1 Ekim 2025 Çarşamba

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ekim 2025, Sayı 26


Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ekim 2025, Sayı 26 Yaşar Özmen




YAYINCIDAN

Edebiyat dünyasına kısa bir göz atmayla bile görülebilecek sıkıntılar var. Kimseyi suçlamak ya da eleştirmek için söylemiyorum elbet. Bir gerçek var ki sönmekte olan bir sektör gibi duruyor yakından baktığımızda… Tanıdık yazın dostlarımı görürüm biraz sohbet ederim düşüncesiyle Bornova Kitap Günlerine gittim. Bornova Büyük Park yayınevlerinin stantlarıyla sıra sıra doldurulmuş ve cilt cilt kitaplar dizili duruyor tezgâhlarda. Bunlar, okurla nasıl ne kadar buluşabiliyor, istatistiki veriler olmadan yargıda bulunmamak gerek ama iyimser bir ortamın ve hareketliliğin olmadığını söylemekte sakınca görmüyorum. Bana öyle geliyor ki her geçen gün daha kötüye gidildiğinin habercisidir bunlar. Her geçen yıl umutsuzluğun büyüdüğünü yazar-şair dostların yüzlerinden okuyabiliyorum. Halihazırdaki durumu görünce basılmayı bekleyen dört kitabımın da basımını erteledim. Büyük olasılıkla e-kitap olarak yayımlayacağım. Kitapların maddi değerinin yanında manevi değerinin de günden güne eridiğine tanık oluyorum.

Kitapların günden güne okur yitirmesinin nedeni, çağımızın bilgiye ulaşım kolaylığıyla ilgili olduğunu söyleyebilirim. Örneğin ben; sözlük, yazım kılavuzu,  ansiklopedi gibi bilgi destek kitaplarına hiç gerek duymadım. Öykü, şiir, roman, kişisel gelişim kitapları gibi basılı kitapların ise okunup okunmaması elzem konular değildir. Geriye kalan ders kitapları, sınav hazırlık ve ders destek kitaplarıdır. Bunların da seçeneğinin olduğu bir dijital çağdayız artık… Bütün bunlardan sonra, yavaş yavaş e-kitaba, görüntülü kayda ve sesli kitaba doğru gözümüzü dikmemiz gerektiğini duyar gibi oluyorum.

Ne yaparsak yapalım dijital teknoloji, bize köklü değişimler yaşatacak ve buna uyum sağlamazsak dişlileri arasında ezip geçecektir. Kitap kokusunu seven, sayfa açıp çevirmeyi seven bir kuşak olsak da aslında bizler de kolay iletişim ve hazır bilgiye alıştık. Çağımız hız ve bilgi çağıdır; uymak ve alışmak zorundayız. Bu yüzden bir an önce dijital teknolojiyle barışık yaşamak için onun gereklerini öğrenmek zorundayız.

İkinci bir konu, kitap dışındaki dergi ve gazete gibi basılı yayınlardır. Her ne kadar eskiye özlem duygusundan yararlanan edebiyat dergileri olsa da bunlar, kendilerine çeki düzen vermek zorunda kalacaklar. Neden? Derginin basım ve dağıtım maliyetleri ile okur sağlama oranı tersine işliyor. Basılı dergi çoğu gence yük durumuna dönüşmüştür. Gençler, dijital teknoloji yoluyla ulaşabildiği yayınlarla yetiniyorlar. Bu durum, çok kısa bir zaman sonra basılı yayınların sonunu getirecek gibi görünüyor. Sanatsal kültür üretiminin her geçen gün zayıfladığını da dikkate alırsak bizleri farklı bir edebiyat ortamının beklediğini söyleyebilirim.

Okurlarımızın dikkatini çekmiştir belki. Şiir Sarnıcı’nda anma günlerine, yaşamayan şairlerimize ilişkin inceleme ve yazılara çok fazla yer vermiyorum. Bu tür metinleri, elimize aldığımız ya da internetten ulaştığımız her dergi yayınlıyor zaten. Ben, edebiyat kültürünün yapılmıştan/yazılmıştan çok yapılabileceklerin tarafında zaman harcamakla geliştirilebileceğine inanırım. Yapılmışa hayranlık ve övgü savurmak değil; yapılmamışı bulmaya, yeni bir şeyler geliştirmeye yönelik çalışmalar daha değerlidir kanımca… 

Şiir Sarnıcı (e-dergi) olarak biz bu gidişata karşı önlem aldık görünüyor ama işin bir de popülarite durumu var. E-dergilerin popülaritesi hemen ortaya çıkmaz; bakmışsın sadece bu sayıda Kanada’dan yüzlerce okundu bildirimi gelebilir. E-dergi, dünyanın her tarafından ulaşılabilir bir yayındır ve popülaritesi katlanarak artar; özellikle Türki Cumhuriyetlerinde adından söz edilen bir dergiye dönüşmüştür. Ne var ki bu ülkelerden gelen şiirlerin çoğunluğunu bazı ilkelerimizi karşılamadığı için yayımlayamıyorum.

Mutlu ve esenlikli günlerde okumak, okunmak dileğiyle… 


Seval Arslan
YAZMAK ÜZERİNE*

“Bilgi, iyi yazmanın kaynağıdır.”  Horatius 

Bilindiği gibi tarihten günümüze, kültür ve medeniyetlerin oluşmasında, kültür aktarımında son derece önemli olan yazı, insanoğlunun en büyük buluşudur. "Okuma" kavramı, yazı kullanılmaya başlandıktan sonra insanoğlunun hayatına girmiştir.
Yazı öncesi görsel iletişim unsurları prehistorik dönem mağara duvarlarında karşımıza çıkmaktadır. Mağara duvarlarına çizilen semboller, insan vücutları, güneş, ay, yıldızlar, hayvanlar gibi, ilk görsel iletişim unsurlarıdır. 
İnsan evrim sürecinin ilk başlarında; diğer canlılardan farklı olarak elleriyle aletler yapabiliyor ve bu aletleri nerede ve nasıl kullanacağının bilincini taşıyordu. Beynin kapasitesindeki gelişim ile birlikte öğrendiği yüksek ses çıkarma becerisi evrimsel süreç ardından insanoğlunun kendi türü ile iletişim kurabileceği sessel bir gelişimi getirdi.[1]
Zaman içerisinde ise konuşma yetisi, dilsel ayrışmaları ve sosyal yaşamını kolaylaştırabilmesi adına yazıya uzanan süreci başlatmış oldu. Yazılı kaynaklara göre, ilk olarak yazı M.Ö. 3200 yıllarında Sümerliler tarafından icat edilmiş ve Ön-Asya dünyasında işlerlik kazanmıştır. Sümer yazısının ekonomik ihtiyaçlardan doğduğu ifade edilir. Sümer dilinin çoğunlukla tek heceli kelimelerden oluşması yazının gelişimini etkilemiştir. Göbeklitepe tapınma alanında sütunların üzerindeki kabartma hayvan tasvirleri yazının ilk şekilleri olarak görülmektedir. Bu durum yazının Sümerler’den önce keşfedildiğini göstermektedir.
Mezopotamya’daki resim yazısı, piktografik yazı, gelişerek çivi yazısına dönüşmüştür. Diğer yandan Mısırlıların kullandıkları yazı araçları içerisinde taşların bulunduğunu biliyoruz. Nitekim hiyeroglifleri taşlara kazıdıkları gibi; daha esnek, daha ince, daha elle tutulur bir araç olan papirüse de yazıyorlardı. Papirüs ise Nil delta ve vadisinin bataklıklarında yetişen bir bitkiydi. Okul denilen sistemin bilinen en eski örneklerinden biri Sümerler döneminde görülmektedir.
Birçok unsurun doğuşu, var olması eskiçağ uygarlıklarına dayanmaktadır. Eğitim öğretimin verildiği kurumları yani okul adı verilen sistemi, önemli bir eğitim aracı olan kitapları, kütüphaneleri ve daha birçok unsuru örnek olarak verebiliriz. Bu bağlamda eskiçağ uygarlıklarının günümüz eğitimine katkıları da yadsınamaz. Eğitimin ana unsurları eskiçağda doğmuş ve günümüze kadar gelişim sürecini devam ettirmiştir.[2]
İnsanlar uzun süre konuşabilme ve yazı yeteneklerinin tanrılar tarafından kendilerine hediye edildiği düşüncesini taşıdılar. Aslında onların gözünde hayatlarındaki her şey tanrıların hediyesiydi. Mısırlılar yazının Osiris’in kız kardeşi İsis tarafından öğretildiğine, Babilliler Marduk oğlu Nebo tarafından öğretildiğine, Yunanlılar ise tanrı Hermes tarafından öğretildiğine inandılar.                                                                                                                                                      
İnsanların duygularını dışa vurmada yazı yöntemi tercihleri arasındadır. Eline kâğıt kalem alıp da bir şeyler karalamayan sanırım yok denecek kadar azdır. Yazmak eyleminin ne denli önemli olduğunu birçok yazarın eserlerinde okuyoruz. Yazı yazmayı öğrenmek, her şeyden önce düşünmeyi gerektirir. Bugün elimizde bulunan önemli  yazılar hep toplum ve ülke olarak zor durumda bulunduğumuz dönemlerde kaleme alınmıştır. Heyecanla sarıldığımız şiirler, öyküler, romanlar dönemini yansıtırcasına bir şeyler anlatmak derdindedir. 
Ülkemizde binlerce kitap, makale, köşe yazısı, akademik tez bulunmaktadır. Fakat bunlar arasında okumaya değer, özgün, üzerinde derin düşünme ve sorgulama yapılabilecek eser sayısı oldukça azdır. Toplum olarak okuma alışkanlığımız olmadığı gibi yazma becerimizin de çok geliştiğini söylemek mümkün değil. Bu nedenle  “Neden yazamıyoruz?” ve “Nasıl yazacağız” soruları üzerine düşünmek gerekmektedir.[3]
Dale Carnegie’nin “Söyleyeceğiniz sözü yazmak, sizi düşünmeye ve düşüncelerinizi tasfiyeye sevk eder.”  sözü anlamlıdır. Kendini anlatmak ve başkalarını anlamak insanoğlunun en temel istek ve ihtiyaçlarındandır. Bu sebeple kişilerin günlük hayatlarının önemli bir bölümü diğer birey ya da gruplarla iletişim kurarak geçer. Bu iletişimler sırasında da karşı tarafa mesajları ulaştırmak, geleceğe kalıcı ürünler bırakmada tercih edilen seçeneklerden biri de temel dil becerilerinin anlatma boyutunda yer alan yazı yazmadır.
Dil üretiminde önemli bir beceri olan, daha çok doğal bir süreçle kazanılan dinleme ve konuşmanın ardından belli bir eğitimle okuma becerisiyle birlikte öğrenilen, dört temel dil becerisinin son halkası kabul edilen yazma becerisidir. Yazma: “Düşündüklerimizi, duyduklarımızı, gördüklerimizi, hayallerimizi, hissettiklerimizi, kısacası yaşadıklarımızı birtakım semboller aracılığıyla başkalarına anlatma işi”dir.[4]
Bilgi ve fikirleri açığa çıkarabilmeyi sağlayan birbirinden farklı seslerin oluşumunu sağlayan vokal organlarımızın (Diş, damak, dil, dudaklar, çene ve gırtlak) gelişimi beyin gelişimimize bağlı sürecin sonuçlarındandır. 
Temelde iki türlü anlatımdan söz etmek mümkün: Yazılı anlatım, sözlü anlatım. Yazılı anlatım, şiir (nazım) ve düzyazı (nesir) olmak üzere ikiye ayrılır. Düzyazı üçe ayrılır: Olay (roman, hikâye, masal, fabl, destan… vb.), Düşünce (makale, deneme, söyleşi fıkra, eleştiri, nutuk), Bildirme yazıları (biyografi, otobiyografi, haber, mektup… vs.)
Emile Zola: “Yazıya geçmiş düşüncenin değeri vardır; geri kalanlar boş çırpınmalardan, rüzgârın alıp götürdüğü bir saatlik hayallerden, başka bir şey değildir.” sözüyle yazmanın önemini vurgulamıştır.
Yazma, görünüşte kalem ve kâğıt etkileşiminden ortaya çıkan bir ürün gibi görünse de anlatılmak istenen düşünceler, hayaller, tasarılar, duygular öncelikle zihinsel bir süreçten geçmektedir. Yazmanın hem dil becerileri hem de zihinsel becerilerin gelişimine katkı sağladığı unutulmamalıdır. Yazılı anlatım becerilerinin geliştirilmesi, dil öğretiminin en önemli hedef ve görevlerindendir. Yazının sanat tarihinde içerisinde çeşitlilik gösterdiği görülür. Dil, anlam ve içerik ile olan  ilişkisi yazılı yapıtları oluşturur.[5]
Yazmak için önce okumak, okumak için de bir şeyleri dert edinmek gerekir. Toplumda meydana gelen olaylardan kaygılanan, olumsuz durumlardan rahatsız olan insanlar yazdıkları ile çözüm arayışına girerler. Bir yazı,  duyarlılıkla başlayıp, bilgi birikimi ile ilerleyen bir sürecin sonucunda oluşur.  Bu birikim çok okumak ve okuduğunu anlamlandırabilmek ile mümkündür.
Amerikalı yazar Stephen King, Yazma Sanatı adlı otobiyografi kitabında: Özellikle imza günleri ve toplantılarda kendilerine dil ve yazım ile ilgili sorular yöneltilmediğini görünce bu kitabı yazmaya karar verdiğini anlatıyor. Yazmaya meraklı kişilere neyin nasıl ve ne şekilde yazılacağı konusunda bilgiler veriyor: “Yazmanın amacı para kazanmak, ünlü olmak, sevgili bulmak, sevişmek ya da arkadaş edinmek değildir. Sonuçta amaç, eserinizi okuyacak insanların hayatlarını ve kendi hayatınızı zenginleştirmektir. Amaç; uyanmak, iyileşmek ve başa çıkmaktır. Mutlu olmaktır.” diyor ve ekliyor: Yazmak bir sihir, her yaratıcı sanat dalı kadar ab-ı hayat.”[6]
Yazma eyleminde bulunan bireylerin kendine özgü, deneysel, yenilikçi, yaratıcı tavrını sürdürmesi ve okuyuculara özgün, zengin içerikli bir metin sunması önemlidir. Büyük sarsıntılar, çözülüşler, bunalımlar, değişimler ve oluşlar çağında; edebiyatın toplum içinde aydınlatıcı, eğitici bir görevi vardır. Edebiyat, hayattan ve toplumdan beslenir. Edebiyatın-sanatın gelişmesi, insan gerçeğimizi, toplum gerçeğimizi tanımak, olayları olduğu gibi görmekle başlar.                                                                                                                                                       
Yazar, yeni olan, ileri olan, eskiye (gericiliğe) karşıt olan her şeyi destekleyen hareketin içinde olmalı; sezgileri, yaratıcı zekâlarının etkisiyle somut sorunları somut koşullar içinde irdelemeli, yazmalıdır.
Dünyanın değişmesinin çıkarlarına uygun olmadığı için değişimden korkanlara karşı yazarlar; düşünüşleri, davranışları, yarattıkları eserlerle bir sis çanı olmak durumundadır. En koyu karanlıkta bile aydınlık bir yan olduğuna inanmalıdır.
Bilimin verilerine dayanan “ileri dünya görüşü” geniş hayat deneyimi, ustalık gerektirir. Bunların gerçekleşmesi gerçekçi edebiyatın yaratılmasını, ayrıca yazarın-sanatçının üstün bir seviyeye taşınmasını, tarihsel hareketin bilincine varmasını, doğa ve toplum olaylarını bütünü içinde görmesini, toplumla bütünleşmesini sağladığı gibi bireylerin bilincini de şekillendirir.                                                                                                                                  
Edebiyatımızın bugün içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulması, ancak mutlu geleceğe inanan, toplumun hayalle, dilekle değil, mücadele ile kurulacağına inanan yazarların bilinçli, sabırlı çalışmaları yitirilen umudu, sevinci canlandırabilir.[7]                                                                                                                                               
Dünyayı, insanı tanıtan, değiştirmeye çalışan gerçekçi edebiyat: Bir tutku, bir kültür, eğitim, özgürlük ortamında boy verebilir. Bilimsel düşüncenin ayakta tutucu, direnme gücü verdiği unutulmamalıdır. İyi yazılmış kitapların kalıcı olduğu gerçekliktir.
Kaleminizi her zaman iyi yazmak için kullanın.

* Seval Arslan, İki Söz Arası (Deneme), Kanguru Yay. Ankara 2024, s.140-145.

[1] Deniz İnan, En Büyük Buluş Yazı on Pt, 24/12/2018, https://bilimveutopya.com.tr/makale/insanligin-en-buyuk-bulusu-yazi https://www.insancaakademi.com/yazmak-sanati-uzerine/

2 Tuğba Cevriye Özkaral, “Selçuk Üniversitesi/ Edebiyat Fak. Dergisi/ Yıl:2015, Sayı: 34 S. 371-384                                                                                                      3 Kaan Akman, “başlarken: yazmak üzerine” https://www.akademikkaynak.com                                                                                             

4 Yaman, E. Yazma Sanatı, İkinci Baskı, Ankara, Akçağ          

5 Ömer Kemiksiz, “Yazma Becerilerinin Geliştirilmesi” Üzerine Hazırlanan Tezlere Yönelik Bir İnceleme: Yarı Deneysel Çalışmalar DOI: 10.26466/opus.887374-OPUS © Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi.                                                                                                                                                     

6 Stephen King, Yazma Sanatı, Çevirmen: Gökçe Yavaş, Altın Kitaplar, İzmir, 2020.                                                                                                                                                 

7 Fethi Naci, İnsan Tükenmez, Adam Yay. 2. Baskı, İstanbul, 1997.

 

Bahri Loş
YİTEN ÇAĞ

 
Zaman bağrı bir soğuk demir 
Günü gök ışıltılı yangın lekeleri
Göz kovuğuna düşen sonsuz
Noktayla dize gelmiş anlam
Tüy hafifliğinden kurşun ağırlığına.
 
Kanı çocuk ev kadar ülke
İnsanlık atlasında kayıp dünya
Kıyım yeteneği ileri teknoloji
Sabıkalı bilimler elindeki çırpınış
Adımları boşluğa düşen çağ.
 
Seçkin düşüncenin zulüm çıkmazı
Karşılaştırmalı ölümcül yarışlar 
Hırs çemberinde yok oluş izleri
Bol katılımlı sürgün hükümleri
Namlu ucundan insanlık dersleri.
 
Renkli nesnelere sıkışan ruh
Korna sesinde kaçan keyif
Göğü kana bulayan çığlık
Mızrak ucuna denk gelen yasa
Kirli hesapta yiten çağ birikimi.

 

Zeynel Güney
YERDEKİ KÜL         

 Kadir, yıllardır Kiltepe’de oturmaktaydı. Kiltepe gecekondunun da kondusu bir yeridir Malatya’nın. Baba Kadir, az çekerek boyluca, gülecen yüzü ve topakça bıyığı ile sevgi dolu bir aile babasıydı. Çocuklarının ve torunlarının kocaman adamlar olmasına bakmadan hepsini kucaklar, şapır şapır öperdi. Çocuklar, torunlar babanın çok insancıl, yumuşak huylu ve sevecen yapısından dolayı onu çok seviyorlardı. Kadir de onların kanadıyla uçtuğunu söylüyordu her zaman. 6 Şubat 2023 sabaha karşı saat 04.17 yer yerinden oynadı. İlk olarak baba Kadir uyandı. Torunlardan en küçük olanını kaptı ve dışarı fırladı. Hava zehir zemberek. Torun da kendisi de ayakkabılarını bile giyemeden pijamalı halde dışarıda buldular kendilerini. Kadir ötekilerin de çıkmasını beklerken evi yerle bir oldu. Birkaç dakika bağırtı, inilti duydu. Sonra sesler yok oldu. Göğsüne vura vura sızlandı, eşinin çocuklarının, torunlarının isimlerini sayıklar gibi sırasıyla dillendiriyordu. Yere çömeliyor ve iki eliyle saçlarını yoluyordu. 

Bir hafta sonra enkazdan cesetler çıkarıldı. Kadir ağlamıyordu artık. Sersemlik buydu belki. Ölüm, dünyadan dönüşsüz bir gidişti. Bütün aileciği bir anda toprağın olmuştu Kadir’in. Deprem ne anlaşılmaz bir şeydi!.. Koca şehri bir dakikada yerle bir etmişti. Bakırcılar Çarşısı’ndan Sıtma Pınarına yani Malatya’nın göbeği tam bir harabeye dönmüştü. İşin en garip yanı yeni yapılar eskilerden daha fazla zarar görmüştü. Buna en önemli örnek Fahri Kayahan çevresindeki evlerdi. Kapı ve pencere çerçevesindeki bandajları henüz sökülmemiş güya yepyeni binalar ağır hasarlıydı. Bakırcılar Çarşısı’nın ne koca koca bakır kazanlarına tempolu vurulan tokmağın sesi ne kalaycının maviye çalan körük alevi ne de soğuk demircilerin kulakları zorlayan tangırtısı yoktu artık. Esnafın günlük bakımıyla yaşamını sürdüren kediler, köpekler, serçeler ve daha birçok hayvan alışık oldukları yeri bulamaz oldular. İnsanlara baktığınızda, kaşları yıkkın, yüzlerinde yıkılmışlığın haritası, gözlerindeki derin umarsızlıktan başka bir şey okumak mümkün değildi. Hani “Nerelisin?” diye sorulduğunda “Etrafı dağlık ortası bağlık diyardanım” denir. Hani “Malatya Malatya bulunmaz bulunmaz eşin…” demişti o türküde bir güzel ozan. Ahh Beydağı, arılar uçuşturan, çobanlar eğleyen, yiğitler ağırlayan şimdi ne oldu koynundaki şehre. Ahh Malatya’ya can veren Sultan Suyu, damızlık atların has yeri ne oldu Akçadağ’ına… Ahh elma bahçelerinin Doğanşehir’i, ahh adına uygun Yeşilyurt, bahçeler içinde kahvaltı yerleri, ahh tarihi güzellikleriyle bezenmiş Battalgazi, bu ne yıkımdı… Kısaca şunu demeli miydi, buralar şimdi yıkıntıdan bir şehir.

Her an kameralılar geliyordu. Kadir yaklaşan her kameraya sırtını dönüyordu. Bu tutumuyla belki de çok haklıydı, bu dünyada konuşulacak ne kalmıştı ki Kadir için… Ahh ne kötü şeydi deprem!..

Kadir, her gün mezarları görmeye gidiyordu ve her birinin başında bazen seslice, bazen dudaklarını oynatarak konuşmalar yapıyordu. Torunu Yadigâr ise devamlı ağlıyordu. Kadir’in yüzü kurşuniye dönüşmüştü, halsiz ve yıkkındı. Günlerce torunu elinde evinin yıkıntısı etrafında dolandı durdu.

Deprem mağdurları, gelen yardım arabalarına yanaşıp, birbirlerini ite kaka bir şeyler istiyorlardı. Yardım gelmiş gitmiş, Kadir’de hiç telaş yoktu. Torununun elinden tutarak, ara ara yürüse de çoğu kez bir yer bulup oturuyordu. Mahalleli konteyner ve yardım çadırı için yazılırken o hiç kılını kıpırdatmıyordu. Siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları da bizim Kadir’i hiç ilgilendirmiyordu, hatta iyi niyetli yardım için gelenlere de bakmıyordu. Kadir, yıkıkça bir yerde bulduğu çul çuval ile kendine ve torununa yatacak yer uydurmuştu. Aslında onu da komşular hazırladılar. Kadir, oturduğu yerden boş boş bakarak insanları izliyordu.

Havanın buz kestiği bir gündü. Bir kocaman meydan ateşi yakıldı açık alanda. Herkes ateşin etrafında çember olmuş, ısınmaya çalışıyordu. Küller oluşup ateş ağırlaşmaya başladığında, Kadir ateşin yanına vardı, iki eliyle avuçladığı külü yüzüne gözüne sürdü. Sonra bir daha yerden avucunu külle doldurdu ve yedi. Herkesin donuk bakışları altında tekrar yerine gidip oturdu.

Oradakilerden biri yaşlıca birine sordu. “Kadir dayı külü neden yedi?” Yaşlı yanıtladı “Acılar ayyuka çıktığında bu kül yeme işi yapılır, buna kimsenin aklı ermez.” Sonrasında sessizce ağlamayı sürdürdü ateşin etrafındakiler.

Oysa içeride çok yanana dışarıda karlar gerekir.

 

F. Kadri GÜL
SÜREÇ

 
Düşüşle yükseliş ortasında
büzüşüp kalmışız da
En güzel düşünceler
bir tohumun deviniminde mi
Daha yetkini öğretmek için
saf yakarışına seher yelinin
Usun parçaları
bilinç kırıntıları karışır da
Saksıdaki karanfil der ki
kan olmak sırası bende
 

Cihangir Nomozov
“SENİ ÖYLE UNUTACAĞIM Kİ…”

 
Seni öyle unutacağım ki
gözlerin küle dönecek
hatıran karanlık bir denizde
dalga dalga yutulacak.
 
Unutmayacağın tek şey
benim sessiz çığlığım olacak
küllerimde saklı kalan yangın
her gece yüreğine saplanacak.
 
Adım, zamana vurulmuş bir yara
dudaklarında çaresiz bir hece
unutmak değil, unutturmak isterim
ama ben öyle bir fırtınayım ki
senin dünyan yıkılır
kendinle kavrulursun.
 
Seni unutmak
bir kıyameti sessizce başlatmak
bir yıldızın geceyi kırması gibi;
sessiz, ama sonsuz sarsıntılarla…
 
Unutursan eğer
benim unutuşumun yükünü taşırsın
yüzleşirsin benim gölgemle
kaçışın yok, saklanışın boş.
 
Çünkü ben
unutmanın en karanlık cehennemiyim;
seni öyle unutacağım ki
sen asla unutamayacaksın...

 

Uğur Olgar
AĞAÇ NE ZAMAN ISSIZDIR?

 

“Issız bir ağaç” demiş şairin biri dizesinde. Düşüncelere daldım. “Ağaçlar hep ıssız değil midir zaten?” diye koşarak gelen düşünceyi hemen uzaklaştırdım usumdan. Olsa olsa tek bir ağaç için düşünülebilirdi bu. Ağaç, canlı ama yürüme yeteneği olmayan bir varlık olarak başka ağaçların yanına gidemeyeceği ya da başka ağaçlar onun yanına gelemeyeceği için bir anlamda ıssız ve yalnızdır elbette. Sürüden ayrılmış, inzivaya çekilmiş tek bir ağaç için bu geçerli bir sav olsa da, bana kalırsa, o bile ıssız ve yalnız değildir. Ağaçlar, kalabalık ve sosyal canlılardır, yürüyemeseler de hep hareket ve devinim halindedirler; iğne yapraklı olanları bazen, kozalaklarını metrelerce ileriye fırlatırlar, hemen hepsi de çiçeklerinin polenlerini arılara taşıttırırlar başka ağaçlara ulaştırmak için.

Yarım saattir uyanık olduğum tatlı bir mayıs sabahında, yatağımdan bunları düşüne düşüne kalktım. Dördüncü kattaki evimin balkonundan Göksu’nun kenarındaki yapraklanmış ağaçlara baktım. Çok kalabalıklardı. Yüzlerce sabahçı kuş, yeni doğmuş güneşin sevinç ışıklarıyla daldan dala konarak dünyanın en güzel koro ezgisini cıvıldaşıyorlardı. Ağaçların altındaki banklara baktım, sabah yürüyüşüne çıkmış insanlardan bazıları soluklanmak için oturuyorlardı. Ben de heveslendim, ağaçların yanlarına gidesim geldi, apar topar giyinip kendimi dışarı attım. Nazım’ın dizesindeki tek ve hür bir ağacın yanına gittim özellikle, öbürleri bir arada orman gibi kardeşçesine yaşıyorlardı ırmak boyu. İyice bir inceledim tek yaşayan ağacı; çok kalabalıktı, kuşlar bir yana, gövdesine tırmanan karıncalar mı istersin, aşağı doğru eğimlenen reçineler mi, hepsi vardı ağaçta. Daha bir sürü böcek adını sanını bilmediğim.

Geceleri de ıssız değildir ağaç. Duştan yeni çıkmış, pırıl pırıl bir ay girmiştir koynuna. Beethoven’in Ay Işığı Sonatı’nı dinleye dinleye uyur ağaç, ayakta uyur elbette. Ağaçlar ayakta uyur, ayakta ölürler. Biz insanlardan farklı ölürler onlar, dimdiktirler ölürken.

Issız sanılan bir ağacın gölgesini kimse hesaba katmaz, ama gölge de kalabalıklaştırır ağacı. Öğle uykusuna yatmış bir sokak kedisi, ağaca sırtını dayayıp çıkınındaki peynir ekmekle karnını doyurmaya çalışan bir sayaç okuyucusu, güneşi sevmeyen karınca ordusunun ağacın gölgeli ve köküne yakın bir yerinde yuva inşa etme çalışmaları, ağaçkakanların ritmik didikleme sesleridir ağaçları kalabalıklaştıran.

Sayısız bitki ve hayvan türünün birlikte oluşturduğu canlı bir ekosistem olan orman, her bir ağacıyla alabildiğine kalabalıktır; yalnız yakıldığında, cayır cayır yanmaya başladığında ıssızdır, dilsizdir. Birlikte yaşadığı hayvanlar gibi…

 

Sophia Jamali Soufi
ÇÖKELTİ

 

Şehir
Sessizlik içinde şehir
Ve ben
En yalnız sürgün
Tenim, kaçınılmaz bir yolculuk kokusu veriyor
Çocukluğum
Kayboldu sokakların gürültüsünde
Ve yetişkinliğim
Her gece
Yalnızlık duvarlarından sızan
gölgelerin çoğalmasıydı
Zorluklar
Nallarımı çizen küçük taşlardı
Pençelerimi kırmak için değil
Ve her çizik
Var olmayı öğreten
deri üzerindeki bir noktaydı
Karşı rüzgâr
Kulaklarımla tanıştı
Yolu kaybetmek için değil
İçimdeki delilik noktasını bulmak için
Ve aynada
Yabancı bir suret
Kırılmaya dayanamayan kemiklerle
Ama bir ömrün
tüm kırık anıları
Bakışlarının derin karanlığında
parça parça haykırıyordu …

 

Yaşar Özmen
ÇAĞRIŞIMSAL İMGELEM KURAMI

 

Çağrışımsal imgelem, şairin şiirde kurduğu uyaranlar ile okurun kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve belleğinde kayıtlı görüntüler üzerine yaslanarak yeni görüntüler ve duyusal alanlar yaratma sürecidir.

Çağrışım katmanı; şiirdeki herhangi bir anlam, ezgi, söz, olgu veya imgeye dayanarak okur belleğini dürten, okurun zihnindeki bağıntılar bileşkesini kurcalayan, anıştıran, tetikleyen ve harekete geçiren, okuru imgelem dünyasına yönelten, yeni düşünme ve görme biçimine neden olan bir katmanın adıdır. Çağrışımı şiir veya sanatsal bir uzamda ele aldığımızda, çağrışımın çıkış, oluş ve sonuçları açısından ayrıntılı incelenmesinin gereği doğar. Her sanat eserinin üzerine yaslandığı görünmeyen bir varlık alanıdır. Uyarma, uyandırma, sezdirme, anıştırma, duyumsatma ve anımsatma gibi zincirleme tepki yanında, yapıtın anlamsal derinliği ile coşum tetikleyerek sanatta duygusallığı sağlar. Çağrışım, anlamın kaşağısı, zihnin karanlık bölgeleri için el feneridir. Anlamı kaşıdıkça kişiyi daha yoğun imgeye, imgeden daha özgün imgeleme götürür. Bir anlamda bellekteki yerleşik izlerin uyaranı ve düş dünyasının başat erketesidir diyebiliriz.

İmgelem, bilgi birikimimiz ve bilincimizin zihinsel, düşsel ve duygusal olarak ortaya koyduğu tüm tasarılar, görüntüler, işlemler, yaratılardır. Bir anlamda düş ve düşünme gücünün ortaya çıkardığı eyleme dönüşmemiş düşünce bazında örüntüler evreni de diyebiliriz. Zihnin işleyiş ve imge çekirdeğini  ortaya koyuş sürecidir. Sanatın doğumuna kaynaklık eden ilk düşsel aşamadır. Sanatsal edimlerin akarsuyudur.

Konumuz, çağrışımın okurda doğurduğu imgelem sürecidir. Diğer bir söyleyişle okurun; şiirin duyusal ve nesnel varlık katmanlarına yaslanarak zihinsel etkinliğe girişidir.

Çağrışımsal imgelem tabakası dediğimizde, okurda oluşmuş ve oluşturulmuş olan bir imgelem sürecinden söz ediyoruz demektir. Daha önce sözünü ettiğim çağrıştırma tabakasındaki çağrışım çekirdeği, okur üzerinde uyarı, sezdirme, anımsatma, dokunma ve değinmeler yapar. Diğer taraftan da imgelem ve düşlerini harekete geçirir.

Olgunluğa ulaşmış zihinde bir şey, o kadar çok şeyler ile bağıntılıdır ki hangi şeyin hangi bağıntıyı uyaracağı alıcının bilgi varlıkları ve belleğindeki izler ile doğru orantılıdır. Neyin neyi harekete geçireceği, neyin nasıl bir imgeleme yönlendireceğini kestirmek zordur. Yani şair olarak sizin söylediğiniz esas değildir; okurun nasıl anlamlandıracağı, nasıl bir imgelem dünyasına yöneleceği esastır. Şair, kendi anlayışına göre bir veya birkaç imgeyi hedeflemiş olabilir, ancak şairin açığa çıkmasını arzu ettiği imgeler okur tarafından hiç görüntülenmeyebilir. Bu biçim bir yönelme, rastlantısal imgelem tabakasında ayrıca incelenmek zorundadır. Okur, belleğine dayanarak daha farklı imgeleme ulaşmış olabilir. Burada sözünü ettiğimiz şey, şairin yönettiği imgelem tabakasıdır ve her şair sözlerinin okuru nasıl bir imgeye ve imgeleme yönelteceğini az çok belirleyebilmelidir.

Şairin yönlendirmeleri dışında kalan çağrışım olanakları bir olasılıklar yumağıdır. Şair; anlam, anlatım ve ses olanaklarına dayanarak çağrışımın amacı, yönü ve gücü konusunda sorumluluk taşır. Şöyle ki: Şair çağrıştırmak istediği konuyu, olguyu, olayı, özü bir bağdaştırma, aktarma, benzetme vb. ile çarpıcı bir şekilde verir/yansıtır, hissettirir ya da sezdirir; ancak okur konu hakkında bilgisiz ise çağrışım, hissettirme, sezdirme okur açısından bir anlam ortaya koymaz. Bu, şair tarafından dikkat edilmesi gereken önemli bir ayrıntıdır. Fin mitolojisinden bir simge veya sembol kullanılması benim için bir anlam taşımayabilir. Örneğin bir Finli için tarihsel bir olgunun duygusallığını içeriyor olabilir. Şair, şiirinde hem çağrıştırma sorumluluğunu taşımak durumunda hem de okurun varabileceği imgelem sürecine katılmak durumundadır. Basit bir ayrıntı gibi geliyor; ancak bu konu şiir yazarken, çözümlerken ve altı dolu eleştiri yaparken son derece önemlidir. Bir şiirin okurda yaratacağı etki ve şiirin okuru kavrayışı bu ayrıntıyla güçlendirilebilir veya tam tersi zayıflatılabilir.

Şairin çağrışım yoluyla yönlendirdiği imgelem tabakası, şiirin gelecekte takınacağı tavrı, yaymayı sürdüreceği ileti niteliğini de belirleyebilme olanağına sahiptir. Bu belirlenim, şairin niteliği, sezgisi, bilgi altyapısı, dünya ve yaşam ilişkisini okuma yetisi bunun yanında gelecek öngörüsü ile doğru orantılıdır. Sanatçının bilimsel yetkinliği ve öncü tutumu etkendir. Sözünü ettiğim konu, bütün sanat alanlarında özel olarak incelenmesi gereken çok boyutlu bir durumdur.

Yinelemek gerekirse çağrışımsal imgelem, şairin yönlendirdiği uyaranlar ile okurun kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve belleğinde kaydedilmiş görüntüler üzerine yaslanarak yeni görüntüler ve yeni duyusal alanlar yaratma sürecidir. “Şair, okurun dünyasına göre söz söylemek zorunda değildir; içinden geleni olduğu gibi söyler” diye söylenir. Ancak şiirin okura ulaşması ve onda estetik kaygı uyandırması için onun dünyasına seslenmesi, onunla ilk ilişkiyi başlatabilmesi ön koşuldur. Bu konu biraz da şairin toplumsal ve bireysel olguları okuyabilme yetisiyle ilgilidir.

Çağrışımsal imgelem tabakası, çağrışım neticesinde insan zihinsel varlıkları içinden birtakım görüntüleri çeker. Çağrışımın yönlendirdiği anlamla özdeş görüntüye dönüştürür. Bunlar, birbiriyle bağıntılı olgulardır, izlerdir, yaşamsal çıkarımlardır. Çağrışımın doğurduğu ve çağrışımın zihne taşıdığı görüntü ile ilişkili, okurun zihinsel doygunluğuna bağlı olarak daha içsel yeni anlam ve imgelem oluşur.

Şimdi birkaç dizenin çağrışım olanaklarını ve imgelem gücünü anlamaya çalışalım.

(…)
Irgalamıyor beni masum gagalı güvercinleriniz
Barışı getirmekten uzaktılar ne zamandır
Tırtıl taşıdılar badem gagalarında
Tırtıklasın diye üstüme yağan güneşi
Hiç güvenmiyorum güvercinlerinizin sevdasına
Kaç kez sponsor olurlar yeraltı şehirlerine
Kaç kez takla atarlar minare gölgelerinde
Kaç bıçak vururlar sırtından çağa insafsız
Kaç kez dikerler zeytin dalını haydut inine
Hesapsız bir hasat yapar gibi hırçın
Başıbozuk bir bostan bozumu mevsimindeyiz… Temmuz 2014, Narlıdere (Bir Damla Suda Halklar)

 

Örneğin ilk iki dizeyi, çağrışımsal imgelem açısından inceleyelim. “Tırtıl taşıdılar badem gagalarında/Tırtıklasın diye üstüme yağan güneşi” derken bir güzelliğin tırtıklanması için düşünce yapısı belirli insanların sanrılarından söz edilmektedir. Aslında güncel ve somut olaylara dayanan bağdaştırma söz konusudur burada. ‘Badem gagalarında’ alışılmamış bağdaştırması, aynı zamanda belirgin ve kalıplaşmış düşünce yapısını anlatan bir çağrıştırma çekirdeğidir. İki sözcük, zamanımızın bir olgusunu okurun önüne getirip koymuş ve okurda kocaman bir imgelem dünyası kurmuştur.

İmge; hareket, biçim, renk veya sözle görünüşe taşınan değerlerdir ve aynı zamanda yeni imgelem alanları yaratma gücüne sahiptir. Örneğin, //Usun tekbirle kelepçeye vurulduğu yerde// dizesinde tekbirle kelepçe, İslam kültürünün yoğun olduğu ülkelerin geri kalmışlığını, vahşetini, pozitif bilimleri göz ardı etmesini düşünebiliriz. Bu dizede dikkatli bir imgelem çözümlemesine gidersek, tek başına ‘kelepçe’ sözcüğü bile imge ve arkasından bir imgelem süreci doğurma gizilgücüne sahip olduğunu görürüz.

Çağrışımsal imgelem tabakası böyle bir durumu ortaya koyan alandır. Gerek şiir dili tekniği ile gerek doğrudan göndermelerle gerek imge gibi yöntemlerle yapılsın; bellekte, bilinçte ve bilinçaltında var olan bilgileri uyararak okura yeni imgelem olanakları sağlar. Okurun yaşamsal izlerini ve değerlerini kurcalayarak, okurda öne çıkan bilgilerle yeni anlam alanları yaratır. Bu alanlar çağrışımsal imgelem alanlarıdır ve sanat açısından önemli bir bileşendir. Çağdaş sanatta yapılmaya/yaratılmaya çalışılan önemli bir ayrıntıdır.

Dil sanatlarında, özellikle şiirde çağrışıma bağlı imgelem tabakası kendine özgü bir biçimde ayrıca ele alınmalıdır. Çağrışımsal imgelem tabakası, yukarıda söz edildiği durumuyla bir kuram özelliği taşır mı? Çağrışımsal imgelemin oluş sürecinin; genelliği, deneyselliği, izlenebilirliği ve sürekliliği sağladığını ve bu nedenle kuram olarak ele alınabileceğini düşünüyorum. Örneğin heykel ya da plastik sanatlarda çağrışıma bağlı imgelem sınırlı kalabilir; ancak dilde her bir sözcük, bilgi ve dize, çoğul çağrıştırma gizilgücü taşır ve okura göre değişen imgelem yolunu açar. Sonuç olarak bu alan, kuramsal bir özellik taşır ve özellikle dil sanatlarında, daha etkin olarak şiirde, okurdaki anlamlandırma çabasını, düşünme ve düşlem sınırını genişletir, diye düşünüyorum.

Bu yorumlara dayanarak çağrışımsal imgelem tabakasının, özellikle dil sanatlarında kuramsal yetkinlik taşıdığını söyleyebiliriz. Yani bu süreç, Çağrışımsal İmgelem Kuramı olarak ele alınabilir. Her ne kadar bu konunun kuram olabilme yeteneğine sahip olduğunu söylesek de kuramın deneyselliğine, izlenebilirliğine, genelliğine bakılması, eylemsel sürecinin araştırılması ve daha işlenebilir bilgiye dönüştürülmesi gerektiğinin altını çizmeliyim. Bu tabaka; bir olgunun, olayın, yansımanın anlamlandırılmasında önemli bir işleve sahiptir ve şiire sanatsal öz kazandırır. Ayrıca bu tabaka, bir eserin anlamından çağrışımına kadar okurda yaratılması istenen algı, anlama, düşünme ve görme etkinliğinin eylemsel düzlemidir. Okurun çağrışımla imgelem dünyasına gönderilmesi, kendine özgü teknik, yöntem ve ayrıntı gerektirir. Bu nedenle çağrışımsal imgelem tabakası gerek kuram olarak gerek süreç olarak düşünülsün, dil ve insan bilimleri uzmanları tarafından ayrıntılı bir biçimde bilimsel bir gözle ele alınmalıdır. 

Çağrışımsal imgelem tabakası, aslında eleştirmenin önemle üzerinde düşüneceği bir anlamlandırma sürecidir. Oscar Wild’ın deyişiyle, “Eleştirinin asıl amacı eserin etkisini ortaya koymaktır.” Dilde her bir sözcük, ses, bilgi ve dize bir uyarandır, çağrışım çekirdeğidir ve çağrıştırma gizilgücü taşır, okurda imgelem yolunu açar. Şair, çağrıştırma gizilgücü taşıyan uyaranları nasıl kullanmıştır? Nesne, olay, olgu, simge, mit gibi uyarıcı etkenleri okurun artalan bilgisi ile nasıl özdeşleştirmek istemiştir? Eleştirmen, bu sorulara yanıt bulduğunda bir şiirin okurda yaratabileceği etkiyi de çözmeye başlamış demektir.

Sonuç olarak, çağrışımsal imgelem kuramı; sanatın okurla ilişkisinden doğan bir olayı görünür kılmak üzere ileri sürülmüş yeni bir sanat kuramıdır; çağdaş sanat anlayışının “Hareket Olgusu”na dayanır. Okurla yapıt arasındaki ilişkinin zihinsel sürecini açıklamaya çalışır. Eserin anlamının okurun bilgi ve yaşam izleri ile belleğine göre şekil alması, anlamlandırılması üzerine kurulu, uygulamalarla kanıtlanabilir bir görüngüdür. Bilimler arası eşgüdümle denenebilirliği, izlenebilirliği ve genellenebilirliği araştırılmalıdır. Bir sanat yapıtının yaratılmasında, çözümlenmesinde ve eleştirisinde önemli işlevinin olduğunu değerlendirmekteyim. Özet olarak bu kuram, yüksek lisans ve doktora tezlerine konu olabilecek kadar ayrıntı, uygulama, araştırma ve inceleme gerektirir.

Bunlara ek olarak, yanıtlanması gereken sorular şunlardır: Bir sanat eserini yaratırken, çözümlerken ve eleştirirken, bu kuram ne işimize yarar? Alımlayıcı için ne anlam taşır? Sanat anlayışımıza nasıl bir değişim getirir? Sanatçıya nasıl bir ufuk açar? Sanatsal ifadenin tanımlanmasında ne işimize yarar?

 

Gül Yıldız Ermiş
VEDA

 

Ne zaman bu şehre gelsem
Seni buluyorum yıkıntıların içinde
Ellerimle yüzünün kıvrımlarını kazıyorum
Haritanın sınırlarını siliyor düşler
 
Öyle çok tırmanıyorum tepeleri
Seninle uyanıyorum güne
Seninle ufalanıyor ekmek
Kum bulutları taşıyor gözlerimden
 
Her gece üstünü örtüyor mavi kelebekler

 

Ahmet Yılmaz Tuncer
ÇEMBER

 
Çemberin içinde kalan
Kimliksiz bedenim
Sorguların ötesinde sunulan
Ve anlatılan
Ne kadar çok inanan
Ve inanmayan
Girdiğim çıkmaz sokakların
İntikamı sanki yaşanan
Kan oturmuş gözlerime
Hayata doğru bakan
Dağlardan süzülen siyanürün
Katransı tadı dilimde
Kapanan perdelerin dalıp gitmelerin
Sorguya katılmasıyla sunulan
Yapılan yeni bir işkence
Anlatılan yokluğun
Anladığım sensizliğin
Çapraz sorguda yine
İçindeyim çemberin
Sorguların ötesinde sunulan
Oysa kimliksiz bedenim
Ne hükmü olur sorguların
Dağlardan süzülen siyanürün
Katransı tadı dilimde
Senin adın
Sensizliğinin
Ve ben
 

Nilüfer Uçar
SEVMELİSİN HAYATI

 
kimin bu yaşam provası/aşınmış hayaller
dün çektiğin her neyse bırak kalsın olsa da ölüm
adını yıllara yazdıran nar çiçeği bu cenk senin
gürül gürül akan su türkü dillendirir
‘üstü kalsın’ deme ertelenen sevinç
dilediğin kadar sevmelisin hayatı
 
insan içten birikir, dilden sökülür/üç günlük dünyada
yarım kalan küskünlük yaşam öyküsü/sonrası koca bir hiç
herkes dünyanın kahrını çeker ince sabırla
eninde sonunda alışır kavgası bitmeyen hayata
yine de seviyorum gün ışığıyla büyülü sevinci
 
beklemeyi umut sanan insan çileyi incelik sanır
beceremiyoruz işte; biri sevda der diğeri karasevda
uslanmaz haykırış/bu bir sınav her şey gelip geçer elbet
 
insan yarasını nasıl okur kurulmamış cümlede
masal yazmasın kimse/kim kanar yeminlere
bir güzellik iliştir dudağın kıyısına çiçeklensin mevsimler
 
sırası değil incinmenin/umut sakla ceplerinde
dayanamaz yürek, sevgi taşır elleriyle
bahara duran mevsim gülden, çimende haber ver
sevmelisin hayatın tükenmeyen inancını   

 

Fazilet Özkan Por
ATATÜRK’ÜN DUMLUPINAR SÖYLEVİ

 

 “Türk’ün onuru, özsaygısı, yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyi. Bu nedenle ya bağımsızlık ya ölüm!” Atatürk, Nutuk

30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutladık üç gün önce. Yurdumuzu işgal eden yayılmacı İtilaf Devletleri ile yaptığımız Başkomutanlık Savaşı’nın utkuyla sonuçlandığı 103. Yıldönümünde coşkuyla, gururla kutladık.

Başkomutan Mustafa Kemal, komutanları ile inanç ve kararlılığın oluşturduğu, donanımsız, yoksul ordusuyla düşmanı gözlüyordu…

(*) Sarışın bir kurda benziyordu.

Bıraksalar

ince uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon Ovasına atlayacaktı. (…)

 

Askerimiz uykusuz, yorgun, aç, ayağında delik postal ya da çarık… Asker emir bekliyordu; saldırmak için… Emir verilir verilmez öyle bir saldırı gerçekleştirdiler ki!.. Afyon Ovası’na ölüm olup aktılar. Dokuz gün gibi kısa sürede düşmanı Afyon’dan İzmir’e sürüp denize döktüler. Ve tarihimize kanla, inançla bir destan yazdılar. Büyük bir zafer kazandılar.  30 Ağustos 1922

Eşsiz bir komutan, büyük askeri başarılarla tarihe adını yazdırmış Mustafa Kemal; çok kanın aktığı çatışmalar, acılar, üzüntüler yaşadığı savaştan, askerlik anılarından söz etmeyi sevmez. Kanlı savaşların yaşandığı Çanakkale’ye, Doğu Cephesi’ne ve Sakarya Savaşı alanlarına gitmez bir daha. “Ulusun yaşamı tehlikeye girmedikçe, savaş bir cinayettir.” der.

Yalnızca Başkomutanlık Savaşı’nın geçtiği Dumlupınar’da yapılan kutlamalara katılır. Ve çok duygulu, anlamlı, destansı bir konuşma yapar. Türk ulusuna, gelecek kuşaklara olduğu kadar ezilen uluslara da seslenir. Dünyanın baskıcı ülkelerine karşı bağımsızlık ve özgürlük savaşına çağırır. Bu konuşmayla vurgulanan yalnızca, duygular değil tarihe aktarılan kalıcı bir belgedir. Şevket Süreyya Aydemir’in tanımıyla:

“Savaş alanında yapılan bir barış söylevi, savaş edebiyatının bir şaheseridir.”

30 Ağustos 1924, Büyük Zafer’in ikinci yıldönümü. İki yıl önce Büyük Taarruz’un başladığı Dumlupınar’da “Zafer” kutlamaları... Aynı zamanda Meçhul Asker Anıtı’nın temel atma töreni yapılacak. Bu törende Atatürk; Büyük Taarruz ve Büyük Zafer’i, Devrimleri açıklayan çok önemli bir konuşma yapar. 

Konuşmasının başında Türk ulusunun bu büyük savaşta, kendisini başkomutanlığa uygun gördüğü için duyduğu mutluluğu dile getirir: Bu görevin mutlu anısını, ulusuma duyduğum minnetle, ömrüm oldukça övünerek saklayacağım.” (…)

“Efendiler; savaşlar, hele meydan savaşları, yalnızca iki ordunun karşı karşıya gelip çarpışması değildir; ulusların çarpışmasıdır. Savaşlar, ulusların bütün varlıklarıyla; teknik alandaki başarılarıyla, ahlaklarıyla, kültürleriyle, erdemleriyle, kısacası gözle görülür görünmez bütün güç ve varlıklarıyla, her türlü araç ve olanaklarıyla çarpıştığı bir sınav alanıdır. (…) Bu nedenle meydan savaşında yenilen taraf, tüm varlığıyla yenilmiş sayılır. (…) Bir ulusun ruhu ele geçirilmedikçe, bir ulusun yaşama isteği gevşeyip kırılmadıkça, o ulusa boyunduruk vurulamaz.” (…)

“Efendiler; Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve son parçası 30 Ağustos, çok parlak zaferlerle dolu Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. (…) Açıktır ki yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı; ölümsüz yaşamı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk kanları, bu semalarda uçuşan şehit ruhları, devletimizin, cumhuriyetimizin ölümsüz koruyucularıdır. Burada temelini attığımız bu anıt, Türk yurduna göz dikenlere Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, saldırısını, güç ve kararlılığındaki keskinliği anımsatacaktır.” (… )

“Efendiler; yüzyıllardan beri Türkiye’yi yönetenler çok şey düşünmüşler. Ancak bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye’yi.” (…)

“Bu muazzam zaferin çeşitli etkenleri üzerinde en önemlisi ve en yükseği Türk Milletinin kayıtsız ve şartsız egemenliğini eline almış olmasıdır.” (…)

“Efendiler, millî egemenlik öyle bir nurdur ki onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar yok olur. Ulusların esareti üzerine kurulmuş kurumlar her tarafta yıkılmaya mahkumdur. (…) Sarayların içinde Türk’ten başka unsurlara dayanarak, düşmanlarla iş birliği yaparak, Anadolu’nun Türklüğün aleyhinde yürüyen çürümüş gölge adamların Türk yurdundan kovulması, düşmanların denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir.”

“Efendiler, ulusumuzun amacı, ülkemizin ideali, bütün dünyada tam anlamıyla çağdaş bir toplum olmaktır. Bilirsiniz ki dünyada her topluluğun varlığı, değeri, özgürlük ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı çağdaş yapıtlarla orantılıdır. Çağdaş yapıtlar yapma yeteneğinden yoksun olan kavimler özgürlük ve bağımsızlıklarını yitirmeye mahkumdurlar. İnsanlık tarihi baştan başa bu dediğimi doğrulamaktadır. Uygarlık yolunda yürümek ve başarılı olmak yaşam koşuludur. (…) Efendiler çağdaşlık yolunda başarı yeniliğe bağlıdır. (…) Softalar, hurafeler kafalardan çıkmalıdır.”

“Efendiler, ulusumuz burada kutladığımız Büyük Zafer’den daha önemli bir zafer peşindedir. O zafer, ulusumuzun ekonomik alandaki başarılarıyla olasıdır. Bilirsiniz ki ekonomik olarak zayıf bir ulus fakirlik ve sefaletten kurtulamaz; kuvvetli bir uygarlığa, refaha ve mutluluğa kavuşamaz; toplumsal ve siyasi felaketlerden yakasını kurtaramaz. (…) Hiçbir çağdaş devlet yoktur ki ordu ve donanmasından önce ekonomisini düşünmüş olmasın. Yurdu ve bağımsızlığı korumak için gereken bütün kuvvetler ve araçlar ekonominin gelişmesiyle mükemmel olabilir.” (…)

“Gençler! Geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz, almakta olduğunuz eğitimle, bilgiyle, insanlıktaki üstün niteliklerin, yurt sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en değerli örneği olacaksınız.  

Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizindir.

Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.” 

31 Ağustos 1924 günlü Hakimiyet-i Millî Gazetesi konuşmanın tümünü yayımlar.

Atatürk’ün açtığı yolda, cumhuriyete ve devrimlere bağlı, özgür, bağımsız nice 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamak dileğiyle…   02/09/2025    

(*) Nâzım Hikmet, Kuvâyi Millîye Destanı 


Cemal Karsavran
CANDAN SEVGİLER BİHABER

 
duydum ayak seslerini meltemin
bir tatlı melodi dinler gibi
dinledim, bekledim ve yaklaştı
duyduğum ayak sesleri bir meleğin
 
geldi durdu karşımda alımlı ve işveli
gülen gözleriyle öyle bakıyordu ki
sıcacıktı uzattı tuttu ellerimden
haydi gel dedi samimi ve içten
 
önümde meleğin ayak sesleri
arkasında benim ayak seslerim
o dimdik ben mahcup yürüdük
soracaklar o soruyu biz kimdik
 
ben karanlıktan korkmuyordum
onu kaybetmekten korktuğum kadar
yürüyordum neredeyim? ve bu yol nasıl
ilerisi görünmüyor ne sağ var ne de sol
 
az bakar mısın dedim döndü
geri dönüş yok dedi gözleri ama
sustuk ne bir ses ne de bir nefes
candan sevgiler bihaber

 

Aleyna Mesela
HABERCİ

 
Bana şiirin gücünü geri getirecek bi yüzyıl lazım
Öyle bir şiir yazmalıyım ki hapse mi atsak divanehaneye mi kafaları karışmalı
Öyle bir yazmalıyım ki anlayanla anlamayan göz göze bakışmalı
Öyle bir şiir yazmalıyım ki mesela ne Necip gibi özümden
Ne de Nazım gibi yurdumdan geçeyim
Bana koskoca bi halkın göğüsündekini yıkayacak bi satır lazım.
 
Parçalayıp böldüler ekmeğimizi kötünün iyisi diye diye
Hani biz gururlu bir millettik eğilmezdik öyle düşse de burnumuz yere
En çok zorluğa mı gururla mı germiştin göğsünü nerede denge
 
Hayır, isyan değil ıslah etmekti amacım
Devrimlerden sıkılmış bir neslin çocuklarıydık biz
İstedim kanun gelsin bahçemize, yeşil gelsin istedim
Hayır, hep çiçekte değil hem ben bu toprakları dört mevsimiyle sevdim
 
Sanki eziyorlar görünmez taşla tüm iyilerin başını
Adalete kimler hükmeder oldu nerede bu milletin yargıçları
Çıkmayacak aklımdan minguzzinin annesinin gözyaşları
 
Aşkımız biterse davamız kalsın diye çıktığımız bu yolda
Ne aşkımız kaldı ne de tutunacak bi davamız
Çünkü bulmak uğruna çaba harcanacak tek dava henüz görülmemiş olandı
Bu terazisi bozuk dünyada “İnsanca” yaşamak için gözümüze örtülmüş
Kaldırılmış ve kaldırılacak olan o mukadder örtü
Ve gözlerim günahkâr Müslümanlar mümin kafirler gördü
Kimileri ruh der ona, kimi ışık, bilinç, Nous, Logos, Dioanoia
Kim itaat etmiş ona kat’a kayırmadan
Ve iyi bir aile olabilmenin zorluğu
Adalet mülkün temeliydi oysa
O mülk ki bir beden bir toprak
Bir bilsen neler gördüğümü gözlerimi kapatarak
Ve fakat ben pragmatist bir hayalperestim
Yolum umudum, Bozkurtum yanlışa evrildi
Mesela çürümüş bir tahtayı kemiren bi kurt gibi
Dönüştü, çıplak elle dahi kırılabilen bi demire benzedi
Oysa ne kadar hassastı terazi
Ne yiyebildin sevgilim ne de doyabildin
Sen meşruiyet, sen hakkaniyet sen vicdan ve sen sevgilim adalet davasına ihanet ettin
Ay yıldızım söyle saray mı unutturdu meselemizi hapis mi ?
Terazisini bozdular milletimin
Bana insan gibi yaşamayı hatırlatacak bi kanun lazım
 
Süleyman mı Ramses mi ismin nasıl anılsın
Bence sen en çok Abdülhamid’e yakınsın
Demiyorum kesilsin, asılsın, yakılsın
Ben de senin gibi istiyorum işte
Bu devlette ilk kez bi başkan yargılansın
Mesutta hiç yılmazdı hani şu döneminin eseri
Bu ülkede Adalet neden hep kurtçukların esiri
Yoksa bana da mı sirayet etti DNA’sı ana vatanın
Bilmiyorum bilge, zalim, alçak, yüce nasıl bir insansın
Ne ben Fuzuli ne sen bana ferman
Ne de gazel yazarım sanma ki padişahsın
Gerçek odur ki makam üstünde çürümüş bi ihtiyarsın
Hakkını helal et ben senin dengin miyim ki bana gönlün kırılsın
Bu millet hep vardı, dinlenen! neden niçin korkarsın
Tekrar kurarız cumhuriyetle isterse yüz kere yıkılsın
Lütfet ay yıldızım lütfet sen daha iyilerine layıksın
 
Biraz üzerinize geldim zira benim adım Aleyna
Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!
Bi habercin ben mi kaldım sana bunu hatırlatacak!
16.09.2025


Zehra Öztürk
DOĞAÇLAMA

 
Tek perdelik bir oyun
Provası, tekrarı
Suflörü, teksiri yok bunun.
Kader denilen yazar
Kalemi eline alır
Ezberleri bozar.
Niyet misali
Ürkek bir tavşan gibi
Çek bir kâğıt.
Ne çıkarsa bahtına
Buruştur at, korkma!
Perde kapanmadan
İçinden geldiği gibi oyna
Kadere inat doğaçlama.
 
Hep başrol alamazsın
Çoğunlukla figüran.
Fırtınalar kopsa da yüreğinde
Kahkahaların arkasına saklanırsın.
Herkes gülerken
Sen için için ağlarsın.
En iyi olmak istersin
Beceremezsin.
Eline yüzüne bulaştırsan da
Sahneyi terk edemezsin.
Alkışlanırsan ne âlâ
Yuhalanmakta var hayat denen yolculukta.
Takma!
Perde kapanmadan
İçinden geldiği gibi oyna,
Kadere inat doğaçlama.
 
Son rolün ölü rolü
İstemiyorum bir başkasına verin diye
Ağlasan da
Hayat zorla oynatır sana.
Tadını çıkar.
Yayıla bildiğin kadar yayıl sala.
Ne gam kalır ne tasa
Unutma!
Perde kapanmadan
İçinden geldiği gibi oyna
Kadere inat doğaçlama.
 

Bedriye Korkankorkmaz
BİR MENDİL KADAR DÜNYA

 
Bir mendil kadar dünyam vardı
pencerenin ardında.
Bir uçurumun ucunda yaşar gibi
gökyüzüne yalnızca okula giderken bakardım.
Annemin yokluğunda
babamın sessizliğinde büyüdüm.
O evde ben yoktum
yalnızca gölgem geziniyordu duvarlarda.
Bir odanın içine sığdırdım hayatı
bir avuç ışık
birkaç kitap
ve içimde kopan fırtınalar…
Toprak değildi artık yaşadığım yer
yas tutan bir evin
sessiz çığlığıydı duvarlar.
Fotoğraflarına sarıldım her gece
bir anne gözyaşında uyudum.
Sen yoktun ama
varlığınla sardın beni gizlice.
Her sözün bir vasiyet gibiydi
hem ağırlık
hem kanat…
Sen gittin.
O bahçede bir daha gül açmadı.
Ben gittim
ve o evde hiçbir ayna beni tanımadı.
Kendi ellerimle kazıdım yolumu
bir kadının bir çocuğun
bir yetimin yürüyüşüyle.
Artık kimsenin kızı değilim.
Kendi adımı kendim taşıyorum
Kırık da olsam
bütün yaralarımla ayaktayım.
Bir mendil kadar dünyam vardı
şimdi o mendilin ucuna
bir devrim yazdım.
Ve annem
bir gün gökyüzünden bakarsa eğer
bilsin ki:
O kız, o küçük kız
bir gün kendine annelik etti.
 

Yaşar Özmen
YAZAR-ŞAİR AŞKI

 Emek nedir bilir misiniz dostlar? Hem de gecenizi gündüzünüze katarak yazdığınız bir roman, bir öykü kitabı ya da bir şiir kitabı. Hiçbir karşılık beklemeden salt kendi duygularını ve dünya algını kalıcılığa dönüştürebilmek uğruna yaptığınız bunca çaba. Nasıl bir özveridir ki üzerinde harcadığınız emeği hiçe sayıp iyi ki yaptım diyebiliyorsunuz. Yazar-şair aşkı demek gerek buna?  Bunların yanında küçük bir alkış beklentisi de olmasın mı? Olsun elbet. Bu emeğin bir karşılığı olmasın mı, olsun hem de fazlasıyla. Olsun olmasına da nasıl yapacağız işte burası zor bir bilmece…  Emeğin, değerinin ne olduğunu yaşadığımız, ilişki içinde olduğumuz ortamdan biliyoruz; en azında tanık olmuşuzdur. Emeğe saygısızlığı, üstüne üstlük emeğin değersizliğini gözümüzün içine soka soka normalleştirmeye ve bizi alıştırmaya çalışan bir anlayışla geldik bu günlere; bu ayrı bir konu. Emeğin saygınlığını emeğe karşı saygısızlığı bu satırlarda yazarı ve yayıncıyı  incitmeden nasıl anlatırım inanın bilmiyorum. Çünkü yazarlıktan yayıncılığa uzanan zincir öyle kurgulanmış ki yazar da haklı yayıncı da haklı gibi görünüyor. Öyle olsa bile emeğinin karşılığını alamayan taraf, genellikle yazar-şair oluyor nedense.

Yayıncılık, yatırım gözüyle bakılan bir iş anlayışına henüz kavuşmamıştır ülkemizde. Büyük oynayanlar da popülarite olmadan yatırıma yanaşmıyorlar. İşin doğrusu edebiyatın niteliği aranmıyor;  yazar isminin dolaşım değeri öne çıkıyor. Haklılar mı, ticari açıdan bakarsak son derece haklılar. Dünya piyasalarında dönen sistemden anlayabiliyoruz ki ticaret ya da bir iş yapacaksanız önce yatırım yapmanız yani altyapı için karşılıksız para harcamanız gerekiyor. Dünya piyasalarında start-up projelerine bile karşılıksız milyon dolarlar hibe eden (gelecekte ya tutarsa umuduyla) yatırımcıları gördükçe biz henüz bu noktalara gelecek ticaret kafasına erişmediğimiz, yazar şair mantığına bürünmediğimiz açıkça görülebiliyor. Yayıncılık ve edebiyat, salt ticaret savaşı olarak düşünülemez elbet. Kendi değerlerine ilişkin gelenek ve olmazsa olmazları vardır. En başta edebiyat sanatına gönül verenler genellikle duyarlı kişilerdir. Etik olmak zorundadırlar; olmazsa vicdanını susturamazlar. Bilirler ki etik olmanın da en temel ilkesi, emeğin hakkını ve hukukunu gözetmektir. En zayıf olduğu halka ise bir an önce görünür olma isteğinin baskın olmasıdır. Her yazar-şair düşünür ki kendi yazdıkları, yazılanların en iyisidir, bir an önce okura ulaştırılmalı ki okurun dünyasına bir şeyler katsın ya da değiştirsin. Ne kadar masum ve iyimser bir yaklaşım değil mi? Oysa edebiyat serengetisinde durum öyle çalışmıyor. Yayımcı, emeğe ne kadar az öderim ya da yazar-şairin zayıf halkasından nasıl yararlanırım derdindedir. Bunun karşısında yazar-şair de bir an önce kitabına kavuşmak için pek çok ayrıntıyı hiçe sayıp özveride bulunuyor.

Amacım edebiyat sanatına emek vermiş duyarlı yazar-şairleri incitmek değildir elbet. Biraz da emeğe saygısızlığın asıl sorumlusu, yazar-şairin kendisi gibi geliyor bana. Açıkça konuşalım bunu: Öncelikle yazar-şair ilk kitaplarında acemiliklerinin kurbanı oluyorlar. Rüştünü kanıtlamamış, amatör yayıncıların ellerine düşüyorlar. Bunlar, yayıncılıktan ziyade işin müteahhitliğini yapanlardır genellikle… Müteahhidin amacı, taşın altına elini sokmadan dolaylı işler yaparak para kazanmaktır. Yazar-şair de bir an önce kitabım çıksın da masrafı ne olursa olsun yaklaşımını taşıyan duyarlı ve heyecanlı kişilerdir. Öyle olunca kapak tencere örneği uygun ve karşılıklı sözleşme ortamı doğuyor. Yazar acemi, yayıncı taşeron olunca ortada olmaması gereken haksız rakamlar dönüyor. Ayrıca acemi yazar-şair; telif hakkının değerini, telif hakkı süresinin sıkıntılarını, telif hakkından dolayı kendisine çıkacak yaptırımların içeriğinden habersizdir. Ülkemizde telif hakkı konusunda hakkaniyeti gözetecek yasa var olsa bile uygulaması oldukça zor görünüyor. Kısacası yayıncının, telif hakkından dolayı yazarın başına neler getirebileceğini hesaba bile katmıyor.

Ülkemizde ticaret dahil her tür etkinlik artık yarar ve çıkar üzerine kurulmuştur. Zayıf tarafın varsa yayıncı seni kullanacak, güçlü tarafın varsa sen yayıncıdan istediğini almaya çalışacaksın. Ne yaparsanız yapın ortam gereği bu hiçbir zaman yazar-şair tarafına ağır basan bir durum olmayacaktır. Emek görünmez ve değer biçilemez bir şey olmasına karşın emeğin bir öneminin olmadığına alıştırılmışız ve ‘Adam sende’ deyip geçiyoruz. Yani harcadığımız emeğin değerini, yazar-şair olarak kendimize layık görmüyoruz; çünkü gerçek yaşamda akıtılan terin bile bir anlamının olmadığı bir anlayışla büyümüşüz ve alıştırılmışız boyun eğmeye…

Kendimden örnek vermek istiyorum. Dört tane kitabım yayıma hazırdır. Aslında basılı kitap değil, e-kitap taraftarıyımdır. Buna karşı basılı bir yayın olsun düşüncesiyle kitaplarımı bastırmak istedim. Yayıma hazır kitaplarımın, ikisi deneme (biri ödüllü), ikisi şiir kitabıdır. Örneğin Dilhan belgesel nehir şiir kitabını, altı yıl gibi bir sürede yazdım. Yani altı yıl boyunca bu şiirin üzerinde emek harcadım. Sosyal medya hesaplarımda, kitaplarımı yayımlatacağımı, ilgilenen yayıncıların benimle iletişime geçmesini istedim. Yayıncıların, “Kitaplarını biz yayımlayalım” diye iletişime geçmeyeceklerini biliyordum zaten. Yani deneyip görmek için böyle bir paylaşımı yaptım.  Ses çıkmayınca ben girişimde bulunup üç-beş yayınevimden teklif aldım. Sonuç mu, beklediğimden farklı değildi. Yani kitapların basım masrafını karşıladığım gibi yayınevinin diğer harcamalarını da ben karşılıyorum. Telif hakkını teslim ettiğim gibi karşılığında kendi kitaplarımı bile ücreti karşılığı satın alabiliyorum… Emek artı tüm masraflar, yazar-şairin sırtında; satılan kitabın geliri yayıncının kasasında… İkinci baskıdan itibaren belli bir yüzde kâr payı vermeyi taahhüt eden yayınevleri de oldu tabii. Konunun parasal yönü beni hiç ilgilendirmiyor; asıl beni yaralayan konunun bu kadar emeğin bir karşılığının olmayışıdır. Edebiyat alanındaki çabamı insanımıza duyurabilmek için üstüne maddi bir yük almak zorunda kalışımdır. Kısacası ekonomik olmasa bile duygusal olarak açık açık kandırılan bir yayın serüvenidir yazar-şair olarak yaşadıklarımız. Bu yüzden, ben e-kitap olarak yayımlamanın daha sağlıklı ve daha çok okura ulaşacağına inanıyorum. Varsın imza ve fotoğraf verme ritüelleri eksik kalsın; yazdıklarım bir şeyler söylüyorsa onlar yaşasın….

Diğer bir sorun ise kitapların niteliği ve satışı. Yayınevinin işi olmasına karşın çoğu zaman yazar-şair de imza gerekçesiyle bu işin içine giriyor. Çoğu yayınevi yazar-şairini kitap fuarlarına imza için çağırıyor ve hiçbir masrafa dahil olmuyor. Yazar-şair de gövde gösterisi olsun biçiminde kendisine ayrılan saatte kitap stantlarında nöbet tutuyor. Kitap okuma oranımızın düşük olması, kitap içeriğinin niteliği, kitap okur ilişkisinin ortadan kayboluyor oluşu; ayrı tartışma konularıdır. İstatistiksel olarak bilmiyorum ama çok sayıda kitap basılıyor ve bunların çoğu okurla buluşamıyor.  Rastgele bir standa vardığımızda okunabilir niteliğe sahip kitap sayısı parmakla gösterecek kadar az sayıdadır. Altı yıldır üç aylık-süreli bir e-dergi yayımlıyorum. Dergiye gelen metin ve şiirlerden biliyorum ki daha almamız gereken o kadar çok yol var ki nasıl çözülür inan karamsarlığımı gizleyemiyorum. Bir yazar-şair, klavye ve bilgisayar yazı programlarını bilmiyorsa, Türkçenin eklerini, noktalama işaretlerini ve özellikle sözcükleri doğru kullanamıyorsa ne yapılabilir? Örneğin lisans mezunu genç bir yazarın gönderdiği metinde kullandığı dil, Osmanlı Türkçesinden hallice. Bu, sadece yazar-şairin sorunu değil sanırım; ülkenin eğitim sorunudur.

Sorgularken bir yanı öldürüp diğerini öne çıkarmak değildir amacım. Her iki durumda da yani hem yayıncının hem yazar-şairin kendine özgü piyasa  koşulları gereği sorunları vardır. Emeğin hak ettiği saygıyı görmesi ve maddi karşılığını alması nitelikle ilgili olduğunu söylememiz gerekiyor. Bu sezgisel tartıyı gerektirir, ancak işin içine ekonomik veriler girdiğinde sezgisel tartıyı kimsenin gözü görmüyor. Yayıncı elini taşın altına sokmuyor yazarın duygusallığını kullanarak tüm maliyeti yazarın omuzlarına yüklemeye çalışıyor. Sonuç olarak, yazar-şair tarafını mağdur eden bir piyasa yaşanıyor, yaşanmayı da sürdürecek görünüyor. Yayıncının derdi kâr edebilmektir; haklı mı, tabii ki haklıdır.   

 

Salih Sarısoy
TIRMANACAKSIN

 
Gözün hep ilerde olacak
Hedefe bakacaksın
Ve tırmanacaksın.
Ayağına batsa da taş
Ah! Demeyeceksin
Hep hep ileriye bakacaksın.
Engel gibi gözükse
Karlı tepeler
Derin yarlar
Ya da kor gibi yakan güneş
Başını öne eğmeyeceksin.
Hep uçmayı özleyecek
Gözlerini mavi göğe çevireceksin.
Cefa, sıkıntı, yorgunluk
Olacak sana eş.
Ama yılmadım diyecek,
Ha, bir gayret yürüyeceksin.
 
Yağmurla dost olacaksın
Rüzgarla kardeş
Gece, toprağı kucak sanacak
Yıldızlara sarınacaksın.
Bileceksin ki
Başın hiç eğilmeyecek.
İşte o zaman
Varamasan dahi hedefe
Zirveye konan sen olacaksın.

 

Jale Yıkılmaz Kevran
ÖZGÜRLÜK

 
Mavi ile yeşilin aşkıydı özgürlük
Uçsuz bucaksız mavi gökyüzünde
Yeşile bürünmüş ormanlarda
Denizin kokusundaydı özgürlük.
Uçan kuşun kanadında
Süzülen bir uçurtmada
Kırmızı bir balonda
Belki...
Belki,
Pembe bir pamuk şekerdeydi özgürlük
Gülen bir çocuğun gözlerinde
Minnoş bir kedinin hırıltısında
Koşan bir atın yelesindeydi özgürlük.
Güzel bir kadının kahkahası
Sevdalı bir erkeğin yüreğiydi
Belki de özgürlük.
Kitaptı, şiirdi, şarkıydı, resimdi
İyilikti belki de sıcak bir gülümseme
Tatlı bir bakış seven bir kalpti.
Kadının destansı aşkı
Adamın derin bakışıydı
Sevdaydı.
Ruhumdu özgürlük aklımdı
Hayallerimdi, gençliğimdi.
 

Güner Süllü
SEVDADA KALDI ŞİİRLER


Sevdalı şiirler yaz deme bana
Ben sevdayı dünde bıraktım
Sevdadan yana kaç kez şiir yazdım sana
Sen hiç okumadan onları  yerlere attın.
 
Sevdanda kaldı sana yazdığım şiirlerim
Öksüz bıraktın onları beyaz sayfalarda
Şimdi kalkmış bana şiir yaz diyorsun
Kalem yazmıyor yoksun artık mısralarda.
 
Sevdalarda kaldı sana yazdığım şiirlerim
Hani senin sevdan onları nasıl kaybettin
Sanma ki bu gönül sevdadan yorgun düştü
Sen beni anılarda bırakıp gittin.
 
Sevdalı şiirler yaz deme bana
Bundan sonra sevdalı şiirler yazmam sana
Bu aşk yüreğimi yakıp gitti
Acısını içinden atamadım hâlâ.
 
Sevdalarda kaldı sana yazdığım şiirlerim
Aklıma gelmezdi hiç sensiz geçen günlerim
Yazık oldu kaybolan yıllarıma
Demek beni çoktan unutup gittin.
 
Hani hiç unutmam diyordun aşkımızı
Unutmuşun sevdalı tüm şarkılarımızı
Şimdi nasıl bakacaksın gözlerimin içine
Sakın utanıp başını yana çevirme.
 
Sevdalı şiirler yaz deme bana
İnanmazdım hiç benden ayrı kalacağına
Şimdi kalemimi kırdım dargınım sana
Bir daha şiir yazamam küskünüm sayfalara.
                                        26.09.2023

 

Kusey Tangüler
U/YANAN ŞEYLERİN AĞZI KÜL

 
Ölgün bir metalden
farkı yok akşamların
fısıltıyla paslanıyor yorgunluğunda.
 
Gün kendine sönüyor
ki göz görmekten ücra
ağlamaya ayarlı olduğunu hatırlıyor
gülerken bir ölünün ardından.
 
Ayıklanmış her rüyanın
farkı var oysa sayıklamalardan
u/yanan şeylerin ağzı kül
su kendine susuyor kendinden.
 
Çıkıp da kimse demiyor
kişi de akıyor duygusuna
gecesinde hep uykusunun.
 
Ölü bir cümlenin
İç uçurumu yoklar geçmişi
yanlışıyla kirlenirken dilde.
 
Taşları konuşan her mezarlıkta
özeti var yaşanmışlığın.
hayat sokağındaki son kavşakta
bizi de ayakta karşılar sıra selviler.

 

Eray Korkmazer
İNSAN

orhan veli’ye

 
dindirmek için acılarımı koştum sarıldım kaleme
sımsıcaktı yüreği eritti yüreğimi beynimi ellerimi
damladı kâğıtlara kan kırmızı imgeler bir bir
taştı caddelere sokaklara yollara sel oldu
yıktı evleri yolları köprüleri deprem oldu
ateş de bir şey mi koskoca güneş düştü sanki yuvalara
yaş yerine gözlerden kan aktı
daha önce gözyaşı gördüm demeyin çığlık feryat haykırış da
enkaz altından bebeğinin cansız bedenini çıkaran bir anayı görünce
yetersiz kalıyor acının tanımı
ki tekrar yapılmalı yeni basılacak sözlüklerde
tabii bunu yapabilecek dilbilimci bulunabilirse
 
dindirmek için acılarımı koştum sarıldım yine kaleme
acı çeken insanları yazdı depremleri selleri savaşları
okudum yüksek sesle bağırdım çağırdım ağladım
tam da biraz olsun rahatladım derken sevdayı yazdı
sevda emek sevda ateş sevda kan sevda yürek
zaman her acının en etkili ilacı ancak sevdanın değil
tabipler bilmedikleri için o dili yazamıyorlar reçetelere
bilenler halk ozanlarıydı onlar da kalmadılar bu devirde
 
dindirmek için acılarımı koştum sarıldım her zamanki gibi kaleme
depremler seller savaşlar… yani acı çeken insanlar
ve sevda sevdalar
yani gözyaşı yani acı yani çığlık yani feryat yani ateş yani kan
dinmedi acılarım sevdayı yazdığı sürece kalem
benim sevdam yalnızca insan

 

Erçağ Akarca
SUSKUNLUĞUN DİYAGRAMI

 
İnsanların yalnızlığa gittiği vakitlerde duraksadım
Bir kalabalık, kalabalıkların ortasında kalakaldım
Vuruyordu denizlerin humması fani karalara
Karalar nefes alıyorlardı en mahzun kıyılarda
Nefes alıyorlardı elvan renkleriyle  hüzünde
Çocuklar titriyorlar gözlerinin içinde çaresizce
Çocuklar oynuyorlar hummalarda denizlerden habersiz
Sessizliği içine çeken karidesler kesiyorlar gözlerimi gözlerce
Gözlerce gözler görülebilir mi karidesleri içine çeken sessizlikte?
Hoyrat gürültüler sona eriyor sokaklarda, gezinirken kendi içimde
Hırpani kıyafetlerle beliriyor zaman, ardımdan kolluyor yaşamı,
Yaşamı kolluyor ıssız çöller, izliyorum gölgelerin araladığı zamanı
Yaşamı yaralıyor engin düşler, yaşamın engin düşleri yaralıyor beni
Yaşamın yaşamı görülür bazen suskunluktan
Suskunluğun diyagramında acılar gizlidir...

 

Ogulbossan Rejepova (Türkmenistan)
SÖZ KONUSU AŞK

 
Onu seviyorum dedim
O senin için imkansız dediler.
Aşkta imkansızlık olmaz dedim
O sana yasaktır dediler.
Yasaklar aşka engel midir dedim
Sen onu unut dediler.
Kalbime gömüp unutmak istedim
Unutman için gömmek yetmez, söküp at dediler.
Söküp atamam dedim
Neden dediler
Çünkü söküp atmam için önce ölmem gerek dedim.
 

Yaşar Özmen
MASAL DAĞI

17. Yunus Emre Şiir Yarışması Üçüncülük Ödülü (2025)

 

Biraz mavi koysaydın ya avuçlarıma gözlerin gibi
Neresinden tutup aklımı asayım saçlarına
Benim suçum niye bu kadar büyük, insanı sevdimse
Yaşamak nasıl güzel olur, bunca ölüme karşın
Yoldaş olsun diye mi doğurdun beni, acılardan anne.
 
Dünyanın bütün gecelerini toplasam
Gündüzlere yer açabilir miyiz hiç gölgesiz
Pişirmiş zaman gözlerimi, kirpiklerim dağınık
Bakışlarım kavruk bak
Gökyüzünü üstüme örtsem sığmıyorum
Niye gökyüzünü bu kadar dar diktin anne.
 
Gözlerimden çiğdem gibi saçılan şu acılar
Nerede boynunu büküp bir aşka tanık olacaklar
Öyle derdin ya, yaşanacak aşkları acılar doğurur
Asır hırsızlığına soyunmuş şu haydutlar
Düşlerime göz dikmişler durduk yerde anne.
 
Artık son gece olsun bu, toplayıp kaldıralım masal dağına
Ellerin gibi sıcak, bakışın gibi kendinden menevişli
Rastlantıya bırakılmaz derdin güzel günler, yinelerdin
Alnından öpelim sabahların, bir kez daha, bir kez daha öpelim
Elden ele verelim bütün ışıkları, birlikte yürüyelim anne.
 
Varınca hani oraya, gülüşünü neresinden bölsem de
Alsan kalanlarımı yumuşacık kucağına
Üşüyorum, uymuyor en küçük parçam, sığmıyor işte
Düşüyorum tut elimden, düşüyorum işte
Ben toprak oldumsa olacağım kadar
Sözleştiğimiz gibi masal dağında
Son kez emzirip yeniden rahmine koy beni anne.
                                                            Şubat 2020