31 Aralık 2023 Pazar

Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ocak 2024, Sayı:19

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Sayı 19, Yaşar Özmen

 

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ocak 2024, sayı 19 Yaşar Özmen


YAYIMCIDAN

 Mutlu yıllar saygı değer okurumuz. İki bin yirmi dördün, hepimiz için mutluluk, sağlık  ve başarılarla dolu bir yıl olması dileğiyle…

Şiir Sarnıcı (e-dergi) 19. Sayısında yayımlanmak üzere çok fazla metin ve şiir aldım. Her ne kadar derginin sayfa sınırı olmasa da nitelik bakımından gözettiğim bazı ölçütler var. Bu ölçütler, çıkış bildirisinde yer aldığı gibi zaman zaman da giriş yazılarında belirtiliyor. Hak vermelisiniz ki her gelen metin dergide yer alırsa, şiir olan şiirle şiir olmayan metni, aynı kefeye koymuşum gibi bir durum ortaya çıkar. Şiir Sarnıcı (e-dergi), bu sayıdan sonra biraz daha ince eleyip sık dokuyarak yayım yaşamını sürdürecektir. Türkçenin kullanımı ve yazım kuralları konusunda dikkatli olunması, olgunlaşmamış metinlerin ya da şiirlerin gönderilmemesini yazar ve şairlerimizden özellikle rica ediyorum.  Yayımcı olarak, eğitimim ve diğer konular nedeniyle dergiye daha az zaman ayırmak durumundayım; yayın kurulumuz da kendi alanlarında oldukça yoğun. Bu yüzden dergide, görsel konuları ötelerken içeriği biraz daha nitelikli duruma dönüştürmek, zaman gerektiren işlemleri azaltmak zorundayım.

Türk Edebiyatı, elleri ayakları gelişigüzel gelişmiş kocaman bir dünyadır, dersem haksızlık etmiş olur muyum; Namık Kemal’e, Nâzım Hikmet Ran’a, Tevfik Fikret’e, Fuat Köprülü’ye, Ziya Gökalp’e, Cemal Süreya’ya… daha adını sayamadığım nice edebiyat kahramanlarına? Edebiyat biliminin bir ayağı da eleştiri değil mi? Altını doldurmak koşuluyla eleştiri hakkımı kullansam çok testi kırmış olur muyum? Yaşayan edebiyat, edebiyat bilimiyle uğraşanların ilerisinde hareket ediyor dersem bunun kanıtlayabilir miyim? ‘Elleri ayakları gelişigüzel gelişmiş edebiyat’ tanımlamasında haksız sayılır mıyım? Halihazır altyapıma dayanarak şöyle bakıyorum edebiyatın görünümüne,  özellikle edebiyat biliminin kuram ve eleştiri ayağına ilişkin deli sorular kafamda bir bir yankılanıyor.

Bu sorulara yanıt bulmak için Türk Dili ve Edebiyatı Lisans bölümünde öğrenime başladım. Sorularıma yanıt bulabilir miyim bilmem ama aradığım yanıtların, büyük bir bölümüne akademik eğitimden ulaşamayacağım daha şimdiden belli oldu gibi. Örneğin Yeni Türk Edebiyatı ders kitabının bir ünitesini şiire ayırmışlar. Ne var ki şiirin temel kavramı olan imgeyi kullanmaktan kaçınıp imaj diye söz etmiş hocalarımız. İmge teriminin bilimsel açılımını burada görmek isterdim; ne yazık ki kavram ismi olarak bile daha çok gerilerde ve açılımı hiç tatmin edici değil. İmgelem terimi zaten hiç geçmiyor. Alışılmadık bağdaştırma, sapma gibi şiir tekniklerine hiç girilmemiş. Öğrencinin güncel Türk Edebiyatının hiçbir yerinde karşılaşmayacağı metonomi tanımlanıyor şiirin yapısına alt başlık olarak… Ayrıca şiirin yapısında anlamsızlaşma diye bir durum da varmış. Eksiltili anlatım diye bir tanımlama biliyorum ama anlamsızlaştırma diye bir şiirsel yaklaşım duymamıştım. Özellikle kuramla ilgili söylemler ve şiir konusunda öğrencinin sorumlu tutulduğu konular, lisans düzeyinde olması nedeniyle bana çok tuhaf geldi. Kısacası güncel edebiyatın gerisinden gelen bir lisans programı içinde olduğumu daha şimdiden görebiliyorum. Umarım zaman, beni önyargılı olmakla suçlamaz…

Edebiyat biliminin ikinci ayağı olan Edebiyat Eleştirisinin; yaşayan edebiyatın içindeki yerinin sağlam, güvenilir ve bilimsel olduğunu söyleyebilir miyiz? Sanırım bu soruya yanıtımız, ‘hayır’dır. Yaşayan edebiyatın içinde eleştiriye ve ödül sistemine karşı yoğun bir tepkinin olduğunu biliyorum. Dergi giriş yazısında bu konulara şimdilik girmeyeceğim; özellikle konuyla ilgili dersleri aldıktan sonra ayrıntılı bir araştırma yapmayı düşünüyorum. Bana göre edebiyat eleştirisi, son derece önemli, işlevsel ve etkili bir sistem olmalıdır. Bilimin bir alt dalı olma özelliklerine yakışır bir yaklaşım gerektirmektedir. Bir şeyin varlığı ve güvenirliğine ikna olmuşsak o alanda gelişmenin olmayacağını baştan kabul etmişiz demektir. Edebiyatımızda bu tarz bir yaklaşımın varlığını göz önünden uzak tutmamak gerek… Verilen bilgiyi sorgulamadan kabullenmek gibi bir alışkanlığımız var sanırım. Akademik eğitim bile olsa sanat gibi özellikle edebiyat gibi bir alanda, çok çelişkili durumların varlığını, eğitimcilerin öngörüsünün yetersiz ve sığ olabileceğini dikkate almalıyız.

Edebiyat biliminin üçüncü ve asıl ayağı olan kuram konusu… Kuram, üzerinde özellikle tartışılması gereken bilimsel terimdir ve son derece önemli bir konudur. Fen bilimleri lisans eğitimi almış birisi olarak, edebiyat kuramı diye öne sürülen çoğu konunun, ne yazık ki yöntemden veya yaklaşım biçiminden öte bir şey olmadığını düşünüyorum. Bu konuyla ilgili ‘Kuram Nedir’ başlıklı bir deneme kaleme aldım ve deneme, Ç.Türk Dili Dergisi Kasım 2023, Sayı 429’da yayımlandı. Aynı deneme,  Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın bu sayısında da yer alacak; okuyabilirsiniz.  Edebiyat sanatına aynı zamanda edebiyat bilimi diyorsak ki öyle olması gerekir, kuram konusu bilimsel ve ayrıntılı ele alınmalıdır. Bu kavramın anlamsal alanı, hiyerarşik yapısı ve kavramlar arası ilişkisi doğru tanımlanmalıdır. Çünkü kuram, ister fen bilimlerinde olsun ister sosyal bilimlerde olsun her ağzımızda sözcük boşluğu doğduğunda sıradan kullanabileceğimiz bir kavram değildir. Kuramlar, bir bilim dalının doğal var olan ve mutlakiyet taşıyan ana yollarıdır. Varsayım olarak ortaya konur, varlığı saptanır ve kanıtlanırsa yasa niteliği taşır; çoğu yerde söylendiği gibi yapılamaz, doğurulamaz, kurgulanamaz. Akademik eğitimim biraz daha pekiştikten sonra kuramla ilgili makale düzeyinde bir araştırma kaleme alacağım. Bu, bir bilim dalının gelişimi için son derece önemli bir konudur ve kuşkuya yer bırakmayacak şekilde anlamsal alanı ve kapsamının tanımlanması gerekir. Ders kitaplarında yerli yersiz kullanılan bir kavram olmaktan çıkarmak gerekir; yerli yersiz kullanılan yerlere tanık olduğum için özellikle belirtiyorum. Akımdır, ekoldür,  tarzdır, unvan sahibidir gibi bir mantığa yaslanarak bilimsel verileri bir yana bırakıp birilerinin söylediğine kuram diye yaslanmak, bunlara doğruymuş süsü vermek için bir takım söz oyunlarına girmek bilimin kaldırabileceği bir durum değildir.

Açıkça söylemek gerekirse, Türk Dili ve Edebiyatı lisans eğitimine kafamda çözümüne ulaşamadığım sorularıma yanıt bulmak umuduyla başlamıştım. Ne kadar ve nasıl kullanılabilir bilgiyle karşılaşırım şimdilik kestiremiyorum ama güncel edebiyat ile akademik eğitimin bazı noktalarının sağlıklı kesişmediğini, örtüşmediğini ayrıntıya girmeden şimdiden söyleyebilirim.

Yeni yılın ilk günlerinde bu kadar ağır ve derin konulara girmek doğru mudur, bilmem? Bu tür konular, Şiir Sarnıcı’nda tartışılsın, yanlış da olsa görülen görülemeyen noktalar ortaya konsun istiyorum. Bilindiği gibi sanatta “doğru” diye bir kavramın geçerliliği yoktur. Bir anlamda sanatla doğruluk değeri yüzde yüze yakın bilimleri aynı potada kullanabilecek, ilişikliğini çözümleyip geleceğe daha yaratıcı bakabilecek anlayışın güçlenmesinden yanadır isteğim. Ne var ki edebiyat sanatının çeşitliliği, özgünlüğü, gelişmişliği, yaratıcılığı ve insanı kavrayıcılığı; toplumsal bilinçle koşuttur; bütün sanatlarda olduğu gibi.

Günceli zaman zaman izlemeye çalışıyorum. Aklımla dalga geçilmesini geçtim; aklı zapturapt altına alma temelleri, göz göre göre törenle her bir yana atılıyor. Bunların ayırdında olmak için akıl ve mantığa başvurmak gerek. Önemli olan da burası ya… Akıl ve mantığa başvurulsa da, sağlıklı, çağdaş bir donanıma sahip değilseniz iyiyle kötü arasındaki ayrım görülemez.

Zaman sıkışıklığı nedeniyle bu sayıda; dil, yazım ve noktalama yanlışlarını gözden kaçırmışsam affola… Mutlu ve esenlikli günlerde okunmak dileğiyle.   

 

F. Kadri  Gül
ÖZLEMLERCE

---
Öreyim diyorum
akşamın siyah saçlarını
tel tel dökülsün diplerindeki hüzün
İpin ucu kaçsa da, özlemlerce
bir sevi yalımı yakalanır belki
karışır denizin sesine gönül sızısı. 


Suat Gürbüz
(K)ÖRDÜĞÜM DUVARLAR


doğru ya bu işin ustası bendim
taş üstüne taş koymakta iyiydim
kuşattım düşümdeki şehrin her çıkışını
dilime doladım tabuların şarkısını
ve her günün sonunda
öve öve göğe çıkardım ördüğüm duvarları
 
dallar sallanırken ağaçlar yürüyecek sandım
bu sebepten ötürü içimdeki ormanı yaktım
tutukladım başkaldıran yaprakların savruluşlarını
bir çuvala doldurdum örgütlenen hışırtıları
ve her günün sonunda
kafamdaki zindana gardiyan yaptım kördüğüm olmuş duvarları
 
yarattığım problemleri çözmek için uğraşmadım
tek kişilik ordunun yıkılmaz sultanıyım sandım
kurduğum devlette öğrendim haddimi aşmamayı
isyan eden düşüncelerimi arkasından vurmayı
ve her günün sonunda
özgürlüğün balyozundan kaçırdım (k)ördüğüm duvarları 


Nurbanu Kablan
RHONE-ALP VE BİR KALP


Ağaçlar akar Rhone Süzgün durur
uzanır vagon penceresinden köprüleri çocukluğun
gittiğin yönün tersine düşer sürgün masallar
fısıldar kulağına bir zamanlar, ah bir zamanlar
dere tepe dümdüz gitmiştin düşlerinde.
 
Kitap sayfasındaydı Alpler,  başında beyaz şapka
selam dururdu Heidi’nin çıplak ayaklarına
ta uzaktan duyduk çanlarını keçilerin
şenlendi ruhumuz tenha kasabamızda
Heidi’nin nikbin halleriyle iyileşti kalbimiz
ne bilirdik yoksa biz Alpler’i
olmasa öksüz köle kızın hikayesi…
 
Maienfeld kulübesinin çatı penceresinden
görünen dağlar karşımda şimdi
kıvrılıp gidiyor arasından mavi tren
içinde ben, kim derdi ki bir gün  
geçecegim Heidi’nin memleketinden
Kızıldağ ile Beyazdağ* arasına
kurulmuş mor salıncakta sallanacağım
rayların titreşiminden yayılan ses dalgalarından
sarhoş olup şiirler yazacağım.
 
Nasıl da sana benzer Rhon’un durgun yüzü
duvağını açarsın derinliklere dalarsın
baş aşağı düşer ağaçlar, zaman baş aşağı
gözyaşını silersin kıyının, yosun tutar anılar
alır başını gidersin o vakit başka nehirlere
başka masalların dağlarındaki çiçeklere…

*Montblanc, 25-30 Nisan 2023  (Rhone-Alp Bölgesi, Bellegarde)


Hülya Lebibe Başağaç
ATATÜRK VE ŞİİR


Falih Rıfkı Atay, Çankaya romanının önsözünde Atatürk’ün iç dünyasını şöyle tanımlıyor:

“Herkes gibi Atatürk’ün insanlığı; iştahlardan, hırslardan, heyecanlardan, gurur ve öfkelerden, zaaf ve kuvvetlerden, iç varlığın düzlerinden, iniş ve çıkışlarından yoğrulmuştur. Eseri; bu insanlığın derinliklerinden gelme, kaynaklarından doğmadır. Atatürk’ü ayıklayarak değil, bir tabiat parçası gibi, toplu ve tam ele almalıdır.”

Küçük yaşta babasını ve kız kardeşini yitirmesi, ailesinden ve sevdiklerinden ayrı geçen çetin savaş yılları, savaş meydanlarında kaybettiği arkadaşları ve yurttaşları onun duygu dünyasında fırtınalar yaratmaz mı?

Mustafa Kemal’in şiir dünyasının kapısını aralaması, kendisinden üç yaş büyük olan arkadaşı Ömer Naci’yle tanışmasından sonra başlar.

Manastır Askeri İdadisi’ndeki gelişmeleri Mustafa Kemal şöyle anlatır:

“Merhum Ömer Naci, Bursa İdadisi’nden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman anladım. Şiir bana cazip göründü. Fakat hitabet hocası diye yeni gelen bir zat, şiirle iştigalden men etti. “Bu tarz-ı iştigal seni askerlikten uzaklaştırır.” dedi. Mahaza güzel yazmak hevesi bende bâki kaldı.”

Namık Kemal’i tanıması ve fikirlerini benimsemesi de burada olur. Ömer Naci’nin, Mustafa Kemal’e okuması için verdiği kitapta şu mısraları vardır:

“Vücudun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır.

  Ne gam rah-ı vatanda hâk olursa cevr-u mihnetten.”

(Vücudun mayasının hamuru, vatan toprağındandır; onun için, vatan yolunda eziyet ve sıkıntılarla toprak olursa, bunda üzülecek ne var.)

Kazım Özalp’in anlatımına göre; akademi yıllarında gizlice edinilen Namık Kemal ve Abdülhak Hamit şiirleri aralarında dolaşmaktadır. Mustafa Kemal, Namık Kemal’in tüm şiirlerini yazdığı bir defter tutmaktadır.

Trablusgarp yolculuğuna da Ömer Naci ile çıkar.

Mehmet Emin Yurdakul’un; “Unutmayın ki şairleri haykırmayan bir millet, sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.” dediği gibi Mustafa Kemal de 1905 yılında (Asım Gündüz’ün anılarına göre) şiir konusundaki düşüncelerini şöyle açıklar:

“Tarihte devrimler önce aydınların kafasında fikir halinde doğmuş, zamanla toplumu sarmıştır. Bakınız, dünkü ilimiz Bulgaristan’ın bir ulusal şairi vardır.

Tüm ulusların böylesine çırpınan, ulusunu uyandırmak isteyen ulusal şairleri vardır. Başka ulusların şairleri, aydınları böyle çalışıp ulusları uyarırken nerede bizim düşünürlerimiz? Nerede bizim şairlerimiz? Bizim bir Namık Kemal’imiz var. O, Türk ulusunun yüzyıllardan beri beklediği sesi verdi.”

Atatürk’e tesir eden “Vatan Yahut Silistre” piyesindeki şarkı sözleri de şöyledir:

 “Yâre nişandır tenine erlerin

   Mevt ise son rütbesidir askerin.”

Hatıra defterine  göre; Doğu Anadolu’da 16. Kolordu Komutanı iken 10 Aralık 1916’da Namık Kemal’in Siyasi ve Edebi Makalelerini okur. Kırk dokuz günde Namık Kemal’in “Osmanlı Tarihini bitirir.

Atatürk: “Benim bedenimin babası Ali Rıza Efendi, duygularımın babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tir.” der.

Atatürk’ün değer verdiği; vatan, milliyet, hürriyet, medeniyet, aile, hukuk gibi kavramlar üzerinde yaptığı çalışmaların bir zamanlar Namık Kemal’in üzerinde durduğu fikirler olduğu açıkça görülmektedir. 

“Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

  Yoğ imiş kurtaracak bahtı kara maderini”

diye seslenen şaire:

 24 Aralık 1919’da Kırşehir Gençler Derneği’nde, 13 Ocak 1921’de 1. TBMM’nde Mustafa Kemal:

  “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini

    Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini”

 mısraları ile cevap verir.

10 Nisan 1921’de Atatürk’ün, Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır’ın 2. İnönü Zaferi’ni kutlama telgrafına cevabı bunun kanıtlarındandır: “Anadolu’nun ruhu, bütün direnme feyzini tarihindeki büyüklerinden almıştır. Bize bu mukaddes feyzi veren ecdat ruhları arasında muhterem babanızın pek büyük yeri vardır. Yaralı vatanın kurtuluş ve bağımsızlığı için ölmek yolunda bugünkü kuşağa fedakârlığı öğreten büyük Kemal hakkında saygıların tekrarına vesile olan telgrafınıza özel teşekkürlerimi arz ederim.”

 Atatürk’ün konuşmalarında ve yazışmalarında şiire yer verdiği görülür.

1897’de Selanik Askeri Rüştiyesi’nde okuyan Mustafa Kemal, Selanik Merkez Komutanı Şevki Paşa’nın kızı Emine’ye aşıktır. İlk aşkın duygu yoğunluğu içinde sıkça  şair olası da gelir. İstanbul’a giderken veda notunda şöyle yazar:

“Bu dakikada vapura gidiyorum. Bu ân-ı meşum bize kan ağlatacak. Bendeniz, sizi unutmayacağıma vicdanen yemin eder, sizden de aynı vefayı beklerim. Allahaısmarladık.”

Yıllar sonra arkadaşlarına “Herkesin gönlünde bir Emine yatar.” diyecektir.

1903-1904 yıllarına ait 2 Numaralı not defteri şu dizelerle başlar:

“Cevher’i ruhumsun sen ey melek

  Hüsnünün meclûbuyum şahid felek

  Çok değil bir kalbi mesmur eylemek”

31 Ekim 1914’de Salih Bozok’a yazdığı mektupta, Fuat’a evlilik hayatında mutluluk dilerken bir Fransız şairinden alıntı yapar:

“Hayat kısadır

  Biraz hayal

  Biraz aşk

  Ve sonra günaydın.

 

  Hayat boştur

  Biraz kin

  Biraz ümit

  Ve sonra iyi akşamlar.”

11 Ekim 1915’te Salih Bozok’a mektubunda terfisinin gecikmesi konusunda Enderun-i Arif’in sözleri ile yanıt verir:

“Kim olur zor ile maksuduna rehyâb-ı zafer

Gelir elbette zuhura ne ise hükm-ü kader” 

 (Kimse amacına zorla ulaşamaz/ Kaderin hükmü ne ise o olur.)

2 Aralık 1916’da Bitlis’te yetiştirmek için yanına aldığı yetim çocuklar İhsan ve Ömer’e çadırında Mehmet Emin Yurdakul’un “Yaşamak Kavgası” şiirinin bir bölümünü ezberletir.

Yine o günlerde “Mehmet Emin Yurdakul’un Türkçe Şiiriyle Fikret’in “Rubab-ı Şikeste’sinden aynı zeminde bazı parçalarını okuyarak bir karşılaştırma yapmak istedim. İkisi de başka başka güzel.” diye not eder.

Bu zengin ruh, düşünce ve duygularını yalın bir şiirle anlatmış olabilir mi?

10 Kasım 1995’te Milliyet gazetesinde yayınlanan Doç.Dr. Saim Sakaoğlu’nun araştırmasına göre; Atatürk’ün bu yönüyle ilgili bulgulara rastlanmıştır.

Atatürk’ün yazdığı ileri sürülen şiir, dil teorisi ve tarih tezi bakımından Atatürk’ün düşünceleriyle paralellik göstermektedir:

“Gafil, hangi üç asır, hangi on asır?

  Tuna ezelden Türk diyarıdır.

  Bilinen tarihler söylememiş bunu.

  Kalkıyor örtüler; örtülen doğacak,

  Dinleyin sesini doğan tarihin,

  Aydınlıkta karaltı; karanlıkta şafak,

  Yalan tarihi gömüp doğru tarihe gidin.

  Asya’nın ortasında Oğuz oğulları,

  Avrupa’nın Alpleri’nde Oğuz torunları,

  Doğu’dan çıkan biz; Batı’da yine biz,

  Nerde olsa kendimizi biliriz.

  Hep insanlar kendileri bilseler,

  Silinir o zaman ki; hep biliriz.

  Ey birbirine diş bileyen yığınlar,

  Ey yığın yığın insan gafletleri,

  Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde;

  Dünya o zaman görecek hakikat nerde?

  Hakikat nerde?”

19 Mayıs 1922 günü Ankara’da İzmir’in işgalini kınamak amacıyla “İzmir Gecesi” düzenlenir. Muhabir İzzet Ulvi Bey’in altı yaşındaki oğlu Gültekin babasının yazdığı “Hın町iirini okur. O kadar güzel ve canlı söyler ki salonun  ısrarıyla şiiri bir daha okur. Gazi Mustafa Kemal de okuyuşundan çok duygulanmıştır. Şiiri bitince yavruyu yanına çağırır ve sever. Kullanmakta olduğu altın saati Gültekin’e armağan eder.

Gültekin’den sonra Vasıf Çınar’ın yeğeni dokuz yaşındaki İzmirli Neriman da heyecanla  Kemalettin Kamu’nun  “İzmir’e Taassür” şiirini okur.

“Bir çetin bilmece sorsam Paşadan

 Söylemem memleket bağışlamadan

Mutlaka İzmir’i isterim anne!” dizeleriyle biten şiir güçlü alkışlarla karşılanır ve gözler Gazi’ye çevrilir. Gazi, küçük kızın saçlarını okşayarak der ki: “Sen burada bekle kızım! Ben İzmir’i alıp geleceğim.”

9 Eylül 1922 sonrası Atatürk Ankara’da coşkuyla karşılanır. Onu karşılayanlar arasındaki Neriman’ı da görür ve şöyle der: “İzmir, İzmir deyip durdun. İşte sana İzmir’i alıp geldim. Sen de artık buralarda fazla durma. Şehrine dön!”

20 Mart 1923’te Konya Türk Ocağı’nda karşı duvarda yazan Emin Bülent Serdaroğlu’nun şu dizesini göstererek konuşur: “Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!” diyelim.

30 Ağustos 1925’te Kastamonu CHP binasında Mithat Cemal Kutay’ın dizeleri ile seslenir:

“Ölmez bu vatan, farz-I mahal ölse de hatta,

  Çekmez kürenin sırtı bu tabut-u cesimi.”

Atatürk’ün sofrasına çocukluk arkadaşlarının yanısıra, belli bir süre sıklıkla katılanlar arasında Behçet Kemal Çağlar da vardır. Atatürk, genç şairi öğrenimini tamamlaması için İngiltere’ye ve Fransa’ya göndermiştir. Bir gece yemek sonrasında şaire şöyle der: “Behçet, yan odaya geç ve beni tanımlayan bir şiir yaz, getir. Sana yarım saat mühlet veriyorum.” Sevinerek yan odaya geçen şair süre dolmadan şiiriyle gelir ve Gazi’nin izniyle okumaya başlar. Gerçekten Ata’yı her yönüyle eksiksiz anlatan güzel bir şiirdir. Atatürk “Olmamış.” der. Şair “Niçin Paşam?” diye sorar.

“Ben herşeyden önce milletime öğretmen olmaya çalıştım. Benim bu vasfımdan hiç bahsetmemişsin.” der.

Mükemmel İngilizce, Fransızca ve Rumca bilen Latife Hanım da, sofrabaşı toplantılarında rica edildiği zaman ezbere Lord Byron’dan, Victor Hugo’dan, Shakespeare’den şiirler okumaktadır.

Atatürk, bir akşam Nazım Hikmet’i de sofrasına davet eder. Yemek sırasında bir şiirini okumasını ister ama şair: “Ben hanende (alaturka şarkıcı) değilim.” diyerek sofradan kalkıp gider. Atatürk bu davranışa bile kızmaz, sadece üzülür. Çünkü sanatını yakından öğrenmek istemiştir.  Atatürk’ün meşhur sofrasında konuklarına sıkça tekrarladığı;

“İçelim her muhabbetin mutlak

Ölmiyen bir hayatı vardır ki

Ana mevcat-ı mehasin-i alem

Kehvare-i terennüm olur”

Kıtasından başka yine çok sevip sıkça tekrar ettiği bir beyit de şudur:

“İç bade güzel sev var ise aklı şuurun

 Dünya var imiş ya ki yoğ olmuş ne umurun”

Faruk Nafiz Çamlıbel’in:

“Yeşil hem de!

Ben bu rengi taşırım can köşemde.

Yeşilde ne arar da bulamaz insan oğlu?

Yeşil bu…varlık dolu, gök dolu umman dolu.

Bir ucu gözlerinde, bir ucu engindedir,

Meyve veren ağaçlar, bu çini rengindedir.

Bu çini rengindedir bahar, deniz, kır, orman,

Bana Tanrım gözükür, yeşil dediğim zaman.”

Şiirindeki bu dizeleri sık sık tekrarlaması Mustafa Kemal’in doğa sevgisini ortaya koyması açısından dikkat çekicidir. Atatürk iç yaşayışı çok zengin bir insandır. Zaman zaman bu varlığı dışa taşırır, coşkunluklar meydana getirir.

Hasan İzzettin Dinamo’nun anlatımına göre; Termal Otelin arkasındaki inşaat işçilerinden birinin yanık gür sesle söylediği “Nedimem” türküsü bir sel gibi açık pencereden salona döküldü. İçinde uzun göçlerin, umutların, özlemlerin, yenilgilerin lirizmi kaynıyordu. Rumeli’nin korkunç şiirini, rüzgarını sürükleyerek geliyordu.

“Ah, Nedime’min kaşları kare,

 Ah yüreğime düştü yare,

 Kavuşmaya bulsam çare,

 Nedime’m, Nedime’m, Nazlı Nedime’m

 Gerdanı beyaz, zülüflü Nedime’m”

Paşa’nın uzun kirpikleri üzerinde ince yaş damlaları belirir. Yılların özlemiyle, kaybedilen toprakların acısıyla yüklü bu yüce insan, kaçınılmaz sona adım adım yaklaştığını da hissetmektedir. Derin bir sessizlik sonrası ‘Yüzellilikler’i affettiğini açıklar ve ekler:

“Ben onları affederim, çünkü benim kalbim vardır. Onlar beni affetmezler, çünkü kalpsizdirler!”

1937 yılında Mark Twain Cemiyeti tarafından Atatürk’e “Türk milletine neşe içinde yaşama yolunu açtığı ve rehberlik ettiği” gerekçesiyle madalya verilmiştir.

“Yaşamımda işittiğim en büyük kompliman budur. Benim insan tarafımı övüyorlar.” demiştir. Atatürk’ün gönül dünyasına akan ırmaklar; havasını soluduğu, suyunu içip ekmeğini yediği, sevincine acısına ortaklık ettiği coğrafyadan beslendi. Kimi zaman şiir oldu, kimi zaman da şarkı, türkü...  Şiir sanatının gelişmesine yaptığı katkılar, şairlerimize gösterdiği ilgi nedeniyle Cumhuriyetimizin 100. Yılında Atatürk’ü bir kez daha saygı ve minnetle anıyoruz.    

Kaynaklar:

Falih Rıfkı Atay, Çankaya, sy:13.

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt :1-2(1903-1919)

Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri 1, sy:150.

Muvaffak İhsan Garan, Milletlerin Sevgilisi Atatürk, sy: 116,131.

Az Bilinen Yönleriyle Atatürk, sy: 46,182,189.


 

Ahmet Yılmaz TUNCER
DİRENSE


Gecenin içinden bir başka gece çıkıp gelse
Gözlerin olsa onun içinde
Susar kalırdı geride kalan tüm geceler
Ve arşı ispat telâşına düşerdi başımızdaki dağlar
 
Son bir gecemiz olsa seninle
Su içer gibi ama susuz
Sevdalı bir deniz olsa ve içinde
Akıncılar gibi ikimiz
Söylense güne dair ne varsa
Günahlarımız ve ellerimiz
Selam dursa tüm ölümlere
 
Ama ağlamasa ölüler
Zaten ağlayamaz ki ölüler
 
Bir geyik su içse bir pınardan
Biz seyre dalsak seninle
Bir geyiği gözler gibi
Bir geyiği düşler gibi
 
O anda başlasa hayat bir çocuğun
İlk defa konuşmaya başlaması gibi
Ve aniden duysak o sesi görmek gibi
Bir telâşımız olmasa çocuğun yüzünü
Kırklar uyansa ve dolsa gözlerimizin içine
Seninle olmak istediğimiz yerde
Olsak ölümü ölümle geçtiğimiz
 
Tüm yanlarımız kanasa
Bir tek kalbimiz kanamasa
Bu kaçıncı asrı kalbimizin kanadığı
İlk biz başlasak gözlerimizle zamanı yakmaya
Bedenlerimiz bıraktığımız toprakta
Su verir gibi çeliğe
Zamana karşı dirense 


Cihangir Nomozov (Özbekistan)
YİNE ESKİ KAYGILARA


Yine eski kaygılara bağlanırım
Yine ıstıraptan çıkmadı başım.
Başka ağlamam diye söz verdim
Yağmur olup yağar gözümde yaşım.
 
Bugün gözlerimde kaygılar resmi
Eski kitap gibi toz oldu gönlüm.
Beyhude hazan oldu umut çiçekleri
Serseri rüzgâr gibi delidir ömrüm.
 
Uykusuz yaşıyorum uykularımda
İltica edeceğim hatta düşümde.
Nerede kaybettım ahir özümü
Duyumda değilim duyumda.
 
Gökteki yıldızlar - kaygı hasretim
Bir siyah dün benim en sadık dostum.
Özümden özüme gelir nefretim
Ne yazık sevilmedin, sevmedin, göğsüm.
 
Hafızamda beni ettiler meşgul
Elimde buruşuk bir toplam resim.
Yine bana tekrar dönse idi o
Yazık resimlerde kaldı baht sesim.
 
Göğsümde ilahi dert çiçeklendi
O - ünlü muhabbet, o şiirdir, o - aşkı.
Kalplerde ebadı, bengü çınlanır
Benim yüreğimden doğan  şarkı.
 
Ruhum teslim olma böyle dertlere
Her an hazır ol güreşe, savaşa.
Kalpte  bir alem arzular ile
Karşılaşacağımız taze ışıyan tana.
 
Yüreğim, temiz ol bir kağıt gibi
Arzular başkaca - maksatlar türlü.
Bunda arzulara asla bir yer yok
Senin adın baht olur, yine de  ünlü.

 

Onur Bilir
KÜP


Dökülen yapraklar gibi
Dağılan hayatın küpleri içindeyiz
Birleştirmek için yollar aradık
Kimi zaman bulutlara sorduk
Kimi zaman da yılları harcadık
 
Bunca bitmek bilmeyen kırgınlıkların
Gün yüzüne çıkmamış yılgınlıkların
Hesabı çözülmeyen sevdaların
Mağlup içine düşülen odaların
Sessice yok olan bu küplerin
 
Saatlerce beklemenin uğruna
Heba olunmuş denizler
Çizmişiz muradımıza
Ne yollar kalmış
Ne beklentiler geri gelmiş
Kulanılmayan limanlar bırakmışız 


Yaşar Özmen
KURAM NEDİR?

Ç. Türk Dili Dergisi Kasım 2023 Sayı: 429’da yayımlandı.

Anadolu Üniversitesi AÖF Yeni Türk Edebiyatına Giriş-1 ders kitabındaki edebiyat kuramı tanımı[1]; anladığım kadarıyla, kuramın nitelikleri ve nicelikleri gereği bilimine uygun olmayan, eksik ve zorlama bir tanım görünüyor. Adı geçen kitaptaki edebiyat ve eleştiri kuramı diye yapılan isimlendirmeler de bana göre salt birer yöntemdir ya da konuya yaklaşım biçimidir. Kuram, yöntem, teknik, sistem gibi kavramların; anlamsal alanını ve hiyerarşik bağlantılarını bilimsel olarak tanımlamadığımız sürece fen bilimleri eğitimi almış kişilerle sosyal bilimler eğitimi almış kişiler birbirlerini anlayamazlar. Öyle görünüyor ki edebiyat dünyasında kuram; belirlenmiş, sınırları çizilmiş ya da yöntemler üst üste konmuş bir algoritmik akış olarak bilinmektedir. İlginç olanıysa bugüne kadar bilim adamı kimliğine sahip akademisyen/ akademisyenler tarafından bunlar bir kuram mı yoksa yöntem mi diye kuşkuya düşülüp hiç tartışılmamış. Tartışılsaydı bunların, yöntemden öte bir içerik taşımadığı kolaylıkla anlaşılırdı. Yol, yöntem ve işleyiş biçimlerine baktığımızda bunlar, yaklaşım biçimi, yöntem daha ileri düzeyi belki teknik olabilir.   

Estetik değeri, nesnel olarak saptamaya yönelik bir sanat çözümleme tekniği geliştirdim, iki tane sanat/şiir kuramı saptadım, bir kişi bile ne işe yaradığını ya da ne olduğunu sormadı. Anadolu Üniversitesi AÖF Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne öğrenci olarak kaydımı yaptırdığımda neden anlaşılamadığımı çözdüm. Ders kitaplarından ve önceki yıllarda kayıt edilmiş canlı derslerden gördüm ki kuram kavramı, halk arasında konuşulduğu biçimiyle bilimsel gerçeklikten uzak, sınırları belirlenebilir bir yöntem ya da yöntemler topluluğu olarak açıklanmaktadır. Bir anlamda yaklaşım biçimlerine/yöntemlerine kuram denmektedir. Kısacası, edebiyat alanındaki akademisyenlerin önbilgisiyle örtüşmeyen bu nedenle de ne demek istediğim anlaşılmayan bir durum olduğunu gördüm. Hatta ünlü bir eleştirmenimizin kuram hakkında söylediklerinin tamamıyla yanlış olduğunu, açıklamasını da gerekçeleriyle birlikte deneme tarzında ortaya koyup Sanata Çözümlemeli Bakış  (Sanatsal Denemeler-4) isimli kitabımda yayımladım. Aynı deneme[2], Çağdaş Türk Dili Dergisi ile Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nda da yayımlandı. Yine bir kişiden bile ses çıkmadı. Kuram kavramı, halk arasında konuşulduğu gibi test edilmemiş bir önsezi veya kanıtları desteklemeyen bir tahmin, yaklaşım biçimi, yöntem, sınırları belirlenebilir bir yol, teknik vs. anlamında akademik seviyede kullanılamaz. Çünkü kuramın; oluş, işleyiş, sonuç kısmı mutlaklık taşır; belli yöntem veya teknikleri birleştirerek yapılabilecek bir şey değildir. Ayrıca kuram zaten doğal işleyişi olan bir süreçtir; kuram yapılmaz sadece varlığı saptanabilir. Örneğin adı geçen kitapta, “Okur odaklı eleştiri kuramı” denen yöntemin neresinde kuram vardır ya da kuram tanımına uyan ne gibi bir özelliği vardır? Bunu bana açıklayabilecek bir akademisyen var mıdır? Ders kitaplarında bile kurama örnek verildiğine göre benim göremediğim bir şeyler olmalı.

Kuram, kanıtlandığında yasa niteliğinde bir süreçtir, olgudur ya da harekettir. Hem sosyal hem fen alandaki saptanmış kuramlarda; etki dışında, tepki, oluş, işleyiş ve sonuç kısmına müdahale edilemez. Yani sadece etki parametreleri değiştirilebilir. Sosyal kuramlarda sonuçların doğruluk değeri, belli bir yelpaze içerisinde kalır; fen kuramları gibi matematiksel hesabı yapılamasa bile sonuçlar izlenebilir, sınanabilir, genellenebilir niteliktedir. Açıkçası, kuram tanımındaki ve işleyiş tarzındaki genel akademik görüş; bilimsel verilere dayandırılmıyor, edebiyatçılar incelediği alanı yüceltmek uğruna kavramın adını kullanıyor hatta kulaktan kulağa öğrenilmiş bir alışılmışlık, bilimsellikten uzak bir söylem olarak bugüne kadar sürdürülmüş görünüyor. Bu nedenle, eğer edebiyat bir bilim dalı olarak görülüyorsa o zaman akademik seviyede kuram; insan bilimleri, sosyal bilimler ve fen bilimlerinin eşgüdümü altında yeniden sorgulanıp bilimsel bir nitelik şemsiyesi altına sokulmalıdır. Çünkü kuram diye ortaya atılan şeyler, yöntemden daha ötesi değildir. Ayrıca yönteme kuram deyip kuramları saptamak yerine halının altına süpürürseniz işte edebiyat bilimini olduğu yere mıh gibi çakarsınız.

Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı diye bir sistem geliştirdim. Berna Moran ve akademik kariyer sahibi hocaların söylemlerine bilimseldir diye inanıp bu sistemin adına kuram dedim. Sonradan anladım ki ben de öğrenilmiş alışkanlıkların kurbanı olmuşum. Bunun, kuram değil bir yöntemler bütünü olduğunu araştırınca anladım. Daha sonraki denemelerimde ve kitabın sanal ortamdaki nüshasında, eleştiri kuramı yerine eleştiri sistemi dedim; kitaptaki bölüm basılı olduğu için değiştirmek mümkün olmadı… Sürekli yinelediğim bir söz vardır: Bir bilim alanında kavramları, daha doğrusu o alandaki terimlerin, anlamsal alanını ve hiyerarşisini doğru tanımlamazsanız her şey birbirine karışır. Kaldı ki kuram; evrensel bir terim. Bazı bilimsel terimler arasında, sezgiyle bile ayırt edilmesi zor olan ayırtı diye adlandırdığımız çok küçük ayrıntı/farklılıklar vardır. Bu yüzden, eğitimin, değişimin, gelişimin başarısı ve yeniliğin temel taşı; bu ayrıntıları ayırt edebilmek, bilimine uygun tutum geliştirebilmektir. 

Çoğu denememde sormuşumdur: Bu ülkede edebiyat kuramı saptayan var mı, diye. “Her zaman tekrarladığım gibi, yapıtlar kavramlardan, kurallardan değil; kuramlar, kavramlar yapıtlardan doğar.” diyebilen bir mantığa ve bu mantığa itiraz etmeyen akademik camiadan nasıl kuram saptamasını bekleyebilirsiniz ki? Yöntemleri üst üste koyup edebiyat kuramı diye altına imza atan bununla da akademik unvan kazanılan bir ortamda, neyin doğru ya da yanlış olduğunu saptamak kolay mı? Diğer kültürlerde saptanmış kuramları, her defasında kaynak gösterip yanına üç beş yorum ekleyerek çok önemli akademik çalışma yaptığını sanan dostlarımızdan daha ötesini beklemek bir düştür kanımca. Bunların, kurum kültürünün ve oturmuş akademik sistemin bir sorunu olduğunu, bu sistemden bilimsel ve yenilikçi bir yaklaşım geliştirilmesinin çok kolay olmayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Bunca yıl, öğretmenler dâhil tüm akademik personelin kafasında oluşmuş içi boş kuram kavramının anlamsal alanı ve hiyerarşisini, çöpe atıp yerine anlaşılması daha zor bilimsel bir tanımı getirmek elbette zordur. Her şeyden önce bu işleri çekip çeviren orta yaş üstü kemikleşmiş kişilerin öğrenilmiş alışkanlıklarını yıkıp yerine yenisini koymanın başarılı olamayacağı açıktır. Ayrıca sosyal alan kuramları, genellikle soyut durumlardır/olgulardır. Anlaşılması, bilimler arası eşgüdümü ve disiplinler arası egemenliği gerektirir. Diğer taraftan bilimsel gerçeklikler, er ya da geç kendi yatağını bulur ve sizi oraya çeker.

Edebiyat bir bilim dalıysa, bunun ilkelerinin doğru tanımlanması, sınırları dinamik bir şekilde belirlenmesi, bilgi bütünlüğünü sağlayacak sistemin tesis edilmesi, geri beslemeye yönelik ölçütlerin belirlenmesi gerekir. Bilgi disiplini ve bütünlüğünün sağlanması, gelişim için gerekli ön adımdır. Edebiyat fakültelerinden mezun olan binlerce öğrenci vardır. Şair yazarlardan, az çok tanıdığımız kadarıyla, çok azı edebiyat bölümü mezunudur. Aslında fakülteler, bunları araştırıp istatistiki bilgi olarak ortaya koyacak bilgi ve dokümana sahipler. Böyle bir çalışmaları var mı, bilmiyorum. Fakülteler bilim yuvasıysa sistemde geri besleme yapabilmesi için bunların araştırılması bilimin gerektirdiği bir zorunluluktur. Arkasına dönüp biz ne yaptık diye sormayan bir kuruma, bilimsellikten ve bilim alanı temsil ettiğinden söz edilemez. Sanat, her ne kadar yeteneğe bağlıysa da, bu işin eğitimini alanlardan edebiyat sanatına yönelik bir verim alınamıyorsa önemli bir sorun olduğu ortada değil midir? Daha doğrusu başarısızlık değil midir? Edebiyat biliminden sorumlu yöneticiler; başarısızlığın hesabını, bilimsel gerekliliği bir kenara itsek bile vicdanen kendilerine sormayacaklar mı? Yoksa böyle bir sorgu, akıllarının ucundan bile geçmeyen anlamsız bir öneri midir?

Kuramın; sınırlarının, anlamsal alanının ve oturduğu dizgenin doğru belirlenmesi bilimsel çalışmaların bu açı altında yapılması gerekliliktir. Gerek fiziki gerek sosyal gerek soyut olgu ve olaylar; kuramların dikte ettiği açı altında ya da dikte ettiği yelpaze içerisinde hareket eder. Kuramı, içi boş bir terim olarak edebiyat bilimi alanında kullanırsak, bu bilime yön verecek gerçek kuramlar saptanamaz. O bilim alanında kuram saptanmadan yenilik, dönüşüm ve gelişim olmaz.  Kolay anlaşılabilir diye iyi bilinen ve herkesin deneyebileceği bir kuramdan örnek vereyim. Bir taşı, yerçekimi kuramının izin verdiği oranda daha yükseğe atabilirsiniz. Sanırım bu eylemi,  formülize etmeye gerek yoktur. Kuramın gerektirdiği koşulları sağlamadığınız sürece başarılı olamazsınız. Sosyal alandaki kuramlar da buna benzer özellikleri barındırır. Örneğin ‘Nesnel Bağlılaşık Kuramı’nı önünüze koyup düşünebilirsiniz. Ancak sosyal kuramların saptanması, ölçümü, kanıtlanması, örneklemlerde aynı sonucu vermesi daha zordur, tolere açısı daha yüksektir.  Çünkü girdisi ve değişkeni çok fazladır, çoğunlukla açık dokulu konulardır ya da soyuttur. 

Sonuç olarak kuramı, bilimlerin öngördüğü şekilde tanımlayıp alanınızda var olan kuramları saptamaya yönelmezseniz bilimden ya da bilimsel gelişmeden söz etmek boş bir söylem olarak kalır. Böyle bir durumda var olanla yetinmek dışında gelişim ve yeni bir şeyler ortaya koymak, mümkün olmaz. Edebiyat alanında saptanmamış belki de yüzlerce kuram vardır. Örneğin sanatın en önemli katmanlarından birisi olan çağrışımda… Bu katman, sanatta olduğu kadar edebiyat alanında da başat hatta temel taşı olan bir konudur. Ayrıca edebi metin ve sanat çözümlemesinde de temel alınması gereken bir alt alan. Yüzlerce edebiyat fakültesi ve güzel sanatlar fakültesi olmasına karşın, Türk yazın dünyasında çağrışımla ilgili; araştırma, inceleme ve denenerek raporlanmış kaç çalışma ya da istatistiki bilgi vardır, isterseniz bir araştırın. Artık yapay zekâ çağına ulaştık. Yapay zekâ, sanal ortamda yayımlanmış tüm dokümanlara ulaşıp bir saniye içinde ayrıntıları önünüze koyabiliyor. Artık bilimlerin amacı, özelde edebiyat biliminin hedefi;  Anadolu Üniversitesi, Yeni Türk Edebiyatına Giriş-1, ders kitabında açıklandığı gibi bilgiye ulaşmak ve yöntemler altında tarihsel bilgiyle boğuşmak değildir; bilginin kullanılmasını, bilgiden bilginin nasıl üretileceğinin yollarını bulmaktır. Anlaşılması için kısa anlatımla yazayım: Var olan bilgiden henüz bilinçlerde uyanmamış uyur bilgiyi saptamaktır; saptamayı yapabilecek beyinleri yetiştirmektir. Lisans düzeyindeki edebiyat fakültesinin derslerinden buna yönelik ben bir açıklık, saptama, hedef belirleme görmedim. Umarım yanılırım. 17 Ekim 2023, Narlıdere 

Dilber Haydarova (Özbekistan)
YANDIM BEN 


Kaşlarının karasına yandım ben
İki kapı arasında kaldım ben.
 
Deniz-i Aşk fırtınası rastladı
Senden yine aşk dersini aldım ben.
 
Firuze renk sema döktü gözyaşın
Aşkın dertli sularına daldım ben.
 
Al lalemi, kızıl gülümü sardığım
Gülden sarhoş aşk kapısın çaldım ben.
 
Hicranından kararım yok, neredesin
Sevdan sebep dünyaya nam saldım ben.
 
İki cihan dilberiyim, ferdiyim
Kaşlarının karasına yandım ben.
Çeviri ve yayına hazırlayan:
Cihangir Nomozov 


Uğur Olgar
KİTAP BIRAKMA UYGULAMASI DENEYİMİ 


Elinde çok sayıda eski basım tarihli kitap birikmişti. Kimi şair ve yazarların yaptığı gibi eski kitapları reddedip ne kadar kaldıysa kaldırıp çöpe ya da ırmağa atamıyordu. Ne de olsa ilk göz ağrılarıydı ve şimdi çok beğenilen kitaplarının öncüleri, şiirlerinin karalama defterleriydi. Şiirinin nereden geldiğini göstermesi açısından da önemliydi.

Öyleyse ne yapmalıydı? Çalışma odasında, kitaplıklarda yer kalmamıştı, bir yandan yeni kitapları basılıyordu.

Telefon kabinlerine, parklardaki oturma yerlerine kitap bırakma uygulaması aklına geldi. Her gün üç tane kitap bıraksa, bir yıl içinde 1095 kitabı elinden çıkarmış olacaktı. Bulanlar okusundu, şiirler hiç de fena değildi.

Geçen haftanın başında, güzel bir pazartesi günü uygulamayı başlattı. Üç ayrı banka birer tane kitap bıraktı. Bir tane de postanenin merkez şubesine bıraktı ya da unutmuş göründü. İçinde bir sevinç vardı, nasıl olmasındı, ne güzel, bulanlar kesin bakacaklardı kitaba, bir şiir okusalar o bile iyi olacaktı.

Sonra, kitabı bıraktığı bankın karşısındaki banka oturup beklemeye başladı. Kitabın âkibetini merak ediyordu. Bakalım ilgi gösteren olacak mıydı?

Bir köylü kadın geldi elinden tuttuğu küçük kız çocuğuyla birlikte. Banka oturdu, kenarında sığıntı gibi duran kitabı gördü, umursamaz bir tavırla birkaç dakika süzdü, adını okumaya çalıştı, ama eline bile almadı. O gece iyi yağmur yağmış, her yerde ufak gölcükler oluşmuştu. Köylü kadının oturduğu bankın arkasında da böyle bir gölcük oluşmuştu. Kız çocuğu annesinin elini çekiştirerek:

"Anne, şu suda kayık yüzdürelim mi, n'olur n'olur." dedi.

Anne "Tamam kuzum" diyerek, bankın ucunda utana sıkıla oturan kitabı eline aldı, tam ortasından iki sayfayı cart diye yırtarak iki tane kayık yaptı.

"Biri senin, biri benim" dedi.

Şair şaşkınlıkla seyrediyordu olup bitenleri. Kitabı okunmamış ama farklı bir şekilde bir işe  yaramış, bir çocuğu sevindirmiş, çocuğunun gönlünü yapma konusunda kadına olanak sağlamıştı. Hayatın içinden bir şeydi bu, belki de şiirin ta kendisiydi.

Köylü kadın ve çocuğu kalkıp gittikten sonra, kolu kanadı kırık, kalbi yaralı kitabın olduğu banka ikisi kız, biri erkek üç öğrenci geldi, oturdu. Ellerinde kolalar, cipsler vardı, çok gürültü yapıyorlar, birbirleriyle küfürlü ve haykırarak konuşuyorlardı. Kızın biri bağırdı:

"Lan, salağın biri kitabını unutmuş bankta"

"Yok ya", dedi ikinci kız. "Bir bakayım." dedikten sonra, kitabı karıştırdı karıştırdı iyice ve oğlum, zaten kitabın iki sayfası eksik. Yırtılmış. Zaten tam olsa ya da iyi bir kitap olsa koyar mıydı buraya?"

Erkek öğrenci kıza dönerek: "Ne kitabıymış. Ben de görebilir miyim? Şiir kitabıysa siktir et. Ben şiirden hiç anlamıyorum ve sevmiyorum. Yoruluyorum şiir okurken."

Birinci kız öğrenci dalga geçercesine ve kahkahalarla gülerek:

"Şansına küs lan. Şiir kitabıymış. Polisiye romanı olmasını isterdin değil mi?"

"Haydi git Göksu'ya fırlat gitsin. Balıklar, kurbağalar şiir severler belki. Bize roman bırakacaksın arkadaş, hem de polisiye."

Nefesini tutmuş gençleri izliyordu. Ama muhatap olmamaya, bir şey dememeye kararlıydı. Banklara kitap bırakma uygulamasından pişman olmuş gibiydi.

Sonra, kitabın sayfalarını karıştırırken erkek öğrenci:

"Yav, bizim salak dediğimiz şair Silifke'de yaşıyormuş. Öyle yazıyor burada. Özgeçmişi başarılarla dolu. Biraz ayıp ettik galiba kızlar. Adam babamız yaşında. Kitabını burada düşürmüş ya da unutmuş anlaşılan. Biz de neler neler söyledik yokluğunda.

Bu da bir şeydi. Özeleştiri yaparak yanlış yaptıklarını anlamışlardı. Ama buna karşın ortaya çıkmadı yine de. Deli gençlere laf anlatamayacağını biliyordu.

Yalnız şunu yaptı şair, gençlerin yanına giderek:

"Kitabı bana verebilir misiniz? Siz zahmet etmeyin, ben sizin yerinize ırmağa seve seve atabilirim." 


Muhammet Baran Aslan
AKIL KITLIĞI


Ceza mıdır ki suçun cinsinden gayrı ceza?
Biz çekelim cefasın eller de sürsün sefa!
Hangi çağda görülmüş böylesi han-ı yağma?
Gül, bülbül bir yansa ya şu cihanda bir defa.
 
Kim ördü bu ağları, kim yazdı bu kanunu?
Kimine bir pay düşmez, kimi yutar kamuyu.
Cüz cüz tırtıklayanlar hakikat kamusunu;
Şah diye başımıza geçirir bir tavuğu.
 
Ama kızma birader sırtlan huyu böyledir.
Tilki, çakal kaynayan bu yer bir meyhanedir.
Sanki ülkem yüz yıldır mahpus, tımarhanedir.
Dünya bu, huyu batsın! Günyüzü efsanedir.
 
Nicesi geldi geçti, edemedi kimse kâr.
Saltanat şöyle dursun, yüzümüze kim bakar?
Olsa dahi ak kara, gece gündüz aşikâr.
İnsan bu arar, bulur; açık yola taş koyar.
 
Sarartıp da soldurur bu asır her çiçeği.
Kulu sabana vurur, tutup sırtlar eşeği.
Akıl kıtlığı mıdır, kalpsizlik mi menşei?
Bilinmez de cümlesi tekmeler bu gerçeği.
 
Hele birisi hesap sorsa çatıp kaşını.
Günü gelir eline verirler o başını.
Ne kurusu arkadaş, kim ne bilsin yaşını?
Aynı tefe koyarlar avâm û havasını.
 
Derler: "Karga diliyle oku, yaz, öğren, çalış."
Ne kökünü bil ne de göğe uzan bir karış.
Ne yana dönsen hased, kime baksan bir yarış.
Kimseler hatırlamaz nereyedir son varış!
 
İşte budur ömrümün hulasası arkadaş.
Ne yaşadım bilmem ki; kim kime oldu yoldaş?
Ayyaşlar ordusunda iki geri bir kez arş...
İki iki dört etmez bu hesapla be kardaş.

 

Vildan Çalışkan
ÜŞÜMEM 

Kırık ve dökük zaman
Kirli sözler
Misafire ihanet
Oysa adettendir misafire hürmet
Neden bu arsızlık
 
Kime dönsem
Neyi sorsam zamansız
Yazdığımdan çizdiğimden
Uzaktakiler yakındakiler
Kusura baksınlar
 
Ölürsem sağ olanlar sussunlar
Çiçekli köprüler kursunlar
Belki üzerinden geçer çocuklar
Buz kesse de beyaz mermerler
Üç beş güvercin su içsin oluğundan
Söyleyin bizimkilere papatya eksinler
Karıncalara arkadaş
 
Ve uğur böcekleri dizilsin gün ağarınca
Gece olunca cırcır böcekleri
Şarkılar söylesin rüzgârla
 
Söyleyin
Ağlamasınlar şimdi ağlamayanlar
Üşümem ki!..
Siz de üzülmeyin
Cansızım
Kimsesiz...

 

Seval Arslan
NEOLİTİK ÇAĞDAN MİRAS GÖBEKLİTEPE

 

Neolitik dönemde avcı-toplayıcı (bitki toplayan ve hayvan avlayan) insanlar yerleşime geçmeden önce küçük (30-40 kişilik) gruplar halinde yaşıyorlardı, aralarında gelişmiş iş bölümü yoktu. Tarımı öğrenerek yerleşik hayata geçtiler. Cilalı taş devri (MÖ 8.000-5.500) taşın taşla işlendiği çağdır. Çakmak taşı ile kireç taşının işlemek için kalabalık, hünerli insanların gücüne ihtiyaç vardı.

Tarihin ana akım sürümüne göre, yaklaşık MÖ. 6.000 yıl önce güneydeki Basra Körfezi’ne kadar uzanan Mezopotamya denilen bu bölge ilk uygarlık olduğu düşünülen Sümerler’e ev sahipliği yapmıştır. Bilim adamları tarafından Sümerlerin icat ettiği (MÖ. 3.500, bazı kaynaklarda MÖ. 3.200) çivi yazısı Tarihin Başlangıcı kabul edilmiştir. İnsanlık tarihi hakkında çok az şey biliniyor. Bu belirsizliğin nedeni yeterli belge, kanıt olmamasıydı.

Bilim insanları, Etiyopya'da bulunan, ilk insanlardan birine ait olduğunu düşündükleri bir çene kemiği fosilinin 2.800.000 yıllık olduğunu belirtiyor. İlk insan türünün 2.350.000 yıl önce ortaya çıktığı düşünülüyordu. Uzmanlara göre bu tarihten 450.000 yıl öncesine ait bir kemiğinin bulunması iklim değişikliğinin ilk insanların ağaçlardan inip ayakta durma sürecini hızlandırdığına işaret ediyor. Araştırma ekibinin başkanı, Las Vegas'taki Nevada Üniversitesi'nden Prof. Brian Villmoare, BBC'ye yaptığı açıklamada bu keşfin “İnsan evrimindeki en önemli geçiş sürecine dair ilk ipuçlarını verdiğini” söyledi.1

Fotoğraf: Nurten İrgen

Geleneksel bakış açısı ile çelişkili tarihi değiştirecek ipuçları sıra dışı ve çok şaşırtıcı. Tarih öncesi bilinmeyen bir uygarlığın izlerini sürmek heyecan verici.

Bu yazımızda, tarih öncesi devrin sis perdesini aralayan, yeni keşiflerle tarihin seyrini değiştiren Göbeklitepe’yi ele alacağız.

Türkiye’nin Güneydoğusunda, Şanlıurfa’nın 20 km kuzeydoğusunda bulunan Örencik köyü yakınlarındaki Göbeklitepe, 1963 yılında İstanbul Üniversitesi ve Chicago Üniversitesi'nin İlk Türk Arkeolog Halet Çambel’le birlikte yürüttüğü Güneydoğu Anadolu Tarih Öncesi Araştırmaları Projesi kapsamında tespit edildi. En somut bulgular 1986 yılında Şanlıurfa’nın Örencik Köyünde bir çiftçinin tarlasını sürerken bulduğu heykelle ortaya çıktı.

Hilvan'daki Nevali Çori'de kazı yapmak için kente gelen ve müzede buluntuları gören Heidelberg Üniversitesi'nden Alman Prof. Dr. Klaus Schmidt, bu heykellerin çok önemli olduğunu düşünerek 1994 yılında detaylı bir çalışma yapmaya başladı. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğünden alınan izinle Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü ve Şanlıurfa Müzesi tarafından Prof. Dr. Klaus Schmidt başkanlığında 1995'te bölgede kazı çalışmalarına başlandı. Arkeologlar yerden çıkan garip şekilde oyulmuş, bazıları devasa boyutta taşlar gördüler, ezber bozan keşiflerde bulundular.

“Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü ve Şanlıurfa Müzesi tarafından 1995'ten beri ortaklaşa yürütülen çalışmalarda, neolitik döneme ait boyları 3-6 m, ağırlıkları 40-60 ton olan kireçtaşından yapılan yabani hayvan figürlü "T" biçimli dikili taşların 8-30 m. çapında dairesel ve dikdörtgen şekilli dünyanın en eski tapınak kalıntıları, çok sayıda yabani hayvan figürü, insan heykeli ve yaklaşık 12 bin yıl öncesine ait olduğu belirtilen 65 cm. uzunluğunda insan heykeli gibi tarihi eserler gün yüzüne çıkarıldı.” 2

Göbeklitepe’de yapılan kazı çalışmalarında gün yüzüne çıkarılan kült yapıların, yerleşik hayata geçen son avcı toplayıcı atalarımız tarafından inşa edildiği, üzeri açık yapıların yerleşim amaçlı kullanılmadığı, dini amaçlı yapıldığı anlaşılmıştır.

Göbeklitepe'deki araştırmalar, avcı toplayıcı insanların yerleşik düzene geçmelerinin tarım (çiftçilik) olduğu yönündeki tarihi bilgiyi tamamen değiştirdi. Arkeolog Klaus Schmidt, bölgede yaptığı araştırmaların sonucunda; “Avcı ve toplayıcı toplulukların Göbeklitepe gibi dini merkezlerde sürekli olarak bir araya gelerek yerleşik hayata geçti. İnsanoğlunu yerleşik hayata iten şey, dini mabetlerin etrafında kalma arzusudur.” yorumunu yapmıştır.

Dünyanın ilk inanç merkezi olduğu düşünülen bu tapınak için büyük sütunlar ve ağır taşlar kaldırılıp, iki km uzaktaki kayalık bölgelerden buraya nasıl taşındı ve yerleştirildi? Tarih öncesi öğretilen bilgilere göre böyle bir yer olmamalıydı. Uygarlığın bilinmeyen kökeninin izleri Göbeklitepe’de… 

Göbeklitepe’nin hikâyesini anlamak için kutsalın hikâyesini de anlamak gerek. Antropolog Prof. Dr. Mehmet Bayraktar: “Klasik teori insanoğlunun kutsalını önce yeryüzünde aradığını, doğanın kutsallığına inandığını, sonra en parlak yıldızların arasında aradığını...” söylüyor. O nedenle Göbeklitepe’deki sütunların üçer derecelik açı farkıyla Sirus yıldızının gökyüzünde yer değiştirmesini simgelediğini, ancak burada bilinen hiçbir gökcismini referans almadığını…” belirtiyor. Anlam evrenimizi değiştirse de, insanın kutsalla ilişkisi değişmedi.

Arkeologlar buranın yaklaşık MÖ. 11.600 yıl öncesine dayanan ve dünyanın en eski anıtsal yapı olduğunu kabul ediyor. Burası son derece sofistike ve gelişmiş bir megalitik alan. İngiltere’deki tarih öncesi Stonehenge Anıtı’ndan, Mısır’da bulunan Gize Piramitleri’nden (Keops, Kefren, Mikerinos) yaklaşık 7500 yıl daha eski deniliyor. MÖ. 11.600 yıl önce dünyada bu tür yapıları yapabilecek hiçbir kültürün olmadığı düşüncesi de çürütülmüş oldu.

Fotoğraf: Nurten İrgen


Avcı-toplayıcı atalarımız yaşadığı bu yerde bu denli devasa yapıları tasarlayıp yapacak kadar gelişmiş değillerse burayı kim ya da kimler neden inşa etti? Göbeklitepe incelendiğinde, dönemin en iddialı ve etkileyici bir yapı olduğu anlaşıldı.

Yer bilimciler, çevresinde az sayıda insan yerleşimine dair birkaç iz taşıyan, benzer planlara sahip dört dairesel (oval) etrafı çevrili alan olduğunu söylüyorlar. Her birinin ortasında T şeklinde büyük megalit 10 ton ağırlığında cilalı bir zemine oturtulmuş. Bazılarının elleri ve kolları olan, başları yana yatık ikiz dev figürler kayaya oyulmuş. Etrafında daha küçük T şeklinde taşlarla çevrelenmiş. Taşlardaki oymalar titizlikle oyulmuş, süslenmiş. Sütunlarda Nuh’un gemisi taşa oyulmuş gibi en fazla yabanıl hayvan motifleri görülüyor. Motiflerde yer alan hayvanlar dönemin faunasıyla uyum içinde. Hayvan figürleri tek ve kabartma olarak işlenmiş; taşların üzerindeyse akrep, tilki, yılan, yaban domuzu, aslan, turna, yaban ördeği gibi birçok hayvan motifi düzenli bir şekilde sembolik olarak tasarlanmış. Dikilitaşlar ilk günkü gibi ayakta…

“Yapılan araştırmalar, önemli bir kültür bitkisi olan buğdayın atasının bu bölgede yetiştiğini gösteriyor. Göbeklitepe toprağında bulunan ve yabani bir buğday türü olan einkorn taneleri, bunun en büyük göstergesi. Bölgede tespit edilen diğer bitki kalıntıları ise badem ve yer fıstığının yabani türleri.”

Neolitik dönemde mimari kapısızdır, yapıların üzeri açıktır. D oval yapının MÖ. 11.600 yıl önce, A oval yapının MÖ. 10.500 yıl önce yapıldığı anlaşılır. C oval odanın görkemli bir girişi vardır, kapısı yoktur, girilemez. Kutsallar kutsalı bir oda ya da öte âleme açılan bir yerdi. 1.100 yıl boyunca yeni odalar eklenmiş, her seferinde yönü biraz daha değişmiştir. En eski D oval odanın en büyük ve en detaylı süslemelerinin olması ilginçtir. Yapının çatısı olmadığından tüm odalarda su geçirmez zemin oluşturulmuştur. Genelde pratik yaptıkça gelişiriz, ancak bu düşünce Göbeklitepe’de tersine çevrilmiş durumda.

Bu megalitik yapının sıra dışı özelliği: Arkeologların karbon tarihlemesinde, bu dört oval yapının aynı dönemde yapılmadığı, her odanın yüzlerce yıl sonra diğerinden daha küçük ve ortasında T şekilli sütunların inşa edildiği ve birbirine geçitlerle bağlandığı anlaşılmıştır. T sütunlar belki de o dönemin inancını temsil ediyordu.

Avcı-toplayıcılar megalit bir yapı yapmayı nasıl başardılar? Gazeteci Graham Hancock Göbeklitepe’deki yapıların mucizevi bir icat olmadığını, özellikle tarih öncesinin “Erken gelişmiş kayıp bir uygarlığın mirası” olabileceğini, Göbeklitepe’yi inşa edenlerin sıradan avcı-toplayıcılardan çok daha gelişmiş olduğunu söylüyor. 3

2003’de yürütülen jeolojik araştırmada, tepenin içinde 20 taş oval yapının, 200’den fazla sütunun olduğu, 9 hektardan büyük alana yayılan devasa büyüklükte bir megalitik kompleks yapı tespit edilir. Bu alanların çoğu henüz kazılmamıştır.

Taşlarla çalışma (teknoloji, bilgi, beceri) deneyimi olmayan insanlar Göbeklitepe gibi bir yeri inşa edemezdi. Arkasında uzun bir tarih olmalı ve bu tarihi hiç bilmiyoruz. Bu da bize geçmişte kayıp, gelişmiş bir uygarlığın varlığını düşündürüyor.

Göbeklitepe buzul çağının sonuna yakın bir zamana denk gelen dönemde yapılan tek yapı değil. 2019’da Türk Arkeologlar doğuya doğru bir saatlik mesafede bir çeşit ritüel için toplanma alanı gibi olan Karahan Tepe’yi keşfederler. Baş Arkeolog Profesör Necmi Karul, “T sütunlar Göbeklitepe ile aynı yaşta, ancak oymalar başarılı değil.” diyor.

Gökyüzüne bakan taş duvarlarla çevrili yapı, Malta’da bulunan en eski megalitik yapı Ggantija tapınaklarına benziyor. Maltalı Arkeolog Lenie Reedijk, antik megalitik tapınakların farklı hizaları aracılığıyla yönlerinin tek bir yıldızın Sirius’un değişen yükselme noktaların binlerce yıl boyunca doğduğu yerin değiştiğini söyler. Bu durum Göbeklitepe’de üç odanın da Sirius yıldızına bakacak şekilde konumlanması şaşırtıcıdır.

 “Göbeklitepe’nin gökyüzü ile ilgili olduğunu işaret eden iki ana iddia bulunmaktadır. Bir iddia, bölgenin gece gökyüzüyle özellikle de Sirius yıldızı ile aynı hizada olduğunu öne sürüyor çünkü yerel halk, bölgedeki diğer kültürlerin binlerce yıl sonra yaptığı gibi bu yıldıza tapıyordu. Diğer iddiaya göre ise Göbeklitepe’de bulunan oymalar, Buz Devri’nin sonlarında Dünya’ya çarpan bir kuyruklu yıldızın kayıtlarıydı.” İnsanlığın en eski tapınağı Göbeklitepe dünyanın ilk astronomik gözlemevi olabilir mi?  

Malta ve Türkiye’deki antik mimarların Sirius’un ortak noktada hem Gök Bilimi (Astronomi) hem de megalitik mimari bilgiden ve hayvan figürlerinden yararlandığını göstermektedir.

Gökbilimci Prof. Dr. Adnan Ökten ise; bu teoriyi MÖ. 12.000 yıl geriye giderek incelediğini, Sirus yıldızının görülmediğini açıklıyor. 

Astronomiyle ilgili bilim insanı Arkeolog Dr. Martin Sweatman, Göbeklitepe’de bulunan dünyadaki en önemli eserlerden biri olan 43. sütunun Rosetta taşı olduğunu belirtir ve üzerindeki sembolleri (akrep, akbaba, yılan, başsız insan, kuşlar, çeşitli figürler) inceler. MÖ. 10.900 ile 10.800’lere işaret ettiği anlaşılır. Gece göğünün haritası… “Astronominin evrensel dilinde taşa işlenmiş bir tarih.”

Bizim “Antik Kıyamet” dediğimize bilim insanları “Erken (Younger) Dryas Devri” adını veriyor. “Erken Dryas Devri” (MÖ. 12.800-11.800) olarak bilinen dönemde; dünya büyük çaplı coğrafi değişimlere neden olan felaketler yaşadı. 1000 yıl süren dondurucu soğukların ardından sıcaklıktaki ani artış buzulları eriterek okyanus seviyesinin yükselmesine yol açtı, dev bir sel ile son buldu. Yaşamı temelinden değiştirdi. Kılıç dişli kaplanların, Mamutların soyu tükendi, ama insanlık hayatta kaldı.

Kuzey Avrupa’yı 75.000 ile 18.000 yıl önce kasıp kavuran son buzul çağı, tıpkı Kostenki’deki yapının inşa edildiği zaman olan 23.000 ile 18.000 yıl önce en soğuk ve en şiddetli aşamasına ulaştı. Orta Avrasya’da 25.000 yıl kadar önce tümüyle mamut kemiklerinden çatılan dairesel yapılar mimarinin ulaşabildiği boyutları göstermekte. Rus Ovalarında araştırılan bölgede bulunan kemiklerin çoğunluğu mamutlardan oluşuyordu. 9 x 9 m. boyutlarındaki yapının duvarlarını inşa etmek için ve iç kısmına dağıtmak için toplam 51 alt çene ve 64 mamut kafatası kullanılmıştı. Bölgedeki kemiklerin 20.000 yıldan daha eski olduğunu gösteriyor ve bu da onu bölgede keşfedilmiş inşa edilen en eski dairesel yapı haline getiriyor. Böylesi “konut olmayan - anıtsal/kamusal” yapıların yalnız genel hatlarıyla değil, yap(tır)ılma ve kullanma şekil ve amacıyla da Göbeklitepe’ye benzediği söylenebilir.

Ayrıca Moskova’nın yaklaşık 500 km güneyinde, modern Kostenki köyünün hemen dışında bulunan dairesel yapının içinde, kömürleşmiş odun kalıntıları ve diğer yumuşak odunsu olmayan bitki kalıntıları ortaya çıktı. Bu, insanların odunların yanı sıra yakıt için kemikleri yaktığını ve orada yaşayan toplulukların, Buz Devri boyunca yenilebilir bitkiler için nereleri arayacağını öğrendiğini gösteriyor.” Araştırmayı yürüten Dr. Alexander Pryor: “Kostenki, bu zorlu ortamda yaşayan Paleolitik avcı-toplayıcıların nadir bir örneğini temsil ediyor.” diyor. 4

Tüm bunlar Göbeklitepe’nin on binlerce yıllık yoldan gelen avcı-toplayıcı kültürün bir ürünü olduğunu göstermekte. Öte yandan, avcı-toplayıcıların yerleşikleşme sürecinin en önemli duraklarından olan Göbeklitepe’nin Holosen’in başlangıçlarında yapıldığı, dolayısıyla oluşmakta olan yeni bir yaşam, üretim ve örgütlenme biçiminin habercisi olduğu da açık. Klaus Schmidt’in de benimsediği gibi Göbeklitepe’de tümüyle yeni bir olgu ya da kurumun inşa edilmediği, geçmişten taşınan bir sürekliliğin yeni bir biçime kavuşturulduğu söylenebilir. 5

En eski mitler antik kültürler aracılığı ile bize ulaşıyor. “Sel Miti” Sümerlerden Babillilere, Antik Yunanlardan Çinlilere kadar benzer efsaneler vardır. Örneğin Sümer efsanelerinden olan “Nuh’un gemisi” Gılgamış destanındaki benzer “Gerçek olay anlatısı” Kutsal kitaplarda Tevrat'ın Tekvin bölümü ve Kuran’da da yer almaktadır.

Göbeklitepe, büyük bir felaketle yok olan gelişmiş bir uygarlığın yeniden başladığı yer olarak görülmektedir. Bazı uzmanlar 43. sütunun MÖ. 11.600 yıllık olması ve çok iyi korunması nedeniyle buranın yalnızca ritüeller için inşa edilmediği, dünyayı değiştiren bir olayı anmak için yapıldığını da belirtiyorlar.

2017 yılında kazı alanından çıkarılan yaşları 20 ile 50 arasında değişen, 3 farklı insana ait kafatası parçalarında “kafatası kültü” ile bağdaştırılabilecek kasıtlı yapılmış izler bulundu. Kemiklerin mikroskobik analizine göre; kemiklerin üzerindeki derin oyuklar, delikler ve aşı boyası izlerinin ölümden kısa bir süre sonra taş aletlerle yapıldığı anlaşıldı.

“Prof. Dr. Mehmet Önal, yaptığı açıklamada, Science Advances dergisinde yer alan makaledeki bilgilere göre; “Göbeklitepe'deki D tapınağının dikili taşında akbaba figürünün yanında başı kesilmiş insan gövdesi kabartması ve bazı dikili taşlarda gövdesinden ayrılmış baş olarak yorumlanan yuvarlak şekiller, Göbeklitepe'de kafatası ayini olabileceği düşüncesini yıllar önceden vermişti. Çanak çömleksiz neolitik yerleşimlerde görülen bu gelenek ölüme ilişkin olası ritüellerin 'ataya tapınma' ve 'dini kutsama ayini' de olabileceği uzmanlar tarafından ifade edilmektedir.”

Araştırmacıların görüşleri kesin olmamakla birlikte kemiklerin üzerindeki bu izlerin, kafatasını asmak için yapılmış olabileceği üzerinde yoğunlaşıyor. Bulunan kalıntılar kafataslarının intikam amaçlı parçalanmaması, özenli ve sistemli şekilde üzerine delikler açılması, figürler çizilmesi düşman ya da kurban edilme değil, daha çok ‘Ataya tapınma’ olduğu yönünde…

Arkeologlar, alandaki taşların yaşını tayin ettiklerinde şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşırlar. Yaklaşık MÖ. 10.000 yıl önce (inşa edildikten yaklaşık bin yıl sonra) tüm yapılar hızlı bir şekilde bilinçli gömülmüş hem de aynı anda. Yalnızca gömmek değil, alanın üstüne insan yapımı bir tepe yapılmış. Bunun için kovalarına çakıl taşı doldurup odaların üzerine döken yüzlerce insanı hayal edebiliriz.  Bunu neden yaptılar? Burası terk edilmedi, gömüldü, saklandı, korundu keşfedilene kadar…

Göbeklitepe’yi inşa eden, teknolojik açıdan hiç de ilkel olmayan bu insanlar, sonraki kuşaklara çözmesi gereken önemli bir mesaj bırakmış olabilir mi?

Dünyanın en eski tapınak merkezi olarak kabul edilen Göbeklitepe arkeolojik alanı, 2011 yılında UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne eklendi. Çünkü bu özel bölgenin keşfi insanlık tarihi, dinler tarihi ve insanların yerleşik hayata geçmesi gibi konularla ilgili bilinen tüm anlayışı değiştirdi.

Neolitik çağdan miras kalan Göbeklitepe, dünyanın bilinmeyen uzak geçmişine, insanlık tarihine ışık tutmaya devam edecek…7

Manisa, 3 Kasım 2023

 

Kaynaklar:

1. Dünya Gazetesi, “İlk insanın' çene kemiği fosili bulundu.” 1 Temmuz 2017. https://www.bbc.com/turkce/haberler /2015/03/150305_ilk_insan_fosit                                                         
2. Graham Hancock, “Kadim Uygarlıklar” Tv. Belgesel. 2023.             
3. Erman Ertuğrul, “Mamut Kemiklerinden Yapılmış 25.000 Yıllık Yapı Bulundu” https://arkeofili.com/mamut-kemiklerinden-yapilmis-25-000-yillik-yapi-bulundu/ 18 Mart 2020.
4. Erdem Denk, “Göbeklitepe: Tarihin ‘Sıfır’ değil ‘Kırılma’ noktası”, Cumhuriyet Gazetesi, 2022.
5. Farah Yurdözü, Göbeklitepe'nin Çözülemeyen Sırları @Tv100bilimtarih https://www.youtube.com/watch?v=t2hdrWAqc4I&t=1047s
6. Göbeklitepe ile ilgili belgeseller, çeşitli yazılı-görsel kaynaklar.
7. Göbeklitepe Fotoğrafları, Nurten İrgen'in objektifinden.

Cüneyt Ahmet Eker

 Ben Cüneyt Ahmet Eker, 19 yaşındayım ve İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2. sınıf öğrencisiyim.  Hece ölçüsü kullanarak şiirler yazmaktayım.Teşekkür ederim. 


İKİ AĞAÇ ARDINDA 


Düş kırıklarıyla çarpıyor deniz,
Köpürmüş dalgalarıyla kıyıya.
Dalganın böylesi zarif ve temiz.
Bekliyorum iki ağaç ardında.
 
Ben ise tüm kinimle oradayım,
Yerim yok asla o nazik ortamda.
Bir dost için duruyordum sanırım,
Bekliyorum iki ağaç ardında.
 


Karahan Yılmaz
ÖRSELENMİŞ GRİ GÜNLER

I

Örselenmiş gri günlerin ıssız koylarında dolaşıyorum
Karşımda dilsiz bir sabah,
Başımın üstünde lacivert ve yorgun bir gökyüzü
Yürüyorum hayallerimin öte yakasına doğru
Ve ikinci el kitapçı dükkanlarının tozlu raflarında,
Tedavülden kalkmış eski şiir kitaplarına bakıyorum
Gözlerimde bir şimşek gibi çakıyor okuduğum her mısra
Ve sürrealist bir şiir kitabının adında soluklanıyor yalnızlığım
Nedense her adımda hayata geç kaldığımı düşünüyorum
Terkediyorum tüm ezberlerimi günün gün olma bilinciyle.
Hemen her meydanda çıplak kadın heykellerine rastlıyorum
Büyük bir merakla okuyorum kısa otobiyografilerini
Dudaklarında sanki hırpalanmış aşkların sessiz çığlıklarını duyuyorum
Bir not daha düşüyorum belleğimin sakıncalı günlüğüne
Ve iniyorum taşralı bir zamanın, kırık dökük merdivenlerinden
Yürüyorum ağır ağır kalabalık kent merkezine doğru.
Son yıllarda gezdiğim her kentte artık bir yabancı gibiyim
Hızla eskiyen ve eksilen hayallerimi onarıyorum
Oysa kaç kez dolaşmıştım sokaklarında bu kentlerin
Kaç kez yaşamıştım bu med cezirleri / bilmiyorum
Bildiğim; ustura bakışlı uzun bir gecenin bittiği yerdeyim.
II
Orta halli villa bahçelerinde ihmal edilmiş bir begonvilim
Çıplak ve göçebe bir rüzgarım, soğuk dağ başlarında
Kent varoşlarında sırtından bıçaklanmış aç bir sabahım
Çoktan öğrendim asırlık çınar ağaçlarında çetin bir dal olmayı
Bunun için adını hep adımın hizasına yazdım
Bunun için yıllarca sürdü yalnızlığım ve susmalarım
Bunun için yasak sevişmelerde sürekli suçüstü yakalandım
Ey hayat, aşka ve sana dair bütün bildiklerimi güncelliyorum.
27 Şubat 2021 – Dalaman 


Yağmur Akpak
GEÇ KALMIŞLIKLAR

 

Her mısra ayrı bir susuştu gözlerinde
Ve ben en derin okyanuslarında yüzüyordum senin
Kaybolmuş benliğinin savurgan cümlelerinde.
Karanlığımda ellerini duyumsardım
Ruhumda çiçekler açardı amansız ve narin
 
Sokağından geçmezdi yollarım, bilirim
Oysa bir kuşluk vakti inceliğindeydi yüreğin
Bir kadeh tutuşunda ellerin.
Gökyüzüne merdiven dayatılmış sözcüklerin
Yüzünü döküşlerin
Bir de tren saatleri. 


Nilüfer Uçar
VAROLUŞUN TEMEL TAŞLARI / KADIN ve ERKEK

 İnsan, insan derler idi, insan nedir şimdi bildim.”     Muhyiddin Abdal

İnsan denilen canlı; varoluşunda günümüze kadar çeşitli aşama ve değişimler geçirerek, biyolojik evrimleşme sürecini tamamlamaya çalıştı/çalışıyor. Bilişim ve teknoloji çağının dinamiklerini kullanırken, sosyal yönden aile kavramı da modernleşerek geleneksel aileden çekirdek aile yapısına geçiş yaptı. Varoluşun temeli nesillerin devamlılığıdır. Anaerkil, ataerkil, çekirdek aile yapısı eşitlikçi döneme doğru yol alarak günümüze gelindi. Anaerkil ailelerde ev kadına ait olup miras anneden kıza geçiyordu. Boşanma durumunda erkek evi terk ediyordu. Devamında ataerkil dönem başladı. Bununla birlikte üretim ve güç erkeğin egemenliğine geçti, miras da erkek çocuğa bırakıldı. Modernleşmenin yarattığı değişimle birlikte aile eşitlikçi yapıya doğru evirilmeye başlasa da beraberinde sorunlarda getirdi.

Yaşam koşulları, gelenekler, aile kültürü, iş ve geçimin yarattığı stres-gerginlik çözülmelere neden olduğu gözlenir. Kadınlar sosyal yaşamın içinde yer almaya başlamasıyla eşitlik kavramı işlevsellik kazandı. Çocuk bakımı ve eğitimi, akraba ilişkileri, alışkanlıklar ve ihtiyaçların değişimi uyum sorunu yarattı… Aile içindeki hiyerarşi, geleneksel Türk aile yapısında rollerin değişmesi, karşı çıkışlara neden oldu. Ataerkil ve gelenekçi yapıyı sürdürmek isteyen erkekler, kadının sosyal yaşamda yer almasını istememelerinin nedeni, üstünlüklerini kaybetme korku ve endişesiydi.  

Peki! Aile nedir? Anne, baba ve çocuk üçlüsünün oluşturduğu varoluş ve nesil aktarım kaynağıdır diyebiliriz. Anne kucağı, baba ocağından başlayan; dün, bugün, yarın, gelecek olan toplumun üç temel elementi,  yaşam zinciri.

Kadın, yani eş yani anneler. Ailenin mihenk taşı, tarihin akışını değiştiren, devletlere yön veren, tek bir sözleriyle imparatorlukları titreten, yaptıkları buluşlarla dünyayı güzelleştiren kadınlar; Sappho, Hürrem Sultan, İndira Gandhi, Büyük Katerina, Maria Curie, Kleopatra, I.Elizabeth, Anne Frank, Carlota Lukumi, Rose Parks, Sabiha Gökçen ve daha nicesi tarihin azgın sularına baş kaldıran kadınlar… İskenderiyeli matematikçi, astronom ve ilk kadın filozof Hypatia’yi; vali ve piskoposun “dinsizlik, ve “şeytanlık” ile suçlaması, halkı kışkırtması sonucunda; taşlandı, derisi yüzüldü, vücudu parçalandı ve yakılarak öldürüldü (MS.370-415). Emily Murphy bir fahişenin yargılandığı davaya tepki nedeniyle 1916 yılında Kanada’nın ilk kadın yargıcı oldu. Girdiği ilk davasında aldığı karara itiraz edildi, “Murphy insan değil, insan olmayan bir davayı yargılayamaz,” denilerek yargıçlık görevinden alındı. Kadınların insan olduğunu kanıtlayan Emilyler… Aydın kadınlar tarih boyu hedef olmuştur, gerici, yobaz ve çıkarcı erkler karşısında. Bahriye Üçok da bunlardan birisidir. Toplumlar kadınlara ne kadar değer veriyorlar.

Orta Asya’da kurulan ilk Türk devletlerinde kadın ve erkek eşit haklara sahipti. Devlet yönetiminde hakanın yanında hatunun da söz hakkı vardı. Kadınların kağanlık yönetiminde yer alması, Türk töresinde kadın ve erkek arasında bir ayırım yapılmadığının göstergesidir. Türk destanlarında kadın, ilahi bir varlık olarak algılanırdı. İyi kılıç kullanır iyi savaşçılardı. Kadınlara karşı sarsılmaz bir saygı ve sadakat vardı.

Çin’le yapılan ilk barış antlaşmasını Mete Han’ın hatunu imzalamıştır. Kadınlar baskı altında tutulmuyor, aşağılanmıyorlardı. Türk felsefesinde öyle yüce mertebeye konmuştur ki; erkeğin biricik yoldaşı, bereket kaynağı olarak görülür ve değer verilirdi. Ziya Gökalp; “Eski ırklarda hiçbiri kadınlara Türkler kadar hak vermemiş ve saygı göstermemiştir,” demiş.

Tarihi akış içinde yaşanılanlara bakarsak; İngiltere’de XI. yüzyıla kadar erkekler karılarını satabilirlerdi. Hıristiyanlar ise kadına şeytan gözüyle bakıyorlardı. Çinliler kadını insan saymadıkları gibi isim dahi vermezlermiş. Farslarda kadın erkeğe itaat etmek zorundaydı. Araplar cahiliye döneminde kız çocuklarını toprağa diri diri gömerlermiş. Ruslar (Slavlar) kadını eşya olarak kabul ederlerdi. İslamiyet’te; kadın toplum yaşamında ve toplumsal ilişkilerde, siyasetten uzaklaştırılmış, yasaklar getirilmiştir. Türklerin kadına verdiği değer dini bağnazlar tarafında yok edilirken eşitlik konumlarını da kaybetmişler. Bu da erkek egemen bir oluşuma yol açmıştır. Yakın tarih ve coğrafyamızda birçok İslam ülkesinde yaşanılan durum bu. İslamiyet öncesi bozkır coğrafyasında bir Tomris Hatun vardı. Onları tarihin karanlık sayfalarına gömme gayretleri ve istekleri bitmedi, bitecek gibi de görünmüyor.

Osmanlı döneminde süreç nasıl işledi? Kadınlar; mahkemelerde iki kadın ancak bir erkeğe denk tutulmuş. Nüfus sayımında sayılmayan, özlük hakları olmayan kadınlar. Toplumda erkeklerin tartışılmaz üstünlüğü devam etmiş. Adem’le başlayan, tarihsel süreçle devam eden taraflı bir üstünlük anlayışı! Resmi nikâh olmadığı gibi ikinci eş olama, sosyal haklar, eğitimde yoksun olma, meslek edinememe sorunların küçük bir kısmıydı.

Cumhuriyet döneminde kadınlar pek çok sosyal haklara kavuştu. Kadınların özgürleşmesi, erkeklerin özgürlük alanlarını kısıtladığı düşüncesi belli çevreleri rahatsız ettiği yükselen ses tonlarından anlaşılıyor. Ataerkil bir yapıdan geldiğimiz düşünülürse bu zihniyet uygun ortam bulma ve filizlenme çabasında. Erkek soy ağacının aslı ve köküdür zihniyetinin sonucudur olagelen. 

Günümüzde neler yaşanıyor? 21. yüzyılın ilk çeyreğindeyiz. Erkek  şiddetinin olağan sayıldığı, kanıksandığı, yaptırım uygulanmadığı yürek sızlatan, utanç verici bir süreç. Kadın cinayetleri artık sıradan olaymış gibi kabulleniş ne acı!

Sorunlu aile ortamında; mutsuz, duygu dünyaları karışık, babaya karşı sevgi ve güven yitimi yaşayan, taraf olamaya itilen çocuklar. Korkak, tedirgin, özgüvensiz, hırçın ya da çok pasif çocukların yetişmesine neden olur ki bu da toplumun bağdokusunu zedeler.

 “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu”na göre; kadın cinayetleri son on yılda üç kat arttı. “namus temizleme”, “töre”, “boşanma”, “kıskançlık” gerekçeleri neden gösterilerek kadınların yaşam hakları ellerinden alınıyor. Devletin koruyamadığı, ölümün kucağına atılan kadınlar; Ayşe Paşalılar, Güldünya Törenler, Arzu Odabaşlar, Bahar Kırbaşlar ve daha nicesi… Resmi verilere göre son on yılda 4.197 kadın öldürüldü… Kaç çocuk eder bu sayı? Ya da kaç baba?

Kadına yönelik şiddetle mücadele kapsamında kabul edilen, uluslararası bir sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi, Avrupa Konseyi üyesi 34 ülke tarafından onaylandı. Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine dair kanun 20 Mart 2012’de yürürlüğe girdi. Türkiye bu sözleşmeyi Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle 20 Mart 2021 günü iptal etti. Sözleşmenin temel ilkesi; kadına yönelik her türlü şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesi, şiddet mağdurlarının korunması, suçların kovuşturulması, suçluların cezalandırılması ve kadına karşı şiddet ile mücadele alanında bütüncül, eş güdümlü ve etkili işbirliği içeren politikaların hayata geçirilmesidir.  Ne yazık ki, Türkiye %38 oranla kadınların en fazla şiddete maruz kaldığı ülkeler arasında üst sıralarda yer almakta.    

Tarihi süreç içinde cinsiyet ayırımcılık kavramı; toplumsal, kültürel, biyolojik ve siyasal ölçüt evrensel boyutta ele alınsa da farklılık göstermektedir. Amaç cinsiyet ayırımcılığı yapmak değil, olanları-yaşanılanları görünür kılmaktır.

Din adına konuşanlar ve dini siyasete malzeme yapanların en çok uğraştıkları kadın ve kadın haklarıdır. Çocuk yaşta evlilikler, okuma olanaklarında ve çalışma alanlarında yoksun bırakma çabaları gün geçtikçe ivme kazanmakta. Kadının giyim kuşamı, davranışları, sosyal yaşamını sürekli irdelenip, gündem oluşturulmaktadırlar. Bu kadını geri plâna iteme eve hapsetme çabasıdır. Geri kalmış ve dini baskıların olduğu pek çok ülkede yaşanılan bu ve benzeri durumlar… Sinsi, tehlikeli gidişin ayak seslerine kulak verilmeli. Duyarlı olunmalı, birlikte güçlüyüz bilinci oluşturulmalı.

Aile kavramı bir bütündür. Amaç birini yargılamak değil, dengeleri sağlamak olmalı. İlerleme çağında ayırımcılık geriye gitmenin ön koşuludur. Kadın erkeğin yarısı, tamamlayıcı unsuru değildir. Ayrı birer bireydirler. Bunun ayırdına varıldığında sorunlar da çözüme ulaşır.

Çağdaş nesiller yetiştirebilmek için; çağdaş eğitimin, okullaşmanın, bilimden ve teknolojiden uzaklaşmadan, sanatın her alanına önem verildiğinde ilerleme sağlanabilir. Ayrıştırma, ötekileştirme, cinsiyet ayırımı yapmadan, eşit haklardan yararlanma, alan daraltma değil alan genişletme, özgür düşünmeye yol açma gibi önemli kriterler yaşama geçirilmeli. Kadını yok sayan, yaşamdan uzaklaştıran toplumlar şahdamarını kesiyor. O tür toplumlara bakıldığında geri kaldıkları, sefalet içinde, güçlü ülkelerin güdümünden kendilerini kurtaramadıkları görülür.

Yaşanılan olumsuzluklara karşın hakları ödenmeyen anne ve babalarımızın değeri korunmalı. Çocukların geleceği için, yaşam hakkı için… Kültürünü, birikimini, görgüsünü, değer yargılarını, özverisini çocuklarına bırakıt olarak bırakan anne-babalar… Sırtımızı dayadığımız yüce dağlar. DNA’sını gururla taşıdıklarımız… Eşine, çocuklarına değer veren babalar… Yaşamın zorluklarına babayla birlikte omuz veren anneler… Sevgi bağıları güçlüyse babanın da annenin de değeri sınırsızdır. Çağdaş bir dünyada, çağdaş bir yaşam için çağdaş bireyler olmanın onurunu taşıyacak; onurlu, mutlu, umutlu çocuklar yetiştirmek için kadın erkek eşitliğini kabullenmeliyiz.

Ailenin, varoluşun temel taşları; kadınlar, erkekler, çocuklar... Yaşam birlikte güzel…                                                                         Haziran 2023


Olgun Önder
BALIKÇI

 
oysa biz sanıyorduk balıkçının
sadece ağları dövdüğünü.
çok sonra öğrendik
karada sövemediklerine,
denize açılıp sövdüğünü.
ve biz sanıyorduk
balıkçının yalnızca balık tuttuğunu,
kendisi anlattı
denize açılınca,
unutamadıklarını unuttuğunu
 

Sedat Erdoğdu
KURCALAMA GEÇMİŞİ

 

Hoş geldiniz hüznüme, örselenmiş yıllarım
Vay benim dertli başım, buruk bağbozumlarım
Varamadım bir türlü, mutluluğun farkına
Dokununca bağrıma, kaybolduğum yanlarım…
 
Senin siyah gözlerin, kalbimin belâsıdır
Suskunluğum çilekeş, dilimin cezasıdır
Yüreğimin efkârı, İşgâl mevzilerinde
Kurcalama geçmişi, şimdi aşk zamanıdır…
 
Aklımın bir yerinde, yürüyen adımlarım
Soluğumda nefessiz, gürültüsüz yanarım
Meşakkatli yollardan, çıkıp geldim ben sana
Uçurumun dibinde, sessiz fısıltılarım…

 

Bahri Loş
SANCI

 

Işıldayan zekânın elindeki oyuncak

Hızının dişlilerine denk gelme ihtimali
Dinginliğin ezgilerdeki akşam izleri
İçe çekilmiş deniz, dışa vurulmuş zaman
İç kemiren hüzün, yüzü asılmış mutluluk
 
Kirpiğin ucuna gizlenmiş ruhsuz yaşam
Sarı liralar arasında kıvranan yorgunluk
Sarmala girmiş konfor huzursuzu ilişkiler
Dil zengini konuşmalar hissiz adımlar
Çıkmazlara bulanmış asil yolculuklar
 
Yüksek tutarlar ferahlatıcı toplu harcamalar
Fındıkkabuğunda dev pırlantalar, lüks yatlar
Kaşla göz arasında kayıp renkli dünyalar
Şaha kalkmış bilgi, adres şaşırmış değer
Kılıfına uydurulmuş eğri, sürgün yemiş doğrular
 
Kusurlu düşler ülkesi dünya
Uygar dokunuşlu ağır yaralama sanatı
Ağrısız baş aramanın ardındaki sancılı beden
Ters yön güzellemesi, uzun yol yürümeleri
Yaya kalmış, ışık hızı bir çağın eşsiz zenginlikleri 


Funda Leblebici  
YARINLAR BİZİM

 
Yolları aşalım dostlar el ele
Yiğitçe koşalım kardelenlere
Birlikte çıkalım güzel günlere
Sabahla doğacak yarınlar bizim
 
Güneşte kavrulan tenimiz gibi
Emekte boşalan terimiz gibi
Yumruğa dönüşen elimiz gibi
Umuda yürüyen adımlar bizim
 
Kanalda parlayan sular kanımız
Başaktaki ekin bizim canımız
Emeği kutsalca sayanlardanız
Tarlada çalışan kadınlar bizim
 
Kardelenler gibi boy vereceğiz
Zalimin zulmüne direneceğiz
Bugünden yarına el vereceğiz
Umutlara gebe sancılar bizim
 
Şiire can veren benim harflerim
Bu yoksul bu garip benim kardeşim
Bu benim toprağım benim denizim
Bu sular ormanlar kayınlar bizim
‘Bir Sonbahar Antolojisi’de yayımlanmıştır.

 

Mehmet Kuvvet
AH! MESELİ…

 

Ah! İki çeşmemin iki gözü!

Seni özlemekten nefret ediyorum. Seni sevmekten, dönüp dolaşıp sana gelmekten, beni ihmal etmenden, bu kadar kötü olmandan nefret ediyorum.

Sen öldün mü?

Ben seni neden bu kadar özlüyorum?

Neden sesini duyamıyorum?

Ne zaman bitecek bu sevgi?

Bir türlü bitmemesinden de nefret ediyorum. 

İçimi titrettin, karnımda kelebekler uçurttun, yüreğimi hoplattın ve en çok da parmak uçlarımı sızlattın. Öptün sızlattın, öptün sızlattın…

Ama aklımın sesini duymaya başladığımda yüreğimin sesi kısıldı. Kendimi unutup sevmiştim seni. Kendimi hatırladığıma göre sevginin o çıldırtıcı şiddeti bitti. Eskisi gibi sevseydim seni "hayır" sözcüğü çıkamazdı dudaklarımdan.

Öyleyse benim elim neden kangren o halde?

Hâlâ hasretle, gözümün önünde yüzünle, içimde kıpırtılarla, aşkla, heyecanla güne başlamayı, başım göğsünde günü bitirmeyi çok özlüyorum. Seni değil yaşadığım aşkı özlüyorum. Göğsüne yaslandığımda kanatlanışımı, kirpiklerimin buğusunu silişini özlüyorum. Seni zorla içine çektiğim ve içinde tutmak için büyük çaba verdiğim o ‘gizli bahçe’mi özlüyorum.

Bazen gözümü kapatıp giriyorum bahçeme, gerçekten yapıyorum bunu.

Talan edilmiş, yağmalanmış, tek sırdaşım, sevdiğim insan önüne ne gelirse söküp atmış bahçeden. Kırılan gurur, yıkılan umutlar, yarım kalmış hayaller, tarumar edilmiş bir aşk kalmış sadece. Bunların hepsini görüyorum. Gerçekten derinlerde hissediyorum ve buna rağmen hala seninle konuşuyorum.

Biliyorum; “Seni anlamakta zorluk çekiyorum. Beni en iyi sen anlarsın, sen de yanlış anlıyorsun. Bana, sana baktığım gibi bak, yanlışlarımı görmezsin.” diyorsun. Ama her yeni barışmamızda bir önceki sorun bitti sandın. Oysa ki öyle olmadı. Duygularıma karşı koyamayıp her şeye rağmen hep geldim sana. Acıya, kanaya…Kafam hiç rahat olmadı, yüreğim aslında hiçbir hatanı affetmedi. Ama o korkunç aşk elimi kolumu bağladı, her defasında sende aldım soluğu.

Aslında bana yaptıklarının farkındasın. Beni getirdiğin noktanın sorumlusu olduğunun bilincindesin, bu direniş ondan. Oysa epeydir af çıkmadı sana benim gönlümden. Demek ki geçmişten gelen bir alışkanlık sendeki.

Bu kez sana mutluluklar dileyemeyeceğim. Rabbim seni her türlü kötülükten korusun, sağlık, huzur versin. Ama yüreğin cayır cayır yansın, son nefesine kadar yüreğinde, dilinde adım kalsın. Pişmanlıkların, keşkelerin kavursun yüreğini.

Adımlarım yavaş yavaş geri gidiyor. Bakışlarım değişiyor. Dudaklarının ateşini hisseden dudaklarım titremeye başlıyor ve gözlerim dolmaya... Teninin heyecanından sıkışan nefesim öfkeden daha da sıkışıyor. 

Neden ben sensiz yaşlandım?

Çok sevdim. Büyük bir aşk yaşadım. Hak etmediğim kadar çok kırıldım. Belki sevildim ama hiç değer görmedim. Yolun sonunda elimden gelen her şeyi hatta fazlasını yaptım diyebilmenin vicdani rahatlığıylayım. Öfkem ve içimdeki kırgınlığın ateşi yakar kavurur seni. O da can yakar, ah!

 

İsmail Okutan
GECELEYİN BİR DOLUNAY

 

Güneş tepemde yükselip yakınca yüzümü
Beni yanmaktan korurdu kokulu iğdenin gölgesi
Salkım söğütler serpilip süslerdi kararmış gözümü
Gövermiş bir bahçeydi bu harabenin öncesi
O vefalı dostu bekliyor hâlâ orada kara bir kedi
O renkli kelebekler yok muydu orada koca bir ordu
Şimdi ne olduysa sen gidince oldu ey babaanne, hayat dondu
Köpekler dolaşır hâlâ etrafında sınırların, yürekleri yanık
Gök hâlâ aynı gök, yıldızlar tanıdık, taşlar tanıdık
Şakayık çiçekleri bekler hâlâ aynı yerde
Ne değişti burada, senin gidişinden başka?
Yıkık duvarların altında kalmış şimdi hayat
 
Senin ağaçları sulayan o beyaz ellerin, getirir beni aşka
Asla yalnız bırakmadılar bahçeni anne,
Yağmur ile güneş ve geceleyin dolunay
Dönüp bakmıyorlar başka yere, kanadı kırık kuşların
Ne hayat kaldı ne insan burada, sen göç edip gideli
İlk adımım sanaydı oysa başlarken anne hayata
Hasretten kuruyup benim ellerim gibi boş kalan bahçen
Benim yemyeşil fikir bahçemdir şimdi
Beyaz yüzlü, başı al yazmalı resmin süsler
Benim boş kalmış harabe içimi şimdi
Yaşlı ağaçtan kayısı kopardığım o anlar nerde?
Nerededir şimdi, içime dolan hasret ve hüzün.

 

Hasan Ildız
ÖMÜR HANIM'A MEKTUPLAR-1

 

İnsan diyorum Ömür Hanım
Arada bir dönüp arkasına baksa
Kaç yerde yorulmuş ve oturmuş
Bir sayımını yapsa, yürümenin
Bir hesabını çıkarsa...
 
Düşünüyorum da Ömür Hanım
On bin yıl önce de buralarda
Havalar yine sıcaktı böyle
Belki inanmayacaksın ama
Yıldızlar yine böyle parlaktı
 
Şu senin bulunduğun yerden
Kaç bin kişi
Durup yıldızlara baktı Ömür Hanım
Bu güne kadar kaç bin kişi
Belki de sadece şiir yazdığı için
Hapis yattı senelerce
Sürgün yedi ülkesinden.
 
Buralarda Ömür Hanım
At sesleri duyarım ben
Başımı yere koyar koymaz
Nal sesleri duyarım tarih öncesinden
Bu oturan piramitlerden
Girip çıkanlar olur bazen
Bazen girip çıkmayanlar
Kaşla göz arasında
Görünüp kaybolanlar.
 
İnsan hep koşmasa Ömür Hanım
Biraz da düşünmeye zaman ayırsa
Babil'in Babilce" Tanrının Kapısı"
Olduğunu bilse ve bunu
Kendinden bile gizlese
Sırf yazıyı merakından
Tabletleri incelese sabaha kadar
Bir aşk şiirine rast gelse mesela
Sevginin yaşını birazcık hayal etse. 


Fazilet Özkan Por
MUHSİN ERTUĞRUL

(Tiyatro ve Sinemaya Adanmış Yaşam) 

“Gerçek uygarlık, edebiyat ve sanattan doğar. Tarih, tiyatrosuz yükselmiş bir ulus gösteremez.”  Muhsin Ertuğrul

Çağdaş Türk tiyatrosunun batılı anlamda kurucusu olarak kabul edilir. Türk sinemasının kuruluşuna ışık tutar, ilklere imza atar. 1922- 1939 yılları arasında Türkiye’de film yapan tek kişidir. Bu büyük sanatçıyı tanımaya ne dersiniz?

Türk tiyatro adamı; sanatçı, yönetmen, oyuncu ve yapımcı Muhsin Ertuğrul, Hariciye Nezaret memurlarından Hüseyin Hüsnü Bey ile Fatma Dilruh Hanım’ın oğludur Ertuğrul.  İstanbul’da dünyaya gelir. (28 Şubat 1892)

İstanbul Tefeyyüz Mektebi, Darüledep, Soğukçeşme ve Toptaşı Rüştiyesi ile Mercan İdadisinde eğitim alır.

İlkokulda izlediği; Karagöz Hacivat, Meddah, Orta Oyunu gibi geleneksel sahne gösterileri tiyatroya ilgisini çeker ve oyuncu olmaya karar verir o yaşlarda

2. Meşrutiyet’in ilanıyla ulusu saran özgürlük ortamı, İstanbullu gençlerin tiyatroya ilgisini çeker, yönelmesini sağlar. (1908)

Bu gençlerden biridir Ertuğrul. Erenköy’deki Burhanettin Tiyatrosu’nda sahnelenen Sherlock Holmes oyunuyla ilk kez sahneye çıkar. (1909)

Ancak; ailesi sahneye çıkmasını istemez. Sanat ateşi ruhunu tutuşturmuştur oysa.

Bir arkadaşının önerisiyle tiyatro bilgisini artırmak için Paris’e gider. (1911)

İstanbul’a döndüğünde yönetmen ve oyuncu olarak çalışmaya başlar. İlk olarak Shakespeare’in Hamlet oyununu sahneye koyar ve Hamlet rolünü canlandırır. (1912)

İlklerin ardındadır büyük sanatçı. İstanbul ile yetinmez. Tiyatroyu yaygınlaştırmanın ve başka illerde de tiyatro ışığı yakmanın uğraşını vermektedir.

Bursa’da Millet Tiyatrosu’nu kurar. İsmail Galip Arcan, Behzad Butak ve Kemal Emin Bora ile kurdukları Yeni Turan Temsil Heyetinde sergiledikleri birçok oyunda, oyunculuk yapar. (1913)

Aynı yıl İstanbul Şehzadebaşı’nda Ertuğrul Sineması’nı açar.

Dârülbedâyi adıyla yaşama giren kurumun, sonraki yıllarda Şehir tiyatroları adını alacak olan kuruluşunda yer alır. (1914)

Bu arada; sosyal yaşamdan uzakta kafes arkasında yaşayan, yanında bir erkek yakını olmadan sokağa çıkamayan Türk kadınları için çaba harcamaktadır. Onların serbestçe tiyatroya gidebilmesi, hatta yüzlerini açıp sahneye çıkabilmesi için çaba göstermektedir.

Tüm bu uğraşların sonucunda ilk konservatuvarlı Türk kızı Afife Jale’nin sahneye çıkabilmesi ise yıllar alacaktır. (1920)

Sinema ve tiyatro incelemeleri yapmak için gittiği Berlin’de yaşadığı dönemde İstanbul Film şirketini kurar. Almanya’da yine bu yıllarda Edebi Tiyatro Heyeti adlı bir topluluk kurar. (1918-1921)

Bu incelemelerden edindiği; batı tiyatrosunun yorum, sahne tekniği ve yönetim alanındaki yeniliklerini Türk tiyatrosunda da uygular.

Tiyatro sanatını tanıtmak, yaygınlaştırmak, kurumsallaştırmak en büyük amacıdır artık. Tiyatronun İstanbul dışında değişik kentlerde yaygınlaştırılması için çaba gösterir, kuruluşlarına katkıda bulunur.

Tiyatro çalışmalarının yanı sıra sinema filmi de çekmektedir. Halide Edip Adıvar’ın aynı adlı romanından uyarladığı Ateşten Gömlek; Türk Kurtuluş Savaşı’nı konu alan ilk film olarak sinema tarihindeki yerini alır. (1923)

Kurtuluş Savaşı’nı konu alan ilk belgesel; Zafer Yolları adlı filmin de yönetmenidir.  

Atatürk; yeni bir devlet kurmuş, cumhuriyeti ilan etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çağdaş, aydınlık yeni bir ülke olmasını amaçlamaktadır.

Atatürk; ülkenin gelişip uygarlaşmasında, kültür düzeyinin yükseltilmesinde, halkın eğitilmesinde, sanatın, sanatçının ne denli önemli olduğunu bakın nasıl anlatıyor:

“Güzel sanatlarda başarı; bütün inkılapların başarılı olduğunun en kesin delilidir. Bunda başarılı olamayan milletlere ne yazıktır. Onlar bütün başarılarına rağmen medeniyet alanında, yüksek insanlık sıfatıyla tanınmaktan daima yoksun kalacaklardır.”

 “Sanatkâr toplumda uzun mücadele ve gayretlerden sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır.”

Atatürk’ ün; uygar bir Türkiye ülküsünün gerçekleşmesi için, tiyatro aşkıyla yoldadır Muhsin Ertuğrul.

Bertolt Brecht’in “Sanat, dünyayı yansıtan bir ayna değil, dünyanın onunla şekillendirildiği bir çekiçtir.” dediği çekici elindedir Ertuğrul’un: Tiyatro.

Darülbedayi de sanat yönetmeni olur. Şehir tiyatrosu kimliği kazandırdığı bu kurumda Devlet Tiyatroları Genel Müdürü olana dek çalışır. (1927- 1949)

İpek Film şirketini kurar. (1928)

Tiyatro ve sinema çalışmalarını birlikte yürütmektedir. Kurulmasına öncülük ettiği İpek Film ile ilk sesli Türk filmlerini çeker. Baş rolünü ilk soprano sanatçımız; Semiha Berksoy’un oynadığı İstanbul Sokaklarında (1931) ile Bir Millet Uyanıyor (1932) adlı filmler ilk sesli film olarak tarihteki yerini alır.

Tiyatro Meslek Okulu’nun açılmasına öncülük eder. Belediye Konservatuvarının öncüsü sayılabilecek bu okulda dersler verir. (1931)

1935-1936 sezonunda İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda Türkiye’de ilk düzenli çocuk oyunlarını başlatır.

Yeni kurulan Ankara Devlet Konservatuvarında tiyatro öğretmenliğine başlar. (1936)

Tüm bu uğraşların yanında yazılar da yazmaktadır. Perde ve Sahne adlı dergi çıkarır eşiyle birlikte. (1941)

1947 de kurulan Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü ile İstanbul Şehir Tiyatroları Baş Rejisörlüğü görevlerini birlikte yürütür.

Ankara’da; Küçük Tiyatro (1947) ve Büyük Tiyatro’yu kurar. (1948)

 Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğüne atanır. (1949)

Ancak; Büyük Tiyatro’da balo yapılmasına karşı çıkması, dönemin iktidarının tepkisine neden olur. Ve genel müdürlük görevinden istifa eder. (1950)

Yeniden İstanbul’a döner ve Küçük Sahne’yi kurar. Oyunlar yönetir.

İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda baş yönetmenlik görevini sürdürmektedir. Bu arada Üsküdar Tiyatrosu, Kadıköy Tiyatrosu, Zeytinburnu Tiyatrosu’nu açar. (1958- 1966)

LCC Tiyatro Okulu’nda sahne dersleri, İstanbul Gazetecilik Enstitüsü’nde tiyatro eleştirileri dersleri verir. (1967)

Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliğine atanır. Bu görevi sırasında; semt tiyatrosu, öğle tiyatrosu, gezici tiyatro gibi uygulamalar başlatır. Böylece daha çok izleyicinin tiyatroyla tanışacağı yeni bir tiyatro seferberliği başlatmıştır. Gültepe Tiyatrosu ve Bayrampaşa Tiyatrosu’nu açar. Deneme Sahnesi’ni kurdurur. (1974-1975)

İç çekişmeler yüzünden görevini bırakmak zorunda kalır. Çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazarak birikimini okuyucu ile paylaşmayı sürdürür. Çeviriler yapar. (1976)

Ödülleri

2. Venedik Film Festivali: Onur Madalyası-Leblebici Horhor Ağa filmi. (Senaristliğini Nazım Hikmet’in yaptığı bu film; Türk sinemasının aldığı ilk uluslararası ödülüdür.)

Goethe Madalyası: Tiyatro alanında verdiği hizmetler nedeniyle. (1932)

Devlet Kültür Armağanı: Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir sanatçıya verilir. (1971)

Fahri Doktora: Ege Üniversitesi tarafından verilir. (23 Nisan 1979)

1997 yılından bu yana; Afife Tiyatro Ödülleri kapsamında anısını yaşatmak üzere Muhsin Ertuğrul Özel Ödülü verilmektedir.

Çağdaş Türk tiyatrosunun temelini atan ve geliştiren Muhsin Ertuğrul; Ege Üniversitesi tarafından verilen ödülünü almak, sanat yaşamının 70. yılı kutlamalarına katılmak için gittiği İzmir’de yaşama veda eder. (29 Nisan 1979)

Usta yönetmen, oyuncu, yapımcı, eğitimci, çevirmen; yaşamını ilklerle tiyatro ve sinemaya adamış usta Muhsin Ertuğrul’un anısına saygıyla… 01 Mayıs 2023


Yaşar Özmen
DİLHAN*

 

(…)
Şu gün oldu bu denli kaygıya düşmediydi zihnim
     Aygır tarih yüklendikçe yükleniyor belleğime
            Bir yetke ki sermayesi öfke,
                                   üstüme çullanmış
            Ruhumu karartansa
                                   cehaletin eli sopalı kâhyası
Kimi dikmiş gözünü göğe,
       kimi “Karaüzüm habbesi”ne
            Kimi suskun,
                         kimi saldırır kurtuluş nüvesine
Ne desem anlamsız;
                        duyulsa da yok hükmünde
Aydınlığı inkâr;
            bilgiden değil, bilirim körlükten
Ne denge kaldı ne şiraze ne de temiz makam
     Görmezliğin ayyuka vardığı günler bu günler
            Çıkmaz bir sokağın ucunda başıboş kurbanlığız
       Ne kadar uzaksak o kadar
            bıçağın ucunda duranlardanız
                        Kim ne derse desin,
                                    isterse tarihi gömsünler
     Uygarlığa yolumuz var daha, gökyüzü evim
Yürüyelim Dilhan yürüyelim,
       Nazım’ın deyişiyle;
            “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
       Bu memleket bizim.[3]
***
Ne zaman başımı kaldırıp göz atsam başkente
     Gölgelerin şimendiferi üstüme yürür görürüm.
            Sağgörü yadsımada değil,
                        uzagörümdedir bilirim
Kaç dilli bir geleceğin pençesindeyiz Dilhan?
       Aymazlığı dilbaz makamlar,
            aklımı dağlıyor
            Cehaletin çavlanı,
                        hiç bu kadar hırçın olmadıydı.
Gördüğüm her yüz
            sanki terkedilmiş mülteci kampı.
     Ne diyelim göbeğimizin kesildiği yerler buralar
            Türküler, şiirler, yasalar,
                        vekiller, bakanlar
     Özgür yaşam hakkını
            eliyle teslim eden
                        Bu kadınlar bizim.
Asalaklara arasta olan şu mermer yürekler
            Uğruna can verilen
                         bağrı yanık ülküler bizim.
Menemen, Sivas, Başbağlar, Kandil;
                                    ölümlere ev sahibi olsa da
            Beslemeler bomba yağdırsa da
     Ülkesini sevmek suçundan
                        kahramanlar tutuklansa da
                                    Yaşanmışlıklar,
                                               yaşananlar,
                                               yaşanacaklar bizim.
 
***
Endişem öylesine keskin
                        ustura gibi diliyor yüreğimi
     Ülkem adına utanmaksa
                                   payıma düşen en zor görev
            Aymazlığın beteri
                                   hem de yurdumdan edeni
Bilirim kurtuluşun öyküsü kaçmak değil, Dilhan.
     Ne de olsa aidiyeti sağlam bir tornadan geçtik
       Kaygımız memleketse kaçış yakışmaz, siperdeyiz.
       Anamın kirkit izlerini,
            Atamın terini saklayan
                                   bu topraklar bizim.
            Sanattan değil;
                        betondan yarar uman yetkelerim 
       Büyük çağa öfkeli,
            bin bir genç denizaşırı göç yolunda
Düğün gibi çoşkulu,
                         alayımıza abanacak kaoslar bizim. 
***
Eğreti durur demokrasi kılıfı,
                        sofistik sözlerde
     Özgürlükten yana tarafsız,
            susmaksa huzur anıtı
                        Kavramlar soyunmuş anlamdan,
                                               utku göreceli
Kinden, nefretten yağ çıkarılan hayta günlerde
            Karayele kıyak çeken
                                   baş kâhyalar bizim.
                        Ne menemdir yardakçılık,
                                    prof salyalarıyla gönenir
            Tanrıya kulluğu anlarım da
     kula kulluk bana ters Dilhan.
Öyle günler ki aklın kendini boynuzladığı kaygılı bir dilim
            Hak, hak ettiğin değil;
                        kimin hak bağışlayacağı;
Sırçası dökülmüş bir sarnıçta
                                   didişme nöbeti bizim.
     Ne zaman gelecek aklımız başa,
                        geç de olsa gelsin derim
            Kaçacak yerimiz yok,
            çokkabazlara el vermeyelim
                        Yer-gök-deniz varsın yıkılsın,
                        usu çalınmış bu çocuklar bizim.         
                                  (…)

 

* Dilhan isimli e-şiir kitabımdan alınmıştır.

3 Nazım Hikmet Ran’ın  Davet şiirinden 

 

Şiir Sarnıcı, Sayı 19, Yaşar Özmen



[1] Anadolu Üniversitesi, Yeni Türk Edebiyatına Giriş-1 Ders kitabı. 

[2] Kuram Kavram Sanat, https://siirsarnici-e-dergi.blogspot.com/p/sanatsal-denemeler.html

[3] Nazım Hikmet Ran’ın  Davet şiirinden