen yüzü, sorgular gözleriyle bakıyordu ikisine de. Boyu boyuna
yakın, tombiş teyzesinin boynuna atıldı Bahar.
-Teyzeciğim kazandım! deyip eve girmeyi bekleyemeden verdi müjdeyi;
sınava gireceğini bilen, sonucu merak eden teyzesine.
Şaşkınlığı geçen teyzesi annesine sarıldı sevinçle. Sonra, yana
çekilerek içeri ‘buyur’ etti ablasıyla Bahar’ı. Beklenmeyen konukların
heyecanlı sesini duyarak kapıya doğru gelen amcasıyla, salonun girişinde
karşılaştılar. Memur amcası, dışarıda bir işi olduğu için erken çıkmış yeni
gelmişti. ‘İyi ki evde, beklemeyeceğiz.’dedi içinden. Coşkuyla elini öpüp
babasıymış gibi sarıldı. Konuşmalardan sınavı kazandığını anlayan amcası da
kutluyordu sevinç içindeki Baharı.
Eve girince, doğru el yüz yıkamak, serinlemek için banyoya gittiler.
Teyzesi de ‘siz yabancı değilsiniz’ diyerek; yarım bıraktığı akşam yemeği
hazırlığını tamamlamak için mutfağa.
Salona döndüklerinde, amcası koltukta oturmuş onları bekliyordu...
Zilin sesini duyan küçük kuzenleri de merakla; şımartılacaklarını
bildikleri konukları görmeye gelmişlerdi. Çantasında, çocuklar için her zaman
bir şeyleri olan Ferda teyzelerinin çevresini sardılar sevinçle. Hiçbir zaman
eli boş gelmezdi; bilirlerdi.
Çikolatasını alan Bahar’ı çekiştirmeye başlıyordu. Üç kuzen sevgiyle
birbirlerine sarılırlarken en küçükleri aralarında koşuşturuyordu. Öte yandan
da ablalarını soru yağmuruna tutuyorlardı. Bir ağızdan konuşulan, birbirine karışan sözler havada uçuşuyordu. O
patırtı gürültüyü ses çıkarmadan bir süre izleyen amcası yeterli görmeli ki…
Oturduğu koltukta doğrularak odalarına yolladı çocukları: “Ablanız birazdan
yanınızda olur.” diyerek.
Geldikleri gibi itiş kakış odalarına gidince ev boşalmıştı adeta.
Çocuklarsız sessizleşivermişti salon. Amcası, ‘müjdenin ayrıntılarını anlatın
bakalım’ der gibi bakıyordu; bir annesine bir Bahar’a.
Bahar, annesini beklemeden; “Okumak istediğini, öğretmenliği sevdiğini,
sınavını kazandığı okulun çok güzel olduğunu” söyledi çabucak. “Ama annesinden,
kardeşlerinden, evinden uzakta olacağı, onları özleyeceği için üzüldüğünü
de….”
Bahar’ı dinliyor, bir yandan da İbrahim Ağabeyinden kızı için isteyeceği
şeyi düşünüyordu ki… Birden daldı gitti Ferda…
“Kocamın ölümüyle, evimin hem erkeği, hem de kadını oldum. Arkadaşım,
dert ortağım, en yakınımdı Bahar. Kardeşlerine ablalık, yeri gelince de annelik
yapıyordu. Çocuk, ama çocukluğunu yaşayamamış Bahar’ım. Şimdi yatılı öğretmen
okulunu kazandı. Evden uzağa, Hasanoğlan’a gidince bir kez daha yalnız
kalacağım ama... Cananımın yokluğundan
daha zor olacak değil ya! Çocuklarımı tek başıma büyütüyor, kocamın ailesine en
ufak bir sorunumu yansıtmıyorum. Aslında kendi aileme de söylemiyorum ya!
Yalnızca ne duyuyorlarsa onu biliyorlar. Kolay mı gencecik, otuz yaşında dul
kalmak, dört küçük çocuğun sorumluluğunu üstlenmek? İbrahim Ağabey ile
birbirlerimizi çok sever, saygı duyar, ‘abla, ağabey’ demeden konuşmayız. Bugüne dek hiç bir şey istemedim. Ne para pul
ne de bir konuda destek. Benim çözebileceğim bir şey olsa yine istemezdim. Ama…
Tek isteyeceğim kızıma kefil olması...” diye düşünürken kayınbiraderinin ‘Ferda
abla, sen ne diyorsun?’ sözüyle kendine geldi.
Annesi, okulu çok sevdiğini söyledi önce. Sonra da okulla ilgili tüm
bildiklerini anlattı. Haftaya kayıt yaptıracağını ancak, kefalet senedi için
kefilliğine gereksinimi olduğunu…
-Bahar! Biraz yardım eder misin?
diye teyzesi seslendi.
***
Birdenbire kalktılar, yemek davetine ‘teşekkür’ ederek. Kapıdan
çıkarken, gözleri çakmak çakmak, esmer güzeli yüzü kapkaraydı annesinin. Elini
dudaklarına götürdü ‘sus’ dedi yalnızca.
Neler olduğunu anlayamadan,
annesinin yanında şaşkın, suskun yürüyordu Bahar… Annesinin yüreğinde fırtına,
gerçeğin acıtan hayal kırıklığının ağırlığıyla geldiler durağa. Sessizce
boşanıyordu yaşlar; annesinin gece karası gözlerinden yanaklarına…
Bahar’ın gözyaşları da annesi içindi. 26/02/2022
Ahmet Rıfat İlhan
D
Ara ki
bulasın
silinmiş
sözlükten
dogmatizmi
bırakmış yerine.
Bir sabah
uyandığımızda ne görelim
gömülmüş
soğuk betona
anlamadık
birden.
Neyi
anlayacağız ki
kaçtığını
mı
insan
ka(la)balığından?
Vahşi denen o masum
gençliğine
doyamadan gitmiş
şiddetli
bir patlama olmuş gibi birden.
Zavallının
var olmak için harcadığı
milyarlarca
yıl süren onca emeği
bir gecede
yok etmişler Vahşice.
Nerede
şimdi?
kimse
bilmiyor ne olduğunu
herkes
kendi derdindeyken.
Nasıl kabul
etsinler
yakıştırsınlar
kendilerine
canlı canlı
onu cansız betona gömdüklerini?
Hırs sınır
tanımaz diyerek
kendimizi
ayrı mı tutacağız bu işten
hiç mi
suçlamayacağız hırstan ibaretmişiz gibi?
İlginçtir,
merak eden de yok ki
ne denecek
buna
felaket mi?
Sahi
nerede?
itiraf
edelim bilmediğimizi
yedirebilirsek
küçük burjuva münevverliğimize.
İnat ediyor
hâlâ
görmüyor mu
kimse?
Dogmatizm
kalmış yerinde
insan
eliyle sözlükten
silinmiş
doğa işte.
Dogmatizm:
Yun. fels. inakçılık, dogmacılık.…
Hasan Parlak
KIŞ MASALI
Bir kuşun üşümüş
inceliği değince
kuru dallar gizinde
gezinecek birazdan,
bir filiz uyanacak
çekingen yeşiliyle.
Gözler sırdaş
kılınacak gönenmişliğin
yoksunluk örtüsüne
sığınışına
elbet aldatan bir
rüyaya sığamamış,
ya kavuşmazlık
ardına
düşmüş
sevinçsizliğin.
Bir tutam dahi olsa
sızacak elbet
hüzmelenmiş bir
umudun gelişi aydın
güneştir,
beklenmeye değer nihayet.
Ağacın kışa dönük
sevdasında dört mevsim
bin parça gibi
kalpten çizilmiş bedeniyle
Taşırken, can bulup
da yeniden sözleşecek
gidişiyle günahkâr,
dönmeyecek günlerim.
Bahar Halbekova (Özbekistan)
KENDİN KENDİME GEREK
Çeviri: Hüsniddin Hayit